A HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR
ABORTUS (DÜŞÜK)
Gebeliğin 20. haftası tamamlanmadan önce (ya da bebek 500 gramlık ağırlığa erişmeden önce) herhangi bir nedenle gebeliğin bitmesine düşük adı verilir. Gebeliğin yasal sınırlar içerisinde istek üzerine aile planlaması amacıyla sonlandırılmasına yasal tahliye, başka bir nedenle (anne adayının sağlık durumunun gebeliğin devamına izin vermemesi, bebekte yaşamla bağdaşmayan anomaliler olması veya ölmüş olması) sonlandırılmasına ise tıbbi tahliye adı verilir. Aşağıda kendiliğinden oluşan düşüklerle ilgili bilgiler verilecektir.
Bozulmuş gebelik
Anembriyonik gebelikle benzer bir durumdur. Sıklıkla gebelik kesesinin düzensiz olarak izlendiği durumlarda bu tanı konur. Normalde yusyuvarlak olması gereken gebelik kesesi düşükten hemen önceki dönemde düzensiz hale gelebilir ve yine sıklıkla kesenin etrafında az miktarda kan birikimi olur. Bozulmuş gebelik ifadesi genellikle bu durumu tarif etmek için kullanılır. Tanı konduktan sonra tıbbi tahliye ile gebeliğe son verilir.
Spontan (kendiliğinden) Abortus
Bozulmuş gebelik veya anembriyonik gebelik oluştuğunda, bebek öldüğünde yukarıda anlatıldığı gibi fizyolojik mekanizmalar devreye girer ve uterusun içini boşaltarak gebelik öncesi duruma getirmeyi amaçlar. Bu da kendini gebeliğin ilk 20 haftasında kanama, ağrı ve beraberinde “parçalar” düşürme şeklinde gösterir. Gebelik haftası ilerledikçe kaybedilen kan miktarı artar ve düşen “parçaların” hacmi de daha fazla olur. Muayenede serviks (rahimağzı) açıktır ve dışarıya kan ve gebelik ürünlerinin çıktığı gözlenir. Düşük eylemi vücudun kendisi tarafından başlatılmıştır.
Düşük eyleminin kendi kendine başlayıp bitmesi durumunda komplet abortus (tamamlanmış düşük) deyimi kullanılır. Özellikle ilk 6 haftasında veya 14 haftalıktan büyük olan gebeliklerde oluşan düşüklerde sıklıkla komplet abortus oluşur. Muayenede kanamanın az olduğu gözlenirse ve tercihan vajinal ultrasonografide uterusun içinin tamamen boşaldığı gözlenirse ek müdahale gerekmez.
Bazı durumlarda ise düşük eylemi başlar ancak uterusun içinin kendi kendine boşalması uzun sürer ve bazen de tam boşalma hiç gerçekleşmez. Bu duruma da inkomplet abortus (tamamlanmamış düşük) adı verilir. Özellikle 6 hafta ile 14 haftalık gebeliklerin düşükle sonuçlandığı durumlarda zarlar ve yeni gelişmekte olan plasenta uterusa sıkıca tutunmuş olduklarından uterus kasılmaları bu yapıları yerinden söküp dışarı atmakta zorlanır. Düşük eylemi sürdükçe uterus tam boşalamamış olduğundan kanama devam eder. Bu durumlarda hem kanamayı durdurmak, hem de içeride kalan parçaların enfeksiyona yolaçmasını önlemek için kürtaj yapılması gerekir. Kürtaj, gebelik haftasına göre değişmek üzere, 10. haftaya kadar genellikle plastik boru şeklinde aletlerle uterus içinde kalan parçaların temizlenmesi işlemine verilen isimdir. Plastik borular, arka kısımlarına takılan vakumun emici etkisiyle ve yine uçlarının nispeten keskin olması nedeniyle uterus duvarına yapışık halde bulunan “parçaları” uterus dışına çekerler. Bazı durumlarda aynı işlem küret adı verilen metal aletler yardımıyla hafifçe kazınarak yapılması gerekebilir.
Rest plasenta (parça kalması)
Düşük sonrası veya yasal tahliye sonrası uterus içinde plasenta ve gebeliğe ait diğer bazı parçaların kalmasına verilen isimdir. Kanamayı durdurmak ve enfeksiyonu önlemek için genellikle kürtaj uygulanması tercih edilir.
Habituel abortus (tekrarlayan düşükler)
Bir kadının en az iki kere (bazı ekollerde üç kere) düşük yapmasına verilen isimdir.
Düşük neden olur ?
Doğanın en önemli görevlerinden biri yeryüzünün canlılara sunduğu sınırlı kaynaklarından en mükemmel olan canlıların faydalanmasını sağlamaktır. Bunun için de doğa(l) mekanizmalar yeni canlı oluşumunun her aşamasında ve hatta canlılar dünyaya geldikten sonra da hayatın her aşamasında devreye girerek tüm canlılar bir sınava tabi tutulur, “hatalı” olanlar ortadan kaldırılır ve kusursuz olanlara “yer açılır”. “En mükemmel” olan burada genetik, yapısal ve işlevsel olarak en mükemmel olan anlamında kullanılmaktadır. Doğal seleksiyon (seçim) adı verilen bu fizyolojik mekanizma “hatalı” olan organizmaları bulur ve yukarıda anlattığımız gibi, mükemmel olanlarına yeraçmak için bir anlamda kendi yaptığı hataları yokederek düzeltmeye çalışır. En dar anlamda bakıldığında “düşük” bu fizyolojik mekanizmanın dışavurumlarından biri olarak görülebilir.
Kimlerde düşük yapma riski yüksektir ?
Anne (ve baba adayının) gebeliğin oluştuğu esnada yaşı ne kadar yüksekse ve kadının daha önceden yaşadığı gebelik sayısı ne kadar fazlaysa gebeliğin düşükle sonuçlanma riski de o kadar artar. Bu doğaldır, zira yaş arttıkça gamet hücrelerinde (kadınlarda yumurta hücresi, erkeklerde sperm) genetik bozukluklar meydana gelme olasılığı ve bu meydana gelen bozukluğun döllenmiş hücreye geçme olasılığı artar. 20 yaşından daha genç olan anne adaylarında düşük riski yaklaşık %10 iken (gebelik tanısı konulan gebeliklerin düşük oranı), 40 yaşından daha ileri yaşta olanlarda bu risk %30 civarındadır. Baba adayının yaşının 40’ın üzerinde olduğu gebeliklerde de düşük riski iki kat artar.
Düşük nasıl belirti verir ?
Düşüğün “olmazsa olmaz” belirtisi kanamadır. Erken gebelik haftalarında kanamanın beraberinde ağrı olmayabilir ve “parça düşürme” de “parçaların” ufak olması nedeniyle algılanamayabilir.
Düşük tehdidi nedir ?
Gebeliğin ilk yarısında kanama ya da kanlı akıntı olması durumunda yapılan jinekolojik muayenede kanamanın uterus dışında bir yerden gelmediğine emin olunduğunda düşük tehdidi tanısı konur. Bazı anne adaylarında basur kanaması, idrar yollarındaki kanama, ya da serviksteki bir hastalığa bağlı olarak özellikle cinsel ilişkiden sonra oluşan kanama da yetersiz bir değerlendirme sonucu düşük tehdidi sanılabilir. Bu nedenle “düşük tehdidi” tanısını hemen koymadan komple bir jinekolojik ve genital muayene ihmal edilmemelidir. Anne adaylarının çoğu bu muayeneye karşı isteksizdir. Ancak jinekolojik muayene ve/veya ultrasonun düşüğe neden olduğu konusunda bilimsel bir veri bulunmamaktadır. Gebeliğin erken dönemlerinde oluşan kanamanın diğer nedenlerini de asla gözardı etmemek gerekir. Bunlar arasında en önemlileri dış gebelik, mol gebeliği, selim ve habis tümörler, sindirim sisteminden veya idrar yollarından olan kanamalardır.
Beklenen adet döneminde oluşan kanama (“üstüne görme”), implantasyonda (beklenen adetten bir hafta önce) oluşan kanama, 8. hafta civarında plasentanın corpus luteum işlevlerini üzerine almasına bağlı oluşan kanama da sağlıklı seyreden bir gebelikte ender olarak görülen “lekelenmenin” nedeni olabilir.
Düşük tehdidi durumunda neler yapılmalıdır ?
Düşük tehdidi tanısı konduğunda cinsel ilişki uterusta kasılmalara yolaçtığından yasaklanır. İstirahat edilmesi de dahil olmak üzere düşük tehdidinde alınan önlemlerin kesinlikle başarılı olduğu yönünde bilimsel veriler mevcut değildir. Progesteron tedavisi sık uygulanmasına karşın bunun da etkili olduğunu söylemek için elimizde yeterli bilimsel veri mevcut değildir. Hatta bazı çalışmalar bu tedavinini önlenmesi imkansız olan bir düşüğü geciktirdiğini göstermektedir.
Düşüklerden sonra mutlaka uygulanması gereken anti-D immunglobulin (Rhogam, yani “uyuşmazlık iğnesi”) kan uyuşmazlığı olan çiftlerde ihmal edilmemelidir.
Düşüğün tekrarlama riski nedir ?
Bir kez düşük yapan kadının sonraki gebeliğinde tekrar düşük yapma riski %20’dir. Üç ve daha fazla sayıda düşük yapmış bir kadının ise yeni bir gebelikte tekrar düşük yapma riski yaklaşık %50’dir.
Düşükten ne kadar sonra gebe kalınabilir ?
Bir kez düşük yaşadıysanız, yaşadığınız düşük mol gebeliğine bağlı değildiyse, düşük sonrasında aşırı kanama, enfeksiyon gibi normaldışı bir durum sözkonusu olmadıysa, tedavi gerektiren bir hastalığınız yoksa yaşadığınız düşük muhtemelen tekrarlayıcı özelliği yüksek olmayan bir düşüktür ve ileri inceleme gerektiren bir durum da değildir. Kendinizi psikolojik olarak yeni bir gebeliğe hazır hissettiğinizde yeniden gebe kalabilirsiniz.
Yukarıdakilerden daha farklı bir durumdaysanız (birden fazla düşük, mol gebeliği, düşük sonrası problem, kronik bir hastalığın varlığı gibi) doktorunuza danışmalı ve gerekli inceleme ve tedaviler sonrasında gebe kalmalısınız.
ADALE ROMATİZMASI
Toplumda en sık görülen romatizma hastalıklarından biri de adale romatizması hastalığıdır. Genellikle 30 ile 60 yaşları arasında kendini gösterebilen adale romatizması hastalığı tedavi edilmediği takdirde etkisini uzun süreler devam ettirmekte ve bunun sonucunda ise etkisi altına aldığı bireyin en başta iş ve sosyal hayatı olmak üzere birçok günlük faaliyetlerini ciddi anlamda olumsuz etkileyebilmektedir.
Tıp dalında ”fibromiyalji” adını alan adale romatizması hastalığı özellikle yetişkin bayanlarda kendini göstermekte etkisini uzun müddetler boyunca sürdürebilmektedir.
Genellikle vücut kas ve eklemlerinde meydana gelebilen adale romatizması hastalığı çeşitli nedenlere bağlı olarak kendini gösterebilmekte ve bununla birlikte çeşitli belirtiler doğrultusunda etkisini tamamen ortaya çıkarmaktadır. Romatizmal hastalıklar arasında en sık görülen romatizma türü olan adale romatizması hastalığı özellikle kas ve eklemlerde meydana gelen orta şiddetli ağrılar sonucunda etkisini göstermekte ve etkili olduğu süreçler itibariyle bireyin ciddi rahatsızlık yaşamasına neden olabilmektedir.
Adale Romatizması Hastalığının Belirtileri Nelerdir?
Adale romatizması hastalığının birçok belirtileri bulunmaktadır. Bu belirtiler şunlardır;
– Sıklıkla devam eden kas ve eklem ağrıları
– Uykusuzluk durumu
– Aşırı yorgunluk ve halsizlik durumu
– Hastalığa bağlı olarak 2 aydan daha uzun süren ağrılar
– Yeteri kadar uyku alınmasına rağmen yeteri kadar dinlenememe ve çoğu zaman yorgun ve bitkin uyanma durumu
– Şiddetli baş ağrısı
– Sersemlik hissi
– Konsantrasyonda aşırı zorluk çekilmesi
– Özellikle el,kol ve sırt bölgelerinde meydana gelen karıncalanmalar
– Gereğinden fazla idrara çıkma durumu
– Kulaklarda meydana gelen çınlama durumları
– Nadiren de olsa gözlerde meydana gelen kızarıklıklar
– Çarpıntı durumu ve vücutta meydana gelen bazı kasılmalar adale romatizması hastalığının başlıca belirtileridir.
Adale Romatizması Hastalığının Nedenleri Nelerdir?
Adale romatizması hastalığının başlıca nedeni soğuk algınlığı durumudur. Birçok romatizmal hastalıkların meydana gelmesinde en etkin rol oynayan faktör soğuk hava iklimleridir.
Bununla birlikte başta adale romatizması hastalığı olmak üzere birçok romatizmal hastalıklar özellikle soğuk hava iklimlerinin hakim olduğu bölgelerde yaşayan bireylerde çok daha sık görülmektedir. Ayrıca adale romatizması hastalığının meydana gelmesinde etkin rol oynayan bazı nedenler de bulunmaktadır. Bu nedenler sırasıyla şunlardır;
– Günlük spor veya egzersizler sonucunda vücutta meydana gelen terleme durumu
– Çeşitli nedenlere bağlı olarak vücudun soğuk alması durumu
– Diş iltihapları rahatsızlığı
– Sinüzitlerde meydana gelen iltihaplanmalar
– Aşırı kilolar
– Yaşın ilerlemesi özellikle 60 yaş ve sonrası adale romatizması hastalığının nedenlerindendir.
Adale Romatizması Hastalığının Teşhisi Nasıl Yapılmaktadır?
Birçok romatizmal hastalıkta olduğu gibi adale romatizması hastalığında da ilgili doktor tarafından ilk olarak hastadan hastalığın genel belirtileri hakkında bilgi alınmaktadır. Bu bilgiler alındıktan sonra ise ilgili doktorun verdiği talimatlar doğrultusunda hastalığın tam teşhisinin yapılabilmesi amacıyla çeşitli test ve tetkikler yaptırılmaktadır. Yapılan test ve tetkiler sonrasında hastalığın hangi aşamada bulunduğu kesin olarak tespit edildikten sonra bunun akabinde hemen tedavi aşamasına girilmekte ve gerekli tedavilere başlanılmaktadır.
Adale Romatizması Hastalığının Tedavisi Nasıl Yapılmaktadır?
Adale romatizması hastalığının tedavisi genel olarak kortizonlu ilaçlar ve ağrı kesici ilaçlar ile yapılmaktadır. Doktor tarafından genellikle reçeteli olarak yazılan bu ilaçlar sayesinde birçok adale romatizması hastalığı kısa süre sonrasında ortadan kaldırılabilmektedir. Fakat tedavi sürecinin başarılı geçmesi için özellikle hastanın doktor tavsiyelerine harfiyen uyması ve hastalığa neden olan tüm faktörlerden uzak durması gerekmektedir. Bunları yerine getirdiğinden itibaren birkaç günlük ev veya hastane istirahati sonrasında günlük aktivitelerine kaldığı yerden devam edebilmektedir.
Adale Romatizması Hastalığından Korunmanın Yolları Nelerdir?
Birçok romatizmal hastalıklardan korunmanın en etkili yolu soğuklardan korunma yoludur. Özellikle de kış aylarında mümkünse soğuk havada kalınmamalı ve bu aylarda kalın giysiler giyilmelidir. Bununla birlikte adale romatizması hastalığından korunmanın bir diğer yolları ise şunlardır;
Sigara ve alkolden uzak durulmalıdır. Çünkü birçok hastalığın ana nedenleri arasında bulunan sigara ve alkol özellikle damar hastalıkları üzerinde etkin rol oynayabilmekte ve bunun sonucunda ise başta adale romatizması hastalığı olmak üzere birçok romatizmal hastalıkların meydana gelmesinde etkin rol oynamaktadır.
Günlük egzersizler düzenli olarak yapılmalıdır.
Özellikle soğuk hava iklimlerinde gereğinden fazla soğuk su tüketilmemelidir.
Kol ve bacaklara sık sık masaj yapılmalıdır.
Not: Makale bilgi içeriklidir. Reçete değildir.
ADAMS STOKES SENDROMU
Kalpten çıkan uyarının atriyoventriküler düğümü (AV Nodu) normal geçtiği halde, ventriküllerin özelleşmiş ileti sisteminde / His demetinde veya kardiyak ileti sisteminin her üç fasikülünde engellendiği AV blok olarak tanımlanabilecek olan İnfranodal AV Blok, ileri yaşta olan hastalarda sık görülür. Bayılma ve Konvülsiyon ile sonuçlanabilir. Eğer bu senkop infranodal bloğa bağlı ise Adams Stokes Krizi olarak adlandırılır. Adams Stokes Krizi, habersiz ortaya çıkar ve kısa sürer. Ancak, krizler giderek sıklaşma eğilimi taşır. Dakika nabız sayısı genellikle 20- 50 arasındadır. Juguler venöz nabızda “Dev A Dalgaları” farkedilebilir.
Etkilenen sistemler nelerdir ?
Kalp ve Damar Sistemi , Sinir Sistemi
Belirtileri nelerdir ?
Akut bradikardi (20-50/dk)
Hipotansiyon
Solukluk
Pozisyon veya efora bağlı olmayan duygu veya bilinç kaybı
Senkop veya senkopa benzer semptomların aniden oluşumu (çarpıntı olsun veya olmasın)
Juguler venöz nabızda dev A dalgaları.
Nedenleri nelerdir ?
İlaçlar
* Kalsiyum kanal blokerleri
* Beta blokerler
* Digoksin
* Ouabain
* Propafenon
* Klonidin
AV nodu tutan myokardiyal iskemi
Kalp ve ileti sistemini tutan infiltratif veya fibröz hastalıklar (Amiloid,Sifilis, Tümör)
Yaşa bağlı AV nodun dejenerasyonu
Nöromuskuler hastalıklar (myotonik musküler distrofi veya Kearns-Sayre Sendromu)
Risk faktörleri nelerdir ?
Kalsiyum Kanal Blokerleri, Beta Blokerler , Digoksin, Ouabain, Propafenon , Klonidin vb ilaçların kullanımı.
Koroner arteryel hastalık
AV nod disfonksiyonu
Akut myokard infarktüsü (özellikle akut sağ koroner arter oklüzyonu)
Amiloidoz
Chagas hastalığı
Kalbi tutan bağ doku hastalıkları (sistemik lupus eritemotosus, romatoid artrit)
Patolojik bulgular nelerdir ?
Serum digoksin düzeyleri artmış. Serum kardiyak enzimleri artmış. EKG, olayın monitorizasyonu veya Holter monitorü, yavaşlamış ve ventriküler kaçaksız geçici tam kalp bloğunu gösterir.
Yapılabilecek testler nelerdir ?
Elektrokardiyografi
Monitorizasyon
Holter Monitorizasyon
Tanısal işlemler nelerdir ?
Koroner iskemiyi ekarte etmek amacıyla koroner kateterizasyon
AV nodu ileti durumunun değerlendirilmesi amacıyla elektrofizyolojik testler
İnfiltratif hastalıktan kuşkulanıldığında myokard biyopsisi
Bakım ve önlemler nelerdir ?
Monitorizasyonun gerektiği durumlarda hospitalizasyon.
Devamlı tedavi, ambulatuar takip.
İşlemler boyunca kardiyak monitorizasyon
İşlemler boyunca mevcut trans-torasik pace
İşlemler boyunca atropin
İşlemler süresince geçici pace-makerin yerleştirilmesi ihtimali
Geçici tam kalp bloğu geri dönüşümsüz olduğu zaman kalıcı pacemaker uygulaması
Tanı konulduğunda tanı ile ilgili ve pace yerleştirildiğinde bununla ilgili hastaya yeterince bilgi sağlanmalıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Atropin, 1 mg İV puşe tarzında, tam kalp bloğuyla beraber olan hipotansiyonda verilir. Toplam doz 2 mg oluncaya dek tekrarlanabilir Epinefrin, 1 mg 1:10.000 İV puşe halinde asistoli ile birlikte olan tam kalp bloğunda verilir, her 5 dakikada bir tekrarlanabilir. İsoproterenol damla halinde 1 mg , 250 ml % 5 dextroz veya normal serum fizyolojik ile dakikada 5 mikrogram perfüzyon şeklinde, atropin verilmesine karşın hipotansiyon ve bradikardi devam eden hastalarda Tam infranodal AV Blok için tek tedavi ; sağ ventrikül endokardına , ihtiyaç duyulduğu anda uyarı verecek olan demand-pace maker yerleştirilmesidir.
ADDİSON HASTALIĞI
Böbrek üstü bezlerinin yetersiz çalışması nedeniyle oluşan sinsi ve genellikle ilerleyici tabiatta bir hastalıktır.Hastaların % 70 inde böbreküstü bezlerindeki doku gerilemesi birincil olarak ortaya çıkmaktadır.Geri kalanlarında ise böbreküstü bezleri veremi, kanserleri, iltihaplanmaları gibi sebeplerden dolayı doku gerilemesi ortaya çıkmaktadır.
Hastalığın nedenleri nelerdir ?
Böbreküstü bezleri herbir böbreğin üst kısmına yerleşmişlerdir. Medulla adı verilen iç kısım ve kortex adı verilen kabuk kısmından oluşmuştur. Kortex (kabuk) kısmı yaşam için zorunlu olan ve kortikosteroidler olarak adlandırılan hormonların üç tipini üretir:
Androjen ve Östrojenler, cinsi gelişme ve üremeyi etkilerler.
Glukokortikoid hormonlar (Kortizol gibi) glikoz regulasyonunu korurlar,bağışıklık yanıtını baskılarlar ve vücudun baskılara karşı yanıtını sağlarlar.
Mineralokortikoid hormonlar ( aldesteron gibi) vücuttaki sodyum-potasyum dengesini düzenler.
Hastalığın görülme sıklığı nedir ?
Her 100.000 kişiden 8 inde görülür.Her iki cinste de görülme sıklığı aynıdır.
Hastalığın bulguları nelerdir ?
Güçsüzlük, Aşırı yorgunluk, bitkinlik, kas güçsüzlüğü, Kilo kaybı, Mide bulantısı, Kusma,
Tekrarlayan ishaller, İştah kaybı, Deride koyulaşma, lekeler, uyuşuk hareketler, Kan basıncı ve kalp atımında değişiklikler, Yüzde ve avuçlarda olağandışı ve aşırı terleme, Baş ağrısı, Pupillerde genişleme, Kalp atışlarında hızlanma… vs hastalığın başlıca bulgularıdır.
Fiziksel belirtileri nelerdir ?
Kan Basıncı düşmüştür.
Kortizol seviyesi düşmüştür.
Serum sodyum düzeyi düşüktür.
Potasyum testi potasyumda artış gösterebilir.
Karın röntgeninde adrenal kireçlenme odakları görülebilir.
Karın tomografisinde adrenal kireçlenme odakları ve atrofi görülebilir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Ömürboyu sürecek kortikosteroidle yerine koyma tedavisi belirtileri kontrol altına alır.Genellikle glukokortikoid (kortizon veya hidrokortizon) ve mineralokortikoid (fludrocortizon) kombinasyonları verilir.
İlaç tedavisi stresin arttığı durumlarda arttırılmalıdır.Enfeksiyonlar,yaralanmalar ve aşırı terleme adrenal krize sebep olabilir.Adrenal krizde damariçi veya kasiçi hidrokortizon hemen yapılmalıdır.Düşük kanbasıncı tedavisi de gereklidir.Birçok hasta stres anında kendikendilerine acilen yapmak üzere acil hidrokortizon enjeksiyonu yapmayı öğrenmiştir.Hastaların yanlarında acil durumlarda yapılacak ilaç ve dozlarının yazılı olduğu tanıtıcı bir sağlık kartını taşımaları çok önemlidir.
İlaç almayı asla aksatmamalıdır.Eğer şiddetli kusma dolayısı ile ilaç alımı aksıyorsa doktora bildirilmelidir.Aşırı kilo artışı ve vücutta ödem halinde mutlaka doktora bildirilmelidir.
Addison hastası hangi durumlarda tıbbi yardım almalıdır. ?
Addison hastası enfeksiyon, yaralanma, sıvı kaybına neden olabilecek hastalıklara yakalandığı zaman hastalığını tanıyan bir hekime başvurmalıdır.
Kilosunda bir artma, ayak bileklerinde şişmeler veya diğer yeni belirtiler ortaya çıkarsa mutlaka tıbbi yardım almalıdır.
ADENİT
Adenit bir bez veya lenf düğümünün enflamasyonu için kullanılan genel bir terimdir.
• Servikal adenit, boyundaki lenf düğümünün enflamasyonudur.
• Lenf adeniti, lenf düğümlerindeki bir bakteriyel enfeksiyon sonucu oluşan enflamasyondur. Enfekte olmuş lenf düğümü büyür, ısınır ve hassalaşır.
• Mezenterik adenit, kadındaki mezenterik lenf düğümünün enflamasyonudur. Eğer sağ aşağı çeyrekte olursa, akut apandisit ile karıştırılabilir.
• Tüberküloz adenit (scrofula) boyun derisinin tüberküloz enfeksiyonu, yetişkinlerde genellikle mikobakteriler (M. tuberculosis dahil) nedeniyle oluşur. Çocuklarda genelde M. scrofulaceumveya M. avium nedeniyle oluşur.
ADENOVİRUS ENFEKSİYONLARI
Belirtileri nelerdir ?
Tipe bağlıdır.
Solunum Yollarını etkileyen çoğu tipte ortak olarak :
Başağrısı
Halsizlik
Boğaz ağrısı
Öksürük
Yüksek Ateş
Kusma
İshal
Mukozada yama şeklinde ; beyaz eksüdalar
Nedenleri nelerdir ?
Adenovirus ;70 nm çapında,zarfsız,çift zincirli, 42 serotipi olan DNA viruslarıdır.
Başlıca 3 antijen, direkt kapsid oluşumuyla ilgilidir. En önemlisi hekson’dur.(252 kapsomerin 2400’ından oluşan 6 kenarlı kapsomer) Bu hekson’un tipe özel olmayan kompleman fixasyon reaksiyonunda özel antiserumlarla reaksiyona girmesi nedeni ile grup antijeni niteliği taşır.
Böylece adenovirus tipleri tanınır.
Diğeri penton’dur. Bu, tipe özel antijendir. Nötralizasyon veya Hemaglütinasyon-İnhibisyon Reaksiyonlarında ayırdedilebilir.
Adenovirusların önemli olan üçüncü antijeni ; virion’dur.
Ayrıca Adeno Assosiye Virus olarak adlandırılan; daha küçük, çoğalabilmek için Adenovirus varlığına gerek duyan DNA virusu ile birlikte bulunabilirler.
* Farklı serotiplerin epidemiyolojik özellikleri de farklıdır.
Bilinen 33 serotip vardır.
En Sık Patojenler:
Tip 1,2,3,5,7 ; Solunum Yolu Hastalığına yol açar.
Tip 3 ; Farengokonjonktival Ateşe yol açar.
Tip 4,7,14,21; Askeri Birliklerde Akut Solunum Yolu Hastalığına yol açar.
Bir kaç başka tip ; Epidemik Keratokonjonktivite yol açabilir
Çoğu zaman belirtisiz olmakla beraber barsak kanalında enterit, mezanter lenfadenit, intussepsiyon gözlenebilir.
Bakım ve öneriler nelerdir ?
Ağır hasta bebekler ve epidemik keratokonjoktiviti olanlar ile ağır pnömonisi olan bebekler dışındaki hastaların yatırılmaları gerekmez.
Ateşli dönemlerde istirahat gerekir.
Çocuklara aspirin verilmemelidir. Burun spreyleri, öksürük ilaçları ve sık el yıkama ile ilgili bilgiler verilmelidir.
Bebeklerde ağır pnömoni ve konjonktivitte; hasta iyileşene kadar her gün fizik muayene ile takip edilmelidir.
Askeri Birliklerde; enterik kaplı kapsüller olarak hazırlanmış canlı adenovirus tip 4 ve 7 aşısının oral kullanımı, Akut Solunum Yolu Hastalığı insidansını azaltır . (sivillerde kullanılmaz !)
İşyeri personeli ve aile üyelerinin sık el yıkaması sağlanmalıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Semptomatik ve Destek Tedavisi
Yatak İstirahati
Asetaminofen, 10-15 mg/kg/doz, analjezik olarak ( Aspirin’den kaçının !)
Konjonktivit için Topikal Kortikosteroidler (Kornea Ülseri !!)
Öksürük önleyici ve / veya balgam sökücü ilaçlar.
ADET DÜZENSİZLİĞİ
Adet kanaması nedir ?
Kadın rahmi her ay sanki gebe kalacakmış gibi hazırlığa girişir. Rahimin içi bir yavrunun büyümesini sağlayacak biçimde kan ve dokularla astarlanır. Ancak gebelik meydana gelmez ise rahim artık bir işe yaramayacak olan bu astarı dışarı atar. Adet kanaması işte bu dışarı atım olayıdır.
Herzaman sancılı mı olur ?
Adet kanaması sırasında bir miktar sancı ve kramp normal olabilir, ancak aşırı sancı normal değildir. Yataktan çıkamayacak, okula veya işe gidemeyecek kadar sancınız varsa doktora gidin. Sancılı ve ağır kanamalı adet gören, cinsel ilişki sırasında veya büyük aptes yaparken sancılanan kadınlarda çok yaygın bir hastalık olan endometriosis olabilir. Bu; rahim zarı veya adet kanından gelen parçaların karın boşluğuna kaçarak başka organlar üzerinde bulunmasıdır. Hastalık genç kızlarda veya her yaştaki bayanlarda görülebilir. Bu hastalık ayrıca kısırlığın da yaygın bir nedenidir.
Adet görmemek ne demektir ?
Gebelik ilk akla gelen nedendir, ancak başka nedenler de olabilir. Yeni adet görmeye başlayan ergenlik çağındaki kızların adetleri duzensiz olabilir. Bazen stres veya seyahat nedeni ile meydana gelen hormonal dengesizlik normal adet devresini geçici olarak etkiler. Doğum kontrol hapını bırakmak da 1-2 ay adet görmemeye neden olabilir. 3-5 ay adet görmeyen kadınlarda yumurta üretimi durmuş demektir ve kısırlık sorunları olabilir. Tanı için doktora gidin.
Kanama neden normalden fazla olur ?
Tampon veya pedinizi her iki saatte bir degiştirmek zorunda kalıyorsanız, ağır kanamalı bir adet görüyorsunuz demektir. Nedenler arasında endometriosis, kanser olmayan tümörler veya doğum kontrol için takılan rahim içi araç sayılabilir. Gününden geç gelen agır kanamalı bir adet, çocuk düşürme belirtisi olabilir. Aşırı kanama verdiği sıkıntı yanında kansızlıga da neden olabilir.
Adet sancısının özellikleri nelerdir ?
Adet kanaması esnasında meydana gelen ağrı (dismenore) ikiye ayrılır:
• Genellikle buluğ çağında ortaya çıkarak, ilerleyen yaşla birlikte veya gebelikten sonra hafıfleme eğilimi gösteren: Birincil adet ağrısı (Primer dismenore)
• Başka bir rahatsızlığa bağlı olarak genellikle doğurganlık çağındaki kadınlarda görülen: İkincil adet ağrısı (Sekonder dismenore)
Adet ağrısı (dismenore) ile birlikte, başağrısı, bulantı, kusma, sık ıdrara çıkma ve kabızlık / ishal de görülebilir. Sinirlilik, depresyon ve karında gerginlik gibi adet kanaması öncesi belirtiler, adet kanaması boyunca da devam edebilir.
Adet ağrısının önlenmesi nasıl olur ?
Dismenore, kadınların iş ve okul yaşamından bir müddet uzak kalmalarına neden olan ve sık rastlanılan bir durumdur. Adet sancısı olan kadın mutlaka bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı doktor tarafından görülmelidir. Eğer birincil adet kanaması tanısı konur ise, hastaya bu dönemde kullanması için ilaç önerilecektir. Bu ilaçlara adet kanamasından 24-48 saat önce başlandığı ve bir-iki gün devam edildiği takdirde daha iyi sonuç alınacaktır.
AER
Streptokokal allerjiye bağlı olarak gelişen, eklemler, cilt, merkezi sinir sistemi ve kalp tutulumlarının ön planda oluğu, sistemik enflamatuar otoimmun bir hastalıktır.
Klinikte başlıca üç tabloyla görülür:
-Romatizmal kardit
-Akut poliartrit
-Sydenham koresi (Chorea minor)
Epidemiyolojisi nedir ?
En sık 5-15 yaşlar arasında ve askerliğini yapan gençlerde görülmekle beraber giderek azalan oranlarda her yaşta görülebilmektedir.
Etiyolojisi nedir ?
1- A grubu beta hemolitik streptokoklar ile olan enfeksiyonların neden olduğu otoimmün reaksiyon
2- Genetik predispozisyon
Betahemolitik streptokokların (M 1, 3, 5, 6, 14, 18, 19, 27, 29 tiplerinin) Mproteini ile sarkolemmal antijenler tropomiyozin ve miyozin arasında çapraz reaksiyon meydana gelmesi romatizmal ateş hastalığını ortaya çıkarmaktadır. Bu moleküler benzerlikler sonucu miyokart ve endokarda karşı gelişmiş antikorlar, antisarkolemmal antikor çapraz reaksiyonuna, immun komplekslere bağlı kapiller harabiyetine (tip III immunkompleks reaksiyonu), miyokart (Aschoff nodüllerinde) ve tutulmuş olan kalp kapaklarında (Endocarditis verrucosa) immun kompleks birikimine neden olurlar. Chorea minor gelişen hastalarda da nucleus caudatus ve nucleus subthalamicus antijenlerine karşı çapraz reaksiyon veren antikorlar bulunur.
Klinik bulguları nelerdir ?
Hastalık genellikle farenjit veya tonsillit gibi beta hemolitik bir streptokok hastalığından 10 ile 20 gün kadar sonra görülmektedir. Hastalarda görülen belirti ve bulgular:
– Genel yakınmalar: Ateş, baş ağrısı, terleme. (Anamnezde ateş olmadan sadece eklemlerde yakınmaların olması değer taşımaz)
– Cilt bulguları:
Eritema marginatum (=Erytema anulare rheumaticum: gövdede özellikle periumblikal bölgede eritomatö pembe annular tarzda döküntü)
Subkutan nodüller
Eritema nodosum (bastırmakla ağrılı, kırmızımor, en sık diz ön yüzde pretibial bölgede oluşan nodüller)
– Kalp tutulumu: Romatizmal ateş kalbin tüm katlarını yani hem miyokartı, hem perikartı hemde endokartı tutan (pankardit) bir hastalıktır. Ancak prognozun en önemli belirleyicisi endokarditin seyridir. Kardiyak semptomlar belirsiz olabileceği gibi son derece gösterişli de olabilir. Bunların başlıcaları:
Sistolik üfürümler
Prekordiyal ağrı ve frotman ile perikardit
Ekstrasistoller, çeşitli tiplerde ritm bozuklukları ve ağır olgularda kalp yetmezliği bulgularıyla miyokardit
EKG de ekstrasistoller, PQ aralığının uzaması, ST-T değişiklikleri, değişik tiplerde ileti bozuklukları
EKO da kapaklarda tutulum, perikardiyal sıvı artışı, miyojenik kalp dilatasyonu
– Nadiren plevral sıvı artışı ile plörit
– Chorea minor: Aşırı sakarlık ve özellikle ellerde olmak üzere kontrolsüz tipik koreik hareketlerle seyreden geç bir manifestasyon olup, genellikle 3 ay içinde, ancak, bazen aylarca ve hatta 2 yıla dek gecikme ile görülebilen bir tablodur.
– Poliartrit: Büyük eklemleri tutan (omuz,dirsek, diz, el ve ayak bileği gibi), gezici vasıfta, ateşle birlikte eklemlerde ağrı, şişlik ve kızarıklığın bir arada olduğu bir poliartrit tablosudur.
– Laboratuar:
– Eritrosit sedimentasyon artışı ve/veya CRP pozitifliği/yükselmesi
– ASO yükselmesi
– Anti-DNAz-B veya ADB (antideoksiribonükleotidaz-B) pozitifliği
– ASA (antisarkolemmal antikor) çapraz reaksiyonu
Tanısı nedir ?
Romatizmal ateş tanısının konmasında 1992 tarihinde yenilenen Modifiye Jones kriterlerinden yararlanılır. A MAJOR KRİTERLER MİNOR KRİTERLER
– Kardit – Klinik bulgular:
– Poliartrit Artralji
– Chorea Ateş
– Eritema marginatum – Laboratuar bulguları
– Subkutan nodüller (Sedimantasyon¬,CRP¬)
EKG de PQ uzaması
B- GEÇİRİLMİŞ BİR STREPTOKOKAL ENFEKSİYON OLDUĞUNU DESTEKLEYEN BULGULAR (ASO¬, pozitif boğaz kültürü gibi))
Tanının konması için geçirilmiş streptokok enfeksiyonu bulgusu ile birlikte 2 major veya 1 major ve en az 2 minor bulgu olması gereklidir.
AĞIZ BOŞLUĞU KANSERİ
Belirtileri nelerdir ?
Disfaji
Odinofaji
Konuşma Problemleri
Tümöre bağlı nazofarengeal yetersizlik nedeniyle ; sıvı regürjitasyonu
Yansıyan ağrı nedeniyle ; tek taraflı otalji
Sıklıkla hassas ve enfeksiyon ile karışan frajil granüler ekzofitik ve/veya infiltratif kitle veya ülser.
Sert boyun kitlesi internal juguler ven boyunca nodül zincirinde metastatik hastalığı düşündürür.
Nedenleri nelerdir ?
Tütün kullanımı (Dumanlı veya Dumansız)
Enfiye kullanımı
Aşırı alkol tüketimi
Dudak kanseri hallerinde ultraviyole ışığa maruz kalma
Riboflavin veya Demir Eksikliği Anemisi, ve Plummer- Vinson Sendromu, oral kanserler ile birliktedir.
Belirtileri nelerdir ?
Dudaklar ve Dişetleri
40 yaş sonrası , erkeklerde ve beyaz ırkta sık
Alt Dudakta en sık
Yassı Epitel Hücre Karsinomu en sık
Sigara veya pipo içen ve bunları hep dudaklarının aynı bölümüne sıkıştırılmış olarak tutan kimselerin alt dudak vermilion sınırında sert, kahverengimsi, keratotik bir plak oluşabilir. Dudakta kuruma , çatlak , lökoplazi , Herpes labialis görünümde iyileşmeyen yara gözlenir.
Bu lezyonun Yassı Hücreli Karsinoma olmadığının ispatlanması, yalnızca biyopsiyle mümkündür.
Bu lezyonun habis olmadığı gösterilse bile, sigara veya piponun terkedilmesi ve hastanın dikkatle gözlem altında tutulması şarttır.
Aktinik Cheilosis; büyüklerde, özellikle zamanlarının büyük bölümünü açık havada geçiren, ince derili, kızıl saçlılarda görülür. Hastanın dudakları kurudur ve üzerinde, erozyona uğramış bir çok bölge yer alır. Bu, prekanseröz bir lezyondur. Bu hastaların 6 aylık kontrollerle izlenmesi gerekir.
Yassı Hücreli Karsinoma ; genellikle, alt dudağın vermilion sınırında iyileşmeyen, sert ve konveks kenarları olan bir ülser ya da keratotik bir plak olarak gözükür. Lezyon, alttaki dokulara fikse olabilir. Erken tedavi uygulanırsa, prognoz son derece iyidir.
Lösemi’de ; dişeti dokusunda infiltrasyonlar görülebilir ve bu doku kanamaya elverişli duruma geçebilir.
Dil ve Ağız Tabanı
Taban ; myohyoidal kas, orta hat genioglossal ve geniohyoidal kaslar.
Yassı Epitel Hücreli Karsinom en sık
Ön ağız tabanında en sık
Yassı Hücreli Karsinoma ; çoğu kez kronik glositte veya bir leukoplakia alanında gelişir. Lezyon; üzeri düz, sertleşmiş veya yuvarlaklaşmış kenarlara sahip, daha alttaki dokulara fikse durumda derin bir ülser şeklindedir. İlerlediğinde ağrı , kanama, dil kasları fonksiyon bozukluğu ile konuşma bozukluğu ve otalji gelişir. Fazla miktarda hem alkol, hem tütün kullanan kimselerde görülür. Sifiliz, zemin hazırlayan bir faktördür.
Dil Rhabdomyomu, ele gelen ve organın içlerinde hissedilen bir kitle meydana getirir. Mukozada gelişen yassı hücreli karsinomaya oranla çok daha seyrek görülen bir lezyondur.
Dil Tümörleri ; hemen her zaman Epidermoid Karsinomadır ve çoğu dilin yan orta ve arka bölgelerinde yerleşimlidir.
Dilde irritasyon hissi , yara , yemek yerken yanma vekulağa vuran ağrı olur. İleri evrelerde konuşma ve yutma güçlüğü eklenir.
Yanaklar
Ağızda tütün çiğneme alışkanlığı olanların tütünü devamlı tuttukları mukobukkal kıvrımda mukoza tahrişi sık görülür. Bu lezyon leukoplakia veya erythroplakia ve yassı hücreli karsinoma yönünde gelişme gösterebilir. İlerlemiş evrelerde ; Trismus gözlenir. Bu buccinator ,masseter ve pterigoidal kaslara yayılımı gösterir.
Bakım ve öneriler nelerdir ?
Cerrahi girişim için hastanın yatırılması
Tedavi lokalizasyona bağlı olarak değişir, örneğin, dil, yanak duvarı, farenks, damak,dudak gibi.
Seçilen Tedavi : Radyasyon tedavisi ve / veya Kemoterapi ile birlikte veya sadece geniş rezeksiyon
Rezeke edilemeyen lezyonlar palyasyon amacıyla radyasyon tedavisi ve / veya kemoterapi ile tedavi edilirler.
Cerrahi gereken hastalarda beslenme normal yara iyileşmesi için en önemlisidir. Oral almak mümkün değilse nazogastrik ve / veya gastrostomi ile beslenme gerekebilir.
Hastanın nutrisyon ve fizik durumu tolere edebildiği kadar aktif.
Diyet; Hastalığın yayılımına ve çiğneme veya yutma yeteneğine bağlıdır.
Tütün içilmesi veya dumansız tütün kullanılmasının önlenmesi
Alkol kullanılmasının önlenmesi.
AĞIZ KOKUSU
Ağız kokusunun nedenleri nelerdir ?
Ağız kuruluğu ( Xerostomia ) : ağızdan nefes alma , kullanılan bazı ilaçlar , tükürük bezindeki bazı problemler sonucunda tükürük bezlerinin yeterli üretim yapmaması
Dişlerin fırçalanmamış olması ( yemek artıkları , koku veren yiyecekler )
Dişlerdeki çürükler
Dişlerdeki iltihaplar
Diş etindeki iltihaplar ve diş taşları
Eskimiş ve deforme olmuş , yeterince temizlenmemiş hareketli ptotezler
Hatalı yapılmış veya deforme olmuş olan kron-köprüler
Sigara , tütün kullanımı
Ağız ve dişlerde bir sorun yoksa diğer nedenler nelerdir ?
Solunum yollarındaki iltihabi rahatsızlıklar ( bademcik , boğaz , sinüs ve akciğer iltihapları )
Sindirim sistemindeki bazı rahatsızlıklar ( gastrit , ülser gibi mide sorunları )
Sistemik hastalıklar ( Diabet ( şeker hastalığı ) , böbrek hastalıkları )
Yapılması gerekenler nelerdir ?
Dişlerin ( her yemekten sonra doğru bir şekilde ve yeterli sürede ) fırçalanması
Diş aralarının ( günde bir kez ) diş ipi veya basınçlı su ile temizlenmesi
Dilin fırçalanması
Ağız ve boğazın anti-mikrobial gargaralar ile temizlenmesi ( floridli gargaralarla değil )
Porselen köprülerin altının ( en az günde bir kez ) arayüz fırçası ile temizlenmesi
Hareketli ( takıp-çıkarılabilen ) protezleri her yemekten sonra fırçayla temizlemek , yatmadan önce suya koymak
6 ayda bir düzenli olarak diş hekimine kontrole gitmek
Ağız ve dişlerdeki tüm sorunların giderilmesi
Sigara kullanmamak
AĞIZ KURULUĞU
Ağız kuruluğunun belirtileri nelerdir ?
Kötü ağız kokusu.
Dilde yanma hissi.
Kuru yiyecekleri yeme ve yutma zorluğu.
Konuşma zorluğu.
Sık sık susamak.
Hareketli protezlerde kullanma zorluğu.
Dudaklarda kuruma ve dudak köşelerinde çatlamalar.
Tad alma duyusunda azalma.
Çürük oluşumunda artış veya hızlanma.
Ağız kuruluğunun nedenleri nelerdir ?
Kullanılan bazı ilaçların yan etkileri , ağız kuruluğunun ana nedenlerindendir. ( Bu soruna neden olabilecek 500 den fazla ilaç vardır.)
Bazı sistemik hastalıklar (diabet, tirod bezi hastalıkları , vs ..)
Tükürük bezlerinin hastalıkları ya da cerrahi olarak alınması.
Baş ve boyun radyoterapisi.
Kafein ( Fazla kahve-kola kullanımı )
Alkol ( Ağız ortamının kurumasına yol açar ve tükürük salgısını azaltır )
Ağız solunumu ( burundaki tıkanıklık veya kapanış bozuklukları nedeniyle solunumun özellikle geceleri sadece ağızdan yapılması )
Önlenmesi için neler yapılmalıdır ?
Kullanılan bir ilacın yan etkisi olarak ortaya çıkmışsa , ilacı değiştirmek.
C vitamini kullanmak.
Sık sık ağızı ıslatmak ve sulu gıda alımını artırmak.
Turunçgil suyu ve domates suyu içmemek.
Şekersiz sakız çiğnemek.
Şeker oranı yüksek yiyeceklerden kaçınmak.
Sigara ve alkol kullanmamak.
Bileşiminde “alkol” ve “Sodium lauryl sulphate” bulunan ağız ve diş bakım ürünlerini kullanmamak.
Mümkünse yaşadığınız ortamı nemlendirmek.
Sırt üstü yatmaktan kaçınmak.
Tükürüğün fonksiyonları
Tükürük sindirim için gerekli enzimleri içerir.
Tükürük yüksek oranda oksijen içermektedir . Oksijen ağız içi dokuların sağlıklarını sürdürebilmeleri için gereklidir. ( Tükürük salgısındaki azalma ağız içerisinde daha az oksijen olması demektir. Oksijenin az olması da diş çürümelerine, diş eti hastalıklarına ve ağız kokusuna neden olan bir çok aneorop bakterinin koşlayca üremesine yol açmaktadır. )
Tükürüğün yapısında bulunan fosfor ve kalsiyum gibi mineraller çürük oluşumunu önleyen maddelerdir. Bu mineraller diş üzerinde oluşan çürük odaklarında remineralisazyon proçesini başlatarak bu işlevi yerine getirmektedir.
Tükürük ağız ortamının kendi kendini temizleyebilmesi için gerekli ortamın oluşmasını sağlar . ( Ağız kuruluğu durumunda az salgılanmakta olan tükürük yıkama işlevini yerine getiremeyeceği için dişler üzerinde gıda ve plak birikimi fazla olur. Bu neden ile de diş eti hastalıkları ve diş çürükleri artmaktadır.
Tükürük bakterilerin neden olduğu asidik ortamı nötralize ederek Ağız pH sının stabilizasyonu sağlar ve bu şekilde diş çürüklerini önler .
Tükürüğün yapısında bulunan bazı proteinler bakteri üremesini baskılayarak çürüklerin oluşumunu durdurmaktadır.
AĞIZ YARALARI
Ağız içerisinde derin veya yüzeysel doku kaybına neden olan çoğu ağrılı olan ağız yaraları nedir? Ağız yaralarının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında merak edilenleri haberimizde bulabilirsiniz…
AĞIZ YARALARI NEDİR?
Ağız yaraları yanaklarda, dudaklarda, diş etlerinde, dillerde, ağız altlarında ve yumuşak damakta bulunan ağrılı ülserlerdir. Bu yaralara stresten, gastrointestinal hastalıklara kadar çeşitli faktörler neden olabilir. Ağız ağrısı semptomları tipik olarak yanma veya karıncalanma hissi, ardından ağrılı, hassas ülserleri içerir. Daha ciddi vakalarda ağız yaralarına, şişmiş lenf düğümleri, fiziksel yorgunluk ve ateş eşlik edebilir.
Birçok farklı türde ağız yarası vardır ve ağız yaraları nadiren acil tıbbi müdahaleye gereksinim duyarlar.
AĞIZ YARALARININ NEDENLERİ
Yaygın ağrılı ağız yaralarının nedenleri şunlardır:
– Dilinizi, dudaklarınızı veya yanaklarınızı ısırmak
– Sıcak yiyecek veya içeceklerle ağzınızı yaktığınızda
– Diş tellerinden, takma dişlerden ve diğer olası keskin nesnelerden kaynaklanan doku travması
– Sigarayı bırakmak
– Gebelik döneminde hormonlarda meydana gelen değişiklikler.
– Beta blokerler ve bazı ağrı kesiciler
Ağız yaraları, asidik yiyecek ve içeceklerin tüketimi ile de ilişkili olabilir. Ayrıca, Çölyak veya Crohn hastalıkları, B12 vitamini ve demir eksikliği, zayıflayan bağışıklık sistemi de ağız yarasına neden olur.
DİŞ APSELERİ NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Diş kökünde oluşan apseler için genellikle kanal tedavisi uygulanır. Her diş hekimi diş kanal tedavisi yapabilmektedir. Fakat bu işin uzmanı olan endodontistler diş kanal tedavisini yapmaktadırlar. Bazı durumlarda yalnızca kanal tedavileri de yeterli olmamaktadır. Çok ilerleyen vakalarda cerrahi bir işlem gerekebilir. Dt. Ahmet Ünal diş apselerinin tedavisi hakkında merak edilenleri anlatıyor.
AĞIZ YARALARININ BELİRTİLERİ
Ağız yaralarının belirtileri arasında kırmızı, parlak veya şişmiş ağız ve diş etlerinin yanı sıra ağrı bulunur. Ağızda, diş etlerinde, dilinizin üstünde veya altında küçük ülserler ya da yaralar görülebilir. Ayrıca ağzınızda beyaz lekeler, irin görebilirsiniz. Boğaz ağrısı, ağız ve boğaz kuruluğu yaşayabilirsiniz.
AĞIZ YARALARININ TEDAVİSİ
Çoğu ağız yaraları 10-14 gün içinde tedavi gerektirmeden iyileşir, ancak ağrıyı azaltabilen ve doğal iyileşmeyi destekleyebilen reçetesiz satılan çeşitli ilaçlar da bulunmaktadır. Ağız yaraları için evde uygulayabileceğiniz birkaç yöntem vardır. Bunlar;
– Tuzlu su ile gargara yapmak
– Kabartma tozunu su ile birlikte yaralara uygulamak
– Sıcak, baharatlı, tuzlu veya asitli yiyecekler ve içecekler gibi tetikleyicilerden kaçınmak
Bu tedaviler işe yaramıyorsa ve hala ağzınızda kalıcı ağrılı yaralar yaşıyorsanız, öncelikle doktorunuza veya dişçinize görünmenizde fayda var. Antibiyotiklere, daha güçlü antiviral ilaçlara, antiseptik bir gargaraya veya ameliyata ihtiyacınız olabilir.
AĞIZ YARALARINDAN KORUNMA
Ağız yaralarını tamamen önlemek mümkün değildir, fakat alacağınız önlemler en azından sık sık tekrar etmesine engel olabilir. Bunun için;
– Çok sıcak içecek ve yiyeceklerden kaçının.
– Yemek yerken yavaş çiğneyin.
– Diş fırçasının yumuşak olmasına özen gösterin.
– Hijyene dikkat edin.
– Stresten uzak durmaya çalışın.
– Diş etlerini rahatsız edecek protez veya diğer aparatlar varsa doktorunuza başvurun.
– Baharatlı gıdaların tahrişi arttıracağını unutmayın.
– Vitamin takviyesi yapın, özellikle B vitamini alın.
– Bol su için.
– Sigarayı azaltın veya mümkünse bırakın.
– Alkollü içeceklerden uzak durun.
– Güneşte, plajda iken dudaklarınızı aşırı güneşe maruz bırakmayın veya dudak kremi kullanın.
AĞRILI AYBAŞI (DİSMENORE)
Yaklaşık 10 kadından 1’inde, çoğunlukla da 18-24 yaşları arasında görülen ağrılı aybaşı hakkında merak ettiğiniz her şeyi haberimizde bulabilirsiniz…
AĞRILI AYBAŞI (DİSMENORE) NEDİR?
Tıp dilinde dysmenorrhoea/dismenore denilen bu hâl, özellikle aybaşı kanamasının başladığı ilk gün görülür. Bazı kimselerde, ağrılar aybaşı kanamasının başlamasından bir kaç gün önce ortaya çıkar ve kanamanın başlamasıyla kesilir. Bir kısmında da kanama başlamadan, kanama görülen günlerde ve sonraki birkaç gün içinde hissedilir. Bu çeşit ağrılara, çoğunlukla 18-24 yaşları arasındaki kadınlarda rastlanır. Yaşlandıkça, adet dönemleri daha az ağrılı hale gelir.
Çoğu kadın adet dönemlerinde biraz acı çeker. Ağrı genellikle hafiftir, ancak yaklaşık 10 kadından 1’inde ağrı günlük aktiviteleri etkileyecek kadar şiddetlidir. Dönem ağrısı bir tür pelvik ağrıdır.
Primer dismenore ağrılı dönemlerin en sık görülen türüdür. Bu, rahim (uterus) veya pelviste altta yatan bir sorun bulunmadığı durumlarda ortaya çıkar. Genellikle gençlerde ve 20’li yaşlarında kadınlarda görülür.
Sekonder dismenore, rahim veya pelvis probleminin neden olduğu ağrıdır. Bu daha az görülür ve 30’lu ve 40’lı yaşlarda kadınlarda ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir.
Ağrı, göbek altında veya bacakların üst kısmında kasılmalar şeklinde başlar. Kusma görülebilir. Yüz, sararır ve terleme artar.
AĞRILI AYBAŞI NEDENLERİ
Nedeni genellikle net değildir (buna birincil dismenore denir). Rahim (uterus) normaldir. Normal vücut kimyasallarının (prostaglandinler) rahmin iç yüzeyinde biriktiği düşünülmektedir. Prostaglandinler kadın üreme organları için çok önemlidir; hatta adet kanamalarındaki kanama miktarını düzenlemede bir rol oynadıkları sanılmaktadır. Prostaglandinlerdeki dengesizlikler adet sancılarını (dismenore) tetikler. Adet dönemi ağrılı kadınlarda da, çok fazla prostaglandin birikimi oluştuğu görünmektedir ya da rahmin, prostaglandinlere karşı daha duyarlı olduğu düşünülebilir. Bu da, rahmin çok zorlanmasına neden olur, sonucunda da rahime giden kan azalır ve ağrıya yol açar.
AĞRILI AYBAŞI BELİRTİLERİ
Adet sancısı genellikle adet görmeden önceki ilk 24 saat içinde başlar, adet görmekle beraber şiddeti kısa süreli olarak artar ve adet döneminin bitmesine kadar giderek hafifler. Bulantı-kusma, halsizlik, şişkinlik, ishal, göğüslerde hassasiyet, kramplara ek olarak şiddetli belağrısı ve başağrısı sancıyla beraber sık görülen diğer belirtilerdir. Ağrının çok şiddetli olduğu durumlarda bayılma bile ortaya çıkabilir.
AĞRILI AYBAŞI TEDAVİSİ
Ağrılı dönemleri olan kadınların çoğu, kendilerini evde tedavi edebilecekleri hafif ağrılara sahiptir. Bununla birlikte, eğer ağrınız daha şiddetli hale gelir ve normal aktivitelerinizi yapmanıza endel oluyorsa doktora başvurmalısınız.
İlaç Tedavisi
Nonsteroid anti inflamatuarlar olarak adlandırılan ilaçlar prostoglandin üretimini baskılar. Böylece krampların şiddeti azalır. Bu ilaçlar bulantı ve kusma gibi yakınmaları da önleyebilir. İbuprofen ve naproksen gibi nonsteroid antiinflamatuar ilaçların çoğu reçetesiz alınabilir. Bu ilaçlar siklusun ilk günü alınırsa daha etkili olur. Genellikle bir iki gün almak yeterlidir. Kanama bozukluğu, karaciğer hastalığı, mide hastalıkları ve ülseri olan hastalar tarafından kullanılmamalı veya dikkatle kullanılmalıdır.
Hormonal Kontrosepsiyon
Doğum kontrol hapları, deriye yapıştırılan bantlar ve vajinal halka gibi hormonal kontrasepsiyon yöntemleri ağrıyı azaltır. Bazı vakalarda hormonal rahim içi araçlar önerilebilir. Bu hormonlar rahimden üretilen prostoglandin düzeylerini azaltarak kasılmaları, kanamayı ve ağrıyı, ayrıca myom ve endometrozis gelişimini azaltır. Ancak tedavinin kesilmesiyle bunlar tekrar büyüyebilir.
Cerrahi
Myomlar ağrıya neden olursa rahimi besleyen damarların özel yöntemlerle kanlanmasının durdurulması yöntemi önerilebilir. Endometriozis tedavisinde laparoskopi önerilebilir. Rahim dışında büyüyen ancak rahimin iç tabakasından köken alan doku bölgeleri laparoskopi veya ameliyat ile yok edilebilir. Şiddetli ağrı durumlarında rahim alınabilir, ancak bu tedavide son seçenektir.
Diğer tedaviler
Bunlar ağrıyı hafifleten fakat önlemeyen tedavilerdir.
– B1 vitamin ve magnezyum takviyesi
– Masaj
– Akapunktur
– Egzersiz: Aerobik, bisiklet, yürüyüş, yüzme gibi egzersizler ağrıyı kesen kimyasalların üretimine neden olur.
– Sıcak uygulama: Sıcak banyo, batın üzerine uygulanan sıcak su torbaları ve pedler
– Uyku: adet döngüsü öncesinde ve sırasında uykunuzu aldığınızdan emin olun.
– Rahatlama: Meditasyon veya yoga uygulamaları.
AİDS
İlk kez 1981 yılında Amerika’da genç eşcinsel erkekler arasında görüldüğü bildirilen ve o günden bu güne tüm dünyaya yayılarak milyonlarca kişiyi etkileyen ve ASRIN VEBASI olarak da adlandırılan AIDS ( Acquired Immune Deficiency Syndrome) Edinilmiş Bağışıklık Yetmezliği Sendromu’nun başharflerinden oluşan bir terimdir. Kalıtsal olmayan (edinilmiş, kazanılmış) virüslere karşı vücut savunmasının azalması (bağışıklık yetmezliği) ile ortaya çıkan bir takım hastalık belirtileri (Sendrom) anlamına gelmektedir.
Yine 1980 li yılların başlarında AIDS etkeninin bir insan retrovirüs’ü olduğu açıklandı ve HTLV 3 olarak adlandırıldı. 1986 yılında ise AIDS e sebep olan virüs’e verilen adın HIV (Human Immunodeficiency Virus = İnsan İmmunyetmezlik Virüsü) olduğu açıklandı.
Aids Nasıl bulaşır ?
Aids in bulaşma yolları şunlardır:
Seksüel (Homoseksüel, heteroseksüel ilişki)
Anneden Çocuğa (Gebelikte, doğum Esnasında, anne sütüyle)
Damar içi uyuşturucu kullanımı
HIV ile kontamine kan ve kan ürünleri
Kontamine iğne ve cerrahi aletlerle bulaş
Diğer bulaşma yolları :
• Kontamine organ ve doku transplantasyonu
• Suni inseminasyon
• İnsan ısırığı?
• Kaza veya spor esnasında doku bütünlüğü bozulmuş deriden kontamine kan ile temas
Aidsin tanısı nedir ?
Erişkinlerde: En az iki farklı merkezde Eliza testi ile Anti-HIV pozitif çıkan kişilerde, pozitif Western Blot testi tanı koydurucudur.
Çocuklarda: İki yaşın altındaki çocuklarda anneden geçen antikorlar nedeniyle enfeksiyon tanısı zordur. Bu gruba DNA PCR ve virus kültürü gibi direkt HIV tespit metodları uygulanmalıdır.
Aids tedavi edilebilinir mi?
Bir aids hastasının tedavi edilebilmesi koşulları aşağıdaki gibidir.
Antiretroviral tedavi kararı CD4 T-cell sayısı , HIV-1 RNA düzeyine göre karar verilir.
Durum 1:CD4 sayısı< 500/mm3
veya
Viral yük > 5.000-10.000 kopya/ml
Tedavi edilir
Durum 2:CD4 sayısı< 500/mm3
Viral yük > 50-<5000 kopya/ml
Tedavi önerilir
Durum 3:CD4 sayısı> 500/mm3
Viral yük > 50-<5000 kopya/ml
Tedavi önerilir
Durum 4:CD4 sayısı> 500/mm3
Viral yük tespit edilemiyor
Tedavi önerilmez, takip önerilir
Durum 5:Akut retroviral sendrom
Minimum 2 yıl süreyle tedavi önerilir.
FMF (AİLESEL AKDENİZ ATEŞİ)
FMF (Ailesel Akdeniz Ateşi) genellikle Akdeniz ülkeleri halklarında (daha çok Türk, Arab, İsrailli ve Ermenilerde) görülen, tekrarlayan akut ateş ve seröz zarların iltihabı ile karakterize, otozomal resesif geçişli, genetik (kalıtımsal) bir hastalıktır. Sebebi bilinmemektedir.
Genel bilgi
Hastalığın birbirinden bağımsız iki ayrı klinik tablosu vardır:
1-Ani başlayan ve kısa süreli karın,göğüs veya eklemlerde ağrı ile birlikte ateş olması,
2-Genç yaşta bile böbrek yetmezliğine neden olabilen böbrek amiloidozu.
Hastaların bir kısmında artrit bulguları gözlenmekle beraber, karın ağrısı en belirgin klinik bulgudur. Vaskülit (damar iltihabı) ve amiloidoz hastalığın dikkat edilmesi gereken yönleridir. Amiloidoz; böbrek yetmezliğine yol açabilmesi nedeniyle, en önemli komplikasyondur.
Belirtiler genç yaşta (20 yaşından önce) ortaya çıkar; hastalığın başlaması hastaların yarısında 10 yaşından öncedir. En son araştırmalara göre Pyrin geninin mutasyonunun FMF’e yol açtığı saptansa da hastalığın gerçek nedeni hala bilinmemektedir.
Olguların %95’inde görülen periton tutuluşu; şiddetli karın ağrısı ile birlikte distansiyon, rijidite, rebound, barsak seslerinde azalma, bulantı, kusma ve lökositoz gibi akut batında görülen bulguların ortaya çıkmasına neden olur. Bu nedenle FMF krizi doktorlar tarafından (apandisit vb) akut batın zannedilebilir. Bu bulgular hastada birden fazla laparotomi (akut batında teşhis amacıyla karın içinin araştırılması işlemi) yapılmasına neden olur. Ancak bulgular FMF’de 24 ila 48 saat içinde geriler ve kaybolur. Vaskülite bağlı olarak da kanama gibi GİS belirtileri oluşabilir. Profilaktik kolşisin tedavisi ile bu tip olguların çoğunda remisyon sağlanır.
Hastalıkta tanı koydurucu 4 major (ana) kriterin yanısıra 5 minor (yardımcı) kriter ve tanıyı destekleyici kriterler vardır. Tanı için ; en az bir major kriterin yanısıra ikiden fazla minor kriter, veya
bir minor kriterin yanısıra ikiden fazla destekleyici kriter, veyabir minor kriterin yanısıra aşağıda sayılan destekleyici kriterden ilk beşinden en az dördünün mevcudiyeti gereklidir.
Tekrarlayan ataklarda :
1- Jeneralize peritonit (yaygın karın zarı iltihabı)
2- Tek taraflı pleurit (göğüs zarı iltihabı) veya perikardit (kalp dış zarı iltihabı)
3- Monoartrit (Tek bir eklemin iltihaplanması) (Diz, kalça veya ayak bileği eklemlerinden biri)
4- Sadece yüksek ateş olması
Minör (yardımcı) kriterler :
1- Karın tutulumu ile karakterize inkomplet ataklar
2- Göğüs tutulumu ile karakterize inkomplet ataklar
3- Eklem tutulumu ile karakterize inkomplet ataklar
4- Hareketle artan bacak ağrısı
5- Kolşisin tedavisine olumlu yanıt.
AKALAZYA
Akalazya; yemek borusunun dalgalanma hareketi (peristaltizm) bozulması sonucu ortaya çıkan özellikli bir hastalıktır.
Fiziksel bir engel olmamasına rağmen hastalar yutma güçlüğü çekerler. Yukarıdan yutkunma dalgası (peristaltik dalga) gelmediği için yemek borusunu mideden ayıran kas gevşeyemez. Gıdalar yemek borusunda birikir ve yemek borusu zamanla genişlemeye başlar.
Hasta kilo kaybeder. Sıklıkla hastalar katı gıdaları nispeten rahat yutarken sıvılarda daha çok zorlanırlar. Özellikle de gazlı içecekleri içtiklerinde boğulacak gibi olurlar. Bir gün önceden yemiş oldukları bir gıda parçasının kötü kokulu halde ve kusma, öğürme olmaksızın ağızlarına geri geldiğini ifade edebilirler. Sık sık solunum yolu enfeksiyonlarına yakalanabilirler.
Akalazyanın tanısı hastaya baryum içirilerek çekilecek bir filmle konulabilmektedir. Manometri denilen ölçümle doğrulanır. Altta yatan bir kanser olmadığından emin olunması için mutlaka endoskopi yapılır.
Tanı kesinleştirilince ilk aşama tedavi balonla genişletme işlemidir. Balonla genişletme işleminden yarar sağlayamayan hastalar cerrahi olarak tedavi edilirler.
Kliniğimizde bu ameliyatlar laparoskopik yani kapalı yöntemle yapılmakta olup ameliyatın başarı oranı çok yüksektir.
AKCİĞER ABSESİ
Belirtileri
Başlangıç; ani veya sinsi olabilir.
Öksürük
Pürülan, kötü kokulu (putrid) Balgam
Yüksek Ateş (genellikle 39.5 C üzerindedir.)
Göğüs ağrısı (olması plevral tutulumu gösterir.)
Dispne
Üşüme, titreme
Halsizlik
Kırıklık
Kilo kaybı
Anoreksiya
Gece terlemesi
Hemoptizi
Solunum seslerinde azalma
Raller
Wheezing
Taşipne
Taşikardi
Terleme
Perküsyonda matite
Oskültasyonda konsolidasyon
Kavernöz solunum sesleri (Sufl Kavern = Amforik Sufl)
Asimetrik göğüs hareketleri
Parmak çomaklaşması
Bir pnömoni hastasında; tekrarlayan titremeler >> abse düşündürmelidir.
Nedenleri
Aspirasyon pnömonisi
Nekrotizan pnömoni
Kaviter enfeksiyon
Septik emboli
Bakteriyemi
Bronşial obstrüksiyon veya stenoz
Tümörler.
Risk Faktörleri
Periodontal hastalık
Alkolizm
İlaç bağımlılığı
Epilepsi
Şuur kaybı
Akciğer kanseri
İmmunosupresyon
Diabetes Mellitus
Yabancı cisim
Gastroözofageal reflüye bağlı aspirasyon
Sinüzit
Ayırıcı Tanı
Bronkojenik Karsinom
Bronşiektazi
Bronkopulmoner Fistüle sekonder Ampiyem
Tüberküloz
Mikotik Akciğer Enfeksiyonları
Aktinomikozis
Nokardiyozis
Enfekte Akciğer Bülü
Wegener Granülomatozisi
Pulmoner Sekestrasyon
Silikotik Nodül
Bronşa perfore olan subfrenik veya hepatik abse
Bakım ve Önlemler
Ciddi veya Cerrahi (Kavernostomi,Lobektomi) girişim düşünülüyorsa hasta yatırılmalıdır.
Postural drenaj (Bronşa açılmış abselerde)
Akciğer Fizyoterapisi
Nedene yönelik tedavi
Komplikasyonlar için cerrahi (Pulmoner Rezeksiyon)
Gerekirse , Trakeostomi
Bronkoskopi ile Selektif Lavaj
Akciğer Grafisi düzelene kadar fizik aktivite kısıtlanmalıdır.
Tedavi ve Yöntemler
Kültür ve Antibiyogram sonuçlarına göre antibiyotikler kullanılır.
Anaeroblar için, Penisilin G; 12 – 20 Milyon Ünite / Gün dozda verilir.
Düzelene kadar İntravenöz; sonra birkaç hafta 1.2 milyon Ünite (750 mg) oral, günde 4 kez.
AKCİĞER EMBOLİSİ (PULMONER EMBOLİ)
Akciğer embolisi, akciğer atardamarı veya onun dallarından bir ya da birkaçının kan pıhtısı ile tıkanması sonucu ortaya çıkan klinik tablodur. Akciğer embolisi derin ven trombozu adı verilen genellikle bacak ve veya baldır toplardamarlarında oluşan pıhtının bir parçasının yerinden kopup dolaşıma katılması ve nihayetinde akciğer atardamarına gelerek burada bir tıkanmaya yol açması ile oluşur. Yani akciğer embolisini başlı başına bir hastalık olmaktan çok derin ven trombozunun komplikasyonu olarak ele almak daha doğru bir yaklaşımdır.
1856 yılında Wirchow derin ven trombozu ve dolayısıyle pulmoner emboli oluşumu için risk faktörlerini tanımlamış ve bu risk faktörlerini 3 grupta ele almıştır.Wirchow’a göre, kanın damar sisteminde dolaşımının yavaşlaması veya durması yani venöz staz, bireyin pıhtılaşma sisteminde aşırı pıhtılaşma yönünde bir farklılaşma olması (hiperkoagülabilite) ve damar duvarında hasar oluşması derin ven trombozu için risk oluşturmaktadır.
Venöz staz’a neden olarak pulmoner emboli için risk oluşturan durumlar :
+ Uzun süreli olarak yatakta hareketsiz kalmak (ameliyat sonrası dönemde veya yatalak hastalarda),
+ İleri yaş,
+ Ciddi KOAH,
+ Pelvik venler, bacak ve baldır venlerinde kan akımında azalmaya yol açan gebelik; batın içi tümörler,
+ Kalp yetersizliği,
+ Varisler,
Aşırı pıhtılaşma nedeniyle pulmoner emboli için risk oluşturan durumlar :
+ Aşırı pıhtılaşmaya neden olan genetik faktörler,
+ Kanser hastalığı, bazı böbrek hastalıkları, gebelik, bazı kan hastalıkları,barsak hastalıkları, doğum kontrol ilaçları gibi bazı ilaçlar,
+ Aşırı kilo,
Damar duvarının hasarı yoluyla pulmoner emboli için risk oluşturan durumlar :
+ Travma,
+ Cerrahi girişimler en önemli risk faktörleri olarak sıralanabilir.
Hastalık belirtileri nelerdir ?
Akciğer atardamarının uç dallarını tutan küçük pulmoner emboli olgularının çoğunda klinik bulgu yoktur yada hafif göğüs veya yan ağrısı, hafif nefes darlığı gibi çoğu kez hastanın hekime başvurmasını gerektirmeyecek belirtiler vardır.Daha büyük damarların veya daha çok sayıda akciğer atardamarının tıkandığı olgularda ise şiddeti değişmekle birlikte ani başlangıçlı nefes darlığı, göğüs, sırt veya yan ağrısı, öksürük ve hemoptizi (kan tükürme) görülür.
Hafif şiddetteki olgularda hekimin fizik muayene bulguları normaldir hatta çok daha büyük damarların tıkandığı birçok olguda da muayene bulgusu olmayabilir.
Tanı
Pulmoner embolide erken tanı hayat kurtarıcıdır. Yapılan çalışmalarda hastanede yatan hastalarda önlenebilir ölüm nedenlerinin başında pulmoner embolinin geldiği saptanmıştır. Yine pulmoner emboli nedeniyle yaşamını yitirmiş hastaların büyük çoğunluğunun tanı konulamamış ve dolayısıyla tedavi başlanamamış hastalar olduğu görülmektedir. Ancak tüm bunlara karşın pulmoner emboli tanısının konulması çoğu kez pek kolay değilidir ve deneyim gerektirir. çünkü hastalık belirtileri spesifik değildir yani başka hastalıklarda da karşımıza çıkan belirtilerdendir ve çoğu kez fizik muayene ve ilk planda yapılan akciğer grafisi, EKG, hemogram gibi tetkikler normaldir.Tanı için hastadan ayrıntılı bir anamnez alınması gerekir ayrıca hekim gerek anamnez alırken ve gerekse tetkikleri isterken pulmoner emboli olasılığını düşünmeli ve buna yönelik olarak hastada risk faktörü varlığını araştırmalıdır. Risk aktörlerinden bir veya birkaçının varlığı ile birlikte bir başka nedene bağlanamayan ani nefes darlığı ve arter kan gazı analizinde kandaki Oksijen miktarında düşme saptanması durumunda pulmoner emboli akla gelmelidir. Tanı için standart akciğer grafisi, arter kan gazı analizi, EKG, EKO kardiografi, bacak ve baldır toplardamarlarının Dopler ultrasonografisi, akciğer sintigrafileri ve spiral BT gibi yöntemlerden yararlanılır.
Tedavi
Pulmoner embolide tanı konulur konulmaz pıhtılaşmayı önleyici ilaçlar ile tedaviye başlanmalıdır. Hatta risk faktörlerinin mevcudiyeti halinde birçok olguda kesin tanı konulmadan önce yani tetkikler devam ederken tedavi başlanılır. Tedavi süressi genellikle 3-6 ay arası olup genetik faktörlere bağlı olduğu düşünülen olgularda bu süre daha uzun tutulur. Bu tür olgularda yaşam boyu tedavide önerilebilir.
Kaynak : Doç.Dr.Benan Çağlayan www.akcigerim.com
AKCİĞER KANSERİ
Solunum yolları hücrelerinden köken alan tümörlerdir. Akciğer kanserinin fizik ve klinik bulguları silik olduğundan çoğu kez tanıda geç kalınmaktadır. Genellikle tanı konulduğunda hastalık ilerlemiş ve ameliyat şansı yitirilmiş bulunmaktadır.
Akciğer kanseri ilk olarak 1410 yılında Saksonya’da Schbeerge maden ocaklarında çalışan işçiler arasında görülmüş ve tarif edilmiştir. Ancak otopsi raporlarına dayanan ilk akciğer kanseri olguları 1851 yılında ABD’de bildirilmiştir.
Hastalığın görülme sıklığı nedir ?
En sık görülen kanser türüdür. Erkeklerde en sık ölüm nedeni olan akciğer kanseri, son yıllarda kadınlarda da artma eğilimi göstererek meme kanserini geçmiş ve birinci sıraya oturmuştur. Her kanser türünde olduğu gibi akciğer kanseri de orta ve ileri yaş hastalığıdır, 40 yaşından sonra artmaya başlar, 50-65 yaşları arasında maksimuma ulaşır. 35 yaşından önce nadirdir.
Akciğer kanseri erkeklerde kadınlardan daha sık görülür. Ancak son yıllarda kadınlarda görülen sigara kullanımındaki artışa bağlı olarak akciğer kanseri gelişiminde de artış görülmüş ve bunun neticesinde erkek/kadın oranı eşitlenmeye doğru yönelmiştir.
Akciğer kanserinin Türkiye’de de giderek artmakta olduğu kaydedilmiştir. Sağlık Bakanlığı istatistiklerine göre akciğer kanseri olguları Güney Marmara Bölgesi’nde 100.000’de 40’tır.
Neden olan etkenler nelerdir ?
1.Tütün tiryakiliği : Sigara kullanımı akciğer kanserinin %80-90’ından sorumludur. Sigara dumanında bulunan polisiklik hidrokarbonlar, nitrozaminler, polonium 210, nikel, arsenik, kadmiyum, vinil klorid ve akrilonitrit gibi bir çok maddelerin kanser yapıcı etkileri ortaya çıkarılmıştır.
Tütüne başlama yaşı, sigara içilen senelerin uzunluğu, günlük içilen miktar, tütünün cinsi ve kalitesi akciğer kanserinin gelişiminde etkili faktörlerdir. Ayrıca tütünün sarıldığı kağıdın cinsi ve kalitesi, sigaranın filtreli olup olmaması, dumanı akciğerlere derine çekme, sigarayı sonuna kadar içme ve sigarayı sürekli ağızda tutma da hastalığa yakalanma riskini artırır.
2. Hava kirliliği : Akciğer kanserlerinde görülen hızlı artış büyük sanayi devrimleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Havayı kirlettikleri saptanan kanser yapıcı maddeler arasında 3-4 benzpiren, 1-12 benzperilen, arsenik oksit, kömür kadranı, kömür tozları, petrol ve petrol türevi dumanlar ve radyoaktif maddeler yer alır. Havayı kirleten bu maddeler içine ozon, asbest tozu, nikel, krom ve arsenik bileşikleri ile yanmamış alifatik hidrokarbonlar da sokulabilir.
3. Radyoaktivite : Akciğer kanserli hastaların küçük bir oranında radyasyon suçlanmaktadır. Radyoaktivitenin yüksek olduğu ortamlarda yaşayanların akciğer kanserine yakalanma oranları, diğer ortamlarda yaşayanlara oranla 2-3 kat daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Radyasyonun etkileri direkt dışarıdan maruz kalmak ya da solunum yoluyla alınması neticesi meydana gelir.
4. Viral enfeksiyonlar : Çeşitli virusların akciğer kanseri gelişiminde rol aldıkları ileri sürülmüştür. Papilloma virus ve Ebstein Barr virus’un yaptığı enfeksiyonlar bunlardan ikisidir.
5. Pulmoner fibrozis : Geçirilmiş solunum yolları ve akciğer doku hastalıklarının neticesinde meydana gelen bağ dokusu artışı pulmoner fibrozis olarak adlandırılır. Bu hasarlı doku üzerinde akciğer kanserleri daha sık olarak görülmektedir. Tüberküloz, kronik bronşit, bronşektazi, amfizem, enfarkt, kronik abse ve organize pnömoni gibi akciğer hastalıkları pulmoner fibrozise neden olabilir.
6. Mesleki koşullar : Radyoaktif maddelerle ilgili işlerde çalışanlarda, kromat işçilerinde, nikel endüstrisinde çalışanlarda, asbest ile ilgili alanlarda çalışanlarda, demir cevheri ocaklarında çalışanlarda akciğer kanseri görülme sıklığı daha fazladır. Tarım ilaçlarında bulunan arsenik bileşiklerinin solunum yoluyla alınması akciğer kanseri gelişiminde bir etken olduğu ortaya konmuştur.
7. Diyetsel faktörler : Vitamin A, C ve E, karoten ve selenyum’un antioksidan özellikleri nedeniyle kanseri önleyici maddeler olduklarına dair kuvvetli deliller vardır. Gıdalar ile bu maddelerin alınması akciğer kanseri gelişimine karşı nispeten koruyucu olacağı düşünülmektedir.
8. Genetik faktörler : Yapılan çalışmalar ile akciğer kanseri gelişiminde ailesel yatkınlık gösterilmiştir. Ailede akciğer kanseri olgusu bulunan kişilerde akciğer kanseri gelişimi riskinin 2,4 kat daha fazla olduğu tespit edilmiştir.
Hastalığın alt gurupları var mıdır ?
Akciğer kanserleri çeşitli sınıflandırmalara tabii tutulmuşlardır. Bunların arasında en sık olarak aşağıdaki sınıflandırma kullanılmaktadır.
1. Yassı Epitel Hücreli Akciğer Kanseri : En sık görülen akciğer kanseri tipini oluşturur (%40-60). Sıklıkla merkezi yerleşim gösterir ve büyük solunum yollarından köken alır. Daha az bir bölümü ise küçük hava yollarından köken alarak akciğerin kenar kısımlarından gelişir. Erkeklerde kadınlardan daha fazla görülür. Sigara ve solunum ile alınan zararlı maddelerle yakından ilişkisi vardır. Diğer tiplere oranla daha ileri yaşlarda ortaya çıkar. Diğer doku ve organlara yayılması uzun zaman içinde gerçekleşir, bu nedenle uzun süre ameliyat şansı devam eder.
2. Küçük Hücreli Akciğer Kanseri : Tüm akciğer kanserleri arasında %15-30 oranında görülür. Akciğerin merkezi alanında gelişir ve büyük solunum yollarından köken alır. Sigara kullanımı ve hava kirliliği gibi dış etkenlerle yakın ilişkisi vardır. Diğer tiplere göre daha kötü huyludur. Yassı epitel hücreli akciğer kanserlerine göre daha erken yaşlarda ortaya çıkar. Hastalığın çok erken dönemlerinde diğer doku ve organlara yayılır. Vakaların 2/3’ünde kanser tanısı konulduğunda diğer doku ve organlara yayılma vardır. Tanı konulan vakaların çoğunda ameliyat şansı yoktur. Tanı konulduktan sonraki ortalama yaşam süresi altı ay ile bir sene arasında değişir.
3. Büyük Hücreli Akciğer Kanseri : Akciğer kanserlerinin %5-10’unu meydana getirir. Daha ziyade küçük solunum yollarından köken alır, akciğerin kenar kısımlarında yerleşir. Klinik seyirleri adenokanserler gibi uzun sürelidir.
4. Adenokanser : Akciğer kanserlerinin %10-20’sini oluşturan adenokanserler hava yollarında yer alan salgı yapan hücrelerden köken alır. Kadınlarda da hemen hemen erkeklerde görüldüğü oranda görülür. Sigara ve kirli hava gibi dış etkenlerle ilişkisi çok azdır. Akciğerin kenar bölümlerinde yer alırlar, küçük solunum yollarından ve alveol adı verilen solunum keseciklerinden köken alırlar. Yassı epitel hücreli akciğer kanserlerinden daha kötü huylu olmakla birlikte küçük ve büyük hücreli akciğer kanserlerine oranla daha iyi özellik gösterirler.
Ne gibi şikayetlere yol açar ?
Akciğer kanserli olguların %10’unda ilk başvuru sırasında şikayetleri yoktur. Akciğer kanseri için tipik denecek herhangi bir şikayet ve bulgu yoktur. En sık görülen şikayet öksürüktür. Öksürük başlangıçta kuru olabilir, sonra balgamlı bir hal alır. Kanlı balgam görülebilir. Akciğer grafisi normal olan hastalarda kanlı balgam kanser tanısı için ipucu olmalıdır. Hastalarda göğüs ağrısı görülebilir, bu ağrı göğüs duvarında hissedilebilir ya da derinden gelen bir ağrı şeklinde de duyulabilir. Büyük çaplı solunum yollarının tümör dokusu ile tıkanması ile nefes darlığı gelişebilir.
Tümörün solunum yollarını tam ya da kısmi olarak tıkaması sonucu balgam atılımında bozulma meydana gelir ve biriken balgam içinde üreyen bakteriler pnömoni gelişimine neden olurlar, buna bağlı olarak da klinik bulgular ortaya çıkabilir.
Tümörün diğer organlara yayılmasına bağlı olarak da şikayetler gelişebilir. Yayıldığı organda yaptığı bozukluğa bağlı olarak da değişik bulgular ortaya çıkabilir.
Fizik muayene bulguları nelerdir ?
Hastalığın fizik muayene bulguları geniş bir yelpaze içerir. Bir kısım vakalarda fizik muayene bulguları normaldir. Tümörün solunum yollarında yaptığı kısmi tıkanmaya bağlı olarak bu alanda sınırlı olarak duyulan ve solunum havasının dar bir alandan geçmesine bağlı olarak duyulan ronküs adı verilen anormal sesler duyulabilir. Göğüs duvarına yakın tümörlerde, tümörün neden olduğu apse ve pnömonilerde, akciğer zarında sıvı toplanmasında ise bu durumlara uygun fizik muayene bulguları vardır.
Tanısı nedir ?
Erken tanı akciğer kanseri tedavisinde çok önemlidir. Rutin laboratuar yöntemleri arasında akciğer kanseri tanısında yardımcı olanı yoktur.
Cerrahi sınırlarda bir akciğer kanseri nadiren hastanın anlatacağı hikaye ile tanınır. Hikayesinde risk faktörleri ile temasın olup olmadığı sorgulanmalıdır. Fizik muayene bulguları normalden, uzak organlara yayılmaya ait bulgulara kadar geniş bir yelpazeye sahiptir.
Radyolojik incelemede çok değerli yöntemler geliştirilmiştir. Bunların başlıcaları akciğer grafisi, bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme, akciğer sintigrafisi gibi yöntemlerdir. Ancak radyolojik incelemede kesin tanıya ulaşmanın mümkün olmadığı da unutulmamalıdır.
Akciğer kanseri şüphesi olan her hastada mutlaka üç gün üst üste balgamın patolojik incelemesi gereklidir. Bu yöntem ile %20-40 olguda akciğer kanseri tanısına ulaşılır. Tetkik için en iyi örnek sabah erkenden ve güçlü öksürükten sonra alınan balgamdır.
Bronkoskopi akciğer kanseri tanısında kullanılan esas yöntemdir ve ameliyat şansını değerlendirmede önemli bir yeri vardır. Bu yöntemde hastanın üst solunum yolları uyuşturularak ya da genel anestezi uygulanarak bronkoskop denilen aletle burundan veya ağızdan girişimde bulunulur ve alt solunum yolları direkt olarak incelenir. Büyük ve orta çaplı solunum yolları direkt gözlenir, buradaki salgılar ve anormal oluşumlardan değişik yöntemlerle parçalar alınarak patolojik tetkike gönderilir. Akciğer kanserli olguların %60-90’ının tanısı bronkoskopik işlemler neticesinde konulmaktadır.
Göğüs duvarına yakın tümörlerde bronkoskopi ile hasta alan görülemez. Bu hastalara transtorasik akciğer biyopsisi uygulanmalıdır. Bu yöntem ultrasonografi, floroskopi ya da bilgisayarlı tomografi eşliğinde göğüs duvarından değişik şekil ve ebatlarda özel iğnelerle girilerek tümör dokusundan parça alma esasına dayanır.
Bu temel yöntemler dışında plevra biyopsisi, torakoskopi, mediastinoskopi, mediastinotomi, lenf bezi biyopsisi, torakotomi gibi tanıya yönelik yöntemlere de başvurmak gerekebilir.
Nasıl tedavi edilir ?
Akciğer kanserinin tedavisi cerrahi tedavi, ışın tedavisi (radyoterapi), ilaç tedavisi (kemoterapi) ve semptomatik-psikolojik tedavi olmak üzere dört grupta incelenir. Planlanacak tedavi kanserin hücre tipine ve evresine göre değişir.
1. Cerrahi Tedavi : Yassı epitel hücreli akciğer kanseri, büyük hücreli akciğer kanseri ve adenokanserin erken dönemlerinde esas tedaviyi oluşturur. Bu kanser türlerinin geç dönemlerinde ve küçük hücreli akciğer kanserinde cerrahi tedavi şansı yoktur. Küçük hücreli akciğer kanserinin sınırlı grubunu oluşturan çok erken döneminde cerrahi mümkün olabilir.
Diğerlerine göre daha iyi huylu olması nedeniyle yassı epitel hücreli akciğer kanseri cerrahi müdahaleye diğer kanser türlerine göre daha elverişlidir.
2. Işın Tedavisi (Radyoterapi) : Radyoterapiye en hassas tümörler; küçük hücreli akciğer kanseri, yassı epitel hücreli akciğer kanseri ve büyük hücreli akciğer kanseridir. Adenokanserlerin radyoterapiye hassasiyetleri azdır. Akciğer kanserlerinde radyoterapi tedavi edici amaçla veya ameliyat öncesi ve/veya ameliyat sonrası cerrahinin başarı şansını artırmak için uygulanır. Ayrıca hastayı rahatsız eden ve yaşam kalitesinin bozulmasına neden olan bazı bulgulara yönelik de radyoterapi uygulanabilir.
3. İlaç Tedavisi (Kemoterapi) : Kemoterapiye en hassas tümörler küçük hücreli akciğer kanserleridir. Ayrıca büyük hücreli akciğer kanserleri de kemoterapiye duyarlıdırlar. Yassı epitel hücreli akciğer kanserleri orta derecede hassasiyet gösterirken, adenokanserler kemoterapiye de az hassastırlar.
AKCİĞER ÖDEMİ
Akciğer Ödemi Belirtileri nelerdir ?
Nefes darlığı
Efor Dispnesi
Anksiyete
Ortopne, Paroksismal Nokturnal Dispne
Öksürük
Nokturnal Dispne
Wheezing
Güçsüzlük, Halsizlik
Etyolojiye bağlı diğer semptomlar
Hava Açlığı
Sesli Solunum
Sıklıkla pembe veya kanlı ve köpüklü balgamlı öksürük
Taşikardi ve taşipne
Burun deliklerinde dilatasyon
İnterkostal ve / veya supraklaviküler inspiratuar retraksiyonlar
Cheyne- Stokes Solunumu
Terli, soğuk veya siyanotik deri
Önceleri akciğer tabanlarında duyulan ve apekslere ilerleyen krepitan raller
Ronkus
Yüksek juguler venöz basınç
Sert P2
S3
S4
Pulsus alternans veya kapak hastalığı
Alt ekstremite ödemi
Etyolojiye göre diğer bulgular
Nedenleri nelerdir ?
Kardiyojenik
Sol Kalp Yetmezliği
İskemik Kalp Hastalığı
Akut Myokard Enfarktüsü
Aort veya Mitral Kapak Hastalığı
Hipertansif Kalp Hastalığı
Kardiyomyopati
Volüm Yüklenmesi
Endokardit
Myokardit
Konjenital Kalp Hastalığı
Akut Romatizmal Ateş ve Romatizmal Kalp Hastalığı
Septal Defektler
Kardiak Tamponad
Yüksek atımlı kardiak durumlar (Tirotoksikoz, Beriberi)
Non-Kardiyojenik
Şok
Multipl Travma
Enfeksiyon / Sepsis (özellikle pnömoni)
Sıvı Aspirasyonu (boğulma, gastrik içerik)
Toksik Gaz İnhalasyonu
Pulmoner Lenfatik Obstrüksiyon
İlaç Aşırı Dozu (özellikle narkotikler)
Yüksek İrtifa Hastalığı
Pankreatit
Emboli(trombüs, yağ, hava, amnion sıvısı)
Nörojenik
Hematolojik ve immunolojik bozukluklar
Negatif plevra basıncına yol açan hastalıklar
Radyasyon Pnömonitisi
Yaygın İntravasküler Koagülasyon
Eklampsi
Azalmış plazma onkotik basıncı (hipoalbuminemi)
Postkardiyoversiyon , Postanestezi, Postkardiyopulmoner Bypass.
Oksijen Toksisitesi
Erişkinin Sıkıntılı Solunum Sendromu
Bakım ve önlemler nelerdir ?
Hastanın yatırılması
Hafif olgularda ayaktan takip yapılabilir.
Altta yatan nedenin tedavisi
Hasta , ayakları sallanır şekilde oturtulur.
Nazal maske veya endotrakeal entübasyonla oksijen verilir.
Seçilmiş vakalarda turnike veya flebotomi uygulaması yapılır.
Sıklıkla Pozitif Ekspirasyon Sonu Basınç desteği gerektiren Mekanik Ventilasyon
Mutlak Yatak İstirahati.
Tuzsuz diyet
Hastaya semptomların öğretilmesi.
Tedaviye Uyum Sağlanması
Dikkat edimesi gerekenler ?
Özellikle Serum Fizyolojik veya Laktatlı Ringer gibi sıvıların aşırı kullanımından
kaçınılmalıdır.
Kardiyojenik Pulmoner Ödem tablosunda Kalsiyum Kanal Blokerleri veya Beta Blokerleri kullanmaktan kaçınılmalıdır.
Uzun süreli zorlu inspiratuar 02 (Fi 02) > %50 kullanımından kaçınılmalıdır.
Siyanid toksisitesinden korunmak için uzun süreli nitroprusidden kaçınılmalıdır. Eğer 72 saatten fazla nitroprussid kullanılırsa, tiosiyanat seviyesi saptanmalıdır.
AKCİĞERDE NODÜL
Nodül 3cm’den küçük olan lezyon anlamına gelir.
Basit bir zatürre sonucu da akciğerde nodül olabileceği gibi, nodül akciğer kanserinin en erken formu da olabilir. Genel olarak bakıldığında tanısız nodüllerin yarısından fazlasında kötü huylu bir hastalık olduğu saptanmıştır.
Akciğer nodülleri hemen her zaman semptom yaratmadıklarından, başka bir sebepten yapılan akciğer radyolojik görüntülenmesinde tesadüfen fark edilirler.
Nodülün şekli, kıvamı gibi etkenler nodülün iyi veya kötü huyu bir hastalıktan kaynaklanmış olabileceğini kabaca gösterirler, fakat kesin tanı için mutlaka nodülün çıkarılması gereklidir.
Yüksek riskli hasta grubunda (sigara içen, ailede kanser öyküsü olan gibi) saptanan akciğer nodülünü çıkartmak ön planda olmalıyken, risk faktörü olmayan hasta grubunda önce belli aralıklarla radyolojik takip yapılabilir.
Nodülün boyutunun arttığı, şeklinde değişiklik olduğu saptanırsa cerrahi o zaman düşünülebilir.
Merkezimizde “Nodül Konseyleri” yaparak hastaya özel tedavi planlaması yapmaktayız.
AKDENİZ ANEMİSİ
T.Major ve T.Minor olarak iki formu vardır.
T. Minor major forma göre çok daha hafif seyreder. Heterozigot formdur. Bireylerde sadece anemi vardır. Hatta bazıları evlenme işlemlerinde yapılan (zorunlu) kan testine kadar bu durumu bilmezler. Serum demir düzeyi normal veya artmıştır. En çok görülen anemi olan ve bu hastalıkla en çok karıştırılan Demir Eksikliği Anemisi’nde ise azalmıştır. Tanı Hemoglobin Elektroforezi ile konulur. HbA2 normalde %3,4 iken bu hastalıkta % 7 ye yükselmiştir. HbF hafif düzeyde (%2-6) artmıştır. T. Minor’ün esas önemi evli çiftlerin her ikisinde de bu hastalıktan olmasında ortaya çıkar; çocuğun %25 T. Major olma riski mevcuttur.
Genel Bilgi
Talasemi Major ise hastalığın homozigot formudur ve bir diğer ismi Cooley anemisidir. Çoğunlukla bebek daha 6 aylıkken birdenbire başlayan ağır anemi sonucu kalp yetmezliği gelişir. Bunun olmaması için düzenli olarak sık sık kan nakli yapılmalıdır. Kan nakli yapılmazsa hasta birkaç senede ölür. Kan nakli yetersiz yapılırsa kemik iliğinin aşırı kan yapması sonucu harap olan kemiklerde kırılmalar olur, yüz şekli değişir: Burun kökü çökük, alın ve elmacık kemikleri çıkıktır. Üst dişler öne fırlamıştır.Baş dört köşe şeklindedir. Dalak ve karaciğer büyür. Boy kısa kalır. Çocuk ergenlik çağına giremez.Kan nakilleriyle vücutta biriken aşırı demirin yol açtığı kalp problemleri (myokardit, kalp yetmezliği vs) ileriki yaşlarda çoğunlukla ölüm sebebidir. Hemoglobin elektroforezinde % 50-90 vakada görülen HbF tanı koydurucudur. Tedavide kan nakillerinin yanısıra vücutta biriken fazla demirin idrar atılımını sağlayan Desferoksamin ve C vitamini verilir. Aşırı büyümüş dalak ameliyatla alınır. Dalak ameliyatı sonrası depo penisilin koruma (profilaktik) tedavisi ve pnömokok aşısı yapılır. Özellikle erken yaşta( henüz kan nakilleri fazlaca yapılmadan) doku tipi uyan kemik iliği nakli ile bu hastalar %70-80 tam olarak sağlıklarına kavuşabilmektedir.
Ülkemizin de bir Akdeniz ülkesi olması nedeniyle Türkiye toplumu olarak beta-talasemi geni taşıma riskimiz vardır. Bunun için her çifte evlenmeden önce mecburi yapılan tahliller içinde Hemoglobin (Hemogram içinde) ve Hemoglobin Elektroforezi de yer alır.
AKNE ROZASE
Açıklama
Özellikle 40 yaşın üzerindeki kadınlarda ; sindirim sistemi bozukluğu , beslenme yetersizliği, endokrin ve immunolojik faktörlere bağlı olarak gelişen yüzün merkezi kısımlarındaki telanjiektazi, eritem , papül ve püstüller ile karakterize kronik, iltihabi bir hastalıktır. Özellikle burunda olmak üzere ( rinofima) doku atrofisi sıktır. Bazen ekstremitelerde de görülebilir. Lezyonlar daha çok , ince tenli kişilerde görülür. Akne’yi andırsa da komedon görülmez.
Belirtileri nelerdir ?
Deride kızarma- Başlangıç Bulgusu
Eritem- Burnun alt yarısı, bazan tüm burunda, alın, yanaklar, çene
Konjonktivada kızarıklık
Lezyonlu bölgelerde basınçla kan damarlarının kollapsı
Papül, püstül, nodül şeklinde akne lezyonları, komedon nadirdir.
Telanjiektazi
Rinofima ; erkeklerde daha sık.
Nedenleri nelerdir ?
Nedeni kesin belli değildir.
Tiroid ve Gonada bağlı bozukluk
Alkol, kahve, çay, baharatlı yiyecekler (kanıtlanmamış)
Demodeks follikularis (şüpheli parazit)
Soğuğa maruz kalma, ısı, sıcak içecekler
Emosyonel gerginlik
Gastrointestinal Sistem Bozuklukları.
Bakım ve öneriler ?
Hasta ayaktan takip ve tedavi edilir.
Hastanın güven kazanması
Eğer varsa psikolojik gerginliğin tedavisi
Yağlı kozmetik ürünlerden kaçınma. Diğer ürünler kadın hastalarda semptomları örtmek için kullanılabilir.
Rinofima için cerrahi tedavi
Genişlemiş damarların aralıklı olarak elektrokoterizasyonu
Aktivitede kısıtlamaya gerek yoktur.
Yüzde kızarıklığa neden olabilecek yiyecekler , baharatlı yiyecekler ve alkol yasaklanmalıdır.
AKREP SOKMASI
Akrep sokması: Belirtiler ve tedavi yolları… Akrep sokunca ne yapılmalı?
Türkiye’de akrep sokmalarına sıklıkla rastlanılmaktadır. Akrep sokmasında belirtiler nelerdir? Akrep sokmasında yapılması gerekenler ve akrep sokmasında tedavi ile ilgili merak edilen her şey haberimizde…
Dünya üzerinde 1.750 adet akrep türü bulunmaktadır. Bu türlerden 50 tanesi zehirlidir ve sadece 20-25 tanesi insanlara zehir bulaştırarak ölüm tehlikesi yaşatırlar. Türkiye’de sadece 11 tür yaşam alanı bulmaktadır. Bu türlerden sadece ikisi sokmaları durumunda ciddi rahatsızlanmalara ve hayatı tehdit eden durumlara sebebiyet verebilmektedir. Bu akreplerin en önde gelen türleri kara akrep olarak bilinen “Androctonus crassicauda” ve sarı akrep olarak bilinen “Leiurus quinquestriatus” dur.
AKREP ÖLDÜRÜR MÜ?
Akrep sokmasında gerekli tedbirler kısa sürede alınmazsa kişi hayatını kaybedebilir. Özellikle bebekler, çocuklar, yaşlılar, kalp ve akciğer rahatsızlığı olanlar akrep sokmasında en fazla etkilenen gruplardır. Ölümler genelde 6 yaş altında görülmektedir.
AKREP SOKMASININ BELİRTİLERİ
– Şiddetli ağrı,
– Yanma,
– Acı duyulan yerde uyuşma, karıncalanma ve şişme,
– Kas seğirmesi,
– Olağandışı baş, boyun ve göz hareketleri,
– Ağızda köpüklenme,
– Çift görme,
– Nöbet,
– Terleme,
– Kusma,
– Yüksek veya düşük kan basıncı (her ikisi de olabilir),
– Taşikardi ya da düzensiz kalp atışı,
– Huzursuzluk, sinirlilik, çocuklarda ağlama,
– Nefes darlığı,
– İstemsiz idrar atımı,
– Koma.
AKREP SOKMASINDA YAPILMASI GEREKENLER
Akrep sokmalarında zaman kaybetmeden tıbbi destek almak üzere ambulans çağrılmalı ve hastaneye gidilmelidir.
Akrebin soktuğu fark edildiğinde yapılması gereken ilk müdahale, sokulan yerin sabunla ve suyla yıkanması olmalıdır. Daha sonra yaranın üzerine buz konulmalıdır.
Yapılmaması gerekenler:
– Yarayı kesmek, kanatmak,
– Isırılan bölgeyle oynamak (yara hareketsiz bırakılmalıdır), – Yaraya amonyak sürmek,
– Turnike yapmak.
Isırılan bölgeyi kalp seviyesinin altında tutarsanız zehrin vücuda yayılma hızı yavaşlar. Akrep, kolunuzu veya elinizi ısırdıysa yaralı bölgeyi kalbinizin altında bir seviyede tutun ve hareket ettirmeyin.
Akrep sokması durumunda istemsiz kas hareketleri olabilir. Bu yüzden bir yakınınızdan sizi hastaneye götürmesi için yardım istemelisiniz. Hastaneye araba ile gidilmesi durumunda akrep tarafından sokulan kişi arabayı kesinlikle kullanmamalıdır.
Akrep sokmasında ağrı şiddetli olur. Gerekli tıbbi müdahale yapılana kadar ağrıyı dindirmek için reçetesiz satılan ağrı kesici ilaçlardan kullanılabilir. Asetaminofen ve ibuprofen içeren ilaçlarla Aspirin alınması uygundur. İçeriğinde opiat bulunan ağrı kesicilerin kullanılmaması gereklidir.
AKREP SOKMASI TEDAVİSİ
Bazı akrep sokması durumlarında belirtiler şiddetli olsa da yapılan ilk müdahaleler ve kullanılan ilaçlar yeterli olabilmektedir. Ciddi vakalarda akrep serumları uygulanabilir. Fakat bu serumların yan etkileri ağırdır (aniden başlayan ve hayat kaybına bile sebebiyet veren alerjik reaksiyon olan anafilaksi ve serum hastalığı gibi). Bu yüzden kişi gerçekten ciddi tehlike ile karşı karşıya ise ve alerjik rahatsızlıkları yoksa, akrep serumlarının uygulanması tercih edilir. Akrep serumları, daha önce akrep sokması yaşamış ve serum almış kişiye verilmez. Ayrıca son 5 yıl içinde tetanoz aşısı olmayanların da mutlaka aşıyı yaptırmaları önerilmektedir.
AKROMİOKLAVİKULER EKLEM ARTROZU
Omuz bölgesindeki kol kemiği ile kürek kemiği arasındaki (glenohumeral) ve köprücük kemiği ile akromion arasındaki (akromioklavikular) eklemlerde görülen artirit sonucu oluşan artrozdur.
Genellikle hastalar yaşlıdır ve ana şikayetleri ağrı ve kollarını ağrı nedeniyle kaldıramamalarıdır. Muayenede, eklem hareketlerinde kısıtlanma gözlenir.
AC eklem artrozu tedavisi
AC eklem artozunda; başlangıç döneminde konservatif tedavi olarak antiinflamatuvar ilaçlar, kısa dalga diatermi, masaj ve egzersizler denenir. İlerlemiş vakalarda cerrahi yöntemler (artrodez veya total eklem artroplastisi) uygulanır.
AKUT BAKTERİYEL MENENJİT
Etyoloji
Yaşa ve altta yatan bazı hallere göre değişir.Toplumsal kaynaklı yetişkin menejitinde S.pneumoniae, N.menengitidis, L.monocytogenes en sık rastlanan etkenlerdir.
Tanı
Klinik bulgular genellikle yetkili olsa da kesin tanı ve etyolojik ayırım için mutlaka BOS incelemesi ve kültürü yapılmalıdır.
Labaratuvar
Göz dibi muayenesinden sonra LP yapılmalı; steril 3 tüpe 2’şer ml BOS alınır;
1.Makroskobik muayene.
2.Biyokimya; protein glikoz ( aynı anda kan şekerine de bakılır) ve klor.
3.Lokosit sayısı ve tipi.
4.BOS yaymalarynda metilen, Gram, ARB ve çini mürekkebi (kriptokok için) boyamaları yapılır.
5.BOS kültürü; kanlı, EMB, çukulatamsı ve Lövenstein besiyerlerine ekim.
6.BOS’ta latex aglütinasyon testiyle antijen (sadece S.pneumoniae, H.influenzae tip B, N.menegitidis ve B grubu streptokoklar tesbit edilir) araştırılır.
-Eğer göz dibinde belirgin staz varsa, sadece birkaç damla BOS alınarak kültür ve boyamalar yapılır. BOS’un bulanık olması ve mikroskopide lökosit görülmesi akut bakteriyel menenjit lehinedir.
-Menejit kaynağı olabilecek odaklardan (boğaz, sinüs, mastoid vb) boya ve kültürler alınır.
-Kan kültürü, tam kan periferik yayma, tam idrar, rutin biyokimya
-Akciğer ve paranasal sinüs filmi,gerekirse kranial tomografi veya MRI.
-Menenjitlerin bildirimi zorunludur.
AKUT BRONŞİT
Akut bronşit bronş adı verilen büyük solunum yollarında virus, bakteri ve mantarlar tarafından oluşturulan akut bir iltihabi hastalığıdır. Ayrıca asidik ve alkali maddelerin solunması ile de iltihabi olmayan akut bronşit tablosu da gerçekleşebilir.
Akut bronşit yapan nedenlerin başında solunum yolları virusları yer almaktadır. Akut bronşit vakalarının ekserisi İnfluenza, Parainfluenza, Coryza (nezle) virusu, Adenoviruslar ve Respiratory syncytial viruslarla meydana gelir.
Bakterilerle meydana gelen akut bronşit nispeten daha seyrektir. Akut bronşite sebep olan bakterilerin başında Hemophilus influenza, Pnömokoklar, Streptokoklar, ve Stafilokoklar gelmektedir.
Nadiren Candida ve Aspergillosa türü mantarlar da akut bronşite neden olabilirler.
Etkenler nelerdir ?
Akut bronşit yapan nedenlerin başında solunum yolları virusları yer almaktadır. Akut bronşit vakalarının ekserisi İnfluenza, Parainfluenza, Coryza (nezle) virusu, Adenoviruslar ve Respiratory syncytial viruslarla meydana gelir.
Bakterilerle meydana gelen akut bronşit nispeten daha seyrektir. Akut bronşite sebep olan bakterilerin başında Hemophilus influenza, Pnömokoklar, Streptokoklar, ve Stafilokoklar gelmektedir.
Nadiren Candida ve Aspergillosa türü mantarlar da akut bronşite neden olabilirler.
Ne gibi şikayetlere yol açar ?
Genellikle hastalık burun ve boğaz enfeksiyonu şeklinde başlar. Bazen de üst solunum yollarına ait herhangi bir şikayet olmaksızın akut bronşit tablosu kendini gösterebilir.
Hastalığın başlangıcında sık tekrarlayan ve kuru bir öksürük vardır. Birkaç gün sonra öksürükle beraber balgam çıkarma şikayeti de olaya dahil olur. Önceleri normal vasıflarda olan balgam, bir süre sonra iltihaplı bir özellik kazanır.
Bazı vakalarda yüksek ateş, halsizlik, kırgınlık şikayetleri de görülebilir. Bir kısım hastada büyük hava yollarının tahrişine bağlı olarak gelişen göğüs ağrısı da bulunabilir.
Fiziki bulguları nelerdir ?
Fizik muayene bulguları normal olabilir. Solunum yollarının ödem ve koyu balgam ile tıkanmış olduğu durumlarda ronküs denilen anormal sesler duyulabilir. Bronşlarda yumuşak balgam varsa ral adı verilen anormal solunum sesleri duyulabilir. Raller genellikle her iki akciğer sahasında yaygın olarak duyulursa da bazı sahalarda daha az, bazı sahalarda daha belirgin olabilir.
Tanısı nedir ?
Akut bronşitte solunum yollarının tutulması ve akciğer dokusunun normal olması nedeniyle akciğer grafisi normal olarak bulunabilir. Bazı vakalarda akciğer dokusu da iltihaptan etkilenebilir ve akciğer grafisinde solunum yolları ve damarsal yapılarda belirginleşmeler izlenebilir.
Bakterilerin neden olduğu akut bronşitte kanda beyaz küre hücrelerinin sayısında ve kan çökme hızında artış görülebilir. Balgam tetkiklerinde etken bakteri ya da mantar üretilebilir, virusların tespit edilmesi zordur.
Akut bronşit tanısı hastanın şikayetleri, muayene bulguları ve laboratuar tetkikleri bir arada değerlendirilerek konulur.
Tedavi yolları nelerdir ?
Hastanın odası sıcak ve nemli olmalıdır. Ateşsiz ve hafif seyirli akut bronşitlerde antibiyotik tedavisi gerekli değildir. Küçük çocukların, yaşlıların, kalp hastalarının, amfizem ve kronik bronşitli hastaların akut bronşitlerinde antibiyotik kullanılmalıdır. Yüksek ateşle seyreden olgularda mutlaka antibiyotik verilmelidir.
Ateş ve ağrısı olan hastalarda tedaviye ağrı kesici-ateş düşürücü ilaçlar eklenmelidir. Balgam çıkaramayan hastalarda sürekli ve rahatsız edici kuru öksürük varsa öksürük kesici ilaçlar da başlanabilir. Hastanın balgam atması halinde balgam söktürücü ilaçlar kullanılmalıdır.
AKUT MİYELOİD LÖSEMİ
Akut myeloid lösemi (AML) kan yapıcı sistemin kötü huylu bir hastalığıdır. Aşağıdaki yazıda hastalık tablosu, olası hastalık sebepleri ve bulguları, hastalığın seyri, tanısı, tedavi planlaması, tedavisi, tedavi iyileştirme çalışmaları, rehabilitasyonu, tedavi sonrası izlemi ve hastalığın prognozu hakkında detaylı bilgi bulacaksınız.
Akut miyeloid lösemi (AML), aynı zamanda akut lenfoblastik olmayan lösemi (kan kanseri) olarak da tanımlanır, kan ve kan yapıcı sistemin kötü huylu bir hastalığıdır. Hastalık kanın yapıldığı kemik iliği içinde ortaya çıkar ve genel olarak olgun olmayan beyaz kan hücrelerinin (lökositler, akyuvarlar) gereğinden fazla üretilmesine sonucu ortaya çıkar.
Normal olarak tüm kan hücreleri uyumlu bir denge içerisinde çoğalırlar ve kendilerini yenilerler. Bu esnada karmaşık bir olgunlaşma sürecinden geçerler. AML hastalığında bu süreç kontrol dışı kalmaktadır:
Akyuvar da denilen lökositler işlev gören hücre olarak gelişmemekte, bunun aksine hızlı ve kontrol dışı olarak çoğalmaktadırlar ve buna bağlı olarak artan şekilde sağlıklı kan oluşumunu devre dışı bırakmaktadırlar. Bu nedenle sağlıklı akyuvarlar (lökositler), alyuvarlar (eritrositler) ve kan pulcukları (trombositler) artık gerekli miktarda oluşturulamazlar.
Bunun sonucunda kansızlık (anemi), enfeksiyon ve artan kanama eğilimi görülebilir ve aynı zamanda akut lösemi hastalığının ilk başlangıç belirtileri de ortaya çıkar. AML hastalığı daha başlangıcından itibaren vücudun belirli bir bölgesinde sınırlı olmadığı için, aksine kemik iliğinden hareketle kana, lenfatik dokuya [lenfatik sistem] ve tüm diğer organlara ve dolayısıyla vücudun tüm organ sistemine yayılabilir. İşte bu sebepten bu hastalık, tüm lösemilerde de olduğu gibi, kötü huylu bir sistemik hastalık olarak tanımlanır.
AML hastalığı oldukça hızlı seyreder. Tedavi edilmezse, lösemi hücrelerinin yayılmasıyla ve bu vücudun çeşitli organlarında hasar oluşturması nedeniyle diğer ağır hastalık tabloları ortaya çıkar. Bu ciddi hastalıklar tedavi edilmezse, hasta bir kaç hafta veya ay içerisinde kaybedilir.
Görülme sıklığı
Akut miyeloid lösemi (AML), akut lenfoblastik lösemi (ALL) hastalığından sonra çocuklarda ve gençlerde ikinci sıklıkta görülen lösemi (kan kanseri) türüdür, çocukluk çağı lösemilerinin yaklaşık % 20’sini oluşturur. Çocukluk ve gençlik yaşlarında görülen tüm kötü huylu hastalıklar içerisindeki oranı yaklaşık % 4,2 civarındadır.
Mainz kentindeki Çocuk kanserleri Veri Bankasının verilerine göre Almanya’da her sene 14 yaş altındaki yaklaşık 90 çocuk ve gençte akut miyeloid lösemi hastalığı tespit edilmektedir. Yıllık olarak yeni tanı konan hasta sayısı (18 yaşın altındakiler) 100 kişi civarındadır.
AML hastalığı her yaşta ortaya çıkabilir ve en sık olarak da ilerlemiş yetişkinlik yaşlarında ortaya çıkar. Bebekler ve ilk iki yaş içerisindeki çocuklar, çocukluk ve gençlik yaş grubundaki hastalar arasında hastalığın en sık görüldüğü gruptur. Erkek çocukların hastalığa yakalanma oranı, kız çocuklarına oranla biraz daha fazladır.
Akut miyeloid lösemi türleri
AML hastalığı, olgun olmayan miyeloid hücre cinsi hücrelerin kötü huylu değişime uğraması (kontrolden çıkması) sonucunda ortaya çıkar. Burada adı geçenler, kan oluşumundaki kök hücreleri denilen hücrelerdir (kan kök hücreleri). Bunlardan gelişme sürecinde kök hücre türüne göre belirli beyaz kan hücreleri (granulositler, monositler), kırmızı kan hücreleri (eritrositler, alyuvarlar) veya kan pulcukları (trombositler) meydana gelir.
AML hastalığında genel kural olarak granulosit ön hücresinde (miyeloblast) dejenerasyon yani kontrolden çıkma söz konusudur. Ancak aynı zamanda diğer miyeloid hücrelerde de, yani monosit kök hücrelerinde, kırmızı kan hücrelerinde, kan pulcuklarında (trombositlerde) veya bunların ortak ön hücrelerinde de dejenerasyon meydana gelebilir.
Kötü huylu değişim çeşitli hücre tiplerini etkisi altına alabileceğine ve değişik olgunluk aşamasında belirebileceğine göre, çeşitli AML türleri (örneğin miyeloblastik lösemi, monoblastik lösemi, eritroblastik lösemi, megakaryositik lösemi ve çeşitli karışık türleri) mevcuttur.
Kısa bir süre öncesine kadar lösemi hücrelerinin geliş kaynaklarına göre sekiz AML ana türü ayırt edilmekteydi. Bugün bu sınıflandırma dejenere olan hücrelerin gösterdiği genetik değişime göre yapılmaktadır.
Önemli bilgi: Burada çeşitli AML şekilleri yani türleri olduğunu bilmek önemlidir, çünkü bunlar hastalık seyri ve iyileşme beklentisi (prognoz) bakımından, birbirlerinden önemli farklılıklar gösterirler. Tedavi yöntemi seçiminde bu farklılıklar dikkate alınır.
Sebepleri
Akut miyeloid lösemi hastalığının (AML) oluşum nedenleri pek bilinmemektedir. Gerçi hastalığın olgun olmayan miyeloid hücre denilen türden hücrelerin kötü huylu değişiminden meydana geldiği ve dejenerasyonun hücrenin genetik yapısından kaynaklandığı bilinmektedir.
Ancak vakaların çoğunluğunda genetik değişimlerin neden oluştuğu ve bunun neden bazı çocuklarda hastalanmaya neden olup bazılarında olmadığı açıklanamamaktadır. Büyük olasılıkla AML meydana gelmeden önce genetik faktörlerin ve diğer etkenlerin birlikte etki etmeleri gerekmektedir.
Belirli genetik veya sonradan oluşan immun (bağışıklık sistemi) bozuklukları (örneğin Down sendromu, Fanconi anemisi) veya belirli kromozom değişiklikleri olan çocuk ve gençlerin AML hastalığına yakalanmada daha fazla risk taşıdıkları bilinmektedir.
Radyoaktif ışınlar [radyoaktif ışınlar] ve röntgen ışınları, belirli kimyasal maddeler ve ilaçlar, ebeveynlerin sigara ve alkol kullanmaları ve büyük olasılıkla virüsler löseminin ortaya çıkmasında rol oynayabilirler. Ancak hastaların çoğunluğunda hastalığı tetikleyen faktörler aslında bilinmemektedir.
Hastalık belirtileri
Akut miyeloid lösemi (AML) ile ilişkili semptomlar (belirtiler) genellikle birkaç hafta içerisinde ortaya çıkarlar. Bunların nedenleri kötü huylu hücrelerin kemik iliği ve vücudun diğer organ ve dokularında yayılmasıdır. Lösemi hücrelerinin kemik iliği içerisinde engellenemeyen çoğalmaları, normal kan hücrelerinin oluşumunu artan şekilde olumsuz olarak etkilemektedir.
AML hastalığına yakalanan çocuklar ve gençlerde bundan dolayı genellikle önce genel hastalık belirtileri olan halsizlik, oynama isteksizliği ve solukluk (kansızlık, anemi) ortaya çıkar. Bunun nedeni, görevleri vücut hücrelerine oksijen taşımak olan alyuvarların (kırmızı kan parçacıklarının, eritrositlerin) azlığıdır.
Bunun yanısıra işlev gören akyuvarların (beyaz kan parçacıklarının, lökositlerin) eksikliğinden dolayı (örneğin lenfositler ve granulositler hastalık yapan mikroorganizmalara karşı yeterli mücadele yapılamamakta ve ateşlenme ile kendini gösteren enfeksiyonlar meydana gelmektedir.Hızlı bir kan pıhtılaşması sürecinde etkili olan trombositlerin eksikliği ise, deri ve mukoza kanamalarına yol açabilir.
Lösemi hücrelerinin vücutta çoğunluğu ele geçirmesi, kan yapısındaki değişiklik haricinde organlarda da rahatsızlıklara yol açmaktadır: Lösemi hücrelerinin kemik boşluklarında, kemik iliğinde yerleşmesi özellikle el ve ayaklarda kemik ağrılarına neden olabilir. Bu ağrılar öyle belirginleşebilirler ki, küçük çocuklar yürümek istemeyip kucakta taşınmak zorunda kalabilirler.
Kötü huylu hücreler ayrıca karaciğer, dalak ve lenf düğümleri (lenf bezleri) içine yerleşerek buraların şişmesine sebep olabilirler. Organlardaki şişmenin bölgesine göre örneğin karın ağrısı gibi rahatsızlıklar ortaya çıkabilir. Kötü huylu hücrelerin yerleşemediği hiçbir organ veya bölge yoktur. AML hastalarında beyin zarı da olumsuz etkilenebilir. Bunun sonucunda baş ağrısı, yüz felci, görme bozuklukları ve/veya kusma ortaya çıkabilir. Ayrıca deri ve mukozalarda tümör oluşumu görülebilir.
En önemli semptomlar aşağıda bir özet halinde sunulmaktadır:
Çok sık görülenler (hastaların % 60 ından fazlasında):
• Yorgunluk, genel halsizlik, isteksizlik ve kendini hasta hissetme
• Alyuvarların eksikliği nedeniyle cilt solukluğu (anemi)
• Ateş ve/veya akyuvarların eksikliği nedeniyle artan enfeksiyon yatkınlığı (nötropeni)
• Karın ağrısı ve iştahsızlık (dalak ve/veya karaciğer büyümesi nedeniyle)
Kısmen sık görülenler (hastaların yaklaşık % 20 ile % 60 kadarında)
• Sebepsiz olarak veya ancak pek hafif bir dış etkiyle kanama eğilimi, örneğin zorlukla durdurulabilen burun ve/veya diş eti kanamaları, mor lekeler ve ciltte ufak nokta şeklinde morumsu yüzeysel kanamalar (peteşi), ender olarak beyin kanamaları
• lenf düğümlerinde şişlik, örneğin boyunda, koltuk altlarında veya kasıklarda
• Kemik ve eklem ağrıları
Ender görülenler (hastaların % 20’sinden azında)
• Baş ağrısı, görme bozukluğu, kusma, beyin siniri felci (merkezi sinir sisteminin) de etkilenmesi sebebiyle
• Nefes darlığı (hiperlökositoz durumunda)
• Cilt değişiklikleri ve kloroma (miyeloblastom veya miyelosarkom): Ciltte, lenf düğümlerinde veya kemiklerde, bazen gözlerin etrafında, kısmen mavimsi yeşilimsi renkte tümör şeklinde lösemi hücrelerinin toplanması
• Diş etlerinde büyüme ve şişlik oluşması (gingival hiperplazi)
• Testislerin birinde veya her ikisinde büyüme
Önemli bilgi: AML hastalık belirtilerinin şiddeti kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Ancak yukarda belirtilen bir veya daha fazla hastalık belirtisinin ortaya çıkması, illa ki lösemi hastalığının mevcut olduğu anlamına gelmez. Bu semptoların (belirtilerin) birçoğu lösemi ile hiçbir ilgisi olmayan zararsız hastalıklarda da ortaya çıkabilir. Ancak bu tip şikayetlerde mümkün olan en kısa sürede bir doktora başvurmak ve bunların nedenlerini açıklığa kavuşturmak önerilir. Gerçekten akut lösemi saptanması durumunda mümkün olan en kısa sürede tedaviye başlanması gerekir.
Tanı
Doktor veya çocuk doktoru muayene ettiği çocuğun hastalık geçmişinde (anamnezi) ve fiziksel muayene kapsamında akut lösemi olabileceğine dair veriler elde ederse, önce geniş kapsamlı bir kan tetkiki yaptıracaktır.
Kan tablosu kan tablosu içindeki bazı değişiklikler lösemi şüphesini arttırırsa, teşhisin yani tanının güvencesi açısından kemik iliği (kemik iliği ponksiyonu, kemik iliği aspirasyonu) örneği alınması gerekli olacaktır. Bu amaçla ve daha sonra yapılacak olası muayeneler için doktor, hastasını çocuklar ve gençlerde kanser ve kan hastalıkları alanında uzmanlaşmış bir hastaneye sevk edecektir (pediatrik onkoloji ve hematoloji kliniği).
Kan ve kemik iliği muayenesi
Kan ve kemik iliği incelemeleri hastanın lösemi hastalığına yakalanıp yakalanmadığını, yakalandı ise löseminin hangi tip olduğu konusunda detaylı ve tam bir bilgi edinilmesini sağlayacaktır. Bu kapsamda (sitomorfolojik) immünolojik ve genetik laboratuar yöntemleri yardımıyla hem AML hastalığını diğer lösemi türlerinden (örneğin akut lenfoblastik lösemi, ALL) ayırabilmek, hem de AML hastalık tablosu içinde çeşitli alt grupları tanımak da mümkündür.
Bu durum hedefli bir tedavi planlanması için önemli bir ön şarttır, çünkü bugün için özellikle şu gerçek bilinmektedir: Değişik AML şekilleri birbirlerinden yalnız hücresel ve moleküler düzeyde farklı olmakla kalmamakta, aynı zamanda hastalık seyirleri, iyileşme beklentileri (prognoz) ve tedavi edilebilirlik bakımından da farklılık göstermektedirler.
Hastalığın yaygınlığının araştırılması için yapılması gereken tetkikler
AML hastalığının tanısı konduğunda tedavi planlaması için kemik iliği dışında vücudun başka organlarının da örneğin beyin, karaciğer, dalak, lenf düğümleri, deri veya kemiklerin lösemi hücreleri tarafından istila edilip edilmediğinin bilinmesi çok önemlidir. Bu konuda ultrasonografi tetkiki, röntgen tetkiki, manyetik rezonans tomografisi (MR), bilgisayarli tomografi (BT) ve/veya iskelet sintigrafisi gibi çeşitli yöntemler bilgi verebilir.
Merkezi sinir sisteminin (beyin ve omurilik) hastalık tarafından tutulup tutulmadığını tespit edebilmek için, omurilik kanalından örnek alınarak (lomber ponksiyon ile beyin omurilik sıvısı – BOS) incelenir.
Tedavi öncesinde yapılması gereken tetkikler
Tedaviye ön hazırlık amacıyla ayrıca kalp fonksiyonlarının kontrolü elektrokardiyografi [EKG] ve ekokardiyografi [ECHO]) ve beyin fonksiyonlarının kontrolü (elektroensefalografi, EEG) yapılır. Bu tip başlangıç bulgularının bilinmesi tedavi sırasında ortaya çıkabilecek değişikliklerin daha iyi değerlendirilebilmesini sağlayacaktır. Geniş kapsamlı laboratuar tetkikleri ile hastanın genel sağlık durumu kontrol edilebildiği gibi bunun yanısıra lösemi sebebiyle bazı organlarda (örneğin böbrekler ve karaciğer) fonksiyon bozukluğu olup olmadığı veya metabolik bozukluk olup olmadığı tespit edilebilir.
Bu veriler tedaviden önce veya tedavi sırasında özellikle dikkate alınmalıdır. Muhtemelen yapılması gerekebilecek kan nakli (kan transfüzyonu) için hastanın kan grubu da belirlenmelidir.
Önemli bilgi: Yukarıda sayılan bütün tetkiklerin her hastaya yapılması gerekmeyebilir. Tedavinin planlanması için yetkili tedavi ekibiniz, hangi tanısal tetkiklerin çocuğunuza uygulanmasının gerektiği konusunda sizi bilgilendirecektir.
Tedavi
Akut miyeloid lösemi (AML) şüphesinin bulunması veya doğrulanması durumunda hastanın en kısa sürede çocuk onkoloji servisinde tedavi altına alınması gerekmektedir. Buradaki yetkin ekip (doktorlar, hastabakıcılar) kanser hastası çocukların tedavisi konusunda uzmanlaşmışlardır ve modern tedavi yöntemlerini bilmektedirler.
Çocuk hematologları ve onkologları birbirleri ile uzmanlar grubu olarak sürekli temas halinde bulunurlar. Bu çerçevede hastalarını birlikte geliştirdikleri ve sürekli olarak iyileştirdikleri tedavi planlarına (protokollerine) göre tedavi ederler. Tedavinin hedefi mümkün olduğunca yüksek sayıda hastayı iyileştirmek ve bunun yanısıra mümkün olduğunca düşük oranda yan etkilere ve ardıl sonuçlara (geç yan etkilere) ulaşabilmektir.
Tedavi yöntemleri
Akut miyeloid lösemi (AML) hastalarının tedavisinin merkeiznde, yoğun bir kemoterapi (ilaçla tedavi) vardır. Kemoterapi adı altında hücre büyümesini engelleyen ilaçların (sitotoksik ilaçlar) kullanılması anlaşılır. Tek bir ilaç tüm lösemi hücrelerini öldürmekte yetersiz kalacağı için sıklıkla değişik etki mekanizmaları olan sitotoksik ilaçlar birlikte kullanılır (polikemoterapi, kombinasyon tedavisi). Bu şekilde kötü huylu hücrelerin çok büyük bölümüne etki gösterilmesi hedeflenir.
Down sendromu ve APL’de tedavi farklılıkları vardır: Diğer AML hastalarına göre Down sendromlu AML hastalarında daha az yoğun bir tedavi yeterli olmaktadır. AML’nin özel bir çeşidi olan promyelositer lösemide (APL) neredeyse tüm kemoterapi ilaçları kullanımdan çıkarılır ve kemoterapötik ilaçlar yerine başka ilaçlar kullanılır.
Çok az hastada kemoterapiye ek olarak merkezi sinir sistemi ışınlaması (kafatası ışınlaması) gerekir. Tedaviye başından itibaren yanıt vermeyen veya hastalığı yeniden tekrarlayan (nükseden) hastalarda yüksek doz kemoterapiyi takiben kök hücre nakli (kemik iliği nakli – KİT) başka bir tedavi seçeneğidir.
Tedavinin öncelikli hedefi vücut içerisindeki lösemi hücrelerini mümkün olduğunca tamamen yok etmek ve kemik iliğinin kan oluşturucu organ olarak görevini yeniden yerine getirmeye başlamasını sağlamaktır. Bu süreç zarfında komplikasyonların (istenmeyen yan etkilerin) ortaya çıkmasını engellemeye yarayan tedaviyi destekleyici önlemler de uygulanmaktadır. Bu destek tedavisi (supportif tedavi) AML hastalarında tedavinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadırlar.
Önemli bilgi: Uygulanacak kemoterapinin yoğunluğu, tedavi süresi, ek olarak ışın tedavisi veya kemikiliği nakli gerekliliği ve hastalığın prognozu (başarısı), hastanın hangi AML alt grubuna yakalandığına, lösemi hücrelerinin vücuda ne derecede yayıldığına ve löseminin tedaviye verdiği yanıta göre değişiklik gösterir. Bu hususlar göz önüne alınarak hastanın hangi tedavi grubuna alınacağına ( standart risk grubu, orta risk grubu veya yüksel risk grubu) ve hangi tedavi protokolü uyarınca tedavi edileceğine karar verilir.
Tedavi süreci
Prensip olarak (yukarıda belirtilmiş olan Down sendromlu ve APL alt tipindeki AML hastaları hariç) kemoterapi değişik sürelerde, değişik kombinasyonlarda verilen ve değişik hedefleri olan tedavi fazlarından oluşur. Önemli tedavi basamakları aşağıdadır:
1. İndüksiyon (saldırı-hücum tedavisi) tedavisi: Bu tedavi özellikle yoğun bir kemoterapi uygulamasından oluşur ve kısa bir süre içerisinde lösemi hücrelerinin büyük çoğunluğunu yok etmeye, yani remisyon oluşmasına yöneliktir. İndüksiyon tedavisi, iki kemoterapi seansından ibarettir ve dinlenme devreleri dahil yaklaşık iki ay sürer.
2. Konsolidasyon ve yoğunlaştırma tedavisi: Bu tedavi, indüksiyon tedavisinin sonrasında başlar ve yine kısmen diğer ilaç kombinasyonları ve yüksek ilaç dozları ile desteklenen üç yoğun kemoterapi seansından oluşur. Bu tedavinin hedefi, vücutta hala kalmış olan lösemi hücrelerini öldürmek ve hastalığın yenileme olasılığını en aza indirgemektir. Yoğunlaştırma tedavisi yaklaşık üç veya dört ay sürer.
3. Merkezi sinir sistemi (MSS) tedavisi: Bu yöntem merkezi sinir sistemi (MSS) için önleyici (profilaktik) veya tedavi edici amaçla kullanılır. Bu tedaviyle beyin ve omurilikiçinde lösemi hücrelerinin yerleşmesi veya yayılmaya devam etmesi önlenmeye çalışılır. MSS tedavisi genellikle omurilik kanalına birçok ilaç verilmesi ile gerçekleştirilir (intratekal kemoterapi uygulaması, bel iğnesi). Merkezi sinir sisteminde lösemi hücrelerinin bulunması durumunda ilaçla tedaviye ek olarak beyine (kafatası) radyoterapi yani ışınlama tedavisi de uygulanır.
4. İdame tedavisi veya sürekli tedavi: Bu yöntem daha hafif bir kemoterapiden oluşur ve bir yıl süreli olarak genellikle ayakta yani hastaneye yatmadan (ayaktan) uygulanır. Tedavinin hedefi, uzun bir tedavi süresi ile yoğun tedaviye rağmen ölmemiş olan lösemi hücrelerini olanaklar ölçüsünde yok etmektir.
Bazı hastalara (tanı sırasında kanda yüksek oranda lösemi hücresi bulunması veya organların ağır şekilde lösemi etkisinde bulunması durumunda) asıl uygulanacak tedavi öncesinde ön tedavi diye adlandırılan bir tedavi uygulanır. Yaklaşık bir haftalık bu ön tedavinin hedefi, hücre parçalanma sendromu veya tümörlizis sendromu gibi komplikasyonlardan kaçınabilmek için, lösemi hücrelerinin sayısını adım adım, vücudu olabildiğince yormadan azaltabilmektir.
Tedavinin toplam süresi: Kök hücre nakli (kemik iliği nakli – KİT) yapılmayan hastalarda, tedavi sırasında veya sonunda hastalık nüksetmez ise (tekrarlamaz ise) tedavinin toplam süresi yaklaşık bir buçuk yıldır. Yoğun tedavi evresi (yaklaşık altı ay) zarfında hastanın birkaç defa klinikte yatması gerekir. Ateş veya enfeksiyon gibi sorunlar ortaya çıkmazsa, kemoterapi seansları arasındaki dinlenme sürelerini hasta evinde geçirebilir. Daha hafif bir kemoterapiden oluşan ve yaklaşık bir yıl süren idame tedavisi boyunca hasta evinde kalabilir ama düzenli aralıklarla polikliniğe gelmek zorundadır.
AML hastalığının özel bir alt türünün görüldüğü Down-Sendrom’lu hastalar için ve promiyelositik lösemi hastaları için özel tedavi kuralları geçerlidir.
Tedaviyi iyileştirme araştırmaları ve kayıt
Almanya’da akut miyeloid lösemi (AML) hastası çocuk ve gençlerin hemen hepsi tedavi iyileştirme araştırmaları (tedavi protokolleri) çerçevesinde tedavi edilirler. Burada söz konusu olan klinik araştırmalardır. Araştırmaların hedefi, hastaları en güncel bilgiler ışığında tedavi etmek ve aynı zamanda tedavi imkanlarını daha iyileştirmek ve geliştirmektir.
Hastalık tanısı konduğu anda devam etmekte olan bir tedavi iyileştirme çalışması yoksa veya hasta bir çalışmaya kabul edilmek için gerekli ön şartlara sahip değilse kayıt sistemine kayıt edilir. Bu durumda tedavi genellikle tedavi merkezinin önerileri doğrultusunda gerçekleştirilir. Böylece hasta o an için mevcut olan en optimal (uygun) tedavi seçeneği ile tedavi edilmiş olur.
Halen Almanya’da AML hastası çocuk ve gençlerin tedavisi için genellikle uluslararası katılımcılarla beraberce yürütülen aşağıda belirtilen tedavi araştırmaları (protokolleri) ve kayıt sistemi kullanılmaktadır.
• AML-BFM 2012 çalışması: AML-BFM 2012 çalışması: 18 yaş altında ilk kez AML hastalığına yakalanan çocuklar için ( Down sendromlu/geçici myeloproliferatif sendromlu hastalar ve akut promyelositer lösemili çocuklar hariç) uygun bir protokoldür. 2012 yılında kapanmış olan ve 31.12.2014 tarihinden itibaren geçerli olan AML-BFM 2004 çalışmasının devamı niteliğinde bir protokoldür. Bu çalışmaya almanya genelinde bulunan bir çok pediatrik hematoloji onkoloji merkezi ile birlikte, İsviçre, Avusturya, Çekoslovakya ve Slovakyadan merkezler katılmaktadır.
• AML-BFM 2012 kayıt sistemi: Bu kayıt sistemine 18 yaş altında olup hiç bir tedavi iyileştirme çalışmasına dahil olmayan hastalar kayıt edilmektedir. Bu kayıt sistemi, AML-BFM 2004 protokolü 2012 yılında tamamlanınca, yeni tedavi programı kullanılabilir hale gelinceye (bakınız AML BFM 2012) kadar hastaların en iyi şekilde tanı alması ve tedavi edilebilmesi için oluşturulmuştur. Bu kayıt sistemine daha önce AML-DS 2006 kayıt sistemine kaydedilen down sendromlu aml hastaları da kayıt edilmektedir. Bu hastalar için oluşturulmuş olan TMD önleme 2007 çalışması kısa süre önce kapanmıştır. Down sendromlu AML hastaları ve TMD hastalrı için önerilen tedavi şemalarınde değişiklik olmamıştır.
• AML SCT-BFM kayıt sistemi: ocak 2016 yılına kadar çeşitli nedenlerle (hastalığın tekrar etmesi, standart tedaviye hastalığın cevap vermemesi) kemikiliği nakli yapılamsı gereken çocuklar AML SCT BFM 2007 araştırması çerçevesinde tedavi edilmişlerdir. Bu çalışmaya 21 yaş altındaki hastalar alınabilmekteydi. Şubat 2016 tarihinden itibaren bu tedavi iyileştirme çalışmasına hasta kabul edilmemektedir. Bu özelliklere sahip hastalar 2016 yazından beri AML BFM SCT kayıt sistemine alınmaktadırlar. Kayıt sistemi merkezinin tedavi önerileri halen daha önce uygulanmış olan tedavi protokolü uyarınca yapılmaktadır.
• Halen, yukarıda bahsedilen kemikiliği kayıt sistemi dışında hastalığı tekrar eden veya hastalığı tedaviye dirençli olan hastalar için uygulanmakta olan güncel bir tedavi protokolü olmamakla birlikte uluslararası bir kayıt sistemi (AML relapsed 2009) bulunmaktadır. Bu kayıt sistemine 18 yaş altında olan hastalar alınmakta ve tedavi daha önce yapılmış olan relapsed 2001/01 çalışmalarının önerileri doğrultusunda yapılmaktadır. 2017 yılında aml relapse 2010 isminde yeni bir çalışma açılması planlanmaktadır.
AML SCT BFM 2007 çalışma merkezi ve AML SCT BFM kayıt merkezi Hannover Tıp Yüksek Okulu Pediatrik Onkoloji ve Hematoloji Bölümünde bulunmaktadır ve Prof Dr Martin Sauer tarafından yönetilmektedir. Yukarıda adı geçen tüm diğer çalışmalar ve veri kayıt bankaları Essen’de bulunan üniversite kliniğindeki çocuk kliniğinde bulunmkta ve Prof Dr Dirk Reinhardt tarafından koordine edilmektedir.
Tedavi başarısı
Akut miyeloid lösemi (AML) hastası çocuk ve gençlerin tedavi şansları son otuz yıl içerisindeki gelişmeler sayesinde önemli ölçüde artmıştır. Bugün uygulanan modern araştırma metotları ve yoğun standart kombinasyonlu kemoterapiler yardımıyla hastaların yaklaşık % 70 kadarı tanı konulduktan beş sene sonra hastalıksız olarak yaşamaktadırlar (5 yıllık hastalıksız sağkalım).
Öte yandan AML hastalarının yaklaşık % 30 kadarının bugün için henüz tedavi edilemedikleri ortadadır. Bunun bir nedeni başarılı tedaviden sonra hastalığın nüksetmesi oranının (residif, relaps, tekrar) yüksek olmasıdır. Hastalığın tekrarlama riski AML hastalarının hemen hemen üçte birinde görülmektedir.
Bunun yanısıra ilk tedaviye yanıt vermeyen veya yetersiz yanıt veren hastalar da bulunmaktadır: Hastaların yaklaşık % 10 kadarında hastalıksız olma durumu yani remisyon hedefine erişilememektedir. Bu durum, doktorlar tarafından tedavi başarısızlığı diye adlandırılmaktadır.
Genel olarak hastalığın tekrar ettiği durumlarda, özellikle de ilk remisyonun elde edilmesinden sonraki ilk bir yıl içinde ortaya çıkan nükslerde tedavi başarısı çok düşüktür. Tedaviye başından itibaren iyi yanıt vermeyen hastalar için de aynı durum söz konusudur. Yeni bir kemoterapi (residif tedavisi) ve bunu takiben uygulanacak kök hücre nakli (kemikiliği nakli) ile bu hastaların iyileşmesi mümkün olabilmektedir.
AML residifli hastalarda (AML ‘si tekrar eden hastalarda) tedavi başarısı (5 yıllık hastalıksız sağkalım) bugün için % 38 dolayındadır. Bugünkü tedavi iyileştirme araştırmaları çerçevesinde ve gelecekteki araştırmalar ile bu hastalar için daha iyi tedavi sonuçları elde edilmesi hedeflenmektedir.
Uyarı: Belirtilen iyileşme oranları istatistiki bilgilerdir. Bu rakamlar AML hastalarının tamamı için önemli ve geçerli bir bilgi içermektedirler. Ancak hastanın iyileşip iyileşmeyeceği istatistikî olarak önceden belirlenemez. Lösemi hastalığı, en uygun şartlardaki hastalarda veya en riskli hastalarda bile hiç beklenmedik şekilde seyredebilir.
ALBİNİSM
Albinism kelime olarak bir gurup kalıtsal durum anlamına gelir.Albinismli insanların gözlerinde, derisinde ve saçlarında ya çok az pigment bulunur yada hiç bulunmaz. (bazen sadece gözlerde bulunabilir.) onlar ebebeyinlerinden bir genin değişmiş kopyasını alırlar ki bu genler de doğru çalışmamaktadır. Değişmiş gen vücudun melanin denilen bir pigmenti normal miktarda üretmesini engeller.
Yaklaşık olarak 17 000 insanda 1 bir çeşit albinism görülmektedir. Birleşik Devletlerde 18 000 e yakın insan etkilenmiştir. Albinism her ırktan insanı etkilemektedir. Çoğu albinismli çocuğun ebebeyinlerinin saç ve göz rengi normal renktedir ve etnik geçmişlerinde böyle bir durum görülmemektedir.
Melanin pigmenti nedir ?
Melanin koyu içerikli ve ışıktan koruyucu diye bilinen bir pigmenttir. Melanin pigmentinin derideki temel görevi güneşten gelen ulraviole ışınlarını soğurarak derinin hasar görmesini engellemek. Güneş derideki melanin pigmentinin artmasına neden olarak bronzlaşmayı ortaya çıkarır. Çoğu albinismli insanın derisinde melanin pigmenti yoktur ve güneşe maruz kalımca bronzlaşmaz. Bunun sonucu olarak derileri güneş ışığına karşı çok duyarlıdır ve yanıklar oluşur.
Melanin pigmenti göz ve beyin gibi vücudun diğer bölgelerinde de etkilidir;ama melaninin buralarda tam olarak ne yaptığı bilinmemektedir. Melanin retinada ve retinanın fovea denilen bölgesinde bulunmakta ve gelişme sırasında melanin pigmentinin eksikliğinde tam olarak gelişmemektedir. Retinanın diğer bölgeleri melaninin varlığında yada yokluğunda normal olarak gelişmektedir. Gelişim sırasında retinada melanin yoksa gözle beyin arasındaki sinirlerin bağlanışıda değişmektedir. İriste de melanin vardır ve bu irise ışık geçirmez bir özellik kazandırır. Albinismde iristeki pigment azdır ve bu yüzden iris ışığa karşı yarısaydamdır ama iris tam olarak gelişir ve işlevini yerine getirir.
Melanin nasıl oluşur ?
Melanin melanosit denilen özel hücrelerde oluşur. Bu hücre deride,saçta ve gözün iris ve retina bölgelerinde bulunur. Amino asit tyrosine’i melanine çevirirken bir çok basamak vardır. Figürde de görebileceğiniz üzere iki çeşit melanin oluşur: siyah-kahverengi eumelanin ve kırmızı-sarı pheomelanin.
Vücudumuzdaki tüm metabolik olaylarda olduğu gibi bir bileşenin diğer bir bileşene dönüşmesi enzimler sayesinde olur. Mesela ABC gibi basit bir reaksiyonda A’nın B’ye dönüşmesi enzim 1 in, B’nin C’ye dönüşmesi enzim 2 nin etkinliğiyle olur. Melaninin olşumuda buna benzer bir reaksiyonla olur ama daha karmaşıktır ve tüm adımları bilinmemektedir.
Tyrosinaz melaninin oluşumundaki temel enzimdir. Tyrosinaz tyrosine’i DOPA ya ve onuda dopaquinone^ye dönüştürmekle görevlidir. Sonra dopaquinone siyah-kahverengi eumelanin yada kırmızı-sarı pheomelanini oluşturur. Tyrosinaz enzimi kromozom 11 üzerindeki tyrosinaz geni tarafından üretilir ve bu genin mutasyonu bir çeşit albinisme neden olur çünkü değişmiş gen tarafından üretilen enzim doğru çalışmaz.
Protein 1’le ilgili tyrosinaz yada DHICA oxydaz protein 2’yle ilgili tyrosinaz yada dopachrome tautomeraz diye bilinen iki enzim eumelanin pigmentinin oluşumunda önemlidir. Her iki enzimin sentezinden sorumlu genler 9. Kromozomun üzerinde bulunmaktadır. DHICA oxydaz genindeki değişmeler bu enzimin işlevinde kayıplara yol açar ve bu da albinisme neden olur. Dopachrome tautomeraz genindeki değişim albinisme neden olmaz.
Başka üç gende melanin pigmentinin oluşumunda ve albinismde bulunan proteinler üretmektedirler ama bunların kesin rolleri bilinmemektedir. Bu genler: kromazom 15 üzerinde bulunan P geni, kromozom 10 üzerinde bulunan Hermansky-Pudlak sendromu geni ve X kromozomunda bulunan ocular albinism geni.
Albinism ile ilgili sorunlar nelerdir ?
Normal görüşü geliştirmek için göz melanin pigmentine ihtiyaç duymaktadır. Albinismli insanlar gelişme sırasında normal miktarda melanin pigmenti bulunmadığı için zayıf bir görüşe sahiptirler. Deri güneşten korunmak için pigmente ihtiyaç duyar ve albinismli insanlar bu yüzden güneşte kolayca yanarlar. Tropik bölgelerde çoğu güneşten korunmayan albinismli insan deri kanserine yakalanmıştır.
Ayrıca zeka geriliği, duyma bozukluğu, kan pıhtılaşmaması gibi değişik sorunları olan başka albinism çeşitleri de vardır.
Albinism sosyal problemlere de neden olabilir çünkü albinismli kişiler ailelerinden, eşlerinden ve etnik gurubundaki diğer kişilerden farklıdırlar.
Albinismli bir çocuğun zihinsel ve bedensel gelişimi normal olabilir. Gelişimin dönüm noktaları olması gereken yaşta olur. Çocuk ve genç albinismli insanların genel sağlığı normaldir ve melanin pigmentinin deri, göz ve saçlardaki eksikliğinin beyine, sinir sistemine, kaslara, üreme sistemine bir etkisi yoktur. Hayat uzunluğu normaldir.
Ne gibi göz problemlerine neden olabilir ?
Sadece gözde yada saç ve deride de albinism olan insanlar da bazı sorunlar vardır.
Albinismli insanlar kör değildir ama görüşleri normal değildir ve gözlüklerle tam olarak düzeltilememektedir. Had safhadaki miyop yada hipermetrop ve astigmat genelde görülür ve bazı albinismli insanlarda gözlükler duyarlılığı arttırabilir. Düzeltilmiş görüntü 20/20 (20 feet te ne görülebiliyorsa 20 feetten görme;normal ) ile 20/400 (400 feetten ne görülüyorsa 20 feetten görme; kısmen kör) arasında değişir. Gözlük kullanılsa bile normal yada normale yakın görüş beklenmez.
Nystagmus: Gözün istemdışı ileri geri hareketi. Çoğu albinismli insan oynaklığı düşürücü ve görüşü arttırıcı kafa hareketleri öğrenmektedir.
Strabismus: Gözlerin odaklanamaması ve birlikte bir izi takip edememesi. Buna rağmen iki göz birlikte çalıştığı zamanki kadar keskin olmasa da bazı albinismli insanlar derin bir algıya sahip olabilirler.
Photophobia denilen ışığa duyarlılık. İris ışığın göze rasgele girmesine izin verir ve buda duyarlılığa neden olur. Genel bir yargının aksine bu duyarlılık albinismli insanların güneş ışığında dışarı çıkmasına engel olmaz.
İrisin rengi mavi/gri yada açık kahverengi. Albinismli insanların kırmızı gözlü olduğu genel bir görüş olmasına rağmen göz rengi griden mavi ve kahverengiye kadar çeşitlilik gösterir. Normal aydınlatma durumunda iris kırmızımsı yada menekşe rengi gözükür. Bu kırmızımsı görünüm gözün iç kısmını örten retinadan gelmektedir. Bu kırmızımsı görünüm kameraya direk bakan birinin flaş patlayınca gözünün kırmızı gözükmesiyle aynıdır.
Albinismde temel problem foveanın gelişememesi. Fovea gözün küçük ama çok önemli bir bölgesidir. Retina göze gelen ışınları algılayan ve beyine giden sinyale çeviren sinir hücreleri içerir. Fovea retinada okumak gibi keskin görüşü sağlayan bir bölgedir ve bu bölge albinismde tam olarak gelişmemektedir. Albinismde foveanın neden gelişmediği tam olarak bilinmemektedir ama melanin pigmentinin yokluğuna bağlanmaktadır. Gelişen göz foveanın organizasyonu için melanine ihtiyaç duyduğu sanılmaktadır.
Albinismde gözdeki diğer bir temel anormallikte retinayı beyine bağlayan sinirlerin gelişimi. Albinismli insanlar sinyallerin gözden beyine gönderilmesinde alışılmadık bir örneğe sahiptirler(Diagram3). Gözden beyinin görme bölgesine olan sinir bağlantıları farklıdır. Bu olağandışı sinir sinyalleri gözün bir uyum içinde çalışmasını ve algılamasını engeller.
Ayrıca albinismde strabismusda olağandır ve optik sinirlerin farklı gelişmesinden kaynaklanmaktadır. Albinismde strabismus genelde şiddetli değildir ve sağ gözle sol göz arasında değişip durmaktadır.
Göz problemleri için ne yapılabilinir ?
Ophthalmolog ve optometris albinismde göz problemlerini hafifletmek için yardımcı olabilir ama tedavi edemezler.
Görsel duyarlılık için deneyimli göz doktorları çeşitli aletlerin reçetesini yazabilir. Herkes ihtiyaçları ve hobileri doğrultusunda görüşü farklı yollarda kullandığı için aletler herkesin ihtiyacını karşılamayabilir. Küçük çocuklar basit olarak gözlük kullanabilirken gençler çift odaklı gözlüklerden faydalanabilir. Göz klinikleri bioptik diye de bilinen gözlük üzerine takılan teleskopik camları önerebilirler. Bu aletler hem uzağı hemde yakını görmede etkilidir. Bir çok albinismli insana çift odaklı gözlükler ve normal gözlükler iyi bir okuma sağlamakla birlikte çok küçük ve hafif teleskopik camlar üretilmektedir.
Nystagmus için araştırmacılar her durumda faydalı bir tedavi için çalışmaktadırlar. Denenmiş tedavi yöntemleri bio geri beslenme, lens ve ameliyat içermektedir. En çok tavsiye edilen göz kaslarına gözün hareketini azaltan bir cerrahi müdahaledir. Buna rağmen gözdeki diğer anormallikler yüzünden görüş artmamaktadır. Albinismli insanlar belli bir noktaya parmak koymakla yada başı belli bir açıyla eğik tutarak okuma sırasında nystagmusu yavaşlatabilirler.
Strabismus için ophtalmologlar altı aylık bebekken bir tedaviye başlamayı öneriyorlar. Çünkü göz tam işlevine ulaşmadan başlanmalıdır. Ailelere, tercih edilmeyen gözün gelişmesi için tek gözün kapatılması önerilebilir. Göz hizasını geliştirmek için gözlük takmakta işe yarayabilir. Ameliyatla yada gözün dışından kaslara ilaç enjekte etmekle iki gözün bir noktaya odaklanamama problemi tam anlamıyla düzeltilemez. Buna rağmen bu tedavi göz hizalamasını arttırabilir ve kişinin pisiko-sosyal davranışlarında rahatlamasını sağlayabilir. Yinede sinirlerin yanlış yol izlemesi düzeltilemiyor. Derin algılama ameliyatla arttırılamamaktadır.
Photophobia, doktorlar güneş gözlüğü yada ışıkta kararan photochromic lensler önerebilirler. Çok erken yaşta kullanılsa bile bu gözlüklerin görüşü arttıracağı yolunda hiçbir iddia yoktur, sadece konfor sağlar. Çoğu albinismli çocuk yada genç renkli gözlükleri sevmemekte ve dışarı çıkarken şapka takmaktadır.
Albinismli çocuklara okulda nasıl yardımcı olunabilir ?
Albinismli çocuklar genelde başlarını eğerek yada kağıdı göze yaklaştırarak okurlar. Ayrıca görüşlerinde önemli bir ilerleme görmedikçe çocuklara gözlük kullandırmanız zordur. Bununla birlikte büyük yazılı kitaplar yada gözlük kullanımı manevi baskı yüzünden zor olabilir.
Çoğu sınıf albinismli öğrencilere yardımcı olmaktadır.
Koyu yazılı materyaller : albinismli çocuklar silik yazılmış kağıtları okumakta zorlanırlar. Beyaz üzerine koyu siyah tercih edilmelidir.
Büyük tip test kitapları :Okul normal kitaplar yerine daha büyük olanlarını alabilir. Çünkü albinismli çocuklar satır atlamalarda ve sayfa değişikliklerinde yerlerini bulmakta zorlanırlar ve bu şekilde daha kolay okumaları hatta not almaları sağlanabilir. Çalışma kağıtları fotokopi makinasında büyütülebilir. Albinismli çocuklar her zaman büyük kitaplara ihtiyaç duymazlar ama bu daha rahat etmelerini sağlar. Seslendirilmiş okumada teypler kullanılabilir.
Öğretmenin tahta notlarının kopyası: Çocuk sınıf arkadaşları tahtayı okurken elindeki notlardan takip edebilir.
Çeşitli optik aletler: Elle tutulan dürbünler, gözlük üzerine monte edilen teleskopik camlar, zoomlu kameralar ve birçok alet çocuklara yardımcı olabilir.
Bilgisayarlar: Büyük karakterli ve geniş ekranlı yazılım programları çocuklara yazmalarında yardımcı olabilir.
Görsel yardım için ayrılmış özel sınıflar öğrenci, aile ve sınıf öğretmeninin takım çalışmasını gerektirmektedir. Görme engelliler öğretmeni ve ophthalmolog yada optometris ileri derecede göz bozukluğunda tecrübelidirler.
Güneş altında ne kadar kalınmalıdır ?
Çoğu albinismli insan bronzlaşmaz ve güneşe maruz kaldıklarında kolayca yanarlar. Yaş aldıkça artan bir şekilde saç ve deride pigment üreten albinismli insanlar güneşten etkilenmiyebilir ve bronzlaşabilir. Eğer güneş yanıklara sebep oluyorsa o zaman vücudu güneşten ve zararlarından korumak lazımdır.
Güneş yanığı insan gözüyle görülemeyen güneş ışınlarından biri olan ultraviole ışınının yol açtığı deri tahribidir. Güneşlenmeden 2 ila 6 saat sonra kızarıklık başlar ve 24 saat geçmeden yanık tam kırmızıya dönüşmez. Bunun sonucu olarak kişi güneşten çıktıktan sonra yanık daha kötü bir hal alabilir. Uzun süreli güneşte kalmak tam bronzlaşamayan insanlarda deri kanserine yol açabilir. Buda ultrviole ışınlarından doğru korunma yollarıyla engellenebilir.
Güneşe dayanma sınırını saat olarak vermek çok zor çünkü günün saatlerine, iklime, derinin hassasiyetine ve havaya göre değişmektedir.
Enlem: Florıda da yanmadan güneşe 1 saat dayanabilen bir insan New Jersey de 2 saat dayanabilir.
Yükseklik: Her 1000 fitte güneşin yakıcı etkisi %4 oranında artmaktadır.
Çevre: Kum %25 oranında ultraviole ışınları yansıtmaktadır. Yani kumsalda gölgede otururken bile yanabilirsiniz. Taze kar 70-90% oranında yansıtır. Yansıyan ışımlar gemelde gölgede olan burun ve çene altı gibi bölgeleri yakabilir.
Hava: Puslu hafif bulutla kaplı güneşli bir gün 60-80% oranında ultraviole ışın içerir. Bulutlu günler insanları yanma riskinin az olduğu gibi yanlış bir kanıya düşürür.
Su: %96 gibi yüksek oranda ultraviole ışınları temiz sudan geçebilmektedir.
Mevsim: en çok ultraviole yoğunluğu yaz gündönümünde görülmektedir. 22 Haziran, 1 Mayıs’ta 15 Ağustos kadar yoğun güneş ışını vardır.
Günün saatleri: en yoğun saatler 10:00-14:00 arası standart zamanda yada 11:00-15:00 arası gün ışığından yararlanma zamanlarıdır.
Giysi: yüzmek için giyilen T-şörtler gibi ıslak giysiler %50 den fazla ışın geçirmektedir. Koyu yada kalın giysiler daha az ışını geçirmektedir.
Koruma kremleri ne kadar etkilidir ?
Albinismli insanlar güneşten koruyucu kremleri kullanırlarsa kabul edilebilir miktarda güneşe dayanabilirler. 1978 de FDA koruyucu kremleri sınıflandırmaya yarayan bir sisyem yayınladı. Sistem kremleri “güneşten koruma faktörü” yada “SPF” diye bilinen kuvvetlilik ölçümüne göre ayırdı. SPF; kremi sürdükten sonra yanma süresiyle kremi kullanmadan yanma süresinin oranını vermektedir. Mesela; bir insan öğlen güneşin altında yarım saat yanmadan oturuyorsa 4 faktörlü kremi sürdüğü zaman 0,5×4 saat yada 2 saat yanmadan oturabilir.
Unutmamalı ki SPF sadece bir ölçümdür ve kremler albinismli insanlara ölçüm yapılan kişilerden daha az etki etmektedir. Üreticiler SPF testlerini solar ışık altında yapmaktadırlar ve değerler normal çevre şartlarından farklı olabilmektedir.
Albinismli insanlara SPF si 15 ve üstü olan kremleri kullanması tavsiye edilir. SPF si 30 ve üstü olan kremler albinismli insanlara ideal korumayı sağlar.
SPF değerleri tanıtılırken FDA plajdaki insana vücudunun korumak için her biri yarım çay kaşığı olan 9 porsiyon krem önermektedir. Bu miktar genelde tüm vücut için şişenin dörtte birine denk gelmektedir. Kremi sistematik olarak sürmek çok önemlidir. Bazı albinismli insanların derilerinde gizli benekler yüzünden lekeli yanmalar meydana gelir. Kulakların üstü, kolların ve bacakların arkası genelde az güneş gören bölgeler olduğundan çabuk ve kötü yanmaktadır.
Krem deriye sürüldükten yarım saat sonra güneşe çıkmak en iyisidir.
Bazı güneş kremleri güneşe çıktıktan sonra sertleşmekte ve kabuk, plastik gibi artıklar bırakmaktadır.
Bazı insanlarda güneş yüzünden isilik oluşmaktadır. Sülfat, benzen gibi maddelere alrjisi olan insanlar PABA ürünleri içeren kremlerden uzak durmalılar. Alerjik reaksiyonlardan sonra kremler gözenekleri kapadığı için vücut güzelliği bozulabilir. Dermatologlar alerji durumlarında alternatif çareler önerebilir.
Albinism nasıl sınıflandırılır ?
İki önemli albinism çeşidi: deri, göz ve saçlarda melanin eksikliği anlamına gelen “oculocutaneous albinism” yada “OCA” ve melanin pigmentinin sadece gözlerde eksik olduğu; deri ve saçların normal olduğu “ocular albinism” yada “OA”. OCA OA ya göre daha sık görülür.
Oculocutaneous Albinismi Nasıl Sınıflandırıyoruz?
Çoğunluğu Uluslararası Albinism Merkezi tarafından yapılan çalışmalar ve diğer bireysel ve aile yardımlarıyla OCA’nın sınıflandırılması yıllar boyunca çok değişikliğe uğradı. Yıllarca “albinism” terimi sadece beyaz saçlı, beyaz derili ve mavi gözlü insanlar için kullanıldı. OCA ve renkli saç ve göz bulunan insanlar, özellikle Afrika ve Afrikan-Amerikan toplumlarında, artık kullanılmayan “tamamlanmamış albinism”,”parçalı albinism” ve “tam olmayan albinism” gibi terimlerle tanımlanmışlardır. 1960’larda Dr. Carl Witcop, OCA’nın pigmentli ve pigmentsiz tiplerini ayırmak için “saç kökü kuluçkalama” yöntemini geliştirdi ve “ty-neg” yada “tyrosinaz-negatif” ve “ty-pos” yada “tyrosinaz-pozitif” terimlerini kullanmaya başladı. Yeni koparılmış saç kökleri tyrosine yada dopa içeren test tüplerine konur ve pigment üreten hücrelerin melanin üretip üretmeyeceğine bakılır. Eğer pigment oluşmazsa test negatiftir ve ty-neg OCA teşhisi konulabilir. Eğer saç köklerinde melanin üretilirse test pozitiftir ve ty-pos teşhisi konulur. Bu basit test çok çeşitli OCA tiplerinin olduğunu göstermesine rağmen sonradan yapılan çalışmalar saç kökü kuluçkalama yönteminin çok hassas olmadığı ve bir çok yanlış negatif ve pozitif tanısı koyduğu görülmüştür. Bunun sonucu olarakta saç kökü kuluçkalama yöntemi kişiye OCA teşhisi koymakta daha fazla kullanılmadı.
Saç kökü testinin güvenilirliğini arttırma çalışmaları sırasında duyarlı saçkökü tyrosinaz enzimi aktivitesi geliştirildi. Ancak biyokimyasal çalışmalar duyarlı saçkökü tyrosinaz enzimi aktivitesi testinin de güvenilir olmadığını kanıtladı ve bu yöntemde artık kullanılmamaya başlandı.
1980’lerde OCA sınıflandırılması çok dikkatli deri, saç ve göz araştırmalarıyla genişledi. Bunun sebebi ise, farelerde pigmentasyonu kontrol eden 50 den fazla gen olduğunun bilinmesi ve OCA bulunan insanlarda dikkatli deri ve saç araştırmalarıyla bu genlerin insanlardaki karşılığının bulunabileceğinin düşünülmesidir. Platinyum OCA, minumum pigmentli OCA, sarı OCA, ısıya duyarlı OCA, otozoma bağlı kalıtsal ocular albinism ve kahverengi OCA’i içeren bazı OCA çeşitleri bulundu ve bunların hepsinin farklı genler tarafından oluştuğu düşünülüyordu. 1990’larda çoğu albinism çeşidinin genlerini tanımlayabildik ve OCA’yı saç, deri ve göz rengine göre sınıflandırmanın doğru olmadığını içerdikleri özel genlere göre sınıflamanın daha doğru olacağı bulundu.
Şimdi beş tane OCA ile ilgili bir tanede OA ile ilgili tanımlanmış gen biliyoruz.
OCA da her gen için pigmentasyon dizisi çok geniştir. Son 20 yılda belirlenen çoğu farklı OCA çeşitleri ve altçeşitleri şimdi belirli bir genetik yerle gösterilebiliyor.
Albinismli insanlar çocuk sahibi olabilir mi?
Albinism çocuk sahibi olma yeteneğini sınırlamamaktadır. Çocuk albinismli olabilirde olmayabilirde. Bu anne ve babanın genetik yapısına bağlıdır.
Albinismli insanlar normal hayat ömrünü yaşayabilir mi?
Genelde albinismli insanlar normal hayat süresine sahiptirler. Bazı tıbbi sorunlar toplumun diğer kesimlerindekilerle benzerdir. Deri kanseri görülebilir ama bu engellenebilir.
Albinismli insanlar normal zekaya sahip midirler ?
Albinism zihinsel zayıflamaya yada gelişiminde gecikmeye yol açmaz. Bireysel becerileriyle iyi bir kariyere sahip olabilirler. İşlevleri sadece görüş zorluğuyla sınırlıdır. Albinismli bir çocuğun yada gencin gelişiminde problemler varsa başka sebepler aranmalıdır. Çünkü gelişim sorunları albinisme dayandırılamaz.
Kaynak: Ali Şengöz http://www.alisengoz.net
ALBÜMİNÜRİ (PROTEİNÜRİ)
Böbrek bozukluğunun en erken belirtilerinden biri olan albüminüri hakkında merak edilen tüm detaylar haberimizde… Albüminüri nedir? Albüminüri nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Halk arasında “ak tutma” olarak da bilinen Albüminüri nedir? Genellikle böbrek rahatsızlığı olan kişilerde görülen albüminürinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi… Hepsi ve daha fazlası için haberimize göz atmanız yeterli…
ALBÜMİNÜRİ NEDİR?
Albumin, normalde kanda bulunan bir protein türüdür. Vücudun her zaman proteine ihtiyacı vardır. Protein, kas yapısına, doku tamirine ve enfeksiyonla savaşmaya yardımcı olan önemli bir besin maddesidir. Fakat proteinin kanda bulunması gereklidir, idrarda değil. İdrarda albümin (protein) olduğunda, buna “albüminüri” veya “proteinüri” denir. Sağlıklı bir böbrek, albüminin kandan idrara geçmesine izin vermez. Hasarlı bir böbrek, bazı albüminin idrara geçmesine izin verir.
ALBÜMİNÜRİ BELİRTİLERİ
Belirtiler, böbrekler çok zarar gördüklerinde ve idrarda protein seviyeleri yüksek olduğunda farkedilebilir hale gelecektir. Bu durumda da belirtiler, ayak bileklerinin, ellerin, karın veya yüzün şişmesi şeklinde ortaya çıkabilir.
ALBÜMİNÜRİ NEDENLERİ
Albuminüri öncelikle böbrek fonksiyon bozukluğundan kaynaklanır, çünkü albümin denilen protein moleküllerini tutabilme yeteneğini kaybeder. Çeşitli durumlar ve hastalıklar, nefritik sendrom, hiperglisemi (yüksek kan şekeri), nefropati, glomerulo-nefrit, yüksek tansiyon, kardiyovasküler hastalıklar gibi endokardit, romatoid artrit ve diğer kronik enflamatuar rahatsızlıklar gibi böbrek fonksiyonlarını bozabilir. Yorucu egzersiz programı yapan kişiler için böbrekleri etkilemeden geçici (geçici) albüminüriye neden olabilir.
ALBÜMİNÜRİ TANISI
Albüminüriyi tespit etmek için mevcut tek test idrar testidir. Bu işlemde, kimyasal bir kağıt şeridi, idrar örneğine daldırılır. Kağıdın renginin değişmesi idrardaki yüksek protein içeriğinin açık bir göstergesidir.
ALBÜMİNÜRİ TEDAVİSİ
Öncelikle doktorunuz albuminüriye neden olan faktörü bulacaktır. Diyabetik nedenlerden dolayı, kan şekeri düzeylerini kontrol altında tutmak için ilaçlar verilir. Yüksek tansiyon için, BP’yi kontrol etmek için güçlü ilaçlar verilir ve bu hastalıkların kontrolü için yaşam tarzı değişikliği gereklidir.
Şiddetli şişlik (ödem) durumunda, doktorunuz vücuttan fazla su atımı için uygun ilaçlar verecektir. Ciddi böbrek problemi olan kişilerde, diyaliz veya böbrek nakli yapılır.
ACE inhibitörleri (Angiotensen Dönüştürücü Enzim), böbrek fonksiyonunu iyileştirmek için reçete edilir, böylelikle albümin idrara sızmaz. ACE inhibitörleri yüksek tansiyonun kontrol edilmesinde oldukça etkilidir. Ramipril, protein kaybı nedeniyle albuminüriyi kontrol altında tutmak için doktorlar tarafından reçete edilir.
Kişide albuminüri tespit edildikten sonra, doktor tarafından reçete edilen ilaçları almak zorundadır, diyet programlarını sıkıca takip etmenin yanı sıra kilo ve tansiyonu kontrol altında tutmak için düzenli egzersizler ve yaşam tarzı değişiklikleri yapmak zorundadır.
Bir çok hastalıklarda, özellikle böbrek hastalıklarında, idrarda albümin görülür.
Mümkün olduğu kadar süt içilmeli, patates haşlaması ile muhallebiyi sofradan eksik etmemelidir. Baharatlı yiyecekler, biber, turşu ve tuz kesinlikle terk edilmeli; kahve ve fazla miktarda su içilmemelidir. Albümin işemenin tedavisi için az proteinli perhiz yapılır. Gerçek iyileşme, ancak ana nedenin giderilmesiyle sağlanır. Eğer neden bir böbrek hastalığı ise, uygulanan tedavinin başarısı, idrara çıkarılan albümin miktarının azalıp azalmamasıyla anlaşılır. 24 saatte bir toplanan idrarda albümin miktarı ölçülür. Albüminin azalması tedavinin başarısını gösterir.
Ev tedavisi:
Doktorunuz tarafından önerilen diyet planını takip etmek şarttır. Eğer diyabetli iseniz ve tansiyonunuz varsa, çok fazla meyve, taze sebze yemeli ve buğday ve karbonhidrat alımını azaltmalısınız. Günlük yiyeceklerdeki tuz miktarını azaltın. Bolca su için. Düzenli olarak egzersizler yapın. Stres seviyesini azaltmak için de meditasyon ve yoga yapın. Kilonuzu azaltmak için doktorunuz ve diyetisyeniniz tarafından reçete edilen diyet planına sadık kalın.
ALERJİ
Allerji, normalde zararlı olmayan bir maddeye karşı vücudun aşırı reaksiyonudur, eski Yunanca’da “değişik reaksiyon” anlamına gelir.
Allerji’ yi şöyle de tarif edebiliriz:
Bazı kişiler çevrelerindeki maddelere; hava içindeki tozlara, yedikleri besinlere, kullandıkları ilaçlar, eşya veya kozmotiklere aşırı derecede duyarlı hale gelmektedirler. Bu gibi kişiler allerjik bünyeli olarak bilinirler. Aşırı hassasiyetten sorumlu bu maddelere de allerjen denir.
Bu maddeler vücuda solunum yoluyla, mide-barsak sistemi veya deri teması ile girebilirler. Bu aşırı duyarlığın oluşmasının nedeni çevrede allerjenlerin bulunuşu değil, kişinin allerjik bünyeli oluşudur.
Allerji tüm dünyada yaygın bir problemdir. Amerikada kronik hastalıklar arasında erişkinlerde üçüncü, çocuklarda da birinci sırayı tutmaktadır. Allerjik hastalıkların çoğu bebeklik veya çocuk döneminde başlamaktadır.
Son yıllarda allerjik hastalıkların sık görülmesinde, suni beslenme giyim ve çeşitli ilaç kullanımının da rolü olabilir.
Allerjik hastalıklara sebep olan allerjenler nelerdir ?
Allerjik hastalıklara sebep olan allerjenler çok çeşitlidir.
Havada bulunan polenler, küf mantar sporları, ev tozu akarları, hayvan tüy ve deri döküntüleri gibi allerjenler, toplumda toz olarak bilinen allerjenlerdir ve solunum yollarında allerji yaparlar.
Besin maddeleri, yumurta, buğday, süt, fındık, fıstık gibi kuru yemişler, meyveler ve kabuklu deniz mahsülleri de ağız yolu ile vücudumuza girerek genellikle deride ve barsaklarda allerji yaparlar.
İlaçlarla olan allerji her organda görülebilir. Bazı bitkiler ve kimyasal maddeler de derimize dokunduklarında temas allerjilerine sebep olurlar.
Bronşiel astma buluğ çağında kendiliğinden geçer mi ?
Bronşiel astmalı çocukların yüzde 30 unda şikayetler buluğ çağına erdiklerinde azalır, fakat bazen erişkin yaş dönemine girdiklerinde şikayetleri tekrar başlayabilmektedir.
Ayrıca hastaların diğer yüzde 30 unda hastalık şikayetleri buluğ çağında bir değişiklik göstermezken, geriye kalan üçte birinin şikayetlerinde artma gözlenmektir.
Allerjik bronşit mi, astma mı ?
Aslında allerjik bronşit ve astma eşanlamlı kullanılan 2 teşhistir.
Halk dilinde hafif vakalar için genellikle allerjik bronşit daha ağır vakalar için astma sözcüğü kullanılmaktadır.
Bebeklik çağında ateşli viral enfeksiyon ile başlayan allerjik bronşit durumlarında “bronşiolit” deyimi de kullanılır. Aslında bu deyimlerin tümü hiperreaktif solunum yolu hastalığı adı altında da toplanabilir.
“Bronşiel astımlılar spor yapmamalıdır” sözü doğru mu ?
Bronşiel astmalılar diğer normal kimseler gibi her çeşit sporu yapmalıdırlar.
Olimpiyatlar dahil çeşitli spor dalları ile uğraşan birçok astmalı kişiler bilinmektedir. Bunlar arasında olimpiyatlarda derece alanlar bile vardır.
Sigaranın astıma ya zararı var mıdır ?
Astmalılar kesinlikle sigara içmemelidir. Hatta odadaki sigara dumanı bile astmalının solunum yollarını rahatsız edebilmektedir. Araştırmalar, sigara içen annelerin çocuklarında daha sık astma ortaya çıktığını göstermektedir.
Allerjik anneler çocuklarını emzirebilir mi ?
Anne sütü ile beslenen çocukların besinlere karşı allerji olma ihtimalleri daha düşüktür. Bu nedenle özellikle allerjik annelerin bebeklerini en az 6-12 ay anne sütü ile beslemeleri tavsiye edilmektedir.
Astımlı kişiye özel bir diyet gerekli mi ?
Besin maddeleri bazı allerjik hastalıklara neden olabilir. Ancak, bronşiel astmaya sebep olmaları oldukça nadirdir.
Doktor tarafından tesbit edilmedikçe bronşiel astmalı hasta her besini yiyebilir.
Bebeklik yaşında tesbit edilen besin maddelerine allerji genellikle ileri yaşlarda ortadan kaybolabilmektedır. Öte yandan, sülfit ve benzeri katkı maddeler içeren gıdalar astmalı hastalarda şikayetlere neden olabilir.
Allerjik hasta diş hekimine gidebilir mi?
Diş tedavisi sırasında kullanılan ilaçlara karşı allerjik reaksiyon her kişide görülebilir.
Ancak bu maddelere karşı allerjik reaksiyon görülme ihtimali allerjik hastalığı olan kişiler için daha fazla değildir. Yani, bir allerji hastası ile allerjik hastalığı olmayan bir kişi arasında, allerjik reaksiyonların görülme ihtimali aynıdır.
Her hasta için diş tedavisi öncesi nasıl titizlikle hikaye alınması gerekiyor ve ne gibi önlemler alınıyor ise bir allerji hastası için de aynı önlemler geçerlidir. Ancak diş hekiminin kullandığı ilaçlara daha önce allerjik reaksiyon göstermiş olan kişiye aynı tipteki ilaçların ne diş tedavisinde ne de herhangi başka bir yerde verilmemesi gerekir. Zaten diş hekimleri bu yönden bilgi ve tecrübe sahibi olan ve allerjik bir reaksiyon görülse bile ilk müdahaleyi yapabilecek şekilde eğitilmiş kişilerdir.
Astma hastalarına narkoz verilebilinir mi?
Astma hastasının narkoz almasında sakınca olmadığı gibi, ağır astma krizlerinde bazen son çare olarak hastaya narkoz verilerek ancak nefes alması sağlanablir.
Sadece astmalı kişilerde değil herkesde anestezi sırasında bronş hiperreaktivitesi gözlenebilir.
Anestezi uzmanları tecrübe ve bilgi sahibi olduklarından astmalı hastalarda anestezi vermekte güçlük çekmezler.
Astmalı hastalar uçağa binebilir mi?
5 -10 bin metre yükseklikte uçan jetlerde, kabin içi oksijen konsantrasyonu deniz seviyesine nazaran biraz daha düşüktür. Ancak bu durum astma hastasının uçağa binmesini engelleyecek oranda değildir.
Sinüzitlerin allerjik nezle ile ilişkisi var mı ?
Burun mukozası yüz sinüsleri ile sıkı komşuluk içinde olduğundan allerjik nezleli hastalarda kolaylıkla sinüslerin kanalları tıkanarak enfeksiyon gelişebilir.
Allerjik nezleli hastaların yüzde 40 ında sinüzit birlikte bulunur.
Astmalı çocuklarda bademcik ve adenoid ameliyatı olabilir mi ?
Çocuk astmalı olsun veya olmasın bademcik ve adenoidleri (geniz eti) enfeksiyon odağı haline gelmişse cerrahi olarak alınması gerekebilir.
Allerjik nezle veya astma ameliyatı engelleyici bir durum değildir. Ancak, allerjik şikayetler tonsil veya adenoid ameliyatı ile iyileşmez.
Allerji psikolojik bir hastalık mıdır ?
Emosyonel olaylar, korku, heyecan, sinirlilik yukarıda taşan bardak örneklerinde de anlatıldığı gibi allerjik hastalıklara sebep olmazlar ama kişide mevcut olan allerjik şikayetlerin artmasına neden olabilirler.
Özellikle çocukların hasta muamelesi yapılmadan arkadaşları ile kısıtlama olmaksızın koşup oynaması izin verilmelidir.
Allerjik hastalıkların tedavisinde kişinin genel sağlığı da önemli midir ?
Evet. Dengeli beslenme, proğramlı bir şekilde ekzersiz yapmak, düzenli uyku ile vücudu yeterince dinlendirebilmek kişinin genel sağlığı bakımından ve allerjik hastalıkların tedavisi için çok önemlidir.
Sigara kesinlikle içilmemelidir.
Hava değişimi faydalı mıdır ?
Bazı allerjik kişiler rahatsızlıklarının hava ve yer değişimi ile azaldığını farketmişlerdir. Örneğin, yüksek rakım ve kuru iklimde yaşayan hastaların deniz kenarlarına, veya sahil şehirlerindeki hastaların yüksek dağ iklimli yerlere gittiklerinde rahat ettikleri gözlenebilir.
Bu yörelerde yetişen çayır, ot ve ağaç türleri farklı olduğundan bunların yaydığı havadaki polenler de farklıdır ve yeni bir bölgeye gittiğinde kişi o iklimdeki polen, mantar küflerine allerjisi olmayabilir ve dolayısıyla bir rahatlama hiseder. Fakat bu hastalar allerjik bünyeli olduğu için birkaç ay veya sene sonra yeni yerleşim çevrelerindeki bitkilerin polenlerine de allerji oluşarak şikayetleri tekrar başlayabilir.
Bu nedenle allerji hastalarının kısa bir müddet rahat edebilmeleri için işini gücünü bırakıp yer değiştirmeleri tavsiye edilmez.
Tedavi edilmemesi sakıncalı olabilir mi?
Tedavi edilmeyen allerjik nezlelerde burunda polip gelişebildiği gibi bazen de astma gelişimine neden olabilir.
Atopik dermatit ve ekzema tedavi edilmediği takdirde enfeksiyonlara, bronşial astma kontrolden çıkarak kronik akciğer hastalıkları, amfizem, bronşektazi ve hatta kalp yetmezliğine yol açabilir.
Allerji aşıları olurken başka ilaç alınabilir mi ?
Allerji aşıları yapılmakta olan bir kişinin alamayacağı bir ilaç yoktur.
Kişi aşı tedavisi sırasında gerekli olan herhangi bir ilacı alabilir veya ameliyat olabilir. Çocukluk aşıları gerekiyorsa bu aşılar allerji aşısı ile aynı gün yapılmaz, 1-2 gün arayla yapılması tercih edilir.
Allerjilerin ortaya çıkma yaşı nedir ?
Allerjik bünyeli bir kimsenin belirli bir maddeye karşı allerji gelişmeden ve hastalık belirtisi ortaya çıkmadan önce sensitizasyon süresi dediğimiz bir tanışma devresi gerekir. Bu süreç birkaç dakika olabildiği gibi yıllar boyu da sürebilir. Bu sebeple allerjik hastalıklar allerjik bünyeli kimselerin yaşamlarının herhangi bir döneminde ortaya çıkabilmektedir.
Allerjik bünyeli doğmuş olan çocuklar genelde ilk 3-6 aylık dönemlerini rahat ve şikayetsiz geçirirler 6 aylık dan sonra çabuk ve sık üst solunum yolu enfeksiyonları ile birlikde zaman zaman kısa süreli kaşıntılı deri lezyonları oluşabilir. Üç yaşından sonra çocuklarda sık sık burun tıkanıklığı, burun akıntısı enfeksiyon nöbetleri başlar. Sonradan bu nezleler bronşlarada inerek öksürük ve hırıltılı solunuma şeklinde allerjik bronşite dönüşebilir.
Yapılan araştırmalarda erkek astmalıların yüzde 55, kadın astmalıların yüzde 72 sinin 10 yaş altında hastalığın başladığı tesbit edilmiştir.
Çocukluk çağında astma erkeklerde kızlara nazaran 2 misli daha sık görülmektedir.
Allerjik hastalıkların oluşmasını önleyebilir miyiz ?
Allerjik bünyeli olarak doğan çocukların allerjilerini önlemek veya belirtilerin ortaya çıkmasını ertelemek için bazı önlemler alınabilir. Bunlar, bebeklerin en az 6 ay anne sütü ile beslenmesi, bu müddet içinde başka hiç bir besin verilmemesi, evde kedi,köpek veya kuş beslenmemesi ve evde sigara içilmemesi gibi tedbirlerdir.
Allerji uzmanlığı nedir ?
Allerji Uzmanı (Allerjist) doktor, allerjik hastalıkların teşhis ve tedavisi dalında ihtisas yapmış doktor demektir.
Allerjistler allerji hastalıklarının en etkin tedavi yöntemleri konusunda eğitim ve tecrübelidirler. Allerjist bir doktor tıp fakultesinden mezun olduktan sonra önce Pediatri veya Dahiliye dalında ihtisasını tamamlar. sonra da allerji üst-ihtisası yapar.
Memleketimizde dermataloji ve göğüs hastalıkları uzmanlarıda çocuk veya iç hastalıkları dalında ek eğitim yaparak allerji uzmanı olabilmektedirler. Bu sebeple allerjistler aslında hastanın genel sağlığı konusunda ve diğer dahili konularda da bilgi sahibidirler.
ALLERJİK NEZLE
Allerjik nezle, hapşırma, burunda tıkanıklık, kızarıklık, kaşıntı ve akıntı ile seyreden ve toplumda sık görülen bir hastalıktır. Allerjik nezle mevsimsel bir seyir izleyebilir ya da belirtiler yıl boyunca hiç azalmadan devam edebilir.
Mevsimsel seyir izleyen tip daha sıktır, ilkbahar ve sonbaharda çeşitli polenlerin ortaya çıkması ile belirtilerde artış gözlenir. Yıl boyunca süren allerjik nezleye ise sebep olarak ev tozu gibi sürekli ortamda bulunabilen allerjenler gösterilmektedir.
Allerjik nezlenin tedavisi için temel amaç allerjiye neden olan uyaranın ortamdan uzaklaştırılmasıdır. Polenlerden korunmak için bahar aylarında pencereleri kapalı tutmak ve hava filtresi kullanmak düşünülebilir. Sabah erken saatlerde, kuru ve sıcak havalarda dışarıya çıkmamak polenlerden kaçınmak için çözüm olabilir. Tatil zamanlarını bahar aylarının dışında planlamak da faydalı bir önlem olabilir. Evcil hayvanların tüy, salya, dışkı ve idrarları ile temas etmemeye özen göstermek gerekir. Ev ve işyerinde küf oluşmaması için gerekli önlemler alınmalıdır. Akarlar ev tozu üzerinde yaşarlar ve dışkıları ile allerjik nezleye neden olurlar. Akarları ortamdan uzaklaştırmak için düzenli olarak elektrik süpürgesi ile temizlik yapmak ve yatak takımları ile perdeleri sıcak suyla yıkamak yerinde olacaktır.
ALERJİK RİNİT
Alerjik rinit Türkiye’de bilinen adıyla Saman nezlesi, burun solunum yollarında meydana gelen alerjik bir iltihaptır.[1] Polen, toz ve hayvan tüyü (dökülen cilt ve saç parçacıkları) gibi nesneler bunlara alerjisi olan kişiler tarafından solunduğu zaman ortaya çıkar. Olgulara boğaz kaşıntısı veya geniz akıntısı eşlik edebilir.
ALKOLİZM
Tarihçe
8 bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ilk ıslah etmesiyle bira yapımı başladı.
6 bin yıl önce Sümerler, Godin Tepelerinde (Batı İran ve Anadolu) bira ve şarap içiyorlardı. Paleolitik çağda fermente edilmiş meyve, tahıl ve baldan alkol yapılıyordu.
Metanol, Yunanca Methy ve Sanskritçe Madhu kelimelerinden gelir ve bal, sarhoş eden madde anlamına gelir.
Alkol kelimesi Arapçadan gelmektedir.
Distilasyon, İS 8. yy’da Arabistan’da başlamıştır.
Alkolizmin Kliniği
Alkolizm, davranışsal bir bozukluktur.
Tekrarlayıcı olarak fazla miktarlarda alınan alkole bağlı problemler gelişmesi anlamına gelir.
Alkolik, kötü sonuçlar doğurmasına rağmen, kompulsif bir biçimde alkol içmeye devam eder.
Alkolizmde, alkol alımının sınırlanması ile ilgili kontrol kaybolmuştur.
İnsanlar neden içiyorlar?
– Zevk almak
– Duygudurumu düzeltmek
– Stresle başa çıkmak
– Alkol içme arzusu (craving, aş erme)
Alkoliğin hayatı
İçenlerle arkadaşlık eder, evlenir
İçmek için her zaman neden vardır: mutluluk, neşesizlik, gerginlik vs
İçme fırsatları sonsuzdur: maç, av, parti, tatil, doğum günü vs
Alkolizm ilerledikçe problemler artar, yalnız içmeye başlar, gizlice içer, şişeleri saklar, durumun ciddiyetini saklamaya çalışır
Suçluluk duygusu gelişir, suçluluk ve pişmanlık duygularını bastırmak için daha çok içmeye ve sabahları kalkınca içmeye başlar.
Alkolizmde kısır döngü
Suçluluk ve anksiyete nedeniyle daha çok alkol alır, alkol aldıkça anksiyete ve depresyon derinleşir ve şu belirtiler ortaya çıkar: Uyku kalitesinde bozulma, gece uyanmalar, depresif duygudurumu, huzursuzluk ve sıkıntı hisleri, panik nöbetleri, göğüs ağrısı, çarpıntı, nefes almada zorluk ……
Alkolizmde fiziksel bulgular
– Arkus senilis: gözün kornea tabakasında yağ halkası
– Acne rosecea : kırmızı burun
– Palmar eritem: avuç içinde kırmızılık
– Asteriksis: Elde flapping tremor (büyük amplitüdlü titreme)
– Sigara yanıkları: parmak, göğüs vs’de
– Morarıklıklar (düşme ve çarpmalara bağlı)
– Hepatomegali (karaciğer büyümesi), karın ağrısı
– Spider anjioma
– Periferik nöropati (el ve ayaklarda his kusurları, uyuşma vs)
– Kan tetkiklerinde anormallikler: GGT, MCV, AST, ALT, ürik asit, trigliseritler, üre yükselir.
Doğal gidiş, cinsiyet farkı
Erkeklerde daha erken başlar (20 civarı), sinsi gidişlidir, 30 yaşından önce problemleri farketmek zordur. 45 yaşından sonra başlama nadirdir.
Kadınlarda başlangıç daha geç olur, depresyon daha sıktır.
Alkolizm tipleri
Gamma tipi alkolizm: Çok aşırı miktarda alkolün aralıksız biçimde alındığı epizotların yaşandığı, ama aralarda alkol alınmayan dönemlerin olduğu alkolizm tipi. Örneğin kişi günler boyunca sızıncaya kadar alkol alıp ayılır ayılmaz içmeye devam eder. Sağlık durumu nedeniyle içemez hale gelince birkaç gün hasta yatar, daha sonra 1-2 hafta alkol almaz ve sonra herşey yeniden başlar. Bu kişilerde temel problem alkol alımı ile ilgili kontrol kaybıdır, yasal ve sosyal problemler ön plandadır. Bunun tersine “Fransız tipi alkolizm”de kişi sürekli olarak fazla ama aşırı olmayan miktarlarda alkol alır, alkol kullanımı bir hayat tarzı haline gelmiştir. Herhangi bir nedenle alkol içmeyi durdururlarsa alkol yoksunluğuna girebilirler. Uzun vadede sağlık problemleri ortaya çıkar.
Tip A-B ya da 1-2: Erken yaşlarda başlayan, ailede alkolizm öyküsünün varolduğu, antisosyal kişilik bozukluğu ile birlikte sık görülen kötü gidişli alkolizm ve daha geç yaşta başlayan, aile öyküsünün olmadığı, daha çok depresyonun eşlik ettiği, daha iyi gidişli alkolizm tipi.
Komplikasyonlar (alkolizmin sonuçları)
Sosyal:
-Boşanma, terkedilme
-İş sorunları, devamsızlık
-Ev-iş-trafik kazaları
-Adli problemler
Tıbbi: 1.Akut sorunlar 2.Kronik sorunlar 3.Yoksunluk belirtileri
Karaciğer harabiyeti, kardiyomiyopati (kalp büyümesi), anemi (kansızlık), yüksek tansiyon, trombositopeni (pıhtılaşma sağlayan hücrelerde azalma), miyopati (kas yıkımı), kanser, teratojenite (anne karnındaki bebekte anormallikler), pankreatit (pankreas iltahabı), pnömoni (zatüre), merkezi sinir sistemi bozuklukları (retrobulbar nörit,Wernike-Korskof Sendromu ve bunaması, serebeller atrofi)
Alkol Yoksunluğu belirtileri
Otonomik hiperaktivite (terleme, nabız 100’ün üstünde)
titreme
uykusuzluk
bulantı ve kusma
geçici halusinasyon ve ilüzyonlar: alkolü bıraktıktan sonra 1-2 gün içinde görülür.
psikomotor ajitasyon
anksiyete
grand mal konvülzyonlar (epileptik nöbetler): alkolü bıraktıktan sonra 2 gün içinde görülür.
Deliryum tremens:
Uzun süre fazla miktarda alkol alan kişilerde alkolü kestikten 2-3 gün sonra ortaya çıkabilen, ölüm riski taşıyan bir tablodur.
Bilinç ve konsantrasyon bozukluğu, görsel halusinasyonlar (gerçekte var olmayan şeylerin görülmesi), bulunduğu zamanı ve yeri karıştırma ile kendini belli eder, hızlı başlayıp dalgalı bir seyir gösterir.
En sık eşlik eden psikiyatrik bozukluklar
– Majör Depresyon: Alkol bağımlılarının %30-50’sinde görülür
– Anksiyete bozuklukları: %30 sıklıktadır. Erkeklerde sosyal fobi, Kadınlarda agorofobi sıktır.
– İki uçlu duygudurum bozukluğu (manik depresif b)
– Diğer madde bağımlılıkları: başta sigara olmak üzere esrar vs.
– Kişilik Bozuklukları: antisosyal ve sınırda kişilik bozuklukları.
Alkolizm tedavisi
Alkolikler tedavi için başvurduklarında genellikle ‘dibe vurmuşlardır’ yani sağlık, aile, meslek, sosyal yaşam vb yönlerden büyük kayıplara uğramış ve çaresiz duruma düşmüşlerdir. Bu hale düşmeden pek çok alkolik bu zevki terketmeye yanaşmaz, ya da buna karar verse de kolayca vaz geçer. Önemli olan bu denli kayba uğramadan bu kısır döngüyü durdurmaktır. Bu nedenle kişinin alkolik olduğu yani alkol karşısında zayıf, hatta alkolün esiri olduğunu farkedip kabullenmesi düzelmenin başlangıç noktasını oluşturur. Erken dönemdeki alkoliklerin bu gerçeği farketmeleri için “motive edici görüşmeler” yapılır.
* Alkolizm tedavisi yoksunluk belirtileri kalktıktan sonra başlar
* Hedef ayıklıktır (sobriety): Eşlik eden psikiyatrik bozuklukların ayırıcı tanısı ve tedavisi için de bu önemlidir.
* Ekip tedavisi gerekir
* Tedavi hastanın ihtiyaçlarına göre seçilmelidir.
* Tedaviden sonra uzun süreli izlem gereklidir. Kişi uzun süre hastanede kalsa bile daha sonra izlenmezse alkole dönmesi kolaydır. Düzenli aralıklarla görüşmelere ya da kendine yardım gruplarına katılmalıdır.
* Nüksler (tekrarlamalar) ilk 6 ayda en sıktır.
İlaç tedavileri
* Disulfiram (Antabus)
* Antidipsojenikler:
Naltraxone, Acomprasate
* Seratonerjik antidpresanlar
* Lityum
Psikoterapi
* Sıcak ama biraz otoriter bir yaklaşım gereklidir.
* Adsız Alkolikler gibi kendine yardım grupları tedaviye entegre edilmelidir.
* Davranışçı-kognitif tedaviler iyi sonuç verir.
* Eğitimsel faaliyetler tedavinin önemli bir parçasıdır.
* Psikoterapilerde iç görü üzerinde yoğunlaşılmamalıdır. Psikanaliz gibi bu türdeki terapiler alkol kullanımını daha da arttırabilir.
* Hastanın içinde bulunduğu aile ele alınmalıdır, çünkü alkolizm bir “Aile Hastalığı”dır.
ALOPESİ AREATA
Alopesi areata (Latince: Alopecia areata) ya da halk arasındaki adıyla saçkıran ya da kılkıran hastalığı, saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın, tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesiyle kendini gösteren bir hastalıktır.
Hastalığın sık yinelemesi ve nasıl seyredeceğinin bilinmemesi nedeniyle hastaların yaşam kalitelerini etkilemesi olasıdır. Hastalığın nedenleri olarak genetik, psikolojikstresler, hücresel ve humoral bağışıklık, endokrin, bulaşıcı ve sinirsel etkenlerin rolü olduğu öne sürülmekle birlikte, altta yatan neden tam olarak bilinmemektedir.
Özellikle Stres altında, otoimmun hastalıklarda veya androjen, testosteron benzeri hormonların baskılaması sonucunda agresifleşen bağışıklık sistemi kendi hücrelerini yabancı olarak görüp bu hücrelerle savaşmaya başlar. Bu durumda kıl kökleri etrafında bulunan lenfosit denen hücreler sitokin diye adlandırılan kimyasallar salgılarlar ve bu da saçlarda dökülmeye neden olur.
Görünüm sıklığı
Tüm dünyada sıklıkla görülen bir hastalıktır. Normal nüfusta %0.1 oranında gözlenirken, dermatoloji polikliniğine başvuran hastaların yaklaşık %1-2’sinde görülür. Kadın ve erkekte eşit oranda görülebilir. Irk, cins ve yaş ayırımı yapmadan herkeste görülebilir. Ancak hastalar çoğunlukla genç erişkinlerdir. Hastaların %60’ı ilk atağı 20 yaş altında geçirirler.
Nedenleri
Hastalıkta saçlar dökülür, çünkü etkilenen bireylerin kıl folikülleri, bağışıklık sistemi tarafından hastanın kendisinin olarak tanınmaz ve yabancı olarak algılanarak reddedilir (özbağışıklık). Bunun neden olduğu, neden yalnızca belli bölgelerin etkilendiği ve kılların yeniden neden büyüdüğü bilinmemektedir.
Alopesi areatalı bir hastada tiroid hastalığı, şeker hastalığı, vitiligo (deride beyaz yamalar), ve Addison hastalığı gibi öbür özbağışıklık hastalıklarının gelişimi sağlıklı birine göre daha yüksek orandadır.
Hastalık bulaşıcı değildir, vitamin eksikliği ile ya da beslenme alışkanlıklarıyla ilgili değildir. Gerilim, stres, özellikle matem, ayrılma ve kazalar gibi olaylar bazen hastalık için tetikleyici olabilir.
Tedavisi
Alopesi areataída tedavinin planlanmasında her hasta için uygun tedavinin saptanması, öncelikli olarak söz konusu bu hastalığa ait özgeçmişinin, hastalığın tedavili veya tedavisiz olarak nasıl bir seyir göstermekte olduğunun ve özellikle tiroid hastalığı, atopik yapı ve doğumsal anomaliler (Down sendromu) gibi olumsuz prognostik parametrelerin eşlik edip etmediğinin dikkate alınmasıyla mümkündür. İkinci aşamada en uygun semptomatik uygulamanın seçilmesi söz konusudur ki burada klinik kaybın niteliği (alopecia areata reticularis, diffusa, ve niceliğinin saçlı derinin %50’sinden az veya fazla kayıp olması) saptanmasıyla hastalığın evresinin histopatolojik olarak değerlendirilmesi yer alır. Hastalığın hafif derecede seyrettiği erken dönemdeki hastalarda tedaviye gerek yoktur, onların saçları herhangi bir şey yapmadan tekrar geri gelir.
Hastalığın seyrini değiştiremese de bazı tedaviler saç büyümesini artırabilir. Hastalığın kendisi fiziksel sağlığı kötü yönde etkilemezken ciddi riskler taşıyan tedavilerden kaçınılmalıdır.
Uygulanan tedavi yöntemleri şunlardır
• Steroid kremler ve saçlı deri uygulamaları: Kel alanlara, genellikle günde iki kez, sınırlı bir süre için sürülerek uygulanır.
• Lokal steroid enjeksiyonları: Kafa derisinde ve kaşlarda uygulanır ve saç kaybının küçük yamalar şeklinde olanlarında en etkili tedavi yaklaşımı olduğu söylenmektedir.
• Steroid tabletler: Steroid tabletlerinin yüksek dozu saçların yeniden büyümesini sağlayabilir, fakat tedavi sonlandırıldığında alopesi çoğu kez tekrarlar.
• Ditranol krem: Bu krem psoriasis olarak adlandırılan başka bir deri hastalığının tedavisinde kullanılır, derinin irritasyonuna sebep olur ve bazen kel alanlara uygulandığında saç büyümesini uyarır.
• Kontakt duyarlandırıcı tedavisi: Hastada kimyasal bir madde ile alerji oluşturmayı kapsar (genellikle difensipron(DPCP) veya SADBE olarak adlandırılan kimyasallar ) ve kel alana bu kimyasalın çok düşük konsantrasyonu uygulanır, genellikle haftada bir kez uygulama hafif derecede inflamasyonu devam ettirmeye yeter.
• Ultraviyole ışık tedavisi: Burada alınan bir tablet veya uygulanan bir krem ile deri ışığa hassas hale getirilir, sonra kel alanlar haftada iki veya üç kez, birkaç ay boyunca ultraviyole ışığa maruz bırakılır.
• Minoksidil losyon: Kel alanlara uygulama saç büyümesine kozmetik olarak faydalı olmakla beraber bazı hastalara yardımcı olabilir.
ALOPESİ
Belirtileri nelerdir ?
Saç kaybı
Tinea Kapitis’te ; Kaşıntı
Deride kepeklenme
Kırılmış saçlar (Traksiyon Alopesisi)
Enflamasyon
Alopesi Areata’da ;Alopesi plağının bordüründe incelmiş saçlar
Alopesi plağının çevresindeki saçların kolaylıkla ele gelmesi.
Nedenleri nelerdir ?
Telojen Dökülme
Doğum sonrası İlaçlar (Oral Kontraseptifler, Antikoagülanlar, Retinoidler, Beta Blokerler,Kemoterapötik Ajanlar, İnterferon)
Fiziksel veya Psikolojik Stres
Hormonal (Hipotiroidizm veya Hipertiroidizm, Hipopituitarizm)
Nutrisyonel (Malnutrisyon, Demir Eksikliği, Çinko Eksikliği)
Diffüz alopesi areata
Anajen Dökülme
Mikozis fungoides
Röntgen Işını tedavisi
İlaçlar (Kemoterapötik Ajanlar, Allopurinol, Levodopa, Bromokriptin)
Zehirlenme (bizmut, arsenik. altın, borik asit, talyum)
Skatrisyel Alopesi
Konjenital veya Gelişme Defektleri
Enfeksiyon (Lepra, Sifiliz, Varisella- Zoster, Kutanöz Leishmaniazis)
Bazal hücreli kanser
Epidermal nevüs
Fizik ajanlar (asit ve alkaliler, yanıklar, donma, radyodermit)
Skatrisyel Pemfigoid
Liken planus
Sarkoidoz
Androjenik Alopesi
Sürrenal hiperplazisi
Polikistik Over
Karsinoid
Pituiter hiperplazi
İlaçlar (testosteron, danazol, ACTH, anabolik steroidler, progesteron)
Alopesi areata
Bilinmiyor, ( Otoimmun ? )
Traksiyon Alopesisi
Trikotillomani (saçları çekmek)
Gergin bir şekilde saçları toplamak, tokalar takmak
Tinea kapitis
Mikrosporlar
Trikofitonlar
Bakım ve öneriler ?
Telojen Dökülme: İlaç tedavisi, stres, yetersiz beslenme gibi başlatan olaydan 3 ay sonra maksimum dökülme ve nedenin kaldırılması ile iyileşme olur. Nadir olarak kellik kalıcıdır.
Anajen Dökülme: Başlatan olaydan bir kaç gün veya bir kaç hafta sonra dökülme başlar, nedenin ortadan kalkmasını takiben iyileşme gerçekleşir, nadiren kellik kalıcıdır.
Skatrisyel Alopesi: Kıl folikülleri geri dönüşümsüz hasara uğrar. Tek etkili tedavi; Cerrahidir. Greft transplantasyonu, flep transplantasyonu veya skatrisli bölgenin eksizyonu gibi yöntemler uygulanabilir.
Androjenik Alopesi: 12 ay topikal Minoksidil kullanımı ile, kullananların % 39 unda ve belirgin derecede saç çıktığı bildirilmektedir. Androjenik Alopesinin diğer tedavileri cerrahidir;saç transplantasyonu, saçlı derinin redüksiyonu, transpozisyon flep ve yumuşak doku ekspansiyonu gibi.
Alopesi Areata: Genellikle tedavisiz olarak 3 yıl içinde hastalık iyileşir. Ancak tekrarlama sıktır.
Traksiyon Alopesisi: Yalnız saç çekmenin bırakılması ile gerileyecektir. Psikolojik veya Psikiyatrik müdahale gerekli olabilir. Başarılı terapötik yaklaşımlar içinde ilaç, davranış modifikasyonu ve hipnoz sayılabilir.
Tinea Kapitis: Sıklıkla 6-8 haftalık tedavi gerekir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Androjenik Alopesi: Topikal % 2 Minoksidil
Tinea Kapitis: Çocuklarda Griseofulvin 10 mg/kg/gün, Ketokonazol 200 mg/gün tedavinin 6-8 hafta devamı gerekebilir.
Griseofulvin: Gebelik, Porfiri, Hepatosellüler Yetmezlik, Griseofulvine karşı hipersensitivite
varsa kontrendikedir.
Topikal Minoksidil Yan Etkiler
Gözlerde irritasyon ve yanma hissi
Su ve tuz tutulumu
Taşikardi
Anjina
Topikal steroidler Yan Etkiler
Lokal yanma ve batma hissi
Kaşıntı
Deride atrofi
Telanjiektazi
Uzun süre güçlü steroidler kullanılırsa Hipotalamo-Hipofizo-Sürrenal Supresyon
Griseofulvin Yan Etkiler
Fotosensitivite reaksiyonu
Lupusa benzeri sendrom
Oral kandidiyazis
Granülositopeni
Ketokonazol Yan Etkiler
Anafilaksi
Hepatotoksisite
Oligospermi
Nöropsikiyatrik bozukluk
Jinekomasti
Topikal Minoksidil Etkileşimler : Guanetidinle verildiğinde ortostatik hipotansiyona neden olabilir.
Griseofulvin Etkileşimler: Warfarinin aktivitesini azaltır. Barbitüratlar griseofulvinin aktivitesini azaltır
Ketokonazol Etkileşimler: Warfarinin aktivitesini arttırabilir. İzoniasid ve Rifampin, Ketakonazolun aktivitesini azaltır. Fenitoinle aynı anda kullanımı her iki ilacın da metabolizmasını değiştirir. Terfenadin ve Astemizol ile beraber alındığında QT aralığı ve ventriküler fazda uzama olabilir. H2 blokerleri veya Antasitler, ketokonazolun emilimini azaltır.
Kullanımları gerekiyorsa H2 blokeri veya antasitleri ketokonazolden en az 2 saat sonra verilmesi gerekir. Proton Pompa İnhibitörü; Omeprozol aynı nedenle kullanmaktan kaçınılmalıdır.
ALS (AMYOTROFİK LATERAL SKLEROZ)
Amyotrofik lateral skleroz (ALS hastalığı) nedir? Türkiye’de 10 bin kişiyi etkileyen ALS hastalığının belirtileri neler? Ünlü profesör Stephen Hawking’in uzun yıllar çektiği hastalık birçok kişi tarafından merak ediliyor.
Tüm sinir sistemini etkileyen ve yaşamı zorlaştıran ALS hastalığı çok sık rastlanmasa da, hastalığa sahip bireylerin hayatını son derece olumsuz etkiliyor. Türkiye’de Amyotrofik lateral skleroz (ALS) hastalığından etkilenen 10 bin kişi bulunuyor. Peki ALS hastalığı nasıl ilerliyor ve ALS’nin belirtileri neler?
ALS HASTALIĞI NEDİR?
Amyotrofik lateral skleroz (ALS) , aynı zamanda motor nöron hastalığı olarak da anılan, merkezî sinir sisteminde, omurilik ve beyin sapı adı verilen bölgede motor sinir hücrelerinin (nöronlar) kaybından ileri gelen bir hastalıktır. ALS hastalığı, merkezî sinir sisteminde, omurilik ve beyin sapı adı verilen bölgede motor sinir hücrelerinin (nöronların) kaybından ileri gelir. Bu hücrelerin kaybı kaslarda güçsüzlük ve erimeye (atrofi) yol açar. Ayrıca erken ya da geç hareketin birinci nöronu da hastalanır. Zihinsel fonksiyonlar ve bellek ise bozulmaz.
100.000’DE 1 GÖRÜLÜYOR
ALS hastalığı nda kaslardaki zayıflık ellerde ya da bacaklarda, ağız-yutak bölgesinde ya da dilde başlayabilir ve sürekli ilerleyerek yayılır. Bu yayılma “bulber” alandaki kasları da tutabileceği için konuşma ve yutma güçlüğüne neden olabilir. İleri evrelerinde solunum yetersizliğine de yol açabilir. Genellikle erişkin yaşlarda (40-50) ve erkeklerde, kadınlara göre biraz daha sık görülür. Görülme sıklığı (insidansı) 100.000 de 1-1,5 civarındadır. Daha genç ve daha ileri yaşlarda da ortaya çıkabilir ve genellikle zayıf insanlarda görüldüğü dikkat çekmektedir.
BİRÇOK ÜNLÜ İSİM ALS HASTALIĞINDAN ETKİLENMİŞTİ
ALS hastalarının ortalama üç ila beş yıl yaşayabildikleri belirlenmişse de, daha uzun süre yaşayan kişiler de vardır. ALS hastalığı na yakalanmış birçok ünlü kişi bulunmaktadır. Amerikan beyzbol oyuncusu Lou Gehrig, İngiliz aktör David Niven, Leeds United ve İngiltere Futbol Federasyonları menejerleri Don Revie ve Dieter Dengler, metal müzik gitaristi Jason Becker, Amerikan caz müzik bas çısı Charles Mingus, matematikçi Fokko du Cloux, İngiliz fizikçi Stephen Hawking, Çinli lider Mao Zedong, Galatasaray ve Fenerbahçe’de oynamış Türk futbolcu Sedat Balkanlı Amerikan politikacı Jacob Javits bu hastalığa yakalanmış ünlü kişilerden bazılarıdır.
ALS HASTALIĞI NASIL BELLİ OLUYOR?
Türkiye’de 10 bin kişiyi etkileyen ALS hastalığının belirtileri neler? Koç Üniversitesi Hastanesi Nöroloji Bölümü’nden Ebru Nur Yavuz, ALS hastalığının tanı ve tedavisi ile ilgili önemli bilgiler verdi. Anahtarla kapıyı açarken, düğme iliklerken zorlanıyor, yürürken bacaklarınız takılıyor mu? El ve ayak kaslarında belirgin güçsüzlük, seyirme ve kramplar mı yaşıyorsunuz? Bunlar yorgunluğun da belirtisi olabilir. Ancak bu şikâyetler günlük yaşantınızı etkilemeye başladıysa doktora danışmanızda fayda var. Çünkü hareketlerimizin gerçekleşmesinde önemli rolü olan kaslarda ve omurilikte hasara yol açan ilerleyici bir hastalık olan ALS ile karşı karşıya olabilirsiniz. Hastalığın ilk olarak 1869 yılında, Amerika’da ünlü beyzbolcu olan Lou Gehrig adıyla, İngiltere’de ise Motor Nöron Hastalığı (MND) olarak anılmaya başlandığına dikkat çeken Koç Üniversitesi Hastanesi Nöroloji Bölümü’nden Ebru Nur Yavuz, Türkiye’de de Galatasaray ve Fenerbahçe takımlarında yer almış olan ünlü futbolcu Sedat Balkanlı’nın hastalığı olarak bilindiğine değindi.
TÜRKİYE’DE 10 BİN ALS HASTASI VAR
Veriler, dünya nüfusunun yüz binde 2-6 kadarının ALS hastası olduğunu gösteriyor. Bu rakamlar doğrultusunda Türkiye’de toplamda 10.000’in üzerinde ALS hastası olduğu söylenebilir. ALS’nin en sık görülen formunda (%90-95) herhangi tanımlanan bir neden saptanmazken, yüzde 5-10’unu oluşturan formunda genetik geçiş söz konusudur. Hastalık sıklıkla 50-65 yaş aralığında ortaya çıkar. Genetik geçişli formlarda daha erken başlangıç mümkündür. Genetik yatkınlık dışında ALS için çeşitli risk faktörleri vardır. Sigara içmek, fiziksel aktivite, çevresel toksinler özellikle tarım ilaçları bunlar arasında sayılsa bile bu etkenlerin de etyolojideki rolü net değildir.
ALT ISLATMA
Alt ıslatma (enürezis) nedenleri nelerdir?
Çocuklarda alt ıslatmanın birçok hastalığın habercisi olabildiğini biliyor muydunuz? Peki alt ıslatma neden olur? Alt ıslatma sorunu nasıl çözülür?
Alt ıslatma (enürezis) nedir?
İdrar kaçırma, alt ıslatma olarak bilinen enürezis, çocukların gece ya da gündüz, istemsiz olarak idrarını kaçırması, elbiselerini ve yatağını ıslatması olarak tanımlanıyor. Beş yaşından büyük bir çocuğun, doğumsal ya da kazanılmış merkezi sinir sistemine ait bir sorun olmaksızın üç aydan uzun süre, haftada en az iki kez uykuda idrar kaçırması durumunda enürezisin varlığından söz edilebiliyor. Uzmanlar hastalığın “monosemptomatik ve polisemptomatik” olarak ikiye ayrıldığını ifade ederek; çocukta sadece uykuda idrar kaçırma oluyorsa bunun monosemptomatik idrar kaçırma, idrar kaçırmanın yanı sıra, sıkışma, damlatma, sık ya da seyrek idrar yapma ya da idrar tutma manevraları ile kesik kesik işemenin hastalığa eşlik etmesi durumlarında hastalığın polisemtomatik idrar kaçırma olarak tanımlandığını belirtiyor.
Alt ıslatma nedenleri nelerdir?
Uzmanlar genetik nedenlerden psikolojik sorunlara, alt ıslatmanın pek çok sebebi bulunabileceği ve bu sebeplerin mutlaka araştırılması gerektiği konusunda uyarıyor:
Genetik nedenler
Genetik nedenler önemli bir role sahiptir. Eğer ailede enüresis yoksa çocukta enüresis olma ihtimali %15 iken, bir ebeveynde enüresis olması bu ihtimali %44’e her iki ebeveynde olması ise %77’ye çıkarır.
Mesane ve ilgili sebepler
Mesane idrar yollarının son duraklarından biridir. Mesanede depolanan idrar gerilen mesanenin sinyal göndermesi ile kişiyi tuvalet arayışına sevk eder. Mesane duvarında normalde gevşek olan kas kasılarak idrar boşalımını gerçekleştirir. Özelikle tedaviye dirençli enüresisi olan çocuklarda mesane hacmi küçük olduğu için çabuk dolar. Mesane kası başına buyruk kasılabilir ve mesane tam dolmadan idrar yapma isteği uyandırarak gece birkaç kez idrarını kaçırmasına neden olabilir.
Uyku ile ilişki
Bu çocukların ailelerinden alınan genel bilgi aslında uykularının çok derin olduğu ve uyandırılmakta zorlandıkları yönünde. Bunu destekleyen araştırma bulguları olmakla birlikte direk bir nedensel ilişki kurulamamış. Yapılan araştırmalar enürezisin daha çok uykunun ilk üçte birlik kısmında daha sık olduğunu gösteriyor olsa da özelikle mesane kapasitesi düşük olduğu için sık idrar giden çocukların gece boyunca altlarına kaçırabildikleri görülmüş.
Merkezi sinir sisteminin gelişiminde gecikme
Enürezis tanısı alan çocuklarda yapılan araştırmalar sonucunda bu çocuklarda yaşıtlarına göre motor gelişim ya da dil gelişiminin daha geriden geldiği, boy kısalığı ya da kemik yaşının geri olması gibi bulgulara rastlanmıştır. Diğer destekleyen sebeplerden biri ve önemli olanı, bu hastalıkla birlikte yine beynin gelişimsel hastalıklarından biri olan dikkat eksikliği hiperaktivitenin daha sık görülmesi…
Hormonal etkenler
AVP (Arginin vasopressin antidiüretik hormon) vücudumuzda gece salgılanan ve idrar üretimini azaltan bir hormondur. Bu hormonun çalışmasında bir sorun olduğunda gece idrar üretimi artarak enürezise neden olabilir.
İlaçlar ve hastalıklar
Çocuğun kullandığı bazı ilaçların yan etkisi olarak, diyabet ya da üriner sistemi etkileyen hastalıkların alt ıslatma sebebi olabileceği akılda tutulmalı; idrar tahlili ve gerekirse ilgili tetkikler mutlaka istenmelidir.
“Kardeşi olunca altına yapmaya başladı…”
Enürezis, yeni doğan kardeşe karşı gelişen kimi zaman saldırgan duyguların kimi zaman sevgiyi paylaşmaktan gelen hayal kırıklığının ifadesi olabilir. Bebek olan kardeşine gösterilen sevgiyi o da tıpkı bebek gibi altına kaçırarak elde edebilir. Tabii ki bunu çocuk bilerek ve istemli olarak yapmaz ancak kendince sevilme ihtiyacını ve mutsuzluğunu gösterme yoludur. Çocuk psikiyatrisinde bu bebekleşme davranışlarına “regresyon” yani bebekliğe gerileme adı verilir. Çocuktan gelen bu sinyaller asla görmezden gelinmemelidir.
Ailede ölüm, boşanma, taşınma, okulda yaşanan travmalar, hastanede yatma, çocuğun ihmali ya da istismarı çocuğun yaşamında onu sıkıntıya ve korkuya sokabilecek her türlü olay enürezisi ortaya çıkarabilir. Bu durumlarda alt ıslatma aslında yaşanan mutsuzluğun ve kaygının ifade şeklidir.
Eğer anne çeşitli nedenlerle (çoğunlukla annenin mutsuzluğu ya da korkuları) çocuğun üstüne aşırı düşüyorsa çocuğun yapması gereken her şeyi anne onun yerine yaparak (gece onunla uyuyor, yemeğini kendi yediriyorsa) çocuğun büyümesine izin vermiyorsa çocuğun bebek olarak kalmaktan başka çaresi olmayacaktır. Bu durumda tüm bebekler gibi o da altını ıslatacaktır. Bu noktada alt ıslatma aslında çocuğun büyümesine engel olan anne çocuk ilişkisinin bir göstergesidir. Çoğunlukla bu anneler tuvalet eğitimi vermekte gecikir ve çocuk uzun süre bezli olarak kalır.
Diğer taraftan bazı anneler aşırı titiz, düzenli ve kurallı olabilir. Bu ailelerde olması gerekenler çocuğun ihtiyaçlarına ve gelişimsel düzeyine değil; annenin kafasındaki kurallara ve düzene tabidir. Çocuk annesinin kurallarına uymak zorundadır ve bu ailelerde alt ıslatan çocuk aslında bu düzene direkt olarak değil; belki pasif olarak tepki gösteriyor olabilir.
Alt ıslatma tanısı nasıl konulur?
Liv Hospital Çocuk Nefroloji ve Romatoloji Uzmanı Prof. Dr. Ozan Özkaya idrar kaçırma tedavi yöntemlerini anlattı.
Üriner sistem enfeksiyonları, tübüler hastalıklar, şeker hastalığı gibi durumlarda alt ıslatmaya yol açabileceğinden öncelikle idrar tetkiki yapılması gerekir. Gündüz de idrar kaçıran hastalarda ileri ürolojik inceleme gerekebilir.
Alt ıslatma tedavisi nasıl yapılır?
İdrar kaçırma kendi kendine düzelen bir durum olmakla birlikte, çocuğu ve aileyi sosyal olarak etkileyen bir durumdur. Psiko-sosyal sorunlara yol açabilmesi ve çocuğun özgüven azalmasına ayol açabileceği için tedavi edilmesi gereken bir durumdur.
Destekleyici tedavi
Takvim tutma ve ödüllendirme: Her sabah çocuğun çeşitli sembollerle belirlediği, kuru ve ıslak geceleri işaretlediği bir takvim doldurması sağlanır, takvimde kuru gün sayısı için bir hedef belirlenerek, bu sayıya ulaşınca ödüllendirilir.
Sıvı alımının kısıtlanması: Akşamları yatmadan 2 saat önce sıvı alımı kısıtlanmalıdır, öğle ve akşam tuz ve kalsiyum miktarı az olan yemekler faydalı olabilir.
Mesane eğitimi: Çocuğun yatmadan önce tuvalete gitmesi önerilir. Bu şekilde geceleri mesanedeki idrar miktarının azalması sağlanır. Benzer şekilde ailenin yatmadan önce çocuğu tuvalete götürmesi de gece mesane hacmini azaltmada etkilidir. Çocuğun gün boyu düzgün aralıklarla tuvalete gitmesi, idrarını son ana kadar tutmaması, uygun pozisyonda, mesanesini tam olarak boşaltması önerilir. Gündüz 3 saat ara ile tuvalete gitmesine yardım edilmeli, kabızlık sorunu varsa ona yönelik bir tedavi uygulanmalı, bez bağlamaktan kaçınılmalıdır.
Alarm tedavisi: Çocuk uykusunda idrar kaçırdığında bir zil sisteminin çalmaya başlaması ve çocuğu uyandırması temeline dayanır. Mesane kapasitesini artırabilir, gece idrar miktarını azaltabilir ve uyanmayı kolaylaştırabilir. Başlangıçta hasta mesane tamamen boşaldıktan sonra uyanır. Bir süre sonra daha erken, uykusunda idrarı geldiğinde uyanmaya başlar. Alarm çaldığı anda mesanelerini boşaltmayı durdurur. Böyle bir durumda ailenin çocuğu tuvalete götürmesi ve geri kalan idrarı yapmasını sağlaması önerilir. Çocuğun tamamen uyanık olması gerekli değildir. Alarm tedavisi tamamen kuruluk sağlandıktan 1 ay sonra bırakılmalıdır. Çeşitli çalışmalarda başarı oranı yüzde 65-90 olarak bulunmuş olup, diğer bütün yöntemler içinde en yüksek başarı ve en düşük nüks oranına sahip yöntemdir. Alarm tedavisinde amaç, uykuda idrar kaçırma sıklığını azaltmak değil, tam kuruluğu sağlamaktır.
İlaç tedavisi: Sadece gece kaçırması olan bazı çocuklarda yetersiz olan ADH hormonunu yerine koyarak, gece oluşan idrar miktarını azaltmak amacıyla dilaltı tabletleri kullanılabilir. Doğru şekilde kullanıldığında ciddi yan etkileri yoktur. Ayrıca, mesane kapasitesi düşük olan bazı çocuklarda da idrar torbasının çalışmasını düzenleyen bazı ilaçlar doktor gözetiminde kullanılabilir.
Ebeveynlerin bilmesi gereken 10 ‘yatak ıslatma’ gerçeği
Yatak ıslatma uyku bozukluğudur
Çoğu durumda, yatak ıslatma, uyku bozukluğunun bir sonucudur. Uyuyan bir çocuk, idrarının geldiğini belirten salgısal dürtünün farkında değildir. Yatak ıslatma gündüz uykusu sırasında da görülebilir.
Yatak ıslatma sık görülen bir durumdur
Yatak ıslatma çocuk için utanç verici bir durumdur bunun anne ve babalar bu duruma getiriyor. Çoğu insan sadece kendisini başına geldiğine inanıyor ancak yatak ıslatma okula giden çocukların yüzde 15-20 arasında olduğu tahmin edilmektedir.
Yatak ıslatma psikolojik bir sorun değildir
Ebeveynler arasında yaygın bir yanlış anlama var, yatak ıslatmanın duygusal veya zihinsel bir sorun olduğunu düşünüyorlar. Bu inanç, aile arasında bu durumun çocukta daha fazla suçluluk ve utanç duymasına yol açar. Ancak, durum böyle değildir. Bu uyku bozukluğu ve gelişimsel gecikme ile ilgilidir.
Yatak ıslatma genetik bir yol izler
Araştırmalar, her iki ebeveynin çocuk gibi yatak ıslatma sorunları varsa, gelişmekte olan çocuğun yatak ıslatma sorunu yaşama olasılığının yüzde 70’den fazla olduğunu söylüyor. Sadece bir ebeveyn yatak ıslatma sorunları olduysa bu olasılık yüzde 40 azalır.
Sık sık yatak ıslatma sorununu çocuk kendisi düzeltir
Yatak ıslatma sorunları olan çocukların yaklaşık yüzde 85, bu durum herhangi bir yardım olmadan değiştiriyor. Çoğu çocuk 7 yaşında yatak ıslatma sorununun üstesinden gelmeye çalışıyor ve hemen hemen tüm çocuklar 10 yaşına kadar bunun üstesinden gelebiliyor. Çocuğunuzun 10 yaşını geçtiğinde yatak ıslatma davranışı sergiler ise, tedavi için bu alanda uzmanlaşmış bir doktora danışın.
Yatak ıslatma durumunu öğrenme süreci
Çocuklar 18-24 aylık yaşları sırasında idrar keselerindeki dolgunluk hissi ile tuvaleti öğrenirler. Ancak bu hissi gündüz hissetmek kadar uykuda hissetmek kolay değildir. Altını ıslatma sorunu yaşayan çocuklarda gece tuvaleti geldiğini anlayıp tuvalete gitmeyi öğrenmesi daha uzun zamanda olur.
Altını ıslatmak bazı çocuklarda tekrarlar
Bazı çocuklarda aralıklı olarak tekrar edebilen bir olaydır. Bu gibi durumlarda doktora danışmanız gerekir.
Yatak ıslatma, kızma ya da cezalandırma ile tedavi edilemez
Kınamalar ve ceza, yatak ıslatma durumunda ters etki oluşturabilir ve çocuğun kırılgan ruhuna zarar verebilir. Çocuk gece yaptığı durumdan dolayı kendini zaten kötü hissedecektir. Ebeveynlerin azarlaması ve çocuğu cezalandırmasıyla bu duygu kötüleşir ve çocuğun benlik saygısı sorunları eklenir. Bu yaklaşım, psikolojik bir sorun haline dönüşüp çocuk üzerinde uyku bozukluğu olarak gelişebilir.
Yatak ıslatma olumlu bir şekilde yok edilebilir
Çocuğunuzun yatak ıslatma sorunu varsa, ona gece kalkıp tuvalete girdiğinde ödül verebilirsiniz ve bu şekilde ona tuvalete gitme alışkanlığı öğretebilirsiniz.
ALTINCI HASTALIK (ROSEOLA İNFANTUM)
Anne babaların altıncı hastalık adıyla tanıdığı Roseola, herpes ailesinden bir virüsün yol açtığı döküntülü bir hastalıktır.
Ateş nedeniyle hastaneye götürülen bebeklerde sık görülen bir enfeksiyondur. En sık 6-18 aylar arasında, bazen diş çıkarma ile birlikte görülür.
Önce, bebekte 40 dereceye varabilen bir ateş görülür.( Diş çıkarma tek başına asla bu kadar yüksek ateş yapmaz ) Ateşin bu kadar yüksek olması, anne babayı endişelendirir. Bu endişe oldukça haklıdır, çünkü ateşe hassas bebeklerde ateşli havaleler görülebilir. Ateş düşürücü alınca, bebeğin biraz daha keyifli olduğu görülür. Bu yüksek ateşli dönem, 3-4 gün sürebilir. Bu sırada bebekte yapılan muayenede, tanı koydurucu belirgin bir bulgu saptanmaz.
Ateşli dönemin ardından, aniden ateş kaybolur ve özellikle gövde, boyun ve kollarda soluk kırmızı döküntü ortaya çıkar. İşte artık ateşin nedeni ve hastalığının adı belli olmuştur. Bağışıklık sistemi normal olan çocuklarda, herhangi bir komplikasyona yol açmaz
Kaynak : Dr.Nilüfer Toprakçı www.sagliklicocuk.com
ALZHEİMER
Bunama çok zaman, daha çok kavrama zorluklarının hakim olduğu bir hastalık olarak bilinir ve birçok hastada ilk görülen değişiklikler, bu fonksiyonla ilgilidir. Bununla birlikte hastada depresyon, paranoya, anksiyete veya diğer birçok psikolojik durumlardan herhangi biri de bulunabilir. Beyin sapının tutulmuş olduğu nadir vakalar dışında, bunamaya yol açan beyin lezyonları yaygındır ve beynin pek çok bölgesini ilgilendirebilir. Patolojik değişiklikler beynin farklı bölgelerinde farklı hızda oluştuğu için ve bu hız farklı hastalıklarda da başka başka olduğundan; ilk belirtiler de hastadan hastaya büyük farklılıklar gösterebilir.
En sık görülen tablo ; idrak ve yargı bozukluklarına ve duygulanım kaybına bağlı olarak yavaş yavaş ortaya çıkan kişilik ve zeka bütünlüğünün parçalanmasıdır. Hastalığın ilerlemesi genellikle hastadan çok, çevresindekileri üzer. Hastanın çevreye karşı ilgisi azalır, dış görünüşü donuklaşır, kavramsal düşünme zorlaşır ve bir düşünce fakirliği ortaya çıkar. Hasta , alışık olduğu işleri yapabilir, ancak yenilerini öğrenmekte, yeni beceriler elde etmekte başarısızdır. Hasta girişimlerde bulunmaktan kaçınır ve iyice dalgınlaşabilir. Hemen bütün yüksek kortikal fonksiyonları ilgilendiren global bir kusur, eninde sonunda gelişir. İdrak fonksiyonun bozukluğunun yanısıra özel konuşma ( afazi ), motor faaliyet ( apraksi ) bozuklukları ve algıların farkedilmesiyle (agnozi ) ilgili bozukluklar görülebilir. Hastadaki bellek bozukluğu giderek şiddetlenir, kişi yeni olmuş olayları hatırlamakta ve isimleri bulmakta sorunlarla karşılaşır. Bunlar ilk başta pek önem taşımasa da hasar şiddet kazandıkça eski anılar da yavaş yavaş silinir. Oriyantasyon bozukluğu karakteristik olarak önce zamanla, daha sonra yerle ve en sonra da kişiyle ilgili olarak gelişir.
Bazı hastalarda kognitif disfonksiyondan önce, alışıldık davranışlarda ve emosyonel tepkilerde değişiklikler gelişir. Tipik olarak duygulanım bulanmıştır, ancak erken dönemlerde aşırı olabilir. Normal kişilik şekilleri abartılabilir veya karikatürize edilebilir; obsesif bir hasta dayanılmaz şekilde bilgiçlik taslamaya başlayabilir ve katılaşabilir (organik düzen); ya da sosyal bakımdan dışa dönük bir kimse şakacı, cana yakın karakter kazanabilir. Başlangıçtaki afektif değişikliklere şiddet ve öfke periyodlarıyla birlikte sinirlilik hakim olabilir. Depresyon sık görülür. Depresyon, anksiyete veya gurur şeklindeki kişilik değişiklikleri devam edecek olursa bunama yanlışlıkla primer bir afektif durum sanılabilir. Durum ilerledikçe afektif bozukluk şiddet kazanır ve sonunda derinliği olmayan sahte bir öfori yerleşebilir.
Belirtileri
Anormal Uzaysal Algı
Akalkuli
Amnezi
Anhedoni
Anksiyete
Afazi
Konfabulasyon
Demans
Depresyon
Extrapiramidal belirtiler
Entellektüel Fonksiyonlarda Azalma
İlgi kaybı
Myoklonus
Yakın Bellek Bozukluğu
Huzursuzluk
Epileptik nöbet
Uyku bozukluğu
Çevre ile iletişimin azalması
İlerleyici Kognitif Yetersizlik.
Nedenleri nelerdir ?
Bilinmiyor. ( Ailesel ? )
Olabilecek Nedenler; ( Kanıtlanmamış )
Yavaş Virus Enfeksiyonları,
Metaller (Alüminyum)
Normal Yaşlanmanın Aşırı ve Hızlı olması.
Bakım ve öneriler nelerdir ?
Destekleme
Huzursuzluğu Azaltmak için Egzersiz
Uğraşı Tedavisi
Müzikle Tedavi
Çevrenin Güvenlik ve Güvenilirliğini Analizi
Günlük Bakım Merkezleri
Yatılı Bakım Merkezleri
Başvurulabilecek Kişiler
Evde bakım hemşiresi
Sosyal Hizmet Görevlisi
Fizyoterapist
Uğraşı Terapisti
Konuşma Terapisti
Avukat
Destek grupları
Alzheimer Özel Bakım Grupları
Aileye Hastalığın zaman içinde artan nitelikte olduğu anlatılmalıdır.
Alzheimer Hastalığı ile ilgili bölgesel kuruluşlarla temasa geçilmelidir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Özel bir ilaç tedavisi yoktur.
Mümkün olduğunca az ilaç kullanılmalıdır.
Alzheimer hastaları ilaçları iyi tolere edemezler.
Huzursuzluk için ; kısa etkili Benzodiazepinler verilebilir.
Ağır ve sürekli ajitasyon için ; Butirofenonlar ve Fenotiazinler. (Haloperidol 0.5 – 2 mg özellikle “Güneş Batması Ajitasyonları” için kullanılabilir.)
Tacrine 10-40 mg/gün özellikle ; Alzheimer Demansta kullanılır. 100 mg/gün’den yüksek dozlar hepatotoksitite riski taşır.
Donepezil hafif şiddetli Alzheimer için kullanılmaktadır. 5 mg doz ile başlanarak
, günlük 10 mg doza dek artırılabilir. Astım hastalarında sorun olabilir.
Bradikardi yapabilmektedir.
Antikolinerjik ilaçlar; Trisiklik Antidepresanlar ve Antihistaminikler kullanılmamalıdır.
İlaç Etkileşimleri : Antipsikotikler: Lityum, ekstrapiramidal semptomları ve disorganizasyonu arttırabilir.Antipsikotikler, simetidin, östrojen, TSA’ ların kan konsantrasyonlarını arttırabilir.
Trisiklik Antidepresanlar , MonoAmin Oksidaz İnhibitörleri ile birlikte kullanılmamalıdır.
Benzodiazepinler: Serum Fenitoin konsantrasyonunu artırırlar. Simetidin de Benzodiazepinlerin kan konsantrasyonunu artırır.
Tacrine : Teofilin dozunu % 50 azaltmak gerekir . Antikolinerjik ilaçlar ve Non- Steroid Anti Enflamatuar ilaçlarla birlikte dikkatli kullanılmalıdır.
AMBLİYOPİ (GÖZ TEMBELLİĞİ)
Ambliyopi, halk arasında göz tembelliği olarak da bilinen göz hastalığı.Yunanca “donuk göz” anlamına gelen “ambliyopi” çocukluğun erken döneminde beklenen sağlıklı görme gelişiminin sağlanamaması durumudur. Küçük yaşlarda ortaya çıkan, gözün bir tanesinin net görememesinden kaynaklanan bir hastalıktır. Günümüzde 55 yaşa kadar tedavisi mümkündür.Görmenin gelişimi bebeklik çağında başlar. Bu dönem içinde en kritik dönem ilk 6 ay olmakla birlikte görme gelişimi ilkokulun ilk yılları (7-8 yaş) boyunca devam eder. İki göz arasındaki numara farkı veya ışığın ağ tabakaya (retinaya) düşmesini engelleyen herhangi bir neden gözün sağlıklı görme gelişimine engel olur. Bir göz iyi görürken, diğeri aynı kalitede göremez. Bu durumunda az gören göze ambliyopik göz (tembel göz) adı verilir. Ambliyopi genelde tek gözde görülür. Toplumda sıklığı %2-3’dür.
Belirtileri
Ambliyopiyi fark etmek çok kolay değildir. Çocuk bir gözünün güçlü diğerinin ise zayıf olduğunu farkında olmayabilir. Aile de çocuğun gözünde şaşılık ya da bariz bir anormallik yoksa bozukluğu anlayamaz. Bu nedenle çocukluk çağında rutin göz muayenesi son derece önemlidir.
Tanısı
Ambliyopi her iki gözün test edilmesiyle ve iki göz arasında görme farkının bulunmasıyla teşhis edilir. Küçük çocuklarda görmeyi değerlendirmek zor olduğundan, doktor çocuğun bir gözü kapalıyken diğer gözüyle nesneleri nasıl takip ettiğini değerlendirir. Göz doktoru bebeğin bir gözü kapalıyken nesnelere verdiği tepkileri ölçen farklı testler kullanır.
Tedavisi
Tedavide yapılması gereken numaralı gözlüklerle çocuktaki odaklanma hatasını yani kırma kusurunu (eğer mevcut ise) düzeltmektir. Çoğunlukla gözlük tek başına yeterli olmaz; beraberinde kapama tedavisi uygulanır.[1] Burada amaç çocuğun ambliyopik gözünü mutlaka kullanmasını ve fiksasyona zorlamasını sağlatmaktır. Bu farklı yollarla sağlanabilir. En yaygın ambliyopi tedavisi çocuğun güçlü olan gözünü belli saat periyodlarında kapatarak diğerini kullanmaya teşvik edilmesidir. Kapama süresi ve kapama tedavisinin uzunluğu doktor tarafından belirlenir ve bazen bu tedavi yıllarca sürebilir. Ambliyopi ayrıca özel atropin içeren göz damlaları damlatarak veya gözlük uygulayarak sağlam gözde bulanık görme oluşturularak tedavi edilebilir.
AMENORE
Adet kanamasının ilk günü , siklusun birinci günü olarak kabul edilir. İki adet kanaması arası geçen süre , %65 kadında 18 – 40 gün arasında değişmek üzere 28 gün ( 25 – 31 gün ) dür. Adet kanamaları belirli bir takvime bir kez oturan bir kadında daha sonra meydana gelebilecek gün sapmaları, normalde beş günü geçmez. Adet kanamasının ortalama devam süresi 5 gün (3-7 gün) dür. Kaybedilen kan miktarı 13 -300 ml arasında değişmek üzere ortalama 130 ml’dir. En fazla kan , genellikle kanamanın ikinci gününde kaybedilir. Bir pet veya tampon ortalama 20 – 30 ml kan emebilir. Adet kanı, kanama çok şiddetli olmadığı sürece pıhtılaşmaz.
Belirtileri nelerdir ?
Adet Periyodlarının Olmaması
Galaktore
Sıcak Basması
Erken Gebelik Semptomları
Androjen Fazlalığı Belirtileri
Nedenleri nelerdir ?
Primer Amenore
İmperfore Hymen
Uterus ve 2/3 Üst Vajina Agenezisi
Turner sendromu
Yapısal gelişme gecikmesi
Sekonder Amenore
Fizyolojik: Gebeliğe bağlı, Korpus Luteum Kisti, Süt verme, Menapoz
Hipotalamus- Hipofiz aksının baskılanmasına bağlı doğum kontrol hapı alımı sonrası amenore, stress, kilo kaybı, vücut kitle indeksinin düşük olması
Hipofiz hastalığı: Hipofizin Ablasyonu, Sheehan Sendromu, Prolaktinoma
Kontrol Edilmemiş Endokrinopatiler: Diyabet, Hipotiroidizm ve Hipertiroidizm
Polikistik Over Hastalığı (Stein- Leventhal Sendromu)
Kemoterapi
Pelvik Işınlama
Endometrial Ablasyon (Asherman Sendromu)
İlaç tedavisi: Sistemik Steroidler, Danazol, GnRh Analogları
Prematür Ovaryen Yetmezlik
Bakım ve önlemler nelerdir ?
Tedavi , amenorenin sebebinin belirlenmesine bağlıdır.
Hymenektomi, imperfore hymene bağlı amenorelerde günlük cerrahi girişim olarak yapılabilir.Tümünün tedavisi , özellikle geçici amenorelerin tedavisi zorunlu değildir.
Aktivitede kısıtlama yapılmaz.
Aşırı kilo / Zayıflık önlenmelidir.Uygun Vücut Kitle İndeksi sağlanmalıdır.
Hastanın gebe olup olmadığı konusunda, altta yatan sebep hakkında bilgilendirilmesi gerekir.
Özel eğitim için bazı kaynaklar ; prenatal bakım, menapoz destek grupları kullanılabilir.
Amenorenin geçici veya kalıcı olduğu, fertilite üzerine etkisi, tedavi edilmez ise sekelleri ( osteoporoz, vaginal kuruluk) hakkında bilgi verilir.
Fertilite adetlerden önce başlayabilecek ise kontraseptif yöntemler anlatılmalıdır.
Amenore fertilitenin azalması veya yok olması ile ilişkili ise hastaya ayrı bir destek gerekebilir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Progesteron Replasmanı
Medroksiprogesteron 5 mg günde 2 kez , 5 gün süre ile verilirse Hipotalamus – Hipofiz – Over aksı intakt ise ve endojen östrojen var ise çekilme kanaması olacaktır.
Östrojen Replasmanı
Genital traktüs normal ise günde 0,625 mg Konjuge Östrojen 25 gün: son 10 gününe Progesteron ilave edilirse adet kanaması olacaktır.
Hormonal tedavi altta yatan problemi düzeltmeyecektir. Diğer problemler için: Hiperprolaktinemi için Bromokriptin gibi , başka ilaçlar da gerekebilir.
6 aylık Amenoreyi takiben, primer sebebin ne olduğuna bakmaksızın Osteoporoz riskini ve Hipoöstrojenemiye bağlı Hiperkolesterolemiyi azaltmak amacı ile Hormon Replasmanı yapılmalıdır.
Gebelik isteyen Amenoreli hastalarda Hormon Replasmanı verilmez. Fertilite Tedavisi yapılır.
Tedavi sırasında dikkat edilmesi gereken hususlar
Diyabet
Konvülzif Hastalık
Migren
35 yaş üstü
Sigara İçenler
Hastanın takibi nedene ve tedaviye göre değişir.
Hormon Replasmanı kullanılacaksa 6 ay sonra kesilerek adetlerin spontan olarak başlayıp başlamayacağı değerlendirilmelidir.
AMİLOİDOZ
Türleri nelerdir ?
En sık görülen Amiloidoz Tipleri
Primer Amiloidoz: Genellikle Multipl Myelom ve Monoklonal Gammopati gibi plazma hücre hastalıklarıyla beraberdir.
Sekonder Amiloidoz: Romatoid Artrit, Osteomiyelit; Malarya, Tüberküloz ve Lepra gibi çeşitli Kronik Enflamatuar Hastalıklarla beraberdir.
Familyal Amiloidoz : Ailesel Akdeniz Ateşi ( FMF ) ile birliktedir.
Hemodiyaliz Amiloidozu : Renal hemodiyaliz ile birliktedir.
Hangi sistemlere etki eder ?
Böbrek , Solunum , Kalp ve Damar , Sindirim , Sinir , Deri , sistemlerinde etkilidir.
Nedenleri nelerdir ?
Primer Amiloidoz
Plazma Hastalıklarında, Hafif Zincir (AL) İmmunglobulin’in aşırı yapımına bağlıdır.
Sekonder Amiloidoz
Kronik Enflamatuar durumlarda, Amiloid Fibriler Protein (AA) aşırı miktarda yapılır ve yıkım ürünü olan Serum Amiloid Protein (SAA) fazla oluşur.
Familyal Amiloidoz
Ailesel Akdeniz Ateşinde, aşırı yapılmış amiloid fibriler protein içeren amiloid oluşur.
Hemodiyaliz Amiloidozu
Normalde böbrek tarafından atılan, ancak hemodiyaliz ile atılamayan Beta-2-mikroglobulin içeren amiloid oluşur.
Patalojik bulguları nelerdir ?
Dokularda Amiloid Birikiminin gösterilmesi
Kongo Kırmızısı boyama ile Amiloid, polarize ışık altında yeşil kırılım oluşturur.
Elektron Mikroskopisi ile kesin tanı konur.
Tedavi yöntemleri nelerdir ?
Primer Amiloidoz
Altta yatan Plazma Hücre Hastalığının tedavisi
Melfalan ve Prednizon, plazma hücre hastalığı için seçilecek ilaçlardır. Kolşisin; Amiloid birikimini yavaşlatabilir.
Sekonder Amiloidoz
Altta yatan Enflamatuar Hastalığın tedavisi
Takrin, Alzheimer Hastalığının neden olduğu hafif-orta demansta.
Familyal Amiloidoz
Kolşisin, 0.6 mg günde 2-3 kez
Hemodiyaliz amiloidozu
Primer Amiloidoz
Tedaviye yanıtı değerlendirmek için Monoklonal Protein Düzeylerinin takibi gereklidir. Tedaviye yanıtı değerlendirmek için Böbrek Fonksiyonlarının takibi.
Sekonder ve Hemodiyaliz Amiloidozu
Altta yatan hastalığın kontrolü ve bozukluk derecesinin değerlendirilmesi için böbrek fonksiyonlarının takibi yapılır.
AMEBİYAZİS VE AMİPLİ DİZANTERİ
Amebiyazis kalın bağırsağın paraziter bir hastalığıdır, amipler temiz olmayan gıdalar ve sular ile ağızdan bulaşır. Hastalık kirli gıda ve sular ile bulaşır. Amebiyazis çocuklar ve yaşlılar için tehlikeli olabilir. El yıkama alışkanlığı amebiyazis in önlenmesinde en önemli adımdır. Hastalık antibiyotikler ile tedavi edilebilen bir hastalıktır.
Amebiyazisin etkeni nedir ?
Entamoeba histolytica adındaki tek hücreli amipdir. Bu parazit bağırsakta kistler oluşturarak dışkı ile etrafa yayılır ve diğer insanlara bulaşarak hastalık yapar. Amip kistleri dış oramda sular, gıdalar ve eşyaların üzerinde uzun süre canlı kalabilir ve insanlara bulaşır.
Amip nerelerde bulunur ?
Amip tüm dünyada bulunabilir. Özellikle temizlik koşullarının kötü olduğu, sanitasyon ve gıda hijyenine uyulmayan, el yıkama alışkanlığının yada imkanının düşük olduğu bölgelerde amebiyazis salgınları sık görülür.
• Su ve kanalizasyon altyapılarının yetersiz olması,
• Yağmur suyu giderlerinin yetersiz olması,
• İçme suyu havzalarına yerleşim olması amip salgınlarına neden olur.
Amebiyaizis kimlerde görülür ?
Amebiyazis amip kistlerini yutan herkes de ortaya çıkar. Özellikle
• Hasta kişilerin çıkartıları ile kontamine olmuş su ve gıdalar,
• Atık suların içme ve kullanma suları ile karışması,
• Sanitasyon koşullarına ve gıda hijyenine dikkat edilmemesi,
• Kötü hijyen koşulları,
• El yıkama alışkanlığının olmaması, Amebiyazis hastalığının salgınlar halinde görülmesine yol açar. Bu gibi durumlarda özellikle yurtlar, huzur evleri, kreşler gibi ortamlarda amebiyazis salgınları sık görülür.
Amebiyazis hastalığının nasıl seyreder :
Ağız yoluyla bulaşan amip kistleri bağırsakta açılarak bağırsak duvarına yerleşmeye başlar. Hastalığın kuluçka süresi 1 ila 4 hafta arasında değişir. Amipler bağırsak duvarında ülserler şeklinde delikler ve lezyonlar yapmaya başlarlar. Bağırsak içindeki iltihabi reaksiyon sonucu
• bol sulu, sümüklü dışkılama,
• kanlı dışkılama,
• karın ağrısı,
• bulantı,
• ateş,
• halsizlik şikayetleri başlar.
• Kramp tarzında karın ağrıları olur.
Karın ağrısı, kanlı ishal ve yüksek ateş ile seyreden bu tabloya amipli dizanteri denir. Bazen amipler bağırsak duvarını delerek kana karışır ve akciğer, beyin ve karaciğer gibi organlarda apseler yaparlar. Amipli dizanteri ve Amip apseleri ölümcül olabilir.
Ne zaman amipten şüphelenelim?
Hastada ateş ile birlikte ishal, kanlı ishal, karın ağrısı var ise amip den şüphelenmek gerekir.
Amebiyazis teşhisi nasıl konur ?
Hastalık dışkı tahlili yada kan testi ile teşhis edilir. Dışkıda amip görmek kolay değildir. Tek bir dışkı örneği teşhis için yeterli olmayabilir, birkaç gün arayla alınan 2 – 4 dışkı örneğini incelemek daha doğru sonuç verir. Amip kan testi amipli dizanteri de ve diğer organlara sıçraması durumunda pozitif olur. Ayrıca geçmişte amebiyazis geçiren kişilerde de kan testi pozitif bulunur.
Amebiyazis tedavisi :
Amebiyazis tedavisinde antibiyotik kullanılır. Bu amaçla kullanılacak birkaç çeşit antibiyotik mevcuttur ancak antibiyotikler dışında destek tedavisi, sıvı takviyesi ve gerekirse hastaneye yatırarak tedavi edilmelidir.
Amebiyazis ne kadar yaygın bir hastalıktır?
Amebiyazis özellikle kanalizasyon sistemlerinin iyi olmadığı ülkelerde sık görülen bir barsak parazitidir. Amebiyazis 3. Dünya ülkelerinde oldukça yaygın görülür ve ölümcül salgınlara neden olur. Sular ile yayılır ve salgınlar yapar. Sanitasyon ve altyapı problemi olan şehirlerde sık görülür. Amip kistlerinin dış ortama dayanıklı olması sularda ve dış ortamda uzun süre canlı kalması sebebiyle kalabalık yerlerde kolayca salgın yapar.
Amebiyazisten korunmak için kişisel önlemler nelerdir ?
El yıkama alışkanlığı edinmek özellikle tuvaletten önce ve tuvaletten sonra elleri yıkamak, gıdalara dokunmadan önce, sofraya oturmadan önce, mutfağa girmeden önce ellerin uygun şekilde yıkanması en önemli önlemdir. Ellerin yıkanamadığı durumlarda el dezenfektanları kullanılabilir. Sanitasyon imkanlarının az ve yetersiz olduğu durumlarda aşağıdaki uyarılara dikkat ediniz.
• Kapalı içecekler kullanın,
• Buz kullanmayın,
• Kaynamış soğumuş su kullanın,
• Entamoeba histolytica amip kistleri düşük doz iyoda ve klora dayanıklıdır, kimyasal su tabletlerine çok güvenmeyin, suyunuzu kaynatın.
• Pişmemiş gıda yemeyin, temiz, taze ve iyi pişirilmiş gıdalar tüketin.
• Sebzeleri sirkeli suda 10 – 15 dakika bekletin.
• Meyveleri soymadan yemeyin.
• Pastörize süt için.
AMİYOTROFİK LATERAL SKLEROZ
Amiyotrofik Lateral Skleroz ; hastalığın en sık rastlanan ve sporadik olan formudur. Psödobulber Felç, Progresif Bulber Felç, Progresif Muskuler Atrofi ve Primer Lateral Skleroz gibi sendromları da kapsar .
Ailesel Amiyotrofik Lateral Skleroz: Klinik olarak sporadik Amiyotrofik Lateral Skleroz’a benzeyen ancak biokimyasal ve patolojik olarak farklı bir antiteyi temsil eden otozomal dominant ya da resesif geçişli bir hastalıktır.
Amiyotrofik Lateral Skleroz- Guam’ın Parkinson- Demans Kompleksi: Amiyotrofik Lateral Skleroz benzeri bir sendrom olup, sıklıkla ancak her zaman olmamak üzere, Parkinson Sendromu ve Demans ile birliktedir. Guam’da Chamorro yerlilerinde sıktır.
Belirtiler nelerdir ?
Açıklanamayan Kilo Kaybı
Kas gruplarında Fokal Erimeler
Değişken simetri ve dağılımla giden Kol ve Bacak Güçsüzlüğü
Yürüme Güçlüğü
Yutma Güçlüğü
Peltek Konuşma
Duygulanımı kontrol etmede güçlük
Başlangıçta myotomal bir dağılımda, kas gruplarında atrofi
Fasikülasyonlar ( alt bacak dışında)
Hiperaktif Derin Tendon Refleksleri ( Çene Refleksi dahil)
Kognitif ( bilişsel ) , Okülomotor, Duysal ve Otonomik fonksiyonlar normaldir.
Nedenleri nelerdir ?
Sporadik Amiyotrofik Lateral Skleroz- Üst ve alt motor nöronların ve aksonlarının dejenerasyonu. Nedeni bilinmiyor.
Ailesel Amiyotrofik Lateral Skleroz- Genetik olarak aktarılan dejeneratif bir hastalıktır. Gen lokosu, 21. kromozomun uzun kolu olarak belirlenmiştir ve Süperoksid Dismutaz Enzimi’ni kodlar.
Amiyotrofik Lateral Skleroz – Guam’ın Parkinson- Demans Kompleksi’nin o bölgeye ait özel bir cevizin yenmesiyle olası bir ilişkisi olduğu sanılıyor.
Bakım ve öneriler ?
Ayaktan takip edilen hasta bir süre sonra evde hemşire bakımına ihtiyaç duyabilir.
Aspirasyon, solunum yetmezliği gibi acil komplikasyonlarda destek bakım gerekir.
Tekerlekli sandalye gibi protez gereçler sağlanabilir.
Tolere edilebilir ölçüde diyet değişiklikleri yapılabilir. Bu hastaları tüple beslemek gerekebilir.
Tedavi
Vitamin E , Vitamin C ve Beta karoten gibi Antioksidanların etkinliği ile ilgili terapötik denemeler vardır.
AMPİYEM
Ampiyem her iki plevra yaprağı arasında, başka bir deyişle akciğer ve göğüs duvarı arasında görülen iltihaplı sıvı birikimidir.
En sık akciğerdeki bir iltihabı (zatürre) takip eden parapnömonik ampiyem şeklinde görülür.Hastada yüksek ateş, göğüs ağrısı ve öksürük tablosu oluşturur.
Radyolojik görüntüleme ile göğüs boşluğundaki sıvı görüntülenebilir. Sıvının incelemesinde iltihap (irin) görülebilir.
Ampiyem varlığında, medikal olarak antibiyotik tedavisinin yanı sıra, iltihaplı sıvıyı drene etmek gerekir.
Erken dönemde tanısı konan vakalarda bir göğüs tüpü yardımıyla drenaj sağlanabilirken, vakaların çoğunda torakoskopik operasyona gerek duyulur. Operasyonda iltihaplı sıvı ve akciğer zarı dokusu temizlenir.
ANAFİLAKSİ
Etkilenen sistem ve organlar hangileridir ?
Solunum, Kalp-Damar , Deri/Ekzokrin, Sindirim , Endokrin/Metabolik, Hematolojik/Lenfatik/İmmunolojik
Belirtileri nelerdir ?
Kaşıntı, Flaşing, Ürtiker, Anjioödem, Dispne, Öksürük, Ronküs, Rinore, Wheezing, Yutma Güçlüğü, Bulantı, Kusma, Diyare, Kramp, Şişkinlik, Taşikardi, Şok, Senkop, Kırgınlık, Titreme, Midriazis başlıca belirtileridir.
Nedenleri nelerdir ?
İmmünolojik olay. Himenoptera sokması veya hapten, penisilin gibi bir antijenin neden olduğu mast hücre degranülasyonu sonucu gelişen ve çoğunlukla IgE’ye bağlı reaksiyondur.
Diğerleri ise transfüzyon reaksiyonlarında olduğu gibi mast hücre ve bazofil degranülasyonuna yol açan C3a, C4a ve C5a gibi anafilotoksinlerin komplemanı aktive etmesi ile gelişir. İyodlu kontrast maddeler veya opiatlar gibi non- immunolojik mast hücre aktivatörleri anafilaktoid reaksiyonlara neden olabilir.
Non- IgE ve muhtemelen mast hücre dışı anafilaksiye benzer sendromlar ise araşidonik asid metabolizması modulatörlerine reaksiyonlar, sulfit ajanlar, katamenal anafilaksisi, egzersize bağlı anafilaksi ve idiopatik rekürran anafilaksi.
Antimikrobiyal ajanlar (Penisilin)
Böcek sokması ( bal arısı, yaban arısı, Himenoptero cinsi yeşil sinekler, at sineği)
İmmunoterapi
Yiyecekler (fındık, Amerikan fıstığı. balık, inek sütü, yumurta, kabuklular,yumuşakçalar)
Makromoleküller ( kimopapain. insulin, dekstran, glukokortikoid. protamin)
Aşılar
Kan ürünleri
Tanı materyalleri (iyodlu kontrast)
Lateks (eldiven, kateter)
Etilen oksid gazı (dializ tüpü, ve diğer sterilize edilmiş materyal)
Patolojik bulgular nelerdir ?
Periferik hemostaza eşlik eden santral hipovolemi
Ne gibi önlemler alınmalıdır ?
Resüsitasyon Ekipmanı Bulunan Poliklinik: Minimal bronkospazm, ürtiker ve deride anjioödemi olan hastalar izlenebilir . Semptom ve bulgular düzeldikten sonra gönderilebilir
Orta ciddi anafilaksisi olan veya tıp merkezlerinden uzakta oturanlar acilde tedavi edilerek bir gece gözetim altında tutulmalıdır.
Bütün hastalar taburcu edilirken ; Acil Adrenalin Reçetesi verilerek doğru kullanımı konusunda eğitilmelidir.
Eğer anafilaksi nedeni belli değilse hastalar bir Allerji Merkezine gönderilmelidir.
Böcek sokmalarına karşı anafilaksisi olan hastalar immunoterapi ile desensitizasyondan fayda görürler.
Reaksiyona yol açabilecek ilaç, yiyeceklerden kaçınılır.
Böcek allerjisi olanlar hazır adrenalin şırıngası ve nebülizeri taşımalıdır. Dışarıda iken böceklerin olduğu bölgelerden uzak durmalı. ayakkabı ile dolaşmalı, saç spreyi, parfüm, kolonya, traş losyonu ve parlak renkli elbiselerden kaçınmalıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Tedavi olayın şiddetine bağlıdır.
Derhal ilaç tedavisi
Havayolu sağlanması ; endotrakeal entübasyon ve ventilasyon, trakeostomi gerekebilir.
Oksijen
Lenfatik ve venöz drenajı engellemek (arteriyel akımı değil) için enjeksiyon veya iğne
yeri proksimaline turnike uygulanması.
Uygulanması gerekli bir maddede (botilismus, difteri veya yılan sokmasında
antiserum) eğer deri testi pozitif ise hızlı desensitizasyon
İV sıvı tedavisi
Ayaklar kaldırılarak horizontal pozisyona konur
Hayati bulguların sık izlenmesi.
ANAL ABSE
Apse (iltihapla dolu şişlik) , genellikle anal kanaldaki , ağızları anüs içersine açılan bezlerin ağızlarının tıkanması sonucunda meydana gelir. Oluşan apseler bir müddet sonra kendiliğinden boşalmak amacıyla , son barsak içersindeki bir yere veya anüs çevresindekideri kısmına açılır. Bu şekilde tünel açılmasına “fistül” denir. Anal fistüller hemen daima anal apse sonucunda meydana gelir.
Belirtiler
Anal apse ,anal kanala bitişik şişlik ve önemli ölçüde rahatsızlık meydana getirir.Şiddetli ağrı ve ateş oluşabilir. Anal fistülde anal kanaldan fistülün dış ağzına (genellikle anüs çevresindeki deri bölümüne)drene olan sıvı mevcuttur.Bu nedenle hafif miktarda ,zaman zaman miktarı artan akıntı(pis kokulu sarı-kahverengi renli bir akıntıdır)görülür.
Tedavi
Apsenin tedavisi cerrahi olarak drenajdır.Apse drene olduktan sonra kişilerin %50’sinde birkaç hafta sonra (bazen birkaç ay ya da yıl sonra)fistül oluşacaktır.Fistülün tedavisi cerrahidir.
ANAL FİSSÜR (MAKAT ÇATLAĞI)
Anüs derisi yoğun sinir ucu içeriği nedeniyle çok hassas bir bölgedir. Ayrıca iki farklı ve iç içe yerleşik kas tabakası tarafından sarılıp sıkılmaktadır. Özellikle vücut dışkılamaya hazır değilken yapılan zorlu dışkılamalar veya makatın çok tahriş olduğu ishal durumlarında bu bölgede yırtıklar oluşabilir. Son derece ağrılı olan bu yırtıklar kaslarda spazma yol açarak daha fazla basınca maruz kalırlar ve kan dolaşımları yetersiz kaldığı için yırtık iyileşme şansı bulamaz.
Hastalar dışkılarken şiddetli ağrı duyarlar. Sanki küçük cam parçaları çıkarıyormuş gibi hissederler. Ancak asıl ağrı dışkılamanın bitiminde ortaya çıkar ve saatlerce sürebilir. Bu ağrılar kişiyi günlük yaşamından alıkoyacak kadar şiddetli olabilir.
Ne yazık ki sıklıkla “hemoroid” ya da “basur” olarak tanımlanan anal fissürler birtakım gereksiz ve faydasız ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılır hatta daha da kötüsü iş hemoroid ameliyatına kadar gidebilir. Çünkü fissürlerde birkaç hafta içinde dışarıda küçük bir meme oluşabilir ve bu meme hemorod memesi olarak değerlendirilip hemoroid hastalığı tanısı konulabilir.
Anal fissür tedavisinde ilk adım hastanın eşlik eden bir kalın bağırsak sorunu olup olmadığının ortaya konulmasıdır. Ancak akut fissürlü bir hasta kısmen de olsa rahatlatılmadan parmak muayenesi ve kolonoskopi yapılmamalıdır.
Hastanın dışkılama alışkanlığı ayrıntılı olarak sorgulanmalı ve doğru dışkılama önerileri mutlaka yapılmalıdır.
İlk aşamada hastalara biri dışkılamadan sonra olmak üzere günde en az iki kez duşa girmesi, suyu dayanabileceği ama yanmayacağı kadar sıcak ayarlaması ve on on beş dakika makatına tutması önerilir.
Anal fissür tedavisinde bir sonraki aşama makata halk arasında “botox” olarak bilinen botulin zehirinin enjekte edilmesidir. Yaklaşık % 70 oranında başarılı olan bu yöntem geçici olarak makat kaslarının kısmi felci ile etki etmektedir.
Anal fissürde son çare ameliyattır. Ameliyatta makatı kasan kaslardan içteki kesilerek yaranın kan dolaşımının artması ve kendiliğinden iyileşmesi sağlanır. Doğru yapıldığında başarı oranı % 98-99 civarında olmasına rağmen % 3-5 hastada gaz tutamama, ishal olunca dışkı kaçırma gibi sorunlara yol açabilmesi ve bu sorunların tedavisinin hemen hemen imkansız olması nedeniyle, özellikle kadın hastalarda en son seçenek olarak düşünülmelidir.
Sık karşılan bir sorun ameliyata rağmen iyileşmeyen fissürlerdir. Bu hastaların çoğunda yapılan incelemeler yanlış kasın kesilmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle çok basit görünse de ameliyatın deneyimli bir cerrah tarafından yapılması çok büyük önem taşımaktadır.
Anal fissür medikal tedavi ve hayat tarzı değişiklikleri ile iyileşir. Bu durum akut anal fissürdür. Ancak tedaviye ve tüm önlemlere rağmen 6-8 hafta içinde nüks ederse bu duruma kronik anal fissür denir.
Kronik anal fissürün güncel en iyi tedavisi lateral internal sfinkterotomi olup, kliniğimizde tailored LİS yapılmaktadır.
Anal fissürdeki ciltte et parçası, sarkma yada dilsi uzantı kronik lenfatik staza bağlıdır. Şişlik olması beraberinde hemoroidal hastalık yada abse olabileceğini akla getirmektedir.
ANAL FİSTÜL
Anal apselerin kronik haline anal fistül denir.
Anal fistülde anüsün içinden başlayan ve anüs çevresindeki deriye açılan bir ya da birden çok kanal söz konusudur. Genellikle iltihaplı bir akıntı mevcuttur. Bu akıntı iç çamaşırını kirletir ve kötü kokar. Fistüllerin bir kısmı apse boşaltılması sonrası gelişirken bir kısmında ise hasta bir apse geçirdiğinin farkında olmayabilir. Bu apse kendiliğinden bir delik açarak boşalmış sonra da fistül haline dönmüş olabilir.
Fistülün tek tedavisi ameliyattır. Ancak fistül ameliyatları belirli oranlarda dışkı ve gaz tutamama riskini de beraberlerinde getirmektedir. Bu nedenle çok farklı birçok ameliyat tekniği tanımlanmıştır. Önemli olan nokta fistül cerrahisinin bu konuda deneyimli bir cerrah tarafından sürdürülmesi ve hastanın özelliklerine uygun yöntemin seçilmesidir.
ANAL KAŞINTI
Sebepleri nelerdir ?
Bu rahatsızlığa bir çok faktörler neden olabilir. Bunların başında anal bölgenin aşırı miktarda temiz tutulması için yapılan temizlik gelir. Sık sık sabunla yıkamak, bu bölgenin doğal koruyucu salgısını yok eder ve bölgenin tahrişine neden olur. Ayrıca aşırı terleme, devamlı diare ( ishal ) anüsde tahrişe ve kaşıntıya yol açar. Alınan gıdalar ( çikolata, bazı meyveler,domates ve kuruyemiş vs. ) ve içecekler ( alkol, bira, süt, kola, kafeinli içecekler vs.) bazı kimselerde anal bölgede tahrişe sebep olabilir. Pruritis ani’nin az rastlanmakla beraber diğer önemli sebepleri organik hastalıklardır. Bunlar; Kıl kurtları, psöriazis, ekzema, dermatit, anal fissür, hemoroid, allerji ve anal bölge infeksiyonlarıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Öncelikle kaşıntının belirgin bir hastalıktan ileri gelip gelmediğini ortaya koymak için bir cerrah ve dermatolog tarafından muayene edilmesi gerekir. Belirgin bir hastalık varsa tedavisi yapılmalıdır. Bunun dışında anal bölgenin temizliği için sık sık sabun kullanılmasından kaçınılmalı ve bölgenin kuru tutulmasına çaba gösterilmelidir.
ANEVRİZMA
Halk arasında baloncuk olarak bilinen anevrizma denince; genel olarak temiz kan taşıyan damarlara (arter) ait genişlemeler anlaşılır. Anevrizmalar aort damarı gibi çok geniş damarlarda oluşabildiği gibi, küçük ve orta boy damarlarda da teşekkül ederler. Bu bölümde konu edilen, bazen hiç bir belirti vermeden ani kanamalarla bazen çok dramatik sonuçlara yol açan beyin anevrizmalarıdır.
Anevrizmalar yapı itibarı ile damar duvarının doğuştan zayıf olduğu noktalarda, genellikle de damarın daha küçük dallara ayrıldığı noktalarda oluşur. Damar duvarının zayıf olduğu noktada damar içi basınç (tansiyon) nedeniyle her kalp atımında damar duvarı zayıf noktadan dışarı doğru bombeleşerek baloncuk oluşur. Baloncuk duvarı, basınca dayanamadığı anda da patlar, patlama ya kendiliğinden olur ya da eforla oluşur. Örn. öksürme, ıkınma, cinsel temas gibi basınç artmasına neden olan aksiyonlar…
Kimlerde oluşur risk faktörleri nelerdir ?
Damar duvarındaki yetersizlikler (Doğumsal)
Damar duvarındaki Arteriosklerotik veya hipertansif değişiklikler.
Travmatik (darp veya kaza sonucu kafa yaralanmaları)
Enfeksiyona bağlı
Risk Faktörleri:
Hipertansiyon
Sigara kullanımı
Oral Kontraseptifler (Doğum kontrol ilaçları)
Alkol (Şüpheli)
Kokain
Beyinde oluştuğu yerler nereleridir ?
Beyini besleyen damarlar, beyin tabanında birleşerek Willis Poligonu adı verilen damar ağını meydana getirirler. Anevrizmalar genellikle bu willis poligonunda oluşur.
Anevrizması olan insanların büyük bir bölümünün hiçbir şikayeti yoktur. Ancak bazen migren tarzında ya da spesifik olmayan baş ağrıları olabilir. Ayrıca anevrizmanın büyük olduğu durumlarda kitle etkisi nedeniyle beyinde komşuluk yaptığı sinirlerle ilgili belirtiler görülebilir. Koku ve görme duyularındaki bozulmalar gibi…
Nasıl ortaya çıkar ?
Genel amaçlı yapılan tomografi veya MR tetkikinde tesadüfen
Kafa sinirlerine ait belirti vererek. Örneğin görme sinirine ait felçler.
Kanama sonucu: Kanama da sızıntı şeklinde beyin zarları arasına (subaraknoid kanama) veya beyin dokusu içerisine olmak üzere iki türlü olabilir.
ANEVRZİMAL KEMİK KİSTİ
Anevrizmal kemik kisti, kan ile dolu kistik yapıdır ve kemikte genişleme, kemik korteksinde incelmeye yol açan iyi huylu kemik tümörü olarak bilinir.
Anevrizmal kemik kisti hangi yaşlarda gözlenir?
Anevrizmal kemik kisti en sık (%70) 10-20 yaş arasında görülür. Sıklıkla tibia, femur, pelvis, vertebra, humerusda oluşur.
Anevrizmal kemik kistinin nedenleri nelerdir?
Oluş mekanizması tam bilinmemekle beraber arter- ven damar malformasyonları yada venlerdeki emboli sonucu oluştuğu ve kist içinde kan toplanması ve buna kemikte yıkımının eşlik etmesi durumunun söz konusu olduğu bilinmektedir.
Anevrizmal kemik kistinin belirtileri nelerdir?
Anevrizmal kemik kistinin bulguları; ağrı, deformite, ilgili bölgede şişlik, ısı artışı ve eğer patolojik kırık oluştu ise kırık bulgularıdır.
Anevrizmal kemik kistinin tedavisi
Anevrizmal kemik kistinde cerrahi tedavi, kistin çıkarılması şeklinde yapılır. Kullanılan yöntemler; küretaj+greftleme, eksizyon, eksizyon + kemik çimentosu uygulaması, en-blok eksizyon şeklinde olabilir.
ANİ BEBEK ÖLÜMÜ SENDROMU
Görünürde veya gerçekten iyi durumda olan bir bebeğin beklenmedik ve açıklanamayan ölümü. Ani bebek ölümü sendromu, yaşları iki hafta ila 12 ay arasında değişen çocuklarda en sık görülen ve bu yaş grubundaki bütün ölümlerin üçte birinden sorumlu olan ölüm nedenidir. Bu sendrom dünyanın her yerinde görülür ve her yıl görülen vaka sayısı nisbeten sabittir. Çocuklardaki bütün ölüm nedenleri arasında kazalardan sonra ikinci sırada yer alır. ABD’de her yıl 8.000-10.000 bebek, bu sendromdan ölmektedir. Bu da canlı doğan her 400-500 bebekten birinin ani bebek ölümü sendromu nedeniyle kaybedilmekte olduğunu gösterir. Sendrom daha çok, üçüncü – dördüncü aylarda görülür; prematürelerde ve yoksul ailelerin çocuklarında daha sık karşımıza çıkar. Yine bu sendrom erkek çocuklarda ve yaz aylarından çok kış aylarında görülmektedir. Ani bebek ölümü sendromu nedeniyle ölen hemen bütün bebekler, uykudayken ölmektedir.
Nedenleri:
Ani Bebek Ölümü Sendromu için bir çok teori geliştirilmiştir.
Prenatal ve / veya perinatal beyin yaralanmasına bağlı ince, karmaşık gelişme anomalileri bu olaya
neden olabilir.
Solunumun kontrolünde anomaliler
Üst solunum yollarında tıkanma
Bronkospazm
Merkezi ve Periferik Sinir Sistemi anomalileri
Kardiak Aritmiler
Bir kaç faktörün bir arada olması ve basit bir enfeksiyon ya da çevre değişikliğinin ani Bebek Ölümü Sendromunu tetiklemesi.
Risk Faktörleri
Ani Bebek Ölümü Sendromu ölümlerinin çoğu “düşük risk” li grupta incelenen bebeklerden olur. Ani Bebek Ölümü Sendromu için risk unsurları:
Irk: Amerikalı, Afrika kökenli. Amerikalılarda daha sık
Mevsim: Kış aylarında
Günün saati: çoğu kez gece yarısı ile sabah 6 arası.
Aktivite: Uyurken
Doğum: Düşük doğum tartısı, intrauterin gelişme geriliği
Anneye ait faktörler: Genç anneler, annenin gebelik esnasında sigara veya kokain
opiyum gibi ilaçlar kullanması, maternal anemi, çok sayıda doğum yapma.
Uyku: Yüzüstü uyuma
Meme emzirme olmaması
Doğumdan sonra sigara dumanlı bölgede yaşama
Patalojik Bulgular
Postmortem tetkikte karakteristik bulgular
Boğazdan köpüklü sekresyon. Bazen burun delikleri ve ağızdan kanlı sekresyon
Akciğer , kalp ve timus yüzeyinde peteşi
Akciğerde konjesyon ve ödem
Beyinde artmış glioz, periadrenal kahverengi yağ da artma, karaciğerde
hematopoezis gibi hipoksi markerlarına her hastada rastlanır.
Bakım ve Önlemler
Ani Bebek Ölümü Sendromu birden oluştuğu ve nedeni bilinmediği için tedavi edilemez.
Ancak, Ani Bebek Ölümü Sendromu oluşmasını önlemek için bazı önlemler geçerlidir:
Annenin gebelik esnasında sigara ve ilaç kullanımını durdurmak.
Çocuğa meme verilmelidir.
Çocuk yüzükoyun yatmamalı ve çok sıkı giydirilmemelidir.
Çocuk sigara içilmiş ortamda bulunmamalıdır.
Avrupa, Avustralya ve Yeni Zelanda da yapılan araştırmalar çocukları sırtüstü yatırma sonucu insidansın aşikar biçimde azaldığını göstermiştir.Birçok ülkede bu konuda kuruluşlar gelişmekte ve ebeveyni bilinçlendirmektedir. Bebeklerin sırtüstü veya yan yatırılması ısrarla tavsiye edilmektedir.
Kustuğunu aspire etmesi tehlikesine karşı bebeği yan yatırmak belki en iyisi olmaktadır.
Tedavi…
Daha önce çocuğunu Ani Bebek Ölümü Sendromu ile kaybeden ailelerin daha sonraki doğumlarında bebeği bir süre kardiyopulmoner kontrol altında tutmaları önerilebilir.
ANJİNA
Kalp kasının iskemik durumda kalmasına bağlı olarak gelişen ve kendisini; tipik olarak yorulmayla gelen , dinlenildiğinde veya dil altında nitrogliserin tabletleri eritildiğinde geçen prekordiyal bölgedeki rahatsızlık veya baskı hisleriyle belli eden klinik bir sendromdur.
Açıklama
Klasik Anjina : Prekordial bölgede genellikle stress ve eforla artan, istirahat ile geçen karakterde ağırlık ve baskı hissi olur.
Anjina Eşdeğeri : Dispne, yorgunluk, bulantı, terleme veya çene gibi atipik lokalizasyonlu ağrı myokard iskemisine bağlı olarak ortaya çıkar ve prekordiyal baskı içermez.
Varyant Anjina = Prinzmetal Anjina : İstirahatte ve tipik olarak egzersiz sonrası ya da gece gelen anjina paterni şeklindedir. Prinzmetal anjina koroner arter spazmına bağlı olarak ortaya çıkar ve semptomlar sırasında ortaya çıkan , genellikle ST segment elevasyonu gibi Elektrokardiyografi (EKG ) değişiklikleriyle beraberdir.
Anstabil Anjina : Yeni ortaya çıkan ağrı veya mevcut ağrının sıklık veya şiddetinde artma veya her ikisi birarada olarak karakter değiştirmesi şeklinde tanımlanır. Anstabil anjina; hastalarda belli oranda miyokard infarktüsü gelişmesine gidişin göstergesidir.
Etkilediği sistemler ?
Kalp ve Damar Sistemi
Risk ve faktörler ?
Hiperkolesterolemi
Aile Hikayesi
Hipertansiyon
Tütün Kullanımı
Alkol Alınımı
Erkek Cinsiyet
Obezite
Diabetes Mellitus
Ayırıcı tanılar nelerdir ?
Perikardit
Aort Diseksiyonu
Mitral Valv Prolapsusu
Pulmoner Emboli
Pulmoner Hipertansiyon
Pnömotoraks
Plörit
Özofajit
Peptik Ülser
Gastrit
Kolesistit
Kostokondrit
Radikülopati
Omuz Artropatisi
Psikolojik Faktörler
Bakım ve önlemler nelerdir ?
Hastaların semptomları medikal tedavi ile kontrol altına alınmaya çalışılır. Semptomlar Anstabil ise hastaneye yatırılması şarttır.
Tedavide amaç myokardın oksijen ihtiyacının azaltılması veya sunulan oksijenin arttırılmasıdır.
Hastanın myokardiyal fonksiyonlarında ciddi risklere sebep olacak durumların ortaya konması amacıyla non-invaziv testler yapılır.
Sigaranın bırakılması
Doktorun uygun gördüğü egzersiz programı
Kafein alımının azaltılması
Stresin azaltılması
Doktor muayenesinden sonra tolere edebileceği kadar aktif olabilir.
Düşük yağ, düşük kolesterollü diyet, Şişman ise zayıflatıcı diyet verilir.
Tütünün kesilmesi, düşük kolesterol ve düşük yağlı diyet, düzenli aerobik egzersiz programı mutlaka yapılmalıdır.
Antilipidemikler gözönünde bulundurulmalıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Aspirin ; 160 mg/gün tek doz, koroner arter hastalığı olan ve coumadin kullanımı gibi medikal olarak kontrendikasyonu olmayan tüm hastalara verilmelidir.
Beta Blokerler ; Metoprolol 25-150 mg, günde iki kez ve Atenolol 25 -100 mg günde tek doz veya Propranolol 30-120 mg günde iki-üç doz.
Beta blokerler kalp hızını azaltarak ve oksijen tüketimini azaltarak etkili olur ve anjinayı azaltırlar. Klinik cevaba göre doz ayarlanır. İstirahat kalp hızı dakikada 55-60 vuru olacak şekilde ayarlanır. Yan etkileri sıktır ve yorgunluk, impotans, periferik vasküler hastalık ve obstrüktif akciğer hastalığında alevlenme, depresyon ve uyku bozukluğunu içerir.
Nitratlar ; İsosorbit dinitrat 10-60 mg günde 3 kez. Etkisini kalbin ön-yükünü azaltarak ve koroner damarları genişleterek gösterir. Hızla taşiflaksi oluşur, doz ayarlaması günde 3 kezi aşmamalıdır, akşam ve sabah dozları arasında 10 saatlik aralık olmalıdır. Yan etkileri içinde sıklıkla geçici olan baş ağrısı ve özellikle volüm eksikliği olan hastalarda hipotansiyonu içerir. Nitrogliserin ; 40 mcg sublingual, akut anjina atağı tedavisinde en çok etkilidir. Doz 10-15 dakika lık aralarla tekrarlanabilir; eğer hastada düzelme olmazsa acil tıbbi yardım alması sağlanır.
Kalsiyum Antagonistleri ; Uzun etkili formlardan Verapamil 160- 480 mg, Diltiazem 90-260 mg veya Nifedipin 30 -120 mg günde tek doz olarak verilebilir. Her ilacın kendine özgü yan etkisi vardır Verapamil konstipasyon, nifedipin periferik ödem yapar. Kalsiyum antagonistlerinden hiçbiri ventrikül fonksiyonu bozuk (sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu <% 40) olanlara verilmemelidir
Heparin- Anstabil anjina tanısı konan hastalara intravenöz olarak başlanmalı ve doz PTT normalin 1,5 katına çıkarılacak şekilde ayarlanmalıdır.
Beta blokerler ve kalsiyum antagonistlerinin kombine edilmesi semptomatik kalp bloğu yapabilir. Bununla beraber bu ilaç gruplarından herbiri yalnız başına kullanıldıkları durumda da bu yan etkiye neden olabilirler. Beta blokerler ve kalsiyum kanal blokerleri; ventrikül fonksiyonu orta derecede bozuk olan hastalarda dikkatli şekilde kullanılmalıdır.
ANKİLOZAN SPONDİLİT
AS ağrılı, ilerleyici bir romatizmal hastalıktır. Temelde omurgayı etkilemekle beraber, diğer eklemleri, kiriş ve bağları da etkileyebilir. Bazen göz, akciğer, barsak ve kalp tutuluşu da görülebilir.
Nedeni nedir ?
Tam olarak bilmiyoruz. Araştırmalar, AS hastalarının %96’sında benzer genetik hücre işaretleyicileri (HLA-B27)’nin bulunduğunu göstermiştir. Olasılıkla, normalde zararsız olan bazı mikroorganizmalar, HLA-B27 ile ilişkiye girmektedir. Bazı barsak ya da idrar yolları hastalıkları AS’in ortaya çıkmasını tetiklemektedir. Bazen, belirtiler yatak istirahati (sözgelimi trafik kazasını izleyen istirahat) döneminden sonra da ortaya çıkabilir.
Reiter sendromu olarak bilinen hastalık da AS’e yol açabilir. Reiter sendromunda gözde yangısal tutuluş (irit, üveit, konjunktivit), dış idrar yolu yangısı (üretrit) ve büyük eklemlerde daha sık olmak üzere eklem tutuluşları görülür.
Hastalık sırasında neler meydana gelir ?
AS’de ilk tutulan bölge sıklıkla leğen kemikleridir. Buna farklı zamanlarda bel, göğüs kafesi ve boyun bölgeleri tutuluşları eklenir. Bu bölgelerde, kiriş ve bağların kemiğe yapıştıkları yerde ortaya çıkan yangı temel bozukluktur. Bu yapışma yerlerinde aşınmalar meydana gelir. Yangı yatışırken, iyileşme sürecinde yeni kemik oluşumları ortaya çıkar. Kiriş ya da bağlardaki elastik dokuların yerine kemik dokusunun geçmesiyle, harekette azalma olur. Yangısal olayın tekrarlamaları sonucunda kemik oluşumları artar ve omurga kemikleri kaynaşarak bütün bir hal alırlar ve bu da hareketlerin kısıtlanmasıyla sonuçlanır. Hastalığın başlangıç dönemlerindeki hareket kısıtlılığının nedeni, ağrı ve kas kasılmalarıdır ve bu dönemde ilaç kullanımı ile düzelir. Ancak, ileri dönemdeki kemiklerdeki birleşmeden sonra ortaya çıkan hareket kısıtlılığı geriye dönmez. Bunun engellenebilmesi ya da yavaşlatılabilmesi için, egzersizlerin düzenli olarak yapılması şarttır.
AS ile spondiloz (kireçlenme) aynı şeyler midir ?
Hayır. Bu ikisi birbirinden tamamen farklı hastalıklardır. Spondiloz, omurganın aşınmasıyla ilişkili bir hastalıktır ve sıklıkla yaşlı kişilerde görülür. AS ise, yeni kemik oluşumları ve kemiklerin kaynaşmasıyla birlikte giden, daha çok genç yaşlarda başlayan, yangısal bir hastalıktır.
AS yaygın bir hastalık mıdır ?
İngiltere’de 200 erkekte 1 ve 500 kadında 1 sıklığında görülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaklaşık 1000’de 1 olarak bildirilmektedir.
AS kimlerde görülür ?
Erkekler, kadınlar ve çocuklarda görülebilir. Erkeklerde, kadınlardan yaklaşık 3 kat daha fazla görülmektedir. Tüm yaşlarda başlayabilir. Genellikle 20’li yaşlarda (ortalama olarak 24-26 yaşında) başlamaktadır. Ancak, belirtiler daha ileri yaşlarda ortaya çıkabilir. 40 yaşından sonra başlangıç nadirdir.
Erkek, çocuk ve kadınlarda AS farklı mıdır ?
Evet. Aralarında bazı küçük farklılıklar vardır.
Erkekler : Leğen kemikleri ve omurga sıklıkla tutulur. Göğüs kafesi, kalça, omuz ve ayak eklemleri de tutulabilir.
Kadınlar : Genellikle kabul edilen görüş, AS’in kadınlarda çoğu kez erkeklerden daha hafif seyrettiğidir. Hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasıyla, tanı konulması arasında geçen süre, kadınlarda (5 yıl) erkeklerdekinden (3 yıl) daha uzundur. Omurga tutuluşu genellikle erkeklerden daha az şiddetlidir. Leğen kemiği, kalça, el ve ayak bileği eklemleri daha sık tutulur. AS, doğurganlık yeteneği, gebelik ve doğumda herhangi bir sorun yaratmaz.
Çocuklar : 11 yaşının altındaki çocuklarda AS belirtileri görülmesi nadirdir. Tipik olarak diz, ayak ve ayak bileği, kalça eklemleri tutulur. Nadiren bel ağrısı olur. Gençlerde kalça tutuluşu şiddetli seyredebilir ve bu hastalarda yetişkin yaşlara varıldığında kalça protezi gerekebilir.
AS in belirtileri nelerdir ?
Tipik belirtileri şunlardır :
Haftalar ya da aylar içinde yavaş yavaş artan bel ağrısı ve sertlik.
Gün içinde hareket etmekle ya da egzersizle azalan sabah sertliği ve ağrısı. Egzersizlerden sonra daha iyi, istirahatten sonra daha kötü hissedilmesi (mekanik karakterli bel ağrılarının tersine – sözgelimi bel fıtığı-).
3 aydan uzun süredir belirtilerin varlığı.
Özellikle erken dönemlerde, kilo kaybı.
Yorgunluk.
Ateş ve gece terlemesi.
Tipik belirtiler bunlar olmasına karşın, bazen farklı şekillerde başlangıç görülebilir. Belde belirgin bir ağrı olmaksızın, kaba etlerde bazen bir tarafta, bazen diğer tarafta değişici şekilde ağrı ile başlaması da sıktır. Bu ağrı bele, uyluğa yayılım gösterebilir. Bazen de yalnızca topuk ağrısı, göğüs ağrısı ile başlayabilir.
AS öteki eklemleri etkiler mi ?
Evet. AS bazen, kalça, diz, ayak bilekleri ve omuzda ağrı, şişlik ve hareket kısıtlılığına neden olabilir. Topuklarda ağrı görülebilir. Az sayıda hasta çene eklemi de etkilenebilir.
AS öteki organları etkiler mi?
Evet. Bazen göz, kalp, akciğerler ve böbrekleri etkileyebilir. Bunlar yaşamsal sorunlar yaratacak etkiler değildir ve daha kolay tedavi edilebilirler.
AS gözü nasıl etkiler ?
AS gözün bazı bölümlerinde yansısal olaya neden olabilir. Bu durumda genellikle ilk belirti, görmede hafif bulanıklaşmadır. Ama, kızarık bir gözle birlikte keskin bir acı da temel belirti olabilir. Kalıcı hasar oluşmaması için hemen tedavi edilmelidir. Bu durumda bir göz doktorundan yardım almak ve ona AS hastası olduğunuzu belirtmek yerinde olacaktır. Göz doktorunun vereceği göz damlaları yangıyı kısa sürede azaltacaktır. Yangı dirençli ise, bu damlaları uzun süre kullanmak gerekli olabilir.
AS kalbi nasıl etkiler ?
AS’de bazen kalp hafif derecede etkilenebilir. Hastaların çoğunda o kadar hafiftir ki, ortaya çıkarmak zordur. Kalp kapakları ve ileti sisteminde bozukluk ortaya çıkabilir. Ancak, bunlar genellikle hastalarda herhangi bir sorun yaratmaz.
AS akciğerleri nasıl etkiler ?
Göğüs kafesi eklemleri ve kaslarını etkileyerek, özellikle soluk alıp verme, öksürme, aksırma, esneme, ıkınma sırasında ağrıya neden olabilir. Akciğerlerin tamamen havalanmasında bozulmaya yolaçar. Bazan akciğerlerin iç yapısında da tutuluşa neden olabilir. Bu nedenlerle, AS’te solunum egzersizleri çok önem taşır.AS’in geç dönemlerinde göğüs duvarı tamemen hareketsiz hale gelebilir ve akciğerlere hava giriş çıkışı etkilenebilir. Bunun anlamı, solunumun durması demek değildir. soluk alıp verirken, diyafram kası sürekli çalışır ve karnınız hareket eder. Aşırı yemek ve kalın giyinmek solunum için gereken çabayı arttıracağından, bunlardan kaçınmanız sizi daha rahat ettirecektir. Sigara içmemek çok önemlidir. Sigara içilmesi solunumu zorlaştıracağı gibi, ciddi göğüs hastalıklarına da neden olabilir.
AS böbrekleri nasıl etkiler ?
Az sayıdaki, ileri AS’li bazı hastalarda böbreklerde amiloid adı verilen bir proteinin birikmesi sonucunda böbrek yetmezliği ortaya çıkabilir. Steroid yapıda olmayan yangı giderici ilaçlar da uzun süreli kullanımda bazı böbrek sorunlarına yol açabilir.
Başka etkileri var mıdır ?
Kilo kaybı, hafif ateş, yorgunluk, kansızlık ve bazen depresyon görülebilir. İyi beslenmeli ve istirahat etmelisiniz. Kansızlık için gerekirse doktorunuz size uygun ilaçları verecektir.
AS’li hastalarda görülebilen önemli bir sorun da osteoporoz’dur. Osteoporoz, kemiklerin yoğunluğunun azalması ve daha gözenekli hale gelmesiyle karakterli bir hastalıktır. En önemli sonuçları ise, omurlar ve kalça başta olmak üzere kolay kemik kırıklarının ortaya çıkmasıdır. Tanı için bazı laboratuvar incelemeleri ve kemik yoğunluğu ölçümü gereklidir. Tedavide, hekiminizin uygun göreceği ilaçlar ve düzenli yapacağinız egzersizler yararlı olacaktır.
AS herkesi aynı şekilde mi etkiler ?
Hayır. AS çok değişken bir hastalıktır. Birbirinin aynı olan iki AS olgusu yoktur. Bazı hastaların neredeyse hiç yakınması yokken, bazılarının çok önemli derecede yakınmaları olabilir.
Buna karşın, açıkça bilinmelidir ki egzersiz yapan hastaların durumu, egzersiz yapmayanlardan çok daha iyidir.
Ameliyat şart mı ?
Büyük olasılıkla hayır. Bu hastalığın tedavisinde cerrahi girişimler pek az yer tutar. AS’li hastaların yaklaşık %6’sı kalça protezine gereksinim duyar. Bu protez sayesinde hastanın eski hareketliliğine kavuşması önemli ölçüde başarıyla sağlanır ve hasarlı eklemden kaynaklanan ağrı ortadan kalkar. Omurgalarında aşırı kamburluk ortaya çıkan pek az sayıdaki hastada, bu durumun düzeltilmesi için cerrahi girişim uygulanması gerekebilir.
Hangi ilaçlar kullanılmalıdır ?
AS tedavisinde temel amaç ağrının azaltılması, vücut pozisyonunun ve eklem hareketliliğinin korunmasıdır. Hastalar ağrı nedeniyle bazı hareketlerden kaçınırlar. Hastalığın doğası gereği, istirahat ağrıyı daha da arttırır ve ayrıca eklem hareketliliğinin azalmasına, vücut pozisyonunun bozulmasına yol açar. AS’li hastaların %80’inden fazlası ağrı, sertlik ve yangıyı azaltmak amacıyla steroid olmayan yangı giderici ilaçlar kullanırlar. Geceleri yatarken kullanılan ilaç, gecenin iyi geçmesini, sabah daha rahat kalkmasını ve sertliğin azalmasını sağlar. Gerekirse, gündüzleri ek bir doz da kullanılabilir. Ancak, bazı hastalarda bu ilaçların başta mide-barsak sistemi olmak üzere bazı yan etkileriyle karşılaşılabilir. Bu hastalarda ise, mide koruyucu ilaçlardan yararlanılır ya da sadece parasetamol gibi basit ağrı kesici ilaçlar önerilir. Bazı hastalarda, steroid olmayan yangı giderici ilaçlar yeterli olmaz. Bu hastalarda, sulfasalazin (Salazopyrin) ya da metotreksat gibi ilaçların tedaviye eklenmesi gerekebilir.
Unutmayınız ! İlaç tedavisinin temel amacı, ağrınızı azaltarak, hareketliliğinizin devamını ve böylece çalışmanızı, egzersizlerinizi daha rahat yapmanızı ve vücut pozisyonunuzu korumanızı sağlamaktır.
Hastalık genetik midir ?
Hasta olan baba ya da annenin HLA-B27 genini çocuklarına iletme olasılığı %50’dir. Ancak, bu geni taşıyan herkeste AS ortaya çıkmaz.
Siz hastaysanız, çocuğunuzda AS gelişme olasılığı %10; eğer çocuğunuzda HLA-B27 geni varsa %20’dir. Hasta dede ya da nineden toruna AS hastalığının geçme olasılığı ise %5’tir.
Eğer çocuğunuzda erken AS bulguları gelişirse, bu konuda uzman bir doktora danışmanız yerinde olacaktır.
AS ile birlikte olan başka hastalıklar var mıdır?
Psoriazis (sedef) adı verilen hastalık AS ile birlikte olabilir. Psoriaziste vücut derisi ve saçlı deride pullanmalar vardır. Psoriazis bazen farklı şekillerdeki eklem tutuluşlarına da yol açabilir. Klamidya adlı bir bakterinin yol açtığı ve cinsel ilişkiyle bulaşan bir enfeksiyon hastalığı olan nonspesifik üretrit olarak bilinen hastalık bazen Reiter sendromuna yol açabilir. Ülseratif kolit ve Crohn hastalığı da AS ile ilişkilidir, ancak nedenleri bilinmemektedir. Bu iki hastalığın belirtileri kanlı ishal, ateş, kilo kaybı ve bazı hastalarda çevresel eklem tutuluşudur.
Kendimde AS olup olmadığından nasıl emin olabilirim ?
AS tanısı klinik bulgular eşliğinde, röntgen incelemelerinde karakteristik görünümlerin saptanmasıyla konur. Ancak, bazen başlangıçta röntgen bulguları henüz görülmeyebilir. Tanı koymada kan testleri pek yararlı değildir, ancak bu testler hastalığın aktivitesinin ve gidişini izlemede yararlıdır.
AS’in şifası var mıdır, tamamen iyileşir mi ?
Ne yazık ki hayır. Steroid olmayan yangı giderici ilaçlar ağrıyı azaltırlar, rahat bir uyku ve genel iyilik sağlarlar. Ancak, ilaç kullanmak tedavinin sadece bir bölümüdür. Uygun egzersizlerin yapılması AS tedavisinde çok önemli bir yer tutar. İlaçlar bu egzersizleri ağrısız olarak yapabilmenize yardımcı olur. Unutmayınız ! Tedavinin temeli egzersizlerdir.
Bu hastalık nasıl sonuçlanır, ne olurum ?
AS tüm hastalarda aynı gidişi izlemez. Hastadan hastaya farklılıklar gösterebilir. Genellikle, belirtiler yıllar boyunca gelir ve gider, çeşitli aralıklarla tekrarlar. Klasik olarak önce bel bölgesi sertleşir, sonra bu sertlik omurga boyunca yukarı doğru boyun bölgesine dek ilerler ve omurganız öne eğik bir şekilde hareketsiz kalır. Uygun tedavi edilmeyen bir hastada gelişecek klasik vücut pozisyonu, kalçalar ve dizlerde bükülme, omurgada (bel, sırt ve boyunda) hareketsizlik, sırtta kamburlaşma ve bombe bir karın şeklindedir. Bu kötü vücut pozisyonu, kötü görünüm yanısıra, günlük yaşamınızda birçok sorunla karşılaşmanıza neden olur. Eğer vücut pozisyonunuza özen gösterir, egzersizlerinizi düzenli olarak yapar ve önerilere uyarsanız ciddi sorunların önüne geçebilirsiniz.
ANNE SÜTÜNÜN AZLIĞI
Bebekler için en değerli ve en besleyici besin şüphesiz ki anne sütüdür. Yenidoğan bebekler için tek ve en önemli besin kaynağı olan anne sütü, bebeklerin gelişimi açısından büyük önem taşır. Bebeğinizin ilk 6 ay yalnızca anne sütü ile beslenmesi anne ve bebek arasındaki bağın güçlenmesini sağlarken aynı zamanda bebeğin gelişimine önemli oranda katkı sağlar.
İlk 6 ay yalnızca anne sütü ile beslenen bebeklerin bağışıklık sistemlerinin daha güçlü olduğu gözlemlenirken birçok hastalığa karşı etkili koruma ve direnç sağladığı belirtilmektedir. Bu nedenle ilk 6 aydan sonra 2 yaşına kadarki dönemde ek gıda takviyesiyle birlikte anne sütüne devam edilmesi gerektiği belirtilmektedir. Ancak ek gıdaya geçiş sürecinde doktorunuz ile sürekli olarak irtibatta olmanız ve doktorunuzun tavsiyeleri doğrultusunda ek gıdaya geçmeniz oldukça önemlidir.
Bebeğin ağlaması ve sütü dışarı çıkarması gibi durumlar sonucunda bebeklerinin yeterince beslenemediği düşüncesine varan anneler, çözümü ek gıdaya geçişte aramaktadır. Annelerin ortak kaygılarından biri olan “bebeğim yeterince beslenmiyor mu?” endişesi annenin bebeğine karşı hissettiği koruma içgüdüsünden kaynaklansa da unutmayınız ki herhangi bir sağlık sorunu olmadıkça her annenin sütü bebeğine yeter.
Emzirme döneminde doktorunuzun tavsiyeleri doğrultusunda sağlıklı ve düzenli beslenerek sütünüzün miktarını arttırabileceğiniz gibi kalitesini de yükseltebilirsiniz. Doğru ve sağlıklı beslenmeniz durumunda herhangi bir sağlık sorunu söz konusu değilse süt miktarı konusunda endişeye kapılmasınız yersiz olacaktır.
ANNE SÜTÜ NEDEN AZ GELİR?
Anne sütü salgılanması annenin ruh haliyle doğru orantılıdır. Özellikle ilk haftalarda düzensiz olan anne sütü, annenin ruh haline göre artış veya azalış gösterebilir. Emzirme dönemindeyorgunluk, stres ve üzüntü gibi faktörler anne sütünün azalmasına neden olabilir. Bu nedenle emzirme döneminde annenin moralinin yüksek olması süt miktarı açısından oldukça önemlidir.
Anne sütünün miktarını etkileyen bir diğer önemli unsur ise düzenli emzirmedir. Unutmayınız ki siz emzirdikçe süt salgılama işlemi devam edecektir. Bu nedenle bebeğinizi düzenli olarak emzirmeniz önerilmektedir. Ancak emzirme sırasında her iki göğüsten de emzirilmelidir. Böylece her iki göğüste süt salgısı devam edecektir.
Emzirme döneminde sabırlı ve kararlı davranmanız gerek emzirme sürecini gerekse süt miktarını etkileyen başlıca unsurlardandır. Bu nedenle bebeğinizi memeyle beslemeli vebiberon kullanımından kaçınmalısınız. Aksi takdirde biberon kullanımı bebeğiniz için daha kolay olacağından daha sonrasında meme emmeyi reddederek süt salgınızın kesilmesine neden olabilir.
Emziren annelerin en çok sorduğu sorulardan biri de göğüs büyüklüğü ile süt miktarının bir alakası olup olmadığıdır. Küçük göğüslü annelerin sütü çok olabileceği gibi büyük göğüslü annelerin sütü daha az olabilir. Bu nedenle süt miktarının göğüs ebatıyla herhangi bir bağlantısının olmadığını söyeleyebiliriz. Süt miktarında önemli olan iki unsur; annenin sağlıklı beslenmesi ve düzenli emzirmesidir.
Emzirme sonrasında süt bezlerinin yeterince boşalmaması süt salgısını etkileyen faktörlerden bir diğeridir. Süt bezlerinin tamamen boşalması durumunda süt üretimi hızlanarak süt üretiminin artması sağlanır. Göğüslerin yeterince boşalmaması ve bu durumun sürekli olarak devam etmesi süt üretiminin azalmasına neden olur.
Süt üretimini etkiyen unsurlardan bir diğeri ise annenin hormonlarıdır. Tıpkı üzüntülü ve stresli ruh halinin gibi regl döneminde de süt üretiminde azalış gözlemlenebilir. Ancak bu durum regl döneminin sona ermesiyle birlikte normale döner.
ANNE SÜTÜNÜN YETERSİZ OLDUĞU NASIL ANLAŞILIR?
• Bebeğinizin katı dışkılamasının sayısı az, koyu renk ve kıvamda olması sütünüz yetersiz olduğunu ifade eder. Ancak bebeğiniz günde 5 defa katı dışkı yapıyor ve hardal renginde oluyorsa sütünüz yeterli demektir.
• Anne sütünün yeterli olması durumunda bebek günde 8-10 defa altını ıslatırken; sütün yetersiz olduğu durumda ise bu sayı daha azdır.
• Anne sütünün yeterli olup olmadığını ifade eden bir diğer durum ise idrar rengidir. İdrar rengi açık sarı veya renksiz ise anne sütü yeterli demektir.
• Anne sütü yetersiz ise bebeğin kilo oranı normale göre daha düşük olur.
• Bebeğinizin sürekli olarak meme araması ve emme isteği açlık göstergesi olarak kabul edilebilir.
ANNE SÜTÜNÜN ARTMASI İÇİN NE YAPILMALI?
• Bebeğiniz her istediğinde emzirin.
• Sağlıklı ve düzenli beslenin.
• Her gün en 2,5 litre su içmeye özen gösterin.
• Geceleri mutlaka emzirin.
• Bol bol dinlenin.
• Göğsünüzün boşalmasına özen gösterin ve her iki göğsünüzden emzirin.
• Günde iki bardak süt için.
• Bebeğinizi ilk aylarda toplamda 10 kez emzirin.
• Her emzirme süresi 15-25 arasında olmalıdır.
• Doğum kontrol hapı ve süt arttırıcı ilaç kullanımdan kaçının.
• Çalışan anneler süt pompası yardımıyla sütlerini sağarak süt üretiminin devamını sağlayabilirler.
ANÜS KAŞINTISI
Makatta kaşıntı olmasına, tıp dilinde pruritis ani denmektedir. Erkeklerde daha sık görülür. Genel vücut hijyeni bozukluğu, sert tuvalet kağıdı kullanma, şeker hastalığı, karaciğer hastalıkları, lösemi, guatr, alkol tüketimi, bazı gıdalar (baharat, süt, limon, portakal, acı vb), makatta çatlak ya da minik yırtıklar, hemoroid (basur), depresyon, sedef, egzama gibi deri rahatsızlıkları, mantar veya bakteri iltihapları, kullanılan bazı ilaçlar (kabızlık ilacı olan laksatifler), kıl kurdu gibi parazitler, iltihaplar, kullanılan sabun ve deterjanlar anüs kaşıntısına neden olur. Sıcak hava, kalın ve sentetik kumaşlı giysiler, kilolu olmak kaşıntıyı artırır.
Bulgu Belirti Ve Yakınmalar
Kaşıntı daha çok geceleri ortaya çıkar. Kaşıntı ile beraber yanma hissi de olabilir. Anal bölge muayenesinde kızarıklık, deride ıslaklık, kaşınmaya bağlı deride kalınlaşma, küçük çatlaklar, varsa basur memesi, egzama bulguları görülebilir.
Tıbbi Tedavi
Genel hijyen kurallarına uyulması önceliktir. Tedavi, altta yatan hastalığa yöneliktir. Anal bölge temizliği su ile yapılır. Kaşıntıya neden olan gıdalardan uzak durulur. Anüs kaşıntısı başka bir hastalığın belirtisi olarak oluşmamışsa kortizonlu kremler kullanılır. Dışkıda parazit saptanırsa ona yönelik tıbbi tedavi yapılır. Tıbbi tedaviye dirençli atopik dermatite bağlı anal kaşıntıda takrolimus içeren krem yarar sağlayabilir.
Diyet Değişiklikleri
İshal varsa kahve ve kola gibi ishali artırabilecek içeceklerden uzak durulmalıdır. Dışkı yumuşatıcı laksatif ilaçlar aşırı kullanılmamalıdır.Soda, çikolata, domates ve C vitamininden zengin gıdalardan 2 hafta kaçınılmalıdır. Baharat tüketimi azaltılmalıdır. Likör, bira gibi alkollü içeceklerden uzak durulmalıdır.Bağırsak hareketleri düzenli olmalıdır. Kabızlık ve ishal yakınmalarının olması bir sorundur. Bol su içilmesi, ılımlı egzersiz yapılması ve lifli gıdaların tüketilmesi yararlıdır.İki tatlı kaşığı elma sirkesinin bir bardak suya konarak günde bir defa tüketilmesi vücudun alkalileşmesine yardımcı olur, antimiktobiyal özelliği ile de ek katkı sağlar.
Yaşam Tarzı Değişiklikleri
Makat bölgesi nazikçe temizlenmelidir. Dışkılama sonrası bu bölge yıkanmalıdır. Sabun kullanılmamalı ve ovalanmamalıdır. Onun yerine organik sertifikalı alkolsüz ıslak mendillerle, ıslatılmış tuvalet kağıdı, havlu veya saç kurutma makinesi ile kurutulmalıdır. Makat bölgesi nazikçe kuru tutulmalıdır.Makat bölgesi sert kaşınmamalıdır, tırnaklar bu bölgede hasara ve iltihabın yerleşmesine neden olabilir. Çok aşırı kaşıntı isteği varsa bu bölgeye soğuk uygulanması (kuru peçeteye sarılmış buz kalıbı gibi) veya ılık suyla alınacak bir duş rahatlatabilir. Tırnaklar kısa kesilmelidir.İç çamaşırı pamuklu ve biraz bol olmalıdır. Külotlu çorap veya tayt gibi sıkı kıyafetler nemliliği artıracağı için giyilmemelidir.Köpük bantosu ve bu bölgeye deodorant uygulaması gibi tahriş edici durumlardan kaçınılmalıdır.Gece farkında olmadan yapılacak kaşınmaya karşı tahrişi azaltmak için ellere çorap veya eldiven giyilmelidir.Stres, bağırsak hareketlerini bozarak makatta çatlaklara neden olabilir. Bu nedenle stres varsa mücadele edilmelidir.
Önerilen Besin Takviyeleri
Kapsaisin: Kapsaisin içeren kremler veya losyonlar nöropatik ağrı veya kaşıntıda diğer tedavilere yanıt elde edilmediğinde yan etki riski düşük yararlı bir seçenektir. Kapsaisin içeren preparat sabah ve akşam makat bölgesine az miktarda sürülebilir.
Bir parça aloe vera jelinin içine 3 damla çay ağacı yağı karıştırılır ve sabah akşam kaşıntılı makat bölgesine iyice yedirilerek sürülür.
AORT DARLIĞI
Kapak alanı normalde > 2,5 cm2 dir. Bu alanda 1/3 oranında daralma oluşursa belirgin kardiyak ve hemodinamik etkiler ortaya çıkar.
Sol ventrikülde basınç yüklenmesi -> konsantrik hipertrofi -> diastolik fonksiyonların bozulması -> enddiastolik dolum basıncının artması -> koroner yetmezlik -> sistolik yetmezlik.
Aort darlığında koroner yetmezliğin sebepleri:
1. Oksijen ihtiyacının artması (basınç yüklenmesi)
2. Koroner perfüzyonun azalması (aortada post stenotik basınç düşüklüğü ve enddiastolik ventrikül basıncı artışı)
3. Hipertrofiye olan kalbin oksijen difüzyon alanının artması.
Klinik bulgular nelerdir ?
Hafif aort stenozlu olgularda genellikle semptom izlenmez. Semptomlar ortaya çıktığında ise genellikle ciddi aort darlığı saptanır. Başlıca semptomlar aşağıda sıralanmıştır:
– Soluk görünüm, çabuk yorulma
– Düşük nabız basıncı ve kan basıncı amplitüdü (pulsus tardus et parvus)
– Göz kararması ve senkop
– Angina
– Efor dispnesi
– Aritmiler
– Ani ölüm
– Son dönemde sol kalp yetmezliği
Dinleme bulguları nelerdir ?
En iyi sağ ikinci interkostal aralıkta, parasternal bölgede duyulan ve karotislere yayılan, kreşendodekreşendo (baklava) şeklinde sistolik bir ejeksiyon üfürümü duyulur. Hafif stenozlarda sistolik ejeksiyon kliği ve klikten sonra başlayan ve kısa süren bir ejeksiyon üfürümü duyulurken ilerlemiş aort darlığında üfürüm geç sistolik devreye kadar yayılır. İleri aort darlığı olan olgularda birinci kalp sesi hafifler ve bazen duyulamayabilir. Ayrıca ileri aort stenozlu olgularda ikinci kalp sesinde solunumla paradoks çiftleşme duyulur.
Tedavi yolları nelerdir ?
A) Medikal tedavi:
– İnfektif endokardit profilaksisi – Kalp yetmezliği semptomları gelişmiş ve /veya sol ventrikül dilatasyonu ile birlikte ejeksiyon fraksiyonu azalması olan olgularda diüretik (dikkatle) ve digital preparatları
– Aritmisi olan olgularda antiaritmik tedavi, atriyal fibrilasyon gelişen olgularda kardiyoversiyon ve tekrarın önlenmesi için atriyal fibrilasyon profilaksisi (antiaritmiklerle)
– Hafif aort stenozlularda (sistolik aortik pik gradient < 40 mmHg) 2 yılda bir ekokardiyografik ve yılda 1 rutin muayene ile takip. Efor kısıtlamasına gerek yoktur.
– Ciddi aort darlığı olan asemptomatik olgularda sportif faaliyetler ve ağır bedensel aktiviteler kısıtlanmalı ve hastalara her 6 ile 12 ayda bir ekokardiyografik inceleme yapılmalı ve özellikle sol ventrikül fonksiyonlarındaki değişikliklere dikkat edilmelidir.
– Semptomatik olan 35 yaşın üzerindeki tüm erkek olgularda ve 45 yaşın üzerindeki tüm kadın olgularda koroner anjiyo endikasyonu vardır.
B) Cerrahi Tedavi:
– Aortik kapak alanı < 0,8 cm2 veya 0,5 cm2/m2 ve semptomatik olan tüm hastalarda valvuloplasti veya kapak replasmanı endikedir.
– Ciddi aort darlığı ile birlikte sol ventrikül fonksiyonlarında bozulma olan tüm olgularda semptom olsun veya olmasın operasyon endikasyonu vardır.
* Çocuklardaki ciddi aort darlığında semptom olsun olmasın operasyon endikasyonu olup valvotomi yapılan olgularda mortalite %2 civarındadır.
* Ameliyat yapılan olgularda prognozu etkileyen başlıca faktörler; yaş, sol ventrikül fonksiyonları, koroner arter hastalığının mevcudiyeti, beraberinde başka bir kapak hastalığının veya metabolik veya serebral problemin olmasıdır.
* Operasyon sonrası 10 yıllık hayatta kalma oranı yaklaşık %65’tir.
AORT KAPAK YETERSİZLİĞİ
Aort kapağın yeterince kapanamaması ve aort damarındaki kanın geriye kalbe doğru kaçması durumuna aort yetersizliği denir.
Kalbin sol karıncığın kasılarak aorta attığı kanın bir kısmı kalp gevşediğinde yeniden sol karıncığa döner. Sürekli geri kaçan ilave kan ile birlikte devamlı kanı ileri pompalamaya çalışan sol karıncıkta iş yükü zamanla giderek artar. Sol kalp büyür. Kalp yetersizliği gelişir.
Kanın aorttan kalbe geri kaçmasıyla düşen küçük tansiyon kalp damarlarının (koroner damarlar) dolaşımını olumsuz etkiler ve göğüs ağrısı oluşur. Eforla nefes darlığı, çarpıntı, çabuk yorulma ve göğüs ağrısı en sık görülen belirtilerdir. Bayılma nadirdir.
AORT KOARTASYONU
Aort koartasyonunda, aortanın mediasındaki bir kalınlaşma aortada darlığa yol açar. Bu darlığın yerine göre iki tipi vardır. Preductal (infantil) tipinde lezyon ductustan öncedir. Bu tip koartasyonda ductus hemen daima açıktır. Postductal (erişkin) tipindeyse darlık sol subclavian arterin ayrıldığı noktanın distalinde ve ductusun aortaya bağlandığı seviyededir. Postductal tip koartasyon, bütün aort koartasyonlarının yaklaşık %75’ini oluşturur.
Aort koartasyonlu olguların %46’sında aort kapağı bikuspittir. Ayrıca bu hastalarda sık görülen diğer anomalilerin başında arcus aortanın tübüler hipoplazisi, PDA ve VSD gelir.
Klinik bilgileri nelerdir ?
Hipertansiyona, sol kalp yetmezliğine ve alt ekstremite perfüzyon bozukluğuna bağlı semptomlar vardır. Bunlar:
Efor dispnesi
Başağrısı
Burun kanaması
Çabuk yorulma
Cladicatio
Fizik incelemede; sıcak elsoğuk ayak bulgusu saptanabilir. Karotid arterlerde belirgin ve sıçrayıcı nabız palpe edilirken, alt ekstremite nabızları zayıf ve gecikmelidir. Üst ve alt ekstremiteler arasında sistolik kan basıncı farkı 20 mmHg’ dan fazladır. Kol ve bacak arasındaki basınç farkı eforla artar. Dinamik sol ventrikül apeks vuruları palpe edilir. En iyi sırtta, interskapular alanda duyulan sistolik bir üfürüm vardır. Ayrıca göğüs ön duvarında kollateraller olabilir. Bu kollaterallere bağlı devamlı bir üfürüm duyulabilir.
EKG
Çocuklarda özellikle ilk 3 ay sağ veya biventriküler hipertrofi, sol prekordiyal derivasyonlarda T inversiyonu, büyüklerde sol ventrikül hipertrofisi (V-1’de derin S, V-5’te büyük R dalgası)
Röntgen
Semptomatik çocuklarda kardiyomegali, akciğer konjesyonu bulguları
Asemptomatik ve daha büyük çocuklarda kalp normal, normalin üst hudutunda veya normalden geniş olabilir.
Aortanın sol kenarında 3 konfigürasyonu, (3 bulgusunun üst yarısı genişlemiş sol subclavian artere, alt yarısı da post stenotik aort dilatasyonuna bağlıdır.)
Kostaların inferior yüzünde çentiklenme (özellikle 4.-8. kostalarda)
EKO
Ekokardiyografist için en iyi yaklaşım suprasternaldir. Stenozun yeri, gradienti, sol ventrikül fonksiyonları ve varsa birlikte olan diğer lezyonların tesbiti ve araştırması yapılır.
MRT/DSA (Dijital substaksiyon anjiyografisi): Stenozun görüntülenmesi
Tedavi yolları nelerdir ?
İnfektif endokardit profilaksisi
Varsa kalp yetmezliğinin tedavisi
Asemptomatik çocuklarda 4 yaşında operasyon (Ameliyat en geç okul döneminden önce yapılmalıdır)
Semptomatik olan bütün hastalarda derhal cerrahi tedavi
Operasyonda kısa stenozu olan olgularda darlık çıkarılarak uç uca anastomoz yapılır. Stenozun uzun olduğu olgularda ek plastik rekonstrüksiyon yapılır (Örneğin; sol subclavian arterden yararlanılabilir).
Cerrahi mortalite %1’den azdır. Kalp yetmezliği olanlarda ve bebeklerde mortalite daha fazladır. Assosiye anomalilere bağlı olarak cerrahi mortalite %25’e dek yükselebilmektedir.
APANDİSİT
Apandisit, körbağırsak üzerinde apandisiniltihaplanmasıdır. İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla tedavi edilir. Apandisitin belirtileri, karın ağrısı -kasıklarda ve bacağın vücutla birleştiği noktalarda- ve mide bulantısıdır.
Karnın sağ alt bölümünde apandis (apendiks) denen kalın bağırsağın uzantısı bulunur. Solucan şeklinde ve hareket kabiliyeti olan apandisin içinden herhangi bir besin geçmez. Uzunluğu çocuklarda biraz daha fazladır. Yaklaşık 9–10 cm uzunluğundadır fakat bundan daha az ya da daha fazla olabilir. Yerleştiği yer bazı kişilerde farklılık gösterebilir. (Situs inversus gibi) Bu durum apandis rahatsızlığı olanlarda tanı koymayı zorlaştırır.
Apendiksin (apandisin) çoğunlukla dışkı veya daha az bir ihtimalle safra taşı, tümör ya da bağırsak kurduyla tıkanması sonucu iltihaplanmasına apandisit denir. Apandisin vücuttaki fonksiyonu henüz bilinmemektedir. Sadece lenf dokusu bakımdan zengin bir yapıdır. Yine de apandisin iltihaplanması sonucu yırtılıp karın bölgesinde yayılmasıyla, ciddi problemler ortaya çıkar. Tedavi edilmediğinde tehlikeli bir hastalık olan apandisit, karın zarının iltihaplanmasına yol açabilir.
Kimlerde görülür? Görülme sıklığı ne kadardır?
Yapılan araştırmalara göre A.B.D’de ve diğer batı ülkelerindeki insanların yaklaşık %10’unun hayatının bir döneminde apandisite yakalandığını göstermiştir. Bu hastalığın ortaya çıkmadığı yaş yoktur. 2 yaşından küçük çocuklarda görülme ihtimali nadirdir. Bu yaştan sonra görülme sıklığı artar ve en çok genç yetişkinlerde, 20 yaşından sonra görülmeye başlar. Bu dönemden sonra en sık yaşlılık döneminde ortaya çıkar.
Erkekler, apandisite, kadınlara oranla daha fazla yakalanır. Bu oran 1.5/1′ dir. Fakat çocukluk döneminde, hem kızlarda hem de erkeklerde görülme ihtimali eşittir.
Nedenleri ve ortaya çıkışı
Apandis; içi boş, kanal şeklinde dar bir yapıdır. Burada birçok mikroorganizma yaşar. Bu mikroorganizmalar, bağırsakta da yaşayan mikroplardır. Apandisin içi, dışkı ya da safra taşı gibi nedenlerle tıkandığında, kalın bağırsakla bağlantısı zayıflar. Böylece mikroplar hastalık yapıcı özellik kazanırlar. Sonrasında burada iltihap oluşmaya başlar. Hem mikropların birikmesi, hem de iltihap oluşması apandiste basıncın artmasına yol açar ve çürüme başlar. En sonunda apandis patlar.
Apandisin tıkanmasının nedenlerinden biri de, aynı bademcikte olduğu gibi lenf dokularının şişmesidir. Fakat iltihaplı apandislerin çok az bir kısmında apandis kanalının tıkanmasının nedeni açıklanamamaktadır.
Belirtileri ve tipleri
İki tip apandisit vardır. Bunlardan birincisi akut apandisittir. Belirtileri şiddetli seyreder ve ameliyat olmayı gerektirir. Mukuslu, irinli ve kangrenli olmak üzere üç tipi vardır. Mukuslu apandisitte iltihap artmıştır ve apandis büyümüştür. En çok karşılaşılan tiptir. Tedavi edilmezse irinli apandisit oluşur. İrinli apandisit, apseye neden olur ve bağırsağın diğer bölümlerine yayılabilir. Ülserleşmesi sonucunda karın zarı iltihabı meydana gelir. Kangrenli akut apandisitte, kanın pıhtılaşması sonucu, apandise gelen kan miktarında azalma vardır. Sonuçta doku ölümü gerçekleşir ve apandis kopar. Yayılması sonucu daha ağır bir karın zarı iltihabı gerçekleşir.
Akut apandisitin en önemli belirtisi, karın ağrısıdır. Bu ağrı göbek çevresinde, yavaş yavaş artan bir şiddette karnın sağ alt tarafına yayılan künt tarzda bir ağrıdır. Yaklaşık 4-5 saat sürer ve bu süre içinde şiddeti azalır ya da artar. Bu ağrı, kasık bölgesinde, sırtta ya da genital bölgede hissedilebilir.
Ayrıca birçok olguda iştahsızlık, bulantı, kusma meydana gelebilir. Ateş hafif yükselmiştir. İshal ya da kabızlık bazı çocuklarda görülebilir. Hastanın rengi solmuştur ve nabız yükselmiştir.
Kronik apandisit, akut apandisite göre daha hafif seyreder. En çok görülen belirtisi sık sık fakat daha hafif şiddette karın ağrısıdır. Hemen ameliyat edilmesi gerekmez. Bulantı ve kusma yoktur. Kronik apandisitte ateş yüksekliği saptanmamıştır.
Seyri
Hastalığın tedavi edilmediği durumlarda, belirtiler genelde şiddetlenmekle beraber az bir hastada ise şikayetler azalır. Şiddetlendiği durumlarda, karnın sağ alt bölümünde dokunulduğunda hissedilebilen bir şişlik, kütle vardır. Dinlenmeyle ve ilaç tedavisiyle bu şişlik azalabilir. Ayrıca apandisitin şiddetlendiği durumda ortaya çıkabilecek bir diğer tehlike karın zarının iltihaplanmasıdır. (Peritonit) Acil tedavi edilmesi gereken bir durumdur. Ateş çok yükselmiştir ve karın ağrısı çok şiddetlidir. Hastanın rengi sararmıştır ve kusma görülür. Ölüme yol açar.
Tanısı
Apandisitin tanısını koymak zor olabilir. Çünkü hastalığın belirtileri birçok hastalıkta da vardır. Özellikle apandisitin yerinin değişken olması tanıyı iyice güçleştirir. Doktor muayenesinde hastanın hareket etmekten çekinmesi, hareket sırasında ağrının artması apandisit şüphesini arttırır. Yapılan ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi ile apandisin yapısı hakkında bilgi elde edilir. Ayırıcı tanı için, diğer çevre organların da incelenmesi gereklidir. Ayrıca karnın sağ alt tarafına bastırılınca ağrının artması önemli bir bulgudur.
Tedavisi
Apandisit, tedavisi kolay bir hastalıktır. İlaçla yapılan tedavi, antibiyotiklerin kullanılması, hastalığın iyileşmesini sağlamaz. Apandis, antibiyotiğin zor ulaşabileceği bir yerdedir. Kesin tedavi için ameliyat şarttır. Kolay bir ameliyattır. Bu ameliyat sırasında apandisit alınır. Yaklaşık 30-40 dakika sürer ve 1 gün hastanede yatma süresi vardır.
Apandisit, tehlikeli bir hastalık olduğundan ve ölüme yol açtığından, hasta hemen ameliyat edilmelidir. Hastalığın belirtilerinin ağırlaşmasını beklemeden yapılan bu uygulama, tanının yanlış konmasına neden olabilir. Ameliyat sırasında apandis sağlam dahi olsa, çıkarılmasında fayda vardır.
Hastalığın şiddetlendiği ve karın zarı iltihabına neden olduğu durumlarda ise öncelikle hastanın genel sağlık durumu kontrol altına alınmalıdır. Fakat çocuklarda böyle bir durum söz konusu ise ameliyat edilmesi gerekir.
Bazen apandis bir zarla çevrilir ve iltihap karın içine yayılmaz (plastron). Bu durumda hemen ameliyat yapılmaz. Hastanede gözetim altında tutulan hastaya antibiyotik tedavisi uygulanır. Durum düzeltilemezse hasta, ameliyata alınır. Apandisiti olan kişilerin kendi başlarına ağrı kesici kullanmamaları gerekir. Tedavi sonucunda ağrıları geçmeyen kişilerin doktora tekrar başvurmaları gerekir. Çünkü başka hastalıklar da varolabilir.
APSE
Apse, bir yerde irin birikmesidir. Bakteri enfeksiyonlarına karşı vücudun verdiği bir karşılıktır. (Latince abscessus, ayrılıp gitmek, sözcüğünden türemiştir)
Vücudun herhangi bir yerinde bir doku ya da organda oluşan apse, kendini ağrı, kızarıklık ve şişikler yaparak belli eder. Bazı apseler kendiliğinden dışarı açılır ve akar. Apse`nin açılmadığı durumlarda bu işi ameliyatla yapmak gerekir.
Türleri
Sıcak ve soğuk olmak üzere ikiye ayrılır:
• Sıcak apselerde her zaman yangılı bir dönem vardır. İrin toplandığında o bölge kızarır, ateş, ağrı ve şişlik vardır, sancı olur. Çevresi sert, ortası yumuşak ve oynaktır.
• Soğuk apseler, kemik eklem ya da lenf bezlerinde tüberküloz basilinin yaptığı apse tipidir. Deri altında renk değişikliğine yol açmayan, ağrısız ve ateşsiz bir şişlik belirir. Bir süre sonra ortasında yumuşama başlar, deri morlaşır, apse kendiliğinden deriye açılarak (fistülleşme) akmaya başlar.
Tedavi
Apsenin mutlak tedavisi drenaj, yani apsenin boşaltılmasıdır.
ARI ALERJİSİ
Ortalama 1,5 cm boyunda olan arılar çiçeklerin özsuyunu toplayarak çok değerli bir besin kaynağı olan bal üretirler. Ayrıca çiçekler arasında polen taşıyarak bu çiçeklerin döllenmelerini ve meyve oluşumunu sağlarlar. Ancak, bu kadar yararlı olan bu canlıların bazı insanlar üzerinde çok korkutucu, hatta ölümcül etkileri olabilir. Bu durum, arı sokması sonucu arının zehiri (venom) ile oluşan ve hızla ortaya çıkan alerjik reaksiyon (anafilaksi) olarak tanımlanır.
Arı alerjisi, toplumda sık görülen ve ölümcül sonuçları nedeni ile dikkatleri üzerine çeken alerjik hastalıklardan biridir. Arı alerjisine ait ilk yazılı kayıtlar M.Ö. 2641 yılında Mısır Firavunu Menses’ in yaban arısı tarafından sokulup ölmesine aittir. Dünyada yapılan çalışmalar sonucunda arı alerjisin görülme sıklığına ait değişik rakamlar vardır (% 0.5-5 gibi). Amerika Birleşik Devletleri’ nde her yıl 40, Avrupa’ da 20, Asya’ da ise 10 civarında arı sokması sonucu ölüm vakası bildirilmektedir. Buna rağmen bir çok vakanın ise tanı alamadığı bilinmektedir. Ülkemizde yapılan çalışmalara göre ise arı alerjisi % 2-3 oranında görülmektedir. Arı alerjisi özellikle arıcılık ile uğraşan kişileri tehdit ediyor gibi gözükse de toplumun diğer bireyleri de bu durumdan nasibini alabilir. Arı alerjisi ile ilgili ciddi reaksiyonlar hemen her yaşta görülebilmekle birlikte sıklıkla ölümcül reaksiyonlar 20 yaş altında görülmektedir. Arı alerjisine ait ciddi reaksiyonlar erkeklerde iki kat daha sıklıkla görülmektedir.
Dünya üzerinde bir çok arı çeşidi bulunmaktadır. En sık alerji sebebi olan arılar; bal arısı (Honey bee), sarı arı (Yellow jacket), ve eşek arıları (Wasp, Hornet)’ dır.
Klinik Bulgular:
Arı sokması sonucu en sık görülen, lokal reaksiyonlardır. Arı soktuğu anda iğne yerinde ani ve keskin bir ağrı duyulur, daha sonra bu bölge kızarır ve şişer. Genellikle herhangi bir müdahaleye gerek kalmaksızın bir-iki saatte, bazen bir gün içinde geriler. Daha nadir olarak bu reaksiyon 1 haftaya kadar uzayabilir. Bu kişilerde arıya ait alerji antikoru (IgE) saptanırsa tedavi gereksinimi doğar. Ağrı kesiciler ve buz kompresler, bazen de ağızdan anti-alerjikler yeterli olabilir. Arı alerjisi olmasa da çok fazla sayıda arı tarafından aynı anda sokulan kişilerde alerji dışında toksik reaksiyon oluşabilir. Bu hastalarda tansiyon düşmesi, şiddetli ağrılar, bulantı ve kusma gibi bulgular meydana gelebilir. Alerjik reaksiyonlar ise çok daha ciddi lokal ve genel reaksiyonlara neden olur. Reaksiyonlar arının sokması ile bulguların ortaya çıkkması arasında geçen zamana göre erken ve gecikmiş olarak ikiye ayrılır. Erken reaksiyonlar; arı soktuktan sonra genellikle 15 dakika içinde başlar ve bu süre ne kadar kısaysa, şiddeti de o derece fazladır. Sistemik reaksiyonlarda lokal reaksiyonlardan çok daha ciddi olan izole kurdeşen ve anjiyodemden anafilaksi, hatta ölüme kadar değişen reaksiyonlar görülebilir.
Arı alerjisi özellikle arı tarafından birkaç kez sokulan ve genetik olarak yatkın kişilerde ortaya çıkar. Arı alerjisinin ortaya çıkması için genetik olarak alerjiye yatkın bireyin birden fazla kez aynı arı türü tarafından sokulması gerekmektedir. Yani ilk arı sokmasında alerjiye ait herhangi bir reaksiyon oluşmaz. Sadece arının soktuğu yerde arı zehirine ait şişlik, ağrı ve kızarıklık gibi bölgesel belirtiler olur. Ancak ilk defa alınan bu arı zehirine karşı, alerjik hastalığa yatkın kişilerde immünglobulin E dediğimiz alerji antikoru oluşur. Daha sonraki sokmalar sonucunda arı zehiri ile bu antikor arasındaki etkileşim sonucunda ölümcül sonuçlar doğurabilecek olan anafilaksi tablosu (arı alerjisi) ortaya çıkabilir. Arı alerjisi, ülkemizde özellikle arı yetiştiriciliğinin çok olduğu bölgelerde rastlanmakla birlikte diğer insanlarda da görülebilir. Örneğin; piknik yapılan yerlerde arı sokması sık rastlanılan durumlardan biridir ve maalesef dramatik sonuçlarla karşılaşmamıza sebep olabilir. Az önce de belirtildiği gibi arı alerjisinin gelişmesi için de kişinin daha önceden arı tarafından sokulmuş yani “duyarlılanmış” olması gerekir. Şu da bilinmlidir ki arı tarafından her tekrar sokulma maalesef reaksiyonun daha büyük boyutlarda karşımıza çıkmansa sebep olabilmektedir. Yani önceleri arı sokması sonucu sadece bölgesel kızarıklık, kaşıntı gibi şikayetleri olan hastalarda daha sonraki arı sokmaları sonucunda çok daha büyük reaksiyonlar oluşabilir. Bu nedenle arı alerjisi bulgusu veren hastaların en yakın zamanda bir alerji ve immünoloji uzmanı ile görüşmesi “hayat sigortası” anlamı taşır.
Tanı ve Tedavi:
Arı alerjisi varlığı deri testleri ve kan testleri (RAST) ile saptanabilir. Daha önceden arı tarafından sokulup ciddi reaksiyon görülen kişilere arı alerjisi aşısı uygulamak gereklidir. Bu tür tedaviler mutlaka bir alerji ve immünoloji uzmanı tarafından özel şartlar altında uygulanmalıdır. Arı alerjisi olduğu kanıtlanan ve daha önceden ciddi reaksiyon hikayesi olan kişilere uygulanan arı alerji aşısı (immünoterapi) neredeyse % 100 tedavi sağlayan bir yöntemdir. Bunun dışında arı alerjisi olan kişiler mutlaka yanlarında bu durumu belirtir bir künye taşımalıdır. Ayrıca kendi kendilerine uygulayabilecekleri adrenalin enjektörlerini (EpiPen® ve Fastject® gibi) mutlaka yanlarında taşımalıdırlar. Arı sokmasından hemen sonra elbise üzerinden dahi yapılabilen bu enjeksiyon hastaya bir hastaneye gidinceye kadar zaman kazandırır ve hatta hayat kurtarıcı olabilir. Tüm bunların yanında arı alerjisi olan hastalar yanlarında anti-alerjik ilaçlar ve kortizon iğneleri bulundurmalıdırlar. Bunların hepsi hızlı bir şekilde alınacak profesyonel yardıma kadar hastaya yaşam desteği şansı sağlar.
Özellikle yaz aylarını yaşamaya başladığımız şu dönemlerde arı sokması açısından en riskli zamanları yaşamaktayız. Bu nedenle arı alerjisi olan kişilerin, hatta alerji riski taşıyan kişilerin arı sokmalarından korunmak için alabileceği çok basit önemleler bulunmaktadır. Bunlar aşağıda belirilmiştir.
Arı Alerjisi Olanlara Öneriler
” Yazın pazar alışverişi yapmayın, bahçede dolaşmayın,
” Açık yerlerde yemek veya meyva yemeyin, hoş kokulu meyva suyu, gazoz içmeyin,
” Piknik yapmayın,
” Parfüm, deodorant, kolonya sürmeyin,
” Güzel kokulu sabun, şampuan kullanmayın,
” Parlak renkli, çiçekli elbise giymeyin,
” Çiçek toplamayın, çiçek takmayın,
” Tatile gittiğinizde etrafta arı kovanı olup olmadığını araştırın,
” Yaban arısını kovanı civarında öldürmeyin, bu arıdan salınan kokular diğer arıları üzerinize çeker,
” Çıplak ayakla yürümeyin, mümkünse dışarıda uzun kollu ve paçalı giyisiler giyin ve kahverengi giyisileri tercih edin, arılar kahverengini sevmez. Bahçe ile uğraşmanız gerekiyorsa şapka ve eldiven kullanın,
” Terli olmak bütün böcekler için çekicidir, riskli bölgelerde terli olmamaya özen gösterin,
” Eşek arısı saldırgan, bal arısı sakindir; ancak, sıcak havalarda her ikisi de saldırgan olacağı için bu havalarda dikkatli olun,
” Sizi bal arısı sokarsa iğnesini büyüteç ve çımbızla almaya çalışın, veya başka birinden yardım isteyin.
” Antialerjik ilaçları devamlı yanınızda bulundurun.
” Daha önceden şiddetli arı alerjisi geçirmiş kişilerin yanında her zaman EpiPen® taşıması gereklidir. Epipen® kendi kendinize uyluk üst kısmından uygulayabileceğiniz bir enjeksiyondur. Epinerfin içerir. Epinefrin anafilaktik şokta kullanılan en önemli ilaçtır.
Arı sokması halinde;
” Sokma yerinin üstünden bandaj uygulayın, bu bandajı her 10 dakikada bir 3 dakika kadar gevşetin,
” Sokma yerine soğuk uygulayın,
” Anti alerjik ilaçları uygulayın,
” Elinizde adrenalin veya EpiPen® varsa kullanın,
” EN KISA ZAMANDA DOKTORA ULAŞIN…
Sağlıklı günler dileğiyle…
Doç. Dr. Cengiz KIRMAZ
Uzm. Dr. Papatya Bayrak DEĞİRMENCİ
Kaynak : www.alerjiklinigi.com
ARI SOKMASI
Arı sokmalarında ne yapmalıyız? Arı sokmalarına ne iyi gelir?
Özellikle yaz aylarında başımıza gelen arı sokmalarının verdiği rahatsızlık kişiden kişiye ve sokmanın olduğu bölgeden bölgeye değişiklik gösterir. Arı sokmalarına iyi gelen öneriler.
Arı sokmaları nefes borusu, ağız içi dil sokmaları, göz kapağı vs. kritik bölgelerde olduğunda ve kişinin alerjik durumunda bir hassasiyet olduğu vakit tehlikeli boyutlara ulaşabilmektedir. Arı sokmalarından sonra genellikle o bölgede acı, şişlik ve kızarıklık gibi belirtiler olabilmektedir. Bu belirtilerin dışında nadiren de olsa bulantı, kusma, baş dönmesi, nefes almada zorluk vb. ciddi reaksiyonlar da görülebilmektedir. Böyle durumlarda acilen bir hekime başvurulması gerekmektedir.
Arı soktuğu an ne yapılmalı?
-Öncelikle arının iğnesi soktuğu bölgeden temiz bir cımbız yardımıyla alınmalıdır. Cımbız yoksa sert bir cisimle (bıçak sırtı gibi) kazıyarak çıkarmak da uygundur. Genellikle bal arıları soktukları bölgede iğnelerini bırakırlar ve zehri 2-3dk içinde deriye boşalır. Hızlı davranıp iğneyi almak acı ve devamında şişlik, kızarıklığı hafifletecektir.
-Arının soktuğu yeri kaşıyıp kurcalamak kesinlikle yanlış bir davranıştır. Bu hareket zehrin yayılmasına yol açacaktır.
-Yara sabun ve su ile iyice dezenfekte edilmelidir.
-Sokmanın verdiği ağrının şiddetine göre ağrı kesiciler veya antihistaminik türü alerji ilaçlar alınabilir. Ayrıca hidrokortizon krem uygulaması da yaraya iyi gelecektir.
Arı sokmalarına iyi gelecek alternatif yöntemler;
-Yaranın şişmesini önlemek ve alerjik reaksiyonun önüne geçmek için buz uygulaması yapılmalıdır. Buz uygulaması direk değil bir beze sarılarak yapılmalıdır. Buzun cilde direk teması ciddi yanıklara sebep olabilir.
-İltihaplı yaralarda da sık sık başvurulan yöntemlerden biri soğan ve ya sarımsak mucizesidir. Soğan ve sarımsak iltihap söktürücü özelliği ile arının soktuğu bölgedeki zehri almada da oldukça etkili bir yöntemdir. Soğan uygulamasında bir adet soğan ortadan ikiye kesilir ve iç kısmı yaralı bölgeye sürülür. Sarımsak uygulamasında ise sarımsak ezilir ve yaralı bölgeye uygulanır.
-Arının soktuğu bölgeye amonyak damlatmak da ağrının azalması ve zehrin alınması için önemli ve doğru bir uygulamadır.
-Pek çok hastalığa şifa olan balın direk deriye uygulanması da zehrin alınması ve uyuşturucu etkisiyle acının hafifletilmesi için faydalıdır.
-Arı sokmalarında yaralı bölgeye kıyılmış maydanoz uygulamak da rahatlatıcı yöntemlerdendir.
-Acıyı azaltan bir diğer yöntem ise karbonat ve su karışımı ile oluşturulan macunun deriye sürülmesidir.
-Arı sokmalarında zehri alan diğer yöntem ise lavanta yağı mucizesi ile gerçekleştirilir. Yaralı bölgeye birkaç damla lavanta yağı sürmek yeterli olacaktır.
Bu yöntem ve öneriler hafif ve kritik bölgelerde olmayan arı sokmaları içindir. Yukarıda belirtilen kritik bölgelerde olan ve ciddi reaksiyonlara sebep olan arı sokmalarında mutlaka bir hekime başvurulması önerilir.
ARİTMİLER
Klinik bulgular nelerdir ?
Aritmiler şoktan senkopa, çarpıntıdan epileptiform nöbetlere, geçici görme-konuşma bozukluklarından arteryel emboli ve inmelere, kalp yetmezliğinden anginal ataklara kadar çok değişik ve renkli-gürültülü tablolarla görülebilirler. Bazen de asemptomatik olarak karşımıza çıkabilirler.
Tanı
Aritmilerin tanısı elektrokardiyografik olarak konur. Aritmilere bağlı olabilecek yakınma ve bulguları olan hastalarda Holter EKG uygulamasıyla sorun açığa çıkarılabilir. Aritmili bir hastaya tanısal yaklaşımda aşağıdaki sıralama aritminin tanısında ve öneminin ortaya konmasında yararlıdır.
Anamnez + fizik inceleme + EKG + gereğinde Holter EKG/Efor testi/geç potansiyel ve sinyal ortalamalı EKG/barorefleks duyarlılığı/QT alternansı/farmakolojik testler gibi testlerle ve invazif tanı yollarıyla (atriyal stimulasyon, His-Bundle EKG, programlanmış ventrikül stimü-lasyonu gibi) tanı konabilir.
Tanı konduktan sonra seçilecek tedavi yöntemlerinin belirlenmesinde ve prognostik değerlendirmelerde başta ekokardiyografi olmak üzere diğer tanı metodları da gerekli olabilir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Temel prensip PRİMUM NIHIL NOCERE (önce zarar vermemek) olmalıdır. Tedavide öncelikle sebebin ortadan kaldırılması uygundur. Etken tedavi edilemiyor veya mevcut ritm iletim bozukluğu hayatı tehdit ediyorsa veya semptomatikse, semptomatik tedavi uygulanması gerekebilir. Burada öncelikle istirahat, sedasyon, vagal manevralar gibi saptanan soruna uygun genel tedbirlerin alınması ve bunlar yeterli olamıyorsa medikal veya girişimsel (Pacemaker/ ablasyon/aritmi cerrahisi gibi) tedavilerin uygulanması tavsiye edilmektedir. Genel olarak, kalp hastalığı olmayanlarda gözlenen veya hemodinamik olarak zararlı olmayan aritmilerde antiaritmik ilaçlarla tedavi yapılmamasının daha uygun olduğu kabul edilmektedir.
ARPACIK
Arpacık, göz silleri enfeksiyonlarından biridir. Hastalık, 1-2 gün içerisinde oluşur ve gözdeki batma, gözkapağındaki gerilmelerle beraber kendini gösterir. Başta bir nokta halinde olan bozulum, 1-2 gün içinde ağızlaşma (püstül) durumuna geçer. Göz kapaklarındaki dış gözyaşı bezlerinin iltihabı sonucu dış arpacık, iç gözyaşı bezlerinin iltihabı sonucu iç arpacık ortaya çıkar.
Tedavisi
Erken teşhiste damlalar, antibiyotikler ve merhemler arpacık oluşumunun önüne geçebilirken, tanıların genelde 1-2 günü aşması nedeniyle, hastalık daha geç düzelmektedir. Arpacıklı hastalar, ışık korkusu (fotofobi) barındırmaktadır; ışığa bakan arpacıklı gözde yaşarmalar meydana gelmektedir. Bu aşamada, hasta göze sıcak kompres yaparak arpacığın yayılmasını önleyebilir. Bir kaşığa sarılı pamuk, gözü acıtmayacak kadar sıcak bir suya batırılarak gözde 10 dakikalık aralarla tutulduğunda, arpacığın sebebi olan mikroorganizmaların, bulundukları yağ keseciklerinden dışarı çıkmasına yardımcı olmaktadır. Halk arasında olgun dış arpacık tedavisinde sarımsak da kullanılmaktadır. Bir diş sarımsak ortadan kesilerek, etli kısmı arpacık olan bölgeye sabah akşam ovularak uygulanır. Sarımsak her bünyeye iyi gelmeyebilir. Uzman bir göz doktoruna muayene olmak gerekir.
Bazen arpacık kronikleşerek geç dönemde şalazyon’a (halk arasında it dirseği denir) dönebilir.
ASTİGMATİZMA
Astigmatizma korneanın şeklinde bir bozukluk nedeniyle oluşan, sık rastlanan bir görme problemidir.
Gözün en ön tabakası olan korneanın şeklinin bozularak, ışığı doğru biçimde kıramamasıyla, görüntünün retinada bulanık olarak oluşmasına sebep olan görme bozukluğudur. Işığın retinayageçme şeklini veya kırılmasını etkileyebilir. Bu durum bozuk görmeye veya net olmayan, bulanık görmeye yol açar.
Nedenleri
Astigmatizma genetik kökenli ya da doğumsal nedenlerle olabilir. Doğumsal olabileceği gibi kornea tabakasında değişime yol açabilen hastalıklar, enfeksiyonlar ve travmalar sonucu da oluşabilmektedir.
Türleri
Astigmatizma, düzenli ve düzensiz olmak üzere ikiye ayrılır.
Düzensiz Astigmatizma
Korneanın incelip dikleşmesiyle kendini gösteren astigmatizma tipidir. Birbirine dik iki meridyen yerine çok sayıda odaklaşma çizgilerinin olduğu durumdur. Bu nedenle görme keskinliği ileri derecede düşmüştür. Gözlüklerle tam düzeltilemez.
Düzenli Astigmatizma
Düzenli astigmatizmada görüntü, iki ayrı düzlemde birbirine dik iki çizgi şeklinde oluşur. Bu iki dikey çizgi astigmatizmanın meridyenlerini oluşturur. Düzenli astigmatizma silindirik merceklerle düzeltilebilir. Astigmatizma mevcut optik duruma göre 5 gruba ayrılır.
• Basit hipermetrop astigmatizma
Bir meridyen emmetrop, diğeri hipermetroptur.
• Basit miyopik astigmatizma
Bir meridyen emmetrop, diğeri miyoptur.
• Bileşik hipermetrop astigmatizma
Her iki meridyen de hipermetroptur, fakat dereceleri farklıdır.
• Bileşik miyopik astigmatizma
Her iki meridyen de miyoptur, fakat dereceleri farklıdır.
• Mikst (karışık) astigmatizma
Bir meridyenin hipermetrop, diğerinin ise miyop olması durumudur.
Refraktometre Testi
Optik refraktometre denilen bir makine ile yapılır. Makinede çeşitli güçlerde düzeltici cam lensler vardır. Göz doktoru, optik refraktometre üzerinde farklı güçte lensler içinden bakarken, hastanın görmesini uygun şekilde düzelten bir lens buluncaya kadar eşeli okumasını ister.
Görme Keskinliği Değerlendirme Testi (GKDT)
Bu test sırasında göz doktoru, hastanın harfleri ne kadar iyi görebildiğini saptamak üzere, belirli bir mesafeden eşeldeki harfleri okumasını ister.
Keratometri
Keratometri muayenesi sırasında göz doktoru, hastanın gözüne bir keratoskop makinesi ile bakıp korneasının kavsini saptar ve ölçer.
Belirtileri
Astigmatizma belirtileri herkeste farklı olabilir. Bazı kişilerde belirti görülmez. Astigmatizması olan kişilerin uzak ya da yakın mesafe görüşü bulanık ya da gölgeli olur. Görüntüler hiçbir zaman net değildir. Bulanık görme, bozuk görme, gece görme zorluğu, göz yorgunluğu, gözleri kısma, göz tahrişi ve baş ağrıları astigmatizma belirtilerine örnektir. Bazı belirtilerin nedeni başka sağlık veya görme problemleri olabilir.
Tanıları
Astigmatizma tanısı, göz doktorunun yapacağı muayene sonucunda kesinleşir. göz doktorlarınınastigmatizma tanısı için kullanabileceği testler arasında Refraktometre, GKDT ve Keratometri bulunur.
Tedavisi
Astigmatizma gözlük, kontakt lens ya da refraktif cerrahi ile tedavi edilebilir. Tüm şiddetli astigmatizma vakaları için doktorlar refraktif cerrahi önerebilir. Bu tür cerrahide astigmatizmayı kalıcı olarak düzeltmek için korneayı tekrar şekillendirmek üzere lazerler veya küçük bıçaklar kullanılır. Astigmatizma için sık kullanılan üç cerrahi tipi, LASIK, PRK ve RK’dir. Tüm cerrahilerde bazı riskler vardır.
ASTIM
Astım, hava yollarının kronik inflamatuar bir hastalığıdır. Bu inflamasyonda mast hücreleri, eozinofiller ve T-lenfositler başta olmak üzere değişik hücreler rol oynamaktadır. Duyarlı kişilerde, nöbetler halinde gelen hışıltı (hırıltı, ıslık sesi), nefes darlığı, göğüste sıkışma hissi ve öksürük yakınmaları ortaya çıkmaktadır. Yakınmalar, özellikle gece ve/veya sabaha karşı görülür. Bu semptomlar, spontan olarak veya ilaçlarla, kısmi veya tam reversibilite gösteren yaygın ve değişken hava yolu obstrüksiyonuna bağlıdır. Kronik inflamasyon, ayrıca hava yollarının uyarılara karşı duyarlılığının artmasına, başka bir deyimle bronş aşırı duyarlılığına neden olmaktadır. Duyarlılığı artmış hava yolları, sağlıklı kişileri etkilemeyecek kadar küçük uyarılar karşısında bile bronkokonstriktör yanıt verirler.
Ülkemizde astım hastalığının görülme sıklığı nedir ?
Ülkemizde astım görülme sıklığı erişkinlerde % 2-4, çocukluk çağında ise %5-8 arasında değişmektedir. Astım olgularının büyük çoğunluğu 10 yaşın altında ortaya çıkmakla birlikte her yaşta kendini gösterebilmektedir. Çocukluk çağında erkek cinsiyette daha fazla görülmektedir, erkek/kız oranı çocukluk çağında 3/1 olurken, gençlerde bu oran 1,3/1 değerlerine kadar düşmektedir. İleri yaşlarda ise aradaki fark ortadan kalkmakta ve daha sonra kadınlarda daha fazla görülmektedir.
Astım hastalığına neden olan etkenler nelerdir ?
1. Genetik faktörler : Astım hastalığının bilinen en önemli risk faktörü atopi, yani allerjik bünyedir. Atopinin ortaya çıkmasında ise genetik faktörlerin önemli rolleri vardır.
2. Çevresel faktörler : Ev içinde ve dış ortamda atmosfer kirliliği ve allerjen yoğunluğunun artması astım sıklığının artışında önemli birer faktördürler. Genetik faktörlerden bağımsız olarak, yaşamın ilk bir yılında çevresel kaynaklı allerjenler ile yoğun temas astım gelişiminde ciddi ve önemli bir faktördür.
3. Solunum yolu enfeksiyonları : Çevresel faktörler arasında da sayabileceğimiz solunum yolu enfeksiyonları astım atağını tetiklemektedir. Bu enfeksiyonlar vakaların yaklaşık % 40’ında etken olarak izlenmektedir.
Bebeklik çağında geçirilmiş olan Respiratuar sinsityal virus enfeksiyonlarının allerjik tablolar ve astımın ortaya çıkmasında rol oynayabileceğini gösteren bulgular olmasına karşın, viral solunum yolu enfeksiyonlarının astıma neden olduğu görüşü ispatlanmamıştır. Ancak bilinen bir gerçek, viral enfeksiyonlar solunum yolu iç duvarında harabiyete neden olmakta ve solunumla alınan allerjenler ya da diğer etkenlerin kolayca solunum yollarına ulaşmasına neden olmaktadır. Böylece allerjene karşı duyarlılık kolaylaşmaktadır.
4. Psikolojik faktörler : Vakalarının yaklaşık 1/3’ünde sıkıntı, stres, korku, heyecan gibi psikolojik faktörler astım ataklarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
5. Hormonal faktörler : Vakaların az bir kısmında hormonal sistemin rolü düşünülmektedir. Çocukluk çağında başlamış olan astım olguları ergenlik dönemi ile geçebilmektedir. Bunun aksine ergenlik dönemi ile başlayan astım olguları da vardır. Gebelik iki yönlü etki yapabilir, gebelikte bazen astım atakları daha ağır bir hal alabilir, ancak ikinci aydan itibaren ataklar hafifler ve seyrekleşir.
6. Diğer etkenler : Hamile kadınların beslenme bozuklukları anne karnındaki bebeklerin beslenmesinde bozulmaya neden olmaktadır. Bu tür anne rahminde beslenme bozukluğu olan bebeklerde doğum sonrasında gelişme gerilikleri gözlenebilmekte ve kanda allerji ile ilgili olan eozinofil protein X değerleri yüksek bulunabilmektedir. Bu bebeklerde doğum sonrası da olsa astım ve diğer allerjik hastalıkların daha sık görüldüğü varsayılmaktadır.
Ne gibi şiakayetlere yol açar ?
Hastaların en önemli yakınmaları nefes ve hışıltılı solunumdur. Olguların büyük çoğunluğunda nefes darlığı gece gelir. Nedeni de yastık, yorgan gibi malzemelerde bulunan ev tozu akarları, yün gibi allerjenlerin yoğun bir şekilde solunması ile akciğerlere ulaşmasıdır. Ayrıca geceleri vücutta gelişen hormonal ve sinirsel değişiklikler de gece nefes darlığı gelişiminden sorumlu olabilir.
Hastaların bazılarında tek ve ilk şikayet uzun süre devam eden kuru öksürük olabilir. Nedensiz olarak, ataklar şeklinde ortaya çıkan ve özellikle gece hastayı uykudan uyandıran kuru öksürükler astım hastalığını akla getirmelidir. Şiddetli öksürükten sonra hastalar bazen balgam çıkarabilirler ve balgam çıkardıktan sonra rahatladıklarını ifade ederler. Öksürük nöbeti sırasında bayılma görülebilir.
Bazı hastalarda nöbet sırasında ya da nöbet aralarında morarmalar fark edilebilir ve hava açlığının göstergesidir. Hastalar ayrıca karın şişkinliği, çarpıntı ve diğer allerjik belirtilerden (burun tıkanıklığı ya da akıntısı, gözde sulanma, kızarıklık veya kaşıntı vs) yakınabilirler.
Astımın fiziki bulguları nelerdir ?
Astım atağı dışında gelen bir hastanın fizik muayenesinde genellikle herhangi bir bulguya rastlanmaz. Hastalığın başlangıç dönemlerinde ya da çok hafif seyrettiği durumlarda muayene bulguları çok zayıf olabilir.
Atak esnasında başvurmuş olan bir hastanın muayenesinde solunum sıkıntısı belirgin olarak izlenir. Atağın şiddetine göre yardımcı solunum kasları da faaliyete geçer. Hasta yatırıldığında solunum sıkıntısının arttığı izlenebilir.
Astım atağı ile gelmiş olan hastada hışıltılı solunum vardır ve akciğerleri dinlendiğinde ronküs denilen ve solunum havasının dar bir alandan geçmesine bağlı anormal sollunum sesleri duyulur. Çok şiddetli astım atağında muayene bulguları çok azalır ve solunum sesleri hiç duyulamayabilir.
Hastalarda ellerde, dudaklarda morarmalar izlenebilir, kalp atım sayısında artış tespit edilebilir. Ağır astım ataklarında tansiyon düşebileceği gibi, bazı ataklarda tansiyon yüksekliği de gelişebilir.
Astım hastalığının tanısı ?
Astım bronşiale tanısı için hastanın hikayesi, muayene bulguları ve laboratuar testleri yol göstericidir. Tüm bunlara rağmen astım tanısına ulaşmak kolay olmayabilir.
Nefes darlığı, hışıltılı solunum ya da uzun süre devam eden kuru öksürük nedeniyle gelen hastanın fizik muayene bulgularının normal veya anormal olmasına bakılmaksızın laboratuar yöntemlerine başvurulmalıdır. Muayene bulguları astım lehine olan hastalarda tanıya ulaşmak daha kolaydır, ancak ataklar arasında gelmiş olan ya da muayene bulguları zayıf olan hastalarda tanı daha da güçleşmektedir.
Her hastaya akciğer grafisi çekilmelidir, unutulmamalıdır ki bazen iltihabi durumlarda ve diğer bazı akciğer hastalıklarında tablo astımı taklit edebilir. Astım bronşialede akciğer grafisi genellikle normaldir.
Astım tanısına destek amacıyla ve diğer hastalıklardan ayırıcı tanısında bazı kan tetkikleri istenebilir.
Astımın kesin tanısı solunum fonksiyon testi ile konulur. Akciğere giren ve çıkan hava miktarlarını ölçme esasına dayanan solunum fonksiyon testinde, astımlı hastalarda belirgin bozulmalar izlenebilir.
Astımın tedavisi nedir ?
Tedavinin amacı, hastaya astım ile ilgili şikayetlerinin olmadığı ya da en az düzeyde şikayetin olduğu bir yaşam sağlamak olmalıdır. Hasta normal bir yaşam aktivitesi gösterebilecek düzeye gelebilmelidir.
Tedavide birinci basamak korunmadır. Kişi duyarlı olduğu allerjenlerden uzaklaşmalı, şikayetlerin başlamasına ve atakların ortaya çıkmasına neden olacak etken ve olaylardan sakınmalıdır.
Astım tedavisinde solunum yoluyla verilen ilaçlar öncelikle tercih edilmelidir. Solunum yolu ile ilaç kullanamayan hastalarda diğer tedavi yollarına (tablet, ampul vs.) başvurulmalıdır.
Astımın ilaçla tedavisinde birinci seçenek ilaç solunum yolu ile alınan steroidler olmalıdır. Uzun etkili beta-2 agonist ilaçlar, lökotrien reseptör antagonistleri, teofilin türevi ilaçlardan bir veya birkaçı tedaviye eklenebilir. Kısa etkili beta-2 agonist ilaçlar solunum sıkıntısı atakları sırasında kullanılabilir.
Hasta tedavisini hekim kontrolünde düzenli olarak kullanmalı ve kontrollerini aksatmamalıdır. Düzenli kontrollerde yapılan solunum fonksiyon testleri ile hastanın son durumu değerlendirilmeli ve tedavi planı yeniden oluşturulmalıdır.
AŞİL TENDONU YARALANMALARI
Aşil tendonu insan vücudundaki en büyük tendondur ve 1,000 pound veya daha fazla güce karşı koyabilir. Aşil tendonu aynı zamanda, profesyonel atletler ve hafta sonu koşuları yapan kişiler de, çoğunlukla tendonun gereğinden fazla kullanımıyla; yırtılır, tendonun inflamasyonu ve hasarı sonucu Aşil tendiniti oluşur.
Aşil tendinitinin belirtileri nelerdir?
• Egzersiz ve koşmadan sonra, gittikçe kötüleşen ağrı,
• Bacakta dikkate değer duyu kaybı,
• Koşmadan birkaç saat sonra, tendon boyunca bazen şiddetli, yaygın veya lokalize ağrı
• Aşil tendonunun topuk kemiğine bağlandığı yerin üzerindeki noktada sabah hassasiyeti
• Kasın kullanılmasıyla tendon ısınırken, genel olarak sertliğin azalması,
Aşil tendiniti nasıl tedavi edilir?
• Bir hafta süresince egzersiz ve koşuyu keserek istirahat etmek,
• Koşu egzersizlerini yüzme, aşil tendonunu germeyen, basit egzersizlere çevirmek,
• Steroid içermeyen antiinflamatuar tedavi,
• Topuk desteği veya tabanlık ile kası desteklemek ve tendon üzerindeki gerginliği hafifletmek,
• Tendon hareketini kısıtlayan özel olarak tasarlanmış bir bandaj,
• Germe, masaj, ultrason ve ayağın ön kısmındaki zayıf kas grubunu ve yükselen ayak fleksörlerini (fleksör kaslarını) uzatmak için uygun egzersizler önerilir.
Cerrahi, çoğunlukla en son baş vurulacak seçimdir. Fibröz dokuyu çıkarmak ve herhangi bir yırtık varsa yırtığı tamir etmek, en iyi tedavi seçeneği olabilir.
AŞIRI ADET KANAMASI (MENORAJİ)
Jin.Op.Dr.Rami yanıtlıyor. Asker aşırı adet kanaması (menoraji) tehlikeli midir?
Aşırı adet kanaması vücuttaki kirli kanı dışarıya atıp vücudu temizler mi?
Böyle düşünenler yanılıyor,bu kesinlikle yanlıştır,adet kanamasının fazla olması tam tersi vücuda zarar verir.
Adet kanamasının fazla olduğuna nasıl karar verebiliriz?
Menoraji veya aşırı adet kanaması,adet kanamasının miktar olarak fazla olması ve kanamanın uzun sürmesidir.fakat bu işin en zor kısmı adet kanının ölçülememesidir. 80 millilitre üzerindeki kanama fazla kabul edilir,kanamanın ölçülmesi için bir takım uygulamalar var pedin tartılması ve sayısı gibi ama aşağı yukarı adetin daha önceki adetlere göre daha fazla olması ve kansızlığa yol açması sorun olduğunu gösterir.
Kaç ped olursa fazla kabul edilmeli?
günde 2 ile 6 ped arası normal ama 6 dan fazla çok fazla kabul edilir.
Aşırı kanama (menoraji) kendiliğinden düzelebilir mi?
Hastanın yumurtalık kisti olursa o ay fazla kanaması olabilir,1 veya 2 ay sonra kist kaybolursa kanama düzelir ama bizim menoraji den kastımız her ay fazla gelen kanamadır,bu da tedavi olmadan kendiliğinden düzelmez.
Aşırı adet kanaması vücutta nasıl zararlar yaratabilir?
Kansızlık, halsizlik, yorgunluk, çarpıntı, solukluk, başdönmeleri,bayılmalara yol açar.
Adet kanamasında pıhtının olması normal mıdır?
Hayır,adet kanaması pıhtılaşmaz,pıhtının olması normal değildir ve fazla kanamayı gösterebilir.
Aşırı adet kanamasının en sık yarattığı sorun nedir?
En sık kansızlığa yol açar,ve dolayısıyla kansızlığı olan her kadın aşırı adet kanaması açısından bir jinekolog tarafından değerlendirilmesi gerek.
Aşırı adet kanamasına yol açan sebepler neler olabilir?
Miyomlar başta olmak üzere,kan hastalıkları,yaş,endometriozis,sigara,alkol bütün bunlar aşırı adet kanamasına yol açabilirler,ama çoğu hasta da sebep saptanamayabilir.
Daha önce geçirilmiş kürtaj ve düşükler aşırı adete yol açabilir mi?
Daha önce geçirilmiş ve tedavi edilmiş düşükler ve geçirilmiş kürtajlar aşırı adet kanamasına yol açmaz.
Aşırı kanamanın tedavi yöntemleri nelerdir?
Aşırı kanama (menoraji)’nın bir medikal birde cerrahi tedavisi vardır. medikal olarak doğum kontrol hapları,ağrı kesiciler kanamayı azaltabilecek ilaçlardır,hormonlu spiraller aşırı kanamayı durdurmada oldukça başarılıdır ve başarısı %95’e varabiliyor,hem de gebelikten kuruyucu etki de sağlıyor.
Medika tedavi den sonuç alınamazsa o zaman cerrahi yollara başvurulabilir,miyom varsa miyomektomi ameliyatıyla çıkartılması gerek,bazen rahim içi dokusunu yakmak gerekebilir ve bütün bunlara cevap alınamıyorsa son çare olarak rahimin alınması gerekir. sonuç olarak aşırı kanaması olan kadınların mutlaka bir jinekologa başvurması ve uygun tedavi görmeleri gerek.
AŞIRI (HİPERHİDROZ)
Sıcakların artmaya başladığı ilkbahar özellikle de yaz aylarında karşılaştığımız fizyolojik bir olay olan terleme normal bir durumdur ve kişiyi fazla rahatsız etmez. Ancak aşırı terleme kişinin günlük ve sosyal aktivitelerini olumsuz etkileyen ve hayatı zorlaştıran bir problemdir. Peki aşırı terleme (hiperhidroz) ne demektir?
Terleme, ani duygu değişimleri gibi duygusal nedenlerle ortaya çıkabilir ancak çoğunlukla fizyolojik bazı sorunlara neden olabilmektedir. Terleme, gündüzleri görülebilen bir sorun olduğu gibi, çoğunlukla gece terlemeleriyle ilgili de olmaktadır. Bu tür terlemeler, kişinin kendisi ve uyku kalitesi açısından, oldukça rahatsız edicidir.
Terleyen kişilerin en çok rahatsız olduğu konulardan diğeri de terin kokmasıdır. Sosyal hayatı oldukça zorlaştıran bir durumdur. Kişiyi, toplum içinde sıkıntılı bir ruh haline sokar. Bu ruhsal bozukluğun yanında, bakterilerin üremesi de kolaylaşır.
AŞIRI TERLEME (HİPERHİDROZ) NEDİR?
Terleme, vücudumuzun vücut ısısını düzenlemek için ısıya verdiği fizyolojik bir tepkidir. Normalin üstünde olan terlemeye hiperhidroz (aşırı terleme) denir. Genellikle koltuk altlarındaki, avuç içlerindeki ya da ayak tabanlarındaki ter bezlerinin aşırı derecede çalışmasından dolayı oluşan bir durumdur. Tıbbi açıdan iki tür terleme vardır. Birincisi, nedeni bilinmeyen terleme anlamına gelen Esansiyel terlemedir. Esansiyel terlemeye sinirsel sebepler, stress, aşırı heyecan, aşırı duygusallık gibi faktörler neden olur. İkincisi ise sekonder terlemedir. Altta yatan bir sebep vardır. Hormon hastalıkları aşırı terlemeye en sık sebep olan faktörlerdir.
AŞIRI TERLEME NEDEN OLUR?
– Troid bezinin aşırı çalışması
– Guatr
– Sempatik sinir sisteminin aşırı çalışması
– Şeker hastalığı
– Menopoz
– Aşırı kilo
– Genetik
– Kullanılan ilaçların yan etkisi
– Hava sıcaklığı
– Gastrit
– Stres
– Tüberküloz
– Lösemi
– Sıtma
– HIV/AIDS hastalığı
AŞIRI TERLEMENİN TEDAVİSİ
Tedaviye başlamadan önce aşırı terlemeye yol açan problemin ne olduğu saptanmalıdır. Böylece, eğer altta yatan bir hastalığa bağlı olarak gelişiyorsa, bu hastalık tedavi edilir. Eğer aşırı terlemenin nedeni saptanamıyorsa doğuştan kaynaklanan bir problem olduğu düşünülür ve tedavi buna yönelik olarak yapılır. İlaç tedavisi ve psikoterapi aşırı terlemede oldukça etkili yöntemlerdir. Ayrıca iyontoforez denilen başarı oranı yüksek bir tedavi şekli vardır. Küçük bir su banyosunda hastanın el ve ayaklarına elektrik akımı verilir. Bu akım oldukça düşük düzeydedir. Bir defa uygulama yeterli olmayabilir ancak seans sayısı arttıkça hastalığın düzelmesinde oldukça etkili olduğu görülür.
Cerrahi tedavi ise ellerde ve yüzdeki aşırı terleme için tercih edilen bir yöntemdir. Cerrahi tedavide göğüs-kalp-damar cerrahları tarafından özellikle el ve koltuk altı terlemelerinde endoskopik torakal sempatektomi uygulanmaktadır. Kalıcı çözüm sağlayan bu cerrahi operasyonun geri dönüşümü yoktur. Bu tedavide amaç aşırı çalışarak fazla terlemeye neden olan sempatik sinirlerin kesilmesi veya çıkarılmasıdır. Bazen sempatik zincir ve dalları klips ile sıkıştırılabilir veya koter ile yakılabilir. Bu sinirlerin terleme dışında fonksiyonu olmadığı için ameliyatın felç oluşturma, his kaybı, refleks azalması gibi etkileri olmaz. Eller için oldukça etkili bir tedavidir. Unutulmaması gereken ise cerrahi tedavinin tek seçenek olabilmesi için diğer yöntemlerin uygulanmış olması ve başarı sağlanamaması gerekir. Tedavide ilk tercih edilen yöntem değildir.
ATARDAMAR (ARTER) TIKANIKLIKLARI
Akut (ani gelişen) ya da kronik arter tıkanıklıkları şeklinde sınıflandırılabilir.
Akut damar tıkanıklığı
En sık sebebi, bozuk kalp kapakçıkları üzerinde oluşan pıhtıların kopup belli bölgedeki damarı tıkamasıdır. Bu durumda tıkanan damarın olduğu bölgenin aşağısında dolaşım bozulur. Saatler içerisinde çok şiddetli ağrı, ayakta bacakta soğuma, renk değişikliği (morarma) ortaya çıkar. Bu durum ilk 4-6 acil cerrahi müdahale gerektirir. Ameliyatla damar içindeki pıhtı özel bir kateter yardımıyla temizlenir. Bu müdahalede gecikilirse dokularda geri dönüşümsüz hasar ortaya çıkabilir. Ameliyat sonrasında damar tıkanıklığı oluşturan nedene yönelik araştırma yapılır ve hastanın tedavisi buna göre sürdürülür.
Kronik Tıkanıklıklar
Halk arasında damar sertliği olarak bilinen atereskleroz kronik ( yavaş gelişen) damar tıkanıklıklarının en önemli nedenidir. Ateresklerozun nedenleri arsında yüksek serum kolesterol düzeyleri, hipertansiyon, diyabet, sigara kullanımı, genetik faktörler sayılabilir. Ateroskleroz sonucunda damar duvarında bir plak oluşur. Ve zamanla büyüyerek kan akımını engellemeye başlar. Kan akımındaki engellenme derecesine göre klinik belirtiler farklılık gösterir.
Hafif tıkanıklıkta uzun zaman yürüme sonrası bacakta ağrı, uyuşukluk, güçsüzlük gibi belirtiler oluşur. Tıkanıklık derecesi arttıkça daha az mesafelerde yürümekle ağrı oluşur.
Hastalığın ileri aşamalarında dinlenirken ağrı ortaya çıkar. Beslenemeyen ve kanlanması bozulmuş dokularda yaralar oluşmaya başlar.
Erken dönemde başvuran hastalarda, atereskleroz kontrol altına alacak ve periferik dolaşımı destekleyecek ilaç tedavileri verilirken hastalığın ileri aşamaları cerrahi tedavi gerektirir. Genellikle uygulanan ameliyatlar tıkalı damarın aşağısındaki bölgeye kanın taşınmasını sağlayacak yapay damar greftleri yerleştirilmesi şeklindeki by-pass ameliyatlarıdır.
Burger Hastalığı
Kronik atar damar tıkanıklarının bir başka yaygın formu Buerger hastalığıdır. Sıklıkla sigara içicisi genç erkek hastalarda bacaklardaki küçük atar damarları ve çoğunlukla birlikte küçük toplardamar ve sinir kılıflarını da tutan bir hastalıktır. Yürümekle bacak ağrısı, bacakta soğukluk soğuk duyarlılığı, tekrarlayan yüzeysel damar iltihabı atakları gibi belirtileri vardır. İlerleyen dönemlerde dinlenip durumunda ciddi ağrı, ülser diye adlandırılan yara oluşumları ve gangren sıklıkla görülür. Erken dönemde sigaranın bırakılması ile hastalığın şiddetlenmesi büyük ölçüde engellenebilir. Ancak sıklıkla cerrahi müdahale gerektirir.
Raynaud (Reyno) Hastalığı
Raynaud hastalığı, el ve ayak parmakları, burun ve kulaklardaki damarları etkileyen bir hastalıktır. Sözü edilen bölgelerdeki damarlarda ani daralmayla ortaya çıkan ataklarla seyreder. Tek başına bir hastalık olabileceği gibi, başka hastalıklara da eşlik edebilir, bu durumda “Raynaud sendromu” olarak adlandırılır. Raynoud sendromu en sık bağ doku hastalıkları ile birlikte oluşur. Bu hastalıklar, damar duvarında kalınlaşmaya yol açarak damarların çok çabuk büzülmesine neden olurlar. Atardamar bozuklukları, bazı tansiyon ve migren ilaçları Raynaud sendromuna yol açabilir.
Toplumda görülme sıklığı %5-10 arasındadır ve en çok 15-40 yaş arası kadınlarda ortaya çıkar. Soğuk iklimli yerlerde görülme sıklığı artar. Hastalarda ataklar çoğunlukla soğuğa maruz kalmakla bazen de stresle ortaya çıkar. Genellikle el ve ayak parmakları etkilenir. Ancak bazen burun, dudaklar ve kulaklarda da belirtiler oluşur.
Normalde soğukla karşılaşıldığında, vücut, ısısını koruyabilmek için ısı kaybını azaltmaya çalışır. Bunun için yüzeydeki damarlar büzülür. Raynaud hastalığı olanlarda bu yanıt çok ani ve şiddetlidir. Ve sonuç olarak vücudun uç noktaları olan el ve ayaklara kan akışı ciddi biçimde azalır.
Atak başladığında el ve ayak parmaklarında önce beyazlaşma ardından morarma ve kızarıklık oluşur. Ancak tüm hastalarda bu klasik sıradaki renk değişikliği oluşmayabilir. Beyazlaşma parmaklardaki küçük atardamarların ani kapanmasına morarma damarlar kapandığı için oksijenden zengin kanın dokulara ulaşamamasına bağlıdır. Bu sırada parmaklarda hissizleşme ortaya çıkabilir. Damarlar açılıp kan akışı düzelince renk kırmızıya döner. Atak geçtikten sonra parmaklarda karıncalanma hissi olabilir. Atakların uzunluğu birkaç dakikadan birkaç saate kadar değişebilir. Tekrarlayan ataklarla doku beslenmesi bozulduğu için parmak uçlarında ciltte ülser ve gangrenler oluşabilir.
Tedavinin amacı atak sıklığını ve şiddetini azaltmak dolayısı ile kalıcı doku hasarını engellemektir. Bazı basit önlemlerle atak sıklığı ve şiddeti azaltılabilir. En önemli nokta soğuktan korunmaktır. Yalnızca el ve ayakların değil tüm vücudun soğuktan korunması gereklidir. Vücut ısısının büyük oranda kafa derisinden de kaybedildiği için eldiven ve çorapların yanı sıra şapka kullanımı da önemlidir.
Bu hastaların sigaradan uzak durması gereklidir. Çünkü nikotin atakları tetikleyebilir. Stres yönetimi ile ilgili profesyonel yardım alınması faydalı olabilir.
İlaçla tedavide en güvenilir olanlar kalsiyum kanal blokerleridir. Damar duvarındaki düz kasların gevşemesini sağlayarak damarları genişletirler. Damarlarda daralmaya yol açan norepinefrin hormonunun aktivitesine zıt yönde etki gösteren alfa blokerler tedavide kullanılan diğer bir ilaç grubudur. Diğer dama genişletici ilaç grupları da tedavide denenebilmektedir. Parmak uçlarında yaraların oluştuğu ciddi hastalarda damarlarda daralmayı sağlayan sempatik sinir aktivitesini engellemeye yönelik cerrahi yöntemler uygulanabilir.(sempatik sinir blokajı ya da sempatektomi) Primer raynaud hastalığı tedaviye daha iyi yanıt verirken Raynaud sendromunun tedavisi daha güçtür.
Kaynak : Op. Dr. Nilgün Süer www.kalpvedamar.com
ATEROSKLEROZ (DAMAR SERTLİĞİ)
Lipidler, fibroblastlar, makrofajlar, düz kas hücreleri ve hücre dışı maddeleri değişik oranlarda içeren intimal plaklara bağlı olarak meydana gelen, ilerleyici (progresif) arteryel darlık ve tıkanmalara, arterlerin esneklik ve antitrombotik özelliklerinin bozulmasına yol açan hastalığa ateroskleroz denir.
Ateroskleroz nedenleri tesbit edilip tedavi edilebildiği takdirde durdurulabilen veya geriletilebilen multifaktöryel, morbit ve mortal, sadece koroner damarları değil tüm arteryel yapıları tutabilen ve etkileyen sistemik bir hastalıktır.
Aterosklerozun moleküler ve sellüler biyolojisi nedir ?
Kesin ve belirli bir etiyolojisi olmamakla birlikte çeşitli faktörlerin ateroskleroz etiyolojisinde rolü olduğu bilinmektedir. Bunların başında enfeksiyon ajanları (Chlamydia pneumoniae gibi), genetikherediter özellikler (homosistinemi, ACE genotipi gibi), hipertansiyon, D.mellitus, hiperlipidemi, tütün kullanımı, sedanter yaşam, şişmanlık, kişilik yapısı gibi etkenler gelir. Aterosklerozun gelişimini düşük dansiteli lipoprotein (LDL) ve lipoprotein (a) artışı hızlandırırken, yüksek dansiteli lipoproteinlerin (HDL) artışı inhibe eder. Aterosklerotik sürecin başlamasındaysa plasma bileşimindeki bozukluklar, trombosit, lenfosit ve monositlerle endotel hücreleri arasındaki on yıllarca sürebilen etkileşimlerin baş rolde olduğu bilinmektedir. Aterosklerotik süreçte çeşitli nedenler, lökosit ve düz kas hücrelerinin subendotelyal alana gelerek çeşitli sitokinler ve mitojenlerin (PDGF = trombosit kökenli büyüme faktörü, gibi) etkisi altında prolifere olmasına yol açmaktadır (Büyüme faktörleri de denen bu faktörlerde uygunsuz bir artış ve salınım olduğu bildirilmiştir.). Gelişmekte olan plakta lipoprotinlerden ve bunların okside formlarından zengin bir birikimin oluşması, hem doğrudan damar duvarının yapısal ve fonksiyonel özelliklerini bozmakta, hem de monosit ve ilgili hücrelerin aktivasyonuna yol açarak inflamatuar bir sürecin aktive olmasına neden olmaktadır. Sonuçta dolaylı yoldan da endotel ve vasküler duvar fonksiyonlarının bozulmasına yol açarlar. En erken patolojik bulgu yağlı izler (fatty streak) olup daha sonra bu bölgelerde fibröz plaklar gelişir. Komplikasyonlardan sorumlu olan esas lezyonlar bu plaklardır. Başlıca komplikasyonlar; trombus gelişimine yol açan fissür/ülserasyon veya endotel disfonksiyonu gelişimi, anevrizma gelişimi, sekonder kalsifikasyon gelişimi veya en azından arterde stenoza yol açmaları ve bunlara bağlı olarak, ilgili damarın beslediği organ ve dokularda akut veya kronik iskemik hastalık ve fonksiyon bozukluklarının gelişmesidir.
Kalp tutulumu nedir ?
Koroner damarlardaki ateroskleroza bağlı daralma yıllarca belirti vermeden yavaş yavaş gelişir. Lümendeki daralma sadece plağın kitlesine değil aynı zamanda endotele bağlı vasodilatasyon yapıcı fonksiyonların (EDRF=endotel kökenli gevşetici faktör salınımının azalması gibi) bozulmasından kaynaklanır. Yoksa endotel fonksiyonlarının korunduğu lezyonlarda yapılan anjiyografik incelemeler plak bölgesinde lokal bir kompansatuar vasodilatasyon olduğunu ortaya koymuştur (yalancı normal koroner anjio sonuçlarının altında yatan major etken!). Koroner damarlardaki lezyonların anatomopatolojik ve fizyopatolojik özelliklerine bağlı olarak istirahatta ve/veya efor esnasında koroner kan akımının yetersizleşmesine bağlı olarak çeşitli semptom ve bulgular gelişebilir. Bu fizyopatolojik tabloların başlıcaları; anginal sendromlar, sessiz iskemi, aritmiler, ileti bozuklukları, papiller kas disfonksiyonu, ventriküler dissinerji, stunning veya hibernasyon, kalp yetmezliği ve ani ölümdür. Yine plak üzerindeki endotelin fonksiyonlarının bozulması veya tahrip olması trombozise ve akut koroner oklüzyonuna yol açarak unstable angina, miyokart infarktüsü veya ani ölüme neden olabilir.
Ateroskleroz nedenleri tesbit edilip, tedavi edilebildiği takdirde durdurulabilen veya geriletilebilen multifaktöryel, morbit ve mortal, sadece koroner damarları değil tüm arteryel yapıları tutabilen ve etkileyen sistemik bir hastalıktır.
Epidemiyoloji ve epidemiyolojik risk faktörleri nelerdir ?
Aterosklerotik hastalıklar halen ülkemizde ve gelişmiş ülkelerde birinci sıradaki ölüm sebebi olarak yer almaktadır. Bu ülkelere baktığımızda A.B.D.’de 60’lı yıllardan beri epidemiyolojik faktörlerin düzeltilmesine ve tedavide sağlanan ilerlemelere bağlı olarak mortalitede azalma izlenirken, amerikan tarzı yaşamın yaygınlaştığı gelişmekte olan ülkelerde giderek morbiditesinde ve mortalitesinde artma meydana gelmektedir. Ülkemizde de aynı eğilim görülmektedir. 1996 yılında ateroskleroz riskinde rolü olan etkenler açısından halkımızın durumu şu şekilde nitelenmiştir (TKD-1996 Koroner Arter Hastalığından korunma kılavuzu).
– 6 milyon vatandaşımızda 200-239 mg/dl arasında kolesterol yüksekliği mevcut,
– 2 milyon vatandaşımızda 240 mg/dl’nin üzerinde kolesterol yüksekliği mevcut,
– Halkın HDL düzeyi düşük ve trigliserid düzeyi yüksek
– Fizik aktivite alışkanlıkları eksik bir toplum
– Erkeklerde aşırı sigara tüketimi görülmekte
– Kadınlarda 40 yaşından sonra şişmanlama ve diabet eğiliminde artış mevcut
– Hipertansiyon sıklığı yüksek
(Toplumumuzun bu durumu nedeniyle, biz hekimlerin üzerine düşen görevlerden birinin, bu sorunların ortadan kaldırılmasına yönelik çaba ve çalışmalara katılmak, politikaların saptanmasında gerekirse danışman, gerekirse eğitmen ve de gerekirse kişisel tutum ve davranışlarıyla örnek bir insan olarak yer almak olduğu vurgulanmaktadır.)
AYAK AĞRILARI
Ayak ağrısı neden olur? Ayak ağrısı nasıl geçer? İşte tedavisi…
Ayak kemik ve eklem, ligament, kas / tendon, sinir, kan damarları, deri ve yumuşak doku yapıları içerir. Ayaktaki bu yapılardan herhangi birinin hastalığı, ayak ağrısına neden olabilir. Ayrıca ayak ağrısı yaralanma veya ayaklardaki herhangi bir kemik, bağ veya tendonun iltihaplanması gibi durumlarla ortaya çıkar. Ayak ağrısı neden olur? Ayak ağrısı tedavisi ile ilgili bilinmesi gereken her şey tüm detayları ile haberimizde…
AYAK AĞRISININ NEDENLERİ
Yaralanma, aşırı kullanım veya ayaklardaki herhangi bir kemik, bağ veya tendonun iltihaplanmasına neden olan durumlar ayak ağrısına neden olabilir. Artrit, ayak ağrısının yaygın bir nedenidir. Ayak sinirleri yaralanması yoğun yanma, uyuşma veya karıncalanma (periferik nöropati) ile sonuçlanabilir. Ayak ağrısının bazı yaygın nedenleri şunlardır:
– Aşil tendiniti
– Aşil tendonu rüptürü
– Avülsiyon kırığı
– Kemik çıkıntıları
– Kırık ayak bileği
– Kırık ayak
– Bunyonlar
– Bursit (eklem iltihabı)
– Nasır
– Diyabetik nöropati (diyabetin neden olduğu sinir hasarı)
– Düz tabanlık
– Gut (aşırı ürik asit ile ilişkili artrit)
– Haglund’un deformitesi
– Hammertoe ve çekiç ayak parmağı
– Yüksek topuklu veya uygun olmayan ayakkabılar
– Batık ayak tırnakları
– Metatarsalji
– Morton’un nöroma
– Osteoartrit (eklemlerin parçalanmasına neden olan hastalık)
– Osteomiyelit (bir kemik enfeksiyonu)
– Paget kemik hastalığı
– Periferik nöropati
– Plantar fasiit
– Plantar siğiller
– Psoriatik artrit
– Raynaud hastalığı
– Reaktif artrit
– Retrorokkaneal bursit
– Romatoid artrit (inflamatuar eklem hastalığı)
– Septik artrit
– Stress kırıkları
– Tarsal tünel sendromu
– Tendinit
– Tümörler
Romatoid artrit, GUT, seronegatif spondiloartropatilerde özellikle ayak tutulumu sık görülür. Ayak eklemlerinde ağrı, şişlik, kızarıklık ve ısı artışı ile seyreder.
AYAK AĞRISI TEDAVİSİ
Hafif ayak ağrısı çoğu zaman ev tedavilerine iyi cevap vermesine rağmen, geçmesi zaman alabilir. Özellikle bir yaralanma neticesinde şiddetli ayak ağrısı varsa mutlaka doktora danışmakta fayda vardır. Ayak ağrısı normal aktivitelerinize müdahale ettiğinde, tıbbi yardım almanız gerekir.
Tedaviler, ağrının spesifik nedenine en uygun şekilde yönlendirilir.
Bölgedeki rahatsızlık veya ağrıyı ilk fark ettiğinizde, dinlenerek, buz uygulaması ve ayağınızı yüksekte tutarak tedavi edebilirsiniz. Tedavide ağrı kesici, ödem giderici ilaçlar da rahatsızlığı ve ağrıyı azaltmak için kullanılabilir.
Dinlenme, etkilenen bölgedeki dokuların iyileşmesine fayda sağlar. Ayağa ağırlık vermekte güçlük çekerseniz koltuk değnekleri kullanılmalıdır. Piyasada bulunan ayak bileği ve ayak desteklerinin uygun kullanımı, etkilenen bölgeye dinlenme, rahatlık ve destek sağlayabilir.
Buz 20 dakikadan uzun sürmemelidir. Buz, plastik bir torbaya konabilir veya bir havluya sarılabilir. Buz paketleri genellikle çok soğuk oldukları için tavsiye edilmez. Aşırı rahatsızlık oluşursa, buzlanma hemen kesilmelidir. Alternatif olarak, etkilenen uzuv Epsom tuzu ile karıştırılmış soğuk suda bekletilebilir.
Ayağı sarmak ve yüksekte tutmak, etkilenen dokuların şişmesini önlemeye yardımcı olacaktır. Aşırı şişme, etkilenen bölgedeki sinir liflerinin gerilmesine neden olabilir ve bu da daha fazla ağrıya neden olabilir. Bu nedenle, şişmenin azaltılması çoğu kez bir miktar ağrı rahatlaması sağlar.
Ayak ağrısının azaltılması ve şişmeyi önlemeye yardımcı olabilecek iki tip reçetesiz ilaç vardır. Asetaminofen (Tylenol) ağrıyı azaltmaya yardımcı olurken, aspirin, ibuprofen (Motrin) veya naproksen (Naprosyn) gibi nonsteroid antiinflamatuar (NSAİİ) ağrıyı azaltmaya yardımcı olabilir ve aynı zamanda inflamatuarı (iltihap) azaltır. Bu ilaçları kullanırken, dozaj önemli olduğundan dikkatli olunmalıdır. Ek olarak, asit reflüsü veya mide ülseri ve böbrek problemleri olanlar, kullanmadan önce bir doktora danışmalıdır.
Plantar fasiitin rahatlatılması için ayağın altında donmuş su şişesini yuvarlamak ve çeşitli germe egzersizlerinin faydalı olduğu bilinmektedir. Destekleyici ve uygun ayakkabı tertibatının yanı sıra yalınayaklıktan kaçınmak fayda sağlar. Ayrıca kortikosteroid enjeksiyonu da faydalı olabilir.
Nasırlarda ayak ılık suya sokularak nasır yumuşatılıp ve ponza taşı ile temizlenebilir. Nasırların kesilmesi ve yakılması sakıncalıdır.
Stres kırıklarına bağlı ayak ağrısında uzun bir istirahat dönemi sıklıkla gerekir.
Bazen, kemik çıkıntısını tıraşlamak ve şekil bozukluğunu düzeltmek için cerrahi işlem yapılması gerekebilir.
AYAK BURKULMASI
Ayak burkulmasına ne iyi gelir? Ayak burkulması tedavisi
Neredeyse herkesin hayatının bir döneminde karşılaştığı ayak burkulmaları çok tehlikeli bir rahatsızlık olmasa da bazen can sıkıcı olabiliyor. Genellikle sporcularda görülüyor ancak ters bir hareket sonucu normal vatandaşlarda da görülme oranı yaygın. Bu sorunla karşılaşan kişiler ise ayak burkulmasına nelerin iyi geldiğini öğrenmek istiyor. Peki, Ayak burkulmasına ne iyi gelir? Ayak burkulması tedavisi nasıl yapılır?
Günlük yaşamda ve sportif faaliyetler sırasında en sık sık rastlanan ayak burkulmalarını, nasıl tedavi edeceğini ve kısa sürede etkilerini nasıl ortadan kaldırabileceklerini merak eden vatandaşlar, ‘Ayak burkulmasına ne iyi gelir?’ sorusuna yanıt arıyor. İşte, ayak burkulmaları hakkında merak edilen tüm detaylar…
AYAK BURKULMASI NEDİR?
Ayak bileği burkulması, yere düşme sırasında hareketin eklemin normal sınırlarını aşmasına bağlı olarak ayak bileği bağlarının gerilmesi ve yırtılmasına verilen isim. Doğası gereği yere düşme sırasında ayağın dış kısmı daha önce, iç kısmı ise daha sonra yere temas eder. Eğer bu hareketin kontrolünde sıkıntı olursa, ayağın içinin yere basışı sağlanamaz ve ayak bileğinin içe doğru dönmesine ve dış tarafta hareketi kontrol eden bağların gerilmesine neden olur. Uzmanlar ayak bileği burkulmalarının yüzde 80’inin ayak bileğinin dış kısmında olduğunu söylüyor.
Ayak bileği burkulmaları üç derecede sınıflandırılıyor. Bunlar, ayak bileği bağları zorlanması, ayak bileği bağlarının kısmi yırtığı ve ayak bileği bağlarının tam yırtığı. Ayak bileğini muayene eden doktor, hareketlerin kısıtlanması, ayak bileğinde şişme, ayak bileği bağlarının yetersizliği veya yeterliliğine bakarak sınıflamasını yapar. Muayenede, röntgen de istenerek ayak bileği bağ yaralanması sırasında kemikte kırık olup olmadığına karar verilir.
AYAK BURKULMASINA NE İYİ GELİR?
Travmalarda genel olarak akut devrede ayağın bir süre mutlak istirahat ettirilmesi ayak çevresine 2-3 gün süreyle soğuk uygulanması gerekir. İşte, ayak burkulması sonrası yapılması gerekenler…
Dinlenme: Ağrılı hareketleri yapmayacak ama ağrısız hareketlere izin verecek düzeyde istirahat etmek gerekiyor.
Buz uygulama: Her seferinde 20 dakika olmak üzere iki saatte bir ya da saatte bir 10 dakika bileğe buz uygulanması.
Kompresyon: Elastik bandaj veya ayak bileği koruyucusu kullanılması.
Ayağı yukarı kaldırma: Ayağın kalp hizasından yukarıya kaldırılarak yatılması.
AYAK ÇIBANI
Ayak çıbanı nedenleri belirtileri ayak çıbanı nasıl tedavi edilir
Çıban denilen durum, vücudumuzun genellikle dış yüzeyinde ve bazen iç kısımda oluşabilecek; içi iltihap dolu şişliklere verilen isimdir. Genel anlamda derinin dış kısmında karşılaştığımız bu durum vücudumuzun fazla hava almayan, daha fazla terleyen ve mikrop, bakteri vb. türlerin daha çok bulunması muhtemel olan yerlerde meydana gelmektedir.
Hal böyle olunca, çıbanların ayak bölgemizde meydana gelen bir olay olması da kaçınılmaz olmaktadır. İlk oluşmaya başlanılan aşamada ilk önce bu şişliklerin çıban olduğu anlaşılamayabilir; kaş bölgesinde çıktıysa kızarıklıktan ötürü sivilce zannedilebilir veya ayakta çıkanlar da ufak böcek ısırıkları zannedilip dikkate alınmayabilir.
Ancak süreç ilerledikçe ve çıbanlar büyüdükçe içleri iltihapla dolmaya başlayarak günden güne şişmektedir. Öte yandan büyüdüğü alanda şiddetli ağrılar yaparak kişiyi oldukça rahatsız etmektedir. Tam ortasında açık sarı tonlarda şişkin bir biçimde iltihap olan çıbanlar hakkında yapılan en tehlikeli ve en yanlış davranış, içerisindeki iltihabı boşaltmak için çıbanları sıkmak olacaktır.
Böyle bir harekette bulunmak, hele ki çıbanlar yüz bölgesindeyse bu çıbanları sıkmak kişinin kanser olabilmesine dahi yol açabilmektedir. Bu kadar zararlı sonuçları olabilecek bir durumu vücudun herhangi bir yerindeki çıbanlar için de dikkatle davranmalı, çıbanları asla ama asla sıkmamamız gerekmektedir. Haddinden fazla şişen ve ağrı yaratan çıbanlar için bireysel olarak müdahale yerine en yakın sağlık kuruluşuna giderek müdahale isteği yapılabilir.
Durum böyleyken, özellikle ayak bölgesinde çıkan çıbanların hem kişilerin ağrılanmalardan dolayı rahatsız hissetmemeleri hem de bu tip mikropsal kaynaklardan oluşan iltihaplanmaların tekrarlanmaması için çıbanların ortadan kaldırılması adına dikkat edilecek hususlar bulunmaktadır. Öncelikle uzman bir dermatologtan yardım alındıktan sonra, evdeki tedavi süreçlerinde ayakları bol bol sıcak uygulamaya tabi tutmak gerekmektedir. Doktor kontrollerinde antibiyotik içerikli merhemlerin kullanılmasına, eğer gerek varsa pansuman yaptırımının aksatılmamasına dikkat edilmesi çok önemlidir.
Eğer daha önce ayağınızda hiç çıban oluşmadıysa, bundan sonrasında da oluşmayacağına dair en ufak garanti bulunmamaktadır. Bireylerin ayak çıbanından kendilerini korumaları adına ayaklarının bakımlarına çok dikkat etmeleri; her gün yeni çorap giymeleri, uzun saatler ayakları ayakkabı içerisinde duruyorsa eve gelir gelmez ılık ve tuzlu suyla ayakları 15 dakika içerisinde rahatlatmaya çalışmaları, banyodayken ayakları detaylı olarak temizleyip yıkamaları ve en önemlisi ayakları en çok etkileyen kısım ayakkabılar olduğu için mümkün oldukça ayakları rahat ettirecek ve dışarıdan hava alabilme özellikli ayakkabıları tercih etmeleri gerekmektedir.
AYAK ŞİŞMESİ
Ayak şişmesi nasıl geçer?
Ayak şişmesi sık görülen bir durum olmasına rağmen hastalık değildir. Ayak şişmesi farklı nedenlerle meydana gelebilir. Ayak şişmesini gidermek için neler yapmalıyız, ayak şişmesine ne iyi gelir, ayak şişmesi nasıl geçer, ayak şişmesi neden olur
Şişkinlik bazen bir kalp, karaciğer veya böbrek hastalığının işareti olabilir. Geceleri şişen ayak bilekleri, kalbin sağ tarafındaki yetmezliğe bağlı tuz ve su tutumunun belirtisi olabilir. Böbrek hastalığı da ayak ve ayak bileklerinde şişmeye neden olabilir. Böbrekler düzgün çalışmadığında sıvı vücutta birikebilir.
Ayak şişmesi genelde endişelenmeyecek geçici bir durumdur. Uzun süre ayakta kalmak, uzun süre hareketsiz kalmak, yeni egzersiz denemek ya da yoğun bir gün geçirmekten dolayı ayağınız şişebilir. Eğer ayak şişliği herhangi bir yan etki gösteriyorsa ya da birkaç gün içerisinde geçmiyorsa o zaman bir doktora görünmenizde fayda var.
Evde müdahale edebileceğiniz bazı yöntemlerle ayak şişliğinden kurtulmak mümkün. İşte evde yapabileceğiniz tedavi yöntemleri…
Ayakları yukarı kaldırmak
Ayak şişliklerini önlemek için ayaklarınızı yukarı kaldırarak kan akışının ayaklara gelmesi engellenir ve oluşan şişliklerin iyileşmesini sağlarsınız.
Buz tedavisi
Burkulma gibi nedenlerle ortaya çıkan şişliklerde buz tedavisi önemlidir. Buzu bir havluya sarıp şişlik olan yerde bekletin böylece hem şişliğiniz inecek hem de intihaplaşma riski azalacak.
Bacaklara egzersiz yapmak
Eğer şişliğiniz geçiciyse bacaklarınıza yapacağınız egzersizler ayaklarda oluşan şişlikleri geçirecektir. Egzersiz şişliğin olduğu alana giden kan akışını normale döndürecektir. Ayrıca uzun süre oturmak ayak şişliğine neden olur bu yüzden kan dolaşımını uygun seviyede tutmak için ara ara ayağa kalkıp dolaşılmalıdır.
Ayakları tuzlu suda bekletmek
Tuz içerisindeki sülfat ile kasların rahatlamasını sağlar. Yarım kova suya bir fincan tuz ekleyin ve iyice karıştırın, ayaklarınızı bu su içerisinde 15 dakika bekletin. Yorgun ve şiş ayaklar için en iyi çözüm tuzlu sudur. Her gece yatmadan önce yapabilirsiniz.
Sağlıklı beslenin ve aşırı tuzdan kaçının
Dengeli ve sağlıklı beslenme dolaşımınızı arttırır. Beslenme düzeninizde magnezyum içeren gıdalara yer verin. Sodyum içeren gıdalardan uzak durun. Günde 2 litre su için, su vücudunuzda bulunan zararlı maddeleri vücudunuzdan atamanıza yardım eder. Taze sebze ve meyve suları tüketin. Kafein, asit ve tuzlu gıdalardan uzak durun.
Nane
Naneyi suda iyice kaynatın ve dayanabileceğiniz kadar sıcak suda ayaklarınız yıkayın. Sonra soğuk nane suyuyla tekrar ayaklarınızı yıkayın. Nane ayaklarınızda ödem oluşmasına engeller ve ayak şişmesine iyi gelir.
Karahindiba çayı
Etkili bir idrar söktürücü olan karahindiba antioksidanlar açısından da zengin olduğu için ağrıları hafifletir. Karahindiba sıcak suya ekleyin ve 15 dakika demleyin. Günde 1-2 bardak tüketin şişlikleri azaltacaktır.
Maydanoz
Etkili bir idrar söktürücü olan maydanoz vitamin ve mineral deposudur. Maydanozu iyice yıkayın ve çay şeklinde demleyin günde 2-3 bardak içebilirsiniz. Enfeksiyon kaynaklı şişmeleri geçirecektir ayrıca maydanoz iyi bir idrar söktürücüdür.
Zencefil
Zencefil doğal bir anti enflamatuardır. Zencefil yağı ile şişen ayaklarınıza masaj yapabilirsiniz. Zencefil krampları da geçirir.
Greyfurt yağı
Greyfurt yağı gibi uçucu yağlar ayaklardaki şişlikler için kullanılabilir ayrıca anti enflamatuar özelliklere sahiptir olan bu yağ ciltten bir gece bekletildiğinde iyi bir sonuç verir.
Lahana yaprakları
Yeşil ya da beyaz birkaç lahana yaprağını temizleyin ve buzdolabında bir süre bekletin. Soğuyan lahana yapraklarını şiş alanların üzerine yerleştirin ve üzerin bir bandaj ile sarın. Cilt üzerinde yaklaşık 3 dakika kadar bekletin, şişliklerinizin geçmesine yardım edecektir.
Salatalık
Bir adet salatalığı dilimleyin. Ayaklarda şişen bölgelere uygulayın ve üzerine bir bandaj ile sarın. Salatalık, ödem ve sertliği azaltır ayakların rahatlamasına yardımcı olur.
Limonlu çözüm
Limon suyu, toz tarçın, yağ, süt ve su karıştırın. Hamur haline gelen karışımı şişen ayaklara uygulayın. Bu çözüm en etkili çözümlerden biridir. Ayaklarda oluşan şişlik ve sertliklerin azalmasını sağlar.
Elma sirkesi
Elma sirkesi ayaklardaki şişliklerin inmesine yardımcı olurken ağrının hafiflemesini de sağlar. Elma sirkesini doğrudan şişliklere uygulayabilir veya ayağınızı beklettiğiniz suyun içerisine elma sirkesi ekleyebilirsiniz.
Arpa suyu
Bir avuç arpa tanesini suda kahverengi olana kadar kaynatın. Kaynayan arpaları süzün ve günde 1 – 2 bardak soğuk haldeyken tüketin. İdrar söktürücü olduğu için vücuttan toksinlerin atılmasına yardımcı olur.
Tonik
Ayak şişlikleri için kullanılan en etkili çözümlerden biri de gazlı sudur. Gazlı su şiş alanlara tonik şeklinde uygulanabilir. Şişliklerin yatışmasını sağlarken aynı zamanda ağrıyı da hafifletir.
Karbonat
Karbonat ve pirinç suyunu aynı miktarda hamur haline gelene kadar karıştırın. Elde edilen hamuru şişliklerin üzerine uygulayın. Bir süre bekletildikten sonra su ile durulayın.
AYAK TERLEMESİ
Ayak terlemesi nasıl önlenir? Ayak terlemesi nedir, neden olur? İşte merak edilenler…
Ayak terlemesi her 100 kişiden 2-3 kişide görülüyor. Birçoğumuz zaman zaman ayak terlemesinden şikayet ederiz. Bazı insanlar için bu, günlük yaşamlarını önemli ölçüde etkileyebilir ve başkalarıyla sosyal ilişkide azalmaya neden olabilir. İşte ayak terlemesi nedir, neden olur, nasıl tedavi edilir, önlenir sorularının yanıtları…
AYAK TERLEMESİ NEDİR?
Aşırı ayak terlemesi genellikle ayak tabanında ortaya çıkan bir terlemedir. Sadece ayaklarda olabileceği gibi sıklıkla ellerde, koltuk altları ve yüz (kafa) bölgesi terlemesi ile birlikte olabilir.
Aşırı ayak terlemesi kişinin günlük faaliyetlerini, sosyal yaşantısını, öğrenimini, iş hayatını, psikolojik durumunu etkileyecek derecede ise, bu duruma aşırı ayak terlemesine (plantar hiperhidroz) denir.
Ayak terlemesi sıkıntı oluşturmayacak miktarda olduğu sürece sağlıklı ve gereklidir. Ancak, bazı insanların ayakları doğal olarak diğerlerinden daha fazla terler, ancak bu durum onlarda herhangi bir sorun ya da rahatsızlığa neden olmaz. Ergenlik, gebelik ve menopoz sırasındaki değişiklikler ayak terlemesini de artırabilir. Bütün gün ayakta duran insanlar ayaklarının daha fazla terlediğini fark edebilir.
AYAK TERLEMESİNİ ÖNLEMEK İÇİN YAPILMASI GEREKENLER
Basit bir günlük ayak hijyeni genellikle terli ayaklarla baş etmede etkilidir. Bu, ayaklarınızı anti-bakteriyel sabunla yıkamak, krem uygulamak ve / veya emici bir ayak tozu kullanmak ve her gün aynı ayakkabıyı giymemek şeklinde olabilir.
Çorap giymek de özellikle yün, pamuk veya yün / pamuk karışımı gibi nemi emen esas olarak kabul edilir. Ek olarak, çıkarılabilir iç tabanlık ve koku giderici etkisi olan ilaçlı tabanlık, çok fazla teri çektiği için tavsiye edilebilir.
Ayaklarınızın nefes almasını sağlayan deriden ve iyi yapılmış ayakkabılar kullanılması ayak sağlığı açısından çok önemlidir.
Yaz aylarında sandaletler veya terlikler ayaklarınızın nefes almasına yardımcı olur.
Çok terli ayakları kurutmaya yardımcı olması için duş veya banyodan sonra parmak aralarını tuvalet ispirtosu ile silin.
TEDAVİ SEÇENEKLERİ
Aşırı terleyen veya ayaklarında hiperhidroz bulunan insanlar için başka tedaviler de mevcuttur. Normal ayak bakımının etkili olmadığı ve daha uzun süreli koşullar için daha ciddi vakalarda, doktorunuz size iyontoforez (elektriksel stimülasyon) ve Botulinum toksin enjeksiyonları (botox) tavsiye edebilir.
AYAK TERLEMESİNİN NEDENLERİ
Ergenlerde ve genellikle 25 yaşın altındaki kişilerde, ayak terlemesi muhtemelen vücuttaki değişen hormon seviyeleri tarafından tetiklenen aşırı aktif ter bezlerinden kaynaklanır. Ayak tabanlarındaki (ve el avuçlarındaki) ter bezlerinin çoğunlukla duygulara yanıt vermesiyle hem zihinsel hem de duygusal stres yaygın bir nedendir.
Ayak terlemesi (avuç içi ve koltuk altı ve yüz / kafa derisi ile birlikte) simetrik olma eğilimindedir. Tam neden bilinmemektedir, ancak esas olarak aşırı aktif ter bezlerinden kaynaklanmaktadır. Bazı durumlarda, neden genetik olabilir.
Mümkün olan diğer nedenler arasında, bazen yapısal bir problemin neden olduğu, ayağın yorgun ya da yorulmuş olduğu için, örneğin ayaklarınızı tüm gün ayakta tuttuğunuzda, ayak üzerindeki stresi sayılabilir.
ADET AZLIĞI
Regl & Adet Azlığı Neden Olur?
Kadınların ortak sorunlarından biri olan regl düzensizliği, en çok sorulan soruların başında gelmektedir. Regl düzeni kişiden kişiye değişmekle birlikte kanamalar 1-7 gün arasında sürmektedir. Adet döngüsü ortalama olarak 28 günde bir hesaplanır ve bu süreç içinde kanamanın düzeninden regl döneminin kaç gün sürdüğüne kadar çeşitli bilgiler elde edilir.
1-7 gün aralığında süren regl dönemi bazı kişilerde 4-5 gün sürerken bazılarında ise 6-7 gün boyunca devam etmektedir. Regl döneminde ortalama olarak 35-40 ml kan gideri söz konusudur. Ancak tıpki gün hesabında olduğu gibi kan gideri de kişiden kişiye değişkenlik göstermektedir. Regl döneminde kan giderinin 35 ml az olması durumunda kanamanın az olduğu belirtilirken; kan giderinin 80 ml üstüne çıkması ise aşırı kanama olarak nitelendirilmektedir.
Regl döneminde kanama miktarının ölçümü ortalama olarak ped değiştirme sıklığı ile ölçülmektedir. Ancak herkes aynı sıklıkla ped değişimi yapmamaktadır. Kimileri 1-2 damla kanamada ped değiştirirken kimileri günde 2-3 kez ped değiştirmektedir. Ortalama bir oran vermek gerekirse günde 3-4 ped değişimi normal olarak kabul edilmektedir. Ancak kişi 1-2 damlada bir ped değiştiriyor ve 5-6 kez ped değiştirdiğini ifade ediyorsa bu oran yine normal olarak kabul edilir.
REGL SIKLIĞI NASIL OLMALIDIR?
Regl döneminin kişiden kişiye değişkenlik göstermesinin başlıca nedenlerinden biri hormonal değişikliklerdir. Hormonal değişimlerin yanı sıra doğum kontrol hapı kullanımı regl düzenini doğrudan etkileyen unsurlardandır.
Regl döngüsü ortalama olarak 28 günde bir olarak hesaplanmaktadır. Ancak regl döneminin başladığı tarihler arasında en az 21, en fazla 35 gün olması gerekmektedir. Herkesin regl döneminin aynı olmaması nedeniyle “28 günde bir” ifadesi ortalama olarak belirtilen bir tarihtir.
Bu konuda en çok yanılgıya düşülen nokta yalnızca temiz kalınan günlerin sayılmasıdır. Regl sıklığının doğru hesaplanması için adetin başlangıç tarihinden başlangıç tarihine sayılması gerekmektedir. Kısacası yalnızca temiz kalınan günler sayılması doğru değildir.
REGL DÜZENSİZLİĞİNE NEDEN OLAN FAKTÖRLER
• Stres
• Aşırı egzersiz
• Aşırı kilo alımı veya kilo kaybı
• Doğum kontrol hapları
• Diyabet
• Tiroid sorunları
• Kan inceltici ilaçların kullanılması
• Antidepresan kullanımı
• Karaciğer sirozu
• Östrojen veya progesteron düzensizliği
• Sistemik lupus
• Rahim kanseri
• Düşük veya dış gebelik
• Östrojen takviyeleri
• İltihaplı pelvik hastalığı
REGL KANAMASI NEDEN AZ OLUR?
Uzmanlar regl döneminin en az 2 gün sürmesi gerektiğini belirtmektedir. Ancak regl dönemi 1 gün sürüyorsa bir sorun var demektedir. Regl döneminin 1 gün sürmesi durumunda doktora başvurmalı ve gereken tetkikleri yaptırmalısınız.
Regl dönemi en az 2 gün sürmeli ve günde en az 2 ped değiştirilmelidir. Ancak bundan daha az miktarda regl dönemi ve ped değişimi hipomenore olarak adlandırılmaktadır. Hipomenore, düzenli ancak az miktardaki adet kanamalarına verilen addır. Hipomenore adet düzensizliğinden bağımsız olarak az miktarda kanamanın görülmesidir.
Adet kanamasının azlığı gün ile belirlenmez. Ortalama olarak 6-7 gün süren adet kanamaları normal olarak kabul edilirken 3-4 günlük kanamalarda normal olarak kabul edilmektedir. Önemli olan kanamanın toplam miktarıdır.
Regl azlığının temel nedeni hormonal değişimlerdir. Yaşın ilerlemesi, menapoza yaklaşılması ve kadınlık hormonunun azalması gibi durumlar regl azlığının başlıca nedenlerindendir. Bir diğer hormonal değişimler hipotiroididir. Tiroid bezi hormonlarının azalması olarak bilinen hipotiroidinin bir diğer ismi guatrdır.
Regl azlığının birçok nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerden diğerleri ise kürtaj işlemi veya rahim içi ile alakalı olarak gerçekleştirilen ameliyatlardır. Bu işlemler sonrasında rahim içinde meydana gelen yapışıklıklar kanamanın az olmasına neden olabileceği gibi ileri derece yapışıklıklarda ise adet kanaması hiç gerçekleşmez.
Bazı durumlarda adet kanamasının düzensizleşmesi ve azalması hamilelik olasılığını akıllara getirmektedir. Bu tip durumlarda kanamanın azalmasıyla birlikte üstüne görme durumu gerçekleşebilir. Aynı zamanda regl azlığına yol açan durumlardan bir diğeri ise spiral kullanımıdır.
REGL AZLIĞI NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Regl azlığının tedavisine başlanmadan önce altta yatan neden belirlenmeli ve öncelikle bu neden ortadan kaldırılmalıdır. Eğer regl azlığı guatrdan dolayı kaynaklanıyorsa öncelikle guatr tedavi altına alınmalıdır. Menapoz, spiral kullanımı, gebelik veya hormonal bozuklardan birinin tespit edilmesi durumunda öncelikle bu sorunlar tedavi edilmelidir. Aksi takdirde regl azlığının tedavisi başarılı bir sonuç vermeyecektir.
Regl azlığı tedavisinde genellikle hormon takviyesi uygulanmaktadır. Erken menapoz nedeniyle görülen regl azlığında kadınlık hormonları desteklenebilir. Eğer spiralden kaynaklı bir regl azlığı söz konusu ise öncelikle spiralin çıkarılması gerekir.
AMENORE (ADET GÖREMEMEDE-ADET YOKLUĞU):
Adet kanamasının olmaması, yani adet görmemeye tıp dilinde “amenore” denir. Bir kadının en az 3-6 ay süreyle adet görmemesi amenore olarak kabul edilir. Daha kısa süre adet görememe ise “adet rötarı” “adet gecikmesi” olarak adlandırılır.
Ergenlik döneminden önce, gebeliksırasında, emzirme döneminde ve menopozdan sonra adet görülmemesi normaldir ve ‘fizyolojik amenore” adını alır. Bunun dışında kalan bütün amenoreler ise normal değildir, yani “patolojik amenore”dir. Genç bir kızın 18 yaşına geldiği halde adet görmemiş olması”primer amenore” adını alır. Normal adet görmekte olan bir kadının 6 ay ya da daha uzun süre adet görmemesi ise “sekonder amenore” adını alır.
Amenore, kriptomenoreden farklıdır. Kriptome-norede adet görülmektedir fakat bu ya çok az miktarda olduğundan farkedilmez ya da üreme organlarındaki bir anormallikten dolayı (kızlık zarının kapalı oluşu gibi) adet kam dışarı akamaz. Amenorede ise adet kanaması yoktur. Amenoreye yol açan bir çok etken vardır. Bunları aşağıda sırayla, kısaca göreceğiz.
1. Rahim hastalıkları: Doğumsal olarak rahim kusurlu olabilir. Çok ufak ya da hiç olmayabilir. Ra-himin adet gören tabakasının {endometrium- rahim iç zarı) herhangi bir nedenle (ışınlama, iltiha-bi hastalıklar gibi) tahrip olması.
2. Yumurtalık hastalıkları: Doğumsal olarak yumurtalıklar gelişmemiş olabilir. Ayrıca, yumurtalık kist ve tümörleri, yumurtalıkların ışına uğramaları, ağır yumurtalık iltihapları.
3. Hipofiz hastalıkları: Herhangi bir nedenle hipo-fiz bezinin görev yapamaması.
4.Bazı hormonal sistem hastalıkları: Ağır hiperti-roidizm, bazen diabet (şeker hastalığı), böbreküstü bezinde tümör ya da fazla çalışması.
5.Sinir sistemi hastalıkları: Buna “stress ameno-resi”de denir. Ruhsal gerilim, aşırı heyecan ve korku, bazı ruh hastalıkları.
6.Doğum kontrol ilaçları: Bazen ağızdan alınan bu doğum kontrol haplarının bırakılmasından sonra amenore görülebilir. Bu genellikle doğum kontrol haplarının düzensiz kullanılması ile ilgili olup, kullanılan ilacın tipi ya da kullanma süresi ile pek ilgili değildir.
ADET GECİKMESİ
Adet Gecikmesi Nedenleri Nedir?
Adet gecikmesi söz konusu ve hamile olduğunuzdan mı şüpheleniyorsunuz? Gebelikten başka nedenlerle adet gecikmesi sorunları meydana gelebilir. Genel nedenler, hormonal dengesizliklerden ağır tıbbi koşullara kadar değişebilir. Bir kadının hayatında iki kez adet gecikmesi ve adet düzensizliği normal kabul edilir: Adetin ilk başladığı dönem ve menopoz.
Adet gecikmesi kaç gün olur?
Periyodunuz başladıktan sonraki ilk iki yıl boyunca hormonlarınız hala dengelenmektedir. Bu, geç ya da kaçırılmış adet dönemlerine neden olabilir. Menopoz genelde 45-55 yaşları arasında başlar. Vücudunuz geçişi tamamladığı için normal döngünüz düzensiz hale gelebilir. Bununla birlikte, sağlıklı menstrüel döngüsü her 21 ila 35 gün arasında değişebilir. Adet gecikmesi ise düzenli olarak, her ay adetin farklı zaman aralıkları ile yaşanmasını ifade eder. Örnek olarak adetin beklenen süreden bir hafta sonra dahi gelmemesi adet gecikmesi olarak ifade edilir. Bir sene içinde yaşanan 2-3 adet gecikmesi normal kabul edilirken, daha uzun düzensiz dönemler normal değildir.
Adet gecikmesi nedenleri nelerdir?
• Stres
Stres, hormonlarınızın dengesini bozabilir ve ünlük rutini değiştirip, hipotalamusta döneminizin düzenlenmesinden sorumlu beyninizin bölümünü etkiler. Zamanla stres hastalık veya ani kilo alımı veya kaybına neden olabilir, bu da adet gecikmesine yol açabilir ya da adet düzenini bozabilir.
Stresin adet gecikmesine yol açtığını düşünüyorsanız, gevşeme tekniklerini uygulayın ve yaşam tarzı değişiklikleri yapın. Rejiminize daha fazla egzersiz yapmak adetlerinizi düzene sokmaya yardımcı olabilir.
• Düşük Vücut Ağırlığı
Anoreksiya veya bulimia gibi yeme bozukluğu olan kadınlar adet gecikmesi ve adet düzensizliği yaşayabilir. Boyunuz için normal aralık olarak kabul edilenin% 10 altında bir ağırlığa sahip olmanız, vücudunuzun çalışma biçimini değiştirebilir ve ovülasyonu durdurabilir. Yeme bozukluğunuz için tedavi almak ve kilo vermek sağlıklı bir şekilde döngü normale dönebilir.
• Obezite
Tıpkı düşük vücut ağırlığı da hormonal değişikliğe neden olabilir. Doktorunuz, obezitenin geç veya kaçırılmış dönemlerinizde bir faktör olduğunu belirlerse, bir diyet önerebilir ve egzersiz planı hazırlayabilir.
• Polikistik over sendromu (PCOS)
PCOS, vücudun erkek hormonundan daha fazla androjen üretmesine neden olan bir durumdur. Bu hormon dengesizliğinin bir sonucu olarak yumurtalıklarda kistler oluşur. Bu, yumurtlamayı düzensiz hale getirebilir veya tamamen durdurabilir. İnsülin gibi diğer hormonlar, PCOS ile ilişkili olan insülin direncine bağlı olarak dengesini kaybedebilir. PCOS tedavisi belirtilerin hafifletilmesine odaklanır. Doktorunuz, döngününüzü düzenlemeye yardımcı olması için doğum kontrolünü veya diğer ilaçları reçete edebilir.
• Doğum kontrolü
Doğum kontrol hapları yumurtalıkların yumurtlamasını önleyen östrojen ve progestin hormonlarını içerir. Hapı kestikten sonra döngüsünün tekrar tutarlı hale gelmesi altı ay sürebilir. İmplante edilen veya enjekte edilen diğer kontraseptif türleri de adet gecikmesine yol açabilir.
• Kronik hastalıklar
Diyabet ve çölyak hastalığı gibi kronik hastalıklar menstruasyon döngüsünü de etkileyebilir. Kan şekerindeki değişiklikler hormonal değişikliklerle bağlantılıdır, bu nedenle az kontrollü diyabet nadiren dönemin düzensiz olmasına ve adet gecikmesi durumuna neden olabilir.
Çölyak hastalığı, vücudunuzun önemli besin maddelerini almasını engelleyebilecek ince bağırsakta hasara yol açabilen iltihaba neden olur.
• Erken Menopoz
Çoğu kadın, 45-55 yaş arasındaki menopoz dönemine başlar. 40 yaşın civarında veya yakınında semptomlar geliştiren kadınların erken menopozu olduğu düşünülmektedir. Bu, yumurta arzınızın sönük olduğu anlamına gelir ve sonuçlar adet gecikmesi sorunları ve sonunda menstruasyonun bitmesi demektir.
• Tiroid sorunları
Aşırı aktif veya yetersiz tiroid bezi de geç veya kaçırılmış dönemlerin nedeni olabilir. Tiroid vücudunuzun metabolizmasını düzenler, bu nedenle hormon seviyeleri de etkilenebilir. Tiroid sorunları genellikle ilaçlarla tedavi edilebilir. Tedaviden sonra, döneminiz muhtemelen normale dönecektir.
Adet gecikmesi için ne zaman bir doktora başvurmalıyım?
Doktorunuz adet gecikmesi nedenini doğru bir şekilde teşhis edebilir ve tedavi seçeneklerini tartışabilir. Doktorunuza iletmek için adet döngünüzü ve değişikliklerin kaydını tutmalısınız. Bu sayede doktor daha doğru teşhis koyabilecektir. Normalde ağır kanama, ateş, şiddetli ağrı, mide bulantısı ve kusma veya yedi günden uzun süren kanamalarınız varsa hemen bir doktora başvurun.
Adet döngüsü, pubertenin başlangıcından itibaren (ortalama yaş 11 veya 12 yıl) tüm kadınlarda görülür ve orta yaşta menopoz olana kadar devam eder. Her ay, uterus döllenmiş bir embriyo almaya hazır derin ve yastıklı bir duvar geliştirir.
Hamilelik gerçekleşmezse, bu yastıklı astar vajinal kanama yoluyla dökülür. Menstrüel dönemler iki ila yedi gün arasında değişir ve ortalama döngü her 28 günde bir, ancak değişebilir. 24 ila 35 gün arasında herhangi bir yer normal bir adet döngüsü olarak kabul edilir.
Adet gecikmesi durumunun diğer nedenleri şunlardır;
• Gebelik
Cinsel açıdan aktif kadınlar hamile kalabilir ve aslında bir kadının hamile olduğunun ilk işaretidir. İki haftalık adet gecikmesi ardından, hamilelik testleriyle idrarda HCG, gebelik hormonu saptanabilir.
• Kilo kaybı
Diyet yoluyla birdenbire kilo kaybettiyseniz, bu durum adet gecikmesi sebebi olabilir veya adetler tamamn durdurabilir. Anoreksiya nervoza gibi yeme bozukluğu olan insanlar sıklıkla menstruasyona son verir.
Belli bir yeme bozukluğunuz olmasa bile sağlıklı bir diyet sağlıklı bir döngü için gereklidir. Bir sürü abur cubur yiyen bu durum dönemlerinizi etkileyebilir, bu nedenle diyetinize bol miktarda taze meyve, sebze ve tahıl bulundurun.
• Diğer tıbbi durumlar
Polikistik over sendromu (yumurtalıklarda kistler) gibi durumlar, düzensiz veya tamamen duran adet dönemlerine neden olabilir. Tiroid bozuklukları da tiroid hormonlarını kontrol ettiği için oluşabilir ve menstrüel siklus hormona bağımlıdır. Uterus ve tümörler ile yapısal sorunlar, benign veya kanserli diğer olasılıklardır.
• İratrojenik komplikasyonlar (doktorlara bağlı hastalıklar)
Doktorların neden olduğu hastalıklar, örneğin geç veya devamsız bir süreye neden olabilir. Eğer dilatasyon ve kür rezeksiyonu (D ve C) gibi uterusunuza ameliyat olsaydınız, bu yaygın skar yaratabilir. Gerçekten rahim ağzınızı tıkayabilir, menstrual kanın vücudunuzdan çıkmasını keser. Kan, daha sonra içeride çoğalır ve enfeksiyona neden olabilir. Bu, potansiyel olarak ciddi bir durumdur ve bunu düzeltmek için tıbbi müdahale gerektirir.
• Bazı kontrasepsiyon türleri
Kontraseptif enjeksiyon, adet gecikmesi durumuna neden olabilir veya tamamen durdurabilir. Öte yandan, daha ağır kanamanızı sağlayabilir. Bazı kadınların, enjekte edildikleri süre boyunca dönemleri olmaz. Her bir enjeksiyon üç ay süreyle kontrasepsiyon sağlar ve etkileri ve yan etkileri enjeksiyonlar durdurulduktan sonra 18 ay veya daha uzun sürebilir. Hap ve diğer hormonal kontraseptifler de döngüsünü durdurabilir. Hapı kestikten sonra döneminizi yeniden başlatmada gecikme olabilir.
• 45-55 yaş arasında olmak
Menopozuna yaklaşıyor olabilirsiniz. Menopozdan önceki ilk zamanlarda, periyotlar daha düzensizleşir ve bazılarına geç gelip diğerlerini özlemek normaldir, çünkü ovulasyon yavaş yavaş kapanır.
Adet gecikmesi tedavisi
Geç dönemlere yönelik çözüm yolları, adet gecikmesi sorunun altında yatan faktöre bağlı olacaktır. Eğer stres yüzünden yaşıyorsa, stres faktörleri ortadan kalktığında adetler düzene girecektir.
Fazla kilolu iseniz, kilonuz normale döndüğünde düzenli adet dönemi başlayabilir. Bir tiroid problemi ya da hormonal dengesizlikse, ilacı almanız ya da başka tedavilerden geçmeniz gerekebilir. Bir dönem geç olduğunda ve bunun stres veya gebelik olduğunu düşünmüyorsanız, o zaman doktorunuza başvurun, böylece iyileştirici tedbirlerin alınması, döneminizi tekrar düzene getirmeniz için yapılabilir. Temelde geç dönemlerin altında yatan nedeni doğru bir şekilde belirleyip tedavi edildikten sonra menstrüel döngüsü normale dönmelidir.
B HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR
BADEMCİK İLTİHABI
Bademcik iltihabı nedir? Neden olur? İşte belirtileri teşhisi ve tedavisi…
Bademcik iltihabını kısaca açıklamak gerekirse; bademciklerde meydana gelen apselerdir. Genellikle hastanın boğazının şişmesi ve acıması sonucu kendisini gösterir. Aslında bademcik iltihabı vücudun bir savunma mekanizması olarak da adlandırılabilir. Ağız yoluyla vücuda giren mikroplar bademciklerde birikerek burada iltihap ve apse oluşmasına neden olur.
BADEMCİK İLTİHABININ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Genel anlamda belirtiler şöyle sıralanabilir;
– Boğaz ağrısı
– Yutkunmakta zorlanma
– Yutkunurken boğaza bir şey takılma hissi
– Halsizlik
– Ateş
– Ağız kokusu
– Boğazda ve boyunda şişme
– Ses değişmesi
– Çocuklarda mide bulantısı ve kusma
BADEMCİK İLTİHABI NEDEN OLUR?
Bademcik iltihabı vakalarının yaklaşık yüzde 75’ine virüsler, kalanına da bakteriler neden olur. Bu zararlı organizmalar aşağıdaki şekillerde bulaşarak bademcik iltihabına neden olabilirler:
– Hasta olan kişi ile temasta bulunmak (hapşırma, öksürme, nefes alıp verme ve tokalaşma)
– Hasta birinin eşyalarını kullanmak
– Kirli gıdalar tüketmek (veya yemek yerken ellerin temiz olmaması)
– Hayvanlara temas
– Kirli yüzeylere temas etmek
BADEMCİK İLTİHABININ TEŞHİSİ VE TEDAVİSİ
Bademcik iltihabı kulak burun boğaz uzmanı tarafından basit bir fiziki muayene ile teşhis edilebilmektedir. Bu teşhis sonrası en sık uygulanan tedavi yöntemi ilaç tedavisidir. Bunun yanı sıra ağrıları kesmek için ağrı kesici ve ateş düşürücü ilaçlar da hastaya verilmektedir.
Ayrıca tedavi sürecine yardımcı olması bakımından gün içinde belirli aralıklarla gargara yaparak boğazı temizlemek, dinlenmek, sık sıvı tüketmek, odanızı nemli tutmak, sigara dumanından, temizlik ürünlerinden, banyo kimyasallarından, parfüm, sprey şeklinde kullanılan kozmetik ürünlerinden uzak durmak çok önemlidir. Bademcik iltihabı 1 haftada geçen bir hastalıktır. Ancak hastanın bağışıklık sistemine göre bu süre uzayıp kısalabilmektedir.
BAĞIRSAK DÜĞÜMLENMESİ
Bağırsak düğümlenmesi neden olur?
• Ameliyat sonrasında gelişen yapışıklıklar
• Fıtıklar
• Safra taşları
• Bağırsağın bükülmesi (torsiyon)
• Yabancı cisim yutulması
• İltihabi bağırsak hastalıkları
Belirtileri nelerdir?
• Karın ağrısı (kramp şeklinde)
• Bulantı ve kusma
• Gaz ve dışkı çıkartamama
Bağırsak düğümlenmesi nasıl tedavi edilir?
• Ameliyat sonrası gelişen yapışıklıklarda ilk olarak burun yolu ile takılan mide hortumu ile mideden mide suyu ve bağırdak içeriği dışarı boşaltılarak, bağırsaktaki ödem yok edilmeye ve geçişin açılmasına uğraşılır.
Yanıt vermeyen olgularda ameliyat gerekir. Açık cerrahi veya laparoskopik yöntemle yapışıklıklar açılır veya dönen bağırsak düzeltilir.
Kaynak : Prof.Dr. Korhan Tavioğlu www.taviloglu.com
BAĞIRSAK GAZI
Bağırsak Gazı Nedenleri ve Gazdan Kurtulma Yolları
Bağırsak Gazı Nedenleri ve Gazdan Kurtulma Yolları? En çok rahatsız eden şikayetlerin başında bağırsak gazı gelir. Peki asıl nedenlerini biliyor musunuz?
En çok rahatsız eden şikâyetlerin başında gelen bağırsak gazı aslında hemen hemen herkesin yaşadığı sıkıntılar arasında gelir. Normal bir insan günde 14 kez gaz çıkarırız. Fakat bazı durumlarda bağırsak gazı kişide oldukça fazla rahatsızlık hissine sahip olur. Elbette bunu önlemenin yolları mevcut. Eğer siz de bağırsak gazıyla ilgili bir şikâyet yaşıyorsanız yazının devamını mutlaka okumalısınız.
Bağırsak Gazının Belirtileri Neler?
• Karında keskin ağrılar
• Karın bölgesinde şişlik
• Yellenmek
• Karında sertlik
• Gaz oluşumu hissetmek fakat gaz çıkartamamak
Bu belirtiler bağırsak gazının normal belirtileri arasında olup doktora görünmeye bir neden teşkil etmez. Fakat eğer bu belirtilerin yanında aşağıdaki belirtiler de mevcut ise mutlaka bir uzmana görünmenizde fayda olacaktır.
• Yüksek ateş
• Karında mevcut olan şiddetli ağrı
• Midede meydana gelen aşırı asit üretimi
• Bir anda meydana gelen aşırı kilo kaybı
• Dışkıda kan, vajinal kanama
Bağırsak Gazı Oluşum Nedenleri
Mide bağırsaklarda tamamı ile sindirilemeyen yiyecek ve içecekler bağırsak gazına sebebiyet verebilir.
• Çilek vb. meyveler
• Çikolata
• Mısır
• Yapay tatlandırıcılar
• Pul biber
• Yapmış olduğunuz karbonhidrat ağırlıklı diyetler
• Kahve ve çay gibi idrar söktürücü etkileri olan içecekler
• Yüksek yağ oranına sahip yiyecekler ve kızartmalar
• Aşırı alkol tüketimi
• Aşırı tuz tüketimi
• Laktoz intoleransı
• Yüksek strese bağlı hormonların sindirim faaliyetini kontrolsüzce hızlandırması
Hava yutmak da bağırsak gazı oluşum nedenleri arasında yer alır. Bazı durumlarda hava yutma fazlalaşabilir.
• Direkt bardaktan içmek yerine pipet kullanmak
• Çok hızlı yemek yemek, ağzı kapatmadan çiğnemek
Ciddi birkaç hastalık da bağırsak gazı ile belirti verebilir.
• Karaciğer hastalıkları
• Pelvis iltihabı
• Divertikül iltihabı
• Yumurtalık, kolon, rahim, pankreas ve mide kanserleri
• Crohn hastalığı
• Spastik kolon
Bağırsak Gazı Tedavisi
• Yarım saatlik bir yürüyüş
• Sırtüstü uzanın ve karnınızın üzerine dairesel hareketler ile hafif bir baskı uygulayın
• Egzersiz anında ağızdan değil burundan nefes almak
• Bitkisel çaylar tüketin. Hem sindiriminizin düzenlenmesini sağlayacaktır hem de gaz şikâyetlerinizi sona erdirecektir. Özellikle limon, nane çayı, kimyon, anason tohumu, rezene ve bal kullanımı bağırsak gazı şikâyetleri olanlar için en doğru tercihler arasında yer almaktadır.
BAĞIRSAK İLTİHABI (İBH)
İltihabi (inflamatuvar) bağırsak hastalığı (İBH) ya da Bağırsak (barsak) iltihaplanması), bağırsaklarda bir grup enflamatuar koşulların oluştuğu hastalıklardır. Crohn hastalığı ve ülseratif kolit ana iki türüdür. Ülseratif kolit kalın bağırsak ve rektumu etkilerken, Crohn hastalığı bağırsakların yanında ağız, sindirim borusu, mide ve anüsü de etkileyebilir.
İnflamatuvar bağırsak hastalıkları özbağışıklık (otoimün) hastalıklarıdır ve vücudun bağışıklık sistemi bağırsaklara ve bazen sindirim sisteminin diğer öğelerine saldırır.
Behçet hastalığı gibi bazı özbağışıklık hastalıkları zaman zaman sindirim sistemini etkilese de, her uzman tarafından İBH olarak sayılmazlar.
Crohn hastalığını ve ülseratif koliti kan testleri ve biomarkerler aracılığı ile ayırmanın yolu henüz bilinmiyor. Etkiledikleri yerler tespit edilerek ve inflamatuvar değişikler incelenerek bu iki hastalık birbirinden ayrılır.
İBH’ler, çevresel ve genetik faktörlerin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan kompleks hastalıklardır.
Diyet
Hayvan eti tabanlı yüksek protein alımı, İBH’ye kapılma riskini arttırır.[7] Bitkisel protein alımının 65.000 hasta ile 10 yıl süren bir araştırma sonucunda İBH’yi tetiklediği görülmemiştir.[8] Hayvan ve balıkların diyetlerinden dolayı, sülfürlü aminoasitler, hayvansal proteinlerde yüksek oranda bulunur ve hidrojen sülfür yığılımına sebep olduklarında İBH’yi tetiklerler.
BAĞIRSAK KANAMASI
Bağırsak kanaması nedir? Bağırsak kanamasının nedenleri, belirtileri ve tedavisi
Genelde yaşı ilerlemiş bireylerde görülme sıklığı daha yüksek olan bağırsak kanaması nedir? Bağırsak kanamasının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında aradığınız tüm bilgiler haberimizde…
BAĞIRSAK KANAMASI NEDİR?
Bağırsak kanaması ağızdan ve makattan gelen kan ile ortaya çıkmaktadır. Nedeni ince ve kalın bağırsaktaki rahatsızlıktan dolayı olmaktadır. Oluşan yırtıklardan dolayı bu durum meydana gelir.
BAĞIRSAK KANAMASININ NEDENLERİ
Bağırsak kanamasına neden olabilecek rahatsızlıklar şunlardır;
– Hemoroit
– Anal fistül
– İltihabik durumlar (Ülseratif kolit, Crohn hastalığı)
– Kolorektal polip
– Kolorektal kanser
– Divertiküler hastalık
– Yapısal damar bozuklukları
BAĞIRSAK KANAMASININ BELİRTİLERİ
Meydana gelen belirtiler kanamanın şiddeti ve yerine göre farklılık gösterebilir. Rektum ya da kalın bağırsağın alt bölümlerinden gelen kanama, dışkıyla karışık ya da ayrı bir şekilde taze kan şeklinde olur. Üst sindirim sisteminden gelen kanamalarda ise, siyah, kokulu, cıvık bir dışkıyla beraber olur.
Aynı zamanda kahve telvesi biçiminde ya da taze kan şeklinde kusma da meydana gelebilir. Gizli kanama olması durumunda, dışkıda renk değişikliği olmayabilir. Ani başlayan kanamalarda halsizlik, ishal, kramp tarzı karın ağrısı, nefeste güçlük çekme görülebilir. Hastanın şoka girmesi durumunda idrarda azalma, tansiyon düşmesi, nabız hızlanması görülür. Hastaların renkleri solar, güçsüz, halsiz ve uyku hali meydana gelir. Gizli kanamalarda hastalarda anemi gelişir.
BAĞIRSAK KANAMASI TEDAVİSİ
Bağırsakta kanamanın varlığı tespit edilmesi halinde hasta hemen yatağa yatırılmalı ve tam istirahat halinde yemek yemeden bekletilmelidir. Karnın üzerine konulan buz kesesi ile hekim beklenerek, hekimin verdiği kan durdurucu ve kan pıhtılaşmasını kolaylaştıran ilaçlar ile tedavi sürdürülmekle birlikte, kanamanın nedeni tespit edilerek ortadan kaldırılması gerekmektedir. Genelde yaşı ilerlemiş bireylerde görülme sıklığı daha yüksek olan bağırsak kanaması, erkeklerde daha fazla görüldüğü tespit edilmektedir. Çocuklarda gerçekleşen makattan gelen kanamada ise pek fazla korkuya kapılmaya gerek bulunmamaktadır.
BAĞIRSAK KANSERİ
Kalın bağırsak kanseri sık mı görülür?
Kalın bağırsak kanserleri, dünyadaki en yaygın kanserler arasında yer alırlar.
En sık 50 yaşın üzerindeki kişilerde görülür ve kadın / erkek farkı gözetmezler. Bu durum bazı hücrelerin uygun olmayan şekilde (anarşik) çoğalması ile gelişirler. Bu tümörler iyi huylu (sıklıkla polip) ve kötü huylu (kanser) şeklinde olabilirler.
Rektum kanseri nedir?
Kalın bağırsağın en uzun kısmı olan kolonda ortaya çıkan kanserlere kolon kanseri ve son kısmında ortaya çıkan kanserlere de ‘rektum kanseri’ denir.
Kalın bağırsak kanseri kısa sürede mi gelişir?
Kalın bağırsak kanserlerinin gelişmesi çoğu kez yıllar alır ve çoğunlukla bağırsak içindeki polip adı verilen iyi huylu urlardan veya ülseratif kolit gibi bazı iltihabi kalın bağırsak hastalıklarından ötürü gelişirler. Bu tümörler yayılma yada sıçramalarını yakınlarındaki lenf damarları karaciğer, kemiklere veya prostat, mesane veya rahim gibi komşu organlara yapabilirler.
Kimler kalın bağırsak kanseri açısından risk grubundadır?
1. 50 yaşın üstündeki kişiler.
2. Ailede kalın bağırsak kanseri olanlar
3. Ailevi polipozis hastalığı olanlar
4. Yüksek yağ ve kalorili (özellikle hayvansal yağlar) ve düşük lifli diyetle beslenen kişiler
5. Kalın bağırsak polipleri olanlar
6. Yumurtalık, rahim veya meme kanseri öyküsü olan kadınlar
7. Ülseratif kolit ve Crohn Hastalığı gibi iltihabi bağırsak hastalığı varlığı
8. Aşırı kilolu olmak, egzersiz yapmamak
9. Şeker hastalığı, sigara ve aşırı alkol kullanmak ve uzun süreli olarak gece vardiyasında çalışmak
Kalın bağırsak kanseri belirtileri nelerdir?
1. Barsak alışkanlıklarında değişiklik-bir haftadan uzun süren kabızlık, ishal ya da dışkı çapının incelmesi gibi
2. Bağırsağın tam olarak boşalamama hissi
3. Karın ağrıları
4. Dışkıda kan (parlak kırmızı veya koyu siyah)
5. Nedeni açıklanamayan demir eksikliğine bağlı kansızlık ve yorgunluk hissi
6. Nedeni olmayan kilo kaybı
Kalın bağırsak kanseri nasıl teşhis edilir?
1. Parmakla makattan muayene
2. Dışkıda gizli kan testi
3. Endoskopi (ışıklı bir aletle bağırsağın incelenmesi)
4. İlaçlı bağırsak filmi
5. Sanal kolonoskopi (tomografi ile araştırma)
Kalın bağırsak kanserinin evreleri var mıdır?
Evre 0, kanser çok erken safhadadır.
Evre I, kanser kalın bağırsağın iç kısmını tutmuştur.
Evre II, kanser kalın bağırsağın dışına yayılmış, fakat lenf bezlerini tutmamıştır.
Evre III, kanser yakındaki lenf bezlerine yayılmıştır.
Evre IV, kanser vücudun diğer bölümlerine (karaciğere ve/veya
akciğerlere) yayılmıştır yayılma eğilimi gösterir.
Kalın bağırsak kanserinin tedavisi nasıldır?
Tümörü ve lenf bezlerini çıkartmaya yönelik cerrahi işlem, kalın bağırsak kanserleri için en yaygın tedavidir. Çoğu hastada doktor, kolon veya rektumun sağlıklı parçalarını tekrar birleştirilir (anastomoz), ancak bazı durumlarda kolostomi (kalın bağırsağın geçici veya kalıcı olarak karın derisine dikilmesi işlemi) gerekebilir.
Kalın bağırsak kanserinde ameliyat sonrasında ek tedavi gerekir mi?
Kolorektal kanseri tedavi etmek için, birkaç farklı tedavi şekli kullanılır. Bazen farklı tedaviler bir arada da kullanılabilir.
Kemoterapi: kanser hücrelerinin öldürülmesi için antikanser ilaçların toplar damar yolu ile uygulanmasıdır.
Radyasyon (ışın) tedavisi: kanser hücrelerini öldürmek için yüksek enerjili X ışınlarının kullanımını içerir. Doktorlar radyasyon tedavisini, cerrahiden önce (tümörü küçültmek ve nüks şansını azaltmak amacıyla) veya cerrahiden sonra kullanabilirler.
Hedefli tedaviler: sadece o hedefler için özel olarak geliştirilmiş ilaçlarla
vurulmasını amaçlar.
Tedavi sonrası izlem: Düzenli kontroller sağlık durumundaki değişikliklerin fark edilmesini sağlarlar. Kontroller, fizik muayene, dışkıda gizli kan testi, kolonoskopi, akciğer grafileri ve laboratuar testlerini (tümör markerları, kan sayımı vb.) içerir.
Kaynak : Prof.Dr. Korhan Taviloğlu www.taviloglu.com
BAĞIRSAK SOLUCANLARI
Bağırsak solucanı Nedenleri, Belirtileri ve Tedavisi
Bağırsaklarımıza yerleşerek asalak formda yaşamlarını sürdüren çok hücreli canlılara bağırsak solucanları ya da parazitleri denir.
Bağırsak solucanları canlı bir konaktan beslenerek yaşayan organizmalardır. Bir insanın vücudunda yaşayabilen birçok solucan türü vardır. Bunların başlıcaları tenyalar, yassı solucanlar, kıl kurtları (oksiyürler), kancalı kurtlar ve Trichinosis (Trichinella) kurtlarıdır.
Bu canlılar yapı itibariyle solucanı andırırlar ve canlı konaklarda yaşayarak hem beslenmelerini hem de korumalarını sağlarlar, ancak konakların gıda emilimini engelleyerek konaklarda güçsüzlüğe ve hastalığa yol açarlar.
Bağırsak solucanları insanlarda ve hayvanlarda yaşayabilirler. Genellikle yeterince temiz olmayan gıdaların tüketilmesi ya da elleri yıkamadan ağza sürmek, kirli ellerle yemek yemek vb. durumlar sayesinde vücudumuza girerler. Tedavi edilmediği sürece bu solucanlar konaklarda birkaç yıl boyunca yaşayabilir.
Bağırsak solucanı çeşitleri
1) Tenyalar
İçinde tenya yumurtaları ya da larvaları olan bir sudan içerseniz, çiğ ya da az pişmiş etler tüketirseniz tenyalar vücudunuza yerleşebilir.
Tenyalar kafalarını bağırsak duvarına gömerler ve oraya yerleşirler. Bazı tenya türleri bağırsağınızdayken yumurtalar üretebilir ve bu yumurtalar vücudunuzun diğer kısımlarına da yerleşebilir.
Tenyalar genellikle uzun, beyaz şeritlere benzerler. 15-20 metreye kadar uzayabilirler ve insan vücudunda 30 yıla kadar barınabilirler.
2) Yassı solucanlar
Bu solucan çeşidi insanlardan çok hayvanlarda görülmektedir. İnsanlarda görülen yassı solucanlar genellikle pişmemiş tere ya da bazı tatlı su bitkileri aracılığıyla vücuda alınır. Ayrıca kirli suların içilmesi de bir diğer sebeptir.
Bu solucanlar bağırsaklarımıza, kanımıza ya da bazı vücut dokularımıza yerleşebilirler. Yassı solucanların birçok türü bulunmaktadır ancak bu türlerin hiçbirinin boyu birkaç metreyi geçmez.
3) Kancalı kurtlar
Bu solucanlar genellikle dışkı ya da enfekte olmuş topraklar aracılığıyla bulaşırlar. Genellikle içinde kancalı kurt larvaları bulunan bir toprağa çıplak ayakla basıldığında bu kurtlar vücudumuza girer zira bu larvalar deriyi delebilir.
Kancalı kurtlar ince bağırsakta yaşarlar, bağırsak duvarına kancaları yardımıyla tutunur ve oraya yerleşirler. Genellikle boyları 0, 15 metreden kısadır.
4) Kıl kurtları
Bu solucan çeşidi ince yapıda olup genellikle zararsızdır ancak çocuklarda çok sık görülmektedir. Kıl kurtları kolonda ve rektumda yaşarlar. Dişi kıl kurtları çoğunlukla geceleri, anüsün etrafına yumurtalarını bırakır.
Yumurtalar buradan yatağa, kıyafetlere ve diğer maddelere geçebilir ve oralarda yaşamaya devam edebilirler. Genellikle insanlar bu yumurtalara bilmeden dokunurlar ve ellerini ağızlarına götürdüklerinde kıl kurtları vücutlarına girmiş olur. Çocuklar birbirlerine kolaylıkla bu solucan çeşidini bulaştırabilirler.
5) Trichinosis (Trichinella) kurtları
Bu solucan türü hayvandan hayvana bulaşabilmektedir. İnsanlara bulaşmasının en yaygın sebebi ise içinde Trichinella kurdu larvası bulunan ve yeterince pişmemiş etleri tüketmektir.
Larvalar bağırsaklara yerleşerek burada olgunlaşır. Tekrar yumurtladıklarında ise bu larvalar bağırsakların dışına çıkıp kas ve dokularınıza yerleşebilir.
Bağırsak solucanı belirtileri nelerdir?
Bağırsak solucanlarının birçok türü vücuda yerleştiği zaman genellikle bir belirti hissedilmez. Bazı durumlarda hiç semptom olmayabilir ya da çok hafif semptomlar görülebilir.
Görülebilecek olan semptomlar genellikle şunlardır:
Mide bulantısı
İştahta azalma
İshal
Karın ağrısı
Kilo kaybı
Halsizlik
Buna ek olarak, tenyalar şu semptomlara sebep olabilir:
Küçük kitleler ya da şişkinlikler
Alerjik reaksiyon
Bakteriyel enfeksiyon
Ateş
Nörolojik sorunlar
Yassı solucanların yol açacağı enfeksiyonların semptomları ise haftaları ya da ayları bulabilir. Bu semptomlar aşağıdakiler gibidir:
Ateş
Halsizlik
Kancalı kurtlar ise şu semptomlara sebep olurlar:
Kaşıntılı kızarıklıklar
Anemi
Halsizlik
Kıl kurtları aşağıdaki semptomlara yol açabilir:
Karın ağrısı, gaz
İshal
Burun ve makatta kaşıntı
Ağız kokusu
Salya akması
Trichinella kurtları ise kan dolaşımı aracılığıyla diğer dokulara ve kaslara geçerek şu semptomlara sebep olurlar:
Ateş
Yüzde şişkinlik
Kas ağrısı ve hassasiyet
Baş ağrısı
Işık hassasiyeti
Konjonktivit
Bağırsak solucanı neden olur?
Bağırsak solucanları hızlı üreyen canlılardır. Bir seferde on binlerce yumurta bırakabilirler.
İnsan ya da hayvan dışkılarında bulunabilen larvalar toprağa karışabilir. Bu larvaların bulaştığı toprakların üzerinde çıplak ayakla yürüdüğümüzde onları vücudumuza almış oluruz.
Bağırsak solucanlarının yol açtığı enfeksiyonlar genellikle kirli sudan, iyi yıkanmamış meyve sebzeden, yeterince pişmemiş et, tavuk ve balıktan bulaşabilir.
Aynı zamanda evcil hayvanlar da sahiplerine parazit bulaştırabilirler. Çocuklar sokakta daha çok vakit geçirdikleri ve ellerini ağızlarına sık götürdükleri için yetişkinlerden daha çok bağırsak solucanına yakalanmaya yatkındırlar.
Bağırsak solucanı tedavisi
Temel tedavide parazit önleyici ilaçlar verilir. Bu ilaçlar bağırsak solucanlarını öldürerek vücuttan atılmalarını sağlar.
Genellikle ilaç tedavisi birkaç hafta sürer ve tedavi, semptomlar geçmiş olsa bile yarıda bırakılmamalıdır.
Solucanların vücudun diğer kısımlarına yayılıp yerleştiği bazı ağır vakalarda ise cerrahi müdahale gerekli olabilir.
Tedavi boyunca almanız için doktorunuz ayrıca size özel bir diyet ya da gıda takviyesi de önerebilir. Bu diyetler ve gıda takviyeleri doktor kontrolünde uygulanmalı ve alınmalıdır.
Bağırsak solucanlarından korunma yöntemleri
Bağırsak solucanlarına yakalanmamak için aşağıdaki yöntemleri uygulayabilirsiniz:
Asla çiğ ya da az pişmiş et, tavuk ve balık tüketmeyin
Et ve et ürünlerini hazırlarken diğer yiyeceklerinizle temas etmesinden kaçının, etlerinizi ayrı yerde saklayın
Çiğ etle temas eden tüm kesme tahtaları, mutfak aletleri ve mutfak tezgahlarını dezenfekte edin
Tere ya da diğer tatlı su sebzelerini çiğ tüketmeyin ya da sirkeli suya yatırın
Toprak üzerinde çıplak ayakla yürümeyin
Hayvan atıklarını temizleyin
Yemek yemeden önce, yemek hazırlamadan önce ve çiğ ete dokunduktan, tuvaleti kullandıktan, hayvan ya da insan dışkısına temas ettikten sonra mutlaka ellerinizi bol su ve sabunla iyice yıkayın
BAĞIŞIKLIK YETMEZLİĞİ
Bağışıklık yetersizliği hastalıkları ortak özellikleri infeksiyona duyarlığın artması olan çeşitli hastalıklardan oluşan bir gruptur. Birincil bağışıklık yetersizliği bağışıklık bozukluğunun olduğu yere göre sınıflanır : B hücresi (antikor yapan hücreler), T hücresi virus ve diğer mikroplarla savaşan ve/veya antikor yapan hücrelere yardım eden hücre), fagositoz (Mikropların savunma hücrelerinin içine alınıp parçalanması) işlemine ve komplemana (bagisiklik sisteminde çeşitli görevleri olan sıvısal proteinler) özgüdür. Her sistem bağımsız olarak yada bağışıklık sistemlerinden biri veya birkaçıyla birlikte davranabilir. Bağışıklık yetersizliği doğumsal (X genine bağlı antikor yoklugu), edinsel (degisken antikor eksikligi, edinsel bağışıklık yetersizliği sendromu=AIDS) ), dogumsal bir anormalliğe ikincil (DiGeorge sendromu) ya da idiyopatik (sebebi bilinmeyen) olabilir.
İkincil bağışıklık yetersizliği, bağışıklık dışı hastalıklardan (erken dogum, beslenme yetersizliği, Hodgkin hastalığı), yaralanmalardan (yanıklar, dalağın alınması) yada tedavi sonucu (steroidler, radyasyon, antikanser ilaçlarla) ortaya çıkabilir. Bağışıklık yetersizliği kalıcı yada birincil hastalığın tedavisiyle düzelen tipte olabilir.
BİRİNCİL B HÜCRESİ HASTALIKLARI :
B hücre bozuklukları kök hücrelerin antikor üreten ve salgılayan plazma hücrelerine olgunlaşmasındaki bozukluklara bağlıdır. Bu bozukluklar B hücre alt grubunda hücreye özgü bozukluklara yada T hücre alt gruplarında düzenleme bozuklukları sonucu bağışıklığın düzenlemesindeki sorunlara bağlı olabilir. Antikor üretim bozuklukları tüm antikorlarda, belirli antikor gruplarında, belirli IgG alt gruplarında eksiklik ya da özgül bir yabancıya yanıtsızlık şeklinde oluşabilir. Antikor üretim bozuklukları doğumsal, geç başlayan , geçici ve ikincil olarak sınıflanabilir.
BRUTON HASTALIĞI :
Doğumsal antikor eksikliği; X genine bağlı geçiş gösterir . Etkilenen erkek bebekler ilk 3-6 ay sağlıklıdırlar, çünkü bu dönemde anneden geçen IgG ile korunmaktadırlar. Semptomlar sık tekrarlayan enfeksiyonlara bağlıdır. Üst ve alt solunum yolu enfeksiyonları, tekrarlayan sinüzit, orta kulak iltihabı, bronşit ve pnömoni görülür. Adenoidler ve tonsiller (Bademcikler) çok küçüktür veya hiç yoktur. Otoimmün bozukluklar sık görüldüğü gibi kanser riski de artmıştır.Parazitlere bağlı gıdalaraın barsaklardan emilim bozukluğu sık görülür. Yeterli antibiyotik tedavisine rağmen enfeksiyonların tedavi edilememesi bu hastalığı akla getirmelidir.
IgG düzeyleri çocukluk çağında nadiren 200 mg/dl’nin üzerine çıkar.Serum IgA ve IgM genellikle saptanamaz.Hücresel immunite testleri normal olmakla beraber bazı hastalarda kan T lenfositlerinde azalma,mitojenlere karşı lenfosit cevabının bozulması ve T-supresör aktivitesinde artma saptanabilir.
Tedavide esas olarak antikor içeren preparatların damardan kullanımı ayrıca devamlı antibiyotikle enfeksiyonların önlenmesi mümkündür.
GEÇİCİ ANTİKOR AZLIĞI :
Anneden geçen antikorların yıkıldığı ve 4-5. aylarında antikor değerleri düşer. Bu dönemde antikor yapımı da yetersizdir. Tek tanı kriteri düşük antikor düzeyinin daha sonra düzelmesidir. Bakteriyel enfeksiyonlar için yeterli tedavi verilmesinden başka bir tedavi gerektirmez. Hastalara rutin aşılama şeması uygulanmamalıdır.
HİPER IGM BAĞIŞIKLIK YETERSİZLİĞİ :
Hastalarda B lenfositleri ve IgM salgılayan plazma hücreleri bulunur. Fakat B hücre farklılaşması yeterli olmayıp nadiren gerekli antikor cevabını oluştururlar. Her iki cinsi de etkiler. Antikor yapan hücrelerde IgM’den sonra gelişim duraklaması vardır. IgG ve IgA tipi antikorların düzeyleri düşüktür, IgM tipi antikorların düzeyi ise yüksektir.
Dışarıdan antikor verme ve enfeksiyonların antibiyotikle tedavisi gerekir.
SELEKTİF IGA EKSİKLİĞİ :
En sık rastlanan spesifik bağışıklı yetmezliğidir. IgA solunum, mide barsak sistemi ve diğer salgısal alanların ana koruyucu antikorudur. Eksikliğinde tekrarlayıcı solunum enfeksiyonları, kronik Giardiazis (parazit) enfeksiyonu ve otoimmun hastalıklar ortaya çıkabilir. Genetik geçiş gösterebilir. Fenitoin ve diğer sara ilaçlarının kullanılması sırasında, toksoplasmozis (parazitik bir infeksiyon), kızamık ve diğer bazı virüslerle birlikte kazanılmış olarak ortaya çıkabilir. Atopik insanlarda sıklığı daha fazladır. Barsak hastalıklarının görülme sıklığı artar. IgG 2 ve IgG 4 tipi antikor alt grublarında yetmezlik ile birlikte olabilir.
Bu hastalara kan ve kan ürünü verildiğinde allerjik reaksiyonlar olabilir.
Tekrarlayıcı sinüzit ve akciğer infeksiyonu için geniş spektrumlu antibiyotikler kullanılır.
COMMON VARIABLE İMMUN YETMEZLİK (değişken antikor eksikliği) :
Doğumsal veya kazanılmışolabilir. Ailevi vakalar olabileceği gibi tek tek vakalar da olabilir. Üç farklı immunolojik neden tanınmıştır. İntrensek B hücre defektleri, B hücrelere otoantikorlar ve düzenleyici T hücreleri dengesizlikleri tüm hastalarda ortak özellik, genellikle tüm antikor sınıflarını, fakat bazen sadece IgG’ yi ilgilendiren Antikor azlıklarıdır. Hastaların 2/3 kadarı yabancı proteinleri tanıyan, fakat antikor üretecek olan plazma hücrelerine gelişemeyen, normal sayıda dolaşan. Bulgular X genine bağlı antikor yokluğuna benzer. Fakat tekrarlayıcı bakteriyel enfeksiyonlar daha geç yaşta başlar (15-20 yaş). Barsak paraziti olan Giarda lamblia infestasyonu da oldukça sıktır. Bu hastalar yüksek bir otoimmun hastalık oranına sahiptir.
BİRİNCİL T HÜCRESİ HASTALIKLARI :
Tek başına T hücresi bozuklukları az görülür, çoğu hastada T hücresi bağışıklık bozukluğu B hücresi bağışıklık bozukluğu ile bağlantılıdır. Doğumsal hücresel bağışıklık bozukluğu olan çocuklar erken çocukluk çağında mantar yada virus enfeksiyonları ile başvurur. Bulgular B hücre bozuklukları olanlara göre sıklıkla daha ağırdır.
DI GEORGE ANOMALİSİ :
Sıklıkla timus ve paratiroid bezlerini etkileyen bir embriyolojik gelişim bozukluğu söz konusudur. Etkilenen bebeklerde yenidoğanda kalsiyum düşüklüğüne bağlı kasılmalar, damar anormallikleri, çene küçüklüğü ve hücresel bağışıklık yetersizliği görülür. Lenfosit sayısı düşüktür. T hücreleri belirgin olarak azalmıştır. Bu çocuklar yenidoğan evresini aşabilirlerse, yineleyen enfeksiyonlar, kronik kandidiyazis ve gelişme geriliği ortaya çıkar. Timus dokusu nakli bu yenidoğanların bazılarında başarılı olmuştur , diğerlerinde bağışıklık yaşla birlikte kendiliğinden düzelebilir.
KRONİK MUKOKÜTANÖZ KANDİDİYAZİS :
Deri, müköz membranlar , el ve ayak tırnaklarında yerel sürekli kandida (bir maya mantarıdır) enfeksiyonları görülen bir T hücresi hastalığıdır. Bazı hastalarda paratiroid, tiroid, böbrek üstü ve pankreas bezlerini tutan hormonsal problemler de görülebilir. Hücresel bağışıklık bozukluğu kandida ile sınırlıdır, diğer patojenlere karşı bağışıklık genellikle normaldir.
KOMBİNE BAĞIŞIKLIK YETMEZLİKLERİ :
Bu bozukluklarda hem T hem B hücre fonksiyonları baskılanmıştır.
ŞİDDETLİ KOMBİNE BAĞIŞIKLIK YETMEZLİĞİ :
Değişen sayılarda B ve T hücreleri bulunmasına karşın, B ve T hücre işlevleri ileri derecede bozulmuştur. Bulgular genellikle yaşamın ilk aylarında ortaya çıkar, gelişme geriliği çarpıcı bir bulgudur. Çeşitli ağır bakteri enfeksiyonları görülebilmekle beraber T hücresi işlev yetersizliğiyle ilgili klinik bulgular baskındır. Kronik kandidiyazis, Pneumocystis carinii gibi protozoa infeksiyonları, hafif giden fırsatçı organizmalar, kontrol altına alınamayan ishal ve yineleyen solunum sistemi infeksiyonları sıktır. Hastalarda egzama , saç dökülmesi, kansızlık görülebilir. Genetik geçişli olabilir.
WİSKOTT-ALDRICH SENDROMU :
Egzama, trombositopeni (pıhtılaşma hücre azlığı) ve enfeksiyonlara duyarlığın arttığı, X genine bağlı geçiş gösteren bir hastalıktır. IgA ve IgE antikor düzeyleri artmış, IgM azalmış , IgG düzeyi ise normaldir. Yaş ilerledikçe hücresel bağışıklık giderek bozulur ve sonuçta kanser ve fırsatçı infeksiyonlar ortaya çıkar. Kemik iliği nakli sonuçları başarılıdır.
ATAKSİ-TELENJİEKTAZİ SENDROMU :
İlerleyen denge kaybı, göz ve deride yüzeyel damarların belirginleşmesi, kronik sinüs ve akciğer infeksiyonları,kanser ve değişken sıvısal ve hücresel bağışıklık yetersizliği görülen ve genetik geçiş gösteren bir bozukluktur. Bilinen bir tedavisi yoktur.
FAGOSİT BOZUKLUKLARI :
Fagosit bozuklukları niteliksel veya niceliksel olarak ayrılabilir. Fagositik hücre azlığı, doğumsal , kanser veya ilaçlara bağlı kemik iliği işlev bozukluğuna yada fagositik hücreye karşı olan antikorların artan tahribatına ikincil olabilir. Bu bozukluklarda ani bir infeksiyon sırasında bununla savaşan hücre sayısı artabilir, ancak işlevi bozulmuş hücreler savunmaya pek az katkıda bulunur .
KOMPLEMAN BOZUKLUKLARI :
Kompleman bozuklukları kalıtsal yada sonradan olabilir. Kompleman normal antijenin kaplanarak savunma hücresi taraından tanınmasının arttırılması, bakteri öldürme işlevi, savunma hücrelerinin iltihap alanına çağırılması için gereklidir. Kompleman bozuklukları, yineleyen enfeksiyonlar, otoimmun hastalıklar ve Neisseria infeksiyonlarıyla ilişkili görülmüştür.
Kaynak : www.alerjiklinigi.com
BAKTERİYEL MENENJİT
Etyoloji
Yaşa ve altta yatan bazı hallere göre değişir.Toplumsal kaynaklı yetişkin menejitinde S.pneumoniae, N.menengitidis, L.monocytogenes en sık rastlanan etkenlerdir.
Tanı
Klinik bulgular genellikle yetkili olsa da kesin tanı ve etyolojik ayırım için mutlaka BOS incelemesi ve kültürü yapılmalıdır.
– Yaymada lenfosit hakimiyeti ve kültürde üreme olmaması, erken dönem veya etkin tedavi uygulanmamış bakteriyel menejitte görülebilir.
– Epidemiyolojik özelliği ve hastayla yakın temasta olanların profilaksisi gerektiğinden meningokoksik menejitin erken tanısı önemlidir; 2 dakikada basitce yapılabilecek metilen boyamasıyla lökositler içinde ve dışında diplokokların görülmesi veya latex aglütinasyonda müsbetlik.
– Bakteriyel menejitler akut başlangıçlıdır; hızla menenjit bulguları belirir. Tüberküloz, fungal, leptospiral ve protozoal menejitlerde ise genellikle belirtiler ilk günde siliktir, yavaş gelişerek ileri safhalarda belirginleşir.
Tedavi
Bakteriyel menenjit düşünülen hastaya BOS alındıktan hemen sonra (30 dk içinde) uygun IV ampirik antibiyotik tedavisine başlanmalıdır.
– Penicilin G (4×6 milyon Ü perfüzyon) veya Ampicillin (4x3gr) + Cefotaxim (4×2-3gr) veya Ceftriaxone (2×2)
– Penicillin alerjisi varsa bu kombinasyon yerine Chloramfenicol (4x1gr) + TMP/ SMX
(3×160/800 mg)
– 50 yaşından büyüklerde veya otit, sinüzit,diabet, alkolizm varlığında Vancomycin (2x1g) + Rifampicin (1x600mg) + Ampicillin + Cefotaxim veya Ceftriaxone.
– Kafa yada spinal cerrahi veya travması; Vancomycin+Ceftazidime (3x2g) veya Pefloxacin, Pseudomonas üremişse Amikacin (2x600mg ÝV 15mg/gün intratekal ) ilave edilir.
Dexametazon’un yetişkinlerde yararı tartışmalıdır; ancak kafa içi basıncı çok artmışsa ve BOS yaymasında bol bakteri görülmüşse(antibiyotik başlamadan 20 dakika önce ) verilebilir.Dozu 2×12-24mg 2 gün.
IV sıvı ve beslenmeye geçilmeli.
Solunum yollarının açık kalmasına dikkat edilmeli.
Beyin Ödemi, DIC (özellikle menengokoksik menenjitte) gibi komplikasyonlar için yakın takip.
Labaratuvar
Göz dibi muayenesinden sonra LP yapılmalı; steril 3 tüpe 2’şer ml BOS alınır;
1.Makroskobik muayene.
2.Biyokimya; protein glikoz ( aynı anda kan şekerine de bakılır) ve klor.
3.Lokosit sayısı ve tipi.
4.BOS yaymalarýnda metilen, Gram, ARB ve çini mürekkebi (kriptokok için) boyamaları yapılır.
5.BOS kültürü; kanlı, EMB, çukulatamsı ve Lövenstein besiyerlerine ekim.
6.BOS’ta latex aglütinasyon testiyle antijen (sadece S.pneumoniae, H.influenzae tip B, N.menegitidis ve B grubu streptokoklar tesbit edilir) araştırılır.
-Eğer göz dibinde belirgin staz varsa, sadece birkaç damla BOS alınarak kültür ve boyamalar yapılır. BOS’un bulanık olması ve mikroskopide lökosit görülmesi akut bakteriyel menenjit lehinedir.
-Menejit kaynağı olabilecek odaklardan (boğaz, sinüs, mastoid vb) boya ve kültürler alınır.
-Kan kültürü, tam kan periferik yayma, tam idrar, rutin biyokimya
-Akciğer ve paranasal sinüs filmi,gerekirse kranial tomografi veya MRI.
-Menenjitlerin bildirimi zorunludur.
BAKTERİYEL VAJİNOZ
Bu terim, normalde vajinal florada yer alan, ancak sayıca artmaları halinde yardımlaşarak vajinada yüzeyel bir inflamasyona yol açan Gardnerella vaginalis, Mobilincus gibi anaerop bakterilerin yol açtığı ortak tablo için kullanılmaktadır.Mikroorganizmalar vajinal epitel hücrelerine invazyon yapmadıkları için, bu tür infeksiyonlara vajinit değil, vajinoz adı verilmiştir.
Bakteriyel vaginozlu, G.vaginalis infeksiyonlu hastalarda balık kokusunda süt gibi vajinal akıntı özeldir. Akıntının Gram ile boyanmış preparatlarında epitel hücrelerine yapışmış bol miktarda gram negatif ya da labil kokobasiller, tanısal değere sahiptir (Clue cells=ipucu hücreleri). Mobiluncus’lar ise küçük, gram negatif, virgüle benzer (curve-like) şekilde görülürler.
Diğer bir tanı testi, Whiff testidir. Vajinal sekresyona %10 KOH damlatıldığında balık kokusu oluşmasıdır. Bunun nedeni, vajinal sekresyonda bol miktarda bulunan aminlerdir.
Vajinozların tedavisinde antianaerop özellikli ilaçlar (metronidazol, tek yüksek doz ya da yedi günlük rutin tedavi) kullanılmalıdır.
BALGAM
Balgam neden olur? Balgam nasıl geçer? İşte tedavisi…
Balgam, rahatsız edici bir durum olasa da solunum sistemi için hayati öneme sahiptir. Peki balgam (mukus) nedir? Balgam neden olur? Balgam tedavisi ile ilgili bilinmesi gerekenleri haberimizde bulabilirsiniz…
BALGAM NEDİR?
Balgam, vücutta birçok astar dokusu tarafından üretilen normal, kaygan ve lifli bir sıvı maddedir. Vücut fonksiyonu için önemlidir ve kritik organların kurumasını önlemek için koruyucu ve nemlendirici bir tabaka olarak hareket eder. Mukus ayrıca toz, duman veya bakteriler gibi tahriş edici maddeler için bir tuzak görevi de görür. Enfeksiyonlarla mücadele etmek için antikorlar ve bakteri öldürücü enzimler içerir. Mukus, vücudun birçok bölgesinde, çok sayıda organın astar dokularında mukus bezleri ile üretilir. Bunlar;
– Akciğerler,
– Sinüsler,
– Ağız,
– Boğaz,
– Burun, ve
– Gastrointestinal sistemdir.
Balgam yapışkandır, böylece toz, alerjen ve virüsleri yakalayabilir. Sağlıklı olduğunuzda, mukus zayıf ve daha az fark edilir. Hasta olduğunuzda veya çok fazla partiküle maruz kaldığınızda, balgam kalınlaşabilir ve bu yabancı maddeleri yakaladığı için daha belirgin hale gelebilir.
Balgam, rahatsız edici bir durum olasa da solunum sistemi için hayati öneme sahiptir. Mukus, ağız, burun, sinüsler, boğaz, akciğerler ve gastrointestinal sistem hatları için son derece faydalıdır. Ancak balgam, burun ve göğüs tıkanıklıklarına, diğer yandan da, şiddetli öksürüklere neden olabilmektedir. Bu durumdan kurtulmak için, bazı doğal ilaçlar ve reçetesiz ilaçlar size yardımcı olabilir. Ancak bu konuda öncelikle bir doktora danışmanızda yarar var.
BALGAM NEDEN OLUR?
Soğuk algınlığı, grip ve sinüzit gibi solunum yolu enfeksiyonları, artan mukus üretiminin ve mukusun neden olduğu öksürüğünün yaygın nedenleridir. Alerjik reaksiyonlar, mukus üretiminin artabileceği başka bir nedendir. Balgamın diğer nedenleri şunlardır:
– Boğaz enfeksiyonu
– Bademcik iltihabı
– Larenjit
– Mononükleoz
– Krup hastalığı
– Sigara içmek
– Hava kirliliği
– Kimyasal uçucu maddeler
– Gebelik
– Anksiyete
Hastalıkların ve rahatsızlıkların yanı sıra, aşırı balgam üretimine bazı gıdaların da sebep olduğu bilinmektedir. Bunlar:
– Süt
– Yoğurt
– Tereyağı
– Peynir
– Dondurma
– Soya ürünleri
MUKUS VE BALGAM ARASINDAKİ FARK NEDİR?
Balgam, özellikle aşırı mukus üretildiğinde ve öksürüldüğünde, solunum sistemi tarafından üretilen mukozaya atıfta bulunmak kullanılan terimdir. Bir enfeksiyon sırasında, mukus, enfeksiyondan sorumlu virüsleri veya bakterileri ve vücudun bağışıklık sisteminin (beyaz kan hücreleri) enfeksiyonla savaşan hücrelerini içerir.
Balgamın kendisi tehlikeli değildir, ancak büyük miktarlarda bulunduğunda, hava yollarını tıkayabilir. Balgam genellikle öksürük ile dışarı atılır ve bu genellikle burun tıkanıklığı, burun akıntısı ve boğaz ağrısı gibi belirtilerle birlikte görülür.
MUKUS VE BALGAMIN FARKLI RENKLERİ NE ANLAMA GELİYOR?
– Birçok hastalığa eşlik eden kalınlaşmış mukus genellikle normal, berrak, ince mukus ile karşılaştırıldığında daha koyu ve sarı renklidir.
– Yeşilimsi mukus, mukusun enfeksiyonla mücadele eden beyaz kan hücrelerini içerdiği anlamına gelir.
– Kahverengimsi mukus, özellikle de burun içi tahriş olmuş veya yaralanmış ise, üst solunum yolu enfeksiyonları ile sık görülür.
– Mukusdaki az miktarda kan normal olsa da, aşırı kanama varsa bir sağlık uzmanına görünmelisiniz.
AŞIRI BALGAM NE ZAMAN SORUN OLUR?
Aşırı mukus nadiren ciddi bir tıbbi sorun olmakla birlikte, özellikle sinüsleri bloke ettiği veya öksürük nöbetlerine neden olduğu zaman rahatsızlık verici ve rahatsız edici bir durumdur. Kalınlaşmış mukus ve aşırı balgam üretimi, aşağıdakiler dahil olmak üzere pek hoş olmayan semptomlara neden olur:
– Burun akması,
– Burun tıkanıklığı,
– Boğaz ağrısı,
– Sinüs başağrısı ve
– Öksürük.
BALGAM TEDAVİSİ
Balgamın altında yatan nedenler ise genellikle antibiyotikler, diğer ilaçlar ve solunum yolu tedavi yöntemleriyle tedavi edilebilmektedir. Bazı durumlarda ameliyat da gerekli olabilir. Balgamın altında yatan bazı nedenler viral olabilir ve bunlar antibiyotiklerle tedavi edilmez. Bunun yerine, iyileşmek için sadece iyi beslenmek, nemlendirme yöntemleri uygulamak ve istirahat yeterli olabilmektedir.
Ayrıca, evde tedavi yöntemleri ile belirtilerinizi hafifletebilirsiniz:
– Nemlendirici kullanma
– Tuzlu su ile gargara
– Okaliptüs yağı gibi solunum yolları açıcıları kullanma
– Bazı reçetesiz ilaçları alma
BALON ANJİYOPLASTİ / STENT
Balon anjiyoplastide, damar içindeki dar olan bölgede, özel olarak yapılmış balon, kısa süreli olarak şişirilerek darlık genişletilir. Daha sonra balon indirilerek geri alınır. Balon, aynı damarda birden fazla darlığa veya birden fazla damardaki darlıklara aynı seansta veya farklı seanslarda yapılabilir.
Stentler
Balon ile darlık açılmasından sonra aynı yerde ani tıkanıklık veya zaman içinde tekrar darlık gelişebilmektedir. Bunun üstesinden gelmek için darlık bölgesinde mekanik destek sağlayıp ani tıkanmayı engelleyen, çoğunlukla paslanmaz çelikten yapılan stentler (kafes) geliştirilmiştir. Gerekli durumlarda balona ek olarak o bölgeye, yine balon yardımıyla stent konur.
İlaçlı (kaplı) Stentler
Stentler, yalnızca balon yapılmasından sonra sık görülen ani tıkanmayı oldukça azaltmıştır ama yine de yerleştirildikten sonra aynı yerde ilk 6 ay içinde tekrar müdahale gerektirebilen daralma görülebilir. Son yıllarda üzeri, polimer bir yapı içine emdirilmiş, daralmayı önleyici veya azaltıcı özel bir ilaç (sirolimus, paclitaxel vb) ile kaplı stentler çıkarılmıştır (ilaçlı veya kaplı stent). Bu ilaçlar bu bölgede hücre çoğalmasına engel olarak tekrar daralmayı önlemektedir. Bu stentlerle sonuçlar çok daha iyi olmakla birlikte kaplı olan stentler daha pahalıdır.
BAĞIRSAK PARAZİTLERİ
Helmint yumurtalarının yutulması ya da larvalarının cildi delerek organizmaya girmesi sonucunda ortaya çıkan paraziter infeksiyonlardır.
1. Plathelmintler (Yassı Solucanlar):
a) Sestodlar: Taenia’lar, Hymenolepis, Echinococcus.
b) Trematodlar: Fasciola, Schistosoma.
2. Nemathelmintler (Yuvarlak Solucan): Ascaris, Enterobius, Ancylostoma
Taenia : T.saginata, erişkin formu insanda bulunan, baş (skoleks) ile jejunuma tutunarak halkaları (proglottid) ile 10 m. uzunluğa kadar erişen ve insanların sindirdikleri besinlerle beslenen şeritsi bir parazittir. İnsan dışkısı ile dış ortama atılan yumurtaları ara konakçı olan sığırları bulaştırır ve sığırda larva infeksiyonlarına yol açar. İyi pişirilmemiş sığır etlerindeki larvaların yutulması ile insanna bulaşır. Temel yakınma dışkıda parazit halkalarının görülmesi ve daha nadir olarak da açlık karın ağrısıdır. Yumurtaları insanlar için bulaştırıcı değildir. Benzer bir parazit olan Taenia solium’un ise ara konakçısı domuzdur ve yumurtaları insanlar için bulaştırıcıdır.
Diphrobothrium latum : Çiğ balık yenmesi ile insanlara bulaşır, incebarsaklara tutunarak 20-25 m. uzunluğa erişir. Çoğu olgu asemptomatikse de %2 olasılıkla B12 vtamini yetmezliği sonucu megaloblastik anemiye neden olabilir.
Hymenolepis nana : Küçük (2-4 cm) bir fare ve insan parazitidir. Diğerlerinin aksine ara konakçı gerektirmeden hastalıklı insan dışkısın tarafından kontamine edilmiş besinlerdeki yumurtaların yutulması ile bulaşır. Bu nedenle aile içi bulaş söz konusudur. Halkalar barsakta parçalandığından dışkıda sadece yumurtası görülebilir. Çocuklarda daha sıktır. Karın ağrısı, enterit, anemi, asteni, sinir sistemi belirtileri ve konvülsiyonlara kadar varabilen semptom zenginliği vardır.
Fasciola hepatica : Koyunların yapraksı parazitidir. İnsanlara iyi yıkanmamış çiğ sebzelerle bulaşır, safra yollarına yerleşerek portal siroza neden olur.
Schistosoma: Kontamine sularda yaşayan serkaryaların cildi delmesi ile dolaşıma geçer, türe göre mesane (S. haematobium, S. japonicum), kolon (S. mansoni, S. japonicum) veya nadiren diğer visseral organlar ve medulla spinalis (S. mansoni) venalarına yerleşerek kronik irritasyon nedenli organ patolojilerine (kronik sistit, mesane kanseri, kronik ishal, karaciğer fibrozu, portal hipertansiyon) ve allerjik reaksiyonlara yol açar.
Ascaris lumbricoides : Dış ortama atılan infekte insan dışkısındaki yumurtalar burada erginleşir ve yumurtaların insan tarafından yutulması ile bulaşır. Erişkinleri 20-25 cm. uzunluğunda bulunan yuvarlak, solucansı bir parazittir. Organizmadaki larva döngüsü sırasında geçtiği akciğerlerde allerjik pnömoni (Löeffler pnömonisi), barsakta serbest olarak yaşayan erişkin formu ise tıkanma ikteri, ileus ve malnutrisyon tablolarına yol açar.
Enterobius vermicularis : Evrimi sadece insan ile sınırlı olan, insandan insana yumurtaların aktarılması ile bulaşan küçük bir nematoddur. Yutulan yumurtadan incebarsaklarda çıkan larva kolon mukozasına tutunarak yaşar. Dişilerin anüsteki yumurtlama döneminde gelişen irritasyonuna bağlı olarak anal kaşıntı ve sekonder infeksiyonlara neden olur.
Ancylostoma duodenale, Necator americanus : Kancalı kurtlar olarak anılırlar. Kumlardaki hareketli larvanın çıplak ayaktan cildi delmesi ile insanlara bulaşır. Dolaşım yolu ile akciğere, oradan da özofagus yolu ile oral kavite ve özofagusa gelen larva yutulur, erişkin hale gelip incebarsaklara tutunur. Barsak kanamalarına neden olduğu için süregen kan kaybına bağlı demir eksikliği anemisi gelişir (pika anamnezi). Kanama bazen ciddi boyutlara ulaşabilir. Ayrıca; evrimi sırasındaki seyahatlerine bağlı olarak cilt, akciğer, gastrointestinal (bulantı, kusma, ishal) görülebilir.
Trichuris trichiura : Yumurtasının yutulması ile bulaşır, kolona tutunarak yaşar. Allerjik reaksiyonlar, karın ağrısı, distansiyon, kanlı ishal, kilo kaybı, mental değişiklikler, ileus, anal prolapsus ve apendisit tabloları ile kendini gösterir.
Strongyloides stercoralis : Kancalı kurtlarla aynı evrimi gösterse de önemli bir farkı, yumurtalarının barsaktayken açılması sonucunda immünitesi normal bireylerde peptik ülser benzeri yakınmalara neden olurken immünite problemi olanlarda çoğul otoinokülasyonlar sonucu karaciğer, kalp, beyin gibi birçok organı içeren belirtiler ile seyreden ve mortalitesi yüksek hiperinfeksiyon tablolarına yol açar. Bu hastaların salgıları da larva içerdiği için bulaştırıcıdır.
Tanı Metodları
İntestinal parazitlerin büyük çoğunluğunun tanısı dışkı incelemesi ile konur. Bu amaçla yüzdürme ve çöktürme yöntemleri kullanılmaktadır. Daha ağır olan Schistasoma ve Ascaris yumurtalarını için en uygun yöntem çöktürme yöntemidir (Formol-Etil asetat) E.vermicularis yumurtaları için, dişi oksiyür gece saatlerinde rektum-anüs bölgesine yumurtladığından, sabah uygulanan Selofan-Bant Yöntemi en iyi sonuç verir. Şistozomyaz, fasyolyaz, askariyaz, kancalı kurt, trişuryaz ve strongyloides infeksiyonları gibi doku irritasyonu yapan parazitozlarda eozinofili önemli bir bulgudur.
Tedavi
Sestod infeksiyonlarının tedavisinde niklozamid veya pirazikuantel, nematod infeksiyonlarında ise mebendazol, albendazol gibi preparatların kullanımı gereklidir. Trematod infeksiyonlarının tedavisinde pirazikuantel denenmekle birlikte tedavide kesin başarı sağlanamamıştır.
BASİLLİ DİZANTERİ
Basilli Dizanteri Nedir? Belirtileri Nelerdir? Nasıl Tedavi Edilir?
Basilli dizanteriden korunmanın en önemli noktası, kişisel bakım ile mikrop bulaşabilecek her türlü eşyanın mikroplardan arındırılmasıdır. Basilli dizanteri bulaşıcı ve ağır bir hastalıktır.Kanlı,irinli ve aşırı ishale bunun yanı sıra ağır ateş ve baş dönmesine yol açar…
Hastalığın Nedenleri:
Basilli dizanterinin başlangıç noktası Shigella adı verilen mikroorganizmalardır. Bu bakterilerin birçok türü ve benzer mikroplar hastalığa neden olabilir.ağız yolu ile vücuda girerler ve ilk etapta buraya yerleşirler,kalın bağırsak mukozasında yer edinir ve burada çoğalmaya başlarlar.Üreme işlemi hızlı gerçekleşir ve yoğun bir şekilde alyuvar üretimine sebebiyet verirler,derin yaralar oluşturarak vücuda saplanırlar.
Hastalık Nasıl Bulaşır?
Hastalık bulaştıran mikroorganizmalar yalnız hasta ya da taşıyıcı insanlarda bulunur. İyileşme döneminde olan hastalar taşıyıcı görevindedir ve bu aşamada hastadan uzak durulmalı ve yakın temas içerisine girilmemelidir,bunun yanı sıra sağ�lıklı insanlar da ilginçtir bu hastalığın taşıyıcısı olabi�lirler.Hastalık kesin olarak dışkı,pislik ve ağız yolu ile bulaşmaktadır.Kirli eller ve temizlenmemiş gıdalar hastalığın en büyük yardımcısıdır.Tuvalet sonrası yıkanmayan eller direkt olarak ağza götürülmemelidir.Hasta bünyenin dışkısına konan ve oradan beslenen uçan canlılar da bu hastalığın ve mikrobun taşınmasında en büyük rolü üstlenmektedir…
Hastalığın Belirtileri Nelerdir?
Hastalığın kendine ait belirtileri vardır.Bu belirtiler teşhis sırasında gözden kaçabilir ya da kendisini açıkça belli etmeyebilir.Şiddetli belirtiler sonrası yapılan teşhisler mutlaka doğru şekilde konulmalıdır yoksa hastalık ölümle sonuçlanabilir.Hastalığın ilerleme derecesi mikrobun zehiri ile doğru orantılıdır.Hastalığın kuluçka süresi 1-3 gündür. Kuluçka dönemini ishal,iştahsızlık ve şiddetli karın ağrıları izler, bu belirtiler hastalık adına teşhis koymak için yeterli değildir ve doğru sonuçlar vermez. Hastalık titreme nöbetiyle yükselen şiddetli bir ateş, bulantı,kus�ma,şiddetli karın ağrısı,sık ve sulu dışkılama ile başlar. Tuvalete çıkma isteği bu dönemde çok fazladır ve sıvı şekilde görülür. Dışkı kanlı bir görüntüye sahiptir. İyi durumlarda mikrobun bünyeye çok zarar vermediği durumlarda hasta 3-4 gün gibi kısa bir sürede iyileşmektedir. Ağır durumlarda hastanın iyileşme süresi çok daha uzundur.
Hastalık Nasıl Tedavi Edilir?
Basilli dizanteri hastalığının tedavisinde ilk hedef vücudun kaybettiği suyu tekrar kazandırmaktır. Sürekli tuvalete çıkılması hastanın büyük sıvı kaybetmesine neden olmaktadır. Hastaya 6 saat içinde yitirdiğinin 2 katı kadar sıvı verilmeli, bunun da üçte ikisi Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği bileşik, üçte biri normal su olmalıdır bu aşamada aksi yönde bir ilaç tedavisi asla uygulanmamalıdır. Antibiyotik kullanımı idealdir fakat aşırı kullanılması olumsuz sonuçlar doğurabilir.
Hastalığın akut döneminde hastaya pirinç lapası, bol sıvı ve meyve suyu verilir sonrasında balık, kıyma, şehriye besinler arasına eklenebilir. Yazının başında da belirttiğim gibi tedavi yöntemi basittir hastaya kaybettiği su miktarı belirli aralıklarla tekrar kazandırılmalıdır, evde uygulanabilecek yöntemler mevcuttur fakat bir hekime başvurulması kesinlikle önerilir.
Kas Ağrıları Bu Hastalıkta Görülür mü?
Şiddetli ishal potasyum kaybına yol açmaktadır bu da kaslarda aşırı şekilde bir yorgunluğa ve ağrıya yol açacaktır. Kaslarda gerçekleşen ağrılar bu hastalığın en büyük belirtisidir. Normal bir insan ancak çok fazla hareket ettiğinde kaslarında ağrı hissedebilir fakat dizanteri hastaları bu ağrıyı vücutlarında sürekli olarak hissederler. Potasyum,ilaçlarla düzenli bir şekilde hastaya verilir ve felce yol açabilecek bu durum önlenmiş olur.
BAŞ AĞRILARI
Baş ağrısı nedenleri, belirtileri ve tedavisi? Baş ağrısı çeşitleri…
Baş ağrısı, hemen herkesin yaşamının belirli bir döneminde karşılaştığı sağlık problemleri olarak baş göstermektedir. Birden fazla nedeni, hatta tehlike arz eden durumları da içerisinde barındıran baş ağrısı neden kaynaklanır? Yediden yetmişe toplumda sık bir şekilde adını duyduğumuz baş ağrısı çeşitleri nelerdir? İşte, baş ağrısı şikayetine ilişkin önemli detaylar…
Baş ağrısı, gerek kendimizin yakındığı gerekse çevremizdeki diğer kişilerin yakınarak sıklıkla dile getirdiği sağlık şikayetleri arasında ilk sıralarda yerini almaktadır. Baş ağrısının şiddetine, süresine, oluşum gösteren bölgeye ve ağrının nasıl başladığına bağlı olarak farklı çeşitleri bulunmaktadır. Yaygın bir şekilde görülen baş ağrıları genel olarak büyük bir tehlike taşımamakla ve tedavisinin de kolay bir şekilde mümkün olmasıyla birlikte bazı durumlarda çok daha ileri boyutta bir nedenden kaynaklanabilmektedir. Yani, ani başlayan ve uzun süreli devam eden, şiddeti de yoğun bir şekilde olan baş ağrıları çok ciddi nedenleri olabilmektedir. Baş ağrılarının çeşitlerini kategorize edecek olursak birincil ve ikincil baş ağrısı şeklinde 2’ye ayrılmaktadır. Birincil baş ağrılarını inceleyecek olursak; başka bir hastalıktan dolayı kaynaklanmayıp, migren, gerilim tipi, ergenlik dönemi ve küme baş ağrısı olarak görülmektedir. İkincil baş ağrılarını ise inceleyecek olursak; Baş ve boyun yaralanmaları, beyin damar hastalıkları, beyin sinir hastalıkları, beyin hastalıkları, beyin tümörleri, beyin basıncının yükselmesi, beyin enfeksiyonları, sinüzit gibi hastalıklardan meydana gelmektedir. Öte yandan tüm bunların dışında günlük kronik baş ağrıları da yaygın bir şekilde görülebilmektedir.
BAŞ AĞRISI NASIL OLUŞUM GÖSTERİR?
Baş ağrısı başınızın yalnızca bir bölgesinde oluşum gösterebilir ya da başınızın her iki bölgesinde de karşılaşılan bir ağrı olarak kendini gösterebilir. Öte yandan baş ağrısı, baş bölgesiyle birlikte bazen de boyun veya sırtın üst kısmında da görülebilen bir durum olarak karşımıza çıkabilir.
Kimi zaman da baş ağrısı çok keskin, şiddetli, zonklama türündeki ağrıyla da meydana gelebilir. Baş ağrısı şikayeti bir anda başlayabilir ya da yavaş yavaş oluşum gösterebilir. Baş ağrısı zamansal olarak ise bir gün sürebileceği gibi bazen de günlerce etkisini gösterebilmektedir. Eğer ki baş ağrısı çok uzun bir süre boyunca devam ediyorsa bu durumda acil bir şekilde doktora başvurmanız önerilmektedir. Öte yandan ani başlayan ve etkisini şiddetlendirerek devam ettiren baş ağrıları da tehlikeli bir hastalığın habercisi olma ihtimali bulunduğundan kesinlikle ihmal edilmemeli ve gerekli tedavi yöntemi için doktor desteği alınmalıdır.
BAŞ AĞRISI ÇEŞİTLERİ:
BİRİNCİL BAŞ AĞRILARI NEDEN KAYNAKLANIR?
1)MİGREN AĞRISI
Migrenin neden ortaya çıktığı henüz tam olarak aydınlatılamamış olsa da, genetik ve çevre faktörlerinin bu durumda önemli bir rol oynadığı bilinir. Migren beyin damarlarının çeşitli tetikleyiciler nedeniyle genişleyip tekrar daralmasıyla ortaya çıkan baş ağrılarıdır. Kan dolaşımı sorunlarının ve ağrı sinyallerini iletmede önemli bir rolü olan, 5. beyin sinirindeki (trigeminal) değişikliklerin de migrene yol açma ihtimali üzerinde durulur.
Stres, açlık, uykusuzluk, çikolata ve şarap gibi bazı besin türleri, ses veya görüntü gibi duyusal sinyaller, olası migren tetikleyicileridir. Bazı kadınlarda, normal hormon dalgalanmaları da migreni tetikler.
Araştırmalar serotonin ve diğer ağrı düzenleyici kimysalların migrenin ortaya çıkmasında etkisi olabileceğini ortaya koymaktadır. Migren sırasında düşük seviyeye inen serotonin kimyasalı, trigeminal sinirinin ‘nöropeptid’ molekülü salmasına neden olan bir sinyal gönderir. Nöropeptidler menenje, yani beyin zarına ulaştığında bu durum migrenle ilişkilendiren baş ağrısına yol açar.
2)GERİLİM TİPİ BAŞ AĞRISI
Gerilim tipi baş ağrısı, boyun ve kafa derisini de içine alabilen bir ağrıdır. Genellikle başın arka tarafında başlayıp öne doğru yayılır. Omuz, boyun, kafa derisi veya çene kaslarının gerilmesi bu tipteki baş ağrısının başlıca nedenidir. En çok karşılaşılan baş ağrısı olan bu türde, anksiyete, depresyon, stres ya da başın zedelenmesi, kas gerilimine ve baş ağrısına yol açar.
Uzun bir süre boyunca başın sabit bir şekilde tutulduğu, örneğin bilgisayar başında çalışmak gibi aktiviteler gerilim tipi baş ağrısına neden olabilir. Bu tip baş ağrsının diğer tetikleyicileri aşırı efor sarfetme, kötü uyku pozisyonu, uykusuzluk, diş gıcırdatma, halsizlik, sinüzit, göz yorgunluğu veya öğün atlama olarak sıralanabilir.
Bazı gıdaların da baş ağrısını tetiklediği bilinmektedir. Eski peynirler ve çikolata bu yiyecekler arasındadır. Yiyeceklerin içindeki doğal ya da yapay maddeler baş ağrısını tetikleyebilir. Alkol ve baş ağrısı her zaman birlikte anılır. Bunların dışında örneğin kahve alışkanlığı olan bir kişi, her gün alışık olduğu miktarda kahve içmediğinde, kafein yoksunluğu nedeniyle baş ağrısı çekebilir.
3)ERGENLİK DÖNEMİ BAŞ AĞRISI
Yakın bir zamanda ülkemizdeki 12-18 yaş arası gençleri içeren bir araştırma sonucuna göre, bu dönemde pek çok gençte gerilim tipi ve migren tipi baş ağrılarının ortaya çıktığı görülmüştür. Hormonal değişikliklerin yanı sıra hem psikolojik hem de çevre ile ilgili ilişkilerde yaşanan değişiklikler gençlerin baş ağrılarından şikayet etmesine yol açtığını göstermiştir. Ergenlik dönemi gençler için stresin yoğun olduğu bir dönemdir. Örneğin lise çağında artan sınav stresi ve yoğunlaşan ders programı baş ağrılarını tetikleyebilir.
4)KÜME BAŞ AĞRISI
Küme baş ağrısı aniden başlar ve kişiyi, gece uykusundan uyandıracak kadar şiddetli olabilir. Ağrı gün içerisinde birkaç kez kendini gösterir ve bu durum aylarca sürebilir. Ardından ağrı aynı şekilde kaybolur ve yine birkaç ay boyunca ortaya çıkmaz. Henüz bu tip ağrıların kesin nedeni bilinmiyor olsa da, bazı bilimadamları bu durumu serotonin ya da histamin salgısının ani salgılanmasıyla bir bağlantısı olduğunu düşünmektedir. Parlak ışıklar, yüksek irtifa, sıcaklık ve fiziksel yorgunluk, küme baş ağrısını tetikleyebilir. Küme baş ağrısı diğer baş ağrısı türlerine göre daha az rastlanan bir ağrıdır.
İKİNCİL BAŞ AĞRILARI NEDEN KAYNAKLANIR?
İkincil baş ağrısı başka bir hastalığın belirtisi olarak ortaya çıkar. Daha önce hiç yaşamadığınız türde, şiddetli, sık tekrar eden, enseden başlayan ve ani gelişen baş ağrıları yaşıyorsanız, bu ağrıların altında üzerinde durulması gereken başka bir rahatsızlık yatıyor olabilir.
Baş ağrısıyla birlikte kusma, bulantı, zihin bulanıklığı ve görme bozukluğu gibi şikayetleriniz de varsa, zaman kaybetmeden bir doktora görünmelisiniz. İkincil baş ağrısının altında yatan bazı hastalıklar hayati risk taşıdıklarından, erken teşhis oldukça önemlidir.
İkincil Baş Ağrılarına Neden Olabilecek Hastalıkları Şu Şekilde Sıralayabiliriz:
– Baş ve boyun yaralanmaları
– Beyin damar hastalıkları
– Beyin sinir hastalıkları
– Beyin hastalıkları
– Beyin tümörleri
– Beyin basıncının yükselmesi
– Beyin enfeksiyonları
– Sinüzit
GÜNLÜK KRONİK BAŞ AĞRILARI NEDEN KAYNAKLANIR?
Günlük kronik baş ağrıları, yukarıda sıralanan ve ikincil grup baş ağrılarına neden olarak gösterilen hastalıkların bir belirtisi olarak ortaya çıkabilir. Ancak başka bir olasılık da bu ağrıların birincil gruba dahil, herhangi bir hastalıktan kaynaklanmayan ağrılar olmasıdır. Bu durumda vücudunuz ağrı sinyallerine karşı aşırı tepki vermeye başlamış ya da beyninizin ağrıyı bastıran sinyalleri görevini yeterince iyi yapmıyor olabilir.
Başka hastalığa bağlı olmayan ama her gün ortaya çıkan ağrılardan şikayet eden kişilerin çoğunda, çok sık ağrı kesici aldıkları için tekrarlayan baş ağrıları görülür. Ağrı kesiciye alışan vücut, ilaç alınmadığında baş ağrısıyla cevap verir. Haftada 3 günden ve ayda 9 kezden fazla ağrı kesici alıyorsanız, günlük baş ağrıları riskiyle karşı karşıyasınız demektir.
BAŞ AĞRISI TEDAVİSİ İÇİN EVDE UYGULANABİLECEK YÖNTEMLER NELERDİR?
Düzenli olarak egzersizler yapın. Egzersizlerinizi açık hava şartlarında yapmanız sizlere daha çok yardımcı olacaktır.
Masaj yapın. Baş ağrılarınızı gidermek için şakaklarınıza yapacak olduğunuz masajlar sizlerin dinlenmenizi ve rahatlamanızı sağlayacaktır.
Sıcak duş ve soğuk kompres uygulayın.
Düzenli yemek yemeye özen gösterin. Bu kapsamda bazı gıda takviyeleri yapın. B2 vitamini, koenzim Q10, magnezyum sülfat almanız sizlerin baş ağrısına iyi gelecektir.
BAŞ AĞRISI İÇİN NE ZAMAN DOKTORA GİDİLMELİDİR?
Baş ağrısı şikayetiyle birlikte aşağıdaki durumlarda meydana geldiği takdirde hiç vakit kaybetmeden acil olarak doktora başvurulması gerekmektedir.
Sorun anlamada ve konuşmada karışıklık
Bayılma
Yüksek ateş, 39 C 40 C ve daha fazlası olması durumunda
Vücudunuzun bir tarafında uyuşma, güçsüzlük ya da felç
Boyun tutulması
Görmede sorunlar başladıysa
Konuşma yetinizde bir sorun varsa
Yürüyüşünüzde bir sorun varsa
Bulantı veya kusma (Açıkça grip veya bir başka sorunla ile ilgili değilse)
Bunların dışında yer alan ve doktorunuzu giderek kendinizi muayene ettirmeniz gereken diğer belirtiler ise şöyle olmaktadır;
Her zamankinden daha sık baş ağrılarınız varsa,
Her zamankinden daha şiddetli baş ağrılarınız varsa,
Baş ağrılarının daha da kötüye gitmesini engellemek için alınan reçetesiz ilaçlarının herhangi bir etkisini göremediğiniz zaman,
Çalışma, uyku veya normal aktivitelerinizi engellemeye başladığı zaman…
BAŞ BOYUN KANSERİ
Uyarıcı işaretlerin bilinmesi
Bir yılda 55000 Amerikalıda baş ve boyun bölgesinde kanser tespit edildiğini, bunların 13000’ünün öldüğünü ve yine bunların önlenebileceğini biliyor muydunuz?
Tütün bu ölümlerin en çok önlenebilir nedenidir. Her yıl ABD’de 200.000’den fazla insan sigara ile ilişkili hastalıklardan ölmektedir. İyi haber bu sayının sigarayı bırakan Amerikalı sayısındaki artışla beraber düşmesidir. Kötü haberse bazı sigara içicilerinin dumansız tütün, çiğnenebilir tütün kullanımına yönelmesidir ki bunun güvenli bir alternatif olabileceği düşünülse de bu doğru değildir. Bu yalnızca kişideki kanser riskini akciğerlerden dudağa taşır. Akciğer kanseri görülme sıklığı azalırken baş boyun kanseri sayısında artış görülmektedir.
Baş boyun kanserleri erken yakalanırsa tedavi edilebilirler. Baş boyun kanseri erken belirti vermesi özelliği erken tanı konulabilmesini sağlar. Muhtemel uyarıcı işaretleri bilmeli ve doktorunuzu mümkün olan en kısa zamanda uyarmalısınız.
Baş boyun kanserlerinin başarılı tedavisinin erken teşhise bağlı olduğunu unutmayın. Uyarıcı bir takım belirtilerin bilinmesi baş boyun kanserinde yaşamınızı kurtarır.
Erken tespit edilmeli ve tedavi edilmeli!
Neleri gözlemlemeliyiz?
Boyunda bir şişlik
Baş boyun kanserleri genellikle vücutta herhangi bir yere yayılmadan önce boyundaki lenf düğümlerine yayılır. Boyunda 2 haftadan uzun sürede geçmeyen şişlikler mümkün olan en kısa zamanda bir doktor tarafından görülmelidir. Tabii ki tüm şişlikler kanser demek değildir. Ancak şişlik ya da şişlikler ağız, gırtlak, guatr kanseri, bazı lenf kanserleri ve kan kanserinin ilk belirtisi olabilir. Böyle şişlikler genellikle ağrısız ve gittikçe büyüme eğilimindedir.
Ses değişimi
Pek çok gırtlak kanseri ses değişimine neden olur. 2 haftadan uzun süren ses kısıklığı ya da ses değişimleri doktorunuzu görmeniz açısından sizi uyarmalıdır. Bir Kulak Burun Boğaz ve baş boyun uzmanı; ses tellerinizi kolay ve ağrısız yöntemlerle muayene edebilir. Her ne kadar pek çok ses değişikliğinin nedeni kanser değilse de işi şansa bırakmamalısınız. Eğer ses kısıklığınız 2 haftadan uzun sürerse gırtlak kanseri olmadığınızdan emin olmalı ve doktorunuza gitmelisiniz.
Dudakta büyüme
Dil ve dudak kanserlerinin çoğu geçmeyen yara ve şişliğe neden olur. Yara ve şişlikler iltihaplanmadıkça ağrısızdır. Kanama görülebilirse de sıklıkla hastalığın ileri dönemlerine kadar görülmez. Yara ya da şişlik boyundaki bir kitleye eşlik ederse bu son derece ciddiye alınmalıdır. Diş doktorunuz ya da doktorunuz biyopsi (doku örnekleme testi) gerekip gerekmediğini değerlendirip bu işlem için sizi bir baş boyun cerrahına sevk edebilir.
Kanama
Bu sıklıkla kanser haricinde bir nedene bağlıdır. Bununla beraber ağız, burun, boğaz ve akciğer tümörleri kanamaya neden olabilirler. Birkaç günden fazla bir süre tükürük veya balgamda kanama görülürse doktora görünmelisiniz.
Yutma problemleri
Boğaz ve yemek borusu kanserleri katı gıdaların ve bazen sıvıların yutulmasını zorlaştırır. Gıda belli bir noktada batma hissi uyandırıp ya mideye gider ya da ağızdan geri gelir. Bu durumda bir doktora başvurmalısınız. Genellikle X ışınlı baryum yutma filmi ya da yutturulan bir tüp yoluyla yemek borusunun direkt muayenesi ile neden ortaya konur.
Ciltteki değişiklikler
Baş boyunda çok sık karşılaşılan deri kanseri erken başlanan tedaviye iyi yanıt verir. En sık alın, yüz, kulak gibi cildin güneşe maruz kaldığı yerlerde görülürse de cildin herhangi bir yerinde olabilir. Deri kanseri sıklıkla küçük soluk bir yara şeklinde başlar, yavaş büyür ve ortasında gamze şeklinde bir çukur ve hatta ülser oluşur. Bu alanın bir kısmı iyileşirken daha büyük bir bölümü ülsere kalır. Bazı deri kanserlerinde renk değişimi görülür.
Baş boyunda görülen diğer kanser tipleri arasında; yassı hücreli kanser ve habis melanom sayılabilir. Yassı hücreli kanserlerin bir bölümü alt dudak ve kulakta görülür. Deri kanserine benzer ve erken teşhis edilip uygun tedavi edilirse genellikle daha tehlikeli hale gelmez. Dudakta, yüzde, kulakta iyileşmeyen bir yara varsa hemen doktora başvurun.
Habis melanom klasik olarak ciltte koyu mavi siyah renkli değişime neden olur. Bununla beraber herhangi bir bendeki büyüklük, renk değişikliği, kanamanın başlaması da birer sorundur.
Ne yapmalısınız?
Tarif edilen tüm belirti ve bulgular kanser olmayan durumlarda da varolabilir. Aslında çoğu zaman bu şikayetler kanser dışındaki diğer bazı durumlarda da görülebilir. Fakat bunu iyi bir muayene yapmaksızın söyleyemezsiniz. Bu nedenle bu şikayetlerin varlığında doktorunuza gidin ve emin olun.
Hatırla !
Baş boyun kanserlerinin erken teşhisi ile tedavinin başarısı arasında çok büyük bir ilişki vardır. Buradaki tıbbi önerilerin çok sayıda insana ulaşmasıyla tedavi oranlarının yükseleceğine inanıyoruz.
Baş boyun kanseri ile ilgili bir belirtinin varlığından şüpheleniyorsanız hemen bir doktora gidin.
BAŞ DÖNMESİ (VERTİGO)
Baş dönmesi ve boşluktaki yönelim değişikliği hissinden kaynaklanan nörolojik şikayete vertigo denir. Hareket halüsinasyonu olarak da betimlenebilen vertigo, tipik olarak dönme ve rotasyon şeklinde oluşur. Tüm hasta guruplarında sıkça görülebilir ve erkeklere oranla kadınlarda daha sık gözlenir. Vertigonun toplumda görülme sıklığı yaşla artmaktadır.
A) Benign Paroksismal Pozisyonel Vertigo (BPPV): Baş dönmesinin en sık sebeplerindendir. İç kulağın posterior semisirkuler kanalın uzun koluna, serbestçe hareket eden kalsiyum karbonat kristallerinin girmesi sonucu ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Kanal, pozisyonel değişikliklere aşırı duyarlı hale gelir ve pozisyon değişikliği vertigo ile sonuçlanır. Kafa travmasının sık bir sekelidir.
BPPV’nin başlangıcı anidir ve birkaç dakika sürer ancak tekrarlayabilir. Yatakta dönme veya başı arkaya çevirme gibi başın belirli pozisyonlarını hemen takiben görülen vertigo atakları görülür.
B) Meniere Hastalığı: İç kulağın, sıvı birikimine bağlı (sıvı miktarında artış), vertigo ile sonuçlanan bir hastalığıdır. Dalgalanan işitme seviyeleri (özellikle de düşük frekanslarda) ile birlikte vertigo atakları oluşur. Hastalık ilerledikçe kalıcı sağırlık ve kulak çınlaması (çınlama, vızıltı, uğultu, ıslık) gelişebilir, her atak ile sağırlık daha da kötüleşir. Kulakta dolgunluk, bulantı ve kusma, ani düşmeler görülebilir. Ataklar tekrarlama eğiliminde olsa da tedavi altında birkaç yıl içinde kararlı hale gelir ve tamamen kaybolabilir.
C) Vestibüler Nörit (Akut Periferal Vestibülopati): Şiddetli bir şekilde birkaç gün süren ve daha düşük şiddette haftalarca devam edebilen, uzamış tek vertigo atağı şeklindedir. Bir ailede birkaç üyeyi etkileyebilir ve çoğunlukla baharda ve yazın erken dönemlerinde görülür.
D) Serebellar Vertigo: Serebellumun, dengesizlik ve baş dönmesi ile sonuçlanan inmesidir (inme şeklinde vertigo.) Ani başlangıçlı baş dönmesi, yürüyüş bozukluğu, mesafe yargısında bozulma, baş ağrısı, bulantı ve kusma görülür. Beyin sapında kompresyon gelişirse akli durumda hızla kötüleşme görülebilir, bu kompresyona bağlı ölüm gelişebilir.
E) Vertigonun Diğer Sebepleri:
1) Migren: Migren hastalarının yaklaşık %25’inde vertigo görülmektedir. Vertigo atakları, baş ağrısı öncesinde veya sırasında ya da bundan bağımsız olarak ortaya çıkar.
2) Vertebrobaziller Yetmezlik: Herhangi bir tetikleyici etken olmadan aniden başlar, birkaç dakika sürer ve yine aniden sona erer. Görme kaybı, çift görme, konuşma bozukluğu, güçsüzlük veya hissizlik gibi eşlik eden bulgular vardır.
3) Serebellopontin Köşe Tümörleri: Genellikle hafif baş dönmesi ve belirsiz bir dengesizlik hissine sebep olur. Tümör, beyin sapı veya serebelluma bası yapacak derecede büyümediği sürece hastalık ilerleme göstermez.
E) “Sersemlik Hissi” (Dizziness): Tüm nörolojik şikayetlerin en sık olanıdır ve sıklığı yaş ile artar. Bu terimin nasıl betimlendiği tespit edilmelidir. Genellikle sersemlik, baş dönmesi, zayıflık ya da bayılacakmış hissi anlamında kullanıldığı görülmektedir. Hasta tarafından vertigo veya dönme hissinin illüzyonlarından farklı olarak sallanma hissine benzetilmektedir. Oturur veya yatar pozisyondan hızla kalkma sonucu sallanır tarzda sersemlik ve gözde lekeler belirebilir. Hasta, hareketsizliğini sağladığı zaman içinde bulgular azalır.
BAYILMALAR
İnsan neden ve nasıl bayılır?
Bayılma, beynin normal çalışmasına engel olabilecek herhangi bir durumda ortaya çıkan geçici bilinç kaybıdır. Bilincin kaybolmadığı, ‘bayılacak gibi olma’ hissi bayılma olarak isimlendirilmemeli.
Bayılma genellikle beyne gelen kan basıncının azalması veya yokluğu durumunda, bilinci açık tutan beyin hücrelerinin geçici olarak işlevlerini yitirmesi sonucunda oluşur. Bu durum kanın beyin dışı bölgelerde (uzuvlar veya gövde) göllenmesiyle gerçekleşir. Kanı beyne pompalama görevi olan kalbin görevini etkin şekilde yerine getiremediği durumlarda (ritm bozukluğu, kalp kapak hastalıkları, kalp krizi) veya kan basıncının hızlı düştüğü zamanlarda bayılma gerçekleşir.
Pek çok nedeni olabilir
Sinir sistemiyle ilişkili başka bazı sorunlar da geçici bilinç kaybına yol açabilir. Uzun süre ayakta kalmak, yoğun ruhsal stres, aşırı sıcak ortamlar, çok sıcak banyolar, şiddetli bulantı ve kusmalar, bu tür bilinç kayıplarının başlıca tetikleyicileridir. Kan gördüklerinde veya kötü bir haber aldıklarında bayılan kişilerde oluşan senkopların kaynağı da aynıdır. Bu tür bilinç kayıpları genellikle 1 – 2 saniyelik baş dönmeleri, fenalık hissi, iç çekilmesi, boşlukta kalma duygusu ve vücuda sıcaklık yayılmasıyla başlar.
Geçici ve tekrarlayıcı bilinç kayıplarının daha az görülen bir sebebi ise boyundaki ana damarın ‘karotisarter’inin ayrım noktasında yer alan basınç algılayıcı duyargalarınızın aşırı hassas olması halidir. Bu duyargalarınız normal koşullarda kan basıncınızın fazla yükselmesiyle otomatik olarak devreye girer, kan basıncını ve kalp atım hızını düşüren bir dizi işlemin başlamasını sağlar.
Eğer bu duyargalar gereğinden fazla hassas hale gelirse, boyuna dışarıdan gelecek herhangi bir baskı, kan basıncını azaltan reflekslerinizin abartılı olarak çalışmasına ve ani bilinç kaybına yol açar. Boyun bölgenize yapılan basınç, hatta bezen sıkı yakalı bir gömlek bile ani bilinç kaybına yol açan sistemin devreye girmesine neden olabilir. Kalp atım fonksiyonunun üç saniyenin üzerinde veya en az 10 atım boyunca, dakikada 40’ın altında olması ya da büyük tansiyonunuzun 50 mm Hg’nın altına düşmesi, birdenbire oluşan ve yine aynı hızla kendiliğinden düzelen geçici bilinç kaybının nedenidir.
Kaslar gevşiyor
Bayılma sırasında bedeni dik tutan kasların gevşemesi sonucu hasta ayaktaysa yere düşer. Yere düşme sonucunda kalp ve beyin aynı seviyeye geldiğinde, beyin tekrar ihtiyacı olan kana sahip olduğu için bilinç hızlıca yerine gelir. Bu nedenle bayılma sadece saniyeler sürer. Bayılma sonunda kişi sadece birkaç dakika süre şaşkınlığın ardından normal işlevlerini yapar hale gelebilir. Tıpta bu durum senkop olarak anılır. Altta yatan belirgin bir hastalığın bulunmadığı durumlarda oluşan senkop’a vazovagalsenkop ismi verilir.
Senkop dışında geçici bilinç kaybı yapan başka nedenler de var. Bunlar içinde en sık görülenler; sara, kan şekeri düşüklükleri, psikolojik sebepler ve beyin damar hastalıkları sayılabilir. Bayılmanın beyinden kaynaklanan bir sorundan oluştuğunu düşündüren en önemli belirti, bilinç kaybı dışında bir nörolojik bulgunun olmasıdır. Bunlar içinde şiddetli baş ağrısı, çift görme, peltek konuşma, baş dönmesi ve felç sayılabilir.
Kalpten de kaynaklanabilir
Bayılmanın hemen öncesinde çarpıntı ve gögüs ağrısının olması bilinç kaybının bir kalp hastalığından kaynaklanabileceğini düşündürmeli. Bilinen kalp hastalığı olanlarda, ailelerinde kalp ve damar rahatsızlığı öyküsü bulunanlarda, kalp damar hastalığı açısından risk faktörleri (sigara, yüksek tansiyon, diyabet, yüksek kolesterol ve obezite gibi) taşıyanlarda kalp hastalığı olma olasılığı yüksektir.
Test yaptırmak gerekebilir
Hastanın öyküsünde bilinç kaybının şekli, tekrar edip etmemesi, başka hastalıkların varlığı değerlendirildikten sonra kalp açısından yüksek riskli kişilerde EKO, ritmholter ve eforlu EKG gibi ileri incelemelerin, beyinden kaynalanan hastalıklar açısından yüksek riskli kişilerde de EEG ve beyin görüntülemesi yapılması gerekebilir.
Bayılan hastaya ne yapılmalı?
Bayılan kişiye sokakta çok yapılabilecek bir şey yoktur. Ancak hastayı düz yatırarak bacaklarını 70 – 90 derece yukarı kaldırmak en önemli şeylerden biri. Nedense toplum olarak bayılan birini gördüğümüzde bedenimizin mükemmel reaksiyonu olarak düşüp beyine kan gitmesini sağlamak yerine hastayı oturtup yüzüne su veya kolonya serpip bir şeyler içirmeye çalışırız. Kesinlikle yanlış!
İkincisi bayılan kişinin ağzında bir şey varsa, mümkün olduğu kadar o cismi veya gıdayı çıkarmakta fayda var. Özellikle nöbet geçiren hastalarda, ağzında tükürük ve köpük varsa yan çevirmek önemli. Rahat nefes alabildiğinden emin olunmalı.
Bu durumlarda bir nöroloji uzmanına başvurun
– Tekrarlayan bayılmalar
– Bayılma sonrasında en az beş dakika süren kafa karışıklığı
– Bayılma sırasında vücudun bir tarafında uyuşma veya güç kaybı
– Bayılma sırasında şiddeti baş ağrısı
– Bayılmayla birlikte kasılma, çift görme, baş dönmesi, peltek konuşma ve görme bozukluğu
Dahiliye ve kardiyoloji uzmanına başvurma zamanı
– Tekrarlayan bayılmalar
– Bayılma sırasında gögüs ağrısı ve çarpıntı hissi
– Bilinen kalp hastalığı olanlar
– Kalp hastalığı açısından yüksek riskli (sigara, yüksek tansiyon, diyabet, yüksek kolesterol öyküsü olan) kişiler
– Ailesinde kalp hastalığı ve ani ölüm öyküsü bulunanlar
BAZAL HÜCRELİ KANSER (KARSİNOM)
Bazal hücreli karsinom, tüm dünya genelinde deri kanserlerinin en sık gözlenen türüdür.
Deride bulunan bazal hücrelerin farklılaşması/kanserleşmesi ile ortaya çıkmaktadır.
Açık tenli, aşırı güneş ışını alan kişilerde görülme riskinin arttığı bilinmektedir.
Bazal hücreli karsinom genellikle yavaş gelişim gösteren bir hastalıktır. Cilt üzerinde önce şeffaf gibi görünen kabarıklıklar, ardından yara oluşumu görülür. Genellikle yayılım yapmaz. İleri yaşlarda tekrar yeni lezyonlar gelişebilir.
Tedavide, cerrahi, koterizasyon, dışarıdan sürülen ilaçlar, radyoterapi, fotodinamik tedavi seçenekleri değerlendirilebilmektedir.
BEHÇET HASTALIĞI
İlk defa 1937 yılında bir Türk doktoru olan Hulusi BEHÇET tarafından teşhis edilen ve bu nedenle uluslararası tıp camiasında Behçet Hastalığı ya da Behçet Sendromu olarak adlandırılan hastalık; özellikle deri altı, göz, beyindeki kan damarlarının iltihaplanmasına yol açan, sebebi bilinmeyen. nadir görülen, bağışıklık sistemi ile ilgili bir hastalıktır.
Daha çok 30-40 yaşlarında ve erkeklerde görülür. Behçet Hastalığı başta Türkiye olmak üzere Çin’e kadar uzanan İpek Yolu üzerindeki ülke insanlarında diğer ülkelere nazaran daha sıkça rastlanmaktadır, fakat yine de dünyanın her yerinde Behçet Hastalığı görülmektedir. Dünya’da en çok Japonya, Türkiye ve İsrail’de görülür. ABD’de de yaklaşık 20.000 kişi Behçet hastasıdır. Bu sebeple hastanın ırkına ve bulunduğu ülkeye bakılmaksızın Behçet Hastalığı ihtimali mutlaka değerlendirilmelidir.
Behçet hastalığı bulaşıcı değildir. Her ne kadar hastalığın kalıtımsal olduğuna dair şüpheler olda da bu sav ispatlanmış değildir.
İki kardeşten biri Behçet hastası iken diğeri gayet sağlıklı olabilir.
Belirti ve bulguları nelerdir ?
Behçet hastalığı kendine özgü belli bulguların varlığı ile teşhis edilir. Majör kriterler denen ve bu hastalıkta görülen belirti ve bulgular şunlardır:
– Ağızdaki tekrarlayan aftlar (aftöz ülserler)
– Göz belirtileri : İritis, iridosiklitis, hipopiyon
– Genital bölgedeki yaralar ve nongonakoksik üretrit
– Deri lezyonları : Eritema nodosum, yüzeyel tromboflebit,
deride püstüller, deride paterjik reaksiyon
Behçet Hastalığı esas olarak bir damar iltihabıdır Bu nedenledir ki bulgular, damar iltihabının olduğu yere göre ortaya çıkar.
Bulguların tümünün aynı anda ortaya çıkması şart değildir. Bazı bulgular hastalığın ilk yıllarında yok iken birkaç sene sonra ortaya çıkabilir. Bu nedenle bulgular ortaya çıktıkça bir yerlere yazılması ve dökümante edilmesi önemlidir. Bir doktorun görmesi için örneğin deride çıkan yaraların fotoğrafı çekilebilir. Behçet Hastalığında görülen bazı bulgu ve belirtiler aynı zamanda Lupus, Lyme ve Crohn gibi hastalıklarda da görülebilmektedir. Behçet Hastalığı teşhisi konmadan önce diğer hastalık olasılıklarını dikkate almak ve değerlendirmek için kan testleri ve/veya biyopsiler yapmak gerekir. Teşhiste yararlı olan fakat Behçet Hastalığının kriteri olarak kabul edilmeyen diğer belirti ve bulgular ise şunlar olabilir;
– Subkutanöz tromboflebit
(deri yüzeyinin altındaki bir damarın enflamasyonu)
– Arteriel tromboz
(Derinin iyice altında yer alan bir damarın trombozu;
bunun sonucunda kanın pıhtılaşması)
– Epididimit (testisin üzzerinde yer alan epididim’in iltihabı)
– Arterial oklüzyon
– Merkezi sinir sisteminin tutulumu
(harekette veya konuşmada güçlük yaşanması gibi bulgular)
– Şiddetli baş ve boyun ağrısı (aseptik menenjit ihtimali)
– Eklem ağrıları veya artirit
– Hastanın ailesinde de Behçet Hastalığının olması
Bunların yanısıra aynı zamanda aşırı yorgunluk hissedilebilir; yorgunluk bir çok bağışıklık sistemi hastalığında olduğu gibi hastalığın bulgularını ağırlaştırabilir.
Teşhiste kullanılan testler nelerdir ?
Günümüzde Behçet hastalığı için kabul görmüş tek test paterji testidir. Steril saline çözültesinin deri altına enjekte edilmesinden
24-48 saat sonra bir papül yada püstül oluşması testin pozitif olduğunu gösterir. Testin sağlıklı olması için paterji testinin
aktif Behçet semptomları görüldüğü zaman yapılması gerekir. Yine de aktif semptomlar görülmesine rağmen paterji testinin sonucu pozitif olmayabilir. Paterji testinin pozitif çıkması tek başına Behçet teşhisi konması için yeterli değildir ve mutlaka diğer belirtilerle birlikte değerlendirilmelidir. Test negatif çıksa bile, bir çok Behçet hastasında enfeksiyon sahasında enflamasyon reaksiyonu görülebilir. Teşhis için kullanılan bir başka araç ise kan alınarak bakılan hastanın HLA doku tipinin araştırılmasıdır. Bazı HLA doku tipleri Behçet hastalarında daha sık görülmektedir. Bu tipler HLA-B5 ve HLA-51 dir (ve diğer çok görülen alt gruplar); fakat Behçet teşhisi konması için bu HLA tiplerinin olması şart değildir. Yeni yapılan çalışmalar MICA geninin (A6 allele) teşhis için HLA doku tiplerin daha da yararlı olduğunu ortaya koymuştur.
Şu an için Behçet teşhisi için özgül olarak kullanılan bir laboratuvar testi yoktur. Rutin (her hastaya yapılan) tahlillerden Sedimantasyon (kanın çökme hızı) bazı hastalarda hastalığın alevlendiği dönemlerde artmaktadır fakat bu durum tüm hastalar için genellenemez. Bazı enzim düzeyleri de değişikliğe uğramaktadır. Bir çok hastanın test sonuçları gayet normal çıksa da hastada ağır semptomlar görülebilir.
Nedenleri nelerdir ?
Behçet hastalığının kesin ve belirlenmiş bir nedeni henüz bulunamamıştır. Ancak bir çok uzman hastalığa yatkın insanlarda hastalığı başlatan (daha doğrusu tetikleyen) bir dış etki ya da virüslerden şüphelenmektedir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Hastalığın şu anda kesin bir tedavisi yoktur fakat çeşitli semptomları iyileştirmek için tedaviler bulunmaktadır. Örneğin ağızda çıkan yaraları iyileştirmek için kullanılan merhemler gibi. Siklofosfamid, Klorambusil, Azotiopirin gibi bazı immunosupressif (bağışıklığı baskılayıcı) ilaçlar tedavide denense de toksik (zehirli) etkileri nedeniyle devamlı kullanılamazlar.
BEL AĞRISI
Bel Ağrısı Nedenleri ve Tedavisi
Bel ağrısı, dünyada baş ağrısından sonra en sık görülen ağrı tipi olarak kişinin iş ve sosyal yaşamını altüst ettiği kadar önemli sağlık sorunlarına işaret etmesi bakımından da önemsenmelidir.
Bel Ağrısı Nedir?
Beliniz mi ağrıyor? Ağrı dinlenince geçiyor mu? Yoksa en küçük bir hareketle şiddetleniyor ve beliniz kilitleniyor mu? Bel ağrısı denilince akla öncelikle “Bel Fıtığı” gelse de; dünyada baş ağrısından sonra ikinci sıklıkta görülen bu ağrılar başka nedenlerden de kaynaklanabiliyor.
Bel ağrısını, bel zorlanması ve duruş bozuklukları; bel kaslarına, bağlarına ve eklemlerine hasar vererek ağrıya yol açar şeklinde açıklayabiliriz.Bel ağrılarının fiziksel aktivite ile şiddetlendiği, istirahatla hafiflediği ise en çok görülen belirtilerden birkaçı sayılır. Bel ağrısının şiddeti, öne eğilme, uzun süre ayakta durma, yürüme gibi günlük aktivitelerle artabilir. Bel ağrısı nüfusun %75-85’ini yaşamlarının herhangi bir döneminde etkileyen en önemli bir sağlık sorunlarından biridir.
Bel Ağrısı Nedenleri
Bel ağrısının pek çok nedeni olabilir. Tüberküloz, brusella gibi hastalıkları, kemik erimesi (osteoporoz ); kireçlenme, başka bir yerden yayılmış ya da omurganın kendisinden kaynaklanan kanserler bel arısına neden olan önemli hastalıkların başında gelir. Bel ağrısına nedenlerinden biri de mide, karaciğer, böbrek gibi organ rahatsızlıklarının bel bölgesine yayılmasıdır. Bazı bel ağrılarının nedenleri de psikolojik olup kapsamlı şekilde araştırılmalıdır.
Bel Ağrısı Kimlerde Olur?
En çok 35-45 yaşları arasında görülen bel ağrısı kadın ve erkekte eşit oranda ortaya çıkar. 60 yaşın üzerinde kadınlarda bel ağrısı görülme sıklığı artmaktadır. Aşırı kilo alımı, gebelik, uzun süre ayakta durmayı gerektiren durumlar, uzun süre yüksek topuklu ayakkabı giyimi ve her iki bacakta uzunluk farkı, bel ağrısı nedenleri olarak sayılabilir. Bel ağrısına neden olan meslekler de ise karşımıza uzun yol sürücüleri, titreşimli toprak burgu makinesi kullananlar, aşırı ağır yük kaldıranlar, uzun süre tabure ve sandalyede oturmayı gerektiren meslek grubu çalışanları çıkar.
Bel ağrısının nedeninin tespit edilmesi gerekir. Tipik bel ağrısının nedenlerini şöyle sıralayabiliriz;
• Doğumsal anomaliler
• Travmatik nedenler ( omurga kırıkları ya da kayması)
• Bel zorlanması, postür bozuklukları, bel fıtığı
• Bel omurgasının kireçlenmesine bağlı bel ağrıları
• Tüberküloz, brusella gibi hastalıkların bel omurgasını tutması
• Osteoporoz, kemik yumuşaması
• Kanserler ( başka bir yerden yayılmış ya da omurganın kendisinden kaynaklanan)
• Mide, karaciğer, böbrek gibi organ rahatsızlıklarının bel bölgesine yayılmasına bağlı bel ağrısı
• Psikojenik bel ağrısı
• Başarısız bel cerrahisi (başarısız bel ameliyatları sonrası oluşan ve uzun süre devam eden şiddetli bel veya bacak ağrısı).
Bel Ağrısı ve Bel Fıtığı
Her bel ağrısı bel fıtığı olarak yorumlansa da bu yanlış bir kanıdır. Bel ağrılarının yalnızca % 5’i bel fıtığı kaynaklıdır. Bel fıtığında hissedilen ağrı yavaş yavaş gelişen, yaygın, batıcı, hareketle artan, istirahatle azalan, belde ve etkilenen sinir kökünün anatomik dağılımına uygun olarak bacağa yayılan bir ağrı olarak tanımlanabilir. Bel fıtığında ağrı, öne eğilme veya arkaya dönme gibi ters bir hareket sonrası ani olarak başlayabilir; en küçük bir hareketle şiddetlenip, kilitlenme veya bel tutulmasına yol açar; oturmakla, ayakta durmakla, öksürmekle, ıkınmakla, araba kullanmakla artar. Bazen bel fıtığı, bel ağrısı ile değil, basılan sinir köküne bağlı olarak topuk ağrısı, bacakta uyuşma, karıncalanma, güçsüzlük gibi şikâyetler ile belirgin hale gelir.
Bel Ağrısı Nasıl Geçer?
Bel ağrısı nasıl geçer sorusu toplumuzda sıkça merak edilen konuların başında geliyor. Bel ağrılarının nasıl geçeceğini merak eden birinin öncelikle yapması gereken bel sağlığını korumak için neler yapması gerektiğidir. Rutinleşen bel ağrılarınız için ise mutlaka uzman bir doktora başvurmalısınız.
Bel sağlığının korunması için gün içinde uyulması için gereken kurallar ve egzersizler önemlidir. İşte onlardan bazıları;
• Bakılan kişi, cisim ve objeye vücut cephesi tam olarak dönülmelidir. Baş, boyun ve gövde aynı düzlem üstünde olacak şekilde bakılmalıdır.
• Uzun süre aynı pozisyonda kalınmamalıdır. Oturma ve ayakta kalma süresinin 45 dakikayı geçmemesine özen gösterilmelidir. 45 dakika ayakta kalındıysa 5 dakika kadar oturulmalı, 45 dakika oturulmuşsa 5 dakika kadar ayakta kalınmalıdır.
• Oturulduğunda bel kavisini destekleyen bir yastık kullanmak alışkanlık haline getirilmelidir.
• Yerle olan işlerde, yere eğilerek değil çömelerek işlerin yapılmasına özen gösterilmelidir.
• Yatmak için yaylı ortopedik yatak kullanılmalıdır.
• Yatarken önce yatağın kenarına gelip oturulmalıdır. Kollardan destek alarak önce yan yatılmalı, sonra sırt üstü dönülmelidir. Yataktan kalkmak istenildiğinde, önce yan yatıp kollardan destek alınmalı ve oturulmalı sonra ayağa kalkılmalıdır.
• Yan pozisyonda öne doğru bükülerek bacaklar karına doğru çekip yatmak sağlık bakımından en uygun pozisyondur.
• Bel bölgesi terli kalmaktan, yel ve rüzgardan korunmalıdır. Klima veya hava akımının direk olarak gelmemesi için önlem alınmalıdır.
Bel Ağrısı Tedavisi
Bel ağrısı tedavisi, bel ağrısının nedenine, şiddetine, kişinin yaşına ve pek çok özelliğine göre farklı şekilde yapılabilir. Bel ağrısının tedavisinde uzman kontrolünde basit ağrı kesici ilaçlar, kas gevşeticiler kullanılabilir. Yine tam donanımlı bir sağlık kuruluşunda fizik tedavi seçenekleri denenebilir. Bunun yanı sıra ağrı bantları, masaj, lokal enjeksiyonlar ve egzersiz de bel ağrısı tedavisinde etkilidir.
Bel Ameliyatı
Eğer bel ağrınız bel fıtığı kaynaklı ise uzman doktor yönlendirmesi ile ameliyat olabilirsiniz. Bel fıtığı ameliyatlarındaki amaç fıtıklaşan diskin temizlenmesi ve sinir üzerindeki basıyı kaldırmaktır.
Hamilelikte Bel Ağrısı
Hamilelikte bel ağrısı hamilelilerin en çok şikayet ettiği konulardan biri. Hamilelikte ağrının nedeni hamileliğe bağlı olarak ağırlık merkezi değiştiği için omurgaya baskının artmasıdır. Hamilelikte bel ağrısından korunmak için kadınların kilo almamaları çok önemlidir. Bu nedenle hamilelik sürecinde yürüyüş, yüzme, pilates gibi egzersizlere çok önem verilmelidir.
Hamilelikte bel ağrısını etkileyen bir diğer faktör ise yüksek topuklu ve çok düz ayakkabılar giymektir. Bu nedenle kadınların alçak topuklu ayakkabı tercih etmeleri çok önemlidir. Bele yeterli desteği verebilmek için mutlaka belin arkasını destekleyen yastıklar kullanılmalı. Hamileler bel ağrısı sırasında doktor kontrolünde tedavi edici jeller kullanılabilir.
Hamilelik sırasında geçmeyen bel ağrılarında mutlaka uzman bir fizik tedavi uzmanı ile görüşülmeli ve doğru tedavi uygulanmalıdır. Hamile kadınların bel ağrısı ile birlikte dikkat etmeleri gereken nokta bel ağrısının yanı sıra karında sertleşme, aşağı doğru baskı hissi olmasıdır. Bu durumda mutlaka uzman bir doktora danışılmalıdır. Eğer uzun süre geçmeyen bel ağrınız varsa böbreklerinizden de şüphelenilebilir.
Bel Ağrısı Egzersizleri
Bel ağrısı için egzersiz yapmak ağrıyı azaltmanın en sağlıklı yollarından biri. Uzman kontrolünde rutin şekilde yapılan bel ağrısı egzersizleri bel ağrılarını hafifletip, yeni ağrıların oluşmasını engeller. Bel ağrısı için egzersizler konusundaki videomuzda nasıl egzersiz yapmanız gerektiğini öğrenebilirsiniz.
Bel Ağrısı İçin Egzersiz Programı
Bel ağrısı egzersizleri yaparak, bel ağrılarınızı hafifletebilirsiniz.
1.Normal pozisyonda sırt üzeri yatın.
2.Başınızı öne kaldırıp her iki ayağınızı kendinize doğru çekerek 5’e kadar sayın.
3.Gevşeyerek normal pozisyonda sırt üzeri yatın.
4.Başınızı öne kaldırıp her iki ayağınızı size kendinize doğru çekerek 5’e kadar sayın.
5.Gevşeyerek normal pozisyonda sırt üzeri yatın.
Bel Ağrısı İçin Alternatif Egzersizler
1.Omuzlarınız ve topuklarınızdan destek alarak belinizi 4- cm olacak şekilde yukarı kaldırıp 5’e kadar sayınız.
2.Gevşeyerek normal pozisyonda sırt üzeri yatın.
Her iki programı da günde 2 kez 10’ar kez uygulayın.
BEL FITIĞI
Bel fıtığı-Boyun ağrıları
• Genel Bilgiler-Terminoloji
• Diskin Yapısı
• Bulging-Protrüzyon
• Şikayetler-Belirtiler
• Nasıl Oluşur-Teşhis
• Cauda Sendromu
• Tedavi
• Aydınlatıcı Görüntüler
• Nucleus Pulposus
• Bel Ağrıları
• Boyun Ağrıları
Genel terimler
Lomber ( bel ) bölgede 5 adet omur vardır, bunlar tıbbi terminolojide kolaylık olması için L1 den L5 e kadar numaralandırılarak ifade edilirler. Örneğin L4 – L5 kısaltmasıyla 4. ve 5. bel omuru kastedilmektedir. Bel ağrısı çeken ya da bel fıtığı teşhis edilen hastaların ve yakınlarının, sık sık duyduğu, doktorunuzun kullandığı ve de MR / BT raporlarında çok sık karşılaştığınız bazı terimlerin karşılıklarını, aydınlatıcı olması amacıyla konunun başında aşağıdaki satırlarda bulacaksınız.
Lomber Bölge : Bel bölgesi
Lumbo-Sakral Bölge : Kuyruk sokumu-bel bölgesi
Sakrum : Kuyruk sokumu kemiği
Sakro-İliak Eklem : Kuyruk sokumu kemiği ile leğen kemiğinin yapmış olduğu eklem ( Sağ ve solda olmak üzere her iki tarafta da vardır. )
Lumbago : Bel ağrısı
Lumbosiyatalji : Belden bacağın arka kısmına siyatik sinir boyunca yayılan ağrı.
Disk Herni : Bel fıtığı
Skolyoz : Omurganın yanlara doğru çarpıklığı, eğriliği
Lordoz : Omurganın konveksliği öne bakan kavisli durumu ( Bel omurları normalde lordoz durumundadır )
İntervertebral : Vertebralar arası, omurlar arası
Postero-Lateral : Arka – yan
Posterior Longitidunal Ligament : Omurgaların, omurilik kanalına bakan yüzünü saran bağ dokusuna verilen ad. Bu bağ dokusunun omurgaların ön yüzünde olanına da anterior longitidunal ligament adı verilir.
BEL GEVŞEKLİĞİ
Bel Gevşekliği; Cinsel birleşme sırasında, meninin vaktinden önce gelmesine verilen addır. Halk dilinde erken boşalma olarak bilinmekte, tıpta ise ejakulasyon adı verilmektedir. Günümüzde birçok kişinin sıklıkla karşı karşıya kaldığı bir durum olarak bilinmektedir. Toplumda bu konuda, farklı düşünceler algılanarak bir uzmana giderek destek almak kişiler tarafından çok istenmemekte ve bunun bir ayıp olgusu yarattığı da bilinmektedir. Tedavisi mümkün olan bir hastalıktır.
Bel Gevşekliğinin Nedenleri: Bel gevşekliğinin sebepleri psikolojik ve tabii olmak üzere ikiye ayrılır. Erkeğin kendine güvensizliği, kadın karşısında aşağılık duygusuna kapılması, huzursuzluk, endişe, sinir gerginliği bel gevşekliğinin başlıca psikolojik sebepleridir.
Doğal nedenler ise erkeğin uzun süre cinsel birleşmeden uzak kalmış olması ve mastürbasyon alışkanlığının yol açtığı aşırı duyarlıktır.
Bel Gevşekliği Tedavisi: Erken boşalma gelişimini engellemeye yönelik bilinen tıbbi bir yöntem yoktur. Bununla birlikte, aşağıdaki yöntemler önlem amacı ile kullanılabilir.
Eşinize karşı daima sağlıklı ve uyumlu düşünceler besleyin. Eğer cinsel yaşamınız hakkında gerginlik, sıkıntı, suçluluk, düş kırıklığı gibi düşünceler gelişmiş ise psikoterapik yardım almaktan çekinmeyin.
Eşlerin ruh sağlıkları üzerinde olumsuz etkileri olan bu durum, sebebi bulunduktan sonra önlenebilir. Bel gevşekliğinin psikolojik sebeplerinin telkin ve eğitimle giderilmesi; tabii sebeplerin ise düzenli ve bilgili bir cinsi birleşme rejimiyle ortadan kaldırılması; gerektiğinde prezervatif kullanılarak erkeğin duyarlığının sınırlandırılması cinsel birleşmelerdeki uyumsuzluğu ortadan kaldırır ve cinsel isteksizliğe karşı çözüm sağlar.
Herkesin cinsel sorunlar yaşayabileceğini unutmayın. Eğer erken boşalma sorununuz varsa kendinizi yetersiz veya suçlu hissetmekte aceleci olmayın. Eşinizle sorunlarınızı konuşun ve kesinlikle iletişim eksikliği gelişmesine izin vermeyin.
Bel Gevşekliğine Ne iyi Gelir? Bel gevşekliği problemi için kullanılan bazı doğal ve bitkisel çözümler şu şekildedir.
– Havlıcan, fıstık kabuğu, Hindistan cevizi ile birlikte kaynatılır. Süzüldükten sonra bal ile karıştırılarak aç karnına bir kaşık yenir. Elde edilen sıvı ile tedavi süresince yatmadan önce bele masaj yapılır.
– Sedef çiçeği, pelin otuyla birlikte kaynak suda on dakika demlenir. Süzülerek elde edilen karışıma şurup kıvamına gelinceye kadar bal ilave edilerek karıştırılır. Hazırlanan şurup yemeklerden önce birer bardak içilir.
– Turp tohumu bal ile ezilerek macun yapılır. Hazırlanan macun ilişkiden bir saat önce bir çorba kaşığı alınır.
BEL KAYMASI
Omurgamızı oluşturan omur kemikleri birbirleri üzerinde bir düzen içeresinde dizilirler. Normalde omurların ön ve arka kenarları, bir alt ve bir üst omurun kenarları ile aynı hizadadır. Omurlar birbirlerine ön kısımda diskler arka kısımda faset eklemler yardımı ile bağlanır. Bu dizilimin dayanıklılığını arttıran bir çok bağ yapısı da kemikler arasında köprü oluşturur. Bel kayması olarak bilinen hastalıkta bir omur diğerinin üzerinde genellikle öne doğru yer değiştirir. Bu kayma olayı sonucunda, omurganın içinden geçen omur iliğimiz sıkışır ve her iki bacakta ağrı, uyuşukluk ve yanma gibi şikayetler meydana gelir. Beş çeşit bel kayması tipi mevcuttur. Bunlardan en çok karşılaşılanları; yaşlılıkta görülen dejenerasyona bağlı kaymalar, ameliyat sonrası gelişen kaymalar ve çocukluk çağında omurlardaki doğumsal sorunlara bağlı gelişen kaymalardır.
İnsanların yaklaşık % 5’inde bel bölgesinin alt kısmındaki omurların üst ve alt eklemlerini birleştiren kemik kısmında (faset eklemler) gelişimsel bir kırık olabilir. Bu kırıklara “spondilolizis” denir. Bu bölgenin çok hareketli olması nedeniyle oluşan kırıklar çoğu zaman iyileşmeyebilir. Ancak bu kırıklar genelde adolesan çağda ağrıya neden olurken erişkin çağlarda ciddi sorun yaratmayabilirler. Bazı hastalarda ise kırık nedeniyle üstteki omurlar alttaki omurgaya göre öne doğru kayabilirler.
Bu duruma da “bel kayması” ya da “spondilolistezis” denir. Spondilolistezis kayma miktarına bağlı olarak daha ciddi sorunlara neden olabilir. Bu tip kırık nedeniyle olan bel kaymaları tıp dilinde “istmik spondilolistezis” olarak adlandırılır.
Bel kaymasının diğer bir türü ise omurgada ve çevresindeki bağ dokularında yaşlanma sonucu meydana gelen yıpranma nedeniyle görülen bel kaymasıdır. Genellikle 40 yaş üstünde oluşan bu sorun “dejeneratif spondilolistezis” olarak adlandırılır. Dejeneratif bel kaymalarına çoğunlukla dar kanal da eşlik eder.
Bel kaymasında genellikle ilk oluşan şikayet bel ağrısıdır. Ağrıyı bacaklarda hissizlik, adale gerginliği, güçsüzlük, bel eğiminde artış veya yürümede güçlük şikayetleri izleyebilmektedir. Bu şikayetler istirahat ile geçici olarak rahatlatılsa da genellikle ayakta durma, yürüme ve diğer aktivitelerle ağrılarda artış gözlenebilmektedir.
Stres kırıkları (spondilolizis) her zaman klinik belirti vermeyebilir. Bazen başka nedenlerle çekilen bel filmlerinde tesadüfen ortaya çıkabilir. Patoloji semptomatik bir hale gelirse genellikle ilk oluşan şikayet bel bölgesinde ağrıdır. Bel kaymaları da kayma oluştuktan yıllar sonra bile belirti vermeyebilir. Görülen belirtiler arasında bel ve kalça ağrısı; bacaklarda hissizlik, ağrı, adale gerginliği, güçsüzlük, bel eğiminde artış veya yürümede güçlüğü sayılabilir. Bu belirtilerde istirahat ile geçici bir rahatlama oluşsa da genellikle ayakta durma, yürüme ve diğer aktivitelerle ağrılar artar.
Bel kayması tedavisi
Şikayet oluşturmayan stres kırıklarının ve bel kaymalarının takip edilmesi uygundur. Yine hafif dereceli kaymalarda istirahat, ağrı kesici ve antiinflamatuar ilaçlar, geçici korse kullanımı ve fizik tedavi yöntemlerinden biri veya birkaçı ile şikayetlerde rahatlama sağlanabilir. Bel ağrısı ile birlikte sinir sıkışmasına bağlı bacak ağrısı ve uyuşma var ise epidural veya foraminal enjeksiyonlar tedaviye eklenebilir.
Adelosan dönemde görülen stres kırıkları ağrıya yol açıyor ve gençlerin aktivitelerini kısıtlıyorsa cerrahi olarak tedavi edilmelidir. Cerrahi tedavide en uygun yöntem hekiminizce belirlenir. Genellikle tercih edilen yöntem, kırık bölgenin kaynatılması için taze kemik greftleri ile desteklenmesiyle birlikte vida veya çengellerle sabitlenmesidir. Kliniğimizde uzun yıllardır oluşan deneyim ile sadece bir omur için bu işlemi gerçekleştirmektedirler. Bir çeşit kırık tamiri olarak tanımlabilecek bu yöntemle kısa dönemde iyileşme elde edilmekte ve hastalarımız eski aktivitelerine bel hareketlerinde bir kısıtlanma olmadan kavuşmaktadır.
İleri yaşlarda oluşan kaymalarda da hastalık ilaç tedavisi ile azalmayan şikayetlere yol açıyor, sinir basısı bulguları oluşturuyor (Düşük ayak, idrar kaçırma…) ve ilerleme gösteriyorsa cerrahi tedavi gereklidir. Cerrahi tedavide kayma bölgesindeki sinirler serbestleştirilir ve omurlar birbirine sabitlenerek kaymanın ilerlemesi önlenmiş olur. Ameliyat işlemi önden veya arkadan ya da her iki taraftan yapılabilir. Ameliyat sonrası uygulanan rehabilitasyon programları ile iyileşme süreci desteklenir.
Bel kaymasının tedavisinde kayma hafif derecede ise istirahat, ağrı kesici ve antiinflamatuar ilaçlar, geçici korse kullanımı ve fizik tedavi yöntemlerinden biri veya birkaçı önerilebilir. Bel ağrısı ile birlikte sinir sıkışması da mevcut ise epidural veya foraminal enjeksiyonlar tedaviye eklenebilmektedir.
İlaç tedavisi ve ek uygulamalarla geçmeyen ağrı durumlarında ise cerrahi tedavi seçeneği düşünülür. Bel kaymasının cerrahi tedavisinde kayma bölgesindeki sinirler serbestleştirilir ve omurlar birbirine sabitlenerek kaymanın ilerlemesi önlenir. Ameliyat işlemi önden veya arkadan ya da her iki taraftan yapılabilir. Ameliyat sonrası rehabilitasyon programları iyileşme sürecini hızlandırmada yarar sağlayabilmektedir.
Hastanemizin uzman fizyoterapist kadrosu, ameliyat sonrası birinci günden itibaren hastalarımızın rehabilitasyonuna başlamaktadır. Hastaneden çıkmadan hastalarımıza yataktan kalkma, yürüme ve merdiven çıkma gibi günlük hareketler detaylı olarak öğretilir.
BEL SOĞUKLUĞU
Bel Soğukluğu nedir? Bel Soğukluğu nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Hem erkekler hem de kadınlarda görülen bel soğukluğu nedir? Bel soğukluğunun nedenleri, belirtileri… Genellikle genital bölgelerde ağrı ve diğer semptomlara neden olan bel soğukluğunun tedavisi hakkında öğrenmek istediğiniz tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
BEL SOĞUKLUĞU (GONORE) NEDİR?
Cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır (STD). Neisseria gonorrhoeae adlı bir bakteriden kaynaklanır. Diğer mikroplarda olduğu gibi, başka bir kişide enfekte olmuş bir bölgeye dokunmaktan bel soğukluğuna neden olan bakteriyi alabilirsiniz. Bu mikroplar vücutta birkaç saniyeden daha uzun bir süre boyunca yaşayamazlar, bu nedenle bel soğukluğu, klozet veya kıyafetler gibi nesnelere dokunarak bulaşmaz.
Küresel olarak, her yıl yaklaşık 78 milyon yeni gonore vakası teşhis edilmektedir.
Bel soğukluğu kolayca tedavi edilir, ancak ciddi ve bazen kalıcı komplikasyonlara neden olabilir. Gonore enfeksiyonu uterusu veya fallop tüplerini etkilediği zaman kadınlarda pelvik inflamatuar hastalık görülür. Pelvik inflamatuar hastalık ile ilişkili en ciddi komplikasyon infertilitedir (kısırlık). Bel soğukluğu olan erkeklerde komplikasyonlar arasında epididimit (sperm taşıyan tüpün enflamasyonu) ve infertilite (kısırlık) bulunur.
BEL SOĞUKLUĞU NEDENLERİ
Neisseria gonorrhoeae isimli bakterinin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Genellikle cinsel olarak aktif olunan 15-40 yaşlarında sık görülür. Bu hastalık vajinal, anal ya da oral ilişki yoluyla bulaşır. Aynı zamanda doğum sırasında anneden bebeğe geçebilir.
BEL SOĞUKLUĞU BELİRTİLERİ
Aktif gonorreal enfeksiyona rağmen semptomlar olmayabilir. Semptomlar, enfeksiyona maruz kaldıktan sonraki 1-14 gün arasında herhangi bir yerde ortaya çıkabilir. Erkekler ve kadınlar biraz farklı semptomlar yaşarlar; bunlar şunları içerebilir:
Erkekler:
– İdrar yaparken yanma ve penisten gelen beyaz, sarı ya da yeşilimsi akıntı
– Penis başında şişme yada kızarıklık
– Testislerde şişme yada ağrı
– Prostat iltihabına (prostatit) neden olabilir.
– Geçmeyen boğaz enfeksiyonu: Boğazda ağrı, kaşıntı, yutma güçlüğü ve boyun lenflerinde şişlik.
– Gözlerde ağrı, kızarıklık veya ışığa hassasiyet
– Eklemlerde kızarıklık ve ağrı
– Anal bölgede kaşıntı, ağrı veya kanama. Bu belirti anla bölgeyi tuttuğunu gösterir ve kadınlarda da görülebilir.
Bu belirtiler görüldükten sonra hastalık tedavi edilse bile bakteri vücutta birkaç hafta daha kalır.
Kadınlar:
– Vajinal akıntı
– İdrar yanması veya idrar yaparken ağrı
– İdrar yollarından koyu renkli akıntı
– Sık idrara çıkma
– Menstural dönemin(adet dönemi) daha ağır geçmesi
– Boğaz enfeksiyonu
– Cinsel ilişki sırasında ağrı veya kanama
– Karnın alt bölgesinde ağrı görülebilir.
Kadınlarda enfeksiyon ilerleyip tüplere ulaşırsa, burada oluşabilecek skar dokusu nedeniyle kısırlık gelişebilir.
Hem erkek hem de kadınlarda enfeksiyon bölgesindeki bakterinin kan yolu ile yayılımı sonrası sistemik belirtiler ortaya çıkar. Bu belirtiler:
– Aralıklı ateş
– Eklem ağrıları
– Eklem iltihapları: özellikle diz, ayak bileği ve el bileğini etkiler
– Çeşitli cilt bulguları
Bu bakteri çok nadir olarak kalbin iç tabakasını tutarak iltihaplanmaya (endokardit) ve beyin zarını tutarak menenjite neden olur. Bu hastalıklar nadir görülse de oldukça ciddi sonuçlar doğurabilir.
BEL SOĞUKLUĞU TEDAVİSİ
Bel soğukluğu maruziyeti sonrası ilk 24 saatte başlanan etkin ilaç tedavisi koruma sağlar. Partnerin de aynı anda tedavi edilmesi enfeksiyonu kontrol altına almada önemlidir.
Güncel tedavide seftriakson, sefoksim, sefiksim, doksosiklin, streptomisin, levofloksasin ve azitromisin isimli etken maddeleri içeren antibiyotiklerin çeşitli kombinasyonları verilmektedir. Hangi antibiyotiğin hangi dozda verileceği hastalığın nereyi tuttuğuna, yaygınlığına ve diğer hasta faktörlerine göre doktorunuz tarafından seçilir. Son yıllarda bazı antibiyotiklere karşı direnç gelişmiştir. Sizin için en doğru antibiyotiğin hangisi olduğuna doktorunuz karar verecektir. Tedavi süresince cinsel ilişkiden kaçınmanız gerekmektedir.
İlaç tedavisi tamamlandıktan sonra yeniden test yaptırmanız gerekebilir.
BESİN ZEHİRLENMESİ
Besinler birçok infeksiyon hastalığının bulaşmasında aracı rol oynayabilirler. Bu hastalıklardan özel bulgularla seyredenlerin dışında daha çok bulantı, kusma, ishal gibi gastrointestinal semptomlarla seyredenler besin zehirlenmesi olarak tanımlanır.
Besin zehirlenmesi başlığı altında yer alan diğer bir konu da infeksiyöz olmayan ve yenilen besinlerin kendilerinin içerdiği toksinler nedeniyle oluşan klinik tablolardır. Bunlara örnek olarak mantar zehirlenmesi, bal zehirlenmesi, deniz ürünleri zehirlenmesi sayılabilir.
Tanı ve klinik bulgular
Esas klinik tabloyu bulantı ve kusma oluşturur. İshal buna eşlik edebilir, ateş beklenen bir bulgu değildir. Klinik tablo besinin üzerinde ürerken bakterinin saldığı toksinin besinle birlikte alınması ile 1-6 saat gibi kısa bir sürede ortaya çıkar.
Etyoloji
Bu tabloya neden olan iki bakteri Staphylococus aureus ve kusmaya neden olan toksin salan Bacillus cereus dur.
Bakır, çinko, demir, kadmiyum, teneke gibi kapların içinde bekletilmiş asidik yiyeceklerle de 5-60 dakika içinde ortaya çıkan bulantı, kusma, karın ağrısı ve ek olarak metalik tat ile kendini gösteren bir tablo gelişir. Kadmiyum ve çinko miyalji’ye, kadmiyum hipersalivasyona neden olur. Semptomlar kendi kendine düzelir.
Epidemiyoloji
S. aureus özellikle proteinden zengin şeker veya tuz içeren besinlerde rahatlıkla üreyebilir. Bu nedenle salam, kremalı yiyecekler, mayonezli patates salatası diğer yumurtalı salatalar stafilokoksik besin zehirlenmesinde rol oynayan belli başlı yiyeceklerdir. Besinin görünüm ve kokusu normaldir. Her mevsim görülebilir. B. cereus ile oluşmuş besin zehirlenmelerinin bir çoğu Çin restoranlarında kızarmış pirinç yiyenlerde görülmüş ve pirincin kızartılmasından önce hafif haşlanıp oda ısısında bekletilmesi sırasında B. cereus’un sporlu şeklinden vegetatif formuna dönüşmesi ve toksin salması ile açıklanmıştır. Ülkemizde yayınlanan bir B. cereus toplu besin zehirlenmesinde pilav kaynak besin olarak bildirilmiştir.Ayrıca süt tozu, puding, vanilya sosu ve kurutulmuş sebze gibi yiyeceklerin de B. cereus zehirlenmesine yol açtığı bildirilmiştir.
Tanı
Tanı için hastanın kusmuk ve dışkısı ile yenilen gıdadan kültür yapılır. S. aureus besin zehirlenmesinde yiyecek hazırlayan kişinin S. aureus portörü olup olmadığının araştırılması uygun olur. Besin hazırlayıcısında pürülan bir cilt lezyonunun olma olasılığı da unutulmamalıdır.Etken olguların hemen hepsinde S. aureus’tur, ancak S. epidermidis’in neden olduğu bir toplu besin zehirlenmesi bildirilmiştir . S.aureus besin zehirlenmesi salgınlarının araştırılmasında doğrulama için şüpheli besinden, hastaların kusmuk ve dışkılarından, besin hazırlayıcıların ellerinden veya deri lezyonlarından izole edilen S.aureus suşlarının aynı faj tipi olduğu gösterilebilir. Doğrulama için şüpheli besinde gram başına 105 den fazla S.aureus izole edildiğinin belirlenmesi veya stafilokokal enterotoksinin besinde jel difüzyon, RIA, hemaglütinasyon, immünfloresans veya ELISA gibi yöntemlerle saptanması da mümkündür
Tedavi
Antibiyotik tedavisi gerekmez.
BEYİN ABSESİ
Lomber fonksiyon kafa içerisindeki basıncın ani değişikliklerine neden olabileceğinden kontrendikedir. CT ve MRI lokalize infeksiyonun gösterilmesinde en efektif tetkiklerdir.
Ayırıcı tanı
Kontrastlı CT’de halka şeklinde boyanma gösteren beyin apseleriyle aynı şekilde görüntü veren yüksek grade’li gliomlar, metastatik tumörler ve bazen infarktlar ayırıcı tanı göz önüne alınmalıdır.
Tedavi
Çapı 2 cm’den küçük olan lezyonlar, gerek klinik olarak ve gerekse CT ve MRI görüntüleriyle orta hat yapılarında belirgin yer değiştirmeye yol açmamışsa uygun antibiyotik ile medikal tedavi şansları yüksektir. Ancak medikal tedavi ile yeterli küçülme olmayanlarda cerrahi tedavi şarttır.
BEYİN DAMAR HASTALIKLARI (FELÇLER – İNME)
Serebrovasküler hastalık (halk arasında bilinen ismiyle inme/felç), kalp hastalığı ve kanserden sonra en sık görülen ölüm sebebidir. Bu hastalık, kan damarlarının patolojik süreci sonucu oluşan her türlü anormalliği belirtmektedir. Beyin damarlarında oluşan tıkanıklık ve kanama sonucu meydana gelen hasarlar sonucu değişik şikayetler ortaya çıkabilir. Yaşayan hastaların ağır sekelli olarak (yatalak ve bakıma muhtaç halde) olmalarına neden olur. Hasta sahipleri ve hasta bakıcıların özen göstermesi ve bu gurup hastalık hakkında bilgilendirilmeleri gerekir.
A) Akut İnme Sendromu: Beyin damarlarının ani olarak tıkanması veya kanaması sonucu ortaya çıkan ve vücudun bir yarısında felç gelişmesine neden olan klinik bir tablodur. Akut inme, en sık olarak, beyin damarlarının, beyin dışı kaynaklardan (kalp ve buradan çıkan damarlardan) pıhtı atması veya küçük damar tıkanıklıkları sonucu oluşur.
1) İskemik İnme: Beyin damarlarının bazı nedenlerle tıkanması sonucu ortaya çıkan klinik tablodur.
a) Geçici İskemik Atak: Beyin kan akımının çoğu kez birkaç dakika (bazı durumlarda 24 saate kadar süren) süreyle azalması sonucu oluşan nörolojik bozukluktur. Geçici iskemik atak ile inmenin farkını çözümlemek hekime bağlı bir durumdur. Bu ataklar, ileride gelişecek inmeler için uyarılar verir.
b) Embolik İnme: İnmelerin 1/4 gibi bir oranı, beyin dışı büyük damarlardan ve kalpten gelen pıhtının beyin damarlarını tıkaması sonucu oluşur. Böylece akut inme ortaya çıkar.
c) Lakuner İnme: Küçük damarların sulama alanındaki küçük infarktlardır. Genellikle yüksek tansiyon gibi damar sertliği yapan küçük damar hastalıklarında görülür.
d) Geniş Arter Hastalığı:
-Aortik ark ateromları veya trombüslerinin beyin damar dolaşımını tıkaması sonucu gelişen inmedir.
-Asemptomatik servikal üfürüm ve karotis stenozu olan hastalarda infarkt riski yüksektir. Bu hastaların %2’si her yıl bir inme geçirecektir.
2) Hemorajik Bozukluklar: Beyin dokusu içine kanamadır. En sık olarak yüksek tansiyon ile ilişkilidir.
a) Subaraknoid Kanama: En çok travma veya yırtılmış kiraz benzeri anevrizma kanaması sonucu oluşan beyin zarları arasına kanamadır. Diğer nedenleri arasında koagülopatiler, mikotik anevrizmalar, arteriovenöz malformasyon, vaskülit ve sempatomimetik ilaçlar bulunmaktadır. En önemli bulgusu, ilk anda çok şiddetli baş ağrısıdır ve bu ağrı diğer baş ağrılarına benzemez. Böyle bir ağrı hisseden kişiler vakit geçirmeden hastaneye başvurmalı ve bu kişilere bilgisayarlı tomografi (BT) çekilmelidir. Bu tip bir kanama tespit edildiğinde kanayan damar acilen tespit edilmeli ve hasta opere edilmelidir.
b) Beyin Kanaması: Genellikle tansiyon yüksekliği sonucu ortaya çıkan kanamalardır ve beynin ortasında derinliklerde gelişir. Bazen de arteriovenöz malformasyon dediğimiz damar yumakçıklarının kanaması ile de beynin diğer bölgelerinde gelişebilir. Bu hastaların da teşhisinde ilk adımda bilgisayarlı tomografi (BT) yapılması gerekir. Hastalığın seyri diğer inmelerdeki gibidir. Kanamanın büyüklüğüne göre boşaltılması gerekebilir.
B) İnme Hastasına Yaklaşım: Her inme problemi ayrı bir yaklaşım gerektirir. Bir inme hastasında ortaya çıkan problemlerin herbirisiyle ayrı ayrı ilgilenmek ve buna göre tedavi yapmak gerekir.
Komadaki bir hastada, aşırı tansiyon yükselmesi veya subaraknoid kanama ya da beyin veya beyin sapı infarktı komaya neden olmuş olabilir. Bu durumda tanıya göre yol izlemek gerekir. Beyin sapında baziler arterinde tıkanma yapan pıhtının eritilmesi (trombolizis) veya beyin yarıkürelerindeki kanamanın boşaltılması bazı hastalarda hayat kurtarıcı olur ve derin komanın gelişmesini önler. Subaraknoid kanama veya beyincikteki inme sonrası gelişen hidrosefalinin drenajı iyi sonuçlar verir.
Koma gelişmeden de sıklıkla inme görülür ve buna göre inmenin tipi tetkiklerle belirlenmeli ve tedavi edilmelidir. Bu tür hastalar, yaşadığı için, uzun dönemde planlar, rehabilitasyon ve gelişebilecek başka bir inmenin önlenmesi üzerine yapılmalıdır. Burada tromboz ile embolinin ayırt edilmesi önemli ve gereklidir.
İnme bazen başka bir hastalık olarak maskelenebilir ve yanlış tanı konabilir. Sonuç olarak inme öyküsüyle gelen bir hastada tamamen düzelme varsa inmenin tipini doğru belirlemek birinci adımdır. Gerekli tetkikleri yaparak tekrarını önlemek için önlemler alınmalıdır.
BEYİN KANAMASI
Beyin kanaması kafatası içerisinde gerçekleşen kanamalara verilen ortak isimdir.Kanamaya yol açabilen çeşitli nedenler vardır ve kanama nedeniyle oluşan hayati risk, kanama nedenine, kanamanın yerine ve miktarına bağlıdır.
Beyin kanamasına yol açan durumlar
• Kafa travması; başın darbe almasıdır. Darbenin geldiği yer ve kafada yarattığı hasara bağlı olarak (kemik kırığı, beyin dokusu hasarı, damar zedelenmesi gibi) gelişen beyin kanamaları çeşitli tip ve kompartmanlarda olabilir.
• Hipertansiyon; kan basıncının yükselmesi sonucunda beyin dokusu içerisine veya beyni saran zarların arasına kanama oluşabilir.
• Damar hastalığına bağlı olarak anevrizma gibi damar cidarında zayıflamaya neden olan durumlarda ortaya çıkan beyin kanamaları genellikle beyni saran zarların arasına olur.
• Beyin içerisindeki küçük toplardamarlarda veya beynin ana toplardamarlarında ortaya çıkan tıkanıklık sonucunda beyin kanaması oluşabilir.
• Yeterli kan gelmediği için veya başka nedenlerle hasar görmüş beyin dokusu içerisinde kanama gelişebilir.
• Bazı beyin tümörlerinde, tümör içi kanamalar oluşabilir.
• Bazı kan hastalıklarında vücudun diğer organlarında olduğu gibi, beyin kanaması da görülebilir.
Kaç tip beyin kanaması vardır?
Beyin kanamasına yol açan durumlara göre sınıflandırılabileceği gibi (travmatik, hipertansif, anevrizmatik, intratümöral, venöz kanamalar) gerçekleştiği bölgeye göre de beyin kanamalarını sınıflandırılabiliriz. Beyin dokusu içerisindeki kanamalara intraserebral kanama denirken, beyin içindeki su dolu boşlukların (ventriküller) içerisine olan kanamaya intraventriküler kanama denir. Beyni saran en dış tabaka zarla kafatası arasındaki aralıkta oluşan kanamaya da epidural kanama adı verilir. Epidural kanama genellikle kafa travmaları ve kırıkları sonucunda görülür.
Subdural kanama ise beyni saran zarlar arasındaki kanamadır. Travma, damar zedelenmesi, kan hastalığı, kafa içi basınç azalması gibi nedenlere bağlı olabileceği, kendiliğinden de gelişebilir.
Subaraknoid kanama: beyni saran zarların en iç tabakası ile orta tabaka arasında gelişen kanamalardır. En sık nedeni, beyin damarının anevrizma gibi bir nedenle kanamasıdır. Travma veya enfeksiyona da bağlı olarak gelişebilir.
Beyin kanamalarında acil tanı ve tedavi
Beyin kanamasını araştırmak için kullanılan en pratik yöntem “bilgisayarlı tomografik görüntüleme“ (BT) incelemesidir. Bazı durumlarda “manyetik rezonans görütüleme“ yöntemi kullanılabilir.
Beyin kanaması tıbbın en acil ve riskli durumlarından birisidir. Kısa sürede ölüm veya felçe yol açabilen bu tablo, çok acil ameliyat gerektirebilir. Ancak, her beyin kanamasının da mutlaka acilen ameliyat edilmesi gerekmeyebilir. Tedavi zamanı ve yöntemi kanamanın yeri, miktarı ve nedenine göre değişebilir.
Beyin krizinde zamanın önemi
Siniri, insan vücudunun kansız kalmaya en hassas olan hücresidir. Kısa bir süre için dahi olsa kansız kalan sinir dokusu (beyin ve omurilik dokusu) artık geri dönüşü olmayan hasara uğrar. Tıkanan beyin atardamarının beslediği doku, birkaç saat içerisinde tamamen yaşamını yitirir ve bu hasarın geri dönüşü mümkün değildir. Hasar göern bu merkezi alanın çevresinde beslenmesi önemli oranda azalmış bir çevre doku vardır ki, çoğu kez yapılan acil inme tedavileri bu dokuya yeniden yeterli kan gitmesini sağlayarak hasarı minimum seviyede tutmaktır.
Oksijen yokluğuna/kansızlığa bu denli hassas olan dokuların olabildiğince fazlasını kurtarabilmek amacıyla tedaviye “mümkün olan en kısa zamanda” başlanması şarttır. Halk arasında çok yaygın olarak kullanılan atasözünün buradaki uyarlaması “zaman beyindir” olarak kabul edilmelidir. Şikayetlerin ortaya çıkmasından sonraki en kısa zamanda uygun bir hastaneye ulaşılarak derhal tedaviye başlanması hayati önem taşımaktadır.
Geçici iskemik atak, ihmal edilebilecek basit ve zararsız bir olay değildir. Yaklaşmakta olan inmenin habercisi olabilir. Bu önemli uyarıcı bulgunun gözden kaçması veya önem verilmemesi halinde, izleyen günlerde ortaya çıkabilecek kalıcı sakatlık veya ölümden kurtulma şansı yitirilmiş olabilir. Geçici iskemik atakğı izleyen 90 gün içinde inme geçirme riski yaklaşık % 10’ dur. Bu olguların yaklaşım yarısı ilk 1-2 gün içinde gerçekleşir.
Geçici iskemik atak geçiren hastalar acil yoğun bakım koşullarında izlenmelidir. İlk saatlerde acile başvurulması halinde, detaylı klinik ve laboratuar inceleme ve değerlendirmelerden sonra uygun hastalara trombolitik tedavi uygulanmalıdır. “Tromboembolik tedavi“, toplardamar yoluyla veya anjiografi yöntemi kullanılarak tıkanmanın oluştuğu damar bölgesine pıhtı eritici ilaç verilmesidir. Bu tedavi uygulanmadan once beynin bilgisayarlı tomografi ile incelenmesi gerekir. Bu incelemenin amacı, klinik ve muayene bulguları birbirine çok benzeyen tıkayıcı damar hastalığına bağlı inme ile beyin kanamasına bağlı inme arasında ayıcı tanı yapılmasıdır. Tedavisi tamamen zıt olan bu hastalıklardan hangisinin etken olduğu mutlaka belirlenmelidir. Geçici iskemi ataklar yanlışlıkla migren, nöbet, periferik nöropati veya anksiyete olarak yorumlanabilir.
BEYİN TÜMÖRLERİ
Beyin tümörleri, kafatası içerisinde büyüyerek beyin üzerine baskı yaparlar. Bulundukları bölgeye ve baskı altında tuttukları beyin alanına göre belirtiler verirler. Ancak kafa içinde yer kaplayan bütün vakalarda olduğu gibi öncelikle kafa içi basıncın artmasına bağlı belirtileri gösterirler. Tümör düzensiz bir şekilde büyümeye devam eder ve genişleme, büyüme imkânı olmayan kafatası içerisinde beyin üzerine baskı yapmaya başlar.
tümör kötü huylu olduğu takdirde vücutta başka türlü hastalıklarada yol açabilir.Tümör ameliyat ile alınacagı gibi eger iyi huyluysada ışınlada alınabilir
1. Baş ağrısı
2. Epilepsi benzeri bayılmalar
3. Vücudun bazı bölgelerinde kısmi felçler
4. Şiddetli kusmalar
5. Bazı fiziksel yeteneklerimizin kaybı
6. Kişilik bozuklukları
Beyin tümörleri genellikle birincil ya da ikincil olarak sınıflandırılırlar ve bunlar (genellikle) vücudun herhangi bir yerinde başlayıp beyne metastaz yapanlar ve beyinde oluşanlardır. 9 yaş altı ve 55 yaş üstü daha sıklıkla görülen beyin kanserlerine, beyaz ırkta ve erkeklerde daha çok rastlanır.
• Başağrısı
• Kusma
• Sara tarzında bayılma nöbetleri
• İlerlemiş dönemlerde (Beyinde yerleştiği yere göre) vücudun bazı bölgelerinde felç belirtileri
• Kişilik bozuklukları, bazı yeteneklerde (hesap yapma yazı yazma gibi) bozulma
Ēteşhis
Yukarıdaki belirtiler görüldüğünde kafa içi basıncın artmasından şüphelenilir
Çeşitleri
İyi huylu tümörler
İyi huylu tümörler: Yavaş üreme hızına sahiptirler. Ayrıca beyin dokusundan kolaylıkla ayrılabilirler ve tümü veya tümüne yakın kısmı çıkarılabilir. Bu nedenle ameliyat sonrası sonuçları çok iyidir. Bazen iyi huylu tümörlerin hepsi çıkarılamadığı takdirde bölgesel ışın tedavisi uygulanabilir.
Tedavi
Beyin tümörlerinin tedavisi cerrahidir. İster iyi huylu, ister kötü huylu olsun, tüm tümörler cerrahi olarak tedavi edilirler. Ancak bazı durumlarda cerrahi uygulamak mümkün olmayabilir. Şayet tümör beynin çok hassas olan bazı hayati bölgelerine yerleşmişse bu bölgelere dokunmak hayati tehlike yarattığından tümör yerinde bırakılabilir. Bu durumda sadece ışın tedavisi ve ilaç tedavisi (kemoterapi) uygulaması yapılabilir.
Vücudun diğer bölümlerinde oluşan daha sonra beyine sıçrayan tümörlere, metastaz denilmektedir. Özellikle akciğer kanseri beyine yayılabilir ve kötü huylu tümörlerdendir. Cerrahi müdahale yapılsa bile sonuçlar yüz güldürücü değildir. Hatta bazı vakalarda birkaç tane odak halinde yayılma varsa cerrahi bile uygulanmayabilir. Hasta kemoterapi ve ışın tedavisine alınır.
BEYİNCİK KÜÇÜLMESİ
Beyincik Küçülmesi, Genelde yaşlılarda görülen ve halk arasında bunama olarak tıp alanında ise alzheimer ya da demans olarak adlandırılan bir hastalık türüdür. Beyinde yer alan hücrelerin zamanla bütün işlevini kaybederek ölmesi soncunda beyin yavaş, yavaş büzülerek küçülmeye başlar. Beyincik küçülmesi ile sebep olduğu hastalık türlerinin bir tedavi yöntemi yoktur. Fakat bu rahatsızlığı önlemek için çözümler üretilmektedir.
Alzheimer,
Bir demans hastalığı türüdür. Alzheimer hastası kişinin hafızasının etkilenerek zamanla olay ve kişileri unutmasına sebep olur. Yine yavaş, yavaş oluşan alzheimer hastalığı giyinememe, yön bulamama, idrara tutamama ve unutkanlık daha birçok davranış bozukluğuna yol açmaktadır. Alzheimer hastalığının en önemli faktörü ileri yaştır. Kişilerde yaşlanma ile birlikte beliren beyin damarlarında yıpranma ile beyin hücrelerinin işlevselliğini kaybederek ölmesi beyinciğin küçülmesi ve alzheimer hastalığı olasılığını yaş ilerledikçe artırır. Alzheimer hastalık türü beyin hücrelerinin beklenilenden daha erken ölmesinin sonucunda oluşmaktadır. Beyin tümörü yada bulaşıcı bir hastalık değildir.
Demans,
Bunama olarak adlandırılan bu hastalık türü beyinciğin küçülmesine bağlı olarak ilerleyen yaşta kişilerde ortaya çıkmakta ve yavaş, yavaş oluşan beynin gündelik yaşamı sürdürme, bilgi ile davranış konularında yetersizlik yaşamasına sebep olur. Hafızanın yanı sıra kişinin alet kullanma gibi becerilerinin de kaybolmasına sebep olur.
Beyincik Küçülmesinin Olduğu Hastalarda Görülen Başlıca Belirtiler,
• Canlı hayaller görmek
• Unutkanlık
• İdrar kaçırma
• Edinilen becerileri yapmakta oldukça zorlanma
• Bellek kaybı
• Yön, yol bulamama
• Anlama bozuklukları
• Aritmetik işlemler yapamama
• Davranış ile kişilik değişiklikleri
• İçe kapanma
• Dili kullanmada ortaya çıkan bozukluklar
Alzheimer Sebepleri,
• APOE 4 taşıyıcılığı
• Yaş faktörü alzheimer hastalığında değiştirilmez bir etkendir ve ilk sebebidir.
• Düşük eğitim seviyesi
• Geçmişte kişinin yaşamış olduğu büyük depresyonlar yaşlılık ile birleşerek beyin hücrelerinin beklenenden daha da hızlı ölmesine yol açmaktadır.
• Geçmişte kişinin kafasına almış olduğu yaralanma ve büyük darbeler
• Kolesterol yükselmesi, damar hastalıkları, yüksek tansiyon ve kalp krizi gibi hastalıklar
BİTLENME
Bitlerin derideki küçük ısırıkları aşırı kaşıntıya neden olan küçük yaralar meydana getirir. Aşırı kaşıntının bir nedeni de bitin tükürüğünün bu yaralara nüfuz etmesidir. Aşırı kaşıma isteği, deride zedelenmeye yol açarken, lenf düğümlerinde de şişme meydana gelebilir.
Bitler nasıl fark edilir?
Başın veya vücudun belli bölgelerinin çok fazla kaşınması, bitlenmenin ilk belirtileri olabilir. İlk olarak saçları itinayla inceleme altına almalıyız. Dikkat edilmesi gereken sadece bitler değildir. Saçı incelerken saçlara sıkı bir şekilde yapışan bit sirkelerinin (bit yumurtası) olup olmadığı da incelenmelidir. Bitlerin en çok görüldüğü bölgeler; başın üst, yan ve kulak arkası bölümleridir. Sirkeler ve bitler gözle kolayca görülebilirler. Ancak çok açık renkli saçlarda büyüteç kullanmak gerekebilir.
Bit Sirkesi Hakkında:
Bit sirkesi dediğimiz küçük gri-beyaz kabukçuklar bitlerin yumurtalarıdır. Yumurtaların büyüklüğü yaklaşık 0,8-1 mm’dir. Larvaların boyutları biraz daha küçüktür. Bilinmesi gereken önemli bir unsur da, bitlerin 3 farklı aşamada üredikleridir. Her bir nesil arasında en az 18 gün bulunmaktadır. Bit sirkelerinin larvaya dönüşmesi 7 ila 10 gün ve yine larvaların bite dönüşmesi de 7 ila 10 gün sürmektedir. Son deri değişiminden yaklaşık 1 ila 2 gün sonra larvalar artık birer erişkin bit halini almıştır ve üreme süreci tekrar başından başlamaktadır.
Bit sirkeleri saça diplerine yakın bir yerden çok güçlü bir madde sayesinde sıkı bir şekilde yapışıktırlarından normal bir saç yıkamasıyla bunlardan kurtulmak mümkün değildir. Bit sirkelerini kepekten veya diğer küçük maddelerden ayıran en önemli özellik, saça sıkı bir şekilde yapışık olmaları nedeniyle saçtan kolayca ayrılmamalarıdır.
Bit sirkeleri, başın dışında vücudun üst bölümündeki kaş, sakal veya koltuk altı gibi kıllı bölümlerine de yerleşebilirler. Bitlenme çok güçlü bir şekilde yayıldığında, bit sirkeleri başörtüsü, şapka, atkı veya saç bandı gibi giyim eşyalarının kumaş dokularının arasına da yerleşebilmektedir.
Nasıl bulaşır?
Bitler insandan insana, bir kafadan diğer kafaya kolayca geçerler. Başında bit bulunan bir kişiyle yakın temas, oyun oynarken veya okulda başların birbirine yaslanması veya yüze düşen saçların hızlı bir şekilde arkaya atılması dahi bitlerin bulaşması için yeterli olabilmektedir. Başörtüsü, yastık, örtü, tarak, saç fırçası veya tüylü küçük oyuncaklar gibi eşyaların ortak kullanımı da bitlerin yayılmasını kolaylaştıran etmenlerdendir. Dolapların içinde yan yana asılmış durumdaki giyim eşyaları (örneğin, başörtüsü, şapka vs.) aracılığıyla da bitler kolayca bu eşyaları kullanan kişilere geçerler.
Bitlenme karşısında kesin çözüm yolları:
1- Bitlerden kurtulmak için bitleri öldüren bir madde kullanmak gereklidir.
2- Bunun için gerekli maddeleri doktorunuz veya doğrudan eczane aracılığıyla edinebilirsiniz.
3- Bitten arındırma müdahalesi küçük bir bebek veya çocuk üzerinde veya hamilelik ve emzirme döneminde yapılacaksa mutlak suretle bir doktora danışılmalıdır.
4- Doktordan veya eczaneden edindiğiniz ilaçlı maddeyi kullanmadan önce paket içeriğindeki prospektüsü baştan sona mutlaka okuyunuz ve talimatları birebir uygulayınız. Ancak bu şekilde etkili bir sonuç almak mümkün olacaktır.
5- Saç ne kadar kısa olursa müdahale de o denli kolay ve sonuç da o kadar başarılı olacaktır.
6- Baş yıkanırken son durulama suyuna mutlaka belli miktarda sirke karıştırılmış olmalıdır. Karışım 5 birim suya karşılık bir birim % 6’lık yemeklik sirkeden oluşmalıdır. Sirkenin, bit yumurtalarının (bit sirkesi) saça tutundukları maddeyi yumuşatma özelliği bulunmaktadır. Şifalı Bitkiler
7- Baş yıkandıktan sonra saçlar tırnak aralıkları çok dar olan özel bir tarak ile defalarca ve dikkatli bir şekilde taranarak sirkeler ayıklanmalıdır.
8- Bu işlemlerden sonra saçlar bit sirkesi açısından dikkatle incelenmelidir. Anti-bit ilaçlarının yanlış kullanımı, bit sirkelerinin hayatta kalması anlamına gelebileceğinden bitlerin bir iki hafta sonra tekrar ortaya çıkması söz konusu olabilir.
9- Tüm parazitlerden tam olarak kurtulabilmek için, ensenden başlayarak saçlar öne doğru küçük demetler halinde bağlanmalı ve diplerinde bit sirkesi olan kesimler dibe yakın yerden olacak şekilde kesilmelidir. Bu yöntem çok zaman alıcı olsa da, oldukça işe yarar.
Uygulama Hataları Nelerdir?
1- Yağlı durumdaki saça ilaçlı maddeyi kullanmayınız, etkisi yetersiz kalacaktır.
2- Uygulamadan önce saçı yağlandıracak şampuan veya solüsyon kullanarak saçı yıkamayınız.
3- Saçı iyice kurulayınız. Islak saç ilaçlı maddeyi incelterek etkisinin azalmasına neden olmaktadır.
4- Kalıcı ve güvenli bir uygulama olması açısından tüm prosedür 8 gün sonra tekrar edilmelidir. Çünkü hayatta kalmış olabilecek bit sirkeleri bu zaman zarfında larvaya dönüşmeye başlamaktadır.
5- Bitleri yok etmeye yönelik bu uygulama, bitin gelme ihtimali olan tüm ev halkı gibi yakın çevresindekileri de kapsayacak şekilde ve mümkünse aynı zamanda yapılmalıdır.
6- Başarılı bir müdahalenin ardından, özellikle çocuklar belirli bir zaman boyunca düzenli olarak kontrol edilmelidirler. Çünkü yapılan bu uygulama yeniden bit bulaşmasını önlememektedir.
7- Bit bulaşmış veya bitlerden tam olarak arındırılmamış kişilerle yakın temas kurulması, bitlerin tekrar bulaşmasına neden olacaktır. Bitlerin tekrar bulaştığının tespit edilmesi halinde, bitten arındırma uygulaması tekrar yapılmalıdır.
8- İşin en önemli kısmı, bitlerin kaynağının tespit edilmesidir. Öğretmenin veya velilerin bilgilendirilmesi oldukça önemli bir adım olacaktır.
Kullanım eşyaları ve çamaşırlar:
Çoğunlukla bitlerin geldiği yerle doğrudan teması olan eşyalar ve çamaşırlar bitleri veya bit sirkelerinin barındırmaktadır.
Tarak, saç ve elbise fırçası, toka, saç lastiği gibi saç süsleri: İyi bir şekilde temizlenmelidir (örneğin, bit şampuanı ile).
El bezleri, çamaşırlar ve nevresimler, giyim eşyaları, tüylü küçük oyuncaklar birer potansiyel taşıyıcı olabilirler.
En uygun bitten arındırma yöntemleri:
1- Çamaşırlar ya kaynatılarak veya en az 60 °C’de yıkanarak
2- -10 °C ila -15 °C’de bir günden fazla tutarak
3- Ağzını iyi bir şekilde kapatma imkanı olan bir naylon poşetin içinde dört hafta boyunca kapalı tutmak. Bu şekilde bitlerin ölmeleri ve sonradan çıkacak olan larvaların da açlıktan ölmeleri sağlanmaktadır.
4- Odaların, mobilyaların, kitap veya defterlerin bitlerden arındırılmaya çalışılması boşuna bir çabadır ve gereksizdir. Genel olarak bu tür bitlerin her 2 ila 3 saate bir kan emmeye ve aynı zamanda insan vücudunun yaydığı sıcaklığa ihtiyacı vardır. Bu nedenle bitlerin kendi istekleriyle insan dışında bir yere gitmeleri mümkün değildir. Ancak çok güçlü bir bit salgını söz konusu olduğunda yerlerin ve kumaş kaplı koltukların dökülmüş saçlardan iyice temizlenmesi yararlı olacaktır.
Dikkat Edilecek Hususlar:
1- Bitler temiz insanlara da geçmektedir. Bundan dolayı gereksiz yere utanmayın!
2- Bit tespit etmeniz halinde derhal bitten arındırma işlemine başlayınız, Mutlak suretle nereden bulaştığını tespit edip okula veya çocuk yuvasına bilgi veriniz! saç biti
3- Bit tespit edilmesi halinde tüm aile fertleri tek tek kontrol edilmeli ve bitten arındırma işlemi tüm aile fertlerine uygulanmalıdır. Aynı durum okul, çocuk yuvası gibi topluca bulunulan yerdeki kişiler için de geçerlidir.
Bitlerle mücadelede en önemli unsur belirlenen kurallara ve alınan tedbirlere harfiyen uymaktır.
4- Yukarıda anlatılan kurallara uymanız ve verilen önerileri uygulamanız halinde, siz veya çocuğunuz bit istilasında en yakın sürede kurtulacak ve bundan sonrası için biraz daha dikkat göstererek böyle bir sorunla bir daha karşılaşmayacaksınız.
BOĞMACA
Bordetella cinsi bakterilerle oluşan, oldukça bulaşıcı olup solunum yolu silier epiteline seçici bir tropizm gösteren infeksiyon hastalığıdır.
Klinik Bulgular
Klasik olarak kataral, paroksismalve konvalesan dönem olarak üç safha görülür. İnkübasyon periyodu 7-14 gün olup, toplam hastalık süresi 6-10 hafta sürebilir . Kataral dönem, konjunktival injeksiyon, göz yaşarması ve hafif öksürük, hapşırma ile karekterize, hafif üst solunum yolu infeksiyonları gibi başlar, gitgide öksürük artar, ateş yoktur .7-10 gün kadar süren bu dönem sonrası paroksismal döneme geçer, 2-4 hafta kadar sürer. Nöbetler şeklinde kuru öksürük ve öksürük sonunda tipik bir iç çekme şeklinde inspirium görülür Kusma ve siyanoz gelişebilir.. Nöbetler soguk, hava degişimi ve yüksek sesle aktive olabilir. Nöbetler dışı hasta kendini iyi hisseder. Peteşi, subkonjunktival kanama, fasiyal veya göz kapaklarında ödem görülebilir. Diger muayene bulguları nöbetler arası normaldir. Konvalesan dönemde öksürük nöbeti ve arası gitgide azalır. 2 hafta-2 ay arası sürebilir. Altı aydan küçük çocuklarda agır seyreder, hipoksi, asfiksi gelişebilir. Komplikasyonları; otitis media, diger bakterilerle pnömoni, bronşektazi, atelektazi, santral sinir sistemi disfonksiyonu, subkonjunktival hemoraji, peteşi, epistaksis, subdural ve spinal epidural hematom, herniler, amfizem, pnömotoraks, diyafragma rüptürü.
Etiyoloji
Asıl etken Bordetella pertussis olmakla birlikte B.parapertussis ve B. bronchiseptica da insanlarda infeksiyona neden olabilir.Son ikisi çok daha hafif hastalık tablosuna neden olurlar.
Epidemiyoloji
B. pertussis ve parapertussis sadece insan patojenleri iken, B. bronchiseptica hayvanlarda da hastalık etkenidir. Pertussis (boğmaca çok bulaşıcıdır. Damlacık infeksiyonu yoluyla kişiden kişiye bulaşır ve kataral safhası ile paroksismal safhanın ilk 2-3 haftasında bulaşıcılık devam eder. Doğal infeksiyon sonrası bağışıklık genellikle ömür boyu iken, aşı ile oluşan bagışıklık 5-10 yıl kadardır. Hastalık en fazla 6 aydan küçük infantlarda görülür. Erişkinlerde vaka sayısı da gitgide artmaktadır.
Tanı
Klinik bulgular ve kan beyaz küre sayısının artması, eritrosit sedimantasyon hızında
degişim olmaması tanıyı destekler. Kesin tanı kültür ile mikroorganizmanın üretilmesi ile konur. Floresan antikor testi ile direkt antijen aranabilir.
Ayırıcı Tanı
Adenovirus, Chlamydia trachomatis infeksiyonları, kistik fibrozis, yabancı cisim aspirasyonu, transösefagiyal fistül, gastroösefagiyal reflü ve trakeaya bası yapan kitle.
Tedavi
6 aydan küçük infantların hastaneye yatırılarak izlenmesi gerekebilir. Destekleyici tedavi önemlidir. Gerekirse steroid ve inhale salbutamo ve beta2 adrenerjik agonistlerl kullanılabilir. Anitmikrobiyal ajanlar yayılımı engellemek açısından önemlidir. Kataral dönemde klinik seyri engelleyebilir. Erythromycin ve diğer makrolidler birinci seçenektir. Erythromycin en az 2 hafta önerilir. Trimethoprim-sulfamethoxazole, erişkinlerde florokinolonlar kullanılabilir.
Korunma
Hastanın yakın temaslıları bağışıklık durumuna bakılmaksızın erythromycin proflaksisi uygulanır(14 gün). Hasta antibiyotik tedavisinin 5.gününe dek solunum izolasyonu yapılmalıdır. Temel korunma yolu aşılanmadır. Rutin çocukluk çagı aşıları arasındadır. Hastalık esnasında yakın çevredekilerin eksik aşıları tamamlanmalıdır.
BOŞ GEBELİK
Blighted ovumda annede yumurtlama olur. Bu yumurta babadan gelen sperm ile birleşir ve döllenir. Döllenen bu yumurta tüplerdeki yolculuğunu tamamlar ve rahim duvarına tutunur.Gelişen hücreler gebelik kesesini oluşturmaya başlarlar. Buraya kadar herşey normal gebelikle aynıdır. Normal olmayan ise bu kesenin içinde embryo olmamasıdır.
Klinik olarak normal bir erken gebelikten hiçbir fark yoktur. Tüm belirtiler aynıdır. Ne bir kanama ne de kramplar bulunur.Zaman geçtikçe hafif kahverengi akıntı görülebilir ancak bu da ayırıcı bir bulgu değildir. Kişi ultrason kontrolünde gebelik kesesinin içinde embroyun ve kalp atımlarının olmadığı anlaşılana kadar boş gebelik olduğunu fark edemez.
Boş gebelik kromozomal problemlerden kaynaklanan bir tablodur. Bu olayın kalıtsal olduğu anlamına gelmez. Sadece o gebeliği meydana getiren sperm ve yumurtalarda kalite düşüklüğü ya da anomali söz konusudur. Geçmişte düşük yapan kadınların çoğu boş gebelikten haberdar bile değildiler. Oysa günümüzde uterus içinde neler olup bittiğini çok güzel gösteren ultrason cihazları ve tecrübeli hekimler sayesinde bu tür hastalıkları tespit edebiliyoruz ve düşük gibi tehlike yaratabilecek durumlara karşı önlemimizi alabiliyoruz.
Blighted ovum tekrarlama eğiliminde olan bir anomali değildir. Kromozomal bozukluk olmasına karşın anne ya da babada genetik bir problem yoksa klıtsal özellik göstermez. Tamamen normal bir düşük olarak sınıflandırılmalıdır. özellikle ilk gebeliği boş gebelik veya düşük ile sonuçlanan anne baba adayları haklı olarak endişe duyarlar. Oysa bir neden aramak için arka arkaya 2 yada 3 düşük olması gereklidir.
Boş gebelik nedeni ile kürtaj olmak zorunda kalan anne adaylarında 1-2 hafta içinde yeniden yumurtlama olur ve 4 hafta sonunda adet görürler. Bu adet kanamasından sonraki siklusdan itibaren yeniden gebe kalınmasında hiçbir sakınca yoktur.
BOTOX
Kırışıklıklar, aynı ifadenin binlerce kez tekrarlanması nedeniyle cilde kazınmış olan çizgilerdir. Kırışıklıklara “ifade çizgileri” veya şekilleri nedeniyle “kaz ayakları” da denir. Kırışıklıkların nedeni cilt altındaki kasların kasılmasıdır.
Botox “clostridium botulinum ” adı verilen bir bakteriden elde edilen arıtılmış bir protein toksinidir. Zararsız olmasının nedeni çok ufak dozlarda kullanılması ve vücuda dağılmamasıdır. Bu protein kullanıldığı bölgedeki kasların rahatlamasını sağlayarak belli bir süre için cildin gerginleşmesini ve dolayısıyla gençleşmesini sağlar.
Minik cerrahi iğneler aracılığıyla Botox yüzün sorunlu bölgesinde cilt altına çok ufak dozlarla zerk edilir. Bu sayede kasılmış olan kaslar rahatlamaya başlar. Botox uygulandıktan yaklaşık üç hafta kadar sonra en yüksek verime ulaşır. Botoxun kalıcılık süresi bünyeden bünyeye fark etmekle birlikte yaklaşık 3-6 aydır. Genellikle tavsiye edilen, tedavinin her 4-6 ayda bir tekrarlanmasıdır.
Botox uygulamasının ardından bölgeye buz uygulanması olası şişlik veya rahatsızlıkları azaltır. Tedavinin tümü yaklaşık 10-15 dakika sürdüğünden normal yaşama hemen dönülebilir. Ancak yatma pozisyonuna geçmek için 4-6 saatin geçmesi beklenmelidir. Botoxun çevresindeki kaslara dağılmaması için Botox uygulanmış bölgenin ovuşturulmaması da gerekir.
BOTOKS SONRASI BAKIM
1- İşlem sonrası yüzünüzde hafif bir kızarıklık ve nokta şeklinde minik şişlikler olabilir, bunlar bir kaç saat içinde geçecektir. Soğuk buz uygulaması yapabilirsiniz, bunun dışında yüzünüze dokunmayın ve bir şey sürmeyin.
2- İşlemden yaklaşık iki saat sonraya kadar başınız yüksekte kalmalı, başı öne sarkıtacak işlemlerden ve yatmaktan kaçınınız.
3- İşlem sonrası ilaç etkisini arttırmak için, 2-3 saat boyunca tedavi uygulanan kaslarınızı fazla kullanmayın (kaş çatmak,alnı kaldırmak,gülmek vb.).
4- İşlem sonrası ortalam 8 saat sonra ılık su ile ve yüzünüzde travma yaratmayacak (kese yapmak,baskı uygulamak) şekilde duş alabilirsiniz. Yüzünüzü yıkamak istediğinizde soğuk su kullanıp,makyaj temizleyicinizi baskı yapmadan kullanmalı, ardından yüzünüzü nemlendirmelisiniz.
5- İşlemden sonra yüzünüzde hafif bir ağrı ve gerginlik olabilir, aspirin gibi kan sulandırıcı özelliği olmayan bir ağrı kesiciyi doktorunuza danışarak kullanabilirsiniz.
6- İşlemin yapıldığı gün alkol almamanızı isteriz.
7- İşlemden sonraki ilk günde normal cilt bakımınızı yaparak, güneş koruyucunuzu kullanmayı ihmal etmemelisiniz.
8- Solaryuma ve saunaya girmeyi, derin cilt temizliği yaptırmayı, peeling işlemlerinizi botox uygulamasından üç gün sonraya ertelemeniz idealdir.
9- İşlemin etkisini hemen göremessiniz, yaklaşık 2-3. günlerde işlem yapılan kaslarda gevşeme başlarken, 10-14.günlerde ilacın etkisi tam olarak görülür.
10- Yüze botox uygulamalarında bazı geçici süreli komplikasyon olabilir. (baş ağrısı, morarma, kaş düşmesi, üst göz kapağı düşmesi, çift görme, alt göz kapağında sarkma, asimetrik gülüş, dudakları tam büzememe, tükürüğü tutamama, alt dudakta sarkma, maske yüz.)
11- İlk kontrolünüz işlem sonrası yaklaşık 10. günde yapılacaktır. Bu günde gerekirse ilave bazı bölgelerinize botox uygulaması yapılabilir ve doktorunuzun uygun gördüğü bir tarihte ikinci kontrole çağrılırsınız.
BOYUN FITIĞI
Boynumuz; boyun omurları(Vertebralar), bunların aralarındaki kıkırdaklar, vertebralar arasındaki eklem ve bağlar ve boyun adaleleri ile bir bütün olarak çalışır. Bu sayede boyun omurları çok yönlü hareket imkanına sahiptir ve değişik seviyelerde, değişik hareketleri daha kolay ve daha fazla yapma özelliği taşır.
Boyun ağrıları, bel ağrılarından sonra ikinci sırada yer alır. Bel ağrılarının bir insan yaşamında yüzde 80 oranında görülme sıklığı var. Yani 100 kişiden 80’inde bir bel ağrısı mutlaka yaşamı boyun-ca ortaya çıkacak demektir. Boyun ağrıları, bunun dörtte biri, beşte biri civarındadır. Demek ki yüzde 25, yani 100 kişiden 25’inde boyun ağrısı gibi bir problemle karşı karşıya kalacak de-mektir hayatı boyunca. Boyun ağrıları bel ağrıları kadar sık olma-makla birlikte her yaş grubunda önemli bir sorundur. Her 3 insan-dan birinin yaşamında en az bir kere boyun ağrısı geçirdiği kabul edilmektedir. Çalışan insanlarda görülme sıklığı daha fazladır. Bo-yun ağrıları, boyun omurlarının kötü veya yanlış kullanımından ya da bir travma sonucu zedelenmeden dolayı olabileceği için ağrıyı başlatan bölge ve oluşum iyi teşhis edilmelidir. Ev işleri, dikiş na-kış, temizlik, perde asma, silme gibi bunlar son derece boyun ağrı-larını arttıran faktörlerdir. Bu yüzden kadınlarda boyun ağrılarının
görülme sıklığı fazladır.Sekreterlik, boynu çok etki-leyen, yine hanımların çok yaptığı bir meslektir. Öğretmenlik, yazma, çizmeyi çok gerektiren bir meslek.
Bilgisayar kullanımı, boyun ağrılarını arttırıcı bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Şoförlük, boynu çok etkileyen bir meslek. Frenler, manevralar ve çarpmalar, trafik kazaları tabi boynu son derece kötü etkileyen hadiselerdir. Bunlar da ülkemizde maalesef çok arttı. Bunlara bağlı boyun ağrıları karşımıza sık geliyor. Ayrıca boyun bölgesindeki omurların kireçlenmesi de boyun ağrılarına neden olurlar. Özellikle boyun hareketleri kısıtlanmıştır ve ağrı mevcuttur. Bu ağrı bazen başa doğru yayılarak baş ağrılarına bile neden olabilir.
Boyun fıtığı,boyun omurlarının arasındaki kıkırdağın omurilik kanalına doğru yer değiştirmesi sonucu kola gelen sinirlere ve omuriliğe baskı yapması ile oluşan hastalığa denir.
BELİRTİLER
Hastalar tek taraflı koluna doğru yayılan bir ağrıdan şikayet ederler.Ağrı parmak uçlarına kadar yayılır ve uyuşma ile bera-ber olabilir.Ağrının yayıldığı kolda kuvvet kaybı olabilir. Has-talar ellerine aldıkları ağır cisimleri yere düşürmekten şikayet ederler. Ağrı özellikle gece uykuda aşırı derecede artar.
Resim:Boyun fıtığı oluşumu.Mavi renkte gösterilen kıkırdak koparak sinirin altına girer ve baskı yapmaya başlar.
TEŞHİS:
Kesin teşhis için MR çektirilir.MR’ın olmadığı yerlerde tomog-rafide iş görebilir. Ancak MR varsa tercih edilmelidir.
Boyun omurları,omurgalarımızın en küçükleridir. Aynı zamanda en üstte olmaları nedeniyle TRAKSİYON, yani boyun çekme için çok avantajlı konumdadır. Şayet boyun fıtığı kolda aşırı kuvvet kaybı, kaslarda erime (Atrofi) yapmamışsa genel olarak ameli-yatsız yöntemlere öncelik vermek gerekir. Şayet tedaviye cevap vermezse en son çare olarak ameliyat düşünülmelidir.
BOYUN FITIĞININ AMELİYATSIZ TEDAVİSİ
Boyun fıtığı nedeniyle kliniğimize müracaat eden hastaların şa-yet ellerinde ve kollarında kas erimesi (Atrofi) yoksa öncelikli tedavi tercihimiz MANUEL TEDAVİ’dir. Başka bir değişle, ilerle-memiş,başlangıç halindeki boyun fıtıklarına ameliyatsız tedavi uygulama şansımız olmaktadır.
Tedaviye genelde pazartesi başlamayı tercih ediyoruz. Pazarte-si yatan hastaya cumartesi gününe kadar toplam 6 seans manu-el tedavi uyguluyoruz. Cumartesi taburcu edilen hasta 3 hafta kadar evinde de tedavi olmaya devam etmekte ve toplam tedavi süresi 1 ayı bulmaktadır.
Hastanede yatış süresince manuel tedavi ve cervical traksiyon (Boyun çekme işlemi) yapılmaktadır.Yaklaşık 1 saat süren bu tedavinin haricinde hastayaAdele gevşetici ilaçlar, antienflama-tuar ilaçlar,diazem (Düz kasları gevşetmek için ve analjezikler verilir.
Hastaya ayakta olduğu süre içinde kullanması için süngerden yapılan bir boyunluk taktırıyoruz. Bu boyunluk hasta yatınca çıkarılmaktadır.Amacı boyun kaslarını istirahate almaktır.
Bunların yanı sıra hastaya “kapıya takılabilen portatif cervical traksiyon cihazı” aldırıyoruz.Bu cihazla sabah akşam yarım saat veya kırkbeş dakika (Hastanın durumuna göre) traksiyon (Boyun çekme işlemi) yaptırıyoruz.
Özetlemek gerekirse;
1-İlaç tedavisi
2-Boyunluk
3-Manuel tedavi(Elle yapılan tedaviler)
Bir haftası hastanede 3 haftası da evde yapılan bu tedavi sonucunda boyun fıtığı hastalarının yaklaşık % 80’ini düzeltmek mümkün olmaktadır.
Tüm bu tedavilere cevap vermeyen hastaların ameliyattan başka seçeneği kalmamaktadır.
BOYUN FITIĞI AMELİYATI:
İki türlü yaklaşım mevcuttur.
1-Önden yapılan ameliyat (anterior girişim): Şayet fıtık alt boyun omurlarındaysa uygulanır.Yani 4.boyun omuru ve altındaki fıtıklarda yapılabilir.Genel anestezi altında,boynun ön tarafından yaklaşık 2-3 cm.lik bir cilt kesisi yapılarak omurgalar arasındaki kayan kıkırdak alınır. Ameliyat sonuçları çok başarılıdır.Hastayı narkozun etkisi geçtikten sonra aynı gün hastaneden taburcu edebiliyoruz..10-15 gün sonra da işinin başına dönebilir
2-Arkadan yapılan ameliyat (Posterior girişim): Üst boyun omurlarına önden girilerek ulaşılamaz.Çünkü,önce çene ve yüz yapıları buna engel olur.Üst boyun omurları çenenin ve yüzün arkasında saklıdır.Bu nedenle,üst mesafelere ancak boynun arkasından ulaşılabilmektedir.
Arkadan yapılan cerrahi girişimler oldukça zordur.Boyun omurlarının arka kısımlarında bulunan kemik kanatların alınması gerekir.Bu boyun omurilik kanalının arka kısmının tamamen açılması demektir ki,boynun fiziki yapısını oldukça bozmakta ve kişinin ileri ki yaşamında boynu ile ilgili bir takım yapısal bozukluklara neden olabilmektedir.Ayrıca boynun arka kısmındaki kasların büyük oranda tahribat görmesine yol açar.
Bu nedenlerden dolayı,arkadan girişim oldukça zor ve sevimsiz bir işlemdir.Özellikle üst mesafe boyun fıtıklarında ameliyatsız tedavi yöntemlerini ön planda tutuyoruz.Ameliyatı yine son çare olarak düşünüyoruz.
BÖBREK İLTİHABI
Halk arasında böbrek iltihabı terimi; böbreğin herhangi bir kısmının bilinen sistemik bir hastalığa veya etkene (herediter, multisistemik, ilaçlar, infeksiyonlar vb) bağlı veya hiçbir etken gösterilemeden vücudun savunma hücreleri tarafından işgal edilmesi ve buna bağlı ortaya çıkan hastalıklara verilen genel isimdir. Bu hastalıkları böbreğin tutulan bölgesine bağlı olarak 3 ana başlıkta tanımlayabiliriz:
• Glomerülonefritler (halk arasında ‘nefrit’ olarak adlandırılır).
• Pyelonefrit (böbreklerin tutulduğu idrar yolu enfeksiyonu)
• Tubulointertisyel nefrit (çoğu zaman ilaçlara- ağırlıklı olarak penisilinler başta olmak üzere antibiyotikler ve ağrı kesicilere- bağlı olarak gelişen ve genellikle fark edilmeden kendiliğinden iyileşen böbrek iltihaplarıdır)
Belirtileri nelerdir?
Glomerülonefritler yani nefritler; kendilerini idrarda kan veya protein görülmesi, çay veya kola rengi idrar yapma, kanda böbrek fonksiyonunun kabaca göstergeleri olan üre, kreatinin gibi maddelerin yüksekliği, vücudun değişik bölgelerinde şişlik (ödem), kan basıncında artış (hipertansiyon), kan yağlarında artış (kolesterol veya trigliserid yüksekliği), idrarın köpüklenmesi veya idrar miktarında azalma ile gösterebilir.
Pyelonefriti (böbreklerin tutulması) olan hastalarda; idrar yaparken yanma, ağrı, ateş, titreme, bel ağrısı veya bulantı-kusma görülür.
Tubulointertisyel nefritler ise kendilerini ateş, vücudun özellikle göğüs kısmı ve kolların üst dış kısımlarındaki kaşıntılı döküntülerle gösterirler.
Nedenleri nelerdir?
Glomerülonefritlerin bir kısmı; besin, sarmaşık veya polen alerjisine, ilaçlara, romatolojik hastalıklara, enfeksiyonlara veya bazı kanserlere bağlı gelişebileceği gibi, birçoğunda da herhangi bir neden tespit edilemez.
Pyelonefrit; genellikle idrar yollarından E. Coli başta olmak üzere bakterilerin böbreğe ulaşmasıyla ve nadiren de kan yoluyla olur.
Tubulointertisyel nefritler; genellikle penisilinler başta olmak üzere antibiyotiklere, iç maddesi parasetamol olmayan ‘non-steroid antienflamatuar’ ağrı kesicilere bağlı görülür, daha az sıklıkla da pyelonefrit atakları sonrası ortaya çıkar.
Kimlerde görülür, kimler daha yatkındır?
Glomerülonefritlerin belirli tipleri özellikle belli yaş gruplarındaki kadın veya erkek hastalarda yoğun olarak görülmekle birlikte, her yaş grubunda karşımıza çıkabilir. Boğaz veya cildi streptokoklarla enfekte olup tedavi olmayanlar, intravenöz (damar içine) ilaç veya uyuşturucu alışkanlığı olanlar, romatizmal kalp kapak hastaları, sigara kullananlar ve SLE (Lupus) başta olmak üzere belirli romatolojik hastalığı olanlar belirli glomerülonefrit tiplerinin gelişimine daha yatkındır.
Pyelonefrit, her yaş ve cinste görülmekle birlikte; kadınlar, prostat ve taş hastaları başta olmak üzere idrarın rahat yapılmasını engelleyen hastalar, idrar yollarındaki fonksiyonel veya anatomik bozukluklara bağlı idrar kesesinden böbreklere geri idrar kaçıran (vezikoüreteral reflü) hastalar, daha önceden böbrek yetmezliği bulunanlar, böbrek nakli hastaları ve idrar sondası takılan hastalar pyelonefrit gelişimine daha yatkındır.
Tubulointertisyel nefritler her yaş ve cinste görülebilir. Özellikle hekim kontrolü dışında antibiyotik ve ağrı kesici kullananlarda görülme olasılığı daha sıktır.
Genetik midir?
Glomerülonefritler; alport sendromu veya heredofamilyal amiloidoz (Ailevi Akdeniz Ateşi) gibi belli tipleri dışında genellikle genetik geçişli hastalıklar değildir. Pyelonefrit ve tubulointertisyel nefrit de genetik hastalıklar değildir.
Tetikleyici unsurlar var mıdır?
Streptokoklara bağlı boğaz ile cilt enfeksiyonu geçiren ve tedavi almayanlarda, genç yaş erkeklerde sıklıkla görülen post streptokoksik glomerülonefrit gelişir. Yine intravenöz ilaç veya uyuşturucu alışkanlığı olanlarda, yeterli tedavi almayan romatizmal kalp kapak hastalarında stafilokoksik veya streptokoksik enfeksiyonlar tetikleyici unsurlardır. Sigara içimi özellikle Wegener Granulomatozis hastaları için tetikleyici bir faktördür.
Pyelonefrit için özellikle kadınlarda menopoz, erkeklerde prostat büyümesi, taş hastalığı, idrar yollarının fonksiyonel ve anatomik bozuklukları, bağışıklık sistemindeki bozukluklar ve özellikle hastane yatışları sırasında takılan idrar sondaları tetikleyici unsurlardır.
Tübülointertisyel nefritler için hekim bilgisi dışında gereksiz yere içilen antibiyotik ve ağrı kesiciler en büyük tetikleyici unsurlardır.
Böbrek iltihabı kişinin yaşam kalitesini, sosyal yaşamını nasıl etkiler?
Tüm bu hastalıkların çok hafif seyreden ve rahatlıkla tedavi edilebilen tipleri olabileceği gibi diyaliz, böbrek nakli ve hatta hastanın kaybına yol açabilecek tipleriyle hastalıklar geniş bir yelpazede seyreder. Hastalığın ağırlığıyla paralel olarak yaşam kalitesini ciddi şekilde bozup, sosyal yaşamını negatif anlamda etkileyip, ciddi iş gücü kaybına yol açabilirler.
BÖBREK KANSERİ
Böbrekler kandaki atık maddeleri ve vücuttaki fazla su ve tuzu temizlemekten sorumlu, her iki boşluk bölgemizde yerleşmiş olan organlardır. Buradan kaynağını alan kanserlere böbrek kanseri adı verilir.
Böbrek kanseri böbreğin idrarı üreten kısmından (parankim) ve idrarın toplandığı havuzcuktan (toplayıcı sistem) kaynaklanan kanserler olmak üzere ikiye ayrılır.
Böbrek parankim kanseri kimlerde sık görülür?
Böbrek parankim kanserleri yetişkin kanserlerinin yaklaşık %3’ünü oluşturur. Erkek kadın oranı 2:1’dir ve sıklıkla 50-60 yaşlarında görülür. Doğuştan olan bazı böbrek hastalıkları (at nalı böbrek, polikistik böbrek hastalığı gibi) ve bazı sistemik hastalıkları (von Hippel-Lindau sendromu gibi ) olanlarda böbrek kanserinin daha sık görüldüğü bilinmektedir.
Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda, sigara kullananlarda sık görülür. Ayrıca ağrı kesicilerin aşırı miktarda kullanılmasının da böbrek parankim kanseri oluşumu riskini arttırdığı bildirilmektedir.
Nasıl tanı konulur?
Tanıda klasik üçlü olarak bilinen idrarda gözle görülür kanama, yan ağrısı ve ele gelen kitle hastaların ancak %10-15’inde görülür. Birçok vaka herhangi bir nedenle yapılan görüntüleme sırasında tesadüfen saptanmaktadır.
Hastaların az bir bölümü de metastaza (yayılıma) bağlı yakınmalar nedeni ile başvurur; örneğin akciğer metastazında öksürük ve nefes darlığı, kemik metastazında kemik ağrısı veya kırık oluşması gibi. Bu şikayetler tanıya yardımcı olabilmektedir.
Böbrek toplayıcı sistem kanseri şüphesi oluşan hastalarda bilgisayarlı tomografi (CT) veya manyetik rezonans (MRI) görüntüleme tanıya yardımcı olabilir. Ancak bazen tanıyı koymak için fleksibl üreteroskop ile idrar yolundan girerek böbreğe ulaşmak ve tümörden biopsi almak gibi bir yöntem de gerekebilmektedir. Küçük tümörlerde bu yöntemle tümörü lazerle tedavi etmek de mümkündür.
Görüntüleme yöntemlerinin yaygın olarak kullanımı ile rastlantısal tanı konulan böbrek kanserlerinin oranı giderek artmaktadır. Günümüzde böbrek kanserlerinin 3/4 ’ünün rastlantısal olarak teşhis edildiği bildirilmektedir.
Böbrek kanserleri en çok nereye yayılım yapar?
Böbrek kanserleri en sık akciğere metastaz (yayılım) yapar.
Kanser daha az sıklıkla karaciğer, kemikler, böbrek üstü bezi, beyin ve lenf düğümlerine de yayılabilir.
Tümör çapı büyüdükçe, metastaz yapma riski de artar. Hekim gerekli gördüğü takdirde akciğer grafileri, kemik sintigrafisi, pozitron emisyon tomografisi gibi incelemelerle tanıyı netleştirir.
Böbrek toplayıcı sistem kanserinin (pelvis renalis tümörü) belirtileri nedir?
Böbrek toplayıcı sistem kanseri ender görülmektedir. Pelvis renalis ve üreter tümörü olarak bilinen toplayıcı sistem kanserleri mesane kanserleri ile benzer histolokik yapıdadırlar. Sigara içilmesi ve bazı kimyasal maddeler maruz kalmanın böbrek toplayıcı sistem kanseri oluşumu için risk oluşturduğu bilinmektedir.
Hastaların çoğu idrarda kanama fark eder. Bazen bu kanama pıhtılarla birlikte olabilir. Yan ağrısı, bulantı ve kusma sık olmayan semptomlardır.
Tedavi nasıl yapılır?
Tedaviye başlamadan önce evrelendirme yapılır. Kanserin boyutunun ve yayılım düzeyinin belirlendiği evrelendirme sonucuna göre tedavi planlaması yapılmaktadır.
1. Evrede, böbrek kanserinde tümör 7 cm’den daha küçüktür ve sınırları da böbreğin içindedir.
2. Evrede, tümörün boyutları 7 cm’in üzerinde olmasına karşın böbrek dışındaki organlarda yayılım olmamıştır.
3. Evrede, kanser çevre dokuları ve lenf bezlerine yayılmıştır.
4. Evrede, kanser lenf bezleriyle birlikte, kemikler, akciğer ve karaciğer gibi uzak organlara yayılmıştır.
Cerrahi tedavi böbrek kanserinde esas tedaviyi oluşturur. En sık uygulanan cerrahi şekli radikal nefrektomidir. Bu ameliyatta böbrek ve çevresindeki tüm dokular çıkarılır. Bunun dışında böbreğin sadece bir noktasında yerleşmiş ve küçük tümörlerde veya sadece tümörlü tek böbreği olanlarda böbreğin tümünün çıkarılması yerine bugün parsiyel nefrektomi adı verilen sadece tümörlü doku çıkarılması işlemi de yapılabilmektedir. Bu işlemin tüm böbrek tümörlerinde yapılması mümkün olamamaktadır.
Hastalık akciğer veya büyük damarlarına sıçramışsa bu bölgelere de müdahale edilmesi gerekebilir. Büyük bir ameliyat olan böbrek tümörü ameliyatını her bünye taşıyamayabileceğinden bu konudaki kararın doktor, hasta ve hasta yakınlarının beraberce vermeleri gerekir.
Kemoterapi, kanser ilaçlarının ağızdan veya damarlardan hastaya verilmesi demektir. Günümüzde yeni geliştirilen kemoteropatik ilaçlar ile böbrek tümörlerinde önemli derece iyileşme sağlanabilmektedir.
Radyoterapide radyasyon ışınları kanser hücrelerini öldürür. Radyasyon tedavisi cerrahi uygulananlarda ek tedavi olarak veya genel durumu cerrahi tedavileri kaldıramayacak durumda olanlarda esas tedavi olarak uygulanır. İleri evrelerdeki kanserlerde yayılmalar (metastazlara) bağlı olarak ortaya çıkan kanama, ağrı gibi şikayetlerin tedavi edilmesinde de kullanılmaktadır.
Böbrek tümörleri de erken teşhis edildiklerinde tedavi şansları yüksek olan kanserlerdendir. Şüphe halinde bile teşhis ve tedavi edilmesi için ivedilikle hareket edilmesi gereken hastalıkların başında gelmektedir. Tedavi için doktor, hasta ve hasta yakınları birlikte karar vermelidir.
Her böbrek tümörü kanser midir?
Böbrekte kanser olmayan oluşumlar da gözlenebilmektedir.
Adenom
Onkositom
Anjiyomiyolipom kanser olmayan iyi huylu tümörlerden sayılabilir.
Kesin tanı konulana kadar böbrekte görülen her kitle kanser olarak kabul edilmelidir.
Böbrek kanseri için risk faktörleri nelerdir?
Bir kişinin belirli bir hastalığa yakalanma şansını arttıran herşey o hastalık için risk faktörü sayılır. Erkelerde böbrek kanseri olma ihtimali kadınlara göre 2 kat daha fazladır.
Risk faktörleri şu şekilde sınıflandırılabilir;
1- Çevresel veya işe bağlı risk faktörleri:
Sigara kullanımı
İçerisinde fenasetin olan ağrı kesiciler
Asbest işinde çalışanlar
Kadmiyum işinde çalışanlar
2- Aileden geçiş:
Tüberoz skleroz veya Von Hippel Lindau Hastalığı olan ailelerde böbrek tümörü görülme sıklığının arttığı bildirilmiştir.
Ailesel böbrek tümörlerinin iki taraflı olma özellikleri vardır.
3- Diyet ve kilo:
Bazı çalışmalar şişman ve yağlı yiyecek ile beslenenlerin böbrek kanseri olma riskinin fazla olduğunu bildirmiştir.
4- Hipertansiyon (yüksek tansiyon)
Tedavi sonrası kontrol
Tedaviden sonra vücudun kendini toparlayabilmesi için zamana ihtiyacı vardır. Cerrahi sonrasında da ellerde ve ayaklarda karıncalanma, ağrı, uyuşma, konsantrasyon güçlüğü, yorgunluk gibi yan etkiler bir süre görülebilmektedir. Bu durumda hekimi bilgilendirmek gerekir. Ayrıca, korunma amacıyla tedavi sonrasında düzenli kontroller de ihmal edilmemelidir. Beslenme, egzersiz ve stresi azaltma gibi sağlıklı yaşam kriterlerine uymaya özen gösterilmeli ve kesinlikle sigara kullanılmamalıdır.
BÖBREK TAŞI
Böbrek taşı, tıpta “nephrolithiasis” ya da, “urolithiasis” olarak bilinen, böbreklerde biriken sert madensel maddelere verilen addır.
Kalsiyum oksalat, veya ürik asit gibi maddeler idrar içerisinde normalde beklenenden daha yüksek yoğunlukta bulunursa böbrek taşı oluşur. Bu maddeler kristaller halinde böbrekte çökelebilir ve zaman içerisinde büyüyerek böbrek taşını meydana getirir. Taşlar yer değiştirerek veya idrar kanallarından aşağıya doğru hareket ederek vücuttan atılabilir. Ancak idrar kanalının herhangi bir düzeyinde takılarak idrar akışına engel oluşturan taşlar genellikle korkulan, şiddetli tipik böbrek ağrısına yol açar.
Sınıflandırma
Böbrek taşları lokalizasyonlarına ve kimyasal yapılarına göre sınıflandırılırlar.
Risk etmenleri
Bazı hastalıklar ve alışkanlıklar bir kişide böbrek taşı oluşum riskini tetikler. Özgeçmişinde taş hastalığı olan hastalarda ikinci kez taş oluşma olasılığı bir yıl içerisinde %15, 10 yıl içerisinde % 80 dir.
Gut hastalarında ve idrarında yüksek ürik asit bulunanlarda böbrek taşı riski fazladır. Ayrıca kristallerin oluşumuna yol açan bazı ilaçlar taş hastalığı riskini artırır. Sık veya sürekli ishal durumunda, ya da sıvı kaybı sonucu yoğun, idrar çıkaran kişilerde böbrek taşı gelişebilir. Asidik idrar çıkaranlarda ürat, bazik idrar çıkaranlarda fosfat ve okzalat taşları daha kolay oluşur.
Böbrek taşı oluşma riskini artıran faktörler şunlardır:
• İdrar yolu enfeksiyonu (struvit taşı)
• Böbrekteki yapısal bozukluklar, akımı kısıtlayan yapı
• Böbrek hastalığı olanlar (renal tübüler asidoz, kistik böbrek hastalığı…)
• Beslenme alışkanlıkları
• Yetersiz sıvı alımı (çevresel, psikolojik, sosyal ve dini nedenler)
• Sıcak iklim kuşağında yaşamak
• Hiperkalsiüri, sistinüri, hiperokzalüri, hiperürikozüri
• Bazı ilaçlar (asetazolamide, anti viral ilaçlar….)
• Bazı bağırsak hastalıkları (inflamatuar bağırsak hastalığı…)
• Genetik faktörler
• Geçirilmiş bağırsak ameliyatları (jejono ileal by-pass)
• Metabolik hastalıklar (örn. hiperparatiroidizm, gut hastalığı…)
Korunma Yolları
Taş oluşumunda beslenme alışkanlıklarının de rolü büyüktür. Beslenme düzenine dikkat ederek büyük ölçüde taş oluşumunu önlemek mümkün.[1]
• Başlıca su olmak kaydıyla bol miktarda (günde 2,5 litre) sıvı almak.
• Kola, gazoz gibi idrarda asit-baz dengesini bozan içeceklerden kaçınmak. Sitratlı içecekler uygundur.
• Greyfurt, portakal ve elma suyu taş hastalığı riskini arttırabilir. Öte yandan saf limon suyu içerdiği sitrik asit dolayısıyla kalsiyum taşlarına karşı koruyucudur.
• Süt ve süt ürünlerinin hiç tüketilmemesi taş oluşum riskini arttırır. Kalsiyumdan yoksun diyetler uygulanmamalıdır. Süt, yoğurt, peynir gibi besinler makul ölçülerde tüketilmelidir.
• Bol lifli besinleri tercih edin.
• Yüksek oksalat içeren pancar, soya, kara çay, çikolata, kakao, kuru incir, karabiber, fındık, maydanoz, haşhaştohumu, ıspanak, çilek, böğürtlen vs besinleri aşırı tüketmemek.
• Şarap taş hastalığına karşı koruyucu etki yaparken içerdiği pürin dolayısıyla birave benzeri alkollü içecekler yatkın kişilerde ürik asit taşı riskini artırabilir.
Ürik asit taşları için; Pürin içeren Ançuez, sardalya, sakatat, kuru bakliyat, mantar, ıspanak, kuşkonmaz, karnabahar ve et tüketimini kısıtlaması.
• Tuz kullanımını azaltmak.
• Bol bol hareket edip vücudu incitmeyecek şekilde egzersiz yapmak.
• Stresten uzak bir hayat.
Belirtileri
Taş hastalığında görülen ağrı en sık rastlanan belirtidir. Böbrek ağrısının şiddeti bazı kişilerde belli belirsiz bir sızlama şeklinde görülürken bazılarında son derece şiddetli, kıvrandırıcı ve hastaneye yatmayı gerektirecek yoğunluğa kadar ulaşabilir.
Ağrı atakları taşın üreter içerisindeki hareketi ve buna bağlı spazmlara bağlıdır. Şiddetli ağrı atakları genellikle 20 -60 dakika arasında sürebilir. Böbrek ağrısı, taşın bulunduğu vücut tarafında olur. Ağrının yeri taşın yerine ve hareketine göre değişebilir. Böbrekte veya üst üreterdeki taş, kaburga ile kalça arasında yan (böğür) ağrısına sebebiyet verir. Alt üreterde ve mesaneye yakın taşlar karın alt kısmında veya cinsel organa doğru yayılan ağrıya yol açar.
Böbrek taşı hastalığında tek belirti ağrı değil. İdrarda kanama, bulantı, kusma, idrar yaparken acı-yanma, ve idrar sıkışıklığı hissi de hastalarda görülüyor. İlginç olarak belirti vermeyen böbrek taşlarına da rastlanıyor. Bu taşlar ancak kontrol sırasında ya da başka amaçla çekilmiş filmlerde tesadüfen saptanıyor.
Tedavi
Taş hastalığının başlangıç ve acil (akut) safhasında tüm hastalar için benzer tedavi uygulanır. Başlangıç safhada hastalara, taşın kendiliğinden düşmesi beklenirken, sadece ağrı kesiciler ve su içmesi önerilir. Ağrı kesici ve sıvı tedavisini ağız yoluyla alabilen hastalar evine gönderilerek ayaktan takip edilir. Ancak ağrı çok şiddetliyse ve hasta su içemiyorsa hastaneye yatırılması gerekebilir. Taşın düşürülemediği durumlarda ise girişimsel tedavi yöntemleri tercih edilir.
ESWT (Vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma)
Bir odaktan çıkan şok dalgaları taşın üzerine yönlendirilerek taş kırılır. X-ray ve ultrason ile odaklama yapan cihazlar mevcuttur. Kırılan taş parçaları idrar yoluyla vücuttan atılır. ESWT bütün taşlarda başarı sağlayamaz. Başarı taşın cinsine, sertliğine, büyüklüğüne ve idrar yolunda yerleştiği yere göre değişir. Tek bir seansta kırılabilen taşlar olabileceği gibi tekrarlayıcı seanslara da ihtiyaç duyulabilir.
ESWL seansı sırasında rahatsızlık hissi ve ağrı duyulabilir. Bu nedenle tedavi öncesi ağrı kesiciler kullanılır. İşlem sonrasında çoğunlukla hastanede kalmaya ihtiyaç olmaz.
Girişimsel tedaviye ihtiyaç duyulan hastaların çoğunluğunda uygulanabilen başlıca yöntemdir. Özellikle böbrek içinde ve üreterin üst tarafında yer alan taşlar için iyi bir tedavi şekli olarak kabul ediliyor. Buna karşın 2 cm’den büyük, sert, veya böbreği tümüyle dolduran taşlarda uygun bir yöntem değil. Bu yöntemde direkt olarak taşa yönlendirilen yüksek enerjili şok dalgası, cilt ve iç organlara zarar vermeden ilerleyerek taş yüzeyinde kırılma etkisi yapıyor. Bu şok dalga enerjisi ile taşlar küçük parçalara kırılarak idrar yolundan kolaylıkla atılması sağlanır.
Perkütan nefrolitotomi (PCNL)
Endoskopik böbrek taşı ameliyatında sırt bölgesinde böbrek hizasına 0,5 – 1 cm boyutunda bir kesi yapılır. Röntgen kontrolü altında böbreğe iki ucu açık ince bir tüp yerleştirilir. Bu tüpten yerleştirilen optik cihaz yardımıyla taş video sistemi ile monitörde görülür ve özel aletler yardımıyla çıkartılır. Perkütan ameliyatının en önemli üstünlüğü vücut dokularının normal yapısının korunmasıdır. Bunun sonucunda iyileşme süreci hızlıdır. Hastalar ameliyat sonrası dönemi açık ameliyata göre çok daha rahat geçirmektedir. Hastalar genellikle 2 – 3 günde taburcu edilerek günlük aktivitelerine hızla kavuşurlar. Bu, açık böbrek taş ameliyatı ile karşılaştırıldığında oldukça kısa bir süredir.
Özellikle böbreğin alt havuzcuklarına yerleşen taşlarda ve büyük boyutlu taşlarda ESWL’nin başarısı önemli ölçüde düşer. Bu durumlarda PCNL ameliyatı yüksek başarı sağlayan minimal invaziv girişimdir. Ameliyat işlemi sırasında taşı temizlemek için pnömotik litotripsi ve lazer litotripsi kullanılır. Bu teknolojiler yardımı ile en sert taşlar bile rahatlıkla kırılmaktadır. Bu teknikle tüm böbreği kaplayan ve koraliform taş olarak adlandırılan taşlara da müdahale edilebilinmektedir.
Ureterolitotripsi
Üreter taşları hem ESWL hem de üreterorenoskopi (URS) ile müdahale edilerek temizlenebilir. URS’de herhangi bir kesi yapılmaz. İdrar yolundan özel bir endoskopik alet gönderilerek taş üreterde görüntülenir ve temizlenir. Hastaların çoğu aynı gün evlerine dönüp bir gün sonra da normal yaşamalarına dönebilirler. Özellikle alt ve orta üreterdeki taşlarda başarı oranı yüksektir (%96 – %100 başarı). Üst üreter taşlarının tedavisinde ESWL genellikle ilk tercih edilen tedavi yöntemidir.
Ancak 1 cm’den büyük üreter taşlarında ESWL’nin başarı oranları düşmektedir. Genel kural olarak olarak 1 cm’den büyük üreter taşlarında ve 2 cm’den büyük böbrek taşlarında endokopik girişimler daha yararlı ve başarılı olmaktadır.
Üreteroskopi ile üreterin alt ve orta kısmında tıkanıklığa yol açan taşların çıkarılmasında kullanılır. Üreteroskopik girişimde, çok ince bir teleskopik alet ile idrar borusundan ve mesaneden geçilerek üreterin içerisine giriliyor. Bu ince ve esnek endoskop ile üreter içerisinde ilerleyerek tıkanıklığa yol açan taşa ulaşılarak taş çıkartılır.
İlk taş olayından bir yıl sonra hastalar ultrason ve direkt film ile kontrol edilir. Bu dönemde yeniden taş hastalığı yaşamamak için hastaların özellikle sıvı alımına dikkat etmesi gerekir.
BÖBREK ÜSTÜ BEZİ KANSERİ
Böbrek üstü bezlerinden kaynaklanan kanserler adrenal tümör veya kanserlerdir.
Tüm kanserler içinde görülme oranı 0.5-2/1000’dir.
En nadir görülen kötü huylu endokrin (hormon) tümörlerindendir.
Genellikle 5 yaş altı ve 40-50’li yaşlarda ortaya çıkabilmektedir.
Böbrek üstü bezi tümörlerind belirtileri nelerdir? Hastalık nasıl ilerler?
Genelde böbrek üstü bezlerinden salgılanan hormonlardaki düzensizliklerin neden olduğu belirtiler ortaya çıkar. Ancak bazı durumlarda da herhangi bir aşırı hormon salınımı olmaksızın da bulgu verebilir.
Yüksek tansiyon, kilo artışı, aşırı vücut tüylenmesi, osteoporoz, diyabet (şeker hastalığı) gibi bulgular söz konusu olabilir.
Hayatta kalım beklentisi kötü olan kanserlerdir ve tek tedavi erken cerrahi girişimdir.
Başlıca aldosteron hormonu salgılarlar. Aldosteronun aşırı salgılanması sonucu primer hiperaldosteronizm gelişir.
Kadınlarda 2 kat daha fazla görülen adrenokortikal kanserlerde denen böbrek üstü bezi kanserleri, sarkom, meme ve akciğer kanserinin eşlik ettiği kalıtımsal sendromun bir parçası olarak da ortaya çıkabilir.
Hipertansiyon, baş ağrısı, potasyum düşüklüğüne bağlı halsizlik, kas güçsüzlüğü ve kramplar, çok su içme ve çok idrara çıkma gibi Primer hiperaldosteronizm bulguları ile hasta doktora baş vurabilir.
Olguların dağılımı; %75-80’inde neden böbrek üstü bezinin adrenal korteks kısmının iyi huylu tümörü, %15-25’inde iki taraflı zona glomeruloza hiperplazisi ve %1’inde adrenal korteks kanseridir.
Tedavi: Neden böbrek üstü bezinin adrenal korteks kısmının iyi huylu tümörü (aldosteronoma) veya adrenokortikal kanser ise tedavisi cerrahidir.
Adrenal korteksten kortizol salgılayan tümör ve kanserler de mevcuttur.
Böbek üstü bezinin iç tabakası olan medullanın adrenalin veya noradrenalin salgılayan tümörü de mevcuttur. Bu tümöre feokromasitoma denir. Hastalarda sıklıkla hipertansiyon atakları vardır. Nöbetler şeklinde gelen hipertansiyon atakları sırasında baş ağrısı, terleme, bulantı gibi şikayetler olur. Bu şikayetler kanda adrenalin ve noradrenalin düzeylerinin artmasına bağlı ortaya çıkmaktadır. Feokromasitoma’nın tedavisi cerrahidir. Ancak operasyondan önce hastaların hipertansiyonunun kontrol altına alınabilmesi için bir süre ilaç tedavisi almaları gerekebilir.
BÖBREK YETMEZLİĞİ
Böbrek yetmezliği ani (akut) veya sinsi (kronik) seyirli olmak üzere iki şekilde gelişebilir.
Akut böbrek yetmezliğinin nedenleri
1. Ağır kanama, kusma, ishal, yanık sonucu kan basıncında düşme
2. Gebelik: Kanamalar, gebelik zehirlenmesi, sağlıksız koşullarda yapılan düşükler
3. Kalp yetmezliği
4. Böbrek hastalıkları: Nefrit, böbrek damarının tıkanması
5. İdrar yollarında tıkanıklık: Kanser, prostat büyümesi, taşa bağlı tıkanma
6. Ameliyatlardan, özellikle büyük ameliyatlardan sonra
7. İlaçlar: İlaçlara bağlı akut böbrek yetmezliği sık karşılaşılan bir sorundur, bu nedenle ilaçlar kesinlikle doktor denetiminde kullanılmalıdır.
8. Depreme bağlı kas zedelenmeleri
Kronik böbrek yetmezliğinin nedenleri
1. Nefrit: Böbrek iltihabıdır.
2. Şeker hastalığı
3. Hipertansiyon
4. Taş, tıkanma, tümör gibi idrar yolu hastalıkları
5. Böbrek kistleri
6. Diğer nedenler
Belirti ve bulgular
Gece idrara kalkma, halsizlik, nefes darlığı, çarpıntı, idrar miktarında azalma, hipertansiyon, el, ayaklar ve göz etrafında şişmedir. Böbrek yetmezliğinin erken dönemlerinde belirtiler çok silik olabilir, tek belirti sık gece idrara kalkma olabilir. Gece idrara kalkma akşam çok sıvı (çay, su, karpuz…) alanlarda veya prostat hastalığı olanlarda da görülebilir. Gece idrara kalkan bir hastada başka bir neden yoksa bunun nedeni böbrek yetmezliği olabilir. Bu nedenle sık sık gece idrara kalkanların mutlaka böbrek yetmezliği yönünden araştırılmaları gereklidir. Bu amaçla kan ve idrar incelemeleri yapılmalıdır.
Tanı
Böbrek yetmezliğinin tanısı kanda üre veya kreatinin isimli maddelerin ölçülmesi ile mümkündür. İdrar incelemesi, radyolojik yöntemler, kanın biyokimyasal incelemesi ve diğer laboratuvar incelemeleri böbrek yetmezliğinin nedenini anlamaya yöneliktir.
Tedavi
Akut ve kronik böbrek yetmezliklerinde tedavi farklıdır. Böbrek yetmezliği tedavisi hastanın özelliğine ve böbrek yetmezliğine yol açan hastalığa göre değişir. Tedavi kesinlikle bir doktor denetiminde olmalıdır. Tedavide en önemli nokta eğer var ise kan basıncı düşüklüğü veya yüksekliğinin kontrol altına alınmasıdır. Beslenme, sıvı ve tuz dengesinin sağlanması ve ilaçlar diğer tedavi yöntemleridir.
Akut böbrek yetmezliği olan hastaların böbrekleri iyi ve yeterli tedavi ile genellikle düzelir. Böbrek yetmezliği ilerler ve kalıcı hale gelirse başka tedavi yöntemleri gerekir:
1. Diyaliz
2. Böbrek nakli
BRONŞEKTAZİ
Bronşektazi, 2 mm’den geniş çaplı bronşların duvar harabiyeti nedeniyle kalıcı genişlemesi olarak tanımlanmaktadır.1950 yılında Reid, bronşektaziyi radyolojik görünümleri ve otopsi bulgularına göre 3 sınıfa ayırmıştır ve bu sınıflama hala geçerliliğini korumaktadır.
Silendirik bronşektazi : Bronş enine kesit çapı artmıştır yani bronş basitçe genişlemiştir.
Variköz bronşektazi : Bronşların aynı bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hemde duvarları düzensiz hale gelmiştir.
Kistik bronşektazi : Bronşlar yapısal özelliklerini tümüyle kaybederek balon gibi yuvarlak kistik yapılar haline gelmiştir.
Birçok hastada ise bu tiplerden 2 ya da 3’ü akciğerin değişik alanlarında bir arada bulunurlar.
Bronşektaziye yol açan nedenler nelerdir?
Bronşektazi olgularının büyük çoğunluğunda akciğer enfeksiyonları hastalığın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Özellikle çocukluk çağı enfeksiyonlarından boğmaca ve kızamık iyi tedavi edilmediğinde bronşlarda genişlemelere neden olur. Tüm dünyada olduğu gibi Ülkemizde de kızamık ve boğmaca aşısının kitlesel olarak uygulanması ile bronşektazi sıklığı eskiye göre önemli ölçüde azalmıştır. Çocukluk çağı enfeksiyonlarının yanısıra diğer mikroplara bağlı olarak gelişen zatürre, tüberküloz gibi akciğer enfeksiyonları da iyi tedavi edilmediklerinde ya da tedavileri geç kaldığında bronşektaziye neden olmaktadırlar.
Enfeksiyon hastalıkları dışında bronşlarda daralma veya tıkanmaya neden olan her türlü hastalık, tıkanan bölümde yine enfeksiyona yol açarak bronşektazi gelişimine zemin hazırlamaktadır. Örneğin çocuklarda yabancı cisimlerin soluk borusuna kaçırılması, çocuk ve erişkinlerde iyi ya da kötü huylu tümörler, tüberküloz hastalığı bronşlarda tıkanmaya yol açarak hastalığın ortaya çıkmasına neden olurlar.
Enfeksiyon ve bronş tıkanması dışında bronşektazi daha az oranda da doğumsal bir hastalık olarak görülebilir.
Bronşektazi hastalığının belirti ve bulguları nelerdir?
Şiddeti ve miktarı hastalığın yaygınlığı ve tipine göre değişmekle birlikte öksürük ve balgam çıkarma en sık görülen semptomlardır. Genişlemiş ve yapısal özelliklerini kaybetmiş bronşlar akciğerin savunma sistemini zayıflatarak sık sık enfeksiyonlara neden olurlar. Enfeksiyon dönemlerinde ateş, balgam miktarında artma, balgamın iltihaplı sarı-yeşil görünüm kazanması, kötü kokulu soluk ve kan tükürme gibi belirtiler ortaya çıkar. Önlem alınmadığı taktirde sürekli tekrarlayan enfeksiyonlar akciğerlerdeki harabiyeti arttırarak hastalığın ilerlemesine neden olabilir. Yaygın hastalığı olanlarda nefes darlığı, siyanoz, kilo kaybı, böbrek fonksiyonlarında bozulma ve kansızlık görülebilir.
Hastalığın tanısı
Genellikle öksürük, balgam çıkarma, kan tükürme, sık akciğer enfeksiyonu geçirme yakınmaları ile hekime başvuran hastalarda daha ilk muayenede hekimi bronşektazi kuşkusuna götüren muayene bulguları olabilir. Yaygın bronşektazisi olan hastalarda parmaklarda çomaklaşma görülebilir. Fizik muayenenin ardından çekilen akciğer grafisi bazı hastalarda hiç bir bulgu vermez. Bronşektazinin kesin tanısı ince kesit bilgisayarlı tomografi ile konulur ve tomografi bulgularına göre hastalığın tedavisi planlanır. Ayrıca bronşektazi tanısı konulan olgularda lokal bir hastalık söz konusu ise ilgili bronşta tıkanmaya neden olan bir hastalığın olup olmadığını araştırmak amacıyla bronkoskopi yapılmalıdır.
Tedavi
Bilgisayarlı tomografide bronşektazik değişimlerin her iki akciğerde yaygın olarak görüldüğü olgularda medikal tedavi ve pulmoner rehabilitasyon uygulanır. Medikal tedaviye alınan hastalarda enfeksiyon ataklarının olduğu dönemlerde antibiyotikler mutlaka kullanılmalıdır. Bunun dışında balgamı sulandırıcı ve rahat balgam çıkarılmasını sağlayan ekspektoran şuruplar, kanama varlığında istirahat ve kanamaya yönelik tedaviler uygulanmalıdır. Ciddi kanaması olan ve hastalık yaygınlığı nedeniyle cerrahi girişim düşünülmeyen olgularda kanamanın durdurulmasına yönelik olarak bronşial arter embolizasyonu gibi radyolojik girişimsel tedavi yöntemleri uygulanır. Bu yöntemde bilgisayarlı tomografi cihazı rehberliğinde kanayan bronşun atardamarına bir kateter ile girilerek buraya atardamarın tıkanmasına neden olan bir madde enjekte edilir.
Belirli bir bölgede lokalize bronşektazide ise ciddi ve hayatı tehtid eden kanama, sürekli bol miktarda balgam çıkarma, sık tekrarlayan enfeksiyonlar söz konusu ise yani hastanın hayati tehlikesi varsa ya da yaşam kalitesi bozulmuş ise cerrahi girişim uygulanır. Ancak fazla yakınmaya neden olmayan lokal bronşektazilerde, yaygın bronşektazide olduğu gibi medikal tedavi yöntemleri tercih edilebilir.
Cerrahi girişim uygulanmayan bronşektazi olgularında enfeksiyon ataklarından korunmak için grip ve zatürre aşıları hekime danışılarak yapılmalıdır. Ayrıca medikal tedavi uygulanan hastalara genişlemiş bronşlar içersinde biriken balgamın çıkartılabilmesi için pulmoner rehabilitasyon ve postüral drenaj teknikleri hastalara öğretilmelidir.
BRONŞİT
Bronşit,Bronchitis Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Akut bronşit grip gibi hastalıklarla beraber görülebilirken, kronik bronşit daha ciddi bir iltihaplanmadır. Mutlaka tedavi gerektirir.
Akut bronşit : Genellikle grip, kızamık, boğmaca veya tifo gibi hastalıklar sırasında görülür. Sisli ve soğuk havalarda çok rahatsız olurlar. Hastalığın başlangıcında kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Mutlaka doktora danışmanız gerekir.
Kronik bronşit : Bu çeşit bronşitte; havayollarını yağlayan bezler büyümüş, iç yüzlerinde bulunan tüyler görevini yapamaz olmuştur. Mutlaka tedavi edilmesi gerekir.
Akut bronşit zamanında tedavi edilmezse bu zamanla kronik bronşite dönuşebilir. Doktorun zamanında doğru teşhis yapması bu yüzden çok önemlidir. Ayrıca her iki bronşitte de yapılacak ilk iş eğer içiliyorsa sigarayı bırakıp istirahat etmektir.
Bronşit: Akciğerde havayollarının bir zarının iltihap kapmasıdır.
BULANTI
Mide bulantısı veya kısaca bulantı, midede kusma isteği ile birlikte oluşan rahatsızlık veren bir durum.
Bulantı bir hastalık değildir ve genellikle mide veya mide ile ilgisi olmayan bazı rahatsızlıkların semptomlarından birisidir. Bulantı vücudun başka bir yerindeki bir değişik duruma işaret eder. Normal harekete alışkanlığı ile o anki değişik harekete bağlı olarak seyahatlerde oluşması (taşıt tutması) buna örnektir.
Tedavi sırasında;bulantı kemoterapi sırasında büyük bir sorundur ve tedaviye bir bulantı ilacı eşlik eder.Genel anestezi sonrası da bulantı büyük bir sorundur. Ayrıca gebelikde bulantı eşlik eden bir olgudur.
Diğer sebepler:
• Addison Hastalığı
• Alkolizm
• Apandisit
• Beyin tümörü
• Doymama hastalığı
• Kanser
• Genel ilaçla tedaviler
• Depresyon
• Diyabet
• Grip
• Gıda zehirlenmesi
• Gastroenterit
• Reflü
• Kalp krizi
• Böbrek yetmezliği
• Migren
• Sinirlilik
• Pankreatit
• Peptik Ülser
• Gebelik
• Sigara içme
• Denge bozukluğu
• Hepatit
BURUN AKINTISI
Özellikle soğuk havalarda insanların sıklıkla yaşadığı durumlardan biri olan burun akıntısı nedir? Burun akıntısının nedenleri ve tedavisi hakkında merak edilen tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
BURUN AKINTISI NEDİR?
Mukus burnunuzdaki sadece sümüksü bir madde değildir (aslında yararlı bir amacı da vardır). Bakterileri, diğer mikropları ve kalıntıları yakalar ve akciğerlerinize girmesini engeller. Bazı durumlarda, örneğin soğuk algınlığınız veya alerjiniz olduğunda, mukus burnunuzdan veya boğazınızdan aşağı akabilir. Mukus burundan çıktığında, burun akıntısı denir. Sıkıcı olsa da, burun akıntısı yaygındır ve genellikle kendi kendine geçer. Ancak bazı durumlarda, tıbbi müdahale gerektirebilecek altta yatan bir sağlık sorununa işarettir.
BURUN AKINTISININ NEDENLERİ
Burun akıntısının birçok potansiyel nedeni vardır. En yaygın olanlardan bazıları enfeksiyonları ve alerjileri içerir. Bazı insanlar belirgin bir nedenden ötürü kronik burun akıntısına sahiptir. Bu nonallerjik rinit veya vazomotor rinit (VMR)denen durumdur. Daha az sıklıkla, burun akıntısı polipler, yabancı cisim, tümör veya migren benzeri baş ağrıları nedeniyle ortaya çıkabilir.
Burun akıntısı nedenleri şunlardır:
– Akut sinüzit (sinüs enfeksiyonu)
– Alerjiler
– Kronik sinüzit
– Churg-Strauss sendromu
– Soğuk algınlığı
– Aşırı dekonjestan burun spreyi kullanımı
– Septum deviation (burun duvarının kayması) vb. anatomik sorunlar
– Uyuşturucu bağımlılığı (madde kullanım bozukluğu)
– Kuru hava
– Hormonal değişiklikler
– Suçiçeği
– Grip
– Burna yabancı bir cisim kaçması
– İlaçlar
– Burun polipleri
– Alerjik olmayan rinit (kronik sıkışıklık ya da hapşırma alerjiler ile ilgili olmayan)
– Mesleki astım
– Gebelik
– Respiratuar sinsitiyal virüs (RSV)
– Omurilik sıvısı kaçağı
– Tütün dumanı
BURUN AKINTISI TEDAVİSİ
Önerilen tedavi planı burun akıntısının temel nedenine bağlı olacaktır. Çoğu durumda, basit ev ilaçları kullanarak semptomlarınızı hafifletebilirsiniz. Bazı durumlarda, doktorunuz ilaç veya başka tedaviler önerebilir.
Soğuk algınlığı veya grip, burun akıntısına neden oluyorsa, tedavi seçenekleriniz sınırlı olabilir. Çoğu durumda kendi kendine iyileşir. Bol bol dinlenip bol miktarda sıvı tüketmek önemlidir. Reçetesiz ilaçlar, bazı belirtilerinizi hafifletmeye yardımcı olabilir. Grip semptomlarınız şiddetliyse doktorunuz size antiviral bir ilaç verebilir. Bu, iyileşmeniz için gereken süreyi kısaltabilir.
Uzun süre tedavi edildiği halde akıntı kesilmiyorsa nedenini belirlemek için kan ve alerji testleri, burun, boğaz ve balgam kültürü, sinüs grafisi gibi tetkiklerin yapılması gerekir.
Antihistaminikler
Antihistaminikler, alerjik reaksiyonların semptomlarını önlemeye ve tedavi etmeye yardımcı olabilecek ilaçlardır. Bazı antihistaminikler size uyku verebilir. Kullanmadan önce etiketi (prospektüs) mutlaka okuyun.
Antihistaminikler ayrıca diğer bazı ilaçlarla da reaksiyona girebilir. Özellikle kas gevşetici, uyku hapları veya sakinleştirici kullanıyorsanız, antihistaminik ilaçlar almadan önce doktorunuzla konuşun.
BURUN EĞRİLİĞİ
Burun deliklerinin arasında yer alan ve burun boşluğunu ikiye ayıran yapıya “septum” adı verilir. Septum kemik ve kıkırdaktan oluşmaktadır.
Burun tıkanıklığının en sık rastlanan sebeplerinden biri de septumdaki şekil bozukluklarıdır.
Normalde ince ve düz olması gereken septumun eğri olması (deviasyonu); burundan solumayı zorlaştırabilmekte veya imkansız hale getirebilmektedir.
Septumun burun tıkanıklığına sebep olacak kadar şeklinin bozulduğu durumlarda cerrahi müdahale önerilmektedir. Septum eğriliğinin düzeltildiği bu ameliyatlara; “septoplasti” denilir.
Septoplasti ameliyatı (septum deviasyonu ameliyatı) nedir?
Septoplasti; septumun şekil bozukluğunun düzeltilmesi ameliyatıdır.
Hastaya yapılan anestezi uygulamasından sonra burnun içinden septumun bir yüzüne kesi yapılır. Cerrah bu kesi yerinden septumun tıkanıklık yapan kısmını düzeltir.
Deviasyon ameliyatında; tıkanıklık yapan septum kısmı çıkartılabilir ya da tıkanıklığa neden olan septum kısmı düzeltilerek yeniden yerine yerleştirilebilir. Hangi yöntem uygulanırsa uygulansın, burnun dış görünüşü değişmez.
Kulak burun boğaz bölümümüzde septum deviasyon ameliyatı, hastanın başka bir isteği yoksa lokal anestezi ile yapılmaktadır. Ameliyat sonrasında genellikle burun tamponu kullanmamaktayız. Bu nedenle ameliyattan sonra hastalarımız kısa bir süre içinde evine ve normal yaşantısına geri dönebilmektedir.
Septoplasti (semptum deviasyon) ameliyatından sonra, Lokal anestezi altında gerçekleştirilen septum deviasyonu ameliyatından sonra hastalarımız ilk birkaç saatini hastanemizde geçirir. Doktor kontrolünden sonra evlerine dönebilirler.
Kulak burun boğaz bölümümüzde çok mecbur kalmadıkça ameliyat sonrası burun tamponu kullanılmadığımız için hastalarımız ameliyat sonrası iyileşme dönemini oldukça rahat atlatabilmektedir.
Septoplasti (septum deviasyonu) ameliyatından sonra dikkat edilmesi gerekenler:
– Ameliyattan sonra burnunuzu bir yere çarpmamaya, burnunuzu hareket ettirmeye özen gösterin.
– Sümkürmeyin. Sümkürmektense burun akıntısını genzinize doğru geriye çekmeniz daha doğrudur.
– Ameliyattan bir hafta sonra hafif hafif sümkürmeye başlayabilirsiniz.
– Hapşırığınızı tutmayın, ağzınız açık olarak hapşırmaya dikkat edin.
– Sıvıları içmek için mutlaka pipet kullanın.
– Başlangıçta çok az ve kanlı burun akıntınız olması doğaldır. Zamanla bu akıntı sarı pembe renge dönüşmektedir.
– Burnunuzdaki şişkinlik ve dolgunluk hissi bir kaç hafta içinde azalmaktadır.
– Şişlik ve dolgunluğu azaltmak için yatağa düz olarak yatmak yerine başınızı kalp hizasından 30 derece yukarı tutmanız yarar sağlayacaktır.
– Ameliyat yeri iyileştikçe burun içinde kabuklanma olabilmektedir. Bu durum en fazla 3-6 hafta sürmektedir.
– Burun akıntısını, şişkinliğini ve rahatlığını azaltmak amacıyla soğuk kompres uygulaması yapılabilir. Buz torbasını ya da buzlu su ile ıslatılmış havluyu burnunuzun üzerine bastırmadan uygulayabilirsiniz. Ameliyat sonrası ilk 72 saat içinde yapılan soğuk kompres sizi rahatlatacaktır.
– Ameliyattan sonra gerekli görülürse doktorunuzun önereceği ağrı kesicileri kullanabilirsiniz. Doktorunuza danışmadan hiç bir ilaç kullanmayınız. Aspirin gibi ilaçlar kanı sulandıracağı için kanamaya neden olabilir.
– Çok sıcak su ile duş/banyo yapmamaya özen gösteriniz.
– Ameliyattan sonra 1 hafta içinde normal hayatınıza geri dönebilirsiniz. Ancak koşma, yüzme, ağırlık kaldırma gibi egzersizler den uzak durmalısınız.
– İlaçla kontrol altına alınamayan bir ağrınız olursa ya da 38 °C’nin üzerinde ateş gözlerseniz hemen doktorunuzu arayın.
BURUN ESTETİĞİ
Burun şekillendirme işleminde rinoplasti yıllardan beri Estetik plastik cerrahlar tarafından kullanılmaktadır. Yakın senelerde tıpın ilerlemesi ile birlikte teknolojik olarak rinoplasti işlemini daha ince ve zarif cerrahiye dönüştüren değişik yöntemler çeşitli cerrahlar tarafından sunulmuştur. Bunlardan advanced rhinoplasty, fine rhinoplasty sayılabilir. Bu yöntemlerde cerrahi aletler daha ince tasarlanarak doku hasarını oluşturma en aza indirilme açısından planlanmıştır. Daha ince kırma aletleri planlayan cerrahlar ince cerrahilerini bu isimlerle öne sürmüşlerdir. Ancak kırma işlemi ne kadar zarif yapılırsa yapılsın kemik ve yumuşak doku üzerinde hasar oluşturmaktadır. Kemik parçalanmaları ve kırılmaları her zaman rinoplasti nin komplikasyon riskini arttırmıştır. Buda revizyon rinoplasti sayısını arttırmıstır. Yani insanlar bir yerine iki üç kez operasyon geçirmiştir. 2000li yıllarda Amerikanın ünlü cerrahlarından sayılı birkaçtanesi kırma yerine mikro-motor törpü sistemini kullanmaya başlamışlardır ve bunun daha az hasar verici olduğunu çeşitli makalelerle tıp literatürüne tanıtmışlardır. Geçtiğimiz yıllarda teknolojinin ilerlemesi ile ultra mikro-motor sistemleri icat edilmiş olup çene cerrahisi ve diş cerrahisinde başarı ile kullanılmıştır. Bu sistemlerde kesici ve törpüleyici karakterler özellik sayılmaktadır.
Benim kullandığım ultra mikro-motor sistemi kesici ve törpüleyici olarak burun estetiği nde sağladığı zariflik ve risksizlik olmakla birlikte burun tasarımı ve şekillendirmesinde yer alıp rinoplastiyi kırıcı bir ameliyattan cıkarıp şekillendirme ameliyatı olarak heykel traş sanatı gibi ince detaylara inerek ameliyat sırasında tasarım üzerinden gidiyorum. Ultra mikro-motor sisteminde mikro başlıklar kullanarak burun çatısının kemikleri kırarak değil zarif bir şekilde keserek ve törpüleyerek şekil verilmektedir. Çene cerrahisinde kullanıldıgı gibi burun estetiğindede başarılı bir şekilde tasarım yapılarak kullanıyorum. Doku kaybı ve hasarı engellemiştir ve bundan dolayı iyileşme süreci çok hızlı olup şişlik ve morluklar en aza indirgenmektedir. Oluşan şişlik ve morluk klasik rinoplasti gibi uzun süre degil iki üç gün gibi kısa süre içerisinde geçmektedir. Ultra mikro-motor sistemi çene ve yüz bölgesinin kemik cerrahisinde dünyaca tanınmış ve tıp literatürüne geçmiş ve üstünlüğü saptanmıştır. Bu sistem pahalı ve cerrahi yetenek gerektiren bir sistem olduğu için nadir cerrahlar tarafından uygulanmaktadır. Ultra mikro-motor sistemi ayrıca septum(burun orta duvarı) cerrahisinde olmazsa olmazdır. Dünyanın en ünlü burun cerrahları septum (orta duvar) cerrahisinde bu sistemden yararlanmaktadırlar. Benim kattığım yenilikler ve tasarımlar bu sistemin dahada ince bir şekilde hem nefes darlığı ameliyatlarında hemde burun estetiğinde kullanılmasına imkan sağlamaktadır.
Burun yapısı kişiye özeldir !
Yüz yapısı her kişide farklı olduğu gibi burun yapısı da yüze ve kişiye özeldir. Bu nedenle kişiye özel burun estetiği planlanmalıdır ?case-specific surgery?.
Burun güzel olmalı !
Burun yapısı yüzün ortasında yer alır ve en ön planda göz bakışına hitab eder. Herhangi bir yüze ilk baktığımızda daha estetik olan yapı başta göze çarpar. Çok güzel kaşı, gözü, dudağı, yanağı veya çenesi olan bir kişide burun güzel değil ise, ilk bakışta dikkati kendi çekerek diğer güzel bölgeleri kapatır. Burun estetiği yapıldığında diğer bölgelerin estetiği göz önüne cıkar.
Harmonide temel taş !
Yüz bölgesinin harmonisi ve uyumunda burun temel taştır. Yapısıyla, uzunluğuyla, genişliğiyle ve kalkıklığıyla yüzün diğer yapılarını birbirine bağlar ve denge sağlayıcı etki sağlar. Harmonik bir yüzde her bölgenin estetiği aynı oranda bakışı süslendirir.
İdeal burun tartışması !
İdeal burun nedir? Nasıl belirlenir? Yüz hatları ve ölçüleri ile uyumlu olup doğallığını kaybetmemiş burun ideal burundur. İdeal burun 2 boyutlu ve 3 boyutlu ortamlarda tasarlanabilir. Yüz bölgesinden çekilen ön, 45 derece, ve yan fotograflarda bilgisayar ortamında tasarım yapılması öncesi ve sonrası arasında değişimleri ortaya koyar. Ayrıca 3 boyutlu bilgisayar programlarında tasarım yapılması mümkün. Tabii ideal anlam göreceli bir konudur ancak dar bir sınır içerisinde tartışmaya açıktır.
Bilgisayarlı tasarım şart !
İdeal burun söz konusu ise, burun estetiği bilgisayarlı tasarım yapılmadan yapılmaz. Bilgisayar tasarımı sadece ameliyat sonrasını görmek için değil, cerraha yapılacak olan teknikler konusunda detaylı bir şekilde yardımcı olur. Mikroişlemler yapılacaksa işlemin türü, lokalizasyonu ve ölçüsü net bir şekilde belirlenir.
Kimler yaptırabilir !
Burun estetigi ameliyatı, burun kemiği ile ilgili bir ameliyat olduğu için yüz kemiklerinin gelişimini tam olarak tamamlaması beklenmelidir. Bu nedenle en uygun yaş, burun gelişiminin tamamlandığı Erkeklerde 18, kızlarda 17 yaştan itibaren bu ameliyat yapılabilir.
Nasıl yapılır!
Ameliyat genel anestezi altında yapılır. Burun estetiğinde kullanılan yöntemimiz mikro-rinoplasti yöntemidir. Bu yöntem Dr. Avşar? ın geliştirdiği bir yöntemdir. Ameliyat süreci 2.5 3 saattir. Ameliyat sonrası en fazla bir gece hastanede kalınır. Ameliyat sonu burun içine tamponlar ve burun üzerine plastik bir atel yerleştirilir. 8-24 saat sonra tamponlar, 4. gün sonra atel alınır. Burun içi dikişler kendiliğinden düşer. Atel alındıktan sonra 3 gün burun bandajı uygulanır.
Ağrı olur mu!
Ameliyattan sonra nerdeyse hiç ağrı olmaz, olabilecek hafif ağrı, ağrı kesici ilaçlar ile kolayca giderilebilir.
İşe dönüş!
Yapılan cerrahi işlemine göre ameliyattan 4-7 gün sonra normal yaşama dönebilir veya uçak yolculuğu yapabilirsiniz.
BURUN KANAMASI
Burun kanaması; kulak burun boğaz bölümüne başvurmanızı gerektiren acil durumlardan biridir.
Genellikle burun hastalıklarına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak nedeni yüksek tansiyon gibi kalp damar sistemi ile ilgi hastalıklar da olabilmektedir.
Burun kanamasının görülme oranı yaklaşık % 10’dur. Bu vakaların sadece %1-2’si cerrahi tedavi gerektirmektedir.
“Mukoza” adı verilen ve burun boşluğunun iç yüzeyini kaplayan tabaka damar yönünden zengindir. Bu damarlarda oluşabilecek travma ya da başka etkenler kanamaya neden olabilmektedir.
Burun kanamaları ikiye ayrılır; ön burun kanamaları ve arka burun kanamaları. En sık karşılaşılan tipi; ön burun kanamalarıdır. Özellikle çocuklar ve gençlerde daha sık rastlanır. Arka burun kanmaları ise yetişkin ve ileri yaştaki kişilerde daha sık gözlenir. Bu tip kanamalarda ağızdan kan gelmesi de söz konusudur.
Burun kanamasının nedenleri
Burun kanamalarının en sık rastlanan nedenleri şöyle sıralanabilir:
• Burun karıştırılması, darbeler gibi burunda gözlenen travmalar
• Kuvvetli sümkürme burun çekme
• Soğuk ve kuru hava
• Devamlı burun spreyi kullanımı
• Yüksek irtifa
• Sinüzit, soğuk algınlığı, nezle, grip gibi hastalıklar
• Burun içindeki kemik ya da kıkırdak eğriliği (deviasyon)
• Alerjik rinit
• Yüksek tansiyon (hipertansiyon)
• Bazı hormonal hastalıklar
• Kanama bozuklukları (hemofili gibi)
• Sinüs tümörleri
• Arka burun kanamalarında ise; damar sertliği, hipertansiyon (yüksek tansiyon) gibi kalp damar hastalıkları, yeni geçirilen burun ameliyatları, kan sulandırıcı ilaçların kullanımı, hemofili gibi kanama bozuklukları, lösemi (kan kanseri) gibi hastalıklar göz önünde bulundurulmalıdır.
Ön burun kanamaları
Daha çok çocuk ve genç erişkinlerde görülür. Çoğu burun kanaması, burnun orta bölümünde bulunan kılcal bir damarın çatlaması nedeniyle tek taraflı olur. Bu bölgedeki damarlar oldukça ince ve yüzeyde olduklarından burun sümkürülmesi, çocuklarda burun ile oynama nasıl travma ve hatta ufak dokunuşuyla dahi kanayabilirler.
Sıklıkla orta ve ileri yaşlarda ve özellikle hipertansiyon hastalığı olanlarda görülür. Burnumuzun içinde arka üst bölgelerden kanama olur ve şiddeti burun ön kanamalarına göre fazladır ve sıklıkla geniz ve burundan aynı anda kan gelir.
Kanamayı nasıl ayırt edebiliriz?
Ön burun kanamaları sıklıkla kuru iklimlerde veya kış aylarında kuru ve sıcak oda havası nedeniyle burun içini kaplayan koruyucu tabakanın kuruması sonucunda oluşan kabuklanmalar ile olur. Bunu önlemek için az miktarda yumuşatıcı bir krem veya damlalar burnun içine kullanılabilir. Genellikle burun ön kısmına (burun kanatlarına burun delikleri ile burun kemiğin arasındaki yumuşak bölge) uygulanan parmak basısı ile durdurulabilirler.
Kanamanın arkadan olup olmadığı önemlidir. Arka burun kanamaları genellikle yaşlı insanlarda, yüksek tansiyon hastalarında veya burun ve yüz yaralanmalarında olur. Ağız ve boğaza doğru kanama devam eder. Bu bölgenin kanamaları daha şiddetli olur ve ciddi olarak ele alınmalıdır. Bu nedenle, mutlaka hastaneye başvurulmalı ve bir KBB uzmanı hatta İç Hastalıkları uzmanı ile hasta değerlendirilmelidir.
Burun kanamasının başlıca nedenleri
• Kaşıntıya yol açan alerji, infeksiyon veya kuruluk durumlarında burun karıştırılması,
• Kuvvetli burun sümkürme yaşlı veya genç hastalarda burun damarlarının çatlamasına yol açabilir.
• Kanama pıhtılaşma bozukluğu olan kişiler veya Aspirin ve benzeri ilaç kullanımı.
• Karaciğer hastalıkları, yüksek tansiyon,
• Burun eğrilikleri,
• Burun kırılmaları, baş ve yüz yaralanmaları ciddi durumlardır.
• Tümörler (oldukça nadir)
Ön burun kanamasını durdurmak için ne yapmalı?
Burun kanaması ile karşılaşıldığında uygulanabilecek bazı yöntemler vardır:
• Kanaması olan kişiyi sakinleştirmeye çalıştırılmalıdır. Heyecanlı ve panik halinde olanların tansiyonu yükselir ve kanamanın şiddeti artabilir.
• Baş hafifçe öne doğru eğilmeli yutularak mideye gitmesi engellenmelidir. Kanama miktarı anlaşılamadığı gibi bulantı ve kusmaya da yol açabilir.
• Burnun yumuşak olan kısmını tamamen kavrayacak şeklide başparmak ve işaret parmaklarla 5 dakika kadar sıkıştırılmalıdır.
• Dik oturulmalı veya yatmak gerekiyorsa mutlaka baş yüksekte kalacak şekilde yatılmalıdır.
Burun kanamasına evde acil müdahale nasıl yapılır?
• Ayakta kalmayın, bir yere oturun
• Burnunuzu baş parmağı ve işaret parmağınızın arasına alarak sıkın
• Başınızı geri doğru değil, öne doğru eğerek 5-10 dakika bekleyin
• Tampon yapmak için herhangi bir madde (pamuk, gazlı bez gibi) burnun içine sokmayın
• Ensenize ve burun sırtınıza soğuk kompres (buz uygulaması) yapabilirsiniz (soğuk; damarları büzüştürebileceğinden kanamanın durmasına yardımcı olabilmektedir)
• Sümkürmeyin, burun içindeki pıhtıları temizlemeye çalışmayın
• Burun kanamasının devam etmesi, kanın ağızdan da gelmesi halinde acil olarak doktora başvurmanız önemlidir.
Ne zaman doktora başvurmak gerekir?
• Tekrarlayan burun kanamalarında,
• Burun dışında başka yerlerden kanama olması durumunda (örneğin idrar ve dışkılama ile),
• Vücutta hafif darbelerle bile morarma ve çürüklerin varlığında,
• Aspirin benzeri kan sulandırıcı ilaçların kullanıldığı durumlarda,
• Pıhtılaşma bozukluğu yaratabilecek karaciğer, böbrek veya hemofili gibi hastalıkların bulunduğu durumlarda,
• Yakın zamanda kemoterapi alınmış olması durumunda mutlaka hekim ile temasa geçilmelidir.
• 10 dakika boyunca burun sıkıştırıldığı halde kanama halen devam ediyorsa,
• Kanamanın kısa süre sonra tekrarlıyorsa,
• Fenalaşma, sersemlik veya bayılma hissi varsa,
• Çarpıntı veya nefes almada zorluk varsa,
• Kan tükürülmesi veya kusma ile ağızdan kan geliyorsa,
• 38,5 derece ateş ve döküntü/kızarıklık gibi ek belirtiler varsa vakit kaybedilmeden bir hastaneye gidilmesi gerekir.
Burun kanaması tedavisi nasıl yapılır?
• Kanamanın durmadığı ön burun kanamalarında sınırlı bir tampon yapılarak veya küçük bir müdahale ile damar pıhtılaştırılarak kanama durdurulabilir.
• Kanama durmuşsa veya tampon alındıktan sonra çoğu kez yumuşatıcı ve yara iyileştirici krem veya merhemleri önerilir.
• Eğer burun kanaması tekrarlarsa, mutlaka kulak burun boğaz doktorunuza başvurmalısınız.
• Kulak burun boğaz hekimi; burun kanamasının yerini görebilmek için endoskopik muayene yapmaktadır. Ön taraftan gelen kanamalar için; ucunda kimyasal maddeler bulunan ufak çubuklarla ya da bipolar ile yakma işlemi (koterizasyon) yapılabilir.
• Durmayan kanamalarda önden ya da arkadan tampon uygulaması yapılabilmektedir. Bu tip kanamalarda hastaların 24-72 saat arasında hastanede kalıp takip edilmesi gerekebilmektedir.
• Kanama nedeni bulunduktan sonra, ek tedaviler de uygulanır. Çok ciddi olan tampon ve cerrahi yöntemlerle durdurulamayan burun kanamalarında anjiyografi rehberliğinde embolizasyon da uygulanabilmektedir.
BURUN TIKANIKLIĞI
Burun Tıkanıklığı Neden Olur ve Burun Tıkanıklığı Nasıl Geçer?
Burundan soluk alıp vermek, sağlıklı bir vücut ve solunum sistemi için çok önemlidir. Orta kulağın havalandırılması, koku alma fonksiyonları, havanın ısıtılıp, nemlendirilmesi bakımından da burundan nefesin önemi büyüktür. Özellikle kulak, burun, boğaz rahatsızlıklarında ve mevsim geçişlerinde sıkça rastlanan burun tıkanıklığı hem çocuklarda hem de yetişkinlerde hayat kalitesinin ve sağlığın bozulmasına neden olmaktadır. Memorial Sağlık Grubu Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Bölümü uzmanları, burun tıkanıklıklarının nedenleri ve burun tıkanıklıklarının tedavisi hakkında bilgi verdi.
Burun Tıkanıklığı Nedir? Burundan nefes almak neden önemlidir?
Nefes alma organımız olan burun sayesinde içeri giren hava, akciğerlere ulaşmadan önce ısıtılır, nemlendirilir ve temizlenir. Burnun yapmış olduğu bu arıtma ve iklimlendirme görevi, akciğer ve genel vücut sağlığı için oldukça önemlidir. Halk arasında “burun etleri” olarak bilinen ve “konka “ adı verilen, burun boşluklarının yan taraflarında bulunan oluşumların bu konuda çeşitli görevleri vardır. Buruna giren hava, konkaların arasından geçer. Bu geçiş belirli bir zaman aldığından, içeri giren hava, ağızdan alınan havaya göre daha etkili olarak ısıtılır. Ayrıca yine bu yapıları oluşturan hücrelerin üzerinde bulunan ince “titrek tüyler” sayesinde, havada bulunan tozlar, polenler ve bakteriler filtre edilmiş olur. Burada yapışkan özelliği bulunan salgılar da (mukus örtüsü) havada bulunan alerjen ve mikropların büyük çoğunluğunu tutar, akciğere gitmelerini önler. Burun tıkanıklığına bağlı olarak burun solunumun yapılmadığı durumlarda ve ağızdan nefes alındığında ise bazı sağlık sorunları ortaya çıkabilmektedir. Ağız solunumu, atmosfer havasının koşullarını değiştirmeden, içeri giren havayı doğrudan boğaz ve akciğerlere ulaştırır.
Burun Tıkanıklığı Nedenleri Nelerdir?
Burun tıkanıklığının bilinen en sık nedeni kıkırdak-kemik eğrilikleri, diğer adıyla “deviasyon” diye bilinse de aslında daha sık karşılaşılan neden, burun eti şişmesi (konka şişmesi) veya “rinit” denilen çeşitli nezle tipleridir. Bunları takiben çeşitli sinüzit tiplerine bağlı da burun tıkanıklıkları olabilir.
Halk arasında kemik eğikliği olarak bilinen, burun boşluğu orta bölmesinin bir tarafa doğru eğik olması haline septum deviasyonu denilir ve genellikle burun boşluğu yan duvarlarında bulunan yumuşak dokuların (konkaların) şişmesi ile birlikte olduğunda burun tıkanıklığı daha şiddetlidir. Kemik eğikliği burun içerisinden yapılan bir ameliyatla düzeltilmeyi gerektirebilir. Yetişkin burun tıkanıklıklarının diğer önemli sebepleri; sinüzitler, alerjik koşullar, polipler, horlama-apne sendromu ve daha nadiren iyi ve kötü huylu tümörlerdir.
Burun tıkanıklığına neden olan konka şişmeleri, hava kirliliği olan bölgelerde yaşayanlarda, sigara kullananlarda, alerjik nezlesi olanlarda, sinüzit hastalarında ve burun damlası bağımlılarında sıklıkla görülür. Son dönemlerde artış gösteren bu durumun nedenleri arasına, ofis ortamında çalışanların maruz kaldığı sağlıksız klima koşulları da eklenmiştir. Konka şişmeleri, bazen tek başlarına burun tıkanıklığı yapacak kadar etkili olabilir bazen de burun eğrilikleri ile beraber görülebilir. Özellikle burun eğrilikleri ile beraber burun tıkanıklığının görüldüğü durumlarda, deviasyon ameliyatı ile birlikte konkalara çeşitli müdahaleler yapılır. Ancak tıp teknolojisindeki gelişmeler, konkalara daha etkin yaklaşılmasını sağlayan cihazların çeşitlenmesini kolaylaştırmıştır. Bu durumda şiddetli bir burun eğriliğinin bulunmadığı hastalarda, sadece burun etlerine uygulanacak girişimlerle, burun solunumu açılabilmektedir.
Burun tıkanıklığı olan hasta şikâyetleri nelerdir?
• Burun tıkalı olduğu için sürekli ağız solunumu yapmak zorunda kalır. Bu da boğaz enfeksiyonları ve farenjiteneden olur.
• Horlama ve uyku bozuklukları gelişir.
• Akciğer ve kalp problemlerini ağırlaştırır
• Sabahları ağız kuruluğu gelişir
• Cinsel fonksiyon bozuklukları olur
• Psikolojik sorunlar gelişmesine yatkınlık olur
• Ses kalitesi bozulur ve burundan konuşma gelişir
• Çocuklarda geceleri altını ıslatma problemleri olur
• Yol yürüme, merdiven çıkma gibi olağan fiziksel hareketler güçleşir
• Spor yaparken, ağır fiziksel etkinlikler güçleşebilir
Burun tıkanıklığının kendisi başlı başına bir belirtidir ya da burun akıntısı, geniz akıntısı, burundan konuşma, koku kaybı, horlama, yüz ve baş ağrısı, çocuklarda yüzde ve dişlerde şekil bozukluğu, işitme kaybı, kişilik değişimleri gibi belirtilerle beraber bulunabilir.
Bebeklerde Burun Tıkanıklığı
Bebekler solunum yapmak için çoğunlukla burnunu tercih eder. Burunları tıkandığında ise uyarmak için hemen ağlamaya başlar. Tıkanıklık açılır açılmaz da yeniden burun solunumu yapmaya devam eder. Burundan soluk almak dışında karın bölgesi her soluk alışta dışarı doğru bombeleşir. İçgüdüsel olarak gelişen bu solunum şekli doğru bir solunum şeklidir. Derin nefes alındığında diyafram kası kasılarak akciğerlerin genişlemesine katkıda bulunur ve bu nedenle karın dışarıya doğru bombeleşir. Eğer sığ ve yetersiz soluk alıp verme işlemi yapılıyorsa bu durum gerçekleşmez. Burun solunumu ayrıca derin soluk alınabilmesine de yardımcı olur. Ağız solunumu yapanlarda yardımcı solunum kasları da devreye girer. Bu kasların çalışması, özellikle çocuklarda duruş (postür) bozukluklarına neden olabilir.
Burun Tıkanıklıklarının Çocuklardaki Nedenleri:
Bebeklerde burun tıkanıklığı çok önemli ve hayati bir belirtidir. Burun içerisi ve geniz ile ilgili bir gelişme anomalisi nedeniyle ortaya çıkabilmektedir. Bu durum doğumdan hemen sonra hastane koşullarında tanınarak gerekli önlemler alınır. Bebeklik ve çocukluk dönemi burun tıkanıklıklarının en sık rastlanılan nedeni ise halk arasında “geniz eti” denilen adenoid büyüklüğüdür. Geniz etinin burun boşluğunu tamamen tıkıyor olması ya da orta kulak ve/veya sinüslerle ilgili hastalıklara yol açması, ameliyatla tedaviyi gerektirir. Bu ameliyat teknik olarak küçük, fakat özellikli bir ameliyat olarak kabul edilir, başarısı da yüksektir. Çocuk burun tıkanıklıklarının önemli bir sebebi de çocuk sinüzitleridir. Bu durum özellikli ve sabırlı bir ilaç tedavi sürecini gerektirir. Alerjik sebepler ve bazı gelişimsel anatomik koşullarda da burun tıkanıklığı yapabilir. Çocuklarda tek taraflı burun tıkanıklığı ve akıntısı burun içerisine sokulmuş bir yabancı cisim nedeniyle olabileceği için ayrıca dikkat çekici kabul edilmelidir. Nadiren çocuklarda burun tıkanıklıkları iyi veya kötü huylu tümörlere bağlı olabilir.
Hamilelikte Burun Tıkanıklıkları
Hamilelerin yaklaşık üçte birinde alerji veya bilinen nezle-grip gibi hastalıklar olmadığı halde, burun tıkanıklığı görülebilir. Bu duruma “hamilelik nezlesi”, veya “hamilelik riniti” adı verilir. Hamilelik nezlesi genellikle hamileliğin son 6 haftasında veya 2’inci ayında ortaya çıkar ve başlangıcından iki hafta kadar sonra belirtiler tamamen ortadan kaybolur. Ancak bazı hamilelerde burun tıkanıklığı, tüm gebelik dönemi boyunca olabilir ve hatta doğum sonrası da bir süre devam edebilir.
Hamilelik nezlesinde burun tıkanıklığı ile birlikte genellikle burun akıntısı da olur. Burun tıkanıklığı nedeniyle gece ağız solunumu yapıldığından boğazda kuruluk oluşur. Ayrıca beraberinde gece nefes alınamıyormuş hissi, öksürük ve uykusuzluğa yol açabilir. Mukoza şişmesi ve sonuçta sinüs boşluklarının havalanmasında azalmaya bağlı olarak baş ağrısı da gelişebilir. Hamilelikte burun tıkanıklığı yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
Burun Tıkanıklığı Tedavisi
Burun tıkanıklığı tedavisinde cerrahi girişim önemli bir seçenektir. Burnun orta bölmesi eğriliği ve burun yan duvar etlerinde büyümelere cerrahi yöntemle müdahale edilebilir. Ancak konka şişmesi ile ilgili nezle, rinit ve alerjik rinit gibi sorunlarda mutlaka KBB uzmanı tarafından ilaç tedavisi uygulanmalıdır. Burun tıkanıklığı ameliyatı, burun tıkanıklığının kişinin yaşam kalitesini büyük oranda etkilediği durumlarda, sürekli ağız solunumu ile horlamanın görüldüğü durumlarda yapılmalıdır. Burun tıkanıklığı tanısında endoskopik muayene çok önemlidir. Endoskopi sonrası ek patolojilerin tespiti için tomografik inceleme gereklidir.
Burun bölmesinin eğriliği; hem çevresindeki yüz kemiklerinin farklı gelişimlerine bağlı çekilmeler sebebiyle hem de doğum sırasında ve erken çocukluk döneminde oluşabilen darbeler sonucu oluşur. Eğer eğrilik, burun solunumunun engellenmesi ve horultulu solunuma, baş ve yüz ağrısına, tekrarlayan sinüs iltihaplarına, horlamaya ve orta kulağı havalandıran östaki borusu nezlesi ve orta kulak iltihaplarına eğilime sebep oluyorsa yine cerrahi işlem uygulanmalıdır.
Radyo frekans cerrahisi ile burun tıkanıklıkları çok daha sağlıklı şekilde tedavi edilebilmektedir. Yüksek frekanslı bir elektrik akımı olan radyofrekans dalgaları, dokuda, odak alanda sınırlı ve etkili bir ısı oluşturmaktadır. Lazer ve radyofrekans yardımı ile yapılan konka ameliyatları ile hastanın aynı gün taburcu edilmesi ve çoğu kez tampon kullanımının gerekmemesi gibi belirgin üstünlükler de önemli gelişmelerdir. Hasta ameliyattan bir gün sonra günlük yaşantısına dönebilmektedir.
Bu oluşturulan kontrollü yara izi yapısı, dokuda büzüşmeye ve buna bağlı olarak yumuşak damağın yukarı çektirilmesine ve de hava pasajının genişletilmesine sebep olur. Bu uygulamada, birkaç seanslık tedavi ile horlamada belirgin düzelme sağlanmaktadır. Ayrıca, basit ağrı kesicilerle giderilebilen, kısa süreli ağrı dışında hastayı kısıtlayıcı bir olumsuz etki gözlenmemektedir. Aynı uygulama dil kökündeki büyümeler için de kullanılabilmekte ve böylece apne nöbetleri engellenebilmektedir. Radyofrekansın horlama cerrahisinde bir diğer kullanım yeri burun yan etlerinin küçültülmesi (konka redüksiyonu) operasyonlarıdır. Burada da kanama riski hemen hiç olmadığı için buruna tampon koyma gereği yoktur. Ellman-Surgitron cihazıyla, muayenehane koşullarında yapılan çeşitli, uygulamalar sonucunda horlama ve apnede % 70-90 arasında başarı sağlanabilmektedir.
Burun tıkanıklıklarında kullanılan bir başka yöntem de “Holmium Yag Lazer”d,r. Bu yöntem ile alt konka küçültme cerrahisi, endoskopik bakış altında, hastanın şişmiş olan alt konkasını özellikle en fazla şiştiği bölgelerde küçültülmesidir. Konkanın kritik yerlerinde birkaç milimetre genişliğinde ve birkaç milimetre derinliğinde çalışarak, mukoza adı verilen örtücü dokuya çok zarar vermeden Holmium Yag lazer kullanılarak yapılır. 20 yılı aşkın süredir uygulanan bu yöntem oldukça başarılı sonuçlar vermektedir. Lazerle konka ameliyatı genel anestezi gerektirir ve İki taraflı burun içi çalışması yaklaşık 20- 30 dakika sürmektedir. Genellikle aynı gün taburcu olunur.
Burun Tıkanıklığına Ne iyi Gelir?
• Sigara içmeyi bırakın ve sigara içilen ortamlardan uzak durun.
• Süt içmek mukus üretimi arttıran önemli bir faktör olduğu için burun tıkanıklığı döneminde daha az içmeyi deneyin.
• Zencefil ve limonun içinde olduğu bitki çayları da burun tıkanıklığınızı rahatlatabilir.
• Deniz tuzu burun tıkanıklığına iyi geldiği için imkânınız varsa denize girin ya da deniz tuzu kullanarak burnunuza çekin ve sümkürün.
• Bulunduğunuz odayı nemli tutmak da iyi gelebilir. Bunun için odanızda kaynayan bir su bulundurabilirsiniz. Ya da buhar makinesi de kullanılabilir.
• Burun tıkanıklığı döneminde C vitamini tüketmek çok önemlidir.
• Bebekler için burun aspiratörü kullanmak da çok faydalıdır.
BÜYÜME HORMONU EKSİKLİĞİ
Büyüme hormonu eksikliği, büyüme gerilikleri, boy kısalıkları
Çocuğun yaşına ve cinsiyetine uygun büyüme eğrisindeki ağırlık ve boy değerlerine paralel büyüme göstermesine normal büyüme denir.
Çocuklar 2 yaşına kadar hızlı büyürler. Öyle ki çocuklar ilk 5 ayda doğum kilolarının iki katına, 1. yaşta doğum ağırlıklarının 3 katına ulaşırlar. 1 yaşında bir çocuk, doğum boyunun %50’si kadar (yaklaşık 25 cm) uzamıştır.
Yaşlara göre boy uzaması
Yaş: <11 cm/yıl
1-2 yaş: < 7 cm/yıl
2-3 yaş: yaş altı: < 5 cm/yıl
4-yaş- Puberte: < 4,5 cm/yıl
Puberte: < 5.5 cm/yıl
Büyüme geriliği, boy kısalığı nedir?
Boy ve ağırlığın yaşa ve cinsiyete göre hazırlanmış büyüme eğrilerinin alt sınırının altında olması veya takipte bir üst eğriden alt eğriye düşmesi büyüme geriliği olarak adlandırılır.
Boy kısalığının nedenleri nelerdir?
Boy kısalığı genetik faktörlere bağlı olabilirken, beslenme eksikliği, hormonal nedenler, kronik hastalıklar ve psiko-sosyal bozukluklar sonucu oluşabilir.
Hormonal bozukluklardan hipotiroidi, büyüme hormonu eksikliği, erken ergenlik boy kısalığına neden olur. Bunun nedeni; tiroid hormonu, büyüme hormonu, D vitamini, östrojen ve testosteronun büyüme üzerine etkili ana hormonlar olmalarıdır.
Psiko-sosyal bozukluklar arasında sayılan sevgi yoksunluğu özellikle yuva çocuklarında boy kısalığına neden olabilmektedir.
Büyüme ne zaman durur?
Büyüme kıkırdaklarının kemikleşmesi ve kapanması sonucunda durur. Bu dönem 18 yaş civarıdır. Kızlarda 15 yaşına gelindiğinde boy erişkin boyunun %80’nine ulaşılmış demektir.
Zira kızlarda adet görülmeye başlandıktan sonra ortalama 5-6 cm’lik uzama gerçekleşir.
Boy kısalığı tedavi edilebilir mi?
Boy kısalığının neden olan hormonal bozuklukların tedavisi hormon replasman tedavisi ile yapılabilmektedir.
Hipotiroidide tiroid hormonu tedavisi, erken ergenlikte yine hormonal tedaviyle ergenliğin durdurulması boy kısalığını önler.
Büyüme hormonu eksikliğine bağlı boy kısalığında ise eksik olan hormon tedaviye eklenir.
Egzersizin büyüme hormonu salgısını artırdığı bilinmektedir. Düzenli spor tedaviye eklenmelidir.
C HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR
CAM BEBEK/KEMİK HASTALIĞI
Cam kemik/bebek hastalığı, kemiklerde kolay ve sık kırılma, mavi sklera, diş bozuklukları ve işitme bozukluklarının birlikte görülebildiği, genetik geçişli bir hastalıktır.
Cam bebek/kemik hastalığının nedenleri
Cam bebek/kemik hastalığı kemik yapısında da bulunan tip 1 kollajenin yapı bozukluğu ile ortaya çıkmaktadır.
Cam bebek/kemik hastalığının tedavisi
Cam bebek/kemik hastalığında kırık olunca kırık tedavisi yapılmalı, gecikmiş olgularda gözlenen deformiteler düzeltilmelidir. Bunun yanı sıra gen tedavisi ve büyüme hormonu ile tedavi konularında çalışmalar sürmektedir. Son yıllarda kırık sıklığını azaltmak için osteoporozda da kullanılan bifosfonatların belli doz ve aralıklarla cam kemik hastalıklı çocuklara verilmesi ile başarılı sonuçlar bildirilmektedir. Bu çocukların mobilizasyonu konusunda fizik tedavi ve rehabilitasyona mutlak ihtiyaç vardır.
CANDİDA VAJİNİTİ
En sık görülen Candida vajiniti etkeni C.albicans’dır (%90). Normalde ağız, boğaz, barsaklar, vajina ve cilt florasında bulunurlar. Daha az olarak C.tropicalis ve C.glabrata da etken olabilir.
Epidemiyoloji
Kandidoz; diyabetiklerde, antibiyotik, kortikosteroid ya da oral kontraseptif kullananlarda, uzun süreli damar içi kateter kullananlar ve gebelerde daha sık görülür. Hücresel immünite kusuru olanlarda ise yaygın olarak kronik mukokutanöz kandidoz oluşur. Fırsatçı patojendirler ve genellikle endojen infeksiyonlara yol açarlar. Ekzojen infeksiyon daha nadir olduğu için bir cinsel temasla bulaşan hastalık olarak kabul edilmemesi eğilimi vardır.
Hastalık tabloları
Çoğu vajinitli hastada belirgin bir yakınma yoksa da cinsel ilişki sırasında yanma, kaşıntı, peynirimsi vaginal akıntı, vajinal hiperemi ve ödem görülebilir.
Tanı
Vajinal sekresyonun incelenmesi ile konur. Gereğinde %10 KOH ile sellüler elemanlar ortamdan uzaklaştırılarak görülebilmesi sağlanır.
Tedavi
Jansiyen moru ile lokal tedavi etkili olmakla birlikte hasta konforu açısından sorunlu bir tedavidir. En kolay ve çok kullanılanı, antifungal (mikonazol, klotrimazol) intravajinal krem ve suppozituvarlardır. Cinsel eşe de lokal tedavi verilmesinin etkinliği tartışmalıdır. Oral tek doz imidazol türevi (ketokonazol, flukonazol) tedavisi de önerilmektedir.
CHRON HASTALIĞI
Crohn hastalığı sindirim sistemini oluşturan yemek borusu , mide , ince ve kalın barsaklardaki bir veya birkaç bölümünü tutabilen , tutulan bölümde kalınlaşma , ülserler oluşturan bir hastalıktır. Barsaktaki kalınlaşma bu bölgelerde darlıkların oluşmasına yol açabilir. Hastalıklı bölgeler birkaç santimetre uzunlukta olabileceği gibi bir metreyi aşan uzunlukta da olabilir. Hastalık en çok “ileum” denilen ince barsakların son kısmını tutmaktadır. Kalın barsak ve anüs bölgesini de sıklıkla tutabilmektedir. Anüs bölgesinde “fissür” denilen çatlaklar ve “fistül” olarak isimlendirilen iltihapın aktığı delikler bulunabilir.
Belirtileri nelerdir ?
Crohn hastalığı tutulan bölgeye göre değişik bulgulara yol açabilir. En sık olarak karın ağrısı ve ishal olur. Barsakta ciddi derecede daralmanın oluştuğu hastalarda karında şişkinlik , ağrı , kusma , kabızlık görülebilir. Kalın barsağın tutulduğu hastalarda dışkı ile kan gelmesi de görülebilir. Crohn hastalığının aktif döneminde , hastalar yorgunluk , halsizlik hisseder ve ateşleri olabilir. Anüs çevresinde çatlak , iltihablı akıntı yapan fistüller , apseler hastalığın diğer bulgusudur.
Diğer sistem ve organları etkiler mi?
Evet. Crohn hastalarının bir kısmında gözler , cilt , ağız ve eklemlerle ilişkili yakınmalar , bulgular olabilir. Gözün dış tabakasının iltihaplanması (episklerit) veye göz merceğini kaplayan tabakada iltihaplanma (iritis) gözle ilgili başlıca rahatsızlıklardır. Ciltte en sık görülen problem , özellikle diz altlarındaki bölgelerde ağrılı kırmızı şişliklerdir (Eritema nodosum). Daha nadiren ayak bileği yakınında ülserler oluşabilir (Pyoderma). Ağızda sıklıkla normal kişilerde de görülebilen beyaz renkli küçük yaralar (aft) görülebilir. Eklemlerde , en sık olarak da dizlerde ağrılı şişmeler Crohn hastalığının aktif dönemlerine eşlik edebilir. Bazen şişlik olmadan da eklem ağrılarından yakınılabilir. Kalça ve omurga eklemlerinde hastalık aktif dönemde olmasa bile ağrılar olabilir.
Kalıtsal bir hastalık mıdır ?
Diğer bazı hastalıklarda olduğu kadar ailesel geçiş yoktur. Ancak Crohn’lu hastanın birinci derecede yakınlarında Crohn hastalığı veya benzer bir hastalık olan ülseratif kolit açısından az da olsa risk artışı söz konusudur.Bu risk çok az olduğundan çocuk sahibiolmanız açısından engel oluşturmaz.
Nedenleri nelerdir ?
Çok sayıda ve yoğun araştırmalara karşın Crohn hastalığının nedeni halen bilinmemektedir. Bulaşıcı hastalık değildir , hastalıklı kişiden sağlıklı kişiye geçmemektedir. Ancak virüs veya bakteri türü bir infeksiyöz ajanın , kişinin savunma mekanizmalarındaki yatkınlık durumlarına bağlı olarak hastalık oluşumunda rol oynadığı düşünülmektedir.
Üzüntüden ya da stresten etkilenir mi?
Crohn hastalığının oluşumuna veya aktivasyonlarına sıkıntı , üzüntünün neden olduğunu gösterecek bulgu yoktur. Doğal olarak sıkıntılı , depresif bir kişinin hastalığın bulguları ile başa çıkabilmesi daha zor olacaktır. Hastalığın yarattığı düşkünlük hali , sık sık tuvalete gitme gereksinimi , karın ağrıları kişinin kendini daha sıkıntılı , dayanıksız hissetmesine veya yakınları , çevresi ile ilişkilerinin olumsuzluğuna yol açabilir. Stress ve üzüntü hastalığın nedeni değil , sonucu gibi görünmektedir.
Diyetin hastalğın tedavisinde yeri varmıdır ?
Diyetin ve gıdaların korunmasında kullanılan katkı maddelerinin Crohn hastalığının nedeni olarak gösterilmiş bir etkisi yoktur. Crohn hastalığı olan kişilerin rafine şeker ve tahılı daha fazla tükettikleri saptanmıştır. Ancak Crohn hastalığı geliştikten sonra bu gıdaların diyetten çıkarılmasının tedaviye katkısı olmamaktadır.Aktif ve ağır hastalığı olan kişilerde “elementer diyet” olarak isimlendirilen sıvı şeklinde diyet genellikle hastane koşulları içinde bir süre uygulanabilir.Diyette bazı gıdalar rahatsızlık oluşturabşlmektedir. Rahatsızlık gösteren gıdanın türü kişiden kişiye değişebilmektedir , bu nedenle herkes için geçerli olan genel bir diyet yoktur. Hastanın rahatsızlık yaratan gıdalardan kaçınması uygun olur. İshal yakınması şiddetli olan ve barsakların bir kısmının cerrahi olarak çıkarıldığı hastalarda diyette yağ miktarının kısıtlanması ishalin azalmasını sağlayabilir.
Fizik aktivite veya iş hayatı hastalığı kötü etkiler mi ?
Hayır , fiz,k aktivite ve iş hayatı hastalığı kötü yönde etkilemez. Hastalığın alevlenme dönemlerinde hastaneye yatırma veya bir süre yatak istirahati gerekebilir. Bu dönemler dışında hasta spor da dahil olmak üzere normal fizik aktivitesini ve iş hayatını sürdürme yönünde cesaretlendirilmelidir.
Crohn hastalığı barsak kanseri midir veya barsakta kanser Gelişmesine yol açar mı ?
Crohn hastalığı barsak kanseri değildir. Düşük bir oranda ince ve kalın barsakta kanser gelişme riski olabilir. Kontrollerinizde doktorunuz bu riski gözönüne alarak gerektiğinde ek araştırmalar yapabilir.
Nasıl teşhis edilir ?
Sıklıkla haftalar-aylar süren karın ağrısı , ishal , kilo kaybı yakınmaları olan genç hastada Crohn hastalığından şüphelenilir. Basit kan tetkikleri kansızlık ve iltihaplanmanın bazı bulgularını gösterebilir. Daha ileri tetkikler ağız yoluyla verilen ilacı (baryum) takiben mide , ince barsak filmlerinin çekilmesi ya da anüsten aynı ilacın verilerek kalın barsak filmlerinin çekilmesidir. Tanı açısından en önemli tetkiklerden birikolonoskop denilen bükülebilir cihazlarla kalın barsağın ve bazı durumlarda ince barsağın son bölümünün içeriden görülerek incelenmesidir. Bu inceleme sırasında tanıda önemli olabilecek biyopsiler alınarak patolojik inceleme için gönderilebilir.
Hangi ilaçlar kullanılır ?
İshalin şiddetini azaltmak için , doktor uygun gördüğü takdirde diphenoxylate (Lomotil) veya loperamide (Lomermid) gibi ilaçlar kullanılabilir. Ancak bu ilaçların hastalığa bir etkisi yoktur. Sulphasalazine (Salozopyrin) kalın barsağı tutmuş olan Crohn hastalarında , Mesalamine (Salofalk) ince barsağı tutan Crohn hastalığında yararlıdır. Salazopyrin alan bazı hastalarda bulantı , ciltte döküntü gibi yan etkiler görülebilir. Salofalk ile yan etkiler azdır.
CİLT KANSERİ
Tüm kanser türleri gibi cilt kanserinin de görülme sıklığı giderek artmaktadır. Hastalığın gözlenmesinde genetik faktörler kadar çevresel faktörler de rol oynamaktadır. Özellikle zararlı UV ışınlarına maruz kalınması deri kanseri riskinin artmasına neden olmaktadır.
Deri kanserleri tüm cilt yüzeyinde ortaya çıkabilir, ancak daha çok vücudun güneş gören bölgelerinde rastlanır.
Kimler daha fazla cilt kanseri riski taşır?
• Ailesinde cilt kanseri olanlar
• Açık tenliler
• Ciltlerinde kolayca çillenme olan kişiler
• Fazla sayıda beni olan kişiler
• Fazla sayıda beni (nevüs) olanlar ve bunların değişik şekil ve boyutta olması
• Çok fazla ultraviyole ışınına maruz kalanlar (sürekli açık havada çalışanlar)
• Mor ötesi ışık ve bronzlaştırıcı ışıklara maruz kalanlar
Bunların dışında,
• Radyoterapi alan kişiler
• Uzun yıllar iyileşmeyen yaralara sahip olanlar
• Kanser yapıcı maddelere (arsenik, katran, zift, DDT) sürekli maruz kalma gibi nedenler de cilt kanseri görülme riskini artırabilmektedir.
• Cilt kanserleri hangi deri hücrelerinden kaynaklandığına göre farklı tipte olabilir. (örn: bazal hücreli kanser; epidermiste gözlenir, skuamöz hücreli kanser; skuamöz hücrelerde gözlenir..)
Benler kanserleşir mi?
Benler, yoğun pigmentli deri hücrelerinin kümeleşmesi ile oluşur. Doğuştan ya da sonradan oluşan benler; bazen deri ile aynı seviyede bazen de daha kabarıktırlar. Pek çok benin hiç bir tehlikesi yoktur ancak bazılarının kanserleşme riski bulunmaktadır.
Benler ne zaman ameliyat ile alınmalıdır?
Benler estetik açıdan kişiyi rahatsız ediyorsa, giysi ya da takılarla sürekli tahriş oluyorsa ya da en önemlisi kansere dönüşme ihtimali varsa ameliyat ile alınabilir.
Cilt kanseri nasıl tanısı
Cilt kanserlerinin en sık rastlanan tipleri bazal ve skuamöz hücreli cilt kanserleri çeşitli yapıda olabilir. Çoğunlukla karşılaşılan yapılar şöyledir:
• Yüzeyi düzgün, parlak veya çukur şeklinde,
• Kuru, pullu, kırmızı bir nokta şeklinde,
• Beyaz ve pembe renkli küçük bir kitle şeklinde,
• Kabuklu, kırmızı, yumru şeklinde, kabuklu yan yana küçük kitleler şeklinde,
• Bir yara izine benzeyen beyaz bir yama şeklinde olabilir.
2-4 haftada iyileşmeyen, kanama ve ağrı yapabilen bu türdeki lezyonların kanser olabileceği ihtimali düşünülmelidir. Daha az rastlanan cilt kanseri tipi olan malign melanoma ise genellikle bir benden kaynaklanabilir.
Herhangi bir bende ortaya çıkan bazı değişiklikler kanserleşme açısından önemli uyarı kriteri olabilmektedir:
• Asimetri
• Kenar düzensizliği
• Değişik renk tonlarında olma
• Üzerinde kabuklanma
• Kanama
• Kaşıntı
• Çevresinde kızarıklık
• Kıllanma artışı
• Boyutunda 6 mm’den daha fazla veya anormal bir artış olması.
Bu değişikliklerden biri veya birkaçı gözlenen benler ameliyat ile alınarak patolojik olarak incelenmelidir.
Cilt kanserinin erken teşhisi ve tedavisi için;
Düzenli olarak vücudunuzu kontrol etmeniz, sizi şüphelendiren bir durumda hemen dermatoloji veya plastik ve rekontstrüktif cerrahi uzmanlarına başvurmanız önemlidir. Plastik ve rekonstrüktif cerrahi uzmanları şüpheli olan yapıyı, fonksiyonel bir zara vermeden ve estetik yapıyı bozmadan ameliyatla alabilmektedirler. Ameliyat ile alınan dokunun daha sonra patolojik olarak değerlendirilmesi ile cilt kanseri olup olmadığı anlaşılabilmektedir.
Cilt kanseri nasıl tedavi edilir?
Cilt kanserinin tedavisinde izlenecek yol, kanserinin türüne, ne kadar ilerlediğine (evresine), yerleşim yerine ve hastaya bağlı olarak farklılık gösterir.
Cerrahi, medikal onkoloji ve radyasyon onkolojinin ortak yaklaşımı ile hastaya en uygun tedavi yöntemi değerlendirilir.
CİLT KURULUĞU
Cilt kuruluğu, cilde dokunulduğunda ya da dikkatli bakıldığında fark edilen bir cilt durumudur. Cilt kuruluğu, cildin dış hücre tabakasındaki (stratum corneum) nem oranını kaybetmesi sonucu oluşmaktadır. Neticesinde de cilt nemini ve dolayısıyla da esnekliği kaybettiği için çatlamaya başlamaktadır. Cilt kuruluğuna ayrıca kserozis ya da kseroderma da denilebilmektedir.
Cilt kuruluğu neden olur? Cilt kuruluğunun pek çok nedeni olabilmektedir ve hemen hemen herkes bu durumdan etkilenebilmektedir. Buna rağmen, bazı insanlar yüksek risk faktörleri içinde bulundukları için cilt kuruluğuna daha eğilimli bir hale gelmektedir. Cilt kuruluğu üzerinde etkisi bulunan bazı faktörler şöyle sıralanmaktadır:
• Yaş
• İklim şartları
• Sağlık koşulları
• Meslek
• Yaşam tarzı
• Diyet
Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse, cilt kuruluğunun nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür:
Yaş
İnsan yaşlandıkça cilt doğal olarak daha da incelmektedir. Bu nedenle, herşeyden daha kolay etkilendiği için daha kolay nem kaybeder. Bu, cildin kendi doğal yapısında ortaya çıkan ve cilt üzerinde, aşağıdakileri içeren çeşitli değişikliklerin yaşandığı normal bir değişikliktir:
• Sebase bezlerin aktivitesinin azalması
• Cilt üzerindeki doğal su tutucuların azalması
• Cildin koruyucu lipidlerin yenileme kabiliyetini devre dışı bırakması
• Ciltte daha az kan akışı olması
• Ciltteki sebum üretiminin azalması
Sonuç olarak, 40 yaşın üstündeki kişilerin olası cilt kuruluğunu önlemek için düzenli olarak nemlendirici kullanması gerekli görülmektedir.
İklim Koşulları
Çevredeki ortamın havası, cilt kuruluğuna neden olan önemli bir faktördür. Örnek vermek gerekirse, çöl gibi kuru iklim bölgelerinde yaşayan insanların ciltleri daha fazla nem çekmektedir, bu nedenle, kuru iklimlerde yaşayan insanların cilt kuruluğundan etkilenme ihtimali daha yüksektir.
Buna ek olarak, düşük sıcaklık ve nem seviyeleri nedeniyle, kış mevsiminde, cildin nem oranı düşme eğilimi göstermektedir. Bu aynı zamanda kışın ısıtma, ocaklar ve şöminelerin artan kullanımı ile de bağlantılı olabilmektedir. Tüm ısınma sistemleri de cildin kurumasına katkıda bulunabilmektedir.
Cildin güneşe veya aşırı rüzgârlara uzun süre maruz kalması da ciltte bulunan nemin buharlaşmasına neden olabilmektedir ve sonuç olarak da, cilt kuruluğuna sebebiyet verebilmektedir.
Sağlık Koşulları
Sedef hastalığı olarak da bilinen atopik dermatit gibi diğer cilt hastalıkları geçmişi olan kişilerin gelecekte tekrar cilt kuruluğu yaşama ihtimali bulunmaktadır. Bunun nedeni, cilt yapısında bazı değişikliklerin olması ve bu değişikliklerin cildin nemini daha kolay kaybetmesine izin vermesidir. Diğer sağlık koşulları şunlar olabilmektedir:
• Menopoz
• Hipotiroidi (Tiroid yetmezliği)
• Kronik böbrek hastalığı
• Kötü beslenme sonucu kilo verme
Meslekler
Bazı mesleklerde çalışan insanların çalıştıkları ortamlar nedeniyle cilt kuruluğu yaşama ihtimali daha yüksek olabilmektedir. Örnek vermek gerekirse, hemşirelik, tesisatçılık ya da kuaförlük gibi meslek alanlarının içinde bulunan kişilerde cilt kuruluğu daha fazla yaşanmaktadır. Bazı ciddi durumlarda, cilt hasar görebilmekte ve sonrasın çatlaklar da ortaya çıkabilmektedir.
Yaşam Tarzı
Bazı yaşam tarzı biçimleri cilt kuruluğuna neden olabilmektedir. Mesela, yüzme havuzları devamlı temizlendiği için yüksek miktarda klor içermektedir. Havuz suyunda bulunan bu klor, cilt kuruluğuna yol açabilmektedir. Diğer yandan, uzun süre duş almak ya da çok sıcak bir suyla duş almak da cilt kuruluğu ile sonuçlanabilmektedir. Kullanılan sabunlar, deterjanlar ve şampuanlar cilt kuruluğuna önemli derecede etki edebilmektedir.
Diyet
Yağsız gıdaların tüketildiği bazı diyetler, esansiyel yağ asitleri eksikliğine neden olabilmektedir. Yağ ise cildin nem oranını korumak için oldukça gereklidir. Benzer şekilde, alkol aşırı tüketimi veya bazı ilaçların büyük dozlarda reçete edilmesi de cilt kuruluğu riskini yükseltebilmektedir.
Cilt kuruluğuna neden olabilen bazı ilaçlar şunlardır:
• Oral retinoidler
• Diüretikler
• Epidermal büyüme faktörü (hücre büyümesi)
• Reseptör inhibitörleri
Cilt Kuruluğu Nedir?
Cilt kuruluğuna her ne kadar çoğu zaman ciddi bir tıbbi durum neden olmasa da, oldukça rahatsız edici bir sorun haline gelebilmektedir.
Cilt kuruluğu altta yatan bazı tıbbi nedenler sonucu ortaya çıkabilmektedir, ancak çoğu zaman bunun nedeni cildin sağlıklı yapısını zorlayan çevresel koşullardır. Çok sıcak ya da çok soğuk hava, düşük nem oranı ya da aşırı sıcak suya maruz kalma gibi koşullar cildin yapısına etki edebilmekte ve cilt kuruluğuna neden olabilmektedir.
Cilt kuruluğunu iyileştirmek için cildin nem oranını dengede tutmak çoğu zaman yeterli olabilmektedir. Bu durumda nemlendiriciler oldukça yardımcıdır. Diğer yandan, sabun gibi tahriş edicilerden de uzak durmak da fayda vardır.
Cilt Kuruluğu Belirtileri
Cilt kuruluğunun belirtileri hem hissedilebilir hem de gözle görülebilir olabilmektedir. Diğer yandan, cilt kuruluğu başlangıcında belirtiler hafif geçerken, zamanla daha da ciddileşebilir. Cilt kuruluğu belirtileri şunları içerebilmektedir:
• Kaba, kabuklanan ya da pul pul dökülen bir cilt
• Kaşıntı
• Koyu tenlilerde gri bir cilt rengi
• Zaman zaman cilt üzerinde meydana gelen çatlaklar (bazen kanamalara da neden olabilir)
• Çatlamış veya hassas dudaklar
Cilt kuruluğu çatlaklara neden olduğunda, mikroplar bu bölgelerden cilt içine girebilmektedir. İçeri giren mikroplar sonrasında enfeksiyonlara yol açabilmektedir. Cilt üzerindeki kızarıklık ve yanma hissi oluşan lekeler enfeksiyonun bir belirtisi olarak değerlendirilmektedir.
Cilt kuruluğu belirtileri fazlası için tıklayınız
Cilt Kuruluğu Tedavisi
Cilt kuruluğu nasıl geçer? Cilt kuruluğu için uygulanabilecek en iyi ve etkili tedavi yöntemi, cildin nemini kaybetmesini önleyen yumuşatıcılar kullanmaktır. Bu duruma bir nevi cildi yağ takviyesi yapmak da denebilmektedir. Cilt kuruluğu genellikle çevresel faktörler ve iklim şartları nedeniyle ortaya çıktığı için kremler ve losyonlar gibi nemlendiricilerle cildi dışarıdan tedavi etmek mümkündür.
Daha ciddi cilt kuruluğu için eczanelerde satılan bazı nemlendiriciler de, cilt neminin geri kazandırılmasına yardımcı olabilmektedir. Cilt kuruluğunun altında yatan neden tespit edildiğinde, tedavilerin esas amacı cilt üzerindeki kaşıntı ve su kaybını önlemek, diğer yandan da, cildi nemli tutmaktır.
Cilt Kuruluğu İçin Hangi Doktora Gidilir?
Cilt kuruluğu için bir cilt hastalıkları uzmanına (dermatolog) başvurabilirsiniz.
CİLT LEKELERİ
Deride meydana gelen renk değişikliğinin birçok nedeni olabilir. Bazen, can sıkıcı olmakla beraber endişe edilecek bir durum değildir. Bununla birlikte, daha tehlikeli bir duruma da işaret ediyor da olabilir.
Vücudumuzda, normal cilt renginden daha belirgin olarak ortaya çıkan lekeler yaşamımızı olumsuz etkilerken, özellikle gençlerde psikolojik sorunlara neden olabiliyor. Ciltteki lekelerin neden oluştuğu, cilt lekelerinin çeşitleri gibi cilt lekeleriyle ilgili merak ettiklerinizi haberimizi okuyarak öğrenebilirsiniz…
CİLT LEKELERİ NEDİR? NASIL OLUŞUR?
Yaşamın ilerleyen dönemlerinde gelişen koşullar, yanlış beslenme, genetik yapı, kirli hava gibi ciltte lekelerin oluşumunda etkili olan faktörlerdir.Cildimize rengini pigment melanin denilen bir madde verir. Melanin, melanosit hücrelerinde bulunan amino asit tirosinden türetilen karmaşık bir polimerdir. Melanosit hücreleri, cildimizin (epidermis) üst tabakası boyunca dağıtılan özelleşmiş hücrelerdir. Melanin üretildikten sonra, etrafındaki diğer cilt hücrelerine yayılır ve cildimize eşit bir renk görünümü verir. Bazen melanosit hücreleri, gruplar halinde veya kümeler oluşturarak, benler, çiller, yaşlılık lekeleri ve diğer cilt renklenmelerini oluşturabilirler.
Çoğu insanda melanin dengeli olarak verilen bir şeydir, ancak, bazı durumlarda, ciltte çok fazla, çok az veya hiç melanin mevcut olmayabilir. Deri renk değişimleri, anormal kan damarları, mantarlar ve cilt anatomimizin diğer yönlerinden de oluşabilir.
CİLT LEKELERİNİN ÇEŞİTLERİ
Yaş lekeleri: Karaciğer veya yaşlılık lekeleri olarak da adlandırılan lentijinler genellikle 5-20 mm çapında düz, iyi huylu lezyonlardır. Bu lekeler, kahverengiden siyaha kadar değişebilir ve genellikle tekrar tekrar güneşe maruz kalmadan kaynaklı olarak orta yaşlarda ortaya çıkar. Bu tür lentijinler güneş lentijinleri olarak bilinir. Bununla birlikte, güneşe maruz kalmadan ortaya çıkan lentijinler de vardır. Çiller ile karıştırılmaması için, lentijinler vücutta daha yaygın olarak dağılır, genellikle daha koyu renklidir ve çiller gibi kış aylarında kaybolmazlar. Lentijinler normalde hiçbir risk oluşturmaz, ancak bazen melanomlar ile karışabilirler, bu yüzden bir doktorun görmesinde her zaman fayda vardır.
Melazma: Bazen kloazma olarak da adlandırılan melazma, genellikle yüzde kahverengi lekelerin görüldüğü bir durumdur. Genellikle hormonal değişikliklerle tetiklenirler ve sıklıkla bu nedenle hamile kadınlarda görülürler. Bazen insanlar melazmaya “hamilelik maskesi” derler. Melazma ayrıca kontraseptifler, hormon replasman tedavisi ve aşırı güneşe maruz kalmaktan da kaynaklanabilir. Kadınlarda daha yaygın olmasına rağmen, erkekler de melazma görülebilir. Ciltte artan melanin miktarı epidermiste (cildin üst tabakası), dermiste (cildin orta tabakası) veya her ikisinin bir kombinasyonu bu duruma neden olabilir. Melazma tehlikeli bir durum değildir, ama şüphesiz ki yaşam kalitesini etkileyebilir. Neyse ki, en yaygın olanı, bileşen hidrokinon ile bir parlatıcı krem kullanmak suretiyle tedavi edilebilirler.
Doğum lekeleri: Doğum lekeleri, normalde doğumda bulunan cildimizdeki renkli lekelerdir. Bazen bu lekeler kırmızı renkte olabilir. Bu durumdaki lekeler, genellikle “vasküler doğum lekesi” dir. Doğum lekeleri derideki anormal kan damarlarından kaynaklanır. Diğer ana doğum lekesi türüne “pigmentli doğum lekesi” denir. Bu tür doğum lekesi doğumda bulunur ve genellikle kahverengi, siyah veya mavimsi gri renklidir. Doğum lekeleri genellikle sağlığı etkileyen riskler taşımazlar, ancak çocuğun gözünün yakınında ya da kozmetik bakımdan endişe duyulacak sorunlu bölgelerde bulunurlarsa, çıkarılabilirler.
Hemanjiyomlar: Kan damarlarının kümelenmesiyle oluşan iyi huylu lekelerdir. Genellikle deride veya bazen iç organlarda, özellikle karaciğerde görünürler. Normalde doğumda bulunurlar ve nadiren semptomlara neden olurlar. Hemanjiyomlar genellikle doğum lekelerine benzerler ve kırmızı, kırmızı-mavi ila somon rengine kadar değişik renklerde olabilirler. Birçok hemanjiyom türü, çocuk 10 yaşına gelene kadar kaybolabilir, diğer lezyonlar veya yaralarla oluşan lekeler, jel gibi ilaçlarla ya da cerrahi yöntemlerle tedavi edilirler.
Seboreik Dermatit: Kırmızı, kaşıntılı ve pullu döküntülerin tipik olarak kafa derisi üzerinde ve aynı zamanda vücudun diğer bölgelerinde geliştiği bir cilt rahatsızlığıdır. Genellikle psoriazis, egzama veya alerjik reaksiyondan kaynaklanan döküntülere benzemektedir. Kızarıklık bulaşıcı değildir, ancak genellikle uzun süreli bir durumdur. Semptomlar kepek, yağlı ve pullu cilt, kırmızı deri veya kabuklanma ve bazen kaşıntı veya batma içerebilir. Kesin neden bilinmemektedir ancak ilaç, krem, şampuan ve merhem ile veya antifungal ilaçlar veya bağışıklık sistemini etkileyen ilaçlar ile tedavi edilebilir.
Vitiligo: Derinin beyaz lekeler oluşturduğu bir hastalıktır. Melanosit hücreleri melanin üretmeyi bıraktığında ya da işlevlerini kaybettiklerinde ortaya çıkar. Durumun nedenleri belirsizdir, ancak otoimmün bir hastalık olduğu düşünülmektedir. Her yaşta ve vücudun herhangi bir yerinde görülebilir. Bazen beyaz yamalar vücudun her tarafına yayılır ve ilerleyen zamanlarda aynı büyüklükte kalırlar. Vitiligo genellikle, zamanla daha büyük bir yamaya dönüşür ya da deri üzerinde küçük soluk bir nokta olarak görülür. Vitiligo genellikle zararsızdır ve bulaşıcı değildir, ancak kozmetik görünümü, vitiligodan muzdarip olan kişilerde duygusal ve psikolojik sıkıntıya neden olabilir. Kortikosteroid kremler, depigmentasyon tedavileri ve UVA ve UVB fototerapi dahil olmak üzere vitiligo görünümünü azaltmaya yardımcı olabilecek çeşitli tedaviler vardır. Bu tedavilerden bazılarının yan etkileri bulunduğu için, tedavi seçeneklerini bir doktora danışarak belirlemek gerekir.
Albinizm: Hipoigmentasyonun bir başka aşırı şeklidir ve melanin üretiminde gerekli olan enzim olan tirozinazın yokluğuna veya yokluğuna bağlı olarak deri, saç ve gözlerdeki pigmentasyonun kısmen veya tamamen yok olmasına neden olur. Dünyada her 17.000 kişiden birinde görüldüğü tahmin edilmektedir. Doğumda tüm ırkları etkileyen bir genetik bozukluktur. Albinizm, melanin üretiminden sorumlu bir veya birkaç gendeki bir kusurdan kaynaklanır. Ne tür bir albinizm olursa olsun, hastalığı olan tüm insanlar, ışık hassasiyetleri, hizalama sorunları, zayıf görüş ve daha fazlası dahil olmak üzere görme sorunlarından muzdariptirler. Albinizm genellikle zamanla kötüleşmeyen tedavi edilemez bir durumdur. Albino olan insanlar cilt kanseri için risk altındadırlar ve korunma prosedürlerini uygulamalı ve güneşe çok dikkat etmelidirler. Hastalığın olumsuz sosyal ve duygusal belirtileri yaygındır. Tedavi olanakları sınırlıdır.
Tinea Versicolor: Pityrosporum ovale adı verilen deride bulunan doğal bir maya, kontrolden çıktığında ve cildin pigmentasyonunu değiştirmeye başladığında ortaya çıkan bir durumdur. Cilt lekeleri daha açık veya daha koyu olabilir. Tinea versicolor sıcak hava, yağlı cilt, zayıflamış bağışıklık sistemi, hormonal değişiklikler ve aşırı terleme gibi çeşitli faktörlerden kaynaklanabilir. Bu durum ergenlerde ve genç erişkinlerde, sıcak ve nemli iklimlerde yaşayan erişkinlerde ortaya çıkmaktadır. Tinea versicolor, genellikle renksiz yamalar veya lekelerin çıkarılmasında etkili olan reçetesiz anti-fungal (mantar tedavisinde kullanılan) ilaçlar ile tedavi edilebilir.
Liken sklerozus: İnce beyaz cilt lekeleri oluşturan nadir bir durumdur. Genellikle cinsel bölgeleri etkileyen lekelerdir. Menopoz dönemindeki kadınlarda sık görülür, ancak erkekler ve çocuklar da etkilenebilir. Yaygın belirtileri arasında ciltteki pürüzsüz beyaz lekeler, bir araya gelen beyaz çatlaklar ve çatlama veya ağrı, kaşıntı, kırılgan cilt, kırışık veya kalınlaşmış deri bulunur. Liken sklerozusun nedeni bilinmemekle birlikte, hormonal dengesizlikler aşırı aktif bir bağışıklık sistemi belli başlı faktörlerdir. Bu bulaşıcı değildir ve ilişki yoluyla yayılmaz. Günümüzde bu durumun tedavisi yoktur ancak belirtiler steroid kremler ve merhemler kullanılarak yönetilebilir. Doğru kullanıldığında, kremler genellikle semptomları tamamen hafifletmeye yardımcı olur.
Egzama: Atopik dermatit olarak da bilinen egzema, inflamasyon sonucu kırmızı, kaşıntılı ve kuru cilde neden olan bir cilt rahatsızlığıdır. Bazen kırmızı bir döküntü içinde beyaz lekeler oluşabilir. Bu durum genellikle çocuklarda bulunur, ancak yetişkinlik döneminde de devam edebilir. Egzama semptomları, kaşıntılı olan kuru, pullu, kalınlaşmış deriyi içerir. Özellikle koyu tenli kişilerde egzama, cildin renginin değişmesine neden olarak etkilenen bölgeyi çevreleyen deriyi daha açık veya koyu hale getirebilir. Egzamanın nedeni bilinmemektedir, ancak alerjiler, astım ve tahrişe karşı aşırı aktif bir bağışıklığın bir tepkisi olduğu düşünülmektedir. Bu durumun tedavisi yoktur. Birçok insanda egzama zamanla geçebilir. Doktorlar, semptomları hafifletmek için topikal kortikosteroid kremler ve merhemler, oral ilaçlar ve ışın tedavisi önerebilir.
Pityriasis alba: Çocuklarda ve genç erişkinlerde yaygın olarak bulunan ve ciltte soluk pembe veya kırmızı, pullu lekeler oluşturan bir cilt bozukluğudur. Terim, pityriasis (pullu) ve alba (beyaz) kelimelerinden türetilmiştir. Bu lekeler temizlendiğinde, deride iz bırakırlar. Pürüzsüz olan bu lekeler yer değiştirir. Lekeler yuvarlak, oval veya düzensiz olabilir ve özellikle de yüz ve kollarda çok sayıda yamalar oluşabilir. Durumun, egzama ile ilişkili olduğuna inanılmaktadır, bu nedenle de, aşırı aktif bir bağışıklık sistemi, şüphelenilen bir nedendir. Yamalar birkaç ay içinde temizlenebilir. Bazı durumlarda birkaç yıl sürebilir. Pityriasis alba için hiçbir tedavi yöntemi yoktur. Lekeler çoğu zaman yetişkinlikte ortadan kaybolur. Ancak, bir doktor genellikle kuruluk ve / veya kaşıntıyı hafifletmek için bir steroid veya steroid olmayan krem verebilir. Bazı durumlarda, lekeler zamanla parlayabilir ve daha fazla tedavi gerektirebilir.
İdiopatik guttat hipomelazozu: İdiopatik guttat hipomelanozis, genellikle boyun bölgesi, kolların üst arkası ve yüzde 1 ila 10 mm çapında düz beyaz lekelerin oluşmasına neden olan bir bozukluktur. Genellikle açık tenli bireylerde bulunur, ancak koyu deride de olabilmektedir. Kesin nedeni bilinmemekle birlikte, genellikle 40 yaş ve üzerindeki kişilerde ortaya çıkar. Lekeler iyi huyludur ve melanosit hücreleri öldüren güneşe maruz kaldığında oluştuğu düşünülmektedir. Genellikle tedavi gerektirmez, ancak güneş hasarının engellenmesi için önleyici tedbirler alınmalıdır. Topikal steroidler, kremler ve dermabrazyon noktaların görünümünü en aza indirgemek için kullanılabilir.
CİLTTE İLAÇ REAKSİYONLARI
Ciltte ilaç reaksiyonları; bir ilacın kullanımından sonra gelişen istenmeyen klinik bulguları kapsar ve modern ilaç sağaltımının bir bedeli olarak düşünülebilir. İlaç reaksiyonları çok farklı klinik görünümde ortaya çıkabilmektedir.
Ciltte ilaç reaksiyonlarının belirtileri nelerdir?
İlaç reaksiyonlarının en sık karşılaşılan belirtileri:
• Tüm vücutta kızamık benzeri döküntü; görülme sıklığı: %39
• Ürtiker/anjioödem; görülme sıklığı: %27
• Aynı ilaç alındığında hep aynı yerde oluşan mor leke, bazen su dolu kabarcık; görülme sıklığı: %16
• Eritema multiforme; görülme sıklığı: %5.4
Alerjik reaksiyonlar ilaçların beklenen etkilerine benzemez, çok küçük dozlarda da ortaya çıkabilir. İlaç tekrar alındığında reaksiyon da tekrar ortaya çıkar, ne kadar süreceği önceden tahmin edilemez. Alerjik reaksiyonun ortaya çıkmasında ilacın moleküler özellikleri, verilme şekli, kişinin metabolik özellikleri, yaş, genetik ve çevresel özellikler (güneş ışınları) etkili olmaktadır.
Çok hafif bir deri döküntüsünden, kurdeşene, hatta ölümcül tablolara kadar giden şekilde ortaya çıkabilir.
Ciltte ilaç reaksiyonları en sık kimlerde gözlenir?
İlaç reaksiyonlarının sıklığı dünyada %6-30 arasında değişir; kadınlarda %35 oranında daha fazla gözlenirken, çocuk ve yaşlılarda daha ender ortaya çıkar.
Kişi ne kadar çok ilaç kullanılıyorsa ciltte ilaç reaksiyonlarının gelişme riski o kadar artmaktadır.
Ciltte ilaç reaksiyonlarına neden olan ilaçlar hangileridir?
En çok sorumlu olan ilaçlar ülkelere göre farklılık göstermektedir. Örneğin İngiltere’de antiinflamatuar ilaçlar, ACE inhibitörleri, Balkanlarda bunlara ilave olarak antibiyotikler, Hindistan’da ise epilepsi ilaçları ve antibiyotikler ilk sıralardadır. Genelleme yapacak olunursa çoğundan antibiyotikler (amoksisilin, ampisilin, trimetoprim-sulfametoksazol), antienflamatuar ajanlar, ateş düşürücüler ve ağrı kesiciler sorumludur.
Ciltte ilaç reaksiyonlarının tedavisi
İlk yapılması gereken sorumlu ilacın bulunup kesilmesidir. Tedavi daha sonra klinik bulgulara göre düzenlenmektedir. İlaç reaksiyonlarının çok tehlikeli olduğu, bir reaksiyon görüldüğünde mutlaka hastaneye başvurulması gerektiği ve o ilacı bir daha kullanmadan hekime danışılmasının şart olduğu da unutulmamalıdır!
CİNSEL GELİŞİM BOZUKLUKLARI (ERKEN ERGENLİK, GECİKMİŞ ERGENLİK)
Kız çocuklarının 8 yaşından önce, erkek çocuklarının ise 9 yaşından önce ergenliğe girmesine yaşanan “erken ergenlik” denir.
Bu durumun nedeni genellikle bilinmemektedir.
Değişen beslenme alışkanlıkları, hormonlu gıdalar ve artan obezite başlıca tetikleyici faktörler olarak kabul edilse de; erken ergenlik nadiren enfeksiyonlar, hormonal hastalıklar, tümörler sonucu da görülebilmektedir.
Erken ergenlik kaça ayrılır?
Erken ergenliğin merkezi ya da periferal nedenlere bağlı olarak oluşabilir. Merkezi erken ergenlik nedenleri; genellikle beyin veya merkezi sinir sistemi kaynaklı tümör, doğum esnasında oluşan hidrosefali, menenjit, ansefalit olarak sıralanabilir. Periferal erken ergenliğin nedenleri; adrenal veya hipofiz bezlerindeki aşırı östrojen ve testosteron üreten tümörlerdir. Aynı zamanda östrojen ve testosteronun krem veya merhem şeklinde dışarıdan fazla miktarda alınması da periferal erken ergenliğe neden olabilir.
Kızlarda periferal erken ergenlik yumurtalık kisti ve yumurtalıkkanseri ile birliktelik gösterebilir. Erkek çocuklarda ise; Germ ve Leyding hücre tümörleri periferal erken ergenliğe neden olabilir.
Erken ergenlik belirtileri nelerdir?
Kızlarda ilk belirti meme dokusundaki büyüme ve bunu izleyen genital bölge ve koltuk altı tüylenmesidir. İlk adet kanamasının başlamasıyla da erken ergenlik süreci tamamlanır.
Erkeklerde ilk belirti testislerin büyümesidir. Testis büyümesini penis büyümesi, genital bölge ve koltuk altı tüylenmesi, seste kalınlaşma, vücut kas kitlesinin artışı izler.
Erken ergenliğin komplikasyonları nelerdir?
Ergenlik; seksüel gelişimin kazanıldığı, kemik ve kasların hızla geliştiği, vücut şeklinin cinsiyet doğrultusunda şekillendiği değişimini ve vücudun üreme yeteneğinin kazanımını içeren süreçtir.
Erken ergenliğe giren çocuk başlangıçta hızla uzar ve akranlarına göre daha uzun boylu olur fakat hızlı başlayan kemik gelişimi sonradan durur. Bunun nedeni kemik uçlarında bulunan Bu hızlı uzama döneminin sonunda ise epifizler kapanarak büyüme duruyor. Bu durum erken ergenliğe giren çocukların yetişkin olduklarında diğer erişkinlere göre daha kısa olmalarına neden olur. Erken tanı ve tedavi ile kısa boylu kalma riski ve erken ergenliğe giriş önlenebilir.
Erken ergenlik tedavisi
Erken ergenlik tedavisi iki basamakta ele alınır; hormonların etkisi ile kemik epifizlerin erken kapanarak çocuk yetişkin olduğunda boyunun kısa kalmasını engellemek ve akranlarından farklı olarak ergenliğin gelişmesi ile çocukta oluşabilecek sosyal ve duygusal problemlerden çocuğu korumak.
Tedaviye kız ve erkek çocukların ergenliğe normal girme zamanlarına kadar devam edilir. İlaç tedavisi tamamlandıktan sonra ortalama 16 ay sonra çocuk normal olarak ergenliğe girer.
CİNSEL İSTEKSİZLİK
Cinsel isteksizlik cinselliği başlatmak için istekli olmamak ya da partnerinden gelen cinsel uyarıya cevap verememek olarak tanımlanabilir. Hem kadınlarda hem de erkeklerde gözlenebilen bir sorundur.
Kadınlarda cinsel isteksizlik;
Cinsel isteksizlik erişkin kadınların % 43’ünde görülen yaygın bir durumdur.Kadınlarda cinsel isteksizlik birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir;
• Kadın orgazm olacak kadar uyarılamazsa cinsel isteğinin takip eden birleşmelerde azalması normaldir.
• Kadınların kültürel, ahlaki, dini değerleri cinsel isteksizliğe neden olabilir.
• Geçmişte yaşanan cinsel tacizler, tecavüz durumları cinselliği baskılar.
• Gebelik korkusu cinsel isteksizliğe neden olabilir.
• Görev olarak yapılan ilişki cinsel isteksizlik yaratır.
• Partnerlerinde sertleşme sorunu olan kadınlarda da zamanla cinsel isteksizlik görülebilmektedir.
• Cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olan durumlar da cinsel isteksizlik yaratır.
• Menopoz döneminde hormon seviyelerindeki düşüş nedeniyle görülen vajinal kuruluk ağrılı cinsel ilişkiye neden olacağından kadınlarda cinsel isteksizlik yaratabilir.
• Depresyon veya epilepsi tedavisinde kullanılan ilaçlar, doğum kontrol hapları da libidoyu azalttığından cinsel isteksizliğe neden olabilir.
Kendi bedenini tanımayan kadınların nasıl zevk alacaklarını bilemedikleri için cinsel olarak istekli olmaları mümkün değildir. Cinsel isteksizliği olan kadınların önce kendi vücutlarını ve cinsel organlarını tanımalarına yönelik egzersizlerle cinselliklerini keşfetmeleri gerekir.
Erkeklerde cinsel isteksizlik;
Erkeklerde cinsel isteksizlik; hormonlar, hastalıklar, ilaçlar, duygular, düşünceler, ilişkiye dair nedenler, sigara-alkol kullanımı ve stres gibi birçok faktör ile azalabilir. Her erkek hayatın getirdiği sorunlar nedeniyle dönem dönem cinsel isteksizlik yaşayabilir.
Erkeklerde cinsel isteksizlik nedenleri şöyle sıralanabilir;
• Erkeklik hormonlarının yetersizliği
• Anti-depresan ilaç kullanımı
• Kalp-damar hastalıkları, kalp yetmezliği
• Kronik hastalıklar (diyabet, tiroit, böbrek-karaciğer sorunları, ağrı)
• Öfkeli, endişeli, depresif yapı
• Aşırı stres
• Sorunlu ilişki
• Yaş
Cinsel isteksizlik tespiti için kişinin eski hali ile mevcut halini kıyaslama yapması gerekir. Yapılan çalışmalar cinsel istek sıklığının haftada 1-4 ya da ayda 2 kez civarında olduğunu göstermektedir. Bu sayılardan daha az oranda istek duyanlarda cinsel isteksizlik olabileceğine dikkat çekilse de asıl önemli olan kişinin kendisine ait olan verileridir.
CİNSEL SOĞUKLUK
Toplumumuzda yanlış bir algı olarak cinsel isteksizliği yaşayanların sadece kadınlar olduğu düşünülür. Oysa bilimsel çalışmalar her beş erkekten birinde cinsel isteksizliğe rastlanıldığını ortaya koymaktadır. Kadın ya da erkekte cinsel isteksizliğin nedenleri? Sizler için araştırdık…
CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDİR?
Cinsel isteksizlik, kadın veya erkekte yeterli cinsel uyarı olmasına rağmen cinsellik ile her türlü aktivitelerden, cinsel düşünce ve fantezilerden uzaklaşma sorunu olarak açıklanabilir. “frijidite” veya “cinsel soğukluk” olarak da adlandırılmaktadır. Cinsel isteksizlik, tıp dilinde ‘hipoaktif cinsel istek’ olarak da bilinmektedir.
CİNSEL İSTEKSİZLİK TÜRLERİ
Cinsel isteksizlik türleri nedene göre farklılıklar göstermektedir.
Birincil Cinsel İsteksizlik Cinsel istek durumunun ergenlik döneminden itibaren olmaması.
İkincil Cinsel İsteksizlik: Önceden cinsel istek sorunu olmayan bir kişide sonradan ortaya çıkmış cinsel istek sorunu şeklinde olabilir
Bazan de cinsel istek azlığı kişilerde yoğun iş hayatı, stres gibi nedenlere bağlı olarak “dönemsel” olarak da görülebilmektedir.
ERKEKLERDE CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Fiziksel ve psikolojik nedenler erkeklerde de cinsel isteksizlik sorununa yol açmaktadır. Sorun daha çok psikolojik kaynaklıdır.
1) FİZİKSEL CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Erkeklerdeki cinsel isteksizlik nedenleri fiziksel etkenler oldukça farklı nedenlerle ortaya çıkabilir. Bunların bazıları:
– Aşırı alkol tüketimi
– Sigara ve madde bağımlılıkları
– Aşırı kilo
– Hipotiroidi
– Şeker hastalığı (Diabet)
– Hipogonadotrapik hipogonadizm
– Depresyon ve antidepresan ilaç kullanımı
– Böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği
– Hormonal değişimler (Özellikle testosteron düşüklüğü)
– Nörolojik hastalıklar
– Kronik hastalıkların varlığı
– Geçirilen ürolojik ameliyatlar
– Yaş faktörü
2) PSİKOLOJİK CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Daha çok psikolojik nedenlerle ortaya çıkan nedenler ise:
– Depresyon (Depresyon ve depresyon tedavisinde kullanılan antidepresan ilaçlar cinsel isteksizlik oluşturmaktadır)
– Evlilik sorunları
– Aldatma, aldatılma
– İlişkide yaşanan iletişimsel sorunlar
– Yüksek stres, yoğun iş temposu, maddi problemler
– Eşi tatmin edememe korkusu, başarısızlık kaygısı (performans anksiyetesi)
– Bedeniyle barışık olamama (Kötü beden algısı)
– Çocuklukta yaşanan cinsel travmalar (Taciz, tecavüz, istismarlar vb.)
– Olumsuz ilk cinsel deneyim
– Cinselliğin tabu sayıldığı kültürde yetişme (Hiçbir şekilde cinsel bilgi verilmemesi)
– Yetiştirilme şekli (Katı, kuralcı, dini ve ahlaki değerlere bağlı yetiştirilme)
– Gizli eşcinsellik
KADINLARDA CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ NELERDİR?
Kadınlarda görülen cinsel isteksizliğin % 1’i fiziksel, % 99’u psikolojik nedenlere bağlıdır.
FİZİKSEL CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Cinsel isteksizlikte fiziksel faktörler şunlardır:
– Yaşlanma ve menopoz
– Kullanılan bazı ilaçlar (doğum kontrol hapları, antidepresanlar, kortizon içeren ilaçlar gibi)
– Alkolizm
– Böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği
– Tiroid hastalıkları (hipotiroidi)
– Kronik hastalıklar (Şeker hastalığı, yüksek tansiyon gibi)
– Nörolojik problemler (Multipl skleroz, Parkinson gibi)
– Ameliyatla rahimin alınması (histerektomi operasyonları)
– Hormonal dengesizlikler
– İlişkide ağrı hissetme
– Genital organlardaki iltihaplar
– Rahimin ters dönüklüğü
– Vajinal kuruluk
PSİKOLOJİK CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Cinsel isteksizlikte rol oynayan psikolojik faktörler:
– Aşırı stres
– Kişiler arası ilişkilerdeki sorunlar
– Evlilik sorunları
– Beden şekli ile ilgili kaygılar
– Anksiyete (İçsel sıkıntılar)
– Gizli eşcinsellik
– Geçmişte yaşanan cinsel istismarlar
– Depresyon
CUSHİNG SENDROMU
Böbrek üstü bezinin korteks bölgesinden salgılanan glukokortikoid hormonların aşırı miktarda üretilmesi sonucu ortaya çıkan klinik tablodur. Cushing sendromu aynı zamanda başka bir rahatsızlığı tedavi etmek için steroid ilaçların (kortizon) uzun süre kullanılması sonucu da gelişebilir.
Hastada oluşan başlıca belirtiler:
• Aylar içinde yüzün yuvarlaklaşması ve kırmızı yanaklı görünüm alması
• Omuzlar arasında kambura benzer yağ birikimi
• Gövdenin alt kısmında cilt üzerinde çatlaklar (stria) oluşması
• Bitkinlik ve kaslarda güçsüzlük
• Vücudun su toplanması (ödem)
• Hipertansiyon (yüksek tansiyon)
• Aşırı kıllanma
• Osteoporoz (kemik erimesi)
• Şeker hastalığının başlaması
• Cushing sendromunun tedavisi
• Cushing sendromunun tedavisi vücuttaki artmış kortizol miktarını düşürmeye yöneliktir.
Bunun için medikal tedavinin yanında Cushing sendromunun sebebi tümör ise cerrahi olarak tümörün çıkarılması gerekir.
Tümör hipofiz ya da adrenal bez kaynaklı olabilir.
CÜZZAM
Hastalığın etkeni Mycoplasma leprae’dir
Kültürlerde üretilemez. Asido-rezistan olup, tbc basilinin aksine alkol ile dekolorize olur, yani alkole rezistansı yoktur. Asidorezistan boyama ile tipik olarak paralel bantlar yapan bir görünümleri vardır. Rezervuarı insandır.
Hastalık tabloları:
1. Tüberküloid Lepra: Hücresel immünitesi iyi, hümoral immünitesi zayıf olanlarda gelişir. Deride vitiligoya benzer hipopigmente alanlar veya makülopapüler lezyonlarla başlar ve sonra asimetrik nöritler ve anestezik bölgelerle kendini gösterir. Anestezilerin neden olduğu posttravmatik uç atrofileri ve iskemik gangrenler gelişir. Lezyonlarda CD4+T lenfositleri bulunur. Lezyonlarda çok az basil bulunur. Lepromin cilt testi (+)’dir.
2. Lepromatöz Lepra: Hücresel immünitesi kötü, güçlü hümoral immüniteli direnci düşük kişilerde gelişen ilerleyici, malign ve nodüler formdur. Lezyonlarda bol miktarda basil bulunur ve çok bulaştırıcıdır. Simetrik, nodüler cilt ve sinir lezyonlarıyla karakterizedir. Deri ve mukozalarda Leprom denen tümöral gelişimler oluşur. Yüzdeki kitleler nedeniyle Aslan Yüzü gelişir. Sürekli bakteriyemi görülebilir ve zaman zaman ateş yükselmeleri ile kendini gösterir. Ciltte CD8 + T lenfosit (supressör) infiltrasyonu vardır. Lepromin testi (-)’dir.
3. Dimorfik Şekil: İki tablo da karışık halde, değişik oranlarda bir aradadır.
Ç HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR
ÇARPINTI
Eğer bir insan kalp atışlarını rahatsız edecek şekilde hissediyorsa, bu durum çarpıntı olarak tanımlanır. Kalbin çok hızlı ve kuvvetli atması (dakikada 100’ün üzerinde olması taşikardi) Kalbin düzensiz atması(aritmi) şeklinde olabilen bu çarpıntılar normal insanlarda dönem dönem rastlanan bir rahatsızlık olarak görülebilirken bazı hastalıkların da habercisi olabilirler.
ÇARPINTININ BELİRTİLERİ
Pek çok kişi uzun zaman kalp çarpıntısı yaşıyor ancak bunu önemsemiyor. Özellikle daha önceden kalp krizi geçirenlerde, kalp damar hastalığı, kalp yetmezliği, kalp kası ve kalp kapak hastalığı olanlarda çarpıntı, genellikle ritim bozukluğuna bağlı olarak gelişiyor. Kalp çarpıntısı kalp hastalıkları belirtileri arasındadır ancak bu tip hastalıklarda çarpıntının yanı sıra başka şikayetler de görülür. Göz kararması, halsizlik, göğüste sıkışma, nefes almakta zorlanma, baş dönmesi gibi belirtilerin de çarpıntıya eşlik ettiği durumlarda bir doktora başvurulması gerekir. Kalp çarpıntısına sebep olan temel faktörler psikolojik veya beslenme kaynaklı sorunlardır.
ÇARPINTININ NEDENLERİ
– Stres
– Kalp ritmi bozukluğu(Aritmi)
– İş hayatındaki yoğunluk
– Fiziksel yorgunluk
– Anksiyete
– Susuzluk
– Egzersizler
– Aşırı miktarda kahve, kola ve çay tüketimi
– Enfeksiyon
– Vitamin eksikliği
– Alkol ve sigara
– Tiroid bezinin fazla çalışması ve büyümesi
– Bazı ilaçlar
– Kansızlık(Anemi)
– Hipoglisemi(Kan şekerinin normal olmayan şekilde düşmesi)
– Hamilelik
– Kalbin damar hastalıkları(Damar tıkanıklığı)
– Diğer kalp hastalıkları(kardiyomiyopati) veya kalp krizi belirtileri…
ÇARPINTI NASIL GEÇER?
Tedavi kalp çarpıntısının sebebine göre değişir. Kalp dışında bir neden varsa(kansızlık gibi) bu tedavi edilir. Sinirsel nedenlere bağlı çarpıntılar ise hastanın duygusal sorunlarının çözülmesiyle kendiliğinden geçecektir. Çarpıntı durumunda panik yapmayın. Gevşemeye, rahat bir yere oturup dinlenmeye çalışın. Derin derin nefes almaya başlayın. Soğuk bir içecek içmeyi deneyin. Eğer kalp çarpıntınız devam ediyorsa şiddetli öksürmeye, ellerinizi ve yüzünüzü soğuk su ile yıkamaya çalışın. Çarpıntılar sık tekrarlıyorsa ve beraberinde de nefes darlığı, baş dönmesi ve göğüs ağrısı oluyorsa bunun altında yatan bir kalp probleminden dolayı hemen bir hekime başvurmalısınız.
ÇIBAN
Çıban, deride aniden ortaya çıkan, bakterilere bağlı oluşan, ağrılı ve mikrobik döküntüye verilen isimdir. Bu döküntü bir nevi apsedir. Genelde, bakterilerin kıl köklerine yerleşerek çoğalmasıyla oluşur. Ani kızarıklık, şişlik, ağrı ve zonklama hissi oluştururlar. Tıbbi adı, fronküldür.
Genelde, bir kıl keseciği içerisine veyahut yağ bezesi kanalına giren bakteri nedeniyle meydana gelir. Adı stafilokok olan bu bakteri, vücutta daha çok kasıklarda, koltuk altlarında ve burun deliklerinde yerleşik olarak bulunur. Bu bakteri genelde her ortamda kolayca yaşayıp çoğalabilir. Çıban da, bakterinin belli bir bölümde çoğalması ve mikrop üretmesi ile meydana gelir.
Çıbanın oluşum aşamaları şöyle gerçekleşir: Yağ dokusuna yayılan bakteriler, kan içindeki akyuvarlarla mücadele eder. Bu bakteri ile akyuvarlar arasında geçen mücadeleyi iki taraf da kazanamaz ve ölür. Ölen stafilokok mikrobu ve akyuvarlar vücut için atık niteliği taşır. Bu atıkların miktarı arttıkça, atıkların toplandığı bölgede bir kese meydana gelir. Zamanla, kandaki akyuvarlar bu kese içine dolar. Deri eğer yumuşaksa kese deriye doğru hareket eder. Deri sert ise, kese vücut içerisine doğru hareket eder. Bu şekilde çıban baş verir.
Çıban, başta sivilce sanılabilir çünkü ilk evrelerinde sivilce kadar küçüktür. Ancak zamanla, bu irinli kısım iyice büyüyerek sivilceden farklı bir görünüme kavuşur. Şişliğin içinde bulunan irinli öz, eğer çıban patlatılırsa tekrar nüksetmesine sebep olabilir. Bu nedenle, bu irinli özün muhakkak çıkarılması gerekir.
Çıban, dokunulduğu zaman sert bir his verse de, aslında içinde irin bulunur. Bu irinin birikmesi sonucu, yakında bulunan sinirler üzerinde baskı oluşur ve iltihap meydana getirir. Çıban, genellikle vücudun bir yere sürtünen bölgelerinde, örneğin boyun, yüz, kulak, kol, kaba et, bacak gibi bölümlerde ve derinin katlanan kısımlarında görülür. Ortasında beyaz veya gri renkte, fındık iriliğinde akut inflamasyon gösterir.
Eğer vücutta lokal veya sistemik nedenlerle çok sayıda çıban oluşursa bu durumun adı fronküloz olur. Çıban, çoğunlukla vücut yüzeyinde çıksa da, nadiren iç organlarda da meydana gelebilir.
Çıban Neden Çıkar?
Çıban her yaş grubunda görülmekle birlikte, genelde çocuklardan çok yetişkinlerde görülür. Kadınlarda ve erkeklerde eş oranda ortaya çıkar. Şeker hastalığı gibi bazı sistemik hastalıklarda çıbanların görülme sıklığı artar. Bununla birlikte, beslenme bozukluklarında, vitaminsizlikte ve bağışıklık sisteminin güçsüz düştüğü durumlarda da çıban daha çok görülür.
Eğer çıban vücutta sıkça çıkıyor, tedaviye rağmen tekrarlanıyorsa bu bazı hastalıkların habercisidir. Aşağıdaki hastalıklar ve durumlar vücutta çıban oluşumunu tetikler:
• Şeker hastalığı
• Tiroide bağlı aşırı terleme
• Bağışıklık sisteminin zayıflaması
• Böbrek yetmezliği
• Kansızlık
• Egzama, mantar gibi deri hastalıkları
• Beslenme bozuklukları
• Çok fazla oturmak
• Çok fazla terlemek
• Uzun süre hareketsiz kalmak, sürekli oturmak, durağan yaşam
• Dar kıyafetler
• Tahriş ve sürtünmeye sebep olan giysiler
• Sentetik kumaşlar
• Pislik ve mikroplar
• Uzun yorgunluklar
• Uzun açlıklar
• Aşırı derecede kilo kaybı
• Aşırı alkol tüketimi
• Aşırı yağlı yemek tüketimi
• Vitamin ve protein eksikliği
Bağışıklık sistemi çeşitli ilaçlarla baskılandığı için, kanser tedavisi gören hastalarda da çıbana sık rastlanır.
Çıbanın belirtileri, kızarıklık, şişme, bölgesel ateş hissi ve iltihap görüntüsüdür. Bu belirtilerle birlikte bir acı ve ağrı hissi de oluşur. İlerleyen aşamalarda ise, kızarıklık görülen bölgenin ortasında beyaz ve içi irin dolu bir cerahat kütlesi ortaya çıkar. Bu irin tabakasının altında ölü akyuvarlar ve mikroplar vardır. Cildin gerdin olduğu bir bölgeyse, ağrı ve acı hissi artacaktır.
Çıban Nasıl Tedavi Edilir?
Küçük çıbanların, kendiliğinden patlaması ve geçmesi beklenir. Bu süreç, aşağı yukarı 10 gün sürer. Bu süreçte, çıbanın çıktığı bölge daima temiz tutulmalı, herhangi bir tahrişe maruz bırakılmamalı ve antibiyotik kremler uygulanmalıdır. Çıban patlatıldıktan sonra mikrop kapmaması çok önemlidir. Bu nedenle üzeri bir süre için kapatılmalıdır. Çıban sürekli iltihaplanıyorsa, doktor kontrolünde antibiyotik ilaç alınabilir.
Çıban oluşmuş bölgeye çok fazla temas edilmemelidir. Bu hem mikrop oluşumunu önlemek hem de iltihabın yayılmasını engellemek için önemlidir.
Eğer kişi çıbanın küçük ve basit bir çıban olduğundan eminse ve çıbanın yarattığı rahatsızlık duygusundan kurtulmak istiyorsa çıbanı çok steril biçimde patlatabilir. Bunun için izlemesi gereken adımlar şunlardır:
• Öncelikle, çıbanın yeterli olgunlukta olduğundan emin olmalıdır. Çıbanın yeni oluşmuş, etrafı kızarık, üzeri sert hali olgunlaşmamış halidir ve bu durumdayken kesinlikle patlatılmamalıdır.
• Çıban ne zaman, ortası yumuşak, sarı renkli bir kesecik oluşmuş haline ulaşırsa, o zaman olgunlaşmış demektir.
• Çıban olgunlaşmamışsa, onu olgunlaştırmak için sıcak suya batırılmış havlu yardımıyla günde 3-4 kez 10’ar dakika boyunca çıban üzerinde çok hafif şekilde baskı oluşturabilir. Bu sayede hem doğal bir drenaj sağlamış olur hem de ağrıyı azaltır.
• Ardından, olgun çıbanı, ucu yakılmış steril iğne ile delebilir ancak bu aşama doktordan bilgi almadan gerçekleştirilmesi çok fazla önerilmez.
• Antibiyotik bir kremi 4-5 gün boyunca günde 2 veya 3’er kez çıbanın üzerine sürebilir.
İyileşme sürecinde, kabuk bağlayan çıbanın kabuğu kesinlikle koparılmamalıdır.
Daha büyük çıbanlar için muhakkak doktora başvurulmalıdır. Kimi zaman, derinin kalın olması, çıbanın irininin akacak yer bulamamasına sebep olur. Bu durumda çıban ancak cerrahi yöntemlerle patlatılır. Hekim, bu tip bir durumda en ideal tedavi yöntemine karar verecektir. İç organlarda meydana gelen çıbanların da cerrahi yöntemlerle temizlenmesi gerekir. Cerahat boşalmadan, cilt üzerindeki gerginlik, baskı ve acı hissi hafiflemez.
Eğer çıban cerrahi müdahale ile patlatılacaksa, bu müdahale gerçekleşene kadar üstü mikroplardan uzak tutulmalıdır. Bunun için, üst bölümü, temiz gazlı bezle kapatılmalıdır. İrinin yeniden birikmesinin önüne geçmek için bölge antiseptik solüsyonlarla da temizlenmelidir. Eğer, çıban henüz yangı aşamasında fark edilirse, antibiyotik ile oluşmadan önüne geçilme ihtimali bulunur.
Cerrahi müdahale sonrasında, çıbanın içindeki iltihap yoğun ise akmaya devam edebilir. Bu durumda bölge gazlı bezle sarılır. Doktor, iyileşme sürecini hızlandırmak amacıyla, müdahale sonrasında antibiyotik kullanımı önerebilir. Antibakteriyel nitelikte sabunların kullanılması da bu süreci hızlandıracaktır.
Yüzde ve dudak etrafında çıkan çıbanlar, diğer bölgelerde meydana gelen çıbanlara göre daha tehlikelidir. Kan zehirlenmesi olarak bilinen septisemiye yol açabilirler. Aynı şekilde, burun, kulak ve göz çevresi gibi beyne yakın uzuvlarda çıkan çıbanların da beyni etkileme ihtimali bulunur. Eğer bu tip çıbanlarla ilgili doğru zamanda önlem alınmazsa kimi zaman kanser oluşumuna dahi neden olabilirler. Bu nedenle, yüzde çıkan çıbanlar kesinlikle patlatılmamalı ve muhakkak hekime başvurulmalıdır. Bu bölgedeki çıbanlar patlatılırsa, çıbanın içindeki iltihabın büyük kan damarlarına boşalmasına, dolayısıyla beyin damarlarının tıkanmasına ve menenjit gibi mikrobik beyin zarı hastalıklarına, iltihabın tüm vücuda yayılmasına neden olabilir.
Şeker hastalarında oluşan çıbanlar daha büyük ve iltihaplı olup kolayca kapanmaz.
Çıbanların tedavisinde iyileşme süreci kişiden kişiye farklılık gösterir. Vücut direnci fazla olan bireyler iyileşme sürecine hızlıca girerken, direnci zayıf kimselerin iyileşme süreci uzayabilir.
Çıban patlatıldıktan sonra izin kalıp kalmama durumu, çıbanın büyüklüğüyle ve müdahalenin doğruluğuyla alakalıdır. Bu nedenle, doktor yardımı çok önemlidir.
Çıban ve benzeri deri rahatsızlıklarını engellemek için alınacak önlemler nelerdir?
• Tüm vücudun temizliğine, özellikle de bakteri ve mikrop üremesinin daha kolay olduğu bölgelerin hijyenine çok dikkat edilmelidir.
• Vücut, antibakteriyel sabunlar ve temizlik malzemeleri yardımıyla temizlenmelidir.
• El ve yüz için kullanılan havlular ile duş sonrası giyilen bornozlar sıkça değiştirilmelidir. Bu havlular yalnızca tek bir kişi tarafından kullanılmalıdır.
• Çarşafların ve kıyafetlerin yüksek ısıda yıkanmasına ve genel temizliğine dikkat edilerek, bu eşyaların da yalnızca tek bir kişi tarafından kullanılmasına dikkat edilmelidir.
• Herhangi bir nedenle kullanılmış sargı bezlerinin ve medikal araç gereçlerin hijyenine maksimum özen gösterilmelidir. Bu tip gereçler, ağzı bağlı poşetlerde veya kutularda tutulmalıdır.
ÇİÇEK HASTALIĞI
Çiçek hastalığı, her yaşta ve her cinste kişilerde görülen, irinli kabarcıklar dökerek yüzde izler bırakan, ateşli, ağır ve bulaşıcı bir hastalıktır. Variola da denir. Hastalığın aşısını İngiliz cerrah Edward Jenner’ın bulduğu kabul edilir. Bu 1700’lü yıllarda Mary Wortley Montagu tarafından İstanbul’da çiçek hastalığı aşısına öncülük eden yöntemlerin gözlemlenmesiyle gerçekleşti.
Çocuklarda daha sık görülür. Variola major ve Variola minor olmak üzere iki tipi vardır. İlkinde ölüm oranı, ikincisine göre daha yüksektir.
Belirtiler
Çiçeğin etkeni Poxvirus grubundan bir virüstür (Çiçek virüsü); hastalık yaralarının içinde bulunur ve hastanın eşyalarıyla, hastaya yaklaşmayla, sineklerle ve virüslü havanın solunmasıyla bulaşır. Kuluçka dönemi 10-14 gündür. Ani ve şiddetli belirtilerle başlayan hastalıkta baş ve sırt ağrısı, kusma, kas sertleşmesi ve 39-40 °C’ye varan ateş görülür. 3-4 gün süren bu başlangıç dönemini vücutta kırmızılıkizler, ateş düşer. Önce yüzde, ardından baş, göğüs, sırt, kol ve bacaklarda sert kabartılar durumunda küçük kırmızı lekeler belirir. Bunların içi sıvı doludur, daha sonra bunlar sivilce biçiminde cerahatli kesecikler durumuna dönüşür. Bu sırada ateş yeniden yükselir. 12. gün dolayında sivilceler patlar, 16. gün dolayında da sivilcelerin üzeri kabuklaşır. 2. ve 3. haftalarda kabuklar yerlerinde çukur bırakarak düşerler.
Gidişat
Hastalığın gidişatı değişik biçimlerde olabilir; buna göre üç tip çiçek hastalığı tanımlanır:
• Basit tip: Sivilceler birbirinden ayrıdır ve hastalığın gidişatı iyidir.
• Konflüan tip: Sivilceler bir araya gelerek yüzeysel abseler oluştururlar. Hastalığın gidişatı kötüdür.
• Hemorajik tip: Sivilcelerde, mukozalarda ve göz konjonktivasında kanamalarıngörüldüğü çiçek hastalığının en ağır ve öldürücü tipidir.
Tedavi
Çiçek hastalığının belirli bir tedavisi yoktur. Saçı kısa kesilen hasta yatırılır ve derisi %1 potasyum permanganat eriyiği ile yıkanır. Bu arada yüz sık sık yıkanarak gözlerle birlikte korunmalıdır. Hasta 6 hafta karantinaya alınır. İlaç tedavisi uygulanırken, hastaya yaklaşmış kişiler de aşılanarak gözetim altında tutulmalıdır.
Korunma
Eskiden büyük salgınlar yapan ve pek çok kişinin ölümüne yolaçan çiçek hastalığından korunmak için aşılanma yapılır. Bu arada 1-20 yıl arasında değişen bağışıklık salgılar.
1966’da WHO’nun başlattığı kampanya sonucu tüm Dünya ülkelerinde çiçek aşısı yapılarak, hastalık görünmez oldu ve çiçek aşısı zorunlu aşı programından çıkarıldı. Ancak 1976’da Etiyopya ve Somali’de iki çiçek olgusu bildirildi. Çiçek hastalığı, bildirimi zorunlu hastalıklardandır.
Yakalandığı çiçek hastalığı sonucunda güzelliği bozulan Lady Mary Wortley Montagu(d. 1689 – ö. 1762), hem çok yönlü kişiliği, hem de değişik tür ve üsluplarda yazdığı mektuplarıyla ünlüdür. Lady Montagu, İstanbul’da bulunduğu sırada çiçek aşısını öğrenmiş ve bu yöntemin İngiltere’de tanınmasına öncülük etmiştir.
ÇIKIKLAR
Bir eklemi oluşturan kemiklerden bir veya hepsinin birbiri üzerinde yer değiştirerek normal eklem ilişkisinin değişmesine “ÇIKIK”denir.
Çıkık ile eklem kapsülü denen eklemi çevreleyen zar bağları da yırtılabilir. Bu ise sık sık çıkıklara, burkulmalara yol açar. Çıkık olan eklemde ağrı, şişlik, hareket sınırlılığı vardır. Çıkık eklemi bükme ile eklemin tekrar eski çıkık durumuna geldiği görülür.
Dikkat Edilecekler
-Çıkık olan eklemi yerine koymaya çalışmayınız.
-Kırıkta olduğu gibi çıkık eklemi bir şekilde tespit ediniz.
-Çıkıktan şüphelendiğiniz zaman eklemde ve onun yanındaki kemiklerde kırığın, eklem bağında yırtığın da olabileceğini unutmayınız.
Yapılması gerekenler
-Çıkık eklem üzerinde yarım saat havluya sarılı buz torbası koyunuz.
-Kalp seviyesinin üzerinde tutunuz.
-En yakın sağlık merkezine götürünüz.
Tekrarlayan Omuz Çıkıkları
İlk omuz çıkığı genellikle oldukça büyük bir travmayla olur. Yeterli tedavi olmuş veya olmamış kişilerde ikinci ve sonraki çıkıklar şaşırtıcı derecede kolay olabilir. İlk çıkık sonrası tedavi kurallarına uygun yapılmış bile olsa yeniden çıkma olasılığı vardır. Özellikle ilk çıkık 20 yaş altında olmuşsa % 80 nin üzerinde yeniden çıkık olasılığı vardır. 40 yaş sonrası ilk omuz çıkığı geçiren hastalarda tekrarlayıcı çıkık oranı %20’lere iner.
İlk çıkık sırasında omuz sabitliğini sağlayan dokuların bir kısmının iyileşememesi yeniden çıkığa neden olur. Bunlardan en sık görüleni labrum denen kıkırdak desteğin kemiğe yapışma yerinden ayrılmasıdır. (omuz anatomisine bakınız) Ayrıca omuz kapsülündeki gevşemede ana nedenlerdendir. Ayrıca humerus kemiğinin başındaki defektlerde sorumlu tutulmaktadır. Bu problemlerin onarıldığı cerrahi müdahaleler sonrası bile yeniden çıkıklar görülebilmektedir.
Tekrarlayan çıkıklar omuz ekleminde bozulma ve kireçlenmelere neden olurken omuz çevresi adele ve tendonlarda kalıcı hasarlar oluşturabilir. Ayrıca beklenmeyen zamanlarda oluşan omuz çıkıkları ek sakatlıklara da neden olur. Bütün bu nedenlerle tekrarlayan omuz çıkıklarında cerrahi tedavi önerilir.
ÇİLLER
Çiller, güneşe maruz kalan deride düz küçük ten rengi veya açık kahverengi lekelerdir. Genellikle açık tenli, renkli gözlü, sarı ya da kızıl saçlı kişilerde görülür. Çillenme vücudun güneşten korunma mekanizmasıdır.
Çiller birçok insanda görülen bir cilt sorunudur. Güneşe maruz kaldıktan sonra daha koyu ve daha belirgin hale gelebilir ve kış aylarında hafifleyebilirler. Çiller, melanin adı verilen koyu pigment miktarındaki artış ve melanosit adı verilen pigment üreten hücrelerin toplam sayısındaki artıştan kaynaklanır. Çillerin nedenleri, türleri ve tedavisi hakkında aradığınız tüm detaylar haberimizde…
ÇİL TÜRLERİ
Ephelides (tekil: ephelis) Yunanca olan kelime çil için kullanılan tıbbi terimdir. Bu terim, bronz, hafif kırmızımsı veya açık kahverengi olan ve tipik olarak güneşli aylarda görülen 1 mm-2 mm düz noktalar olarak tanımlamaktadır. Genellikle açık tenli insanlarda bulunurlar ve bazı ailelerde kalıtsal (genetik) bir özelliktirler. Kırmızımsı saçlı ve yeşil gözlü insanlar bu çillere daha yatkındır. Güneşten korunma ve güneş koruyucularının düzenli kullanımı da dahil olmak üzere, çillerin görünümünü hafifletmeye yardımcı olur.
Lentijinler (tekil: lentigo) Mercimek için kullanılan Latince sözcükten gelir. En yaygın güneş yanığı ve güneş hasarı alanında bulunan bazı büyük pigmentli lekeler için tıbbi terimdir. Lentijinler genellikle yaygın çilden daha koyudur ve genellikle kışın solmazlar. Bu tür bir nokta, lentigo simplex veya solar lentigo olarak adlandırılır. Melanosit ve melanozomların sayısı (melanin pigmenti içeren hücresel yapılar) ve görünümü normaldir. Lentijinler nadir bir genetik sendromun parçası olsa da, çoğu zaman sadece izole ve önemsiz noktalardır.
ÇİLLERİN OLUŞUM NEDENLERİ
Çillerin, genetik yatkınlık (kalıtım) ve güneşe maruz kalma gibi etkenlerin bir sonucu olarak geliştiği düşünülmektedir. Güneş ve floresan bronzlaşma lambalarının her ikisinin de yaydığı ultraviyole ışınlar cilt tarafından emildiğinde, deri melanositleri tarafından melanin pigmentinin üretimini artıran ultraviyole (UV) ışınları yayar. Sarı veya kızıl saçlı, açık renkli gözlü ve açık tenli insanlar, özellikle UV ışınlarının zararlı etkilerine karşı hassastırlar ve çiller geliştirebilirler. Çil, aslında ciltteki bir noktada nadiren ağır bir melanin depozitinden başka bir şey değildir.
İkiz kardeşler üzerinde yapılan araştırmalar, tek yumurta ikizleri ve çift yumurta ikizleri dahil olmak üzere, her bir ikiz kardeşte bulunan toplam çil sayısında çarpıcı bir benzerlik bulmuşlardır. Bu benzerlikler, çift yumurta ikizlerinde oldukça az yaygındır. Bu çalışmalar, çil oluşumunun genetik faktörlerden etkilendiğini kuvvetle göstermektedir. Çil sayımlarındaki değişiklikler büyük ölçüde kalıtıma bağlı gibi görünmektedir.
ÇİLLERİN TEDAVİSİ
Çiller, çocukluk döneminde çıkan ve erişkinlik döneminde çıkan çiller olarak ikiye ayrılmaktadır. Çocuklarda görülen efelit tipi küçük çiller genellikle tedaviye ihtiyaç kalmadan ergenlik döneminden sonra kaybolur. Çocuk çillerinden rahatsız olmuyorsa çocuğu güneşten korumak dışında bir şey yapılmasına gerek kalmaz.
Çiller kendiliğinden kaybolmaya meyilli olsa bile güneşe karşı koruma kesinlikle ihmal edilmemelidir.
Erişkinlikte ortaya çıkan çiller ise kendiliğinden kaybolmaz. Daha sonrasında çil lekeleri oluşan kişilerin bir dermatoloğa görünmelerinde fayda vardır. Doktorunun uygun gördüğü bir şekilde tedavi olabilirler fakat her tedavi kesin sonuç vermeyebilir. Çilden kurtulmak için en çok tercih edilen tedavi yöntemlerinden birisi lazerdir. Lazer dışında kriyoterapi ve hydroquinone gibi tıbbi tedaviler de çil üzerinde etkili olabilmiştir.
ÇOCUK FELCİ
Bulaşıcılığı oldukça yüksek olan, polio virüsü denilen mikropla bulaşan bir hastalıktır.Kuluçka süresi 10-14 gündür.1-4 yaşlarında (% 30 ikinci yaşta) daha sık görülür.Mikrobun kaynağı hasta insanların dışkısı ve boğaz salgılarıdır.Dışkı ile kirlenmiş su ve besinlerin yenip içilmesi veya kalabalık yerlerde havaya yayılan mikropların solunması ile bulaşmaktadır.
Hastalık genellikle belirtisiz ve sinsi gidişlidir.Hafif ateş, başağrısı, baş dönmesi, bulantı-kusma gibi nezlede görülebilecek belirtiler ortaya çıkar.Kimi hastalarda hastalık bu belirtilerle sınırlı kalırken kimilerindede kalıcı felçler ortaya çıkar.Çocuk ayağa kalkmakta veya yürümekte eskisine oranla daha fazla güçlük çekmeya başlar.Felç olan bölgede (genellikle bacaklar) kaslar sert ve kasılmış değil, yumuşaktır ve duyu kaybı yoktur.Bazı vakalarda solunum kasları ve diafragmada felce uğrayıp solunum güçlüklerine neden olabilmektedir.Ölüm oranı % 2-20 arasındadır.Beyindeki solunum merkezininde etkilenmesiyle bu oranlar % 40 lara kadar çıkabilmektedir.
Hastalığın tedavisi yoktur.Ömür boyu kalıcı saakatlıklara neden olabilmektedir.
Korunma
Aşılanma ile olur.Tüm dünyada çiçek hastalığında olduğu gibi kökünün kazınabilmesi için yoğun aşılama çalışmaları yapılmış ve birçok ülkede başarılı sonuçlar alınmıştır.Yurdumuzda da hala görülen bu hastalıkla mücadele için bu yıl 26 Nisan-2 Mayıs ve 31 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında 5. si yapılmakta olan ULUSAL AŞI GÜNLERİ ile hastalığın kökünün kazınmasına yönelik çalışmalar başarıyla yürütülmektedir.
Ağızdan verilen ve toplumsal bağışıklamanın sağlanmasında önemli rol oynayan aşının yanında kişisel bağışıklamanın sağlanabilmesi için oldukça güvenilir ve etkin olan , enjeksiyon şeklinde uygulanan şekli mevcuttur.
En etkili aşılama şeklinin 2,3,4. veya 2,4,6. aylarda enjeksiyon tarzında yapılan ölü aşı ile 18. ayda ağızdan verilecek hatırlatma dozu olduğu kabul edilmektedir.
ÇOCUKLARDA ASTIM
Astım, genetik ve çevre faktörlerinin etkisiyle ortaya çıkan bir hastalıktır. Ailesinde allerjik hastalık olanlarda astım görülme olasılığı daha fazladır. Allerjenler astım atağına neden olan faktörlerden sadece biridir. Çocuklarda astımın %80’i allerjik nedenlere bağlıdır. Hastaların %20’sinde ise allerjik bir etken gösterilemez.
Astıma neden olan allerjenler nelerdir?
Ev tozu akarları, polenler, hayvan tüyleri, mantar sporları, bazı besinler (süt, yumurta, fındık, fıstık, balık), sigara dumanı, boya, cila gibi kokular ve hava kirliliği astıma neden olmaktadır.
Astım belirtileri nelerdir?
Sürekli veya ataklar halinde gelen öksürük, tekrarlayan hırıltı ve nefes darlığı astımı düşündürmelidir. Astım öksürüğü kuru, inatçı ve tekrarlayıcıdır. Öksürük nöbetler halinde gelir, sıklıkla gece ve sabaha karşı başlayıp çocuğu uykudan uyandırabilir. Hırıltı, astımın en önemli bulgularından biridir. Özellikle nefes verirken göğüsten ıslık sesine benzer bir ses duyulur. Astımlı çocuğun muayene bulguları astım atağı dışında tamamen normal olabilir.
Astım tanısı nasıl konulur?
Ailede özellikle anne, baba ve kardeşlerde allerjik hastalık varlığı, çocukta egzema, allerjik göz ve burun nezlesi gibi diğer allerjik hastalıkların bulunması astım varlığını düşündürür.
Deri testleri veya bazı kan testleri ile allerji saptanabilir.
Soluk alıp-vermeyi sağlayan akciğerlerin solunum kapasitesini değerlendirmek üzere solunum fonksiyon testleri yapılır.
Hangi çocuklarda astım gelişme riski vardır?
Birinci dereceden akrabalarında astım veya allerjik nezle olan çocuklarda, bebeklikte besin allerjisi veya egzeması olan çocuklarda ilerde astım gelişme riski fazladır.
Astım tedavisinde esas amaçlar, spor dahil normal yaşantının devam ettirilmesini sağlamak ve astım krizlerini önlemektir. Bu nedenle astım erken dönemde tanınmalı ve tedaviye erken dönemde başlanmalıdır.
Grup Florence Nightingale Hastanelerinde çocuk allerji uzmanları tarafından tüm alerji hastaları değerlendirilip tedavisi düzenlenmektedir. Bizzat çocuk alerji uzmanı tarafından yapılan alerji deri testi, gıda alerjisi deri testi yapılmaktadır. Daha küçük çocuklar da ise biyokimya laboratuarında serum RAST alerji testleri yapılabilmektedir. Ayrıca 7 yaş üzerindeki çocuklarda solunum fonksiyon testleri yapılabilmektedir.
ÇOCUKTA AŞI TAKVİMİ
Türkiye’de Sağlık Bakanlığı tarafından her çocuğun aşılanması zorunludur.
Sağlık Bakanlığı Aile Sağlığı Birimleri Sağlık Bakanlığı Aşı Takviminde yer alan tüm aşıları ücretsiz olarak yapmaktadır.
Bu aşı takvimi ve istenirse ek aşılar özel hastaneler tarafından da yapılmaktadır.
Aşı nedir?
Hastalık yapan mikroorganizmanın (virüs, bakteri) hastalık yapma etkisini ortadan kaldırarak ya da hastalık yapma etkisini zayıflatarak sağlam kişilere verilmesine aşı denir. Böylelikle kişi bu etkenle tekrar karşılaştığında hızlıca savunma oluşturacak, etkenin oluşturacağı hastalığı geçirmeyecek ya da zayıf atlatacaktır. Aşılar içerdikleri zayıflatılmış ya da ölü mikroorganizmalarla bağışıklık sistemi yanıtını oluşturmaktadır. Aşılardan tam sonuç alınması için uygun yaşlarda ve uygun dozda yapılmaları gerekir.
Aşı nasıl uygulanır?
Her aşının uygulanışı farklıdır. Bazı aşılar enjeksiyon şeklinde kasa uygulanırken bazıları ağızdan (çocuk felci) verilebilir. Yine bazı aşılar tek seferde, bazıları mükerrer uygulamak gerekir.
Ülkemizde ve dünyada çocuklarda aşılamanın hedefleri nelerdir?
1 yaşına gelen çocukların en az %90′ ının aşılanması
Yenidoğan tetanozun ortadan kaldırılması
Kızamık hastalığının ve bu hastalığa bağlı ölümlerin azaltılması
Çocuk felcinin yeryüzünden silinmesidir.
Aşıya bağlı yan etkiler nelerdir?
Genellikle yaşamı tehdit etmeyen, kısa süreli yan etkiler görülür. Sıklıkla görülen yan etki ateş yüksekliğidir. Ateş genellikle 12-24 saatte ortaya çıkar. Çoğu vaka da ateş 38,2 oC’ nin üzerindedir. Uyku hali, iştahsızlık, kusma gibi hafif yan etkiler de sıktır. Hepatit aşılarından sonra enjeksiyon yerinde hassasiyet ve ateş görülebilir. Kızamıkçık aşısı sonrası çok az bir oranda ( %0,5) eklem ağrısı oluşabilir. DBT aşısı sonrası uygulama alanında kızarıklık ve şişlik oluşması sıktır. Suçiçeği aşısı sonrası %7 çocukta aşıyı takip eden ay içinde hastalığın döküntüsüne benzer 2-5 adet döküntü görülebilir. Grip aşısından 12-24 saat sonra uygulama yerinde kızarıklık, şişlik, hassasiyet ve genel olarak halsizlik, ateş ve kas ağrısı görülebilir.
ÇOCUKLARDA DEPRESYON
Depresyonun nedenleri nelerdir?
Depresyonun tek bir nedeni yoktur. Hem genetik hem de çevresel faktörler etkili olmakla birlikte bazı çocuklar depresyona diğerlerine göre daha yatkındır. Çocuklarda depresyon bir hastalık, stresli bir olay sonrası ya da önemli bir kişinin kaybından sonra başlayabilir. Davranışsal problemleri olan ve kaygılı çocuklar da depresif olmaya daha yatkındır. Bazı zamanlarda depresyonu tetikleyen durumları teşhis etmek zor olabilir.
Depresyonun semptomları nelerdir?
• Depresyonun sık görülen semptomları aşağıda sıralanmıştır. Majör depresyon tanısının konulabilmesi için bu semptomlardan 5 ya da daha fazlasının 2 haftadan fazla devam etmesi ve çocuğun günlük hayatını etkilemesi gereklidir.
• Mutsuz hissetmek ya da gözükmek, üzgün, ağlamaklı ve hırçın olma durumu
• Arkadaşlarından ve sosyal aktivitelerinden uzaklaşmaya varacak kadar hayattan ve yaptıklarından zevk alamamak
• Kiloya da yansıyan iştahta değişme
• Normale göre çok daha fazla ya da çok daha az uyumak
• Yorgunluk ya da halsizlikte artma; enerjide azalma
• Kendini değersiz ya da suçlu hissetme
• Okul başarısının düşmesine neden olacak kadar düşünme süreçlerinde ve konsantrasyon sağlamakta zorluk
• İntihar düşünceleri ve kendine zarar verme davranışları
Çocuklardaki depresif belirtilerle ilgili şunu akılda tutmak gerekir ki; çocuklarda depresyon kendini çocuğun huzursuz ruh hali ve sürekli canının sıkılıyor olmasıyla daha çok belli eder. Yetişkinlerdeki gibi üzgün olma, sık sık ağlamayla kendini nadiren gösterir. Özellikle duygularıyla ilgili konuşmayan bir çocuksa daha çok fiziksel şikayetleri olabilir (karın ve baş ağrısı vb.).
Tedavi olunmadığında depresyon geçer mi?
Depresyonun kişiye özgü bir örüntüsü vardır. Dolayısıyla bazen iyileşebilirken bazen daha kötüye gidebilir. Distimik bozukluk daha az ciddi fakat daha uzun süren bir örüntü izlerken majör depresyon kendiliğinden iyiye gidebileceği gibi çok daha kötüye de gidebilir.. Depresyonda olan çocuklar arkadaşlarından ve aile üyelerinden uzaklaşabilir, okulda geri kalabilirler. Depresif çocukların madde kullanımı ve başlarının belaya sokma riskleri daha fazladır. En kötüsü de tedavi edilmeyen depresyon ileride intihara neden olabilir. Bir diğer dikkat edilmesi gereken nokta ise; eğer bir çocuk depresif dönem geçirdiyse ileride bir daha bu döneme girme ihtimali yüksektir ve daha şiddetli şikayetler olabilir.
Tedaviyi neler oluşturmalı?
Depresyon tedavisi hem ilacı hem de psikoterapiyi içinde barındırmalıdır. Daha hafif depresyonlarda psikoterapiyle başlamak yeterli olabilecekken orta ve şiddetli depresyonlarda mutlaka ilaç desteği de alınmalıdır. Tedaviye başlamadan mutlaka bir psikiyatriste danışılmalı ve tedavi onunla ve psikoterapistlerle birlikte planlanmalıdır.
Psikoterapi işe yarıyor mu?
Bireysel Terapi:
Bir çok terapi çeşitinin depresyonda işe yaradığı kanıtlanmıştır; fakat BDT (Bilişsel Davranışçı Terapi) kısa süreli olması açısından en çok işe yarayanlardan birisidir. BDT, çocuktaki sağlıklı olmayan düşünce yapısını değiştirerek çocuğun ruh halini yükseltir. BDT çalışan terapistler çocuklara düşüncelerin duygulara yol açtığını ve değişen ruh halinin de davranışları etkilediği açıklar. BDT süresince çocuk, zararlı düşünce örüntülerini görmeye ve ayırt etmeye başlar. Daha sonra terapist daha iyi duygu ve davranışlara yol açacak düşünce örüntülerini yerleştirmede yardımcı olur
Aile Terapisi:
Aile terapisi aile içi iletişimin ve işlerliğin gidişatına göre eğitim ve destek verir. Aile terapisi aile içindeki dinamikleri, kişiler arası ilişkileri düzene sokmaya, aile bireylerinin birbirlerini daha iyi anlamalarına yardımcı olmaya çalışır. Bunu yaparken de çekirdek aileyle çalışabileceği gibi geniş aileyi de çağırabilir.
Grup Terapisi:
Grup terapisi birkaç hasta ve en az bir terapistle gerçekleştirilen bir terapi çeşitidir. Kişilerin grup içinde daha az yalnız hissetmelerini, grubun gücünden güç kazanmaları ve daha kolay iletişim kurabilmelerini sağlar.
İlaçlar güvenli mi? İntihar riskini artırır mı?
Düzenli takip edildiğinde ve reçeteli ilaç kullanıldığında ilaçlar depresyonun tedavisinde hem güvenli hem de etkili bir yoldur. Fluoxetine gibi serotonin geri alım inhibiörleri, en etkili ve güvenli olarak kanıtlanmış ilaçlardır. Fakat tabii ki de başka ilaçların da kullanılması gereken zamanlar olabilir.
Her ne kadar ilaç kullanımı başlarda intihar düşüncelerinde ufak bir artış gösterse de antidepresanların intihar riskini arttırdığı konusunda bir kanıt bulunmamaktadır. Hatta uzun süreli kullanımda intihar riskini azalttığı, depresyon şikayetlerinin tekrarlama sıklığı ve şiddetin de azalma sağlayarak koruduğu bilinmektedir.
ÇOCUKLARDA GEÇ KONUŞMA
Çocuğum hala konuşamıyor, konuşmasını bizden başka kimse anlayamıyor
Endişe ettiğiniz durum normal bir süreç mi, çocuğun desteğe ihtiyacı var mı ya da altında yatan başka bir sorun var mı anlayabilmek için mutlaka uzman görüşüne başvurun.
Örneğin bir çocuk 3 yaşında ancak hala konuşmuyor ise bu sadece basit bir dil gecikmesi olarak değerlendirebileceği gibi, işitme kaybı, otizm, motor gerilik, öğrenme güçlüğü gibi sayısız nedene bağlı olarak ortaya çıkan bir sorun da olabilir bu noktada ayırıcı tanı büyük önem taşır. Panik yapmak ya da bekleyelim düzelir demek yerine olası nedenleri eleyerek ilerlemek ve desteklemek çocuk için yararlı olacaktır.
“Aile de geç konuşanlar vardı. Bekleyelim düzelir…”
Yanlış. Bekleme süreci bazen olası nedenlerin elenmesi ya da altta yatan farklı sorunların tespit edilmesi noktasında geç başvuru yapılmasına, bu durumda eğer konuşmanın gecikmesinin temelinde farklı bir sorun varsa bunun tespitinin ve düzeltimesi noktasında geç kalınmasına neden olmaktadır. Değerlendirme ne kadar erken yapılırsa sorunun tespiti ve çözüm üretilmesi de o kadar kolay olur.
Erkekler geç konuşur
Erkek çocuklarının kızlara oranla dil ve konuşma becerileri anlamında geride kaldığını destekleyen çalışmalar var. Ancak bu düşünüldüğü kadar büyük bir fark değil bir iki aydır. Dolayısıyla erkek çocuğu olması uzmana başvurmayı geciktirme nedeni olmamalıdır.
Konuşamaması işitme azlığından kaynaklı olabilir mi?
Çocuğun dil gelişiminde gerilik varsa ya da konuşmasının anlaşılırlığı zayıfsa mutlaka işitme testi yapılmalıdır. Yenidoğan döneminde işitme testi yapılmış ve bu testten geçmiş olması ömür boyu iyi bir işitmeye sahip olacağının güvencesini vermez. Dil ve konuşma becerilerinde sıkıntı varsa mutlaka işitme testi tekrar yapılmalıdır.
ÇOCUKLARDA GELİŞİM BOZUKLUKLARI
Çocuklarda gelişim bozuklukları dediğimiz durum, genelde okul öncesi çağda görülen ve yetersiz beslenme ve yeme güçlüğü çeken çocuklarda sık rastlanan bir durumdur. Gelişim çağındaki bir çocuğun kötü beslenmesi çeşitli sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına neden olabilir, çocuklarda yemeği reddetme, ya da abur cubur dediğimiz türde faydasız yiyeceklerin yenmesi sonucu ortaya çıkan iştahsızlık problemi sık karşılaşılan bir durum olma özelliğini taşır. Bu sebeple öğünlerden önce çocuklara bu tip yiyecekler verilmemelidir. Kötü beslenme tarzı ya da yetersiz beslenme çocuklarda gelişim hormonlarının yeterli çalışmasını engeller ve bunun sonucunda da çocuklarda gelişim bozuklukları görülmesine neden olur.
Büyüme hormonlarını beslenmenin dışında bir de uyku etkiler. Gelişim çağındaki bir çocuk ortalama olarak günde 15 saat civarında uyumalıdır. Bir çocuğun 15 saat uyumasının sebebi gelişim ve büyüme hormonunun yalnızca uyurken salgılanmasıdır. Bu sebeple çocuklar gece uykusunun dışında gündüzleri öğleden sonra da uyutulmaya çalışılmalıdır.
Çocuklarda gelişim bozuklukları, beslenme ve uyku düzensizliği ya da yetersizliği dışında psikolojik faktörlerle de etkilenebilir. Gelişim yalnızca büyüme ile ilgili değil aynı zamanda zihinsel bir süreçtir. Çocuk fiziksel olarak geliştiği gibi zihinsel olarak da gelişmelidir o yüzden aile çocuğun gelişimini her yönden takip etmelidir. Psikolojik olarak çocuğun etkilenebileceği kötü bir olay ya da bir travma sonucu bu çocuğu olumsuz yönde etkiler ve gelişmesine engel bir durum oluşturabilir. Bu tür durumlar yalnızca büyüme ile ilgili sorunlar değil başkaca psikolojik hastalıklar doğurabileceğinden tehlikelidir ve böyle olaylarla karşılaşıldığında aksatmadan tıbbi yardım alınması tavsiye edilir.
Çocuklarda gelişim bozuklukları, bunların yanında çocuğun geçirmiş olduğu bir hastalıktan kaynaklanabileceği gibi, aileden gelen ırsi özelliklerden de meydana gelebilir, bunun araştırılarak öğrenilmesi ve duruma göre tedbir alınması önerilir. Zihinsel sorunlardan kaynaklanmayan, beslenme ve uyku tabanlı çocuk gelişim bozuklukları için kaygılanmaya gerek yoktur. Biraz dikkat ve özen sayesinde üstesinden gelinebilecek durumlardır. Alacağımız basit tedbirlerle mesela öğün öncesi beslenmeyi keserek, çocuğun hoşlandığı türde yiyeceklere ağırlık vererek ve uyku saatlerinin her gün aynı düzende olmasına özen göstererek tedbir alınabilir. Evde kendi başımıza hazırlayacağımız gelişimi güçlendiren bitkisel kürlerden faydalanabiliriz. Örnek olarak bunlardan birisi sinirli yaprak otuna dört bardak su ilave edilir ve kaynatılır. Kaynayan ve çay haine gelen karışım süzüldükten sonra her gün sabahları ve akşamları, günde iki defa çocuğa içirilir bu onun fiziksel olarak gelişimine yardımcı olacaktır.
ÇOCUKLARDA PERTHES HASTALIĞI
Perthes hastalığı nedir?
Perthes hastalığı çocuk ortopedisinin önemli hastalıklarından birisidir. Perthes Hastalığı, femur başı dediğimiz uyluk en üst kısmındaki top şeklindeki kemik bölgesinin kan akımının geçici olarak duraksaması ile gelişir. Bunun sonucunda, Perthes hastalığı femur başı kemiğinde nekroz dediğimiz kemik ölümü ve akabinde yeniden nekrotik kemiğin uzaklaştırılıp yeni kemik oluşumu ile giden bir süreç içerisinde seyreder.
Perthes hastalığı kaç yaşlardaki çocuklarda görülür?
Perthes hastalığı sıklıkla 4 – 10 yaş arasındaki çocuklarda görülen bir hastalıktır. Perthes hastalığı erkek çocuklarda kızlardan 4 kat daha çok görülür. Perthes hastası çocuklar, genel yapı olarak çok hareketli yapıda olup ele avuca sığmaz dediğimiz yapıda çocuklardır.
Perthes hastalığının bulguları nelerdir?
Perthes hastaları, sıklıkla aksama, kalça ve/veya diz ağrısı şikayeti ile Çocuk Ortopedistine başvururlar. Hastaların bulguları zaman zaman şiddetlenir, zaman zaman hafifler. Perthes hastalarının muayenelerinde eklem hareketleri kısıtlı olup eklem hareketleri sırasında çocuk ağrıdan şikayet edebilir. İleri olgularda bacak çapında incelme ve kısalık görülebilir.
Perthes hastalığında tanı nasıl koyulur?
Perthes hastalığında, tanı anamnez, fizik muayene ve radyografi ile koyulur. Perthes hastalığı tanısında olguların büyük kısmında MR veya tomografiye ihtiyaç duyulmaz. Buna karşın, MR tetkiki, hastalığın erken devrelerinde tanı koyulmasını sağlayabilmektedir. Radyolojik bulguların normal olması ve aksamanın 1 hafta – 10 günlük süre içinde geçmemesi durumunda MR tetkikine ihtiyaç duyulabilmektedir.
Perthes hastalığının tedavisinde ne yapılır?
Perthes hastalığında femur başının beslenmesinin bozulmasıyla femur başı kemiğinin bir kısmı ya da tamamında nekroz dediğimiz kemik ölümü görülür. Vücut tarafından, bu nekrotik kemik absorbe edilerek (ortadan kaldırılarak), yeni kemik yapımı sağlanır. Bu yeniden yapım sürecinde kemik daha yumuşak ve güçsüz olduğu için atlama, zıplama ve düşme gibi travmalarda baş kemiğinde kırık ve çökmeler görülebilir. Yeniden yapılanırken femur başı aldığı basıya göre şekil alır. Bu nedenle tedavide femur başını asetabulum dediğimiz kalça eklemini yuva kısmının içinde tutulması amaçlanır. Bu şekilde küresel yapıda gelişimi hedeflenir.
Perthes hastalığının tedavisinde ana amaç eklem hareket açıklığının korunmasıdır ki baş küresel yapıda gelişebilsin. Özellikle ağrılı dönemlerde istirahat ve antiemflamatuvar ilaçlarla tedavi önerilir. Perthes hastalığının süreci 2 – 2.5 yıl kadar sürmektedir. Bu süreçte çocuğun aşırı sportif aktivitelerde bulunması, yüksekten atlaması ve temas sporuna katılımına mümkün oldukça engel olunmalıdır. Bununla beraber çocuğun günlük aktivitelerinde kısıtlanmaya gidilmez.
Femur başı topunu yuvada tutmak için bacaklar açık posizyonda alçı uygulaması, bir takım ortezler kullanılması ve cerrahi uygulamalar Çocuk Ortopedistleri tarafından kullanılan yöntemlerdir. Hastalığın seyrinin uzun olması (2 – 2.5 yıl) çocukların alçı veya ortez tedavisine uyumunu güçleştirmektedir. Bu nedenle bir çok ortopedist gerekli olgularda cerrahi tedaviye yönelirler. Cerrahide ana amaç, femur başının küresel yapıda gelişimini sağlamak için asetabulum yuvasının içinde yerleşmesini sağlamaktır.
Perthes hastalığının seyri nasıl olmaktadır? Sekel kalmakta mıdır?
Perthes hastalığında klinik seyir hastanın yaşı ve tutulumun miktarına bağlıdır. Genel kural olarak 6 yaş altında Perthes hastalığının seyri oldukça iyidir. 8 yaş üstü hastalarda ise hastalığın seyri daha ağır geçmektedir. Hastaların önemli bir kısmı sekelsiz iyileşirken az bir kısım hastada ise kısalık, aksama ve femur başında şekil bozukluğu görülür.
ÇOCUKLARDA SAMAN NEZLESİ
“Saman Nezlesi” hangi durumlarda ortaya çıkar?
Hastalık herhangi bir yaşta başlayabilir. Ancak genellikle genç yaşta (1 – 20 yaş) başlar. Çoğunlukla ailede aynı hastalık mevcuttur. Anne ya da babada alerji varsa %30, her ikisinde de alerji varsa %60, oranında çocukta alerji görülecektir. Diğer alerjik hastalıkların (egzama, astım ve alerjik konjuktivit-göz nezlesi) görülmesi olasılığı fazladır. Alerjik rinit ağır bir hastalık olmamasına rağmen kişiyi son derece rahatsız edebilir; uykuyu, yemek yeme ve yaşam şeklini olumsuz etkiler; okul ve iş gücü kaybına yol açar. Kent yaşamı alerjik hastalıkların görülme oranını arttırmıştır. Bunda çevre kirliliğinin rol oynadığı düşünülmektedir. Alerjik riniti olan kişilerde sinüs enfeksiyonları, kulakta sıvı birikimi ile ortaya çıkan işitme azalmaları ve burun polipleri görülebilir. Ayrıca alerjisi olmayan kişilere oranla astım gelişme riski 4 kez daha fazladır.
Alerjiye yol açan diğer bir madde ise “mold” denen küflerdir. Moldlar ekmeği küflendirir, meyvelerin bozulmasına yol açar. Aynı zamanda kuru yapraklarda, çayırlarda, samanda, tohumlarda, diğer bitkilerde ve toprakta bulunur. Soğuğa dirençli olduklarından alerji sezonu uzundur ve karın toprağı kapattığı dönemler dışında sporları havada bulunur. Moldlar ev içindeki bitkiler ve topraklarda yaşar. Bodrum katları ve çamaşır odaları gibi nemli yerlerin yanı sıra, peynirde ve mayalanmış içkilerde de bulunur. Moldlardan korunmak için ev bitkilerinin sayısı azaltılmalıdır.
Belirtileri nelerdir?
Alerjik riniti olan hastalarda burun tıkanıklığı, hapşırma nöbetleri, sulu burun akıntısı, burun ve gözlerde kaşıntı (aynı zamanda konjuktivit), damakta ve gırtlakta kaşıntı, öksürük ve baş ağrısı görülebilir. Alerjiye yol açan polenlerin kaynağı çeşitli otlar ve ağaçlardır. Polenler havadan burun, göz ve boğazımıza yapışarak birikirler. İlkbaharda polenlerin kaynağı genellikle ağaçlar, yaz ve sonbaharda ise genellikle çayır otlarıdır. Bir bitkiye veya hayvana ait alerjen madde vücuda girerse bu istilayı önlemek için bağışıklık sistemi bir reaksiyon gösterir. Normal şartlar altında bu, yararlı ve doğal bir korumadır. Ancak bazı kişilerde bu reaksiyon aşırı boyutlarda olmaktadır. Bu kişiler alerjik olarak tanımlanmaktadır. Alerjen maddeler vücudu antikor yapmak üzere uyarırlar. Bunlar daha sonra alerjen maddelerle birleşip bazı kimyasal maddeler salgılatırlar. Bu maddeler arasında en iyi bilineni histamindir. Bu kimyasal maddeler burun içi örtüsünün şişmesine, kaşıntıya ve aşırı miktarda salgı oluşmasına neden olur.
Teşhis ve tedavi nasıl yapılır?
Alerji düşünülen durumlarda tanıyı kesinleştirmek için bazı testlerin yapılması zorunludur. Bu testler 4 gruba ayrılır: serolojik (kan) tetkik, prick-test (derideki spesifik antikorların gösterilmesi), burun sekresyonunun kimyasal analizi ve burun içine alerjen maddelerle yapılan uyarı testi. Alerji tanısı doğrulandıktan sonra uygun tedavi başlatılmalıdır. Tedavi 4 ayrı başlık altında toplanabilir:
1- Alerjen uyaranlarla temasın kesilmesi,
2- İlaç tedavisi,
3- Hiposensibilizasyon (aşı tedavisi)
4- Cerrahi tedavi
İlaç tedavisi
Alerji tedavisinde birçok ilaçtan yararlanılmaktadır. Bunlar arasında antihistaminikler, dekonjestanlar, kromolin ve kortizonlu ilaçlar vardır. Bu ilaçlar tek tek veya kombine olarak kullanılabilir. İlaç tedavisinin özelliği çok çabuk etki göstermesidir. Burun içerisine uygulanarak kullanılan kortizonlu spreylerin yan etkileri son derece azdır. Ancak bu ilaçların etki gösterecek en düşük dozda ve düzenli olarak kullanılması yararlı olmaktadır.
Hiposensibilizasyon (aşı) tedavisi
Çevre kontrolü ve ilaç tedavisine rağmen şikâyetlerin 2 yıldan fazla devam etmesi durumunda önerilir. Bu yöntemle bağışıklık sisteminin tepki mekanizması değiştirilmeye çalışılmaktadır. Etkisi yavaş görülür ve sadece aşıda kullanılan maddelere karşı iyileşme elde edilir. Uygulama, alerjen maddelerin belirli miktarda vücuda verilmesi ile yapılır. İşlem uzman gözetiminde yapılır. Tedavi 3-5 yıl süreyle uygulanır. İlk 3 yıl içinde yeterli iyileşme görülmezse tedavi sona erdirilir.
Cerrahi tedavi
Daha çok aşırı büyümüş burun etlerinin veya poliplerin tedavisine yönelik olarak yapılır. Bu yöntemler tek tek veya kombine olarak kullanılabilir. En etkili tedavi yöntemi uygulansa bile eğer alerjen maddelerle yoğun olarak karşılaşılıyorsa başarı şansı az olacaktır.
ÇOCUKTA ŞİŞMANLIK (OBEZİTE)
Obezite tanısı VKİ (vücut kitle indeksi) değeri 95 persentil üzerinde olması ile konur.
Bunun yanında VKİ değerinin 85-94 persentil arasında bulunması durumunda bu çocuklarda da aile kilo hikayesinin araştırılması, kan basıncı ölçümü, total kolesterol düzeyi tespiti, psiko sosyal seviye tespiti yapmak gerekir.
Çocuk obezitesinin olası sonuçları nelerdir?
Obez çocukların karşılaştıkları en sık sorunlardan biri ergenlik döneminde psikolojik travmalardır. Obez çocuklar kiloları nedeniyle arkadaşları arasında kabul görmez, alaya maruz kalır, takım oyunlarında fiziksel performans gösteremediklerinden kendilerini bu aktivitelerden uzak tutarlar.
Obezitenin sonuçlarını psikolojik açıdan değerlendirirken, diğer organ yaklaşımını unutmamak gerekir. Araştırmalar obez çocuk ve ergenlerin ¼’de insuline direnç meydana geldiğini, %3’ünde tanı konmamış diyabet hastalığı bulunabileceği öngörmektedir. Aynı zamanda araştırmalar obez ve kilolu ergenlerin yaklaşık %29’unda metabolik sendrom geliştiğini belirtmektedir. Obez çocukların yaklaşık 1/3’ü, kilolu ergen çocukların ise yaklaşık yarısı ileri dönem hayatlarında kilolu erişkin şeklinde yaşamaktadır.
Çocuklarda obezite nasıl tedavi edilir?
Obezite tedavisi bir bütündür. Sağlıklı ve dengeli beslenmeyi, uygun fiziksel aktiviteyi ve yeme davranış değişikliğini içerir. Çocuklarda elbette sağlıklı beslenme ve yeme davranış değişikliğini oturtmak zordur. Kolaylaştırmak için sağlıklı yiyecekler tüketmeyi eğlenceli hale getirmek, yiyecekleri süsleyerek tüketmek, hazırlanışı beraber yapmak uygun olur.
Sağlıklı beslenme için 5+2+1 kuralına uymak önemlidir. Bu yöntem gün içinde en az 5 çeşit sebze veya meyve tüketilmesini, hareketsiz geçen sürenin maksimum 2 saat olması ve günde en az 1 saat fiziksel aktivitede bulunulmasını içerir.
Çocuklarda büyüme devam ettiği için 2-7 yaş arası çocuğa kilo verdirmek tercih edilmez. Çocuk büyüdükçe VKİ de zaman içinde azalma meydana geleceğinden sağlıklı beslenme ve egzersiz alışkanlıklarının oluşturulması tercih edilen yaklaşımdır.
7 yaş üzeri çocuklarda ise vücut kitle indeksinin 95 persentil ve üzerinde bulunması durumunda beslenme uzmanı denetiminde kilo verdirmek doğru yaklaşımdır.
ÇOĞUL GEBELİK
Özellikle son zamanlarda kısırlık tedavilerinin gelişmesi ve bu tedavilerde kullanılan ilaçların etkisi ile ikiz ve daha fazla sayıda bebek taşıyan gebeliklerin görülme sıklığında belirgin bir artış vardır. Bu artış çoğul gebeliklere olan merakı arttırmakla birlikte eskiden nadir görülen bir olay artık sıradanlaşmaya başlamıştır. Medyatik kişilerin yardımcı üreme teknikleri sayesinde çoğul gebelikler yaşamaları ve bu bebekleri dünyaya getirmeleri ise ülkemizde bu gebelik şeklini daha iyi anlatma gereksinimini doğurmuştur.
İkizler tek yumurta ikizleri (monozigot) ve çift yumurta ikizleri (dizigot) olarak ikiye ayrılır. Monozigotlara “eş”, dizigotlara “fraternal” adı da verilmektedir.Dizigot ikizler kısırlık tedavisinde olduğu gibi aynı adet döneminde birden fazla sayıda yumurta hücresinin atılması ve bunların birden fazla sperm ile döllenmesi sonucu oluşurlar. Genetik olarak aslında ikiz değillerdir. Sadece aralarında yaş farkı bulunmayan kardeşlerdir.Monozigot ikizler ise döllenmiş yumurtanın ikiye ayrılması ile oluşurlar. Eğer bölünme döllenmeden sonra ilk 72 saat içinde olursa bu durumda iki bebek, iki amniyon zarı ve iki plasenta olur (diamniyotik, dikoriyonik). 4-8 günler arası gerçekleşen bölünmelerde iki bebek, iki amniyon ve tek plasenta olur (diamniyotik monokoriyonik), çünkü bu dönemde plasenta oluşmuştur. En çok görülen ikiz gebelik türü budur. 8. gün olan bölünmeler iki bebek, tek bir amniyon ve tek bir plasenta meydana getirirler (monoamniyotik monokoriyonik). Bu dönemden sonra olan bölünmelerin sonucu ise yapışık ikizler gelişir (Siyam ikizleri).Yardımcı üreme tekniklerinde ise döllenen birden fazal sayıda yumurta hücresi rahim içine bırakıldığından bu bebekler çift yumurta ikizidirler. İkizlerin 1/3’ü monozitotik, 2/3’ü dizigotik yani çift yumurta ikizleridir. Bazı çoğul gebelikelerde ise bebeklerden bazıları monozigotik bazıları ise dizigotiktir. Örneğin beşiz bir gebelikte bebeklerden ikisi gerçek ikiz yani monozigotik, diğer üçü ise polizigotik olarak bulunmuştur. Yani burada 4 yumurta hücresi 4 sperm tarafından döllenmiş ve dördüz bir gebelik oluşmuştur. Daha sonra ise bu gebeliklerden bir tanesi bölünmüş ve sonuçta 5 bebek dünyaya gelmiştir. İkizlerin tek yumurta yada çift yumurta olduklarını ayırt etmek için bazı prensipler vardır.
1. Monokoriyonik ikizler yani tek bir plasentası olan ikizler her zaman tek yumurta ikizidir.
2. Cinsiyetleri farklı olan ikizler her zaman çift yumurta ikizidir.
3. İki plasenta olan ikizler her zaman çift yumurta değildir.
4. İki plasentası olan ve cinsiyeti aynı olan ikizlerin zigositesini anlamak için tetkik yapmak gerekir.
Tanı
İkiz gebeliklerin tanısı güç değildir. Rahim büyüklüğünün beklenenden büyük olması, muayenede birden fazla sayıda fetusa ait kısımların ele gelmesi çoğul gebeliği düşündürür. Ancak çoğul gebeliğin kesin tanısı ultrason ile konur. Son adet tarihinden itibaren 6. haftada rahim içerisinde iki gebelik kesesi ayırdedilebilir. Ancak burada çok önemli bir nokta vardır. İkiz başlayan her gebelik ikiz doğumla sonuçlanmaz!
Türkçeye kaybolan ikiz olarak tercime edebileceğimiz “vanishing twin” deyimi bu gibi durumları ifade eder. Çok erken dönemde iki kese hatta iki fetus saptanmasına rağmen daha sonraki kontrollerde fetus sayısının bire indiği durumlar nadir değildir. Değişik yayınlarda bu oran %13-78 arasında bildirilmektedir. Bu nedenle erken dönemde ikiz olarak saptanan gebelikler sık ultrason tetkikleri ile değerlendirilmeli ve anormal bir durum erken dönemde saptanmalıdır. İkiz olarak başlayan bir gebelikte bebeklerden birinin kaybolmasını engellmek için yapılabilecek herhangi bir tedavi ya da korunma yöntemi yoktur.
Riskler
Çoğul gebelikler riskli gebelik sınıfında incelenir. Çünkü bu tür gebelikler hem anne hem de bebekler için birtakım sorunları da beraberinde taşıyabilir.
Çoğul gebeliklerde salgınalan hormon miktarı fazla olduğundan bulantı ve kusmalar daha fazla görülür
Gebeliğe bağlı dülusyonel anemi daha derin olur.Kan plazma hacmi tekil gebeliklere göre %10-20 daha fazla artar. Buna bağlı olarak kalp yükü de tekil gebeliklere göre daha fazla olur.
Çoğul gebeliklerde annenin besin ihtiyacı tekil gebeliklere göre 300 kalori/gün daha fazladır.
Çoğul gebeliklerde erken doğum riski daha fazladır. Buna bağlı olarak prematürite nedeni ile doğum sırasında ve doğumdan sonra deneyimli tıbbi ekip gerektirir. Bebek sayısı arttıkça doğum zamanı da erkene gelmektedir. Yapılan bir çalışmada bebek sayısı ile ilgili olarak ortalama gebelik süresi şu şekilde bulunmuştur
1 Fetus – 40 Hafta
2 Fetus – 36-1/2 Hafta
3 Fetus – 33 Hafta
4 Fetus – 29-1/2 Hafta
5 Fetus – 26 Hafta
Erken doğum ve düşük riski nedeni ile bu gebelerde fiziksel aktivite kısıtlamaı uygun olur. Bu tür gebelerin 28-30. haftalardan sonra çalışma hayatına veda etmeleri yararlı olur.
Çoğul gebeliklerde gebeliğe bağlı hipertansiyon (preeklempsi ve eklempsi) daha sık görülür. Bu artışın nedeni ise bilinmemektedir. Yapılan çalışmalarda preeklempsiye çoğul gebeliklerde tekil gebeliklere göre 3 ile 5 misli fazla rastlandığı, hastalığın daha erken dönemde ortaya çıktığı ve daha şiddetli seyrettiği saptanmıştır.
Plasenta anomalileri, plasenta previa ve abrubtio plasentaya daha sık rastlanır.
Her iki kesede yada birinde amniyon mayii fazla olabilir (polihidramniyos)
Fetal duruş bozukluğu olma ihtimali daha yüksektir. Buna bağlı olarak zor doğum sıklığı fazladır.
Rahimin fazla gerilmesi nedeni ile doğum sonrası atoni ve kanama riski daha yüksektir.
Bebekler arasındaki damarlanma nedeni ile bir bebekte fazla kan diğerinde ise kanlanma azlığı olabilir. Buna bağlı olarak bebeklerden biri büyük diğeri ise küçük olabilir. Bu duruma ikizden ikize transfizyon sendromu adı verilir.
Çoğul gebeliklerde konjenital anomali riski daha yüksektir.
Doğum şekli
Üçüz, dördüz vb gibi çoğul gebeliklerde tercih edilecek doğu şekli sezaryen iken ikiz gebeliklerde hala daha fikir birliği yoktur. Kimi yazarlar vakit kaybetmeden sezaryen yapılması gerektiğini savunurken bazı yazarlar ise her türlü tedbir alındıktan sonra normal doğum denenebileceğini ileri sürmektedirler.
İkiz gebeliklerde mutlak sezaryen gerektiren durumlar vardır. Bunlar
Monoamniyoktik ikizler
Yapışık ikizler
İkizlerden birinin ayak gelişi olması
Plasenta bozuklukları
Makat geliş
Bebeklerin kiloları arasında %20’den fazla fark olması
Bebeklerin 1500 gramdan küçük olması
800-1500 gram arasındaki bebeklerde yaşama şansı düşük olduğu için normal yoldan doğurtulması gerektiğini savunanlar vardır. Oysa günümüzde ülkemizdeki bazı merkezlerde bile 600 gram civarındaki bebekler yoğun bakım şartları ile yaşatılabilmektedir. Bu nedenle ben bu tür bebekleri lan anne adaylarının mutlaka sezaryene alınması gerektiği fikrini savunuyorum. Yine başka bir tartışma konusu ise ilk bebeğin baş geliş ikinci bebeğin makat geliş olduğu durumlardır. Burada bazı yazarlar ilk bebek normal doğurtulduktan sonra ikinci bebek için sezaryen yapılmasını önermektedirler. Kanımca bu da son derece anlamsız bir yaklaşımdır ve gereksizdir. Bu durumun tek bir istisnası olabilir. Çok erken bir gebelikte eğer ilk bebek doğduktan sonra ikinci bebek doğurtulmadan beklenebilecek ise normal doğum yapılabilir. Literatürde, dünyada ve ülkemizde bu tür doğumlar mevcuttur.
Çoğul gebelikler ister ikiz, iser üçüz, isterse daha fazla olsun her durumda riskli gebelikler sınıfında incelenir. Bu tür gebeliklerin sonlandırılmasında benim tercihim her zaman sezaryen yönündedir.
ÇOK UYUMAK
Çok Uyumak ,Çok fazla uyumanın pek çok nedeni vardır. Herhangi bir hastalığın göstergesi olacağı gibi depresyonun da göstergesi olabilmektedir.
Çok Uykunun Nedenleri
• Stres: Stres sürekli uyuma ihtiyacını doğurur. Çünkü stresli ve üzgün kişiler uyku sayesinde beynini meşgul eden sorunlardan uzaklaştıkları için sürekli uyumak isterler. Stres kişilerin ruhsal ve bedensel sağlıkları açısından önem arz etmektedir. Kişilerin sağlıklı bir yaşam geçirmesini engelleyen uyarıcılara karşı kişilerin fizyolojik ve psikolojik olarak gösterdiği tepkilere stres denilebilir. Kişiler beklemedikleri ve düşündüklerinin aksine gerçekleşen olaylar karşısında yetersizlik duygusu yaşamaktadır. Bu duygu stresin başlangıcına neden olmaktadır. Streste bireylerin sürekli yorgun ve uykusuz hissetmelerine neden olur. Sürekli uyuma ihtiyacını ortaya çıkarır.
• Hamilelik: Kadınların çoğu hamilelik döneminde sürekli uyku halinde olurlar. Uyku ihtiyacı ne kadar karşılanırsa karşılansın kadınlar bu dönemde her an uyuya kalabilirler. Hamilelik dönemindeki kadınlarda yorgunluk hissi de artacağından uyku ihtiyacı daha fazla görülür.
• Uyku Apnesi: Pek çok kişinin uykusunun, istediği kadar düzenli olmasına engel olan bu sorun kişi uzun süre uyuyor olsa da uyku bölünmesine neden olduğundan bir rahatsızlıktır.
• İlaç Kullanımı: Kişilerin sağlık amacıyla kullandıkları bazı ilaçlar uyku ihtiyacını da artırır. Bu bir rahatsızlık olarak ele alınmaz. Yan etkisi olan bu ilaçları kullanmanız çok uyumanıza neden olduğundan, ilaçları kullanım sıklığını değiştirmeniz gerekebilir. Elbette bunu hekime danışarak yapmanız gerekir.
• Yetersiz Beslenme: Kişilerin besinlerden gerekli vitamin ve proteinleri almaması ve sağlıksız beslenme kişinin vücut dengesini bozar. Bu da bireylerin uyku düzenini de olumsuz etkiler.
• Alkol ve sigara kullanımı: kişilerin alkolü çok fazla tüketmesi de beyni uyuşturucu etkisi nedeniyle daha fazla uyku ihtiyacına sebep olur. Aynı zamanda sigara tüketenler içinde sigaranın rahatsız edici kokusu, sürekli öksürüğe neden olması da sürekli uyanmanıza sebep olur. Bu da uyku düzensizliğine neden olduğundan sürekli uyuma hissine ve uyku kalitesinin bozulmasına neden olur.
• Narkolepsi: Sebebi tam olarak açıklanamıyor olsa da uyuma- uyanma arasındaki döngünün sağlanamaması dolayısıyla kişilerin ani olarak uykuya geçmesi ya da birden uyanması gibi açıklanmaktadır.
• Aşırı yorgunluk: Kişilerin sürekli yorgun ve halsiz olması uyku ihtiyacını artıran bir başka sebeptir. Kişiler ne kadar çok uyusa da hala uykuya doyamadıklarını belirtir.
• Kansızlık: Bazı bireylerin kansızlık sorunları nedeniyle uyku ihtiyacı çok fazla olur. Kansızlık sorunu halsizlik ve yorgunluğa neden olduğundan kişi sürekli dinlenmeye gereksinim duyar.
Çok fazla uyku hissiniz varsa bir hekime danışarak bunun asıl bedenini bulmalısınız. Gerek ilaçla gerekse evde kendi yöntemlerinizle bu sorunu aşmak için mutlaka tedavi olmanız gerekir. Çok fazla uyumak hem sizin gününüzün boşa geçmesine hem de rahatsızlığınızın giderek artmasına neden olabilir. Vücut programlanmış bir makine gibidir. En küçük bir aksaklık tüm sistemi etkiler. bu nedenle düzenli ve dengeli beslenme, su tüketimi ve sporu yaşamınızdan eksik etmemelisiniz.
ÇÖLYAK HASTALIĞI
Hastalığın ortaya çıkması insanlık tarihi ile birlikte zamanımızdan yaklaşık 10.000 yıl önce tarımın başladığı Orta Doğu, Mezopotamya, Anadolu topaklarına dayanır. İlk kez Kapadokyalı Aretaeus milattan önce birinci yüzyılda yazdığı kitaplarında çölyak hastalığına benzer tablodan bahsetmiştir. Hastalık öyküsünün nerede ve ne zaman başladığı, buğday ve diğer tahılların insanoğlunun diyetine girdikten sonra olup olmadığı açıklanamamaktadır.
Hastalığın bugünkü bilinen şekli ile tanımlanması önce 1887-1888’de İngiliz patolog Samuel Gee ardından hastalık ile glüten arasındaki ilişkinin bulunması Willem – Karel Dicke tarafından 2. Dünya savaşı sırasında (1941-1950) olmuştur.
Hastalık 1950’lerde özellikle Avrupa kökenli beyaz ırkta görülmekle beraber 1970’ lerde kanda hastalıkla ilişkili antrikorların saptanması ile dünyanın her yerinde benzer sıklıkla görüldüğü fark edilmiştir. Halen Pasifik Adaları, doğu Çin, Japonya hastalığın nadir görüldüğü alanlardır. Bu durumun beslenme alışkanlıkları ile ilgili olduğu düşünülmektedir.
Tarama çalışmalarında hastalığın sıklığı tüm dünyada artan bir eğri çizmektedir. Avrupa kökenli toplumlarda ortalama sıklık 1/100 iken, ülkemizde yapılan bölgesel çalışmalarda çocuklarda %1, erişkinlerde %0,8-1,3 arasında saptanmıştır. Bunun yanı sıra dünyada en sık olarak önceki bilgilerin tersine Batı Sahra Afrika’sında %5,6 olarak bulunmuştur. Çalışmalar hastalığın yaşla birlikte arttığını göstermektedir ve kadınlarda erkeklerden daha sık görülmektedir. Ayrıca tek yumurta ikizlerinde ve birinci derece akrabalar arasında sıklık 10 kat fazladır. Otoimmun bir hastalık olduğu için tip1 diyabet, tiroidit, Adisson hastalığı, osteoporoz, Down sendromu ve Ig A eksikliğinin olduğu vakalarda artmış risk vardır. İrrite bağırsak sendromu tanısı koyulmuş hastaların % 10’unda çölyak hastalığı vardır.
Hastalığın oluşmasında genetik faktörlerin önemli rolü olmakla birlikte, çevresel faktörler de önemlidir. Diyete buğday dolayısıyla glüten girmedikten sonra hastalık oluşmaz. Bu nedenle beslenmelerinde buğdayın önemli yer tuttuğu toplumlarda veya değişen beslenme alışkanlıkları nedeni ile daha önce bu hastalığa yakalanmayan toplumlarda hastalığın görülme sıklığı artmaktadır. Bu tahıllar içinde sadece yulafın toksik etkisi tartışmalıdır. Buğday, yapısı itibari ile çavdar ve arpa ile benzerlik gösterir. Dolayısı ile çavdar ve arpada toksit etki oluşturur. Yapı itibari ile farklılık gösteren yulaf nadiren toksiktir. Ancak halen çok güvenilir değildir. Etkilenen bireylerin ince bağırsaklarının iç yüzeyi bu maddelere (glüten ve gliadin) karşı farklı tepkiler geliştirir. Bu oluşumlar çölyak hastalarındaki kısıtlı savunma hücrelerini ve doku enzimlerini uyarır. Böylece ince bağırsak yüzeyinde hastanın kendi savunma hücrelerini uyarılma sonucu başlattığı bir tür iltihaplanma ince bağırsak iç yüzeyinde yıkıma neden olur. Hastalığın birinci derece akrabalar arasında sık görülmesi, glüten duyarlılığına yatkınlık (genetik şifrelenme ile teşhis edilebilir. Çölyak hastalığına yakalananların %90’dan fazlasında bu genetik şifrelenme belirlenmiştir. Sağlıklı kontrol grubunda genetik değişkenliğin görülme oranı ise %20-30’dur.
Glütene maruz kalma süresi ile hastalık başlama ve gelişme süresi de doğru orantı gösterir. Anne sütünün uzun süreli verilmesi, anne sütü verilirken ek gıdalara başlanması pek çok çalışmada yararlı bulunmuştur. Viral enfeksiyonlar, sigara, gıda katkı maddeleri gibi çevresel faktörlerin hastalığın oluşumunda olumsuz yönde etkili oldukları düşünülmektedir. Bugün için önerilen anne sütünün ideal olarak uzun verilmesi ve 4.-7. aylar arasında anne sütü alırken tahıllı ek gıdalara başlanmasıdır.
Çölyak hastalığının klinik görüntüsü
Çölyak hastalık kliniği oldukça farklı ve değişken olabilir. Hastalığın sindirim sistemi ve diğer sistemlerle ilgili belirtileri büyük oranda ince bağırsağın ilk kısmında gelişen emilim bozukluğuna bağlıdır. Yağlı, donuk görünümlü, alışılmıştan daha sık ve bol miktarda dışkı ise bu hastalığın en önemli göstergesidir. Ancak süt çocuklarında tipik hastalık belirtileri daha az görülmektedir. Bunun yanında kan testleri sayesinde çok hafif bulguları olan hastalar bile tanı alabilmektedir. Toplum taramalarında çok sayıda yakınmasız hasta fark edilebilmektedir.
1- Klasik Çölyak Hastalığı
Daha çok süt çocukları ve küçük çocuklarda yaşının 6.-24. aylarında diyete glüten eklenmesi ile ortaya çıkan tipik olarak büyüme gelişme geriliği kronik ishal veya cıvık dışkılama, kusma, karın ağrısı, karın şişkinliği, kas zayıflığı, kas kontrol güçlüğü, iştahsızlık gibi mide bağırsak sistemi bulguları ve gıda emilim bozukluğu ile karakterize durumdur. Hastalık haftalar ya da aylar içinde ortaya çıkabilir. İshal halen en sık görülen bulgudur, akut veya sinsi olabilir. Bu çocukların büyüme ve gelişmesi yaşına göre geri kalır. Vitamin D ve kalsiyum eksikliğine bağlı olarak sıklıkla rikets tablosu ile tanı alırlar. Nörolojik bulguları da olabilen bu çocuklar emosyonel olarak çekinik, huzursuz, mutsuz ve huysuz olabilirler.
2- Klasik Olmayan – Atipik Çölyak Hastalığı
Çoğunlukla 5-7 yaş üstü büyük çocuklar ve yetişkinlerde görülür. Boy kısalığı, pubertede geçikme, diş mine tabakası bozuklukları, aftöz stomatit, tedaviye cevapsız veya nedeni tam olarak bilinmeyen demir eksikliği kansızlığı, kemik erimesi ve kemik zayıflığı, kronik eklem şikayetleri, kardiyomyopati gibi kalp kası bozuklukları, karaciğer testlerinde bozukluk, nörolojik bozukluk gibi bulguların yanında tekrarlayan karın ağrısı, bulantı, kusma, şişkinlik, mide yemek borusu reflüsü gibi atipik yakınmalar olabilir. Genç erişkinlerde ciltte döküntü kızarma, kurdeşen dökme vitiligo alopesi gibi bulgular olabilir. Atipik bulguları ve yakınmaları olan bireylerin çoğunda sindirim sistemi bulguları yoktur. Nedeni açıklanamayan demir eksikliği olan yetişkinlerde hastalığa çocuklardan daha sık rastlanır. Yaşın ilerlemesi tiroit hastalığı ve nörolojik bulgu sıklığını arttırır.
3- Sessiz Çölyak Hastalığı
Sağlam görünen bir çocuk ya da yetişkinde tesadüfen tarama yapılırken hastalığın yakalanmasıdır. Bu vakalar yakınmasızdır. Bu nedenle risk grubu denilen grup taranmalıdır. Bu grupta hastalık %4-5 oranında görülmektedir. Son yıllarda sessiz çölyak hastalarının çoğunda hafif gözden kaçabilen hastalık bulgularının olduğu ve bazı psikiyatrik değişikliklerin olduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla bu olgulara sessiz demek tamamıyla doğru olmayacaktır. Yakınmaları olan 1 olguya karşılık 7 sessiz olgu olduğu ön görülmektedir.
4- Potansiyel Çölyak Hastalığı
Kan testleri pozitif olduğu halde, ince bağırsak biyopsileri normal veya hafif değişiklik gösteren olgulardır. Önceleri hiçbir bulgu olmamasına rağmen ilerleyen yıllarda tipik hasta olma riski taşırlar. İzlenmeleri gerekir.
Kimlere test yapılmalıdır?
Yakınması olmayan hastalarda kimlere test yapılacağı tam belirlenmiş değildir. Ancak aşağıdaki gruplar taranmalıdır;
• İştahsızlık
• İnatçı, kronik ishal
• Kronik kabızlık
• Tekrarlayan karın ağrısı ve kusma
• Kalıcı dişlerde mine kaybı
• Kısa boy
• Belirgin puberte geçikmesi
• Kansızlık
• Kemik erimesi
• Yüksek riskli gruplar
Hastalığa tanı nasıl konulur?
Çölyak hastalığı tanısı kesin olmalıdır. Çünkü bir ömür boyu devam edecek bir hastalıktır ve tedavisi de yaşam boyudur.
Hastalığın tanısı ince bağırsak biyopsisinde karakteristik değişikliklerin varlığı ve glütensiz diyetle iyileşmenin görülmesi işe koyulur. Çölyak hastalığında tanının desteklenmesinde, risk gruplarının taranmasında ve glütensiz diyete cevabın değerlendirilmesinde kan testleri yararlıdır. Bu testlerin özgüllüğü ve duyarlılığı değişkendir. Tanısında tereddüt olan hastalarda genetik çalışma yapılmalıdır.
Gıda intolerans tesleri çölyak hastalığı tanısı koymak için kullanılmaz. Gıda intolansı veya gıda alerjisi tümüyle farklı hastalıkları tanımlar, çölyak hastalığı ile ilgili değildir.
Çölyak hastalığının tedavisi
Tedavi ömür boyu sürecek olan glütensiz diyettir. Bu tedaviye sıkı uyulması hastalığın gidişatı açısından önemlidir. Henüz alternatif tedavi yoktur. Sadece kararlı giden hastalarda yulafın diyete eklenmesi ile ilgili kesin kanı yoktur. Yine daha az immunolojık olan Etiyopya tahılı, akdarı, süpürge darısı, kara buğday gibi tahılların diyete sokulma çabaları devam etmektedir. Diyette ana tahıl grubunu mısır ve pirinç oluşturmaktadır. Ancak son yıllarda glütensiz buğday unu diyete girmiştir. Çölyak hastalığı dayanışma grubuna erken katılım uyumda yarar sağlar. Yakınmalar düzelene kadar sıklıkla eşlik eden laktaz yetersizliği nedeni ile laktozsuz diyette önemlidir. Hastaların hepsi mineral, vitamin eksikliği için taranmalı, kemik mineral yoğunluğu ölçümü yapılmalıdır. Eksikliler tedavi ile yerine koyulmalıdır. Çocuk doğurma yaşındaki tüm kadınlar folik asit almalıdır. Ayrıca hasta ve bakmakla yükümlü kişilere verilecek psikolojik destek tedavinin önemli bir parçasıdır.
Çölyak hastalığı nedeni ile glütensiz diyete başlayan hastaların %90 nında 2 haftalık diyet sonrası klinik düzelme başlar. Tedaviye cevapsızlığın en sık nedeni diyetteki glüten kaçağıdır. Diğer sebepler arasında enfeksiyonlar, pankreas yetersizliği, besin alerjileri ve diğer tip kolitler olabilir. Hastaların küçük bir yüzdesinde uygun diyete rağmen kalıcı bağırsak yapı değişiklikleri olabilir, farklı bir neden bulunamaz.
Çölyak hastaları bağırsak lenfoması, ince bağırsak kanseri, yemek borusu kanseri ve yutak kanseri açısından artmış riske sahiptirler, takipleri gerekir.
D HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR
DALAK HASTALIKLARI
Dalak denildiği zaman ilk akla gelenler kansızlık ve kan hastalıklarıdır. Bildiğimiz anlamda dalak hastalığı genellikle dalak büyümesidir. Peki dalak neden büyür? Dalak hastalıkları neden olur? Belirtileri nelerdir ve Dalak hastalıkları nasıl tedavi edilir?
Dalak, 75-100 gr ağırlığında, 15x8x3 cm boyutlarındadır. Karın sol üstkadranında, midenin arkasında sol diyafragmanın hemen altında yer alır. Yaşam için mutlaka olması gereken bir organ değildir.
Kişinin hareketi esnasında kanın hacmini koruyan dalaktır. Lenfosit yapımı, eritrosit yıkımı kanı filtre etme, vücudu koruyucu maddeler oluşturma,kan yapımına katkıda bulunma, kan dağılımını dengeleme dalağın görevleridir.
DALAK HASTALIKLARI NELERDİR?
Tümör: Normal dalak dokusundan farklı,büyüme eğilimi gösteren,içi solid doku dediğimiz daha sert doku ile kaplı kitlelere denilmektedir. İyi huylu tümörler ve Kötü huylu tümörler olarak ikiye ayrılırlar.
Abse: Vücudumuzun diğer taraflarında olduğu gibi içi cerahatla dolu olan kitlelere denilmektedir.
Kist: Dalak içinde içi sıvı dolu iyi huylu tümörler dalak kisti olarak tanımlanır. Dalak kisti farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Yalancı kistler, hidatik kistler, doğuştan olan kistler, damar kaynaklı kistler
DALAK HASTALIKLARININ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Kansızlık, halsizlik, aşırı terleme, karında şişlik, çabuk yorulma, sol böğrün alt kaburganın altında el ile basılınca hissedilen şişlik, dalak büyümesi, nefes kesikliği, tıkanmalar görülür.
DALAK HASTALIKLARININ TEDAVİSİ
Hastalığın gerçek sebebini öğrenmek ve tedavi için sağlık kuruluşlarına ve doktorlara gitmek gereklidir. Herhangi bir sebep bulunamaması durumunda, hasta olan kişilerin, kereviz, semizotu, enginar, havuç, pazı, üzüm, kayısı, incir, salatalık, taze ceviz, badem, lahana, pırasa, dereotu, maydanoz, mevsimlik sebze-meyve, özellikle kara üzüm ve üzüm pekmezini bol miktarda tüketmesi gerekir.
DAMAR İLTİHAPLARI (VASKÜLİT)
Vaskülit, damar duvarının iltihabıdır.
Vaskülitin tipine göre değişen boyda (küçük-orta-büyük boy) damar duvarı iltihaplanması, organlarda hasara ve bununla ilişkili şikayet ve bulgulara yol açmaktadır.
Vaskülitler genellikle ciddi ve ağır seyirli hastalıklardır.
Damar iltihaplarından (vaskülitlerden) sık görülenler nelerdir?
En sık görülen vaskülitler aşağıda sıralanmaktadır.
• Takayasu arteriti
• Temporal arterit
• Poliartreritisnodosa
• Wegener Granülomatozu
• Mikroskopikpolianjitis
DAMAR SERTLİĞİ (ATEROSKLEROZ)
Kalp krizi başta olmak üzere birçok ciddi hastalığa yol açan damar sertliği önemsenmesi gereken bir hastalıktır. Özellikle erkeklerde daha sık rastlanan damar sertliğini önlemek hayat kalitesi için büyük önem taşımaktadır. Peki damar sertliği ne demek? Belirtileri neler?
Vücuttaki kan damarlarının özellikle sigara kullanımı, şeker hastalığı, kolesterol, hipertansiyon gibi durumlarla birlikte bir kısmının veya tamamının sertleşmesi sonucu, esnekliklerini keybetmesine; halk arasında damar kireçlenmesi tıp dilinde ise Arterio Skleroz veya Atheremo denir.
Damar sertliği genellikle sessiz seyirli iken, arter duvarındaki birikmiş hücre ve yağ moleküllerinden oluşan aterom plaklarının çatlaması sonrası ani belirtiler ortaya çıkar. Eğer kalp damarları tutulmuş ise kalp krizi; beyin damarları etkilenmiş ise inme; bacak damarları etkilenmiş ise de yürüme sırasında topallama ve ileri dönemde kangrene yol açar.
DAMAR SERTLİĞİNİN BELİRTİLERİ
Yapılan bilimsel çalışmalara göre damar sertliğinde ilk belirti, % 66 oranında kalp krizi ya da ani ölüm olarak saptanmıştır. Baş dönmesi, baş ağrısı, titreme, beyinde geçici görme kaybı, yürürken sendeleme, düşünme ve öğrenme gücünde zayıflama, sinirlilik veya damarın sertleştiği bölgelerde ağrılar diğer belirtiler olarak ortaya çıkabilir.
DAMAR SERTLİĞİ NASIL TEDAVİ EDİLİR?
İlk belirtiler görüldüğünde önlem alınacak olursa, endişe verici bir durum söz konusu olmaz. Damar sertliğinin tedavisinde asıl amaç, hastalığın ilerlemesinin engellenmesi ve geriletilmesidir. Bu yüzden hastanın moralini bozmaması, ve doktorun tavsiyelerini yerine getirmesi çok önemlidir. Damar sertliği teşhisi konan kimse, perhiz yapmalı, alkol ve sigara gibi keyif verici maddeleri bırakmalı, yumurta, tereyağı ve benzeri yiyecekleri terk etmeli, aktif ve hareketli bir yaşam teşvik edilmeli, tuzu da azaltmalıdır. Bazı durumlarda aterosklerozun tıkadığı damarı açıcı tedavi uygulamaları, anjioplasti, stent, endarterektomi ya da bypass gerekli olabilir.
50 yaşından sonra yapılacak basit bir muayene ve düzenli check up’la tüm bu riskler ve beraberinde oluşacak kötü sonuçları önleyebilmek mümkündür.
BACAK DAMAR TIKANIKLIĞI TEDAVİSİ:
Kardiyolog Prof. Dr. Eralp Tutar cevaplıyor; Bacak damar tıkanıklığı tedavisi, halk arasında damar sertliği olarak bilinen aterosekleroz hangi organı besleyen damarda oluyorsa o organa ait şikayetler ortaya çıkar
KALP DAMAR TIKANIKLARI:
Kardiyolog Prof. Dr. Eralp Tutar cevaplıyor; Koroner (Kalp) damar tıkanıklıklarında stent tedavisi, kalp kaslarını besleyen coroner damarların damar sertliğine bağlı daralmaları veya tıkanıklıklarında angina dediğimiz göğüs ağrısı, kalp krizi veya ani ölüm görülebilir. Bu hastalarda amacımız göğüs ağrısını ortadan kaldırarak yaşam kalitesini arttırmak ve hastalığın ilerlemesini engellemek olmalıdır.
DELİ DANA HASTALIĞI
Bu hastalık “deli dana hastalığı” olarak adlandırılan bir çeşit beyin dokusu iltihabı geçiren hayvanların etinin yenmesiyle insanlara geçen bir hastalıktır. Hastalık “prion” denilen virüslerden daha basit yapıdaki mikroplarla bulaşır. İnsanlarda da yine beyin dokusu iltihabı olur. Oluşan hastalık yavaş ilerleyen, tanısı zor ve ölümlere neden olabilen karakterdedir.
Hastalığın hayvanlarda olan şekli “deli dana hastalığı” veya “bovine spongiform ensefaliti (BSE)”, insanlarda olan şekli ise Jakop-Creutzfeldt Hastalığı (JCH) olarak adlandırılmalıdır. Bu hastalık Türkiye’de fazla tanınmaz. Aslında yakın zamana kadar Avrupa’da da iyi bilinmemekteydi. Özellikle İngiltere’de bazı şüpheli ölüm olaylarının bu hastalığa bağlanması bu hastalığın hayvanlarda ve insanlarda bir salgın halini aldığını gösterdi. Türkiye’de ise bilindiği kadarıyla bu hastalık tanısı herhangi bir hastaya henüz konulmadı. Bu hastalık Türkiye’de ya yok yada tanı koymak için yeterli olanaklar yok. Hangi seçenek doğru? Türkiye’nin genel koşullarına göre hangisi doğru şu anda karar vermek çok zor olmamalı. Tanı koymak için gerekli olan testler her sağlık kuruluşunda yok. Fakat bilinen bir şey varki o da Avrupa ülkelerinin hala alarmda olduğu.
JCH, en sıklıkla etkilenmiş hayvanın etinin yenmesiyle insanlara geçer. Diğer geçiş yolu da özellikle sağlık personelinin hasta insanlara ait kanla temasıyla veya organ nakli ile olabilir. Hastalığın en nadir görülen nedeni de ailesel geçiştir. Bazı ailelerde bu hastalık genetik olarak taşınır.
Hastalığın Belirtileri
Hastalığın belirtileri haftalar ve aylar içinde yavaş olarak gelişir. Unutkanlık, konuşma bozukluğu, yazma buzukluğu, insanları tanımada bozukluk, sağ ve solu karıştırma gibi beynin çalışmasının bozulmasına ait belirtiler görülür. Hastalık bu evrede kolaylıkla Alzheimer ile karışabilir. Zaman içinde daha ağır belirtiler de görülmeye başlar. Kaslarda kasılmalar, dengesizlik, görme bozuklukları gelişir. Hastalığın başlangıcından itibaren 3-12 ay içinde ölüm görülür. Ölüm nedeni sıklıkla zatürredir. Hastalık az sayıda hastada daha uzun sürebilir. Hastalığın kesin tanısı mikrobun vücutta yarattığı bağışıklık moleküllerinin (antikorların) kanda tespit edilmesiyle konulur. Türkiye’de bu testler birçok sağlık kuruluşunda yoktur. Bu durumda akla menenjit veya ensefalit tanılarıyla kaybedilen bazı hastaların bu hastalığa yakalanmış olabilecekleri gelmektedir.
Korunma
Hastalığın bilinen kesin bir tedavisi olmadığından korunma önlemleri çok önemlidir. Hasta olduğu bilinen hayvanlara ait etler yenmemelidir. (Bu tip etler imha edilmelidir) Sağlıkçılar da hasta insanlara ait kanlı aletlerle temastan kaçınmalıdır. Bilinen sterilizasyon (mikrop öldürme) yöntemleri etkisiz olabilir. Tıbbi aletler önerilen yöntem için buharla sterilizasyondur. Hassas aletler ve cilt temizliği ise çamaşır suyu (sodyum hipoklorit) ile yapılabilir. Bundan sonra bol su ile çamaşır suyu uzaklaştırılmalıdır.
DEMİR EKSİLİĞİ ANEMİSİ
Çocuklarda kansızlık ( anemi ) nedenleri arasında, demir eksikliği başta gelir. Kanda oksijen taşıyıcı hemoglobinin yapımı için gerekli olan demir gıdalarla yeterince alınmamazsa, vücut tarafından emilemezse, kan kaybı olursa veya demir ihtiyacı artmışsa ‘ Demir Eksikliği Anemisi ‘ gelişir. Özellikle bebekler ve ergenlik dönemindeki kızlarda risk daha yüksektir.
Demir Eksikliğinin Nedeni Nedir?
Bebeklerde en sık neden anne sütünün yeterince verilmemesi, inek sütüne erken başlanması, ek gıdaya geçiş döneminde de bebeğin demirden zengin gıdaları ( kırmızı et, yumurta sarısı, tavuk, balık, kuru baklagiller, pekmez gibi ) yeterince alamamasıdır. Anne sütünün içerdiği demir vücut tarafından iyi emilmektedir. İlk 6 ay sadece anne sütü alan bebekler, 6 aydan sonra uygun ek gıdaların başlanması ve inek sütünün 1 yaşa kadar verilmemesiyle demir eksikliğinden korunacaklardır. Ayrıca, bitkisel gıdalardaki demirin çok iyi emilmediğinin, C vitaminin demir emilimini olumlu, çayın olumsuz etkilediğinin de göz önünde tutulması gereklidir. Bu nedenle, kahvaltıda yumurtanın yanında portakal suyu veya domates iyi bir seçim olacaktır. Toplumumuzda çoğumuzun tiryakisi olduğumuz çayın ise, bebek ve çocuklara içirilmemesi gerekmektedir.
Belirtiler Nelerdir?
• Soluk renkte cilt
• Halsizlik, huzursuzluk, iştahsızlık
• Büyümede yavaşlama
• Gelişim basamaklarında geri kalma
• Çabuk yorulma
• Toprak, kağıt yeme
• Davranış bozuklukları
• Sık enfeksiyon geçirme
• Katılma nöbetleri
• Dikkatini toplayamama
• Öğrenme güçlüğü, okulda başarısızlık görülebilir.
Nasıl Anlaşılır?
Bebeğin anneden aldığı demir depolarının azalmaya başladığı 6-9 ay arası dönemde yapılacak bir kan testi ile tanı konur, uygun tedavi başlanır. Eğer, düşüklük görülmezse bebek koruyucu demir tedavisine alınır.
Nasıl Önlenir?
Anne gebelik süresince demirden zengin beslenmeli, doktorun önereceği demir takviyesini kullanmalı
Bebek ilk 6 ay sadece anne sütü ile beslenmeli
Mamayla besleniyorsa, verilen mamanın demir içeren bir mama olması sağlanmalı
İnek sütü 1 yaş dolmadan başlanmamalı
1 yaştan sonra da, günlük inek sütü tüketimi yarım litreyi aşmamalı (İnek sütünün fazlası hem tokluk hissi yaratarak demirden zengin gıdaların alınmasına engel olur, hem de barsaktan gizli kanamalara yol açarak demir eksikliğine yol açar )
DEPRESYON
Herkes zaman zaman bir çökkünlük hissedebilir. Ancak haftalarca süren hüzün, umutsuzluk ya da günlük etkinliklere karşı ilgisizlik, daha ciddi bir soruna işaret edebilir. Depresyon, özellikle bir kayıp ya da hayal kırıklığı yaşandıktan sonra ortaya çıktığında, normal bir duygudurum olarak kabul edilebilir. Depresyon, enfeksiyon gibi başka bir hastalığın semptomu olarak da görülebilmektedir. Ancak 2 haftadan uzun sürmesi ve başka belirtilerin de eşlik etmesi durumunda, önemli bir sıkıntı ve işlevsel yetersizlik nedeni olan depresif hastalık olasılığı akla gelmelidir. Depresif hastalık, insanların %10-%15’inde, yaşamlarının bir döneminde görülebilmektedir.
Depresyon semptomları
Sürekli olarak hüzünlü, kaygılı ya da “boşluk” hissi ile nitelenen duygudurum.
Cinsel ilişki de dahil olmak üzere çeşitli etkinliklerden zevk almama ya da bunlara ilgi duymama.
Huzursuzluk, çabuk irkilme ve aşırı ağlama
Suçluluk, değersizlik, çaresizlik, umutsuzluk ve kötümserlik duyguları
Çok az ya da aşırı uyuma
İştah ve/ya da kilo kaybı ya da aşırı yeme ve kilo alma
Enerji azalması, yorgunluk, “yavaşlama” hissi
Dikkatini toplama, hatırlama ya da karar vermede zorluk
İntihar düşünceleri ya da girişimler
Tedavi seçenekleri
Psikoterapi : Terapistle görüşmelerin yapıldığı birkaç tedavi yönteminin etkili olduğu görülmüştür. Bu tedaviler, ilaç uygulamasıyla birlikte yürütülebilmektedir.
İlaç Tedavisi : Antidepresan ilaçlar, genellikle hastaların üçte ikisinden çoğunda etkili olmaktadır. Günümüzde hekimler birkaç tip antidepresan arasında seçim yapabilmektedir.
Elektrokonvülsif Tedavi (EKT) : Özellikle diğer tedavilere yanıt vermeyen, daha ağır depresyonu olan hastalara uygulanır.
DERMATİT (DERİ İLTİHABI)
Dermatit cilt iltihabı anlamına gelen genel bir terimdir. Farklı dermatit türleri vardır: Seboreik dermatit ve atopik dermatit (egzama). Bu bozukluğun birçok nedeni ve çok çeşitli şekilleri olsa da, genellikle şiş, kızarmış ve kaşıntılı cilt şeklinde kendini gösterir.
Dermatit cilt iltihabı anlamına gelen genel bir terimdir. Farklı dermatit türleri vardır: Seboreik dermatit ve atopik dermatit (egzama). Bu bozukluğun birçok nedeni ve çok çeşitli şekilleri olsa da, genellikle şiş, kızarmış ve kaşıntılı cilt şeklinde kendini gösterir.
Dermatit genelde bulaşıcı olmayan ve hayati tehlike içermeyen bir hastalıktır. Fakat sizi rahatsız edebilir ve utandırabilir. Dermatiti iyileştirmek için kendi kendine bakımla ilaçlar bir arada kullanılır.
Çok çeşitli dermatit türleri vardır.
• Kontakt dermatit, alerjiye neden olan örneğin zehirli sarmaşık gibi maddeler veya diğer tahriş edici maddelerle sık sık temas etme sonucu oluşan bir döküntüdür.
• Nörodermatit, cildin belli bölgelerinde görülen kronik, kaşıntılı deri rahatsızlığıdır.
• Seboreik dermatit, sık sık kepeğe neden olan yaygın bir yüz ve kafa derisi rahatsızlığıdır.
• Staz dermatit, bacakların derisi altında sıvı birikmesinin neden olduğu bir cilt hastalığıdır.
• Perioral (ağız çevresi) dermatiti, ağzın etrafındaki çıkıntılı kızarıklıklardır.
Her dermatit türünün kendine göre belirti ve işareti vardır. Yaygın belirtiler şunlardır:
• Kızarıklık
• Şiş
• Kaşıntı
• Cilt lezyonları
Doktora gitme vakti
Şu durumlarda doktora görünün:
• Durumunuz sizi uyutmayacak veya günlük rutininizi aksatacak kadar rahatsız ediyor.
• Cildiniz de ağrı var.
• Cildinizin enfeksiyon kaptığından şüpheleniyorsunuz.
• Kendi bakımınızı yaptınız, ama başarısız oldunuz.
Sebepler
Sebepler
Dermatite alerjiler, genetik faktörler, fiziksel ve zihinsel stres kaynakları ve tahriş edici maddeler neden olabilir.
Kontakt dermatit
Bu rahatsızlık alerjenler veya tahriş edici maddelerle temastan kaynaklanır.
Yaygın tahriş edici maddeler şunlardır:
• Deterjan sabunları
• Yıkanma sabunları
• Temizlik ürünleri
Olası alerjenler şunlardır:
• Lastik
• Nikel gibi metaller, takılar
• Parfüm ve kokular
• Kozmetik ürünler
• Yabani bitkiler
• Antibiyotik merhemlerde yaygın kullanılan neomisin
Alerjene kıyasla tahriş edici bir maddenin dermatite neden olabilmesi için daha fazla temas gerekir. Alerjene karşı hassassanız, küçük miktarda bir alerjene kısa süre maruz kalmak dermatite neden olabilir. Bir alerjene karşı hassasiyet geliştirdikten sonra, genellikle bu ömür boyu sürer.
Nörodermatit
Bu tip dermatit genellikle bir şey cildin belli bir bölgesinde kaşıntı yarattıktan sonra gelişir. Kaşıntı nedeniyle bu bölgeyi kaşıyabilirsiniz. Ayak bilekleri, bilekler, kolun dış tarafı, ön kol ve boynun arkası bu şekilde çok kaşınılan bölgelerdir.
Olası sebepleri şunlardır:
• Cilt kuruluğu
• Kronik tahriş
• Egzama
• Psöriyaz (sedef)
Seboreik dermatit
Bu rahatsızlık genellikle kafa derisinde sarımsı ve biraz yağlı kabuklar oluşturan bir kızarıklığa yol açar. Yağlı saçları veya cildi olan insanlarda daha yaygındır ve mevsime bağlı olarak görünüp kaybolur. Büyük ihtimalle bu hastalıkta kalıtımsal faktörler etkili olmaktadır.
Olası sebepleri şunlardır:
• Fiziksel stres
• Seyahat
• Parkinson hastalığı gibi sinirsel hastalıklar
Bebeklerde bu hastalığa beşik şapkası denir.
Staz dermatit
Cildin altındaki dokularda, genellikle bacakların alt kısmında sıvı biriktiği zaman bu hastalık meydana gelir. Rahatsızlık bacak damarlarındaki kanın kalbe düzgün bir şekilde geri pompalanmamasından kaynaklanır. Bu fazladan sıvı vücudunuzun cildinizi besleme yeteneğini kesintiye uğratır ve alttan cildinize fazladan basınç yapar.
Olası nedenleri şunlardır:
• Varis
• Bacakta kan dolaşımını etkileyen diğer kronik veya nükseden enfeksiyonlar.
Atopik Dermatit
Bu hastalık genellikle alerjilerle birlikte var olur ve zaman nezlesiyle astım görülen ailelerde ortaya çıkar. Genellikle bebeklikte başlar, hastalık şiddeti çocuklukta ve ergenlikte değişiklikler gösterir. Yetişkinlikte genelde daha az soruna neden olur. Tabii, iş yerinde tahriş edici maddelere veya alerjenlere maruz kaldığınız zaman durum değişebilir.
Olası nedenleri şunlardır:
• Kuru ve kolay tahriş olan cilt
• Vücudun bağışıklık sisteminde yanlış işleme
• Astım ve saman nezlesi gibi alerjik hastalıklara genetik yatkınlık
Stres atopik dermatiti kötüleştirebilir, ama sebebi stres değildir.
Ağız çevresi dermatiti
Bu tür bir dermatit gül hastalığı, yetişkin sivilce, ağız ve burun çevresindeki ciltle ilgili olan seboreik dermatit gibi bir hastalıkla ilişkili olabilir.
Olası nedenler şunlardır:
• Makyaj
• Nemlendiriciler
• Kortikosteroid kremler
• Florid içeren diş ürünleri
Komplikasyonlar
Komplikasyonlar
İmpetigo. Dermatitle ortaya tıkan açık yara ve çatlaklar enfeksiyon kapabilir. Stafilokokki bakterisine bağlı gerçekleşen hafif enfeksiyona impetigo denir. Atopik dermatitiniz varsa bu enfeksiyona yatkınsınız demektir.
Selülit. Cildinizde kırmızı çizgiler gördüyseniz selülitiniz olabilir, selülit cilt altındaki dokuların bakteriyel enfeksiyonudur. Selülit şiş, kırmızı ve dokununca acıyan ve ele sıcak gelen, belirsiz çizgilerle yayılan iltihaplı bir cilt görünümündedir. Bağışıklık sistemi zayıf insanlarda ortaya çıkan selülit kişinin hayatını tehlikeye sokabilir. Selülitiniz varsa mümkün olduğunca çabuk doktora görünün.
Ciltte çizgiler veya cilt rengindeki değişmeler de dermatitin potansiyel komplikasyonları arasındadır.
Muayene
Muayene
Dermatit belirti ve işaretleri varsa doktorunuzdan görüşme talep ediniz. Doktorunuz sizi cilt hastalıkları konusunda uzman (dermatolog) başka bir doktora yönlendirebilir.
Aşağıda doktorla görüşmenize hazırlanmanıza yardımcı olacak ve doktorunuzdan neler bekleyebileceğinizi anlatan bilgiler bulunmaktadır.
Görüşme öncesi toplanacak bilgiler
• Belirti ve şikayetlerinizi ve bunları ne kadar zamandır yaşadığınızı not edin. Ayrıca belirtilerinize neden olduğunu düşündüğünüz tahriş edici maddelerle tetikleyicileri de listeleyin.
• Önemli tıbbi bilgilerinizi yazın. Bu listeye tedavi gördüğünüz diğer hastalıkları, kullandığınız reçeteli ve reçetesiz ilaçları vitamin ve takviyeleri de dahil ederek yazınız. Ailenizde alerji veya astımı olan biri varsa onu da belirtin.
• İşinizin veya hobinizin bir parçası olarak maruz kaldığınız tozlar veya kimyasallar gibi cilt tahrişine neden olabilecek olası maddeleri yazın.
• Doktorunuza soracağınız soruları yazın. Doktora soracağınız soruları önceden yazmak onunla geçireceğiniz vakti çok daha iyi değerlendirmenize yardım edecektir.
Aşağıda doktora dermatit hakkında sorabileceğiniz sorular verilmiştir. Ziyaretiniz sırasında bunlara ek olarak herhangi bir soru aklınıza gelirse sormaktan çekinmeyin.
• Belirtilerimin en olası sebebi nedir?
• Başka olası nedenler olabilir mi?
• Teşhiste bulunabilmek için ne tür testlerden geçmem gerekiyor?
• Bu hastalık için ne tür tedaviler mevcut?
• Benimki gibi bir dermatitte en yaygın tetikleyiciler nelerdir?
• Şikayetlerimi azaltmak için evde kendi kendime ne yapabilirim?
• Ne tür maddelerden veya ürünlerden uzak durmam gerekir?
• Bu hastalıkla ilgili elinizde eve götürebileceğim herhangi bir çıktı var mı? Önerebileceğiniz bir web sitesi var mı?
Doktordan ne beklemeli
Doktorunuz size bir dizi soru soracaktır. Bunları cevaplandırmak için önceden hazırlanmak konuyu daha derin bir şekilde değerlendirmeye vakit bırakır. Doktorunuz şu soruları sorabilir:
• Bu belirtiler ilk olarak ne zaman ortaya çıktı?
• Belirtileri tetikleyen şüphelendiğiniz bir şey var mı?
• Belirtileriniz kaybolup yeniden mi geliyor, yoksa sürekli mi?
• Ne kadar sık duş alıyor, banyo yapıyorsunuz?
• Sabun, losyon ve kozmetik olarak ne tür ürünler kullanıyorsunuz?
• Ne tür ev temizlik ürünleri kullanıyorsunuz?
• İşiniz veya hobiniz dolayısıyla herhangi bir tahriş edici maddeye maruz kalıyor musunuz?
• Belirtileriniz hayatınızın ve uykunuzun kalitesini ne kadar etkiliyor?
• Bugüne kadar ne tür tedavilerden geçtiniz? Tedavilerin size bir faydası oldu mu?
• Başka bir tıbbi hastalık teşhisi kondu mu, herhangi bir cilt sorununuz oldu mu?
• Yağlar, merhemler, kremler, ağız yoluyla alınan ilaçlarınız neler?
• Ailenizde alerji veya astımı olan kimse var mı?
Bu sırada yapabilecekleriniz
Doktorla görüşmenize kadar olan vakitte cildinizin kaşıntılı bölgelerini kaşımamak için elinizden geleni yapın. Dermatitin iyileştirilmesinde kaşıntı döngüsünü kırmak çok önemli bir yer arz eder. İçinde en azından %1 hidrokortizon bulunan reçetesiz ilaçlar bunun için faydalı olabilir.
Reçetesiz satılan oral antihistaminler de kaşıntınızı azaltabilir. Antihistaminler belirgin bir baş dönmesine neden olabilir. Bu yüzden gündüz vakitleri için baş dönmesi yapmayan bir antihistamin bulmaya çalışın.
Tahrişi artırır görünen ürünleri kullanmaktan kaçının. Bulaşıkları yıkarken, saçınızı şampuanlarken veya diğer temizlik ürünlerini kullanırken lateks olmayan bir eldiven giymek faydalı olabilir. Ayrıca her gün yerine iki günde bir, hafif bir sabunla duş almayı deneyin.
Testler
Doktorunuz dermatiti sizinle belirti ve şikayetleriniz üzerine konuşup cildinizi inceleyerek teşhiste bulunur.
Yama testi (alerji testi)
Kontakt dermatit durumunda doktorunuz hangi maddelerin cildinizde yangıya neden olduğunu bulmak için yama testi denilen bir alerji testini yapabilir. Bu testte doktor yapışkan bir örtünün altında cildinize değişik maddelerden küçük miktarlarda uygular. Bundan sonraki diğer muayeneler sırasında bu maddelerden herhangi birine tepkiniz olup olmadığı ölçülür. Bu tür testler özel bir temas alerjiniz varsa çok faydalıdır.
Doktorunuz dermatiti sizinle belirti ve şikayetleriniz üzerine konuşup cildinizi inceleyerek teşhiste bulunur.
Yama testi (alerji testi)
Kontakt dermatit durumunda doktorunuz hangi maddelerin cildinizde yangıya neden olduğunu bulmak için yama testi denilen bir alerji testini yapabilir. Bu testte doktor yapışkan bir örtünün altında cildinize değişik maddelerden küçük miktarlarda uygular. Bundan sonraki diğer muayeneler sırasında bu maddelerden herhangi birine tepkiniz olup olmadığı ölçülür. Bu tür testler özel bir temas alerjiniz varsa çok faydalıdır.
Alternatif Tıp
Dermatit için olası tedavi yöntemi olarak bir dizi doğal seçenek araştırılmıştır. Bunlardan hiçbiri steroid ilaçlar kadar etkili olmasa da, doğal ilaçlar da genellikle aynı yan etkiler görülmez. Bu terapilerin, onları kullanmayı bıraktığınız zaman, belirtilerin nüksettiğinde daha da kötüleşmesi gibi riskleri de yoktur.
Dermatitle ilgili olarak doğal terapileri doktorunuzla gözden geçirmek isteyebilirsiniz. Şu türden seçenekleriniz var:
• Eşekotu (akşamçiçeği). Bu yağ bir tür linoleik asittir ve reçetesiz takviye olarak satılır. Eşekotu yağı atopik dermatite yetersiz yağ asidi seviyelerini yükselterek yardımcı olur.
• Omega-3 yağ asitleri. Balık yağında ve keten tohumunda bulunan bu yağların iltihap kurutucu özellikleri vardır ve cilt tahrişlerinin iyileşmesine yardımcı olabilir.
• Papatya merhemleri. Araştırmalar lokal olarak uygulanan papatya merheminin içinde %0,25 hidrokortizon içeren ürünler kadar faydalı olduğunu gösteriyor. Papatya bazlı merhemler dermatiti hafifletmeye yardımcı olabilir.
• Aynısafa çiçeği merhemleri. Aynısafa (şamdan çiçeği) cildi serinleten özelliklere sahiptir ve temasa dayalı cilt iltihabı olan kontakt dermatite iyi gelebilir. Bununla birlikte çatlak ciltte alerjik bir reaksiyon da uyandırabilir, bu yüzden cilt çatlakları varsa, kullanılması sakıncalı olabilir.
Yaşam Tarzı
Şu adımlar dermatitinizi kontrol altında tutmanıza yardım ederler.
• Etkilenmiş bölgeye bir kaşıntı kremi veya kalamin losyonu uygulayın. İçinde en az yüzde bir hidrokortizon bulunduran reçetesiz bir merhem kaşıntınızı geçici olarak engelleyebilir. Kaşıntı şiddetliyse reçetesiz satılan bir oral antihistamin yardımcı olabilir.
• Serin, ıslak baskı uygulayın. Etkilenen bölgeyi bandajlarla veya sargılarla kapatmak cildinizi korur ve kaşınmanızı önler.
• Rahat, serin bir banyo yapın. Küvetin suyuna çiğ yulaf unu, kabartma tozu koyabilirsiniz.
• Serin tutan, kaygan, pamuk giysiler giyin. Böylece etkilenen bölgeyi daha fazla tahriş etmezsiniz.
• Yatak örtülerini, kıyafetleri, havluları yıkarken parfümsüz, hafif deterjanlar kullanın. Çamaşır makinenizde fazladan durulama içeren programı kullanın.
DERİ KANSERİ
Dünyadaki en yaygın kanser tiplerinden bir tanesi deri kanseridir. ABD’de yapılan istatistiklere göre her sene yarım milyon yeni deri kanseri vakası ortaya çıkmaktadır. Deri kanseri her ne kadar vücudun her bölgesinde olabilse de yaklaşık % 80’ı yüz, kafa ve boyunda görülür. Bu sayfanın amacı sizi deri kanserinin çeşitli sebepleri ve önlenmesi için alınacak tedbirler konusunda sizi eğitmektir. Aynı zamanda deri kanserinin tanısı ve tedavisi konusunda plastik cerrahın oynadığı rol konusunda bilgi vereceğiz.
Kimler deri kanseri olur ve neden ?
Deri kanserinin en büyük sebebi güneşten gelen ultraviole radyasyondur, fakat bu radyasyon aynı zamanda suni olarak solaryumlardan da gelebilir. Araştırmacılara göre mükemmel bir ten sahibi olmaya çalışmak, açık alanlardaki aktivitelerde artma ve belki de dünyanın koruyucu ozon tabakasındaki incelme son zamanlarda gördüğümüz deri kanserlerinin artışındaki sebeplerden bazıları. Herkes deri kanseri olabilir. Deri tipiniz ne olursa olsun, hangi ırktan gelirseniz gelin, hangi yaşta olursanız olun ya da nerde yaşarsanız yaşayın deri kanseri olabilirsiniz. Ancak aşağıda sıralanmış özellikleri taşıyan insanlarda deri kanseri olma riski daha fazladır;
– Açık renkli ve çilli deriler,
– Açık renkli saç ve gözler,
– Çok fazla miktarda beni bulunan insanlar,
– Ailelerinde deri kanseri olan veya
su toplamayla seyir eden güneş yanıkları olan insanlar,
– Açık alanda çok fazla vakit geçiren insanlar,
– Ekvatora yakın yerde, yada çok yüksek yerlerde yaşayan insanlar,
– Daha evvel akne tedavisi amacıyla radyasyon alan insanlar.
Deri Kanseri Tipleri
En sık görülen deri kanseri bazal hücreli deri kanseridir. Neyse ki bu, en az tehlikeli, en yavaş büyüyen ve çok seyrek olarak etrafa yayılan bir deri kanseri tipidir. Her ne kadar bazal hücreli kanser hayatı tehdit edici olmasa da tedavi edilmezse derin dokulara hatta kemiğe kadar yayılıp buralarda önemli hasara yol açabilir. Sukuamöz hücreli deri kanseri ise ikinci sıklıkta gelir. Sık olarak duduaklar, yüz ve kulaklarda görülür. Bazen uzak bölgelere yayılabilir, lenf bezleri ve iç organları tutabilir. Eğer tedavi edilmezse bu tip kanser hayatı tehdit edici bir şekil alabilir. Üçüncü tip bir deri kanseri de malin melanom’dur. Az görülmesine rağmen, sıklığı her geçen yıl daha da artmaktadır. Malin melanom aynı zamanda en tehlikeli deri kanseridir. Eğer erken yakalanırsa tamamiyle tedavi edilebilir. Eğer çabuk tedavi edilmezse tüm vücuda yayılıp ölüme sebep olabilir.
Deri Kanserinin Tanınması
Bazal veya skuamöz hücreli deri kanserleri görünüş itibariyle değişik şekiller alabilirler. Kanser, ufak, beyaz ya da pembe çıkıntılar şeklinde başlayabilir, ya da düzgün satıhlı, parlak bir görüntü alabilirler, yada kırmızı bir nokta şeklinde ele gelen kuru bir lezyon şeklinde ortaya çıkabilirler. Ya da bazen kanayan ve iyileşmeyen bir yara şeklinde de gelişebilirler. Malin melanom ise daha önceden bulunan bir benin şeklinde, büyüklüğünde veya renginde bir değişim ile kendini gösterebilir. Vücudunuzda renk değiştiren, kanamaya başlayan ya da kaşınmaya başlayan, aniden büyümeye başlayan renkli lezyonlar malin melanom olabilir ve böyle bir durumda hemen bir plastik cerrah görmekte yarar vardır. Eğer size yukarıda anlattığımız bütün bu tarifler biraz karışık gibi geliyorsu, hatırlanması gereken en önemli şey kendi derinizi tanımak ve de onu düzenli aralıklarla muayene etmekdir. Eğer olağan dışı bir değişiklik farkedecek olursanız hemen bir doktoru görmekte yarar vardır.
Tanı ve Tedavi
Deri kanseri tanısı büyüyen bu lezyonun alınıp mikroskop altında incelenmesi ile konur. Tedavisi ise bir kaç değişik metodla olabilir, bu metodlar büyüme tipine, ne kadar ilerlemiş olduğuna ve de vücudun hangi bölgesinde bulunduğuna bağlıdır. Birçok deri kanseri cerrahi olarak alınır. Kanser ufak ve de bu işlem çabucak yapılabilecekse hemen bir doktor ofisinde lokal anestezi altında yapılabilir. Bundan sonra kalan yara izi son derece ufak ve hemen hemen görülemeyecek bir yara izidir. Küretaj yada kurutma yöntemleri kullanılabilir. Bu iki şekilde kanser sıyrılıp aynı zamanda elektrikle hücreleri yakan bir aletle de geri kalan kanser hücreleri öldürülür. Fakat bu yöntem birazcık daha büyükçe bir yara izi bırakır. Her iki tip tedavide de tedavi riskleri son derece düşüktür. Eğer kanser büyükse, yada lenf bezlerine, yada vücudun başka yerlerine yayılmışsa büyük bir ameliyat gerektirebilir. Deri kanserinin diğer tedavi yöntemleri, dondurarak yok etme yöntemi olan kriyo terapi yada radrasyon tedavisi yada lokal olarak uygulanan kemoterapi yada mohs cerrahisi ( Özel bir şekilde kanserin kat kat traşlanması) yöntemleridir.
Seçeneklerin ve Endişelerin Tartışılması
Yukarıda belirtilen tüm tedavi yöntemleri dikkatli seçildiği sürece ve de uygun birşekilde tatbik edildiği zaman neticeler bazal hücreli ve skuamöz hücreli kanserler için hemen hemen çoğunlukla tedavi edicidir. Hatta erken yakalanmış malin melanom vakaları için de büyük ölçüde tedavi edicidir. Siz tedaviden once bütün bu yöntemleri ayrıntılarıyla doktorunuzla tartışmalısınız. Kendiniz için hangi seçeneklerin var olduğunu öğrenmeli ve de bunların ne kadar etkin olduklarını anlamalısınız. Aynı zamanda her tedavi yönteminin risklerini, yan etkilerini de iyi bir şekilde anlamanız lazım. Tedavinin kozmetik ve de fonksiyonel neticelerini de tedaviden önce öğrenmeniz gerekmektedir.
Tekrarın Önlenmesi
Daha evvelden deri kanseri olmuş bir insanın tekrar deri kanseri olma olasılığı yüksektir. Bu yüzden deri kanseri olmamak için alınması gereken çeşitli önlemler bu şahıslar için çok daha önemlidir. Bu önlemleri sıralayacak olursak,
1- Uzun sure güneş altında kalmayınız. Özellikle sabah 10:00 ile öğleden sonra 14:00 arası, güneşin en keskin, en kuvvetli olduğu zamanlardır.
2- Eğer uzun zaman dışarda kalacaksanız koruyucu giysiler, uzun kollu t-shırtler, şapka gibi giymenizde yarar var.
3- Güneşe çıktığınızda güneşten koruyucu krem sürünüz.
4- Derinizi sık sık muayene ediniz.
DERMATOLOJİK ALERJİ HASTALIKLARI
Alerji bağışıklık sisteminin anormal bir yanıtı olarak tarif edilebilir. Alerjisi olan bireylerin bağışıklık (immün) sistemi çevredeki polen, küf, hayvan tüyleri gibi genellikle zararsız olan maddelere (alerjen) karşı aşırı bir reaksiyon geliştirir. Alerjen (alerjiye neden olan maddeler) ile karşılaşan normal bireylerde bu yanıt kontrol altındadır.
Son yıllarda ülkemizde ve tüm dünyada alerjik hastalıkların sıklığında bir artış gözlenmektedir.
Alerjinin nedenleri nelerdir?
Yapılan çalışmalarda bir kişide alerji gelişmesinde genetik yatkınlığın önemli bir faktör olduğu gösterilmiştir. Anne veya babasında alerjik hastalık olan bireylerde daha fazla alerjik hastalık gelişebilmektedir.
Genetik faktörler dışında çevresel faktörler de alerji oluşumunda rol oynayabilmektedir. Herhangi bir alerjen ile sık karşılaşma durumunda daha fazla tepki, yani daha fazla alerjik hastalık gözlenmektedir. Yaşanılan çevrede alerjenlerin yoğun olarak bulunması alerjik reaksiyonların daha sık ve şiddetli gözlenmesine neden olabilmektedir. Şehir merkezlerinde alerjenlerle karşılaşma oranı, kırsal kesimlere göre daha yüksektir. Yaşam şekli ve çevresel farklılıklara göre de alerjik hastalık gelişme oranları değişmektedir.
Alerji nasıl oluşur?
Bazı kimselerin vücutları bir takım maddelere soluyarak, yutarak veya deri teması yoluyla maruz kaldığında (polen, yiyecekler,güneş..gibi) tepki gösterir. Bu maddeye/maddelere alerjen, vücut tarafından gösterilen tepkiye ise alerjik reaksiyon denir.
Alerjik reaksiyonda vücut immunglobulin E (IgE) adı verilen özel bir tip antikor üretmeye başlar. IgE alerjen ve mast hücresi başta olmak üzere dokuda ve kanda bulunan özel hücrelere bağlanır. Mast hücrelerinden (insan savunma hücresinde görevli bir hücre)histamin ve birçok madde salınır ve bu maddeler alerji semptomlarının (döküntü, kaşıntı, ağız burun akıntısı gibi) gözlenmesine neden olur.
Türkiye’de sık rastlanan alerjenler
Ev tozu akarları, polenler, kedi-köpek gibi hayvanların tüyleri, böcek sokmaları, küfler, bazı gıdalar (örnek: yer fıstığı, inek sütü, soya, deniz ürünleri, yumurta) ve ilaçlar Türkiye’de en sık rastlanan alerjenlerdir.
Alerjik reaksiyonların belirtileri nelerdir?
Alerjik reaksiyonlarda en sık gözlenen belirtiler şöyle sıralanabilir:
• Gözlerde kaşıntı sulanma ve kızarıklık
• Burunda kaşıntı, akma
• Deride kızarıklıklar, kabarıklıklar ve kaşıntı
• Yorgun ve/veya hasta hissetme
• Öksürük
• Hırıltılı solunum
Alerjenler solunum yolu ile alındığında burun mukozasında mukus oluşumunda artış ve enflamasyon (yangı) gelişebilmektedir. Buna bağlı burun akıntısı, kaşınma ve hapşırma gibi belirtiler gözlenir. Gözlerde sulanma, batma ve kaşıntı da bu duruma eşlik edebilir. Alerjik reaksiyonlar sırasında astım da tetiklenebilmektedir. Alerjen solunup akciğerlere ulaştığında ise gelişen şişmeler nedeniyle nefes almada güçlük yaşanabilmektedir. Tüm astım atakları alerji sebebiyle olmasa da birçok astım hastasında alerji önemli bir rol oynamaktadır.
Gıdalar ile gelişen alerjilerde bulantı, kusma, ishal ve karında kramp şeklinde ağrılar eşlik edebilmektedir. Bebeklerde izlenen inek sütü alerjisinde barsak ve mide şikayetlerinin yanı sıra egzama gibi deri lezyonları da gelişebilmektedir.
Arı sokması veya diğer böcek ısırıkları sonrası gelişen alerjik reaksiyonlarda genellikle lokal şişlik, kızarıklık ve ağrı gözlenebilmektedir.
Alerjik reaksiyonlar kimlerde gözlenir?
Bir kişide neden alerjik reaksiyon geliştiği tam olarak cevaplanamamaktadır. Ancak genetik ve çevresel faktörlerin alerji gelişme riskini etkilediği bilinmektedir.
Alerji her yaş grubu ve cinsiyette ortaya çıkabilir. Çocukluk yaş grubunda daha çok gıda alerjileri, alerjik egzamalar ön plandayken yaş ilerledikçe alerjik burun ve göz nezlesi görülmekte ve bunlara astım eşlik edebilmektedir. İlaç alerjileri ve mesleki alerjiler de erişkin dönemde daha sık görülmektedir.
Anafilaksi nedir?
Alerjik belirtiler hafif, orta veya şiddetli şekilde ortaya çıkabilir. Anafilaksi hızlı gelişen ve ölüme neden olabilen ciddi bir alerjik reaksiyondur.
Semptomlar tüm vücutta izlenir:
• Soluk almakta güçlük,
• Hırıltılı solunum,
• Ses kısıklığı,
• Boğazda takılma hissi,
• Tüm vücutta kızarıklık,
• Kabarıklık ve kaşıntı,
• El, ayaklar, dudaklarda karıncalanma hissi,
• Kan basıncında (tansiyon) düşme gözlenen bu belirtiler arasındadır.
• Tüm bu bulgular hayatı tehdit edici olabilir. Bu sebeple anafilaksiye anında eve doğru müdahale edilmesi çok önemlidir.
Alerji testleri nedir?
Alerjiden korunmak için öncelikle alerjinin sebebinin aydınlatılması ve bu alerjene maruziyetin azaltılması gereklidir. Örneğin bir kişide ev tozuna karşı alerji varsa, yaşadığı ve çalıştığı ortamlarda ev tozuyla ilgili önlemleri alınmalıdır. Kan ve deride yapılan alerji testleri ile alerjenler saptanabilmektedir.
Alerji testleri genellikle alerjik rinit-konjuktivit, atopik dermatit, kontakt ürtiker, astım, böcek sokmaları, gıda ve ilaç alerjilerinde yapılmaktadır.
Alerji testleri hastanın tek başına yapabileceği testler değildir. Bu konuda uzmanlaşmış hekimler tarafından hastanın tıbbi hikayesi ve muayenesi sonrasında hangisinin yapılacağına karar verilir ve uygulanır.
Alerjiden korunma ve tedavi seçenekleri
Alerjik belirtilerin yönetiminde öncelikle saptanabiliyorsa tetikleyici olan alerjenden uzak kalma; ikinci basamakta da çeşitli sistemik ve topikal ilaçlar ve immunoterapi yer almaktadır.
İmmunoterapi yani aşı tedavisi bağışıklık sistemin alerjenlere yanıtını değiştirmeyi hedefleyen uzun süreli bir tedavidir. Hastanın duyarlı olduğu alerjenler giderek artan dozda verilerek duyarsızlaştırma (desentisizasyon) sağlanması amaçlanır. İmmunoterapi tek bir antijene karşı yapılabilen ve oldukça uzun süren bir yöntemdir. Pek çok alerjik hastalıkta birden çok alerjen rol oynadığı için immünoterapi günümüzde pek fazla kullanılabilen bir yöntem değildir. Ancak arı venomu (zehri) alerjisi gibi durumlarda uygulanabilmektedir.
DİABET (ŞEKER)
Şeker hastalığı (ya da tıptaki adıyla Diabetes Mellitus), vücudumuzda insülin hormonunun hiç üretilememesine, vücudun ihtiyacını karşılayacak kadar üretilememesi, ya da üretilen insülinin yeterince etki gösterememesine bağlı olarak ortaya çıkar. Toplumumuzun yaklaşık %6sı şeker hastasıdır.
İnsülin pankreas denilen midemizin arkasında yeralan bir organımızdan (şekil1) kan dolaşımına verilir. Normalde vücuda yemeklerle aldığımız besinler parçalanarak, vücudun başlıca yakıtı olan şekere dönüştürülür ve kan dolaşımına geçerek kan şekerini yükseltir. Kan şekeri yükselmesi de pankreastan insülinin kana geçmesini arttırır. İnsülinde kanda dolaşan şekerin vücudumuzdaki hücrelere alınarak kullanılmasını ve vücudumuzun ihtiyacı olan enerjinin üretilmesini sağlar.
Şeker hastalığında yediğimiz besinlerle aldığımız ana enerji kaynağı olan şekeri vücudumuz insülin eksikliği nedeniyle yeterince kullanamaz. Şeker kan dolaşımında kalarak kan şekerini yükseltir. Vücudumuz ise şeker denizi içinde yüzerken (insülin eksikliği nedeniyle kullanamadığı için) şekersizlikten, enerji üretmek için yağları ve kasları yakar. Çünkü şekeri kullanması için gerekli anahtar olan insülin eksiktir.
Nasıl teşhis edilir ?
Aşağıdakilerden en az bir tanesi varsa şeker hastalığı(Diabetes Mellitus) teşhisi konulur.
Açlık kan şekeri 126 mg/dl veya üzerinde ise,
Herhangi bir saatte bakılan kan şekeri 200 mg/dl veya daha fazla ve beraberinde çok su içme, çok idrara çıkma veya açıklanamayan kilo kaybı varsa,
75 gr glukoz içerek yapılan şeker yüklemesinden iki saat sonra kan şekeri 200 mg/dl veya daha fazla ise .
Başlıca iki tip şeker hastalığı vardır.
Tip 1 Diabetes Mellitus:
Pankreasta insülin üreten hücrelerin harap edilmesi ile ortaya çıkar. Çoğunlukla vücudumuzun kendi savunma sistemi tarafından insülin üreten hücreler harap edilir. Bunun neticesinde vücutta insülin üretilemez. İnsülin olmadığı için şeker enerji üretiminde kullanılamaz. İnsülin olmadığı sürece kan şekeri yüksek kalır. Tip 1 diayabeti olan hastalarda pankreastan kana insülin verilmesini arttıran şeker düşürücü hapların hiç bir etkisi olmayacaktır. Tip 1 diyabetin tedavisinde vücutta eksik olan insülin hormonunu dışarıdan yerine koymak gerekir. İnsülin ağızdan alındığında mide-barsak sistemimizde sindirilip etkisiz hale getirileceğinden ağızdan verilemez. Ancak cilt altına injeksiyonla verilirse insülin etki gösterebilir. Günümüzde kalem, pompa ve çok ince iğnesi olan şırıngalarla insülin tedavisi çok rahatlıkla uygulanabilmektedir. Tip 1 diyabet genellikle 35 yaş altında başlar.
Tip 2 Diabetes Mellitus:
Pankreastan kana yeterince insülin salgılanamaması veya üretilen insülinin vücutta yeterince etki gösterememesi ile ortaya çıkar. En sık görülen diyabet (şeker hastalığı) tipidir. Genç insanlarda da görülebilmesine rağmen genellikle 35-40 yaşından sonra ortaya çıkar. Tedavisi genellikle beslenme alışkanlıklarının düzeltilmesi, şişman hastalarda kilo verilmesinin sağlanması, düzenli egzersiz ve ağızdan alınan insülin salgılanması ve şekerin kullanımını düzenleyen ilaçlarla tedavi edilir. Ancak ilerleyen zaman içinde bu hastalığın tedavisi için de insülin kullanılması gerekebilir.
Belirtileri nelerdir ?
Tedavi edilmeyen şeker hastalarında aşağıdaki bekirtilerin hepsi veya sadece bir kısmı görülebilir.
Ağız kuruluğu ve çok su içme (polidipsi)(Vücuttan idrarla çok su atıldığı için vücutta su azalır ve çok su içme ihtiyacı doğar)
Çok idrara çıkma (poliüri), gece çok idrara kalkmak(Noktüri). (Kandaki fazla şeker böbreklerden idrara geçer, fazla şekeri atmak için şekerle beraber vücuttan suda atılacağı için idrar miktarı fazlalaşır)
Açlık hissinin fazlalaşması ve çok yemek yeme (polifaji) (insülin yetersizliğinden dolayı hücrelerin ihtiyacı kadar şeker hücrelere giremez, bunun sonucunda hücrelerden beyine sürekli açlık sinyali gönderilir. Yemek yenilsede şeker hücrelere alınamadığı için açlık hissi devam eder, vücut yenilen besinleri enerjiye dönüştüremez . Bunun sonucunda halsizlik, kilo verme yakınmaları da ortaya çıkar.)
Halsizlik
Zayıflama
Bulanık görme
(Kan şekerinin yükselmesi görmemizi sağlayan göz merceği ve göz sıvısının yoğunluğunun değişmesine yol açar ve bulanık görme ortaya çıkar. Kan şekeriniz, şeker hastalığınızın tedavisi ile normal değerlere gelse de görmenizin düzelmesi bir kaç hafta alabilir.)
Ciltteki yaraların veya kesiklerin yavaş iyileşmesi (Hücreler yeteri kadar beslenemedikleri için ve vücudun savunma sistemi bozuk olduğu için yara iyileşmesi geç olur)
(Kadınlarda) Vajinal kaşıntı ( Kan şekerinin yüksek olması hem vücudun direncini azaltarak hem de mayaların çoğalmasını sağlayacak uygun ortamı hazırlayarak vajinal kandidiasis-vajinal mantar oluşmasını sağlar. Kan şekeri kontrolü ile bu durum kendiliğinden geçebilir, düzelmezse doktora başvurmanız gerekir)
Diabet kontrolü nedir ?
Şeker hastalığı olmayan insanlarda kan şekeri açlıkta 70-110 mg/dl arasında, toklukta (yemekten 2 saat sonra) 140 mg/dl’nin altındadır. Diyabet tedavisinde de hedef kan şekeri değerlerinizi normal sınrlarda tutmaktır. Kan şekeri düzeyinizi normal sınırlara yakın değerlerde tutmanız, ilerleyen zaman içinde diyabetle ilişkili sağlık sorunlarından sizi uzak tutacaktır.
Ortaya çıkabilecek problemler nelerdir ?
Hipoglisemi:
Kan şekerinin normal değerlerin altına düşmesidir. Başka sağlık problemi olmayan diyabetikler için kan şekerinin 70 mg/dl’nin altına inmesidir. Kan şekerinin hedef kan şekeri değerlerinin altına inmesi arzu edilmez.
Hipoglisemi
İnsülin veya şeker düşürücü hapların dozlarının fazla uygulanmasına bağlı,
Düzenli olarak alınması gereken öğünlerin yeterince veya hiç alınmamasına bağlı,
Egzersiz sırasında ve sonrasında yapılan egzersizin arttırdığı enerji ihtiyacını dengeleyecek kadar ek gıda alınmamasına bağlı (egzersizin enerji tüketimini arttırıcı etkisinin 8-10 saat devam edeceğini ve bu dönemde alınan gıda miktarının arttırılması ve insülin dozunun azaltılması gerektiği unutulmamalıdır.)
İshal veya diğer eşlik eden besinlerin barsaktan emilmesini azaltan sağlık problemlerine bağlı, olarak ortaya çıkabilir.
Hipogliseminin Belirtileri Nelerdir:
Kan şekeriniz düştüğünde (70 mg/dl’den daha az ise) vücudunuz çoğu zaman sinyal verecektir, ancak vücudunuzun şekeriniz düştüğnde sinyal vermeyebileceğini de unutmayın.
Sinirlilik,
Titreme,
Yorgunluk,
Açlık hissi,
Soğuk terleme,
Baş ağrısı,
Bulanık görme,
Çarpıntı,
Dikkatinizi toplayamama, sizin fark edebileceğiniz belirtilerdir.
Hipoglisemide çevrenizdekiler sizdeki aşağıdaki değişiklikleri fark edebilirler, bunları genellikle siz fark edemezsiniz.
Huzursuzluk,
Genelde sakin bir insansanız saldırgan davranışlar; sinirli, saldırgan bir insansanız sakin bir hale bürünmeniz, gibi karakter değişiklikleri, Dalgınlık,
Solukluk,
Saçma konuşmalar,
Uyku hali,
Uykudan uyandırılama,
Bayılma,
Bu belirtilerden herhangi biri varsa kan şekerinizi ölçün, eğer kan şekerinizi ölçme imkanınız yoksa şekeriniz düştüğünü varsayarak ilave besin alabilirsiniz. Ancak belirtilerin yanıltıcı olabileceğini asla unutmayın.
Neler yapılmalıdır ?
Basit şeker düşmelerinde toplam 10-20 gr katbonhidrat içeren besin almak gereklidir. Bunun yarısını hızla şekeri yükseltecek çay şekeri (3 tane kesme şeker) veya glukoz tabletleri (10 gr, genellikle kutu üzereinde belirtilmiştir) ile, diğer yarısını da bir dilim ekmek içeren bir küçük sandviç ile yapabilirsiniz. Eğer 15 dk içinde kendinizi daha iyi hissetmezseniz aynı miktar besini tekrar alabilirsiniz.
Bazı şekerli besinler: (Her biri yaklaşık 10 gr şeker (karbonhidrat) içerir)
3 kesme şeker
2 tatlı kaşığı toz şeker
1/2 su bardağı meyve suyu
1/2 su bardağı normal kola
Kan şekeriniz bunlara rağmen düşükse doktorunuza veya hemşirenize haber verin. Eğer hiçbirine ulaşamazsanız en yakın acil servise başvurun.
Eğer baygın olarak bulunduysanız ağızdan bir şey verilmemesi gerekir. Acil müdahele gereklidir. Eğer Glukagen mevcutsa şekildeki (şekil veya tarif) gibi hazırlandıktan sonra cilt altına veya kas içine yapılması gerekir. 10-15 dk içinde bir değişiklik olmazsa ikinci Glukagen’i verip 112 no’lu telefondan yardım isteyiniz. Damardan şekerli serum verilmesi ve tıbbi gözlem-müdahale gereklidir. Glukagen ile ayıldıktan sonra hastanın mutlaka doktoruna haber verilmesi gereklidir. Şiddetli hipoglisemi reaksiyonları her zaman doktora bildirilmesi gereken durumlardır.
Yanınızda şeker hastası olduğunuzu belirten, doktorunuzun, ailenizin telefonlarının yazılı olduğu bir kartı taşıyın.
Glukagon: Glukagon kan şekerini yükselten bir hormondur. İnsülin kullanan şeker hastalarının ulaşılabilir bir yerde bulundurmaları gereklidir. Eğer kan şekeriniz ağızdan şekerli besinler almanıza izin vermeyecek kadar düştü ise glukagon içeren Glukagen adlı ilacın kullanılması gereklidir. Bu insülin gibi iğne olarak yapılan ve 10-15 dk’da kan şekeri yükselticiş etkisini göreceğiniz bir ilaçtır. Baygın durumda arkadaşlarınızın, iş arkadaşlarınızın, ailenizin nasıl glukagen kullanılacağını bilmeleri çok önemlidir. Şeker düşüklüğünden bayıldığınızda glukagen’in yapılması hastaneye gitmeden ayılmanızı ve ağızdan ilave şeker almanızı bu sayede tamamen düzelmenizi sağlayabilir.
Önemli:
Hipoglisemi düzeldikten sonra bu olayın niçin meydana geldiğini kendi kendinize sorun, geçerli bir neden bulamazsanız ilaç dozlarının azaltılması için mutlaka doktorunuza danışın.
Diabetliysem ne yapmam gerekiyor ?
Eğer diyabetliyseniz hayatınızın bundan sonraki döneminde kendinizi çok iyi kontrol altında tutmanız gerekecektir. Diyabetle barışık yaşamanın yolu kendinize dikkat etmekten geçer. Kan şekeri düzeylerinizi ortalama aralıklarda tutarak olabildiğince normal yaşam sürdürmeyi hedeflemelisiniz. Bu hedefe ulaşmanın en iyi yolu diet uygulamak ve egzersiz yapmaktır.
Diyabete bağlı gelişen komplikasyonlar nelerdir ?
Şeker hastası olduktan sonraki gelişen zaman içinde sürekli yüksek düzeylerde seyreden kan şekerine bağlı olarak komplikasyonlar gelişebilir. Bu komplikasyonlar önce gözleri, böbrekleri, sinirleri, ve kardiyovasküler sistemi etkiler. Bundan kaçınmak için ya da mümkün olduğunca erken fark edebilmek için şeker hastasının kendisini özenle izlemesi gerekir. Günümüzde kan şekerinin kontrolü için uygulaması çok kolay yöntemler vardır.
Kan şekerimi kendim nasıl ölçebilirim ?
Kan şekeri düzeyinizi kendiniz izlerseniz hastalığınızı kontrol altında tutmanız kolaylaşacaktır. Tüm yapacağınız parmağınızdan bir damla kan alarak testinizi yapmaktır. Kan şekerinin ölçülmesinin en fazla korkutan tarafı parmağınızın delinmesi aşamasıdır. Artk gelişmiş teknikler sayesinde parmağınızı delme işlemi hemen hemen acısız hale gelmiştir.
Ne sıklıkta kan şekeri ölçmeliyim ?
Dünya Sağlık Örgütü ve Uluslararsı Diyabet Federasyonu şeker hastalarının hangi sıklıkta şeker düzeylerinin ölçüleceğini bir bildiriyle sundu. Yoğun tedavi gören hastalar için; her yemekten önce ve yatmadan önce şeker düzeyini ölçmek gerekir. Diyabetli tüm hastalar için; günde iki defa ama farklılaştırarak çeşitli zamanlarda ölçebilirsiniz. Diyet ile kontrol edilen diyabetli hastalar için; günde bir defa kan şekerinizi ölçmelisiniz.
Ağızdan ilaç kullanan hastalar için…
Her gün kahvaltıdan önce ve kahvaltıdan iki saat sonra olmak üzere, günde iki defa kan şekerinizi ölçebilirsiniz. Hedefiniz kan şekerinizi 24 saat boyunca istenilen seviyede tutmaktır. Her gün belirli aralıklarla ölçülen şeker sonuçlarınızı kaydederek doktorunuza bildirmeniz gerekir. Böylece doktorunuz ve siz, bu bilgiler ışığında en iyi tedavi yöntemini ve programını ayarlayabilirsiniz.
Küçük bir hatırlatma…
Kan şekerinin tespit edilmesinde kendiniz kan şekerinizi tespit edebiliyorsanız, kullanmanız gereken kan, parmağınızdan alınan tam kandır. Diğer yandan damarlarınızdan alınan kanın sıvı kısmında (serum) da kan şekeri ölçülebilir. Burada bilinmesi gereken nokta tam kan ve serumda bırakılan kan şekeri düzeyleri arasında yüzde 15 oranında farklılık olabileceğidir.
Başka neler yapabilirim ?
Kan şekerinizi ölçebileceğiniz gibi idrar şekerinizi de ölçebilirsiniz. Normalde idrarda şeker çıkmaz. Ancak kanınızdaki şeker miktarı yükselirse, bunun bir kısmı idrara geçer. İdrar şekerinize bakmak son derece kolay bir işlem olmasına rağmen kan şekerinizi tam olarak saptayamazsınız.
Kan şeker ölçüm cihazının önemi nedir ?
‘Şeker hastalarının evde kendi kendilerine kan şeker seviyelerini ölçmeleri ne yarar sağlar?’ Bu soru her diyabetli hastanın kafasında önemli bir yer tutar. Sorunun cevabı şu şekilde verilebilir: Düzenli bir diyabet kontrolü ancak kandaki şeker seviyesinin belli bir düzende tutulması ile olur. Bu da kandaki şeker seviyesinin devamlı ölçülmesini gerektirir. Şeker hastalarının sağlıklı bir hayat kalitesinin temininde, bu aynı zamanda ekonomik bir yöntemdir. Hipoglisemi (şeker seviyesinin aşırı düşmesi) özellikle insülin kullanan tip 1 diyabetlerde korkulan bir olaydır. İnsülin enjekte edilince hipoglisemi oluşabilir. Bu da ancak kan şekerinin ölçülmesi ile tesbit edilebilir. Bunun yanı sıra insülin kullanmasa bile hastanın metabolizmasının yeniden bir yemeğe olan etkisi veya yapılan bir yürüğüş ya da spor sonrası gösterdiği tepkinin ölçülmesi gerekir. Spor yapmadan önce ve sonra kan şekerinin ölçülmesi özellikle Tip 1 diyabetlerde şarttır. Bu hipoglisemi olayının meydana gelmesini önler. Şeker hastalığı etkilerini uzun sürede gösteren bir hastalıktır. Düzenli bir şeker kontrolü uzun vadede meydana çıkabilecek nefropati,retinopati ve kalp damar rahatsızlıklarından hastayı korur.
Kartuşa hava girmesinin sonuçları ne olur?
Kartuşun içinde hava bulunduğu zaman, kalemin pistonun itilmesiyle hava kabarcıkları sıkıştırılacağından, insülin daha yavaş enjekte edilecektir. Bu durumda da enjekte edilen insülinin dozu doğru olmayabilir. Kalem pistonuna basıldıktan sonra iğnenin deri altında tutulması gereken 5 saniyelik süre içinde insülinin tamamı vücuda verilmeyebilir. İğne deriden çekildiğinde kalem insülin damlatmaya devam ediyorsa hasta gereken dozda insülini alamamış olabilir. İğneden bir iki damla insülin damlamasının nedeni, kalem pistonuna basma ilemi tamamlandığında sıkıştırılmış hava kabarcığının tekrar genleşmesidir.
Kısa insülin iğnelerinin avantajları nelerdir?
İntramüsküler enjeksiyonları önlemek amacıyla birçok hastanın standart uzunluğundaki iğneden kısa iğneye geçmesi önerilebilir. Bu özellikle, zayıf erişkinler, çocuklar ve ‘cilt kaldırma’ yapan hastalar için geçerlidir. Hastalar bu bölgelere standart uzunluktaki iğnelerle cildi kaldırmadan enjeksiyon yaparlarsa, insülini cilt altı dokusu yerine kas içine enjekte edeceklerdir. Sürekli olarak intramüsküler enjeksiyon yapan hastalar, intramüsküler insülinin daha hızlı emilimi ve glukoz girişi ile maksimum insülin etkisi arasındaki zaman farklılığı dolayısıyla geniş kan glikoz girişi ile dalgalanmalarına eğilimli olabilirler.
Hangi şeker hastalarının kısa insülin iğnesi kullanması gerekir?
Kısa insülin iğnesinin avantajları, insülin kullanan tüm şeker hastalarının kısa insülin iğnesine geçmesinin gerekli olup olmadığı sorusunu akla getirmektedir. Eğer hem doktor hem hasta gerek enjeksiyon tekniği, gerekse elde edilen glikoz kontrolü açısından standart uzunlukta iğne kullanımını tatmin edici buluyorlarsa, kısa insülin iğnesine geçme ihtiyacı daha az olabilir. Kısa İnsülin iğnesinin duyduğu avantajlardan; özellikle çocuklar, zayıf ve normal ağırlıktaki kişiler, iğneden korkanlar vada insülin kullanmaya yeni başlayan hastalar yararlanacaklardır. Ancak, cildi kaldırmak da dahil olmak üzere, doğru enjeksiyon teknikleri kullanılırsa, standart uzunluktaki (12.7 mm)iğnelerde aynı oranda güvenilirdirler.
Kısa iğneler, standart uzunluktaki iğnelere oranla daha mı az acı verir?
Klinik çalışmalar, hastaların acı açısından kısa ve uzun iğne arasında bir fark belirleyemediklerini göstermiştir. Ancak iğnenin görülebileceği çalışmalarda kısa iğneler, standart uzunluktaki iğnelere oranla daha az acısız olarak algılanmıştır. Bu da acı algılamasında psikolojik unsurların önemini ve kısa iğnelerin hastanın yaşam kalitesini artırdığını açıkça vurgulamaktadır.
Hastaların enjeksiyondan önce ciltlerini kaldırmaları gerçekten gerekli midir?
Yakın dönemde elde edilen bulgular, enjeksiyon esnasında ciltlerini kaldırmayan hastalarda, insülinin cilt altı dokusu yerine kaslara gittiği enfeksiyonların tahmin edilenden daha fazla olduğunu göstermektedir. Diyabetli çocuklarda yürütülen bir çalışmada, kasa giden enjeksiyonların oranı %31’e kadar çıkmıştır. Küçük yaştaki zayıf erkekler çocuklar, enjeksiyonun, neredeyse %50 si kaslara gittiği için özellikle risk altında bulunmaktadır. Aynı oranlar, yetişkinlerde daha düşük olmasına rağmen, yine de önemlidir.
DİFTERİ (KUŞPALAZI)
Corynebacterium diphtheriae’nın etken olduğu akut bir infeksiyon hastalığıdır. Hastalığın patogenezinde difteri basilinin oluşturduğu toksinin lokal ve jeneralize etkisi rol oynamaktadır.
Difteri, aşı öncesi dönemlerde salgınlar yapmış, ölümlere neden olmuş bir hastalıktır. Difteri aşısının 1923 yılında geliştirilmesi ve yaygın olarak kullanılmaya başlanmasından sonra hastalık hemen hemen görülmez hale gelmişken, son yıllarda bazı gelişmiş ülkelerde difteri salgınlarının tekrar görülmeye başlaması bu konuyu güncelleştirmiştir
Etiyoloji
C. diphtheriae; sporsuz, kapsülsüz, hareketsiz, aerop, pleomorfik boyanan, 2-6 µm boyunda ve 0,5-1µm eninde gram pozitif çomak şeklinde bir bakteridir. Boyalı preparatlarda Çin harfleri gibi duruşları tipiktir. Gram boyası yanında Neisser veya Albert boyaları gibi daha spesifik boyalarla boyandığında basil gövdesi sarı- kahverengi, basilin uç kısımlarında bulunan metakromatik cisimcikler (Babes- Ernst cisimcikleri) mor boyanır.
C. diphtheriae kanlı agarda üretilebildiği gibi; ısıtılarak koagule edilen %75 serum ve %25 buyyon içeren Loeffler besiyerinde de üretilebilir. Bu besiyerlerinde normal boğaz florası bakterilerinin üremesi inhibe olduğundan daha saf kültür şeklinde difteri basillerinin üremesi olanaklıdır. Loeffler besiyerinde difteri basilleri gri- beyaz koloniler oluşturur. Ayrıca potasyum telluritli besiyeri de C. diphtheriae için selektif bir besiyeridir. Bu besiyerinde üretildiğinde gri siyah koloniler oluşturur.
C. diphtheriae potasyum tellüritli besiyerinde oluşturduğu koloni morfolojisi, hemoliz özelliği, şeker fermentasyonu ve diğer biyokimyasal özelliklerine göre gravis, mitis, intermedius olmak üzere üç biyotipe ayrılır. Biyotiplerle bakterinin toksin salgılaması ve virulansı arasında ilişki olduğu düşünülmektedir. Şöyle ki; mitis biyotipi daha hafif seyirli difteri olgularına neden olurken, gravis ve intermedius tipleri daha ağır klinik seyirli olgulara neden olmaktadır. Diğer yandan bugün bilinmektedir ki; C. diphtheriae’ nin ekzotoksin salgılaması bakterinin toksin kodlayan genleri taşıyan (tox+) Beta fajla lizojenik infeksiyonuna bağlıdır. Bu fajın lizojenik infeksiyonunda fajın sirküler yapıdaki DNA’sı bakteri DNA’sına entegre olmakta ve böylece bakteri toksin salgılar duruma geçmektedir. Lizojenik faj içermeyen C. diphtheriae suşlarının toksin salgılamadığı gösterilmiştir.
Herhangi bir örnekten izole edilen C. diphtheriae suşunun toksin oluşturup oluşturmadığı in vitro ve invivo deneylerle gösterilebilir. İn vitro olarak Elek besiyerine, üretilen bakteriden çizgi ekimi yapılarak, belli bir aralıkla açılan bir çukura difteri antitoksini damlatılıp inkübasyondan sonra presipitasyon bandı oluşup oluşmadığı değerlendirilmek suretiyle toksin varlığı incelenir. İn vitro deney için kobay kullanılır. Kobay derisi içine sıvı besiyerinde üretilmiş incelenecek bakteri suspansiyonundan verilmek suretiyle ve diğer yandan intravenöz uygulanan antitoksinle nötralize edilerek karşılaştırmalı deri testi ile toksin aranabilir.
Difteri toksini difteri basilinin hücre dışı bir ürünü olup, protein yapısındadır; ısı, ışık ve bekleme ile toksin özelliğini yitirir, toksoid hale döner.
Epidemiyoloji
Aşılama öncesi dönemde epidemiler yapmış, ölümlere neden olmuş bir hastalık olan difteri hastalığı toksoid aşının geriştirilmesi ve yaygın olarak kullanılması ile belirgin bir şeklinde azalmıştır. A.B.D, Kanada ve Avrupa ülkelerinde 1924’den sonra aşılama sayesinde difterili olgu sayısı oldukça azalmış, yıllık insidans 1980’li yıllarda 100.000’de 0,002’nin altında saptanmıştır. Üçüncü Dünya ülkelerinde ise bazı yöreler endemik olarak kalmıştır. Örn: Brezilya, Nijerya, doğu Akdeniz Ülkeleri, Hindistan, Endonezya, Filipinler gibi.
Eski sovyetler Birliğinden ayrılan ülkelerde (Rusya, Ukrayna, Azerbeycan, Beyaz Rusya, kazakistan, Moldova, Tacikistan, Özbekistan) 1990-1993 yılları arasında difteri salgınları tekrar görülmüştür. Bu ülkelerle ilişkili olan diğer Avrupa ülkelerinde (Bulgaristan, Estonya, Almanya, Latvia, Litvanya, Polonya vs.) ve A.B.D’nin bazı eyaletlerinde difteriye bağlı küçük salgınlar zaman zaman görülmeye başlanmıştır. Ülkemizde 1987’de Elazığ’da küçük çaplı bir difteri salgını görülmüştür. Almanya, Finlandiya, İtalya, İngiltere gibi Avrupa Ülkelerinde 1990’dan sonra 20-32 arasında değişen sayıda difteri olgusu bildirilmiştir. Türkiye 1993 yılında Dünya Sağlık Örgütü’ne 69 difteri olgusu bildirmiştir.
Ülkemiz için hem özellikle eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan ülkelere ve Doğu Avrupa Ülkelerine ticaret amaçlı ve turistik gezilerin sayısındaki artış nedeniyle, hem de aşılamanın yetersiz olduğu yörelerde zaman zaman ortaya çıkabilmesi açısından difteri önemli bir hastalıktır.
Aşılama öncesi dönemde daha çok 15 yaş altındaki çocukların bir hastalığı olan difteri, son yıllardaki salgınlarda daha çok erişkinleri tutmuştur.
Difteri bir insan hastalığıdır; insandan insana solunum yolu damlacıklarıyla solunum yolundan, solunum yolu salgıları ve deri lezyonlarına temas eden eşyalarla indirek yoldan bulaşır. Kapalı yerlerde ve kalabalıkta bulunma olasılığının artması nedeniyle soğuk havalarda daha fazla görülür.
Difteri hastalığını bulaştıran kişiler çoğu kez boğaz difterili hastalar ve asemptomatik boğaz taşıyıcılarıdır. Tropikal ülkelerdeki fakir kişiler, ılıman iklimli ülkelerde alkolikler, evsizler arasında deri difterili olgular bulaştırmada rol oynayabilirler.
Patogenez
Difteri hastalığının patogenezinden sorumlu olan difteri toksini bakterinin hücre dışı bir ürünü olup, 62.000 dalton molokül ağırlığında bir polipeptiddir. Bu toksin; A (aktif) ve B (bağlanma) olmak üzere iki alt kısımdan oluşur. B kısmı memeli hücrelerindeki reseptörlere bağlanarak, A kısmının hücreye girişini sağlar. Toksinin A kısmı toksik etkilidir, toksik etkisini ribozomlarda polipeptid molekülünün uzamasında rol alan “elongasyon faktörü 2” (EF2)yi inaktive ederek gösterir. Protein sentezinin bu şekilde durması hücrenin ölümüne yol açar. Difteri toksini güçlü bir toksindir, insan vücudunda bütün hücrelere toksik etkili olmakla birlikte; kalp (myokardit), sinirler (demiyelinizasyon), ve böbrek (tübüler nekroz) üzerine daha fazla toksintir.
Difteri basilleri solunum yoluyla sağlıklı ve duyarlı kişiye bulaştıktan sonra en fazla nazofarenkste yerleşme eğilimindedir. C. diphtheriae invazyon yapan, kana karışan bir bakteri değildir. Burada nazofarenks epitel hücreleri arasında çoğalır ve toksinini salgılar. Toksin lokal olarak mukozadan absorbe olur, dokularda nekroz yapar. Lokal doku nekrozu bakteri üremesini artırır, daha fazla toksin salgılanır. Toksinin lokal etkisi ile nekroz, inflamasyon sonucunda inflamatuvar hücrelerin toplanması, kapiller harabiyete bağlı ekstravazasyonla eritrosit ve serum sızması olur. Dökülen epitel hücreleri, lökositler, eritrositler, bakteriler ve fibrin burada altına sıkıca yapışık kirli beyaz, gri renkli bir pseudomembran oluşumuna yol açar. Yine toksinin etkisi ile çevre dokuda ödem ve lenfadenopati gelişir. Bu arada toksin kana karışarak sistemik toksik belirtilere yol açar.
Lezyon tonsiller ve farenksde ise daha çok toksin absorbsiyonu olacağından sistemik toksik belirtiler daha ön plandadır. Membran larenksde ise- larenks kanlanması az bir doku olduğundan – toksin absorbsiyonu daha az olur. Sistemik belirtilerden çok lokal obstrüktif belirtiler daha belirgindir. İster tonsiller ve farenksde isterse larenksde olsun, difteri hastalığının klinik ağırlığı ile membranın büyüklüğü arasında paralellik vardır. Membranlar boğaz ve larenks dışında; deride, burunda, gözde, vajende de gelişebilir.
Toksinin sistemik dolaşıma karışarak hedef organlara ulaşması ile miyokardit, tübüler nekroz, kraniyel ve periferik nöropatiler gelişebilir. Toksin karaciğer, adrenal bezler ve diğer dokularda da harabiyete yol açabilir. Difteri toksini bir kez dokuya bağlandımı antitoksinle nötralize edilemez, antitoksin ancak dolaşımdaki toksini nötralize eder.
Klinik veriler ve bulgular
Difterinin inkübasyon süresi ortalama 2-4 gündür. Klinik belirtiler hastalığın yerleşim yerine göre.
1- Boğaz difterisi
2- Difteri krupu
3- Diğerleri olmak üzere üç başlık altında toplanabilir.
1- Boğaz difterisi (difteri anjini, tonsillofarenjiyal difteri): Hastalık ani fakat hafif belirtilerle başlar. Genel halsizlik, kırgınlık, yorgunluk; bunu takiben hafif bir ateş, kuru öksürük, boğaz ağrısı gibi belirtilerle birlikte 24 saat içinde boğazda pseudomembran oluşur.
Tek tonsil üzerinde küçük bir membran olabileceği gibi her iki tonsili, uvulayı yumuşak damak ve farenks duvarını kaplayan büyüklükte bir membran da olabilir, kirli beyaz, gri renkte düzgün ve altına sıkıca yapışıktır. Kaldırılmak istendiğinde kanar. Ayrıca servikal lenfadenit ve çevre yumuşak dokuda şişlik olur, ağır olgularda ” boğa boynu” görünümü olur, ağız pis kokar. Bu lokal belirtiler yanında hastada genel toksemik belirtiler vardır. Vücut ısısı çok yüksek olmamasına rağmen taşikardi, filiform nabız vardır, adinami, solukluk, genel durum bozukluğu yanında aritmiler olabilir. Ağır olgularda, tedavi edilmezse 6-10 gün içinde stupor, koma ve ölüm görülür.
2- Difteri krupu (larenks difterisi): Genellikle farenjiyal difteri membranlarının larenks ve trakeaya ilerlemesiyle oluşur. Bazen de doğrudan larenks tutulumu ile başlar. Klinik olarak diğer infeksiyöz kruplardan ve akut obstruktif larenjitten ayrılamaz. Difteri krupunda plika vokalisler üzerindeki membranlar nedeniyle ses kısılır, larenks lümenindeki daralma nedeniyle solunum zorlaşır. Lezyonların mekanik etkisinin kliniğe yansımasıyla üç dönem görülür:
a) Disfoni dönemi: Bu dönemde ses kısıklığı, çatallı “havlar gibi”öksürük görülür.
b) Paroksismal dispne dönemi: Membranın genişlemesiyle solunum sıkıntısı artar. Daha çok geceleri gelen dispne nöbetleri olur, stridor vardır. Yardımcı solunum kaslarında yani supraklavikular, substernal, interkostal kontraksiyonlar (tiraj) görülür.
c)Asfiksi dönemi: Membranın lümeni giderek daraltması sonucunda; takipne, yüzeyel solunum, siyanoz, taşikardi, daha önce huzursuz, hırçın, çırpınan hastada sakinleşme, reflekslerde zayıflama, asfiksi ve ölüm görülür.
Bazen kopan membran parçalarının trakea ve bronşlara inmesi sonucu solunum yollarının tıkanması ile ani ölümler görülebilir.
3- Diğer klinik şekiller:
– Deri Difterisi: Özellikle sosyoekonomik düzeyi düşük, kişisel hijyeni bozuk, evsiz ve alkoliklerde görülür. Deride iyileşmesi geç ve güç olan lezyonlar şeklindedir. Difteri pseudomembranları keskin sınırlı ülserler şeklinde görülür. Genel toksemik belirtiler ve komplikasyonlar bu hastalarda çoğu kez görülmez. Ancak deri lezyonları diğer kişilere bulaştırma yönünden önem taşımaktadır.
– Burun difterisi: Genellikle burun deliklerinin ön kısmında lokalize lezyonlar şeklindedir. Başlangıçta tek taraflı sonra iki taraflı olabilir. Uzun süreli seröz veya seropürülan burun akıntısı ile seyreder. Genel sistemik belirtiler çok hafif olmakla birlikte burun difterisi bulaştırma yönünden önemlidir.
– Difteri lezyonları yukarıda anlatılanlar dışında nadiren konjunktiva, vajen, kulak gibi bölgelerde de yerleşebilmektedir.
Difteri komplikasyonları
Difteri toksinine bağlı en önemli koplikasyonlar miyokardit ve nörolojik toksisitedir. Miyokardit difteriden ölümlerin yaklaşık yarısının nedeni olması nedeniyle daha önemlidir.
Miyokardit: Difteride miyokardın etkilenmesi olguların üçte ikisinde söz konusu olmakla birlikte klinik olarak kalp fonksiyonlarında bozukluk saptanan olguların oranı % 10-25 arasındadır. Miyokardite ait belirti ve bulgular genellikle hastalığın ikinci haftasında ortaya çıkmaktadır. Elektrokardiyografilerde ST-T değişiklikleri ve birinci dereceden kalp blokları saptanır. Hastalık ilerledikçe sağ kalp yetmezliği, sol kalp yetmezliği, A-V blok, ventriküler taşikardi, ileti bozuklukları ve ventriküler fibrilasyon ve ölüm görülür. Klinik olarak ilerleyen halsizlik, dispne, kalpte ritm bozuklukları, kalp seslerinin kabalaşması, 1. ve 2. ses arasındaki farkın kaybolması gibi belirti ve bulgular olur. Difterili bir hastayı izlerken mutlaka EKG alınmalı ve monitorize edilmelidir. Ayrıca AST düzeyleri de yol gösterici olabilir.
Nörolojik komplikasyonlar: Hafif seyirli difteri olgularında nadiren bu komplikasyonlar görülürken ağır olguların dörtte üçünde ortaya çıkar. Hastalığın ilk birkaç gününde yumuşak damak ve posterior farenks duvarında paraliziler sonucu yenilen gıdaların burundan gelmesi ve yutma güçlüğü gelişir.
Daha sonra okulomotor ve siliyer paralizlere yol açan kraniyal sinir nöropatileri ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucunda akamodasyon bozuklukları, görmede bulanıklaşma, 6. Sinir tutulumuyla strabismus gelişebilmektedir. Fasiyal, farenjiyal, larenjiyal sinir ve nadir de olsa frenik sinir tutulumu gelişebilmekte diafragma paralizisi durumunda mekanik solunum desteği sağlanmazsa ölüm görülebilmektedir.
Hastalığın daha geç döneminde, 10 gün ile 3 ay arasında değişen sürede periferik nöropatiler gelişebilir. Periferik nöropatiler önce proksimal sonra distal kaslarda hafif güçsüzlükten tam paraliziye kadar giden değişikliklere neden olur. Duyu sinirlerinin tutulumu ile çorap ve eldiven tarzında parestesiler ve derin tendon reflekslerinde azalma da görülebilir.
Difteriye bağlı nörolojik belirtiler genellikle iki taraflıdır ve hasta hayatta kalırsa yavaş yavaş da olsa tam olarak düzelmektedir.
Difteri tanısı
Klinik olarak difteri şüphe edilen bir hastada olabildiğince çabuk bir şekilde tedaviye başlamak gerektiğinden tanı için yapılan boğaz kültürünün sonucu beklenmemelidir. Boğaz sürüntüsünden yapılan direk boyalı preparatın incelenmesi ile çin harfleri gibi duran basillerin, Neisser boyası ile metakromatik cisimciklerin görülmesi spesifik tedaviye başlamak için yeterlidir. Bu arada difteri için spesifik besiyerlerine ekim yapılarak üreyen bakterilerin koloni morfolojisi, mikroskopik incelemesi ve biyokimyasal incelemeleri ile C. diphtheriae tanımlanmalı ve toksin oluşturma özelliği in vitro ve in vivo deneylerle incelenmelidir. Normalde farenks, konjunktiva ve deride genel olarak difteroid basil denilen C. hoffmanii, C. xerosis, C.striatum gibi korinebakteriler bulunduğu için ve bunlarla difteri basili karışabileceği için toksin araştırma deneyleri önemlidir.
Ayırıcı tanı
Difteri anjini; streptokoksik anjin,infeksiyöz mononükleoz, adenoviruslara bağlı membranöz anjin, vincent anjini gibi diğer membranlı anjinlerle karışabilir.
Difteri krupu; diğer infeksiyöz kruplar (H. influenzae, viruslara bağlı), spazmodik krup, larenksin anjiyonörotik ödemi, larenksde yabancı cisim varlığı gibi hastalıklarla karışabilir. Burun difterisi; nezle, burunda yabancı cisim ve sifilitik lezyonlarla karışabilir.
Difteriye ve ayırıcı tanıda düşünülen hastalıklara ait tanı yöntemleri ile ayırıcı tanı yapılır.
Prognoz
Difteri anjini; streptokoksik anjin,infeksiyöz mononükleoz, adenoviruslara bağlı membranöz anjin, vincent anjini gibi diğer membranlı anjinlerle karışabilir.
Difteri krupu; diğer infeksiyöz kruplar (H. influenzae, viruslara bağlı), spazmodik krup, larenksin anjiyonörotik ödemi, larenksde yabancı cisim varlığı gibi hastalıklarla karışabilir. Burun difterisi; nezle, burunda yabancı cisim ve sifilitik lezyonlarla karışabilir.
Difteriye ve ayırıcı tanıda düşünülen hastalıklara ait tanı yöntemleri ile ayırıcı tanı yapılır.
Tedavi
Difteri tedavisinin temel taşını antitoksin uygulaması oluşturmaktadır. Antitoksik tedavide kullanılan serum atlardan elde edilen difteri antitoksinidir, yani heterolog serumdur. Toksin hücrelere bağlandıktan sonra antitoksinle nötralize edilemediği için, difteri antitoksini hastalıktan şüphe edildiğinde en kısa sürede verilmelidir. Antitoksin dozu difteri membranının büyüklüğüne ve hastalığın süresine göre ayarlanmalıdır. İlk 48 saat içinde başvuran larenks ve farenks tutulumunda 20.000-40.000 ünite, nazofarenks tutulumunda 40.000-60.000 ünite, üç günden sonra başvuran ağır olgularda ve boyunda şişlik olan olgularda 80.000-100.000 ünite antitoksin yavaş intravenöz veya i.m. uygulanmalıdır. Heterolog seruma karşı aşırı duyarlılık reaksiyonu olabileceğinden, hastanın alerji öyküsü sorgulanarak gereken olgularda 1/10 sulandırılan antitoksin konjunktivaya damlatılarak; 1/ 10 veya 1/ 100 lük sulandırımla intradermal test yapılmalıdır. Alerji durumunda sulandırılmış serumla başlayıp, doz giderek artırılmak suretiyle desensitizasyonla antitoksin uygulanmalıdır.
Tedavinin ikinci basamağını antibiyotik tedavisi oluşturmaktadır. Difteri tedavisinde önerilen antibiyotikler penisilin veya eritromisindir. Akut dönemde parenteral başlayan tedavi hasta iyileşince oral şekle dönüştürülerek 14 güne tamamlanmalıdır. Erişkinde günlük 10 milyon -20 milyon Ü kristalize penisilin veya günde iki kez 800.000 Ü prokain penisilin şeklinde uygulanabilir. Eritromisin günde dört kez 500 mg uygulanmalıdır. Eritromisinin çocuk dozu 30-40 mg / kg / gün’dür.
Difteri hastalığının tedavisinde destekleyici yöntemler de önemlidir. Hastalığın akut döneminde yatak istirahati, parenteral beslenme, gerektiğinde intübasyon veya trakeostomi ile mekanik solunum desteği verilmelidir. Kardiyak koplikasyonlar yakından izlenmeli, aritmiler ve kalp yetmezliği için uygun ilaçlarla tedavi edilmelidir.
Korunma
Difteriden korunmanın esasını toksoid aşı ile rutin aşılama oluşturmaktadır. Çocukluk çağının aşılama şemasında difteri-boğmaca- tetanoz (DBT) karması içinde bebek doğduktan sonra ikinci ayda başlayarak bir veya iki ay ara ile üç kez, bir yıl sonra ve okul öncesi olmak üzere iki kez daha uygulamadan sonra azaltılmış erişkin dozu içeren difteri-tetenoz (dT) karma aşısı ile on yılda bir rapellerinin yapılması gereklidir. Özellikle son yıllarda görülen salgınlarda erişkin yaş grubunda difteriye yakalanan olgularda serum antitoksin düzeyinin koruyucu miktarın (0,01 ünite/ ml) altında saptanması, erişkin aşılamasının gerekliliğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
1913’lü yıllarda difteriye karşı kişinin bağışık olup olmadığını araştırmak için Schick testi uygulanmaktaydı. Schick testi; 1/50 MLD oranında sulandırılmış difteri toksinin 0.1 ml intrakütan enjeksiyonu ile yapılır. Enjeksiyon yerinde 48-72 saatte eritem, kızarıklık, nekroza kadar giden reaksiyon oluşursa test pozitiftir. Bu durumda kişi bağışık değildir, difteriye yakalanabilir. Bugünkü koşullarda difteri antikorları serolojik yöntemlerle araştırılabilmektedir, deri testine gereksinim kalmamıştır.Salgınlar sırasında veya sporadik olgularda asemptomatik taşıyıcıların 7-10 gün süreyle penisilin veya eritromisinle tedavi edilmesi gereklidir. Diğer yandan difterili olgular kültür kontrolleriyle bakteri üretilmesi negatifleşinceye kadar izole edilmelidir.
DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU
DEHB genellikle erken çocukluk döneminde kendini göstermeye başlayan nörogelişimsel bir bozukluktur. DEHB’unda görülen davranışların altta yatan nedeni dikkatin zayıf oluşu, aşırı hareketlilik ve dürtüselliktir.
5 yaşının altındaki birçok çocuk dikkatsizdir ve yerinde durmakta güçlük çeker. Bu o çocukların DEHB’na sahip olduğu anlamına gelmemektedir. Dikkatsizlik ve aşırı hareketlilik aynı yaştaki diğer çocuklarla karşılaştırıldığında aşırı ise ve çocuğun okul, sosyal ve aile yaşamını olumsuz etkiliyor ise bir problem olmaya başlar.
Ne sıklıkla görülür?
Okul çağındaki çocukların %2 ile %5’i arasında DEHB bulunmaktadır. Erkek çocuklar kızlara göre DEHB’ndan daha fazla etkilenmektedir.
DEHB’na ne sebep olur?
DEHB’na neyin neden olduğu tam olarak bilinmemektedir. Genetik faktörler ve ailesel geçiş nedenleri ön planda olduğu DEHB’nda sosyal faktörler de dikkat çekmektedir. Bazen anne-babalar çocuklarını kontrol edemedikleri için kendilerini suçlanmış hissederler fakat zayıf ebeveynlik becerilerinin doğrudan DEHB’na neden olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Diğer taraftan DEHB olan çocuklarla baş etme ve onlara yardımcı olmada anne-babaların rolü büyüktür.
Belirtiler nelerdir?
DEHB yaşa, ortama (örneğin okul, ev, oyun alanı) ve hatta istekliliğe göre (örneğin çocuğun sevdiği bir aktiviteyi yapması) farklı davranışlarla kendini gösterebilir.
Tüm çocuklar, tüm belirtilere sahip değildir. Bu da DEHB’nun bazı çocuklarda kendini sadece dikkat zayıflığı belirtileri ile gösterirken diğerlerinde de sadece aşırı hareketlilikle kendini gösterebileceği anlamına gelir.
Dikkat problemi olan çocuklar, unutkan olabilirler, dikkatleri çabuk çelinir, dinlemiyormuş gibi görünür, organize olamaz, dağınıktır, bir işe başlaması yüzyıllar alabilir ve başladıklarında da o işi nadir olarak bitirebilirler.
Aşırı hareketli çocuklar ise huzursuz görünür, kıpır kıpırdır, yerinde duramaz, enerji doludur, sürekli aktif ve meşguldür. Hiç durmadan konuştukları için sesli ve gürültülü görünebilirler.
Dürtüsellik belirtileri olan çocuklar, düşünmeden hareket ederler. Oyunlarda sıra bekleme ya da kuyrukta bekleme konusunda güçlük yaşarlar ve sık sık diğerlerinin sözünü keserler.
DEHB olan kişinin başka hangi problemleri olur?
DEHB olan çocukların bunun yanı sıra öğrenme güçlüğü, otizm, davranım bozukluğu, kaygı ve depresyon gibi başka problemleri de olabilir. Nörolojik problemler, tikler, tourette, epilepi de eşlik edebilir.
DEHB olan çocuklar koordinasyon, sosyal beceri güçlükleri yaşayabilir ve organize olmakta güçlük çekebilirler.
DEHB ne kadar sürecek?
DEHB tanısı almış her 3 çocuktan 1’i büyüdükçe bu durumları kaybolabilir ve yetişkin olduklarında tedavi gerektirmeyebilir. Kendi durumlarına göre uzmanlaşmış tedavi görenler bu tedavilerden çok fayda görebilirler. Bu sayede öğrenme hedeflerini yakalayabilir, okul başarılarını arttırabilir ve arkadaş edinebilirler.
Bazıları evlerini ve işlerini kendilerine göre düzenleyerek iyi bir uyum sağlayabilirler. Fakat bazılarının da yetişkinlikte bile tedavi gerektirecek büyük problemleri olabilir. Diğer yandan ilişkilerinde, işte, duygu durumlarında ve alkol madde kullanımı ile ilgili güçlükler yaşayabilirler.
Nasıl tanı konur?
DEHB için tanı koydurucu tek ve basit bir test yoktur. Tanı koymak için genelde Çocuk Psikiyatri Uzmanı tarafından yapılan özel ve ayrıntılı bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Tanı koyarken çocuğun davranış örüntülerinden, gözlemlerden, evde ve okuldaki davranışıyla ilgili raporlardan faydalanılır. Bazı çocuklar için bu konuyla ilgili özel değerlendirme ve testlerin Klinik Psikolog tarafından uygulanmasına ihtiyaç vardır.
Nasıl tedavi edilir?
DEHB olan bir çocuğun güçlükler yaşadığı tüm ortamlarda tedaviye ihtiyacı vardır. Bu da evde, okulda, arkadaşlarıyla ve toplum içinde destek ve yardıma ihtiyacı olduğu anlamına gelir.
İlk olarak, ailenin, öğretmenlerin ve uzmanların çocuğun durumunu ve onu nasıl etkilediğini anlaması çok önemlidir. Çocuk büyüdükçe kendisinin de durumunun bilincinde olması ve nasıl baş edeceğini öğrenmesi gerekir.
Öğretmenler ve anne-babaların ödül tabloları gibi davranışla baş etme stratejileri kullanmaları gerekebilir. Ebeveynlik eğitimlerinin anne-baba ya da aileye çocuklarının aşırı hareketliliğinden kaynaklanan karşı gelme davranışlarıyla baş etmede çok yardımı olur.
Okulda, sınıftaki ve ev ödevlerindeki günlük çalışmaları için yardımcı olacak eğitimsel desteğe ihtiyaç duyabilirler. Ayrıca kendine güveninin gelişmesi ve sosyal becerilerini geliştirmek için yardıma ihtiyacı olabilir. Kendine güveninin artmasında uygulanan Oyun Terapisi’nden fayda görebilir. Hem çocuğun potansiyelinin en iyisini gerçekleştirdiğinden hem de DEHB belirtilerinin tedavi edildiğinden emin olmak için ev, okul ve çocuğu tedavi eden uzmanların çok iyi iletişim halinde olması önemlidir.
İlaçlar orta derece ile ileri dereceli DEHB’nun kontrolünde önemli bir rol oynar. İlaçlar aşırı hareketliliğin azalmasına ve konsantrasyonun gelişmesine yardımcı olur. Gelişmiş konsantrasyon becerisi çocuğa öğrenmek ve öğrendiği becerileri uygulamak için zaman ve fırsat tanır.
Çocuklar sık sık ilacın diğer insanlarla iyi geçinmelerine, bazı şeyleri daha iyi anlayabilmeyi sağlayacak şekilde daha net düşünmelerine ve kendilerini daha iyi kontrol etmelerine yardım ettiğini söylerler. DEHB olan çocukların tümü ilaca ihtiyaç duymaz, ve tedavinin Çocuk Psikyatri uzmanı tarafından yapılan ayrıntılı değerlendirme ile karar verilir.
Ebeveynler neler yapabilir?
DEHB olan çocuklar evde, okulda ve dışarıda çok zorlu davranışlarla kendini gösterebilir. Fakat her ne olursa olsun çocukların kesinlikle sınırlara ve disipline ihtiyacı vardır. DEHB’nun olması size karşı gelebileceği ya da uygunsuz davranabileceği (örneğin küfür etmesi ya da şiddet göstermesi gibi) anlamına gelmez. Sağlıklı yaşam tarzı ile birlikte dengeli beslenme ve fiziksel aktivite işe yarayabilir.
DEHB olan çocuklar dikkat sürelerinin kısalığı ve yüksek enerji seviyeleri nedeniyle kolayca hayal kırıklığına uğrayabilirler. Aşağıdaki önerilerinden bazıları bu problemle baş etmekte yardımcı olabilir:
• Basit yönergeler verin. Diğer odadan ona bağırmak yerine yakınında durun, gözünün içine bakın ve yavaşça ve sakince ne yapmasını istediğinizi ona söyleyin
• Başardığı ne kadar küçük bir şey olsa da gerekeni yaptığında çocuğunuzu övün
• Eğer ihtiyaç duyuyorsa yapması gerekenleri liste halinde yazın ve rahatça görebileceği bir yere asın (örneğin odasının kapısına, banyoya gibi)
• Ev ödevi yapmak ya da ayağa kalkmadan yemek masasında oturmak gibi yerine getirmesi gereken tüm görevleri 15-20 dakika gibi daha kısa zaman aralıklarına bölün
• Basketbol, futbol, yüzme gibi enerjisini harcayabileceği aktiviteler sunun ve bunlar için ona zaman tanıyın
• Beslenmelerini düzenleyip, katkı maddelerinden uzak durmak da işe yarayabilir. Beslenmenin bazı çocuklar üzerindeki etkilerine dair bazı kanıtlar bulunmaktadır.
Çocukların bazı gıda katkı maddelerine ve gıda boyalarına karşı hassasiyeti olabilir. Eğer anne-baba çocuğun yediği bazı şeylerin hiperaktivitesini arttırdığını fark ediyorsa bu yiyeceklerden kaçınılması iyi olur. Bu konuyu doktorunuzla ya da diyetisyeninizle konuşmanız en iyi sonucu verecektir.
Çocuklarında DEHB olsun ya da olmasın birçok anne-baba ebeveynlik eğitimlerinden fayda görmektedir. Aynı zamanda çocuklarında DEHB olan aileler için düzenlenmiş destek ve psikoterapi grupları da faydalı olabilir.
DEHB tedavisinde kullanılan ilaçlar nelerdir?
DEHB tedavisinde kullanılan ilaçlar iki ana gruba ayrılır:
Stimulanlar (örneğin Metilfenidat ve Dexamphetamine) ve Stimulan Olmayanlar (örneğin Atomoksetin).
Stimulan ilaçların kişinin kendisini daha uyanık , dikkatli ve enerjik hissetmesine sağlama etkisi vardır. DEHB olan kişide bu tür ilaçlar dikkati arttırır ve aşırı hareketliliği azaltır. Stimulan olmayan (uyarıcı olmayan) ilaçlar doğası gereği kişiyi uyanık ve canlı yapmaz. Fakat, DEHB’nda bulunan dikkatsizlik ve aşırı hareketliliği azaltırlar.
Bazen DEHB ile ilişkili uyku bozuklukları ve zorlayıcı davranışlar gibi problemlerin çözümüne yardımcı olmak için de başka ilaçlar kullanılabilir.
İlaçlar nasıl etki eder?
İlaçlar beyinde ‘Nöradrenalin’ ve ‘Dopamin’ denilen kimyasallara etki eder. Beynimizde dikkati ve davranışlarımızı kontrol eden bölümleri etkiledikleri görülmektedir. Zayıf dikkat, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtilerini kontrol etmeye yardımcı olurlar.
İlacın işe yaradığını nasıl anlarım?
İlaç işe yaramışsa;
• Çocuğunuz daha iyi ve daha uzun süre konsantre olmaya başlamıştır
• Huzursuzluk hissi ve aşırı hareketliliğinde azalma olmuştur
• Kendini daha iyi kontrol edebiliyordur
Bazen okul öğretmenleri gelişimi sizden daha önce fark ederler.
İlaçların yan etkileri nelerdir?
Birçok ilaçta olduğu gibi istenmeyen etkiler görülebilir. Fakat herkeste yan etki görülmez ve çoğu yan etki hafiftir ve kullanmaya devam ettikçe yan etkiler azalır. Doz yavaş yavaş yükseltilirse yan etkinin görülme ihtimali azalır. Bazı anne-babalar bağımlılıktan endişe eder, fakat böyle bir problem olabileceği ile ilgili kanıta rastlanmamıştır. Metilfenidatın en sık görülen yan etkileri şunlardır:
• İştahsızlık
• Uykuya dalmada güçlük
• Hafif baş ağrısı
Daha ender görülen ve dikkat edilmesi gereken yan etkiler ise şöyle sıralanabilir:
• Aşırı odaklanma, sessizlik ve bakakalma gibi belirtiler dozun yüksek olduğuna işaret edebilir
• Kaygı, sinirlilik, alınganlık ve kolay ağlama
• Karın ağrısı ya da hasta hissetme
• Baş ağrısı, baş dönmesi, sersemlik hissi
• Tikler ya da seğirmeler
Uzun vadede çocuklar sürekli metilfenidat kullandıklarında bazen gelişim yavaşlar. Araştırmalar metilfenidat kullanmanın yetişkin uzunluğunu 2 ile 5 cm arasında kısaltabileceğini göstermektedir. Bu yavaşlama ergenliğin sonuna doğru hız kzanarak normal seviyeye geldiği bilinir.
Bunlar yan etkilerin etraflıca yazılmış hali değildir. Normalden farklı birşey fark ederseniz hemen doktorunuzla temasa geçmelisiniz.
İlacı vermeden önce bilmem gereken bir şey var mı?
Herhangi bir ilacı vermeden önce doktorunuza şunlardan mutlaka bahsetmeyi unutmayın:
• Çocuğunuzda görülebilecek alerjiler
• Vitamin ve katkı dâhil diğer aldığı tüm ilaçların isimleri
• Daha büyük yaştaki kızlar için hamile kalma riski olup olmadığı
• Sizde ya da ailenizde herhangi bir kişide fiziksel sağlık problemleri olup olmadığı (örneğin yüksek tansiyon, kalp problemleri ya da tekrarlayan hareketler ve tikler)
İlaçları almadan önce ya da alırken yapılabilecek belli testler var mıdır?
İlaçları kullanmaya başlamadan önce çocuğunuz özellikle kalp atış hızı, kan basıncı, büyümesi/gelişimi ve herhangi bir tıbbi problemi olup olmadığı ile ilgili doktor kontrolünden geçmelidir. Bazen kan tahlili ya da kalbin elektriksel aktivitesini ölçmek üzere EKG yapılması gerekebilir.
İlacı alırken de doktorunuz herhangi bir yan etki görülüp görülmediğini takip etmenin yanı sıra düzenli olarak çocuğunuzun kalp atım hızını, kan basıncını, kilo ve boyunu ölçecektir.
İlacı vermekle ilgili bilmem gerekenler nelerdir?
Bilinmesinde fayda olan bazı önemli noktalar şunlardır:
Yapın
• Sadece doktorunuzun ilacı vermenizi söylediği zamanlarda ilacı verin
• İlaçla ilgili değerlendirmenin yapılabilmesi için düzenli olarak kontrol randevularınıza gidin
• İlacı güvenli bir yerde saklayın
• Çocuğunuzun ilacı yutarak kullandığından emin olun, çiğnemesin ya da kırmasın
• Çocuğunuzun yeterince sıvı aldığından emin olun, özellikle sıcak havlarda ve fiziksel aktivitesinin fazla olduğu/spor yaptığı günlerde
Yapmayın
• İlacın bir dozunu kaçırırsa diğer dozu ikiye katlamayın
• Doktorunuzla görüşmeden ilacı vermeyin
• Eğer tanıdığınız bir kişinin güçlüklerinin sizinkiyle benzer olduğunu düşünüyorsanız bile kesinlikle ilacı kullanması için başkasına vermeyin
Ne kadar süre ilaç kullanması gerekiyor?
Birçok çocuk ve genç en azından eğitimlerini ve okullarını bitirene kadar ilaca ihtiyaç duyar. Küçük bir kısmı yetişkinlikte bile ilaca ihtiyaç duyabilir. Bazı çocuklar ilaca sadece belli zamanlarda/belli sürelerle ihtiyaç duyar (örneğin, bazılarının sadece okuldayken alması yeterlidir ve hafta sonları ya da okul tatil olduğu zamanlarda alması gerekmeyebilir).
Doktorunuz ilaca devam etmeye ihtiyacı olup olmadığını kontrol edecektir.
Bu ilaçları kullanmak araba kullanmayı ve hatta orduda görev yapmak gibi belli meslek seçimlerini etkileyebilir. Çocuğun bunun bilincinde olması ve büyüdükçe bunu doktoruyla konuşması önemlidir.
İlacı bırakmak belirtilerin geri dönmesine neden olabilir ve DEHB olan gençler ilacı bıraktıklarında kendilerini eğitimlerinde, işlerinde ve sosyal yaşamlarında dürtüsel davranarak ya da alkol ve madde kullanarak riske atabilirler.
Unutmayın: Eğer ilaçla ilgili başka sorunuz olursa, doktorunuzla irtibata geçmekten çekinmeyin.
DİL FELCİ
Dil felci, dil kaslarının istemsiz şekilde kasılarak işlevini zamanla kaybetmesidir. Birey zamanla yemek dahi yiyemez hale gelir. Acilen dilde kasılmalar başladığında, ertelenmeden doktora başvurulmalıdır. Her hastalıkta olduğu gidi dil felcinde de erken tanı büyük önem taşımakta ve tedavi sürecinin daha rahat atlatılmasını sağlamaktadır. Her yaşta görülebilen genellikle aşırı stres ve sıkıntı sonucu meydana gelen küçük büyük ayırt etmeyen bir hastalıktır. Halk arasında inme olarak adlandırılır. Dil felci aniden birkaç dakika içerisinde meydana gelir. Dil kaslarında istemsiz, engel olamadığınız küçük kasılmalarla başlar.
Zamanla dil tamamen kontrolünüzden çıkarak işlevini yitirmeye başlar. Küçük kasılmaları dikkate almazsanız zamanla derecesi artarak sizi yemek dahi yiyemez ve konuşamaz hale gelmenize sebep olur. Dil felci, dilin bazen sadece sağ bölümü bazen sol bölümü bazen de orta kısımda kasılmalarla başlar. Felç/inme vakaları arasında en sık rastlanan türü dil felcidir. Dil ve ağız uzuvları, psikolojik durumunuzdan en çabuk etkilenen organ kısmıdır. En basitinden sıkıntılı ve korkulu bir gece geçirip uykuya daldığınızda sabah sizi uçukla dolu bir dudak karşılar. Bu nedenle en ufak şeylere sıkıntı edip kafanıza takmamanızı öneriz. Kafaya takılacak gerçekten önemli bir sorunum veya sorunlarım var diyorsanız da Mevlana’nın şu güzel öğüdünü hatırlayalım ’’bu da geçer ya hu ‘’…
DİL FELÇİ NEDENLERİ
• Aşırı üzüntü ve stres
• Merkezi sinir sistemi bozukluğu
• İstemsiz kas kasılmaları/kas işlevlerindeki bozukluklar
• Ani psikolojik çöküntüler
• Beyne giden kan damarlarında tıkanıklık oluşması
• Bazı hastalıkların yan etkisi olarak dilin ve kasların işlev kaybına uğraması
• Psikolojik rahatsızlıklar, travmalar yaşanan bir dönemden geçme
DİL FELCİ BELİRTİLERİ
• Dilde ara sıra meydana gelen kısa süreli uyuşukluk
• Yemek yemede, yiyecekleri çiğneme ve çevirmede yaşanan zorluklar
• Dilin tat alma duyusunda kayıplar meydana gelmeye başlaması
• Dilin hareketlerinde yavaşlamalar oluşması
• Bireyin konuşmasında fark edilir derecede de yavaşlamalar oluşması
DİL FELCİ TEDAVİSİ
Birey dilinde en ufak bir aykırılık hissettiğinde ilk iş ihmal etmeden, ertelemeden doktora gitmeli ve kontrolden geçmelidir. İlk müdahale doktor tarafından vakit kaybetmeden yapılmalıdır. Birçok nedeni vardır, sizdeki o anki anomaliye sebep olan etken doktor tarafından teşhis edilmeli ve bir an önce uygun tedavi yöntemi belirlenerek vakit kaybetmeden uygulamaya geçilmelidir.
DİL İLTİHABI
Tıp dilinde Glossit adı verilen dilin üzerinde farklı nedenlerden dolayı çıkan ağız yüzeyinde çıkan iltihaplanmadır. Genellikle ağız hijyeninin eksik olduğu durumlarda, bakımın yetersiz ve kötü koşullarda yapılması sonrası ortaya çıkabilir. Bunun dışında özellikle yoğun bakım ünitelerinde uzun süre yatan hastalarda eksik ağız bakımı yapılması sonucu ortaya çıkabilir. Konuşamayan, ağızdan beslenemeyen hastalarda dil yeme, tat alma işlevini yavaş yavaş yitirmeye başladığı için dil üzerinde kabuk tarzında lezyonlar meydana gelebilir. Bu lezyonlar temizlenmediği sürece zaman geçtikçe dil, diş, diş eti ve ağız içi enfeksiyonlarına neden olabilir. Bu durum bebek, çocuk ve yaşlılarda çok görülür. Kendi kişisel bakımını yapmakta yetersiz oldukları için mutlaka yardım almaları gerekir.
DİL İLTİHAPLANMASININ BELİRTİLERİ
• Dilde pullanma,
• Kızarıklık, yanma,
• Dilin hareketlerinde zorluk çekme,
• Dil kenarların ülserleşme,
• Dil üzerinde kabarcıklar oluşmasıdır.
Bu belirtilerin takip edilmesi, birey ev ortamında ise ve bu belirtiler her geçen gün artıyor ise mutlaka bir hastaneye ve alanında uzman bir hekime başvurması gerekir. Bu belirtiler bebekte görülüyor ise ebeveyn tarafından günlük ağız bakımı yapılmalı ve ağız içi temiz tutulmalıdır. Emzirme işleminden sonra ağız içinin temiz nemli bir bez ile hafif masaj hareketleri ile silinmesi bebeğin ağız içi mukozasını korumasına, dil ve ağız içi iltihabın önlenmesine yardımcı olur. Belirtiler yaşlılarda görülüyor ise bireye ağız içi bakımı ile ilgili eğitim verilerek bireyin kendi bakımını yapması beklenir. Birlikte yapılarak gösterme şeklinde girişimler uygulanarak birey teşvik edilir.
DİL İLTİHAPLANMASININ TEDAVİSİ
Ağız ve diş sağlığının dikkat edilmesi tantum garara kullanılması gerekebilir. Belirtiler çok ilerlemiş ise mutlak suretle hekimin görmesi ve tedavi seçeneğine karar vermesi gerekir. Okul öncesi ve okul çağındaki çocuklara ağız bakımı ve diş fırçalama eğitimleri verilerek ağız hijyeni benimsetilir. Evde de bu uygulamalar anne veya baba tarafından kontrollü bir şekilde devam ettirilmesi gerekir ki çocukta bu uygulama alışkanlık haline gelebilsin. Yetişkin ve yaşlı bireylerde ise birey kendi kendine ağız bakımı yapmayı öğrenmesi ve bunu istenilen şekilde yapması beklenir.
DİL ÜLSERİ
Aft ve uçuk olarak kategorize edilen ve tıptaki adı “aftöz ülser” olan dil ülseri, dil üzerinde beyaz nokta şeklindeki lezyonlar ile karakterizedir. Her 100 kişiden en az birinde meydana gelebilen dil ülseri hastalığı hakkında merak edilen tüm detayları burada bulabilirsiniz… Dil ülseri nedir? Dil ülserinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Dil ülseri Ağız bakımının yetersiz olarak yapılması, ağız enfeksiyonları ve ağız kanseri gibi pekçok nedene bağlı olarak ortaya çıkar. Beyaz olan dil ülserleri genellikle ciddi bir soruna yol açmaz, ancak iltihap nedeniyle koyu pembe renk alan ülserler kanamaya neden olabilir. Dil üzerinde görülen bu yaralar yanak ve dudak içlerinde, diş etlerinde ve damak üzerinde oluşabilmektedir. Bu ülserler tek başına veya kümeler halinde görülebilir. Dil ülserinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi ile ilgili bilinmesi gerekenler burada…
DİL ÜLSERİ NEDENLERİ
– Duygusal stres
– Uyku eksikliği
– Hormonal dengesizlik
– Gıda alerjisi
– Adet dönemleri
– Ağız hijyeni eksikliği
– Viral enfeksiyonlar
– Genetik özellikler
– Ani kilo kaybı
– Turunçgillere verilen tepki
– Zayıflamış bağışıklık sistemi
– Dili ısırma veya diş fırçası nedeniyle dilin tahriş olması
– Sodyum lauril sülfat içeren diş macunları
– B-12, demir veya folik asit eksikliği
Dil ülserine neden olan bazı hastalıklar
– Crohn hastalığı
– Ülseratif kolit
– Çölyak hastalığı
– Behçet hastalığı
Önlenebilir diğer nedenler
– Tütün çiğneme
– Sigara kullanma
– Aşırı alkol tüketimi
– Aşırı baharatlı yiyeceklerin sık tüketimi
– Aşırı çay ve kahve tüketimi
– Sert kimyasallar içeren diş macunu ve gargara suyu kullanımı
DİL ÜLSERİ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Dil ülseri nedenine bağlı olarak farklı belirtiler gösterebilir. Genellikle dilde yanma hissi, ağrı ve iltihaplanmalar şeklinde görülebilir. Diğer belirtiler ise şunlardır:
– Yutma güçlüğü
– Boğaz ağrısı
– Dil şişmesi
– Konuşurken rahatsızlık hissi
– Dilde morarma ve kanama
Daha az görülen belirtileri ise;
– Vücutta ağrı
– Ateş
– İshal
– Deride döküntüler
– Aşırı yorgunluk ve halsizlik
– Şişmiş lenf bezleri
Eğer dil ülseri yüksek ateş, solunum bozukluğu, dilde ve gırtlakta ani şişlik ile birlikte görülüyorsa acil tıbbi yardım alınmalıdır.
DİL ÜLSERİ TEDAVİSİ
Dil ülserinin tedavisi de en az teşhisi kadar basittir. Ancak hastalığın tedavisinin yüksek başarılar verebilmesi amacıyla hastalığın ilk belirtileri görülmesi durumunda hemen doktora başvurulmalı ve gerekli tedaviye başlanılmalıdır. Dil ülseri hastalığının tedavisinde genellikle doktor tarafından reçeteli olarak yazılan ülser ilaçları verilmektedir. Dil ülseri üzerinde oldukça etkili olan bu ilaçlar sayesinde hastalık kısa sürelerde yok edilebilmekte ve hasta tedaviden bir süre sonra günlük hayatına kaldığı yerden devam edebilmektedir. Ancak çok nadiren de olsa dil ülseri hastalığının ilerlemesi durumunda ilgili doktorun gerek görmesi durumunda cerrahi müdahale gerçekleştirilebilmektedir.
Ayrıca B kompleks tabletler ve vitamin takviyesi kullanmak yaralara iyi gelebilir. Yaraların üzerine gliserin içeren krem sürmek morlukların ve iltihabın hafiflemesine yardımcı olabilir. Yaralar çok ağrılıysa doktorunuzdan ağrı kesici talep edebilirsiniz.
Tahrişi ve ağrıyı hafifletmek için evde bazı yöntemleri uygulayabilirsiniz.
Tuzlu suyla gargara yapmak ilk başta biraz acı vermekle birlikte yaraların iyileşme sürecini hızlandırabilir
– Ülser üzerine Hindistan cevizi yağı veya bal sürmek acıyı hafifletebilir
– İncir yapraklarını ezdikten sonra balla karıştırarak yaraların üzerine koyabilirsiniz
– Yeşil elma ve muz yemenin bu tür yaraların iyileşmesine yardımcı olduğu bilinmektedir
– Bağışıklık sistemini güçlendirmek için daha sık yoğurt yiyebilir ve C vitamini takviyesi kullanabilirsiniz
– Ağızda yara ve enfeksiyona neden olan bakterilerin gelişmesini engellemek için, ağzınızı her gün düzenli olarak tuzlu suyla çalkalayabilirsiniz.
DİRSEKTE SİNİR SIKIŞMASI (KUBİTAL TÜNEL SENDROMU)
Kubital tünel sendromu, ulnar sinirin dirseği geçtiği yerde sıkışmaya uğraması ile ortaya çıkan bir rahatsızlıktır.
Ulnar sinir, omurganızdan elinizdeki bazı kasları çalıştırmakta, küçük ve yüzük parmağınızda his duyusunun olmasını sağlamaktadır. Sinir kola inerken, dirsekte medial epikondil adı verilen kemik çıkıntılı bir bölgede öne geçer. Bu noktada yüzeye oldukça yakınlaşır. Bu alana ani bir dokunuşla, sıklıkla ulnar sinirin geçici iritasyonunu yaşayabilirsiniz.
Ağrıya neden olabilir ve elinize karıncalanmaya neden olabilir, bu yüzden bu alan genellikle “komik kemik” olarak bilinir.
Günlük hayatımız sırasında bu sinir gerilebilir ve etrafında dolaşırken dirsekteki kemik çıkıntı arasında sıkışabilir. Sinir aşırı bası altında kalırsa veya düzenli gerilirse, daha uzun süren ‘ulnar sinir’ belirtileri oluşabilir.
Elimizdeki kasların çalışması ve duyusunun hissedilmesi Median, Ulnar ve Radial sinir olarak isimlendirilen üç adet sinir tarafından sağlanır. Koltuk altından gelen Ulnar sinir, dirsek seviyesinde iç yan kısımda tünel benzeri bir yapı içerisinden geçerek ön kol bölgesine kubital-tunel girer. Ulnar sinirin cilt altında bulunan bu tünelde sıkışması ‘Kubital Tünel Sendromu’ olarak adlandırılır. Sinir tünelden geçtikten sonra elin yüzük parmağı ve küçük parmağında sonlanır.
Kubital tünel sendromu dirsek çevresindeki eski kırıklar, tünel içinde yer kaplayan kitleler, romatoid artrit gibi bağ dokusu hastalıkları sonucu gelişebilse de hastaların büyük çoğunluğunda belirgin bir neden saptanamaz. Kubital tünel sendromunun en sık rastlanılan belirtileri ulnar sinirin elde yayılımına uyan bölge olan küçük parmak ile yüzük parmağının yarısında uyuşma, ağrı ve duyu kaybıdır. İleri dönemlerde parmakları birbirine yaklaştırmada güçlük çekildiği, eli düz tutmaya çalışırken 4. ve 5. parmakların geri doğru kıvrıldığı görülür.
Kubital tünel sendromunun (dirsekte sinir sıkışması) tanısı hastaların klinik muayenesi ile konulur. Tanıyı doğrulayan standart inceleme yöntemi, EMG olarak adlandırılan elektrodiagnostik incelemelerdir. Bu incelemeler ile sinirlerin elektrik iletme gücü ölçülür, böylelikle sinirde bir sıkışma olup olmadığı ve varsa tam hangi seviyede sıkışma olduğu saptanır.
Şikayetlerin yeni oluştuğu hastalarda, siniri sıkıştıracak hareketlerden kaçınılması, dirseği dayayarak oturma alışkanlığından vazgeçilmesi ve geceleri dirseği düz bir pozisyona alacak atellerin kullanımı fayda sağlayabilir.
Kübital tünel sendromunun (dirsekte sinir sıkışması) kesin tedavisi, cerrahi olarak ulnar sinirin gevşetilmesi ve sıkışmaya neden olan dokuların serbestleştirilmesidir. Ameliyat sırasında, dirsek hareketleri ile birlikte sinirin gerilmesini önlemek amacıyla sinir dirseğin ön tarafına nakledilir. Ameliyat çoğunlukla sadece kolun uyuşturulması ile yapılır ve hastalar aynı gün hastaneden taburcu olabilir.
Dirsekte sinir sıkışmasının semptomları neler?
Aşağıdakilerden bir veya daha fazlasını yaşayabilirsiniz.
Dirsek ve el çevresinde ağrı.
Küçük parmak ve yüzük parmakta karıncalanma ve duyu kaybı.
Eldeki bazı kaslarda zayıflama.
Küçük ve yüzük parmaklarını düzeltememek.
Daha az kavrama gücü.
İyi koordinasyon zorluğu.
Dirsekte sinir sıkışmasının sebepleri neler?
Kubital tünel sendromunun birçok nedeni vardır ancak her zaman ulnar sinirin sıkışması veya tahrişinden kaynaklanmaktadır. Yaş ilerledikçe sinirlerimiz daha duyarlı hale gelir. Irritasyonun sıklıkla belirli bir faaliyete bağlı olduğu ortaya çıkarılmıştır. Uzun bir süre zarfında, ulnar siniri tekrar tekrar rahatsız eder.
Bunun örnekleri şöyledir:
Dirseğinizi uzun süre katlamak.
Dirseğinizi katlayarak uyuduğunuzda sinir dokusunun gerilmesine neden olur.
Uzun süreler boyunca, boya yapma, gitar çalma gibi dirseklerinizi tekrar tekrar eğip düzleştirme.
Dirseğin çevresinde yumuşak doku kalınlaşması.
Dirsek çevresi kemiklerde büyüme.
Siniri sıkıştıran bir darbe.
Dirseğin hareketleri sırasında sinirin altta yatan kemiğe sürtmesi.
Eklem deformitesi (artritik değişiklikler veya kırıklar dahil).
Cerrahi dışı tedavisi nelerdir?
Kübital tünel sendromunu başarılı bir şekilde tedavi edebilmek için, soruna neden olan aktiviteyi tespit edip önlemek suretiyle sinir üzerindeki baskıyı azaltmanız önemlidir. Altta yatan sorunu bulmak için günlük ve mesleki faaliyetlerinizde iş ve boş zaman da dahil olmak üzere tüm faaliyetlerinizi ayrıntılı olarak incelemeniz gerekebilir.
Belirtilerinize neden olabilecek bir etkinlik fark ettiğinizde, durumunuzu tedavi etmeye yardımcı olması için bu etkinlikleri gerçekleştirmenin başka yollarını bulmanız gerekir.
Dirsekte sinir sıkışmasının önlemi ve tedavisi nelerdir?
Dirseğinizi geceleyin katlayarak (özellikle el bileğiniz geriye doğru olacak şekilde) uzun süre eğilmiş tutmaktan kaçının.
Elinizi yastığın altına yerleştirmeden.
Tekrarlayan dirsek eğilme ve düzleştirmeyi içeren faaliyetlerden kaçının.
Kollarınızı önünüzde bağlayacak şekilde uzun süre boyunca geçirmeyin.
Ulnar sinire doğrudan baskı oluşturan aktivitelerden kaçının.
Örneğin telefonunuzdayken dirseğinize yaslanmışken, sürüş esnasında dirseğinizi araç kol dayama yerine oturtun.
Semptomlarınız geceleri kötüleşirse, ateller kullanılabilir. Bu, sinir üzerindeki gerginliği azaltmak için en iyi konumda tutmak için tasarlanmıştır. Bazen sinir üzerindeki direkt basıncı azaltmak için bir dirsek pedi takılabilir.
Belirtileriniz yukarıdaki tedavilerle daha iyi gitmezse, ulnar sinir üzerindeki basıyı gecikmeden ortadan kaldırmak için ve cerrahi seçenekleri tartışmak için bir el cerrahına yönlendirilebilirsiniz.
DİSFAJİ (YUTMA GÜÇLÜĞÜ)
Yutma güçlüğüne (Disfaji) özellikle yaşlılarda olmak üzere tüm yaş gruplarında yaygın olarak rastlanır. Disfaji terimi yemeklerin ve sıvıların ağızdan mideye geçmesi sırasında zorluk hissetmeyi ifade eder. Bu duruma çoğu tehlikeli olmayan ve geçici olan birçok faktör neden olabilir. Yutma güçlüğü nadiren tümör veya ilerleyici nörolojik hastalık gibi daha önemli patolojiye işaret eder. Kısa bir süre içerisinde yutma güçlüğü kendiliğinden iyileşmez ise kulak burun boğaz uzmanı tarafından değerlendirilmelidir.
Nasıl yutarız ?
İnsanlar katı yiyecekleri yemek sıvıları içmek ve vücudun ürettiği tükürük ve mukusu yutmak için günde yüzlerce kez yutma işlevini gerçekleştirirler. Yutma işlevinin dört fazı vardır:
1) Birinci faz yiyecek ve içeceklerin çiğnenerek yutmaya hazır hale getirildiği dönem.
2) Ağız fazı boyunca, dil yiyecek ve içecekleri ağızın arka bölümüne iterek yutma yanıtını başlatır.
3) Yutak fazında yiyecek ve içecekler hızlıca yutaktan yemek borusuna geçer.
4) Son faz olan yemek borusu fazında yiyecek ve içecekler yemek borusundan mideye geçer.
Birinci ve ikinci fazlar istemli kontrol altında oluşurken,üçüncü ve dördüncü fazlar kendiliğinden oluşur.
Yutma hastalıklarının nedenleri nelerdir?
Yutma işlevi sırasındaki herhangi bir kesinti yutma güçlüğüne neden olabilir. Yutma güçlüğü sağlıksız dişler, uygun olmayan takma dişler veya soğuk algınlığı gibi basit nedenlere bağlı olabilir. Yutma güçlüğünün en yaygın nedenlerinden biri mideden yemek borusuna geri kaçıştır. Bu durum mide asitinin yemek borusundan yutağa doğru yukarı hareketinin sonucu oluşur. Diğer nedenler arasında felç, ilerleyici nörolojik hastalık, trakeostomi tüpü varlığı, hareketsiz ses teli, ağız, gırtlak veya yemek borusu tümörü ile baş boyun bölgesine uygulanan cerrahi operasyonlar sayılabilir.
Yutma hastalıklarını kim değerlendirir ve tedavi eder?
Yutma güçlüğü inatçı ise ve nedeni bilinmiyor ise bir kulak burun boğaz uzmanı, söz konusu hastanın hikayesini ele alarak muayenesini yapacaktır.
Bu muayene, aynalar veya özel optik sistemle görüntüleme sağlayan endoskoplar kullanarak dilin arka bölümünün, boğaz ve larenksin incelenmesi yoluyla yapılır. Eğer gerekli ise yemek borusu, mide ve oniki parmak bağırsağı incelemesi, kulak burun boğaz uzmanı veya mide ve barsak hastalıkları uzmanı tarafından yapılır.
Bunun sonucuna göre baryumlu yemek borusu geçiş filmi ile yutma mekanizması fonksiyonlarının değerlendirilmesi gerekebilir.
Eğer özel patolojiler söz konusu ise,üst mide- barsak sistem filmi veya videofloroskopi ile beraber radyologla temasa geçilebilir. Böylece yutmanın her dört fazınında değerlendirmesi yapılır. Değişik kıvamda yiyecek ve içecekler kullanarak ve hastaya değişik pozisyonlar verdirerek, yutma yeteneğini değerlendirilebilir. Eğer yutma güçlüğü felç veya ilerleyici nörolojik hastalıklara bağlı ise nörolog tarafından değerlendirilmelidir.
Semptomları nelerdir ?
Yutma güçlüğünün semptomları şunlardır.
Ağızda tükürük artışı
Yiyecek ve içeceklerin boğaza takılması hissi
Boğaz ve göğüste rahatsızlık hissi( Mideden yemek borusuna kaçış var ise – Reflu)
Boğazda yabancı cisim veya parça hissi
Uzamış veya belirgin yutma güçlüğüne bağlı yetersiz beslenme ve kilo kaybı
Yutma sırasında kolayca geçmeyen yiyecek parçaları sıvı ve tükürüğe ve bunların akciğerlere aspire edilmesine bağlı olarak gelişen öksürük ve boğulma hissi.
Tedavi yolları nelerdir ?
Neden belirlenebilmişse, yutma güçlüğü tıbbi tedavi, yutma tedavisi veya cerrahi yöntemlerle tedavi edilebilir.
Bu hastalıkların birçoğu tıbbi tedavi ile tedavi edilebilir. Mide asit salgısını engelleyen ilaçlar kas gevşeticiler ve asit gidericiler var olan ilaçlardan birkaçıdır. Tedavi yutma hastalığının nedenine göre düzenlenir. Mideden yemek borusuna kaçış sıklıkla beslenme ve yaşama alışkanlıklarını değiştirerek tedavi edilebilir. Örneğin :
Hazmı kolay yiyeceklerden oluşan bir diyet ile sık aralıklarla ve az miktarlarda beslenmek
Alkol ve kafeinden uzak durmak
Kilo ve stresi azaltmak
Uyku vaktinden önceki üç saat boyunca yemek yemekten sakınmak
Geceleri yatağın başını yükseltmek.
Eğer bunlar yardımcı olmazsa yemekler arasında ve uyku vaktinden önce asit giderici kullanmak rahatlama sağlayabilir.
Birçok yutma hastalığı yutma tedavisinden yarar görebilir. Yutma kaslarının beraber çalışmasını sağlayan ve yutma refleksinin oluşmasını sağlayan sinirleri uyaran özel egzersizler yaptırılabilir.
Hastalara ayrıca yutma işleminin başarılı şekilde yapılmasına yardımcı olacak vücut ve baş pozisyonlarını öğretebilir.
Yutma güçlüğü olan hastalardan bazıları yetersiz beslenme problemi ile karşılaşırlar. Mesleki terapist beslenme teknikleri hakkında hasta ve ailesine yardımcı olabilir. Bu teknikler hastayı olabildiğince bağımsız kılar. Diyetisyen veya beslenme uzmanı hasta için gerekli olan yiyecek ve içecek miktarını ve ek besinlerin gerekli olup olmadığını belirler.
DİSTİMİ (SÜREGEN DEPRESİF BOZUKLUK)
Distimi; hafif derecede depresyon belirtilerinin en az 2 yıl süresince, arada düzelme dönemleri olmaksızın devamlı olması olarak tanımlanabilir.
Bir kaç gün , bir kaç hafta iyilik dönemleri görülebilir ancak bu iyilik dönemleri 2 ayı geçmez.
Mutsuzluk, karamsarlık hali, istek ve ilgi azlığının yanı sıra kilo değişimleri (iştahsızlık, kilo kaybı veya çok yeme), uyku alışkanlığında değişme (uykusuzluk veya çok uyuma, uyku sürekliliğinde ve kalitesinde azalma), enerji kaybı veya halsizlik, konsantrasyon güçlüğü de gözlenebilmektedir.
Umutsuzluk duyguları ön plandadır. Tüm bunlarla birlikte sosyal ortamlardan çekilme, mesleki işlevsellikte bozulmalar da söz konusudur.
Bu etkiler evlilik yaşamında bozukluklara ve kişinin yaşam kalitesinde düşmeye de neden olabilmektedir.
Distimi için kimler risk altındadır?
Distimi; toplumun %3 ila 5’ini etkilemektedir.
Kadınlarda gözlenme sıklığının erkeklerden iki kat fazla olduğu bilinmektedir.
Ayrıca düşük gelirli, hiç evlenmemiş ve genç yaş grubunda daha yaygın olarak ortaya çıkmaktadır.
Distimi nasıl tedavi edilir?
İlaç tedavisinin yanı sıra etkili bir psikoterapi ile tamamen düzelmek ve yaşama tekrar katılmak, tekrar huzurlu ve keyifli hissedebilmek mümkündür.
DİŞ AĞARTMA (BEYAZLATMA) VE PORSELEN VENERLER
Estetik Dişhekimliği, son yıllarda çok önemli gelişmeler kaydeden ve halende gelişimini sürdüren Dişhekimliği’nin özel bir ilgi alanıdır. Ülkemizde son yıllarda dış görünüşüne önem veren modern bireylerin sayısının artması ile birlikte hastalarımızdan, plastik ve rekonstrüktif cerrahi de olduğu gibi dişhekimliğinde de estetik görüntüyü ön plana çıkaran talepler gelmeye başlamıştır. Bugün, erişkin hastada estetik dişhekimliği uygulamalarını Diş Ağartma ve Porselen Vener uygulamaları altında iki ana grupta değerlendirebiliriz.
Diş Ağartma (Beyazlatma) : Diş dokusuna hiçbir müdahalede bulunmadan, dişin renginin hidrokjen peroksit yada karbamid peroksit içeren jeller ile açılmasıdır. Dişlerin renkleri, intrensek (içsel) yada extrensek (dışsal) olarak veya her ikisi birlikte olacak şekilde koyulaşır. Çok fazla sigara, kahve, çay, kırmızı şarap tüketenlerde, demir preparatları kullananlarda dişlerin renkleri zamanla sarı- kahverengi bir renk kazanmaya başlar, bu extrensek (dışsal) bir renklenmedir ve bu renklenme, hekimin küçük fırçalar ile temizleme pastası kullanarak yapacağı temizlik ile diş üzerinden rahatlıkla kaldırılır. İçsel (intrensek) renklenmenin ise çok çeşitli sebepleri vardır. Çocukluk çağında çok yoğun antibiyotik kullanımı ve yaşın ilerlemesi de dişlerin renklerinin zamanla sarı-gri bir renk kazanmasına neden olabilir ve bu renklenme dıştan yapılan temizlik ile uzaklaştırılamaz. Böyle durumlarda hidrojen yada karbamid peroksit içeren jeller kullanılarak diş ağartması yapılır. Diş ağartması, evde yapılan (home bleaching), klinikte yapılan (office bleaching) bir de ikinin kombinasyonu şeklinde olmak üzere genellikle üç şekilde uygulanır. Evde uygulanan beyazlatma da kişiye özel hazırlanmış ince silikon kalıplar içine % 8 – 18 arası karbamid peroksit içeren jeller konularak renklenmenin şiddetine göre 2-10 saat arası uygulanır. Klinikte yapılan beyazlatma da genellikle % 15- 40 arası hidrojen peroksitiçeren jeller hekim tarafından uygulanır ve bu işlem sırasında dişeti özel bir madde ile örtülür çünkü hidrojen peroksit dişeti ve ağız mukozası için oldukça yakıcıdır. Bu uygulama da yaklaşık yarım ila bir saat arası sürer ve diş renginde gözle görülür bir açılma ortaya çıkar. Önemli olan bu rengin uzun süre korunmasıdır ve bu nedenle beyazlatmaya bir gün sonra kişinin kendisinin uygulayacağı yaklaşık 2-3 hafta boyunca kullanılacak olan ev seti ile devam edilir. Hem klinik hem evde uygulanan kombine beyazlatma işlemi en çok tavsiye edilen yöntemdir çünkü kısa sürede bembeyaz dişlere sahip olmak aşırı hassasiyet sorunlarını da beraberinde getirir ki buda hiç istenmeyen bir durumdur ve kişiyi çok sıkıntıya sokar. Klinik de uygulanan beyazlatma, renk şiddetine göre 2-4 kez tekrarlanabilir ve sonrasında uygulanan hassasiyet giderici jeller ile hasta konforu sağlanır. Beyazlatma sonrası diş renginin korunması kişinin özenine bağlıdır, çok fazla çay, kahve, kırmızı şarap tüketmek rengin geriye dönüşünü hızlandırır, özel beyazlatma macunları kullanımı ile tedaviye devam edilebilir, en kötüsü sigara kullanımıdır eğer çok fazla sigara içiliyorsa diş ağartma uygulamamak en iyisidir. Internet ve diğer alışveriş portallarından elde edilerek hekim kontrolu dışında kullanılan jellerin etkinliği hakkında düşünmek gerekir zira kullanılan jeller sıcağa çok duyarlıdır ve uygun şartlarda saklanılmaz ise kısa sürede inaktif hale gelir ve hiçbir etki göstermeyebilirler. Çok uzun süre kontrolsüz olarak yüksek konsantrasyonda jel kullanımı diş mineleri üzerinde olumsuz etkilere ve çürüğe yatkın diş yüzeylerioluşumuna yol açabilir.
Porselen Venerler: Estetik diş hekimliğinde sık olarak başvurulan oldukça hassas ve genellikle ön dişlere uygulanan bir yöntemdir ve bilinen klasik kuron (kaplama) lara göre çok mükemmel estetik sağlar ve dişetlerine hiçbir zarar vermez. Diş ön yüzeylerinden ortalama yarım mm. aşındırma yapılarak özel ölçü yöntemleri ile ölçü alınır ve model üzerinde ön planlamalar yapılır. Uygun klinik durumlarda bazen hiçbir aşındırma yapılmadan da direkt ölçü alınarak hassas bir çalışma ile porselen vener uygulanabilir. Görüntülerin bilgisayar ortamına aktarılarak planlama yapılması da mümkündür. Burada uygulamayı yapacak olan hekim ve diş laboratuarının bu konuda oldukça deneyim ve bilgi sahibi olmasının büyük önemi vardır. Laboratuarda hazırlanan ince porselen yaprakların provaları yapılır, uygun form ve renk kontrolleri yapıldıktan sonra bitim yapılır çok özel adezivler ile porselen yapraklar diş üzerine yapıştırılır. Zirkonyum ve Empress materyalleri bu amaçla sık olarak kullanılan ileri düzey teknoloji ile üretilmiş ürünlerdir.
DİŞ AĞRISI
Diş çürüğünün ilerlediği durumlarda dişin içerisindeki sinir-damar paketi etkilenebilir ve zamanla ağrı oluşabilir.
Bazı durumlarda ise dişeti hastalıkları nedeniyle ya da travma nedeniyle dişler canlılıklarını kaybedebilir. Böyle durumlarda dişlerin enfeksiyon odağı olmadan ağız içerisinde kullanılabilmeleri için kanal tedavisi yapılması gerekebilir.
Diş ağrısı neden oluşur?
Dişte hissedilen ağrılar diş, dişeti ya da kemik kaynaklıdır. Öncelikle ağrının sebebi saptanmalıdır. Ağrı, çürük, iki diş arasına sıkışan gıdanın yapmış olduğu basınç, dişeti hastalıkları, dişte oluşmuş çatlaklar, dişeti çekilmesiyle açığa çıkan kök yüzeyi, minede meydana gelen aşınmalar ve hatta sinüzit gibi pek çok sebepten kaynaklanabilir. Ancak, diş ağrısının en sık karşılaşılan nedeni yetersiz ağız hijyeni varlığında gelişen derin diş çürükleridir.
Diş çürüğünde ağrı nasıl oluşur?
Dişin en dış katmanı olan minede sinir yoktur bu nedenle dış uyaranlardan rahatsız olmayız ancak içteki dokulara doğru ilerledikçe his artar. Çürüğe neden olan çok sayıda mikroorganizma, çürüğün ilerlemesiyle birlikte dişin içerisinde bulunan sinirlere ulaşabilir. Başlangıçta hafif olan ağrılar çürük ilerledikçe giderek şiddetlenir. Ağrı farklı şekillerde oluşabilir: Soğuk ve sıcak uyaranlara karşı gelişen şiddetli ve uzun süreli ağrı, çiğneme esnasında baskıyla oluşan ağrı veya kendiliğinden başlayıp uzun süre devam eden ağrı görülebilir.
Gece ağrısı nedir? Neden oluşur?
Gece başlayan şiddetli diş ağrısının sebebi ileri derecede çürümüş bir dişin iltihaplanmaya başlamasıdır. Bu iltihabi durum diş içindeki sinir-damar paketinde baskı oluşmasına ve özellikle gece uykudan uyandıracak şiddette zonklayıcı tarzda ağrıya sebep olur.
Diş ağrısı nasıl tedavi edilir?
Diş ağrılarının kendiliğinden geçmesi beklenmemelidir. Halk arasında uygulanan karanfil, sarımsak, alkol, aspirin vb. yöntemler işe yaramamakta hatta diş ve çevresindeki dokulara zarar verdiği için tavsiye edilmemektedir. Ağrı diş çürüğü kaynaklıysa ve çürük ilerleyerek dişin sinirine kadar ulaşmışsa ya da diş siniri başka sebeplerle (travma, diş kırığı vs.) canlılığını yitirmişse, bu dişler ‘kanal tedavisi’ ile tedavi edilebilir. Herhangi bir tedavi uygulanmadığı takdirde enfeksiyon şişliğe neden olabilir, apse oluşabilir. Sonuç olarak tedavi edilmezse dişin çekilmesi gerekebilir.
DİŞ BEYAZLATMA
Dişlerinin renginden memnun olmayan hastalarımıza kozmetik bir çözüm olarak önerdiğimiz diş beyazlatma; sigara, çay, kahve cola v.b içeceklerin fazla tüketilmesi , eski dolgu,protez ve kaplamalar,antibiyotik (tetracycline) veya aşırı florid alınması gibi çeşitli nedenlerle renk değiştirmiş veya kişiye özel diş rengini açmak için dişlerin yüzeyindeki gözenekli mine yapısında oluşan renkli organik ve inorganik maddelerin diş beyazlatma jelleri ile çözünmesi işlemidir.Bu lekelenmelerin giderilmesi için uygulanan beyazlatma yöntemi iki şekilde yapılmaktadır.
İlk yöntem ofis tipi bleaching dediğimiz lazer ile klinikte uzman bir hekim tarafından beyazlatıcı ilaç uygulanarak yapılan beyazlatmadır.
İkinci yöntem ise; hastanın evinde uygulayabileceği bir yöntemdir. Hasta ağızdan ölçü alınarak kalıp hazırlatılır. Hasta kendisi için hazırlanmış olan bu özel kalıbın içerisine beyazlatıcı ilacı yerleştirerek uygulanacak dişlerin üzerine hekimin tavsiye ettiği sürede uygular.
Ofis tipi ve ev tipi beyazlatma tek başına uygulanabildiği gibi hasta isteği doğrultusunda etkili bir beyazlık için kombine olarak da uygulanabilmektedir. Her iki yöntemde de elde edilen beyazlık hastanın diş minesinin yapısına, kalitesine,yeme ve içme alışkanlığa göre değişiklik göstermektedir.Hastanın istediği rengi elde edene kadar bu işlemlerin bir kaç seans olarak tekrarlanmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.
Beyazlatma sırasında gözlenmesi beklenen hassasiyet gecici olup bir iki gün içinde ortadan kaybolmaktadır.Bu beyazlatma seansları arasında çok sıcak soğuk ve renklenme yapabilecek içeceklerden uzak durmak gerekmektedir.
DİŞ ÇÜRÜKLERİ
Diş çürükleri dişte çürüme anlamına gelir. Bu da belli tip bakterilerin ürettiği asidin diş minesini ve altta yatan dentin tabakasını tahrip etmesiyle ortaya çıkar.
Belirti ve Semptomlar
Dişinizde çürük olduğuna işaret eden üç olası belirti diş ağrısı; tatlı, sıcak ya da soğuk yiyecek ve içeceklere karşı hassasiyet ya da çiğneme sırasında hissedilen ağrıdır.
Nedenleri
Ağzımızda farklı birçok bakteri türü yaşar ve bu bakteriler dişlerin üzerinde bakteri plağı denilen yapışkan bir tabaka oluşturur. Birşeyler yediğimiz veya içtiğimiz zaman bu bakteriler asit üretir ve bu asit de mevcut bakteri plağının altındaki dişin koruyucu tabakasını tahrip eder. Yine bu asitler diş minesinde mineral kaybına neden olur ve müdahale edilmediği takdirde bu da diş çürüğünün oluşmasına yol açar. Çürüme dişin ana kısmı olan minede başlar ve mine tahrip olduğunda çürük daha derine, önce dentine ve son olarak da sinirlerin bulunduğu pulpaya (diş özüne) kadar iner.
Teşhis
Diş hekiminiz diş yüzeyini inceleyerek diş çürüklerini teşhis edebilir ve dişin röntgenini çekerek çürüğün diş minesini aşarak dentine ya da pulpaya ulaşıp ulaşmadığını tespit eder.
Önleme
Çürükleri önlemeye yardımcı olmak için yapılabilecek birçok şey vardır:
• Her gün diş fırçalamak ve diş ipi kullanmak ağzınızdaki bakteri plağı ve bakteri miktarını azaltmaya yardımcı olur.
• Gün içinde daha az miktarda şekerli ya da nişastalı yiyecek tüketmek ağız içindeki dişlere zarar veren asitlerin miktarını azaltmaya yardımcı olur.
• Dişleri güçlendiren florürlü diş macunlarının kullanımı, diş hekiminizin uygulayacağı florür tedavileri ve diş hekiminizin almanızı önerdiği florür takviyeleri çürükleri önlemeye yardımcı olur.
• Bakteri önleyici ağız bakım suyu kullanımı çürüklere neden olan bakterileri azaltmaya yardımcı olur.
Tedavi
Yetişkinlerde: Diş hekimleri, şayet çürüme henüz diş minesini aşmamışsa, çürümeye yönelik ilk belirtileri gösteren azı dişleri üzerine bir fissür örtücü (sealant) uygulayabilir. Diş minesi geri döndürülemez biçimde tahrip olduğunda, diş hekiminizin dişe dolgu yapması gerekir. Daha ciddi durumlarda kanal tedavisi de gerekebilir.
Çocuklarda: Hem süt azı dişlerine hem de kalıcı azı dişlerine fissür örtücü uygulanabilir. Diş hekimleri ayrıca hem süt dişlerine hem de kalıcı dişlere çürüklere karşı koruma için florürlü jel /vernik uygulayabilir.
Olası Komplikasyonlar
Eğer tedavi edilmezse, diş çürüğü dişin önemli düzeyde çürümesine neden olur. Müdahale edilmeyen çürük sonunda dişi tamamen tahrip edebilir. Ayrıca çürük dişin köküne indiğinde, apseye bağlı enfeksiyon oluşma riski de ortaya çıkar.
İlgili Diğer Sorunlar
Diş çürükleri yetersiz ağız hijyeni ve diş yüzeylerindeki bakteri plağının yeterli ve doğru şekilde temizlenmemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bakteri plağı içindeki farklı tür bakteriler diş eti çizgisine yakın bir bölgede toplanır ve diş eti hastalığına neden olabilir. Diş eti hastalığını diş hekimleri ve periodontistler tedavi edebilir. Çürükler müdahale edilmezse, dişlerin sinirlerine kadar ilerleyebildiği için bazı yiyecek ve içecekleri tüketirken hassasiyet hissedebilirsiniz.
Diş çürüklerinin tedavisi
Dişlerde oluşan çürüklerin temizlenerek, kaybedilen diş dokusunun çeşitli malzemeler kullanılarak restore edilmesi işlemine ‘dolgu’ denir.
Çürükler; yapılarına, oluşum yerlerine ve oluşum hızlarına göre sınıflandırılabilirler.
Bulundukları bölgeye göre ‘mine’ veya ‘dentin’ dediğimiz daha alt tabakada bulunabilirler.
Eğer çürük içerisindeki bakteriler mine ve dentinde sınırlı kaldılarsa ve dişin ‘pulpa’ denen sinir dokusu, enfekte olmadıysa, tedavi seçeneği olarak ‘dolgu’ yapmak yeterli olacaktır.
Dişin sinir dokusu da enfekte ise veya başka sebeplerden dolayı, diş kökünde herhangi bir patoloji oluştuysa, dişe ‘kanal tedavisi’ uygulamak gerekebilir.
Ağız içindeki belirtiler ve röntgen tetkikleriyle, hekiminiz doğru endikasyonu koyup, doğru tedaviyi uygulayacaktır.
Dolguların ömrü ne kadardır?
Doğru endikasyonla ve doğru teknikle uygulandığında, dişlere uygulanan dolgular çok uzun yıllar ağızda kalabilmektedir.
Dolguların ömrüne etki eden en önemli faktörler, ağız hijyeni ve beslenme alışkanlıklarıdır.
Klinik ekipman ve cihazlar, dolgu malzemelerinin çeşitliliği, hekimin el becerisi de başarı da çok önemli faktörlerdir.
Kaç çeşit dolgu vardır?
Dolgu malzemesi olarak tüm dünyada olduğu gibi, kliniğimizde de sıklıkla ‘kompozit esaslı dolgu malzemeleri’ kullanılmaktadır.
Dişten alınan ölçüyle hazırlanan ve kimyasal ajanlarla dişlere yapıştırılan, ‘inley’ ve ‘onley’ tarzında döküm dolgular da çok başarılı sonuçlar vermektedir.
Kanal tedavisi nedir ve nasıl uygulanır?
Kanal tedavisi, basit olarak; dişin kökleri içerisinde bulunan canlı dokuların alınması ve hastalıklı dokuların temizlenmesi işlemi olarak açıklanabilir.
Diş, canlılığını yitirse bile, çekilmemesi ve hastanın kendi dişini kullanabilmesi açısından çok önemli bir tedavi seçeneğidir.
Bu işlem uygulanırken dişe anestezi uygulanır ve sanılanın aksine işlem sırasında hiçbir ağrı hissedilmez. Tedaviden sonraki ilk 2 gün hafif ağrıların görülmesi normaldir, hekiminiz gerekli durumlarda ilaç takviyesi uygulayacaktır.
Dişin tedavisi, bir veya birkaç seans devam edebilir.
Dişteki enfeksiyonun derecesi, tedavi sürecini ve süresini etkileyen en önemli faktördür.
DİŞ ETİ ÇEKİLMESİ
Diş eti dokusunun normal sınırı olan mine-sement birleşiminden ya da başka bir deyişle kron-kök sınırından apikal yöne, yani diş köküne doğru sıyrılmasına diş eti çekilmesi ya da diş eti atrofisi denir.
Nedenleri
1- Yaşlanma,
2- Yanlış diş fırçalama,
3- Diş taşları ve bakteri plağı,
4- Diş arkı (diş dizisi) üzerindeki diş veya dişlerin,diş arkı dışında yer almaları ve çarpık, düzensiz, rotasyona uğramış (dönmüş) olmaları,
5- Diş eti iltihabı veya periodontitis sonucunda diş eti kenarında meydana gelen iltihaplı ve dejeneratif değişimler,
6- Periodontal cepler ve büyümüş diş etlerinin ortadan kaldırılması amacıyla yapılan bazı diş eti operasyonları sonrasında,
7- Okluzal travmalar (yüksek ya da hatalı yapılmış kron, köprü, dolgulu dişlerde ve bruksizm denen diş sıkma ve gıcırdatma vakalarında,
8- Dudak, yanak kas bağlantılarının diş etlerine yakın olmaları,
9- Dişler arasına gereksiz ve çok fazla kürdan, toplu iğne vb. cisimler sokulup kurcalanması,diş etinin tahriş ve tahrip edilmesi.
Bu nedenler arasında çok önemli yer tutan diş taşları ve bakteri plağı (diş yüzeyine yapışan, gözle görülmeyen, gıda artıkları ve bakterilerin birlikte oluşturduğu yapışkan bir tabaka) detartraj da denen diş taşı temizliği veya gerekiyorsa diş eti altında, daha derinde bulunan diş taşları ve oluşumların uzaklaştırılması amacıyla yapılan subgingival küretaj işlemiyle temizlenmelidir. Dişeti seviyesindeki ya da üzerindeki görünür diş taşları çeşitli görevleri ve biçimleri olan el aletleri ya da ultrasonik cihazlar ile temizlenir. Daha derinlerdeki,diş eti altındaki, kök yüzeyindeki gözle görülmeyen diş taşları, granülasyon dokusu (bozulmuş, hastalıklı nedbe dokuları) ve nekrotik (ölü) sement dokusunun ortadan kaldırılması ve temizliği işlemine de subgingival küretaj denir ve dişe, küretaj yapılan bölgeye ve dişin yüzeyine uygun farklı şekil, büyüklük ve amaçtaki ‘küret’ denen el aletleri yardımıyla yapılır.
DIŞ GEBELİK
Dış gebelik döllenmiş bir yumurtanın rahim içi dışında bir yere yerleşmesidir. En sık fallop tüplerinde görülür (%90-95). İlk 3 ayda yaşanan anne ölümlerinin en sık sebebidir ve gebeliklerin yaklaşık % 1inde görülür. Döllenmiş olan yumurta herhangi bir nedenden dolayı tüplerden rahim boşluğuna kadar olan seyahatini tamamlayamaz. En sık tüplerde görüldüğü için ektopik gebelik denildiğinde genelde tubal gebelik anlaşılır.
Gebelik erken dönem normal gebelik bulgularını taklit eder. Adet gecikmesi, gebelik testlerinin pozitif olması, bulantı, kusmalar, memelerde hassasiyet normal gebelikde olduğu gibi dış gebelikte de görülür. Tüplere yerleşen gebelik büyümeye başlar ve belirli bir noktaya geldikten sonra tüpleri germesi neticesinde burada bir yırtılmaya ve kanamaya neden olur. Bu durum fark edilmez ve tedavi edilmez ise iç kanama sonucu anne ölümü ile sonlanabilir. Ektopik gebeliğin önemi buradan kaynaklanır.
Nedenleri
Tüplerde kısmi tıkanıklık yapan ya da tüplerin hareket kabiliyetini azaltan bütün durumlar dış gebelik için uygun zemin hazırlar. Bunlardan en sık görüleni geçirilmiş enfeksiyonlardır. Her enfeksiyon atağı dokularda bir miktar harabiyet yaratır.Enfeksiyon sayısına ve şiddetine bağlı olarak yapışıklıkların derecesi de değişiklik gösterir. Bu yapışıklık hem tüplerin içinde olur ve tüpün iç kanalını kapatır, hem de tüpün dışında meydana gelerek tüplerin doğal yapısını bozar. Eğer bu tıkanıklıklar spermin geçişini engelleyecek kadar şiddetli ise bir infertilite (kısırlık) söz konusu olacaktır. Eğer tıkanıklık kismi ise döllenme gerçekleşebilir ancak bu kez dış gebelik şansı oldukça yüksek olacaktır. Dıştan olan yapışıklıklar da hareket kabiliyetini bozarak ektopik gebeliğe uygun zemin hazırlar.
Yapışıklığa yol açan tek etken enfeksiyonlar değildir. Geçirilmiş operasyonlar da dokularda yapışmalara neden olur.En sık over kisti nedeni ile yapılan cerrahi girişimler, apandisit ameliyatları sonrası bu tür yapışıklıklara rastlanır.
Bir diğer etken tüplerde var olan doğumsal şekil bozukluklarıdır. Yine aynı mekanizma ile döllenmiş yumurtanın rahim içine ulaşması engellenir ve neticede ektopik gebelik ortaya çıkar.
Spiralerin uzun süre dış gebelik riskini arttırıp arttırmadığı tartışılmıştır. Gerçekte spiral gebelik şansını son derece azaltır. Spiral kullanan birinin gebe kalması son derece zordur, fakat bir gebelik oluştuğunda bunun bir dış gebelik olma olasılığı normale göre daha yüksektir. Yani spiral dış gebelik riskini arttırmaz. Ama eğer spiral kullanan bir kadında gebelikten şüpheleniliyor ise bunun bir dış gebelik olmadığı mutlaka tespit edilmelidir. Sadece progesteron içeren minipil türü doğum kontrol hapları tubal hareketleri azaltarak dış gebelik olasılığını arttırırlar. Benzer şekilde progesteron içeren spirallerde de risk biraz daha yüksektir. Daha önce ektopik gebelik geçirenlerde de risk normale göre daha yüksektir. Bir dış gebelik geçiren kadının sonradan yine dış gebelik geçirme şansı %10 civarındadır.
Belirtileri
Erken gebeliğin bütün belirtileri dış gebelikte de görülür. Adet geçikmesi, mide bulantıları, kan ve idrarda yapılan gebelik testlerinin olumlu olması hep normal gebelik ile aynıdır ve ektopik gebeliğin fark edilmesini engeller.Bunları daha sonra en sık alt karın bölgesinde ağrı, anormal vajinal kanama, omuz ağrısı, baygınlık hissi izler. Bu tablo ortaya çıktığında teşhis hastayı görmeden telefonda bile konabilir. Çünkü bu tabloda ektopik gebelik ürünü artık daha fazla genişletemediği tüpü yırtmış, iç kanama başlamış, tansiyon düşmüş, akut batın toblosu oturmuş ve hastanın hayatı ciddi ölçüde tehlike altına girmiştir.
Teşhis
Yukarıda sayılan türde herhangi bir bulgu vermeyen durumlarda tanı gebelik testleri pozitif olmasına rağmen ultrasonda gebeliğin rahim içerisinde görülmemesi ile konabilir. Vajinal yolla bakılan ultrasonda yumurtalık bölgesine uyan alanda gebelik ürünü saptanabilir. İç kanama ortaya çıktığında yine ultrasonda karın boşluğu içerisinde kan saptanabilir. Yine bu gibi hallerde vajinal yoldan bir iğne vasıtası ile karın boşluğuna girilerek yapılan aspirasyonda pıhtılaşmayan kan gelmesi tipikdir. Kanama belirtilerinin olmadığı hallerde ise kanda bhCG değerlerinin değişimine bakılarak tanıya varılmaya çalışılır. bhCG değerlerinin yüksek olmasına rağmen transvajinal ultrasonografide kesenin saptanamaması teşhisi kuvvetlendirir.
Ayırıcı tanıda erken gebelik, düşük tehdidi, tam olmayan düşük, akut apandisit, akut pelvis iltihabı, dejenere olmuş myom düşünülmelidir. Çok nadiren bir normal gebelik ve bir dış gebelik birarada olabilir.
Tedavi
Eğer bir yırtılma meydana gelmişse ve iç kanama mevcuttsa tek tadavi cerrahi girişimdir. Burada laparoskopi ile yada açık cerrahi ile var olan dış gebelik temzilenir. Uygun vakalarda tüp korunabilir ancak bazen dış gebeliğin geliştiği tüp alınmak durumunda kalınabilir.
Yırtılmanın meydana gelmediği vakalarda eğer gerekli bazı şartlar sağlanıyorsa yakın takip altında beklenebilir. Buna bekle ve gör yaklaşımı adı verilmektedir. Tubal gebeliklerin bir kısmında gebelik ürünü tüpleri yırtacak ve kanamaya neden olacak büyüklüğe ulaşamadan canlılığını yitirmekte ve bir süre sonra vücut tarafından ya absorbe edilmekte ya da bir vajinal kanama ile dışarıya atılmaktadır. Bu tür vakalarda beklemek hastayı cerrahi bir girişimden kurtarmakta, bu sayede hem operasyona bağlı gelişebilecek yapışıklık riski ortadan kaldırılmakta hem de tüpün alınması gibi bir komplikasyon yaşanmamaktadır. Bekle ve gör tedavisine alınacak hastalar çok iyi seçilmeli, hasta durumu hakkında detaylı olarak bilgilendirilmeli ve bilinçlendirilmeli, iç kanamaya ait belirtiler hasta ve yakınlarına iyice öğretilerek ortaya çıkmaları durumunda hiç vakit kaybetmeden hastaneye ulaşmaları sağlanmalıdır. Bu tedavi grubundaki hastalar her gün ya da gün aşırı kontrollere çağırılmalı, her seferinde ultrason ve bhCG testi ile takip edilmelidir. bhCG değerleri düşmeye başladıktan sonra artık iç kanama ve diüer komplikasyonların gelişme riski son derece azalmıştır. Değerler gebelik öncesi değerlere düşene kadar bu takiplere devam edilir.
Bazı durumlarda ultrasonda tüp içerisinde gebelik ürünü görülebilir. Eğer bebeğe ait kalp atımları saptanmıyor ise bu durumda bir cerrahi girişime gerek kalmaz. Yukarıdaki şartlarda takip yeterli olur.
Bir diğer tedavi yaklaşımı ise kemoterapi uygulanmasıdır. Yine belirli kriterlere göre dikkatli seçilmiş vakalarda bebek canlı bile olsa kemoterapi uygulayarak gebeliğin iç kanamaya neden olmadan sonlandırılması mümkün olmaktadır.
Nadir şekilleri
Dış gebelik nadiren tüpler dışında bölgelerde de yerleşebilir. Bazen tüp içinde yerleşen gebelik bir süre sonra düşükle sonuçlanır ve materyal karın boşluğu içine düşer. Canlılığını henüz kaybetmediği için burada yeniden yerleşir ve gelişmeyi sürdürür. Literatürde karın boşluğuna yerleşen ve miada kadar ulaşan gebelikler mevcuttur. Tüpler dışında yumurtalıklarda, rahim ağzında da dış gebelik görülebilir.
Dış gebeliğin en talihsiz şekli heterotopik gebelik adı verilen durumdur. Burada aynı anda hem bir dış gebelik hem de normal rahim içi gebelik aynı anda bulunur. Ultrasonografide rahim içinde normal gelişmekte olan bir gebelik görüldüğünden ektopik çok rahat bir şekilde atlanabilir.
Ektopik gebeliğinin tehlikelerinden korunmanın en kolay yolu adet gecikmesi olduğunda vakit kaybetmeden doktora gitmektir. Bu sayede en erken zamanda saptanan dış gebelik kadına ve tüplere zarar vermeden tedavi edilebilir.
DİŞ GICIRDAMA (BRUXİZİM)
Çene eklem rahatsızlıkları farmakolojik, fizik tedavi, elektron, ultrason gibi çeşitli konservatif tedavilerle tedavi edilmiş olsa da en etkili sonuç cerrahi tedavi olan artrosentez ile alınmaktadır.
Kondil-disk kompleksinin yapısal ve fonksiyonel bozuklukların giderilmesi için uygulanan en basit girişimsel yöntem olan artrosentez, eklem boşluğunun irigasyonu yapıldıktan sonra hyaluronik asit enjeksiyonu ile daralmış eklem boşluğunun yüzeyini açarak yapışmaları çözer ve kronik ağrıya neden olan maddelerin salınımını ortadan kaldırır.Bu basit ve kısa süren işlem hastaların var olan ağrılarını geçirerek ağız açma kısıtlılığını ortadan kaldırır.
DİŞ İLTİHABI
İltihap ; derin çürüğün sinire kadar ulaşmasıyla bakterilerin ve toksinlerinin burada bulunan damar ve sinirin harabiyetine neden olması sonucunda oluşur. Burada oluşan bakteri üre – mesi ve ödem ( sıvı toplanması ) iltihabı daha da arttırır. Bunun sonucunda iltihap dişin dışına , kök ucundan etrafa doğru yayılır. Bu sırada çok şiddetli ağrılar oluşur . Özellikle…. ” gece ağrısı ” iltihabın başlangıcının belirtisidir. Daha sonra yüzde şişlik olacak kadar iltihap yayılabilir. İltihap bu yayılma sırasında etrafındaki dokulara hasar verir ve çene kemiğini eritmeye başlar.
İltihap belirtileri
Ağız içerisinde veya yüzde şişlik
Şiddetli ve sürekli diş ağrısı
Dişin üzerine basınca ağrı oluşması
Dişte uzama hissi (ağzı kapatınca bir dişe baskı olması)
Kanal tedavisi
Öncelikle anestezi yapılarak hastanın canının yanmaması garantiye alınır.
Daha sonra çürük temizlenip , dişin sinirinin olduğu yere ( pulpa ya ) ulaşılır .
Pulpaya ulaşıldıktan sonra dişin içerisindeki birikmiş olan iltihap dışarı çıkar ve böylece şiddetli ağrıyı oluşturan basınç ortadan kalkmış olur.
Sinir tamamen ölmüşse veya ağrı olmaksızın müdahale etmek mümkünse , kanal içerisindeki sinir ve doku artıkları temizlenip , çıkarılır . Böylece iltihabı yaratan bakterisel ” odak ” yok edilmiş olur .
Eğer ağrı nedeniyle sinir çıkarılamıyorsa , siniri öldürücü etkisi olan bir madde diş içerisine konularak geçici dolgu ile diş kapatılır. Ertesi gün bu madde sayesinde sinir tamamen ölmüş olacağından daha rahat çalışılır.
Kanal içerisinde bulunan doku artıkları temizlendikten sonra kök ucundaki iltihabın daha kolay dışarı çıkabilmesi amacıyla kök ucuna kadar ulaşılmaya çalışılır.
Kök ucuna kadar diş kanalı genişletilmelidir. Bu işlem hem iltihabın kolay dışarı çıkmasını hem de bakterilerin yerleştiği kanal duvarlarının temizlenmesini sağlar.
Bir kaç seans süresince kanal içerisine çeşitli dezenfektan maddeler uygulanarak kanal içerisindeki bakteriler yok edilmeye ve iltihap azaltılmaya çalışılır.
İltihabın üremesinin durduğu anlaşıldıktan ve kök ucundan iltihap gelmesi sona erdikten sonra kanal içerisi özel bir dolgu maddesiyle , kök ucuna kadar doldurulur.
Üstüne geçici bi dolgu yapılarak bir süre beklenir . Bir kaç haftalık beklemenin ardından üst dolgu yapılarak tedavi bitirilir.
Kanal tedavisi yapılmış dişler , canlılığını yitirdikleri için zamanla kuru ve kırılgan bir hale gelirler . Basit bir kuvvetle bile kırılabilirler. Bu nedenle kanal tedavisi yapılmış dişlerin tedavi bitiminden sonra bir kaç ay içerisinde porselen kron ile kaplanması önerilir.
Kanal tedavisinden sonra dişin üzerine basınca ağrı varsa veya dişin yanında hafif bir şişlik , baloncuk varsa bu tedavinin başarılı olamadığı anlamına gelir.
Kök ucundaki iyileşme ancak 6 ay sonra röntgen de görülebilir. Bu nedenle kanal tedavisinden 6 ay sonra mutlaka röntgen çekilmelidir. Eğer bu rötgende kök ucunda hala bir lezyon görülüyorsa kanal tedavisi yenilenmelidir. Eğer yenilenmesi mümkün olamıyorsa diş çekilmelidir.
DIŞ KULAK YOLU ENFEKSİYONU
Dış kulak yolunda bulunan bezler tarafından üretilen kulak salgısı; kulağı, toz, bakteri, mantar gibi yabancı maddelere ve organizmalara karşı korumaktadır. Ayrıca dış kulak yolunun asidik olması pek çok zararlı organizmanın bu bölgeye yerleşmesini engellemektedir.
Bununla birlikte; dış kulak yolundaki derinin ince olması, karanlık ve nemli ortam, dış kulak yoluna kulak pamukları gibi yabancı cisimlerin sokulması bu bölgede enfeksiyon gelişmesine neden olabilmektedir.
Dış kulak yolu enfeksiyonu (Yüzücü kulağı/Eksternal Otit) belirtileri nelerdir?
Yüzücü kulağı da denilen dış kulak yolu enfeksiyonunda; belirtiler nemli kulakta kaşıntı ile başlamaktadır. Sonra kulakta belirgin bir hassasiyet ve şiddetli ağrı gözlenir. Kulakta dolgunluk, işitme kaybı, dokunma ile ya da çene hareketleri ile ağrı oluşumu,kızarıklık, dış kulak yolunda ödem (şişme) kulak çevresinde bulunan lenf bezlerinde şişlik ve ağrı ortaya çıkabilen diğer belirtilerdir.
Dış kulak yolu enfeksiyonu (Yüzücü kulağı/Eksternal Otit) nasıl tedavi edilir?
Dış kulak yolu oldukça ağrılı bir hastalık olabilmektedir. Bu nedenle tedavisinde ağrı kontrolü önem taşır.
Tedavide seçenekleri şöyle sıralanabilir:
Kulak damlaları; antibiyotikli, ödem gidermek için kortizonlu, dış kulak yolunu asidik yapmak için asidik olanlar sıklıkla kullanılmaktadır.
Kulak tamponu uygulamaları; Dış kulak yolunda ödem (şişkinlik) fazla ise damla şeklinde olan ilaç uygulamalarını kolaylaştırmak ve enfeksiyonun tahliye edilmesini sağlamak için ufak kulak tamponları uygulanabilmektedir.Yerleştirilen kulak tamponları 48 ila 72 saat arası tutulmaktadır.
Sistemik antibiyotik kullanımı; Özellikle kulak çevresindeki lenf bezlerinde şişkinlik gözlendiyse ve enfeksiyon yayılım gösteriyorsa sistemik (tüm vücudu etkileyen) antibiyotik kullanımı söz konusu olabilmektedir.
DİŞ SIKMA
Çağımızın hastalığı (diş sıkma-bruksizm) çok erken yaşlarda stres ile beraber başlamakta bununla beraber ileri yaşlarda da görülebilmekte ve tedavi edilmediği takdirde ağızı hiç açamama gibi majör problemler doğurabilmektedir.
Bu hastalıkların hepsinin şikayetleri birbiriyle çok benzemektedir. Eklem problemi olan hastalarda ağız açıp kapatmada görülen ağrı, sabah uyandıklarında ki baş ağrısı,yemek yemede zorluk çekme,ağız açıp kapatırken eklemden gelen ses,sakız çiğnemeden sonra çenede görülen ağrı,gün içerisinde de görülen ağrı,ekleme yapılan muayene sırasındaki ağrı,ağız açma sırasında etkilenen tarafa doğru kayma gözlenmektedir.
Bruksizm önceleri sadece alt üst çene uyumsuzluklarından kaynaklandığı düşünülse de günümüzde alt üst çene kapanışı sorunsuz olan hastalarda bile diş sıkma,diş gıcırdatma problemleri ile de ortaya çıktığı kabul edilmiştir.
Eklem rahatsizligi olan hastalar sakiz cignerken,yemek yerken ve sonrasinda gorulen siddetli agrilarla mucadele etmektedirler.Uzun sure devam eden bu agrilar cigneme sirasinda ceneden gelen klik sesleri ile karakterizedir. Hastalarin agrilara karsi kullandiklari ilaclar,etken ortadan kaldirilmadigi surece sikayetlerini gecirmemektedir.
Oysa diş sıkma sonucu oluşan ağrıların nedeni; çene ekleminin kapsül ile eklem içi sıvı arasındaki ağrı ve hassasiyetin yansımasıdır. Etyolojisinde alt ve üst çenenin kapanış bozuklukları, geçirilen travma hikayesinin olması,kondil disk düzensizlikleri,rejeneratif eklem hastalıkları ve iltihapsal eklem hastalıkları bulunmaktadır.
Cene rahatsizligi olan hastalarimizin sikayetleri maalesef baska rahatsizliklarla da karisabildiginden bas ve kulak agrisi nedeniyle hastalar oncelikle kulak burun bogaz, noroloji kliniklerinde care aramaktadirlar. Oysa ki mutlaka uzman dis hekimleri tarafindan eklem muayeneleri yapilarak tedavilerinin gerceklestirilmesi gerekir.
DİYABET KOMASI
Diyabet koması tip 1 diyabetlilerde kan şekeri yüksekliği kontrol edilemez ve kan şekeri yükselmeye devam ederse görülür. İnsülin yokluğunda, metabolizmanın yağları kullanmasına bağlı olarak asit ve keton cisimleri ortaya çıkar ve bunların birikimi tedavi edilmediğinde, ölümcül olabilen ketoasidoz koması riski oluşur.
Yeni tanı alan tip 1 diyabetlilerinde %12’si diyabet koması ile baş vurur. Diyabet komasında kan şekeri yüksekliği yanında kanda ketonlar ve aseton artar, bunun sebebi insülinin yok denecek kadar az olmasıdır. Diyabet ketoasidozu insulin dozu yetersiz geldiğinde veya ameliyat, ağır bir hastalık, ruhi stres gibi durumların varlığında ortaya çıkar.
Diyabet koması belirtileri
• Şuur kaybı
• Derin ve hızlı solunum
• İştah kaybı
• Mide bulantısı, kusma
• Yorgunluk, halsizlik
• Nefeste aseton kokusu
• Karın ağrısı
Diyabet koması tedavisi
Diyabet koması hastane şartlarında tedavi edilir. Acil bir durumdur. Damardan insülin tedavisi yapılır. Bir süre sonra hastanın şuuru açılır. O zaman yavaş yavaş ağızdan beslenmeye geçilir ve insülin cilt altından yapılmaya başlanır.
DİYAFRAM HASTALIKLARI
Karın ile akciğer boşluklarını birbirinden ayıran kas ve tendon yapısından oluşan yapıya diyafram denir.
Diyafram hastalıkları içinde en sık görüleni ‘karın zarı yüksekliği’ diye adlandırılan diyaframın yüksek yerleşim gösterdiği durumdur. Bu durum göğüs boşluğuna bası yapar ve kişide nefes darlığına neden olur.
Karın zarı yüksekliği operasyonla normal seviyeye getirilir. Bu operasyon açık ya da kapalı yöntemlerle yapılabilir. Bu operasyonda diyafram kası daha aşağıya indirilip sabitlenir ve böylece akciğerlerin içine daha fazla hava çekebilmesine ve hastanın nefes darlığının düzelmesine yardımcı olunur.
Diyaframda fıtıklar olması diğer bir hastalık grubundandır. Fıtıklar ya doğumsal veya edinseldir. Edinsel fıtıklar, başka bir hastalığa veya travmaya bağlı gelişirler.
Diyafram fıtıklarında karın organlarının akciğer boşluğuna kaçması ve orada sıkışma yaratması sonucunda nefes darlığı, kalp problemleri görülebileceği gibi, yer değiştiren karın organının ani sıkışmasıyla akut batın denen ciddi bir tablonun meydana gelmesi de söz konusudur.
Diyafram fıtıklarında tedavi cerrahi düzeltmedir ve operasyon esnasında yer değiştiren organlar eski yerlerine yönlendirildikten sonra diyaframdaki delik ya dikişlerle ya da yamalarla onarılır.
DİZANTERİ
Dizanteri, insanda sık ve kanlı ishal, genellikle şiddetli karın ağrısı, gerekmediği halde dışkılama isteği duyma, bağırsak yaraları, hayvanda makattan kan ya da kanlı dışkı gelmesi gibi belirtiler gösteren hastalıklara verilen ad.
Patolojik dizanteri belirtileri amipli dizanteride, basili dizanteride ve kanamalı rektokolitte görülür.
Dizanteri çeşitleri
Amipli dizanteri ya da bağırsak amibiazı
Sıcak ülkelerde çok sık olarak görülen yerleşik bir hastalıktır. Bazen nedeni bilinmeyen akut bir nöbetle başlar. Tedavi edilmezse süreğenleşebilir. Başlıca karmaşası karaciğer apsesidir, ama başka organlarda da apse yapabilir. Teşhis taze dışkının incelenmesiyle konur: muayene sonucunda minuta, hatta hemotofaj biçiminde dizanteri amibi (Entamoeba histolytica) bulunur. Bağırsak ambiazı, gerekirse bir antibiyotik(tetrasiklin, spiramisin veya paromomisin) eklenerek metronidazol ile yapılır.
Basilli dizanteri
Shigella cinsinden olan Shigella dysenteriae bakterisinin nedeniyle oluşur. Shigella dysenteriae ekzotoksini ishale neden olur. Dışkı yayılmasını kolaylaştıran kötü sağlık koşulları yüzünden gelişmekte olan ülkelerde sık sık görülür. Kolistin ya da trimetoprim-sulfametoksazol içeren bir antibiyotik tedavisi iyileşmeyi hızlandırır.
Dizanteriye yol açabilen bulaşıcı hastalıklar
Sığır ve domuz vebası, şarbon, leptospiroz, salmonelloz, geviş getirenlerde bağırsak zehirlenmeleri.
Asalakların yol açtığı dizanterilerin en çok görülenleri köpekte ankilostomiyaz, geviş getirenlerde koksidiyozlardır. Maden ya da bitki zehirlenmelerinin birçoğu da (civa, kuduzböceği, sultanotu, sütleğen, kartallı eğrelti, acı çiğdem vb.) dizanteri belirtisi yaratır.
Doğum Sancısı
Doğum sürecinde 18 saatlik sürede annenin yaşadığı ağrılı kasılmalara doğum sancısı denir.
Hamileliğin 37. Haftasından sonra, Fetal baş pelvis kemiği girişine uyum sağlamaya başladığı sırada rahimde kasılmalar görülür. Bu kasılmalar doğuma hazırlık kasılmalarıdır. Braxton Hicks kasılmaları adı verilen bu kasılmalar aslında “Yalancı Doğum Sancısı” olarak da adlandırılmaktadır.
40 haftalık bir süre olan gebelik dönemi, son haftalarda rahimde ara ara başlayan kasılmalarla ilk sinyalleri verir. Bu hissedilen kasılmalar aslında bebeğin doğum pozisyonunu alarak anne karnındaki yerini değiştirmesi ve hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu dönemlerde çoğu zaman anne karnının görünümü sivrilir ya da yayvanlaşarak farklı şekiller olur. Bu değişimi anne dışında dışardan da görmek mümkündür.
Gerçek Doğum Sancısı Nedir, Nasıl Anlaşılır?
Hamilelik dönemini son 2-3 haftasında bebeğin doğuma hazırlanma süresindeki pozisyon değiştirmeleri ile başın aşağıya doğru getirerek şekil alması olayı ara ara sancılar, kramplar, ağrılar şeklinde anneye kendini hissettirmektedir. Ancak bunlar gerçek doğum sancılarının başlayacağının habercisi olan Braxton Hicks kasılmalarıdır. Annenin bu sancılardan tedirgin olmaması ve oturma ya da yatma pozisyonlarını değiştirerek karnındaki bebeğin pozisyon değiştirmesine yardımcı olmalıdır.
Doğum olayı ne kadar sürede gerçekleşir?
Doğum denildiğinde, annenin doğumhaneye alındığı ve doğum gerçekleştikten sonra doğumhaneden çıkarılarak odasına getirildiği süre olarak sınırlanmamalıdır. Çünkü yalancı doğum sancıları olarak 3 hafta öncesinde başlayan karın kasılmaları artık doğuma 24 saat kala farklı boyuta geçmektedir. Aslında bu süre yani normal bir doğumda doğum 18 saat kadar sürmektedir. Bu sürenin sadece 1 saati doğumhanede geçer, diğer 17 saati ise doğum öncesi aralıklı gelen ve her geldiğinde bir önceki sancıdan daha fazla olan sancılarla sürekli sıklaşan kramplar şeklinde geçer. Bu süre hem anne için hem de bebek için en zor olan saatlerdir.
Doğum nasıl başlar, Hastaneye ne zaman gidilmelidir?
Doğumun çok yakınlaştığı, sancıların çok sıklaşması ve şiddetinin artması gibi belirtiler ile anlaşılır. Doğum sancıları, 10 dakikada 3 kere ve her biri 1 dakika kadar sürecek biçimde, dayanılmaz hal aldığında doğum doktorunun alttan muayenesi için annenin doğum odasına alınmasını ile başlar çatı adı verilen gelişmenin tamamlanması beklenip10-12 cm açılma görüldüğünde bebek doğurtulur.
Bu gelişmeler her zaman böyle olmayabilir. Örneğin halk arasında su gelmesi, kanama başlaması ve vajina akıntıları olarak da doğumun çok yaklaştığını haber vermektedir. Böyle durumlarda hemen hastaneye gidilmeli evvelce hazırlanmış olan hastane çantasını almayı unutmamalıdır. Aslında vajina akıntısı ile küçük kanamalar pek önemli değildir. Fakat suyun azar azar gelmesi yerine bir anda boşalması ve yoğun kanama görülmesi bebek sağlığı için çok önemli olacağından hastaneye zaman kaybetmeden gidilmelidir.
Suyun Gelmesi Ne Demektir?
Suyun gelmesi demek, amnios zarının yırtılması demektir. Bu gibi durumlar bebeğin enfeksiyon kapmasına neden olabileceğinden, doğum hızlandırılmalı ve bebek alınmalıdır. Su gelmesi aslında doğumun başladığının habercisidir ve az az su gelmesi anneyi rahatlıkla hastaneye götürme süresi tanır. Ancak suyun bir anda boşalması bebeği sıkıntıya sokacağından hastaneye yetişmek acillik gerektirmektedir.
Yalancı Sancıları Normal Doğum Sancılarından Ayıran Farklılıklar Nelerdir?
Yalancı sancılar aslında gerçek doğum sancılarının ön habercileridir ve karındaki farklı kasılmalar şeklinde kendini gösterir. İlk kez doğum yapan anneler bunu doğum sancısı sanarak telaşlanırlar.
o Yalancı sancı; Düzensizdir, farklı zamanlarda farklı sürelerde gelişir.
o Doğum sancısı; Düzenlidir, belli aralıklarda ve sıklaşarak üstelik şiddetini artırarak devam eder.
o Yalancı sancı; Yatış ve oturuş pozisyonunu değiştirince geçebilir.
o Doğum sancısı; ne yaparsanız yapın geçmez aksine artar.
o Yalancı sancı; Kasılma ve sancı sadece karın bölgesindedir,
o Doğum sancısı; Karın, kasık, sırt ve belde kendini hissettirir.
Doğum sancısı ve anne
İlk kez doğum yapacak anne adayları için “doğum sancısı” düşüncesi bir kâbus gibidir.
Doğum sancıları olarak adlandırılan doğuma yakın olan evre kimi hamile kadının rahat geçirdiği bir süre olsa da çoğu hamile kadın özellikle de ilk doğum ise zor katlanırlar. Kısaca kolay ve az ağrılı doğum yapan anneler olduğu kadar, çok zor, ağrılı ve dayanılmaz acılar içinde doğum yapan annelerde vardır. Bu durum annenin fiziksel yapısı ile alakalı olabileceği gibi genetik yapı sonucu olarak da yansımaktadır. Tüm bu nedenlerden dolayı genç anneler sezaryen doğumu tercih etseler de doktorlar ve tıp dünyası zorunlu haller dışında sezaryen yapılmaması gerektiğini savunmaktadırlar.
Doğum Sancısını Azaltmak İçin Tıbbi Yöntemler Var mıdır?
Doğum sancısını bir kâbus gibi gören anneler hem normal doğum yapmak isterler, hem de doğum ağrılarını duymadan doğum yapmak isterler.
Böyle durumlarda halk arasında “ağrısız doğum” olarak bilinen “epidural analjezi” uygulaması yapılabilmektedir. Annenin özel bir durumu yoksa ve doktorlar ağrısız doğum yapmasında bir sakınca olmadığına karar vermesi durumunda uygulanan bir yöntemdir.
Ayrıca “TENS” adı verilen sinir uçlarının uyarılması tekniği de uygulanmaktadır. Sinirlerin uyarılması yöntemi de doğum sancılarını hafifleteceğinden bu yöntem de tercih edilen yöntemler arasındadır.
Gaz ve hava sistemi de doğum anında sancıyı hafifleten uygulamalardır. “Entonox” denilen bu yöntem sancı arasında verilmez. Baş ağrısı, mide bulantısı gibi bazı belirtiler gösterse de bebek için olumsuz etkisi yoktur.
Bir başka doğum sancısını azaltma yöntemi de, anneye kalçadan morfin vermektir. Ancak bu uygulama bebek üzerinde bazı sakıncalar doğurabileceğinden annelerin de doktorların da tercih ettikleri bir yöntem değildir.
Kısaca tüm bu sancı azaltacak olan yöntemlerin olumlu ve olumsuz yanları bulunmaktadır. Olumlu yanlarından anne etkilenirken olumsuz yanlarından bebek etkilenmektedir.
DOLAMA
Dolama (pronişi) sıklıkla manikür, tırnak yeme yada tırnak ucu derisinin travması sonucu meydana gelir. Genellikle bakterilerden kaynaklanan en yaygın tırnak enfeksiyonlarından biri olan dolama hakkında bilmek istediğiniz tüm detayları bu metinde bulabilirsiniz. Dolama nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında merak ettiğiniz her şey metnimizde…
Akut ve kronik olalarak iki tür dolama vardır. Akut dolama genellikle sadece bir tırnakta görülür. Kronik dolama ise tek tırnakta birkaç kere görülebilir. Kronik paronişi ya iyileşmez ya da tekrar oluşmaya devam eder. Peki dolama nedir? Dolama nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
DOLAMA NEDİR?
Tırnağın veya ayak tırnağının kenarı boyunca gelişen bir enfeksiyona dolama denir. Parmak iltihabı olarak da bilinir. İltihaplanan parmak şişer ve ağrımaya başlar. Bazen iltihap kemiğe kadar işler. Dolama yeri ve görünümü ile onikomikoz ve herpetik beyazlık gibi diğer enfeksiyonlardan ayrılır.
DOLAMA NEDENLERİ
Genellikle bakteriyel enfeksiyon neden olur, ancak herpetik virüs olarak adlandırılan herpetik dolama ve daha nadiren mantarlar da dolamaya neden olabilir. Dolamaya çoğunlukla, sık görülen deri bakterilerinden olan stafilokok bakterilerin, tırnak yeme, parmak emme, bulaşık yıkama veya kimyasal irritanlara maruz kalma ve travma ile zarar görmüş olan tırnak etrafındaki deriye girmesinden kaynaklanır. Mantar enfeksiyonu aynı zamanda kronik paronişiye neden olabilir ve özellikle tekrarlayan enfeksiyonu olan kişilerde sık görülür.
Herpetik Dolama
Elin çok nadir görülen viral enfeksiyonudur. Herpetik dolama herpes tip I ve tip II virüsünün el üzerinde olan hasarlı bölgelerden geçişi ile olmaktadır. Enfeksiyon primer oral veya genital herpesi olan bölgelerden direkt bulaşma ile olmaktadır. Bulaşıcılığı çok fazla olduğu için temastan kaçınılmalı ve tekrarlayabileceği hastaya mutlaka anlatılmalıdır.
DOLAMA BELİRTİLERİ
– Enfekte olan parmak sonunda zonklama ağrısı
– Başparmak veya işaret parmak dolamadan en çok etkilenen parmaklardır
– Enflamasyon
– Kızarıklık görünümü
– Şişkinlik gelişimi
– Etkilenen bölgede ağrı ve hassasiyet yaşanabilir
– Enfeksiyon yaygınlaştıkça ciltte kızarıklık gelişir ve genellikle ısınır
– Yorgunluk
– Ağrılar ve kas ağrıları
– Enfekte bölgede cildin parlak, gergin ve sıkı görünümü
– Genel hastalık hissi
– Titreme
– Anormal terleme
DOLAMA TEDAVİSİ
Parmaktaki dolama enfeksiyonu antibiyotik, yüksekte tutma ve hareketsizlik ile çabucak iyileşmesi beklenir. Tedavi sırasında şunlar tavsiye edilir:
– Elinizi kalp seviyesinde veya üstünde tutun. Bu şişkinliği azaltır.
– Uygulanan bir bandaj veya aparatla elinizi yukarıda tutmanız kolaylaştırılabilir.
– Düzenli antibiyotik kullanmak önemlidir. Hastanedeyken bunlar genellikle intravenöz olarak uygulanır (“damla” yoluyla). Durumunuz düzeldikten sonra tablet veya kapsül antibiyotikler kullanılır.
– Sigara kullanmaktan uzak durulmalıdır. Sigara, eldeki kan akışını % 42 oranında azaltır; Eğer sigara içerseniz, enfeksiyonla savaşma ve iyileşme kabiliyetinizi azaltabilirsiniz.
– Zonklama ağrısı için gereken ağrı kesici ilaçları alın.
Cerrrahi tedavi
Dolamanın tedavisi genellikle basit yöntemlerle yapılabildiği gibi, günlük hayatı oldukça zorlayan ve özellikle virüs nedeniyle oluşmuş olan bazı vakalarda, cerrahi tedavi gerekebilir.
Dolamanın sebebinin virüs kaynaklı olduğu görülürse, hekim parmakta oluşan iltihabı, cerrahi müdahale ile akıtma yoluna gider. Parmakta dolama patlatma olarak da bilinen yöntemde genellikle iltihap biriken deriye bisturi kullanarak kesik atmak yeterlidir. En kesin çözüm olarak görülen bu tedavi yöntemi, sebebi belirsiz vakalarda son çare olarak görülürken, virüs kaynaklı vakalarda ilk olarak yapılacak tedavidir.
DOLAMAYA İYİ GELEN YÖNTEMLER
Tuzlu sıcak su uygulaması
Tuzlu sıcak suda parmaklarınızı 15 dakika bekletirseniz, paronişinin neden olduğu rahatsızlığı azaltabilirsiniz. Mümkünse epsom tuzu kullanın. Su teninizi yakmayacak kadar sıcak olmalı. Sıcak su sayesinde ağrı ve şişme azalır, iltihabın bir kısmı boşalabilir.
Zeytinyağı ve çay ağacı yağı
Bu iki yağı eşit oranlarda karıştırın. Bakteri kaynaklı olan parmak iltihabının çevresine bu karşımı 15 dakika süreyle uygularsanız antibakteriyel içerikleri sayesinde iltihabın bir kısmından kurtulur ve parmak iltihabının artmasını önlersiniz. Bu uygulamayı günde iki kere sabah akşam iltihap iyileşinceye kadar yapabilirsiniz.
Buz torbası uygulaması
Parmağınızın üzerine bir parça bez koyarak buz torbası uygulayın. Sinirleri uyuşturarak ağrıyı dindirir, şişmeyi ve parmak iltihabını azaltır.
DONMA
Donma: Vücudun şiddetli soğuğa maruz kalması sonucunda (-13 ºC altında görülmesi) kangrene kadar gidebilen çeşitli belirtilerin görülmesine yol açar.
Donmanın yanıkta olduğu gibi üç derecesi vardır.
1-) Deri yüzeyinde kızarıklık
2-) Şişme ve kabarcıkların meydana gelmesi
3-) Ölüm
Vücudun donması en çok eller, ayaklar, parmaklar, burun ve kulaklarda meydana gelir. Donma bir defa başladıktan sonra hızla devam eder.
Donmanın ilk işareti donan kısım uyuşuk ve beyaz bir hal alır ve sonrasında şiddetli bir ağrı başlar. Zaman geçtikçe uyuşukluk artar ve donan bölge hissizleşmeye başlar.
Donma belirtileri
• Deride soğukluk, solukluk
• Uyuşukluk ve halsizlik
• Kızarıklık ve iğnelenme hissi
• Sonrasında donan bölgede gerginlik hissi oluşur.
• Ödem ve şişkinlik olur. İçi su dolu kabarcıklar (büller) meydana gelir.
• Su toplaması siyah kabuklara dönüşür.
• En son deri, geri dönülmez bir şekilde hasara uğrar.
Donmada ilk yardım Nasıl Yapılır?
• Hasta veya yaralı ılık bir ortama alınır.
• Donan yer ısıtılır.
• Donan kısmı hemen sıcağa maruz bırakmaz damarlarda hasar bırakabilir. Bu nedenle önce oda sıcaklığında bir yerde, sonra daha sıcak yerde bulundurulabilir.
• Kabarcıklar patlatılmamalı, steril gazlı bezle örtülmelidir.
• Kuru giysiler giydirilir.
• Sıcak içecekler içirilir.
• Donuk bölge ovulmaz, kendiliğinden ısınması beklenir.
• El ve ayaklar yukarı kaldırılır.
• Tıbbi yardım istenir (112).
DOWN SENDROMU
Kromozomlar genlerin demetleridir ve vücudumuzda doğru sayıda olmak zorundadır. Down sendromlu insanlar ekstra bir kromozomla doğarlar. Down sendromlu bu ekstra kromozom, bireyi hem zihinsel hem de fiziksel olarak etkileyen bir dizi soruna yol açar. Yani kısaca; İnsanda genetik düzensizlik sonucu, fazladan bir 21. kromozomun bulunmasına Down Sendromu denir. Down sendromu ömür boyu süren bir durumdur.
DOWN SENDROMU NE KADAR YAYGINDIR?
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yaklaşık her 700 bebekten bir tanesi Down sendromuyla doğar ve Down sendromu en sık görülen kromozomal durumdur. Ülkemizde ise yılda yaklaşık 800 Down sendromlu bebek dünyaya geliyor. Türkiye’de yaklaşık 100.000 Down sendromlu kişi olduğu tahmin ediliyor.
DOWN SENDROMU NE ZAMAN KEŞFEDİLDİ?
Yüzyıllar boyunca, Down sendromlu insanlar sanat, edebiyat ve bilimde yer almışlardır. Ancak on dokuzuncu yüzyılda, İngiliz doktor John Langdon Down, Down sendromlu bir kişinin doğru tanımını yayımladı. Diğer insanlar daha önce sendromun özelliklerini tanımış olsa da, durumu ayrı ayrı bir varlık olarak tanımlayan Down olmuştur.
1959’da Fransız doktor Jérôme Lejeune, Down sendromunu kromozomal bir durum olarak tanımladı. 2000 yılında, uluslararası bilim insanları ekibi, 32 kromozom üzerindeki 329 genin her birini başarıyla tanımlamış ve kataloglamışlardır. Bu başarı, Down sendromu araştırmasında büyük ilerlemelere kapı açmıştır.
TRİZOMİ 21
Normalde insanda 23 çift (46 adet) kromozom bulunmaktadır. Down sendromu; 21 numaralı kromozomun bir çift değil de fazladan bir tane kromozom eklenmesi sonucu üç kromozomlu bir hale gelmesiye toplam kromozom sayısının 47 olması sonucunda gelişen bir sendromdur. Kromozom hastalıklarının en sık görülen tipidir ve orta dereceli zeka geriliklerinin en sık izlenilen genetik nedenidir. Trizomi 21 veya mongol çocuk da denilmektedir.
MOZAİK DOWN SENDROMU
Mozaik Down sendromu, Down sendromunun nadir bir şeklidir. Down sendromu, kromozom 21’in bir kopyasına neden olan genetik bir bozukluktur. Hücrelerin bir kısmında (hepsinde değil) fazladan 21 kromozom vardır. Down sendromu olan kişilerin yüzde 1 veya 2’sinde Mozaik Down sendromu görülür. Bu tarz down sendromu zihinsel engelinin ve belirli fiziksel özelliklerin daha hafif düzeyde görüldüğü bir formdur.
OTİZMLİ ÇOCUKLARDA KONUŞMA TERAPİSİ: Otizmli çocuklarda iletişim davranışlarının geliştirilmesi kendi potansiyellerinin maksimumuna erişmeleri açısından çok önemlidir.
TRANSLOKASYON DOWN SENDROMU
Bu tipte 21. kromozomun bir parçası koparak başka bir kromozoma bağlanır. Bu tipi diğer tiplerden ayıran en önemli özellik kalıtımsal özellik gösterebilmesidir. Eğer kalıtımsal özelliği anne taşıyorsa yeni doğan çocuğun Down Sendromlu olma olasılığı %20 civarında, eğer kalıtımsal özelliği taşıyan baba ise yeni doğan çocuğun Down Sendromlu olma olasılığı %5 civarındadır. Down Sendromlu bireylerin yaklaşık olarak %3’ü bu tip içerisinde yer alır.
DOWN SENDROMLU BİREYLERİN ÖZELLİKLERİ
– Hafif ve orta derece zeka geriliği görülebilir.
– Badem şeklinde göz ve kemerli burun yapıları vardır.
– Kalın enseye sahiptirler.
– Avuç içi çizgileri tektir.
– Parmakları kısadır. Ayak baş parmağı ile yanındaki parmak arasında büyük boşluk bulunur.
– Down Sendromlu bireylerin büyük bir kısmında çeşitli derecede kas gevşeklikleri görülür.
– Boyları kısadır.
– Metabolizmaları yavaş çalışır. Doğru beslenme alışkanlıkları edinmezlerse kilo problemi yaşarlar.
DOWN SENDROMUNUN TEDAVİSİ
Down sendromu için bir tedavi yoktur, ancak hem hastaya hem de ailelere yardımcı olabilecek çok çeşitli destek ve eğitim programları vardır. İyi bir tıbbi destek ve doğru seviyedeki bir destekle down sendromlu insanlar arkadaş edinebilir, okula gidebilir, iş edinebilir ve kendi hayatları ve gelecekleri için karar verebilirler.
DUDAK ÇATLAMASI
Mevsim geçişlerinde özellikle sonbahar ve kış aylarında sıklıkla görülen dudak çatlaması nedir? Dudak çatlamasının nedenleri ve tedavisi…
Sık sık çatlayan dudaklar hem görünüş açısından rahatsızlık verici hem de fiziksel olarak acı verici olabilir. Dudak çatlaması ile ilgili bilmeniz gereken tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
DUDAK ÇATLAMASI NEDİR?
Genellikle soğuk havalarda görülen ve hafif çatlaklardan ağır çatlaklara kadar gidebilen ve ağrılara neden olan bir problemdir. Müdahale edilmediğinde çatlayan dudaklar kanayan yaralara dönüşebilmektedir.
DUDAK ÇATLAMASININ NEDENLERİ
Güneş ışığı en önemli nedenlerden biridir. Özellikle yaz aylarında güneş ışınları vücudumuzdaki nemi buharlaştırarak dudaklarımızı kurutur ve çatlatır. Gün içinde yeteri kadar su tüketilmediğinde hücrelerin susuz kalması dudak kuruluğuna ve çatlaklarına neden olur.
Dudak çatlaması güneş ışığına maruz kalmak veya özellikle çoğu zaman soğuk algınlığı gibi ateşli hastalıklar durumunda ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle hastalığın geçmesi durumunda normale dönebilir.
Dudak çatlaması bazı kan hastalıklarının habercisidir. A, B2 ve B3 vitaminlerinin eksiklikleride dudak çatlamasına neden olur.
Sürekli olarak ıslatılan dudaklar da çatlar. Tükürük çok hızlı buharlaşma özelliğine sahiptir. Sürekli tekrar edildiğinde dudaklarda kuruluk ve yaralar oluşabilir.
Birçok diş macunu sodyum loril sülfat isimli bir bileşen içerir. Bu bileşen kuruluğa ve dudaklarda çatlamaya neden olur. Eğer dudak çatlamasından şikayetçiyseniz, başka bir diş macununa geçebilirsiniz.
Genellikle uyurken ağızdan alınan nefes dudak kuruluğuna ve çatlamasına neden olan faktörlerdendir. Burun tıkanıklığı yüzünden ağızdan nefes alan kişilerin dudakları kurur ve çatlar.
Sedef hastalığı ve tiroid yetmezliği de dudak kuruluğu ve çatlamasına neden olur.
Perleş, diyabet, Down sendromu ve kilitis hastalıkları da çatlamaya sebep olabilir.
Bu nedenlere ilave olarak, kullanılan bazı kozmetik ürünleri de dudaklarda çatlamaya sebebiyet verir. Sağlıksız kozmetik ürünleri dudak yapınıza zarar vererek mikrop kapmanıza neden olabilir.
DUDAK ÇATLAMASI NASIL GEÇER?
Eğer dudaklarınızda devamlı olarak çatlama problemi yaşıyorsanız aşağıdakiler sizin için etkili olabilir:
– Güneşli havalarda dışarı çıkarken dudaklarınıza bir nemlendirici ve koruyucu sürün.
– Soğuk, rüzgarlı havalarda ise krem veya eczaneden alacağınız vitaminli dudak stickleri etkili olmaktadır.
– Eğer ruj kullanıyorsanız nemlendirici rujları tercih etmenizde fayda var.
– B vitamini yönünden zengin olan gıdalar bol miktarda tüketilmeli.
– Dudağınızda çatlaklar oluştuktan sonra dudaklarınızı ısırmamalı ve çatlakları koparmamalısınız.
– Dudaklarınızı nemli tutmaya, vücudun susuz kalmamasına dikkat edin, aşırı sıcaktan ve güneşten sakının, yeterli ve dengeli beslenin.
Unutmayın! Dudak çatlamasının tedavisi altta yatan nedeni anlamak ile başlar. Eğer dudak çatlaması sorunundan uzun zamandır şikayetçiyseniz ve dudağınızı yeterince nemlendirmenize ve korumanıza rağmen bunu geçiremiyorsanız, bir dermatoloğa başvurun.
DUDAK VE DAMAK YARIĞI
Anne karnında bebeğin gelişiminin ilk haftalarında, dudak ve damak şekillenmeye başlar. Öncelikle damak ve dudakların sağ ve sol kenarları oluşur sonrasında iki kenar birleşerek tam dudak ve damak yapısını oluşturur. Ancak bazı bebeklerde (her 1000 bebekte 1) bu birleşme düzgün olarak gerçekleşemez; yarık dudak ve yarık damak dediğimiz durum ortaya çıkar.
Bu şekilde doğan bebeklerde en büyük sorun, beslenme zorluğuna bağlı olarak gelişimin yavaş olmasıdır. Ayrıca yarık damak sorunu olan bebeklerde solunum yolu enfeksiyonları oldukça sık gözlenir.
Dudak ve damak yarığı ile dünyaya gelen çocukların tedavisinde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bölümümüzde de uygulanan multidisipliner yaklaşım sayesinde, çocuklarınızın en iyi şekilde tedavi edilmeleri ve tamamen normal, sağlıklı ve mutlu bir hayat sürmeleri sağlanabilmektedir.
Dudak ve damak yarığı olan çocuklarda bu rahatsızlığa bağlı olarak beslenme, diş gelişimi, işitme, psikolojik gelişimde bazı sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Bu sorunların çözümünde; plastik cerrah, çocuk hastalıkları uzmanı, kulak burun boğaz hastalıkları uzmanı, psikolog, diyetisyen, hemşireler ve danışmanlar birlikte çalışabilmektedir. Bu nedenle anne ve babaların tüm bu desteği alabileceği kapsamlı merkezlere baş vurmaları önemlidir.
Dudak yarığı cerrahisi
Dudak yarığı çeşitli boyutlarda olabilir; bazı bebeklerde sadece üst dudakta ufak bir yarık bulunurken bazı bebeklerde burun tabanına kadar uzanan derin bir yarık söz konusu olabilir. Bununla birlikte yarık tek tarafta ya da dudağın her iki yanında da olabilir.
Dudak yarığı cerrahisi için en uygun zaman genellikle bebeğin 6- 10 haftalık olduğu dönemdir. Dudak yarığının boyutu ve konumuna göre cerrahi planlanır. Cerrahi işlemde kas, ağız mukozası ve cilt onarımı da yapılmaktadır. Bu sayede kaslar işlevlerini kazanacak aynı zamanda da normal dudak şekli oluşacaktır.
Dudak yarığı onarımı ameliyatından sonra bebeğim hemen iyileşir mi? Ameliyat izi ne zaman geçer?
Oldukça sık sorulan sorulardan biridir. Ameliyattan 5 gün kadar sonra dikişlerin alınması (ya da kendiliğinden erimesi) söz konusudur. İlk bir kaç hafta ise beslenmesi ile ilgili bazı konulara dikkat etmeniz gerekebilir. (Bu bilgiler doktorunuz tarafından size detaylı olarak anlatılacaktır). Ameliyat izi, ilk birkaç haftalık dönemde daha kırmızı ve geniş bir hale gelecektir. Bu görünüm zamanla azalacaktır.
Ameliyat izinin tamamen ortadan kalkması mümkün değildir. Ancak ilerleyen zamanda pek çok çocukta bu iz zorlukla fark edilir hal almaktadır.
Damak yarığı cerrahisi
Damak yarıklarının da boyutları dudak yarıklarında olduğu gibi farklılık gösterebilir. Bazı damak yarıkları sadece küçük dili etkileyen minik bir çentik kadarken, bazıları dudak bölgesine kadar genişleyebilmektedir.
Hastadan hastaya farklılık gösterebilmekle birlikte damak cerrahisi için en uygun dönem 3-12 ay arasıdır.
Cerrahi işlem sırasında kenarlardaki dokular orta kısma doğru yaklaştırılarak damak bütünlüğü sağlanır. Bu işlem sırasında kas onarımı da yapılmaktadır. Bu sayede çocuğun doğru beslenmesi ve konuşması sağlanabilmektedir.
Ameliyat sonrası ilk bir kaç gün içinde çocuğunuzda huzurluklar gözlenmesi normaldir. Bir kaç haftalık dönemde doğru beslenmesi için doktorunuz neler yapmanız gerektiğini anlatacaktır. Ayrıca gerekli durumlarda damar yolu ile destek de sağlanabilmektedir.
DÜŞÜK TANSİYON
Düşük tansiyon ya da hipotansiyon, düşük kan basıncı demektir; sistolik kan basıncının (büyük tansiyon) 90 mmHg’dan az olmasıdır.
Normal kan basıncının alt limitleri bireyden bireye değişmekle birlikte, sistolik 90, diastolik (küçük tansiyon) 60 mmHg kabul edilmektedir. Düşük tansiyonun nedeni parasempatik sinir faaliyetinin artması ya da başka rahatsızlıklardır ve genelde halsizlik sendromu göstermektedir. Vücuttaki sodyum ve iyonların dengesizliği ve yetersizliğinde de baş göstermektedir. Tansiyon düşüklüğünde sık görülen şikayetler baş dönmeleri, kulak çınlaması ve bayılmadır.
DÜZ TABANLIK (TABAN ÇÖKMESİ)
Düz tabanlık; taban çökmesi diye de bilinir.
Düz tabanlık, ayağın normalde olması gereken iç uzun kavsinin kaybolarak topuğun dışa doğru kayması ile karakterize bir ayak deformitesidir. Düz tabanlık denildiğinde genellikle akla çocuk ayağı gelir, fakat düz tabanlık sadece doğuştan olan bir durum değildir.
Yürümeye başlayan çocukta bu durum ayak iç tarafında ağrı ve bunun sonucu içe basma aileleri endişelendirir. Bu şekildeki çocuklarda takviye ve tabanlıklar işe yaramayacağı gibi çocuğun öz güvenini de sarsar.
Doktorun ağrılı ve patolojik ayağı ayırt etmesi önemlidir. Ameliyat sınırlı sayıda hastaya gerekir.
Erişkin yaşa kadar normal bir ayağa sahip olan erişkinlerde 30’lu 40’lı yaşlardan sonra da düz tabanlık gelişebilir. Bunun nedeni romatolojik hastalıklar olabileceği gibi, altta yatan hiçbir hastalık olmaksızın da, aşırı kilo ve/veya aşırı uygunsuz kullanım sonucunda da gelişebilmektedir.
Erişkinde düz tabanlık beyin felci, kas ve sinir hastalıkları ya da doğumsal kemik anormallikleri ile birlikte de görülebilir. Bu hastalarda sıklıkla ameliyat gereklidir.
EGZAMA
Egzama, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ve deride kızarıklık, şişme, veziküller, kaşıntı gibi belirtilerle görülen daha çok psikosomatik nedenli deri hastalığı. Başlıca özelliği, kızarık deri üzerinde beliren kabarcıklardır. Akut, kronik, yaş ve kuru egzama gibi türleri vardır.[1]
Egzama çeşitleri
Kenarlı hebra egzaması
kasıklarda ve uylukta görülen mantar hastalığı. Bir dermatofitondan (Epidermophyton floccosum, Tricadan rubrum, T. interdigatele) ileri gelen kenarlı egzamalar erkeklerde daha sık görülür. Kaba etin iç yüzeyinde, kenarları grintili çıkıntılı, ortası daha soluk ve kırmızı lekeler ortaya çıkar. Lekeler bir yan da ya da iki yanda olur, kaşıntılıdır ve kenarları kabarcıklarla sınırlıdır. Mantar ilaçlarıyla tedavi edilir.
Seboreik egzama
Seborenin görüldüğü bölgelerde yerleşen kırmızı, pullu, yağlı görnümlü lezyonlarıiçeren deri hastalığı. Seboreli egzama, saçlı deride ve bunun kenarlarında, alında (seboreli kask), kaşların üzerinde ya da aralarında, burun-yanak oluklarında, kulak arası girintilerde, kulak yolunda, göğüs kemiğinin orta yerinde (seboreli madalyon) görülür. Bazı egzamamsı (egzamatit) deri hastalıkları ile sınırları pek belirsizdir. Tedaviden kolaylıkla sonuç alınabilir (indirgenler özellikle yerel kortikoitler) fakat bu egzama tipi bir hastalıktan fazla bir durumu belirtiğinden yinelemeler her zaman olasıdır.
Egzama en sık görülen deri hastalığıdır
Şekiller ne olursa olsun, üstderide dokusal bir birime her zaman rastlanır: egzoseroz ve sponijoz (süngerleşme). Maphigi mukoza cisimcikleri oluşan sıvıyı emer, hücreleri birbirinden ayırır, sonra desmoslarda hücreleri birleştiren bağları koparır ve üsderinin içinde kabarcık oluşmasına yol açar.Böylece egzama birçok evreden geçer: kızarıklık, kabarcıklanma, akıntı ve (kabarcıklar kuruduktan sonra) parlaklık ve pullanma.
Fakat bu evrelerin hepsi birden bulunmayabilir, çoğu zaman bunlardan biri üstün durumdadır. Egzama akut olabileceği gibi (genellikle akıntılı ve çok kaşıntılı) süreğen de (kronikleşme) olabilir. (o zaman daha çok kızarıklık ve pullu, zaman zaman kabarcıklı ve değişik şiddetle kaşıntılı).
Yer yer madeni para biçiminde olabileceği gibi yaygın da olabilir. Bazı yerleşim bölgeleri karakteristiktir.
Ellerde disidroz görünümündedir. Memelerdeki egzama her zaman çift taraflıdır ve çoğu zaman bir uyuz belirtisidir. Memede, bir yanda egzamaya benzer bir deri hastalığı görüldüğünde Paget deri hastalığı akla gelmelidir (kanser hastalığı).
Edinsel egzama
Edinsel egzama ya bir iç etmene karşı duyarlılıktan (nispeten ender rastlanır, çünkü iç etmenlerden doğan deri hastalığı çoğunlukla kurdeşen biçiminde ortaya çıkar) ya da bir dış etmene karşı duyarlılıktan gelebilir.
Temas egzaması
Aslında ayrım kesin değildir, çünkü temas egzamasının ortaya çıkması için genellikle önceden hazırlıklı bir bünye gerekir. Temas egzaması genellikle meme çocuklarında görülen egzama tipidir. 3 aylığa doğru ortaya çıkar ve ilk olarak yüzden başlar. Evrim belirsizdir. 2 ya da 7 yaşlarında kesin olarak iyileşebildiği gibi, büyük çocuklukta ve yetişkinde yavaş yavaş süreğen hale de gelebilir. Bazen astım gibi başka alrjik hastalıklar buna eşlik edebilir. Temas egzaması sayıca çok azdır ve çoğunlukla mesleklere bağlıdır.
Egzamayı oluşturan etkenler
Egzama, zamansız uygulanan bir ilaç yüzünden de ortaya çıkabilir (kükürt, civa, antihistaminikler, sülfamitler, penisilin, vb. ile yapılmış tozlar ya da merhemler).
Ev kadınlarında görülen egzama (el egzaması) çamaşır suyundaki potasyum bikromata, çeşitli çamaşır sularına, hatta lastik eldivenlere bağlıdır.
En sık görülen temas egzamalarından biri kozmetiklerden ve saç boyasından (para grubu) ileri gelir. Güzellik müstahzarları, özellikle kokulu oldukları zaman, sayısız yüz egzamalarına neden olabilirler. Tırnak cilasının özel bir yeri vardır, tırnaklarda egzama yapmaz, ama göz kapaklarında yapar.
Giysilerin yaptığı egzamalar genellikle kauçuktan ve sentetik dokumalardan ileri gelir (oysa, aslı nedeni boyadır, özellikle siyah,mavi ve yeşil renkli boyalar, yoksa hep söylendiği gibi kumaş değil). Boyundaki egzama çoğunlukla yüksek yakalı hırka giyilmesinden ileri gelir. Ayak egzaması ayakkabıdan ileri gelebilir (deri boya, cila ya da yapıştırıcı). Madenler (özellikle nikel) bir temas egzamasına neden olabilir (saat bileziği, zincir vb.). Deri testleri bazen temas egzamasının nedenini ortaya çıkarabilir.
Enfeksiyon egzamaları mikrop ya da mantar kökenlidir. Ama enfeksiyon mu egzamaya neden olmuştur, yoksa enfeksiyon mikrop kapan egzamanın mı sonucudur, kestirmek zordur.
Tedavisi
Egzama tehlikeli sayılabilecek ağır bir hastalık değildir; ama rahatsızlık verebilir. Egzamalıların rahat etmek için almaları gereken önlemlerin başında yarayı kaşımamak gelir.
Kronik egzama zaman zaman tekrar edecektir.Stresten uzak durmak, uykusuz kalmamak, yüzü temiz tutmak iyi gelecektir.
ENDOMETRİOZİS
Endometriozis nedir?
Endometriozis üreme çağındaki kadınlarda görülen bir hastalıktır. Hastalık adını rahimin iç tabakasını döşeyen ve her ay adet döneminde kalınlaşıp dökülen ”endometrium” dokusundan almaktadır. Endometriozis’te normal olarak rahim iç tabakasında bulunması gereken endometrium dokusu rahim dışında vücudun diğer bölgelerinde de bulunmaktadır.
Rahim dışındaki bu endometriozis odakları ağrı, kısırlık ve diğer bazı sorunlara neden olabilmektedir. Endometriozisin en sık görülme yerleri, karın boşluğunda özellikle yumurtalıklarda, rahime ait tüplerde, rahimi destekleyen bağlarda, vajina adını verdiğimiz döl yatağı ve anal kanal arasındaki alanda, rahim dış yüzeyinde, pelvis denilen karın boşluğunun yüzeyindedir ve adet döngüsünü yöneten hormonlara yanıt vermektedirler.
Adet döneminde rahim içerisinde olduğu gibi bu alanlarda kalınlaşma, yıkılma ve kanama olmaktadır. Buna rağmen rahimi döşeyen tabakanın aksine rahim dışındaki endometriumun adet kanı şeklinde vücudu terk etme olanağı bulunmamaktadır. Bu nedenle kendi içine kanama ve bu odaklardan dökülen dokunun ve kanın çevre dokuları hasara uğratması, çevre dokularda iltihabi gelişme ve bağ dokusu oluşumuyla sonuçlanmaktadır.
Böylelikle odakların yerleşim yerine göre beklenmedik hasarlar oluştururlar. Endometriozis yumurtalık üstünde yerleşir ve kist halini alır ise buna endometrioma (çikolata kisti) denir.
Endometriozis belirtileri nelerdir?
• Sürekli kasık ağrısı
• Adet döneminde ağrı
• Cinsel ilişki sırasında kasık ağrısı
• Gebe kalamama
• Adet öncesi lekelenme tarzı kanama
• Kabızlık – ishal
• Büyük abdest yaparken ağrı,
• Yan ağrısı, sırt ağrısı
• Sık idrara çıkma ve idrarda kan görülmesi endometriozis belirtileri arasında sayılabilir.
Endometriozis tedavisi
Endometriozis tedavisi ilaç ve cerrahi tedavi olarak iki şekilde yapılır:
İlaç tedavisi: Erken evre hastalıkta adet dönemlerindeki ağrıları önlemek, adetleri düzene sokmak ve endometriotik odakları baskılamak amacı ile kullanılan başlıca ilaç grupları; doğum kontrol hapları, progestinler, danazol ve GnRH analoglarıdır.
Cerrahi tedavi: Endometrioziste ağrıyı azaltmak ve fertilite (üreme) potansiyelini arttırmak için cerrahi de yapılabilinir. Cerrahide endometriyotik dokular uzaklaştırılarak yapışıklıklar serbestleştirilir ve normal anatomi sağlanmaya çalışılır. Cerrahi sonrası birçok kadında ağrı şikayeti geçmesine rağmen %40-80 vakada 2 yıl içinde ağrı tekrar ortaya çıkabilmektedir.
Çocuk istemi olan olgularda konservatif cerrahinin yeterli olmadığı durumlarda üremeye yardımcı tedavi yöntemi olarak tüp bebek uygulaması gerekli olabilir.
ENDOMETRİUM KANSERİ
Risk faktörleri nelerdir ?
Endometirum kanseri normal, atrofik, ya da hiperplazik endometriumda gelişebilir.Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte progesteron ile karşılanmamış östrojen ana risk faktörüdür.Bazı kadınlarda ise östrojen ya da hiperplaziden bağımsız olarak oluşur. Genel olarak östrojene bağımlı tümörler daha iyi gidişatlıdır.Diğer risk faktörleri olarak yumurtalıklarla ilgili problemler, şeker hastalığı, hiç çocuk doğurmamış olmak, erken yaşta adet görmeye başlamak, menopoza geç yaşta girmek, kilo fazlalığı, yüksek tansiyon, atipili endometrial hiperplazi sayılabilir. Enteresan olarak sigara endometrium kanseri riskini azaltır.
Belirtiler nelerdir ?
Erken evrede pek fazla bulgu vermez. En sık rastlanan yakınma anormal vajinal kanama ve akıntılardır. Kanamaların büyük bir kısmı menopoz sonrası kanamalardır.Hastalık ilerledikçe ağrı ve bası bulguları ortaya çıkabilir.Özellikle menopoz sonrası dönemde bütün kanamalar mutlaka araştırılmalıdır.
Tanı belirtileri nerlerdir ?
Endometrium kanserinin kesin tanısı, biopsi ve patolojik incelemeler ile konur.Smear’ın tanıda yeri yoktur. Vajinal ultrasonografi oldukça yardımcı bir yöntemdir. Menopoz sonrası dönemde ultrasonda endometrium kalınlığının 5 mm’den fazla olması biopsi alınmasını gerektirir.Yine endometriumun ultrasonda düzensiz görünmesi habaset lehine olarak yorumlanabilir. Bilgisayarlı tomografi tanı konmuş endometrium kanserlerinde hastalığın yayılımının değerlendirilmesi açısından önem kazanır.
Evreleme ve prognoz
Hastalığın uygun tedavi seçeneğinin belirlenmesi için hastalığın evresinin yani yayılımının bilinmesi elzemdir. Endometrium kanserinde evreleme klinik değil cerrahi olarak yapılır. Hasta ameliyata alınır rahim ve yumurtalıklar çıkartılır, karın içindeki sıvılardan ve şüpheli alanlardan örnek alınır. Bunların değerlendirilmesi sonucu evreleme yapılır. Bütün kanserlerde olduğu gibi endometrium kanseri evreleri de 1 den 4’e kadar sıralanır. Evre 1 en erken evre 4 ise en ileri evreyi temsil eder. Hastalığın gidişatı, yani prognozu hücrelerin tipine, evresine, yayılım alanlarına, lenf nodu tutulumuna bağlıdır.Son yıllarda bazı genlerin varlığı ya da yokluğunun da prognozu etkilediği öne sürülmektedir.
Tedavi yöntemleri nelerdir ?
Uzun yıllardır u kanser türünde tedavi olarak rahim ve yumurtalıkların bir arada çıkartılması uygulanmaktadır.Hastaların büyük bir kısmı Evre 1 de yani olay rahim dışına ulaşmadan yakalandığından bu tedavi yeterli olmaktadır. Eğer risk faktörleri varsa veya şüpheli alanlar görülürse lenf nodları da çıkartılabilir.Bazı yazarlar seçilmiş vakalarda operasyon sonrası radyoterapi önermektedirler.Evre 2 de tümör servikse de yayılacağından prognoz biraz daha kötüdür.Günümüzde geçerli olan tedavi yaklaşımı basit histerektomi, yumurtalıkların alınması ve lenf nodlarından biopsi alınmasıdır.Lenf nodu metastazı yok ise ameliyat sonrası radyoterapi gerekmez. Evre 3 ve 4 vakalarda ise kanserli dokuların tamamının çıkartılması mümkün olmayabilir. Cerrahın tekniği ve tecrübesine göre rahim, yumurtalıklar çıkartılır ve bunlara ilave olarak karın zarı (omentum), barsakların tutulmuş kısımları ve etkilenmiş organlar çıkartılabilir.Bu hastalarda ameliyat sonrası ilave kemoterapi ve radyoterapi gerekir.
Sağkalım oranı nedir ?
Evre 1 endometrium kanserinde 5 yıllık sağkalım oranları % 90 civarındadır. Bu oran Evre 2 olgularda bir miktar düşüşle %69*83 arasında bulunmuştur. Evre ilerledikçe sağkalım %40lar civarına iner. Nüks olursa bu ilk 2 yıl içinde en fazla oranda görülür. 5 yıldan sonra nüks son derece nadirdir.
ENFARKTÜS
Tıpta enfarktüs bir arterin (kan pıhtısı veya aterom yüzünden) tıkanması sonucu nekroz oluşumudur. Enfarktüsler en sık aterosklerozdan kaynaklanırlar. Bir aterosklerotik plak yırtıldığında üstünde bir kan pıhtısı (trombüs) oluşur, bu kan akışını tıkar ve bazen bir emboli oluşturup daha uzaktaki başka damarların da tıkanmasına neden olur.
Enfarktüsler meydana gelen kanama miktarına bağlı olarak iki tipe ayrılırlarlar:
• Beyaz (anemik) enfarktüs, kalp, dalak, böbrek gibi sert organları etkiler. Tıkanma çoğu zaman trombositlerden oluşur ve organ açık renk veya beyaz olur.
• Kırmızı (kanamalı) enfarktüs genelde akciğerleri etkiler. Tıkanma alyuvarlar ve fibrin iplikçiklerinden oluşur.
Diğer enfarktüslerden faklı olarak akciğer enfarktüsü kanamalı (hemorajik) olur.
Enfarktüs olan hastalıklar arasında şunlar bulunur:
• Miyokardiyal enfarktüs (kalp krizi)
• Pulmoner embolizm (“akciğer krizi”)
• İskemik beyin kazası (inme – %80 enfarktüsten kaynaklanır)
• Periferik tıkayıcı arter hastalığı (en ciddisi kangrendir)
• Antifosfolipit sendromu
• Sepsis
• Dev hücre arteriti
• Renal enfarktüs
EPİLEPSİ
Epilepsi (Sara olarak da bilinir), beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı bir elektro-kimyasal boşalma yapması sonucu ortaya çıkan nörolojik bozukluk, hastalıktır. Beynin normalde çalışması ile ilgili elektriğin aşırı ve kontrolsüz yayılımı sonucu oluşur. Sıklıkla geçici bilinç kaybına neden olur.
Epilepsi nöbetleri farklı şekillerde ortaya çıkar. Bazı nöbetlerden önce korku hissi gibi olağan dışı algılamalar ortaya çıkarken, bazı nöbetlerde kişi yere düşebilir, bazen ağzı köpürebilir.
Nedenleri
Semptomik epilepsi:
• Beyin tümörü
• İskemik lezyon: Beyne giden kan akımı azaldığında (iskemi), beyin dokusundaki besin maddeleri ve oksijen azalır. Bu da hücre hasarına ve epilepsi nöbetine yol açar.
• Konjenital malformasyon: Doğuştan gelen bozukluklar.
• Gebelik döneminde annenin ilaç ve alkol alımı, bebeğin gelişimini etkileyecek mikrobik hastalıklar epilepsi nedeni olabilir.
• Doğum sırasında oluşabilecek beyin zedelenmesi, kanaması, beynin oksijensizkalması epilepsiye neden olabilir.
• Doğum sonrası menenjit, beyin iltihabı gibi rahatsızlıklar epilepsiye neden olabilir.
• Febril konvulziyon: Ateşe bağlı istem dışı şiddetli kasılmalar.
• Enfeksiyon: Tüm vücudu etkileyen ya da şiddetli olan enfeksiyonlar febril konvulziyon’a neden olabilir.
• Tiroid hastalıkları: Tiroid bezi vücuttaki sıvı dengesinin kontrolünde önemli bir rol oynar. Sıvı dengesi ise epilepsi eğilimini belirleyen bir faktördür. Genellikle tiroid sorununun tedavi edilmesiyle epilepsi de düzelir.
• Beslenme: Bazı insanlarda epilepsi’nin nedeni olarak B6 vitamini eksikliği saptanmıştır.
İdiyopatik epilepsi:
• Genetik: Aileden gelen, mutasyona uğramış gen.
Çeşitleri
Basitleştirilmiş şekliyle epilepsi nöbeti kısa süreli beyin fonksiyon bozukluğuna bağlıdır ve beyin hücrelerinde geçici anormal elektrik yayılması sonucu ortaya çıkar.
Epilepsi nöbetlerinin çok değişik çeşitleri mevcuttur. Kırkın üzerinde nöbet tipi tanımlanmıştır. Herkes tarafından epilepsi veya sara dendiği zaman anlaşılan ve iyi bilinen tonik-klonik nöbetin yanı sıra başkalarının hiç farketmeyeceği kadar hafif nöbet çeşitleri de vardır. Tanımlanmış bu mevcut nöbet tiplerine rağmen herkesin geçirdiği nöbet kendine özgü bazı farklılıklar gösterebilir. Bu durumlar bazı hastalarda epilepsi tanısının konulmasını güçleştirir ve çok çeşitli karışıklıklara neden olur. Ne yazık ki pek çok hastaya tanı konulamaz ve kendilerindeki problemin ne olduğunun açıklığa kavuşması yıllar alabilir. Bazı kişilerde ise başka bir bozukluğun yol açtığı belirtiler yanlış olarak epilepsi tanısı alabilir. Gelişen tanı yöntemleri sayesinde yanlış tanılar giderek azalmaktadır. Yeni yapılan sınıflandırmalar ile farklı nöbet isimlerinin ortaya konması konunun daha karmaşık hale gelmesine neden olmuştur. Bu nedenle aynı nöbet farklı isimlerle adlandırılabilir. Bu bölümde çok teknik ayrıntılara girmeden elden geldiğince geniş bilgi verilmeye çalışılmıştır.
Temelde akılda tutulması gereken nöbetlerin iki çeşit olduğudur; parsiyel (yani beyinde bir bölgeye sınırlı başlayan nöbetler) ve jeneralize (beyinde yaygın olarak başlayanlar). Yaygın başlangıç daha kötü ve şiddetli bir nöbet anlamına gelmez. Buradaki gruplama sadece nöbeti oluşturan nedenin farklılığı ile bağlantılıdır ve tibbi nedenlerle bu isimler verilmiştir.
Nöbet anında yaşananlar (nöbet belirtileri) beyin aktivitesindeki değişikliğin nereden başladığına ve ne kadar hızla yayıldığına bağlıdır. Parsiyel nöbetler isminden de anlaşıldığı gibi beynin bir kısmından başlarlar. Elektriksel deşarj ya o bölgede kalır ya da beynin diğer bölgelerine yayılma gösterir. Jeneralize nöbetler (tonik-klonik, absans, ve myoklonik gibi çeşitleri vardır) tüm beyne yayılırlar.
Ne tür nöbet olduğunun bilinmesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü muhtemelen bu hangi epilepsi ilacının daha etkili olacağı konusunda yol göstericidir.
Basit parsiyel nöbetler
En önemlisi bu hastalığı kendine kabullenmektir.Bu nöbetlerde hasta nöbet geçirirken tek bir bulgusu vardır, vücudun belirli bir bölgesini tutar. Örneğin bir ayakta ya da kolda kasılmalar nitelikli epilepsi türüne basit parsiyel motor nöbetler denir. Bu türde nöbet başladığı yerde kalabildiği gibi belirli bir düzene göre ilerleyerek vücudun yarısını tutabilir. Örneğin elde başlayan konvülziyonlar sırasıyla ön kola, üst kola, yüze ve dile, sonra da alt ekstremitelere(bacaklara) yayılabilir. Eğer vücudun diğer yarısına geçerse bilinç bozulabilir. Nöbet durduktan sonra kasılmaların geliştiği tarafta kuvvetsizlik olabilir. Bunun dışında basit duyusal nöbetler gelişebilir bu türde bir ekstremitede, genellikle elde ve parmaklarda uyuşma-karıncalanma, yanma ve nadiren ağrı gibi kısa süren belirtiler oluşabilir. Bu belirtiler lokal olabileceği gibi vücudun bir yarısını sarabilir. Deri yüzeyinde renk değişiklikleri (kızarma-solma), sesler duyulması, kan basıncı değişiklikleri, sadece bilinç bulanıklığının eşlik ettiği birçok çeşit parsiyel epileptik nöbetler oluşabilir.
Kompleks parsiyel nöbetler
Basit parsiyel nöbetlere bilinç bozukluğu eşlik ettiğinde kompleks parsiyel nöbetler teriminin kullanılması önerilir. Duyusal nöbetlerde parsiyel epileptik nöbetlerden farklı olarak hissedilenler basit ışık çakması veya şekilsiz bir görüntü yerine hastanın geçmiş yaşamından bir sahne, görüntüleri, sesleri, kokuları, lezzetleri, duygularıyla tekrar yaşanır. Fakat hastalar hissettikleri şeylerin gerçekle bağdaşmadığının bilincindedirler.
Jeneralize epileptik nöbetler
Jeneralize epileptik nöbetleri birkaç başlık altında toplamak mümkündür. Petit mal dediğimiz ve ani bilinç kaybı ile birlikte konuşma yürüme, yeme gibi motor aktivitelerin kesilmesiyle niteli şekli en sık görülenidir. Nöbet sırasında vücut pozisyonu korunur ve hasta yere düşmez, gözler bakakalmış gibidir, iletişim kuramaz ve hasta etrafının farkında değildir. Ani iletişim bozukluğu, tek bir kasta veya kas grubunda ani, kısa süreli kasılmalar v.b. şekillerde ortaya çıkabilir. Hastada bilinç kaybı oluşur.
hasta o sırada yaptığı şeylerin farkında değildir.
Epilepsinin acil müdahale gerektiren epileptik nöbetlerin aralarında normal dönem olmadan, art arda birbirlerini izlemesi şeklinde ortaya çıkabilir. Normal koşullarda epilepsi tanımına uygun olarak, ilk epileptik nöbeti izleyen bir yıl içinde en az bir nöbet daha geçiren hastalara antiepileptik tedavi başlanır. Kullanılacak ilaç nöbet tipine göre seçilir. Tedavide bazen tek ilaç kullanımı yeterli gelmediğinde çoklu ilaç kullanımı uygulanabilir. Tedavide ilacın kullanımından çok bu ilacın kan seviyesi tedavide önemlidir. Bazı ilaçların yeterli kan seviyesine ulaşması 14-30 gün alabilir. Tedavide asıl amaç nöbetlerin durdurulmasıdır ve verilen ilaç tedavisi ile yüksek oranda nöbetler durdurulmaktadır. Nöbetleri tam olarak durdurulmuş hastalarda tedaviye aynı ilaç ile ortalama 3-5 yıl devam edilebilir. Bu nedenle doktor tavsiyesi olmadan kullanılan ilaç kesilmemelidir. Bu sürenin sonunda ilaç kesildikten sonra tekrar nöbet geçirme riski %25 kadardır. İlaç kullanmaya başladıktan sonra ilk haftalarda ilaca bağlı vücutta bazı tepkiler görülebilir. Tedavinin başlangıcında deri döküntüleri olabileceği akılda tutulmalıdır. Tedavinin ilk bir ayı içinde birkaç kez tam kan sayımı ve karaciğer fonksiyon testlerinin kontrolü için doktora başvurulmalıdır. Tedavinin en uygun ilaç ile uygun dozda, sürede yapılması hastalığın tedavisinde çok önemlidir. Bu nedenle tedavinin her aşaması uzman hekim tarafından takip edilmelidir.
Belirtileri
Epilepsi belirtileri her kişide farklı seyreder. Belirtilerin hepsi görülmeyebilir.
Bazıları:
• Bilinç ve %30 hafıza kaybı,
• Aşırı unutkanlık,
• Stres,
• Kendini yaralama ve etlerini yolma,
• Belli mesafede ara verme ve yeni döneme girme,
• Çift görme ve baş dönmesi,
• Bayılma,
• Bunalıma girme,
• Duygusal hareketler,
• Titreme, yere düşme,
• Halüsinasyon,
• Radyasyon ortamda durma tehlike ve nöbetinde %40 tekrar edilmesi (Uzak durulması nöbetin süresini şiddetini azaltır ve hafifletir),
• Otururken uzaklara dalma,
• Nefes darlığı, nefes kesilmesi,
• Dokularda ve yüzde morarma,
• Aşırı tükürük salgılanması,
• İdrar kaçırma,
• Hareketlerini kontrol edememe,
• Kriz sonrası şaşkınlık, uyku hâli,
• Korku aşırı, sinirlilik, dalgınlık,
• Burun akıntısı ve kanaması,
• Dudakta ve ağız içinde uçuklamalar,
• Kokuya hassasiyet,
• Sigara ortamında kalınması sonucu yaşanabilecek damar tıkanıklığı.
Ayrıca, durumu kritik olanların araca binmesi beyindeki zedelenme veya hasar gören noktanın beyin fonksiyonlarının yer değiştirmesine ve zedelenen noktanın çalışmamasına sebep olur.
Tedavi
Epilepsi, mutlaka doktora başvurulması ve doktorun gerekli gördüğü sürece kontrol altında kalınması gereken bir hastalıktır. Bu durum, epilepsinin ömür boyu devam edeceği şeklinde algılanmamalıdır. Epilepsinin bazı türleri hasta belli yaşlara geldiğinde kendiliğinden tamamen düzelebilir ve ilaç tedavisine gerek duyulmayabilir. Ancak bu hassaslık derecesine de bağlı olabilir ve ne yapılacağına ilişkin kararı doktor vermelidir.
Nöbetlerin tekrarlaması ve status epileptikus hali, beyinde oksijensiz kalmaya bağlı bazı etkilere yol açabilir. Her nöbet bir sonrakinin ortaya çıkmasını kolaylaştırabilir. Tedavisiz kalan küçük nöbet türlerinin bir süre sonra büyük nöbetlere dönüşme olasılığı vardır. Bu nöbetlerde hastanın maruz kalabileceği merdivenden düşme, kişi sokakta ise trafik kazası, suda boğulma gibi tehlikeler vardır.
Bu nedenlerle epilepsiye mutlaka müdahale edilmelidir. Epilepsinin en önemli tedavi şekli ilaç tedavisidir. Epilepside kullanılan ilaçlar beyin hücrelerinin aşırı uyarılma durumununa baskı uygulayarak nöbetlerin oluşunu engeller. Bu ilaçlar her gün, önerilen dozda ve saatlerde çok düzgün bir şekilde kullanılmalıdır. Doktor çocuğun yaşını, kilosunu, nöbet tipini göz önüne alarak ilaçları seçer. Tedavide kullanılan başlıca ilaçlar fenobarbital, fenitoin, epixx, depakin, epitam, karbamazepin, valproik asit ve ethosüksimiddir. İlaçları düzenli ve doktorun tarif ettiği gibi kullanmak çok mühimdir. Kullanılan bu ilaçlar hastalığı tamamıyla geçirmez ama nöbetleri engeller veya sayısını azaltır.
Epilepsi tedavisinin düzgün bir biçimde sürdürülmesi halinde de nöbetler devam edebilir. Tıbbın dev adımlarla ilerlediği dünyamızda hiçbir hekim epilepsili bir çocuğun anne-babasına tedavi ile nöbetlerin %100 kaybolacağını garanti edemez. Nitekim dünya istatistiklerine bakılacak olursa uygun tedavi şartlarında hastaların %60’ında nöbetlerin tümüyle ortadan kalktığı, %20’sinde tüm tedavi seçeneklerine rağmen nöbetlerin devam ettiği görülmektedir. Ebeveynlerin hiç aklından çıkarmamaları gereken bir nokta, epilepsi çağdaş tıbbi tedavi yöntemleriyle yeterince kontrol altına alınamıyorsa orta çağın büyücülük yöntemleriyle hiç durdurulamaz.
Halen ilaçla tedaviye cevap vermeyen belli epilepsi türlerinde Türkiye’de cerrahi tedavi olanakları geliştirilmektedir.
Cerrahi müdahale, ilaçlara yanıt vermeyen hastalarda uygulanmalıdır ve epilepsi cerrahisi konusunda uzmanlaşmış özel tıp merkezlerinde yapılmalıdır. Ameliyat sırasında nöbetlere neden olan beyin bölgesi çok incelikli bir şekilde alınır. Tedaviden sonra hastaların %90’ı göze batacak şekilde gelişme göstermektedir.
Epilepsi hastalarına uygulanan bir diğer cerrahi tedavi yöntemi de ayrık beyin ameliyatı da denilen corpus callosumun kesilmesi işlemidir. Fakat bu işlem birçok disfonksiyona neden olduğundan pek fazla tercih edilmemektedir.
1990’lı yıllarda nöbetleri kontrol etmenin güç olduğu durumlarda, diğer bir seçenek olarak yeni bir tedavi yöntemi bulunmuştur. Bu yeni yöntemde, boynun yan tarafında uzanan vagus siniri aracılığı ile beyne uyartılar gönderilir.
İlkyardım
1. Kişi güvenli bir yere yatırılır. Etrafındaki eşyalar çarpma tehlikesine karşı uzaklaştırılır.
2. Başı yere çarpmasın diye el yardımıyla desteklenir.
3. Kesinlikle soğan, kolonya gibi şeyler koklatılmaz.
4. Kişinin hareketleri durdurulmaya çalışılmamalıdır. Bilinçsiz yapıldığından ne kadar uğraşılsa da bir yararı olmayacaktır.
5. Üzerindeki sıkı giysiler gevşetilir, çıkarılır.
6. Ayıltmak için uğraşmanıza gerek yoktur. Kişi yavaş yavaş kendine gelir. Ancak kişiyi kendi haline bırakmak kendini yaralamasına sebep olabilir.
7. Kişi kendine geldikten sonra yorgunluk, geçici olarak bilinç kaybı, sersemlik olabilir. Bu yüzden bir süre dinlendirilmelidir. Kendine geldikten sonra hastaneye götürülmelidir.
8. Kişi dişlerini sıkıyorsa ağzına elinizi kesinlikle uzatmayınız sert ve temiz bir cisimle dilinin solunum yolunu tıkamasını önleyiniz.
ERGENLİK SİVİLCELERİ
Ergenlik sivilcesine ne iyi gelir? Ergenlik sivilcesi nedenleri ve tedavisi…
Ergenlik dönemi kızlarda 11-16, erkeklerde ise 14-18 yaşları arasında yaşanıyor. Genellikle gençlerin yüzde 85’inde bu tür sivilceler çıkar. Ergenlik döneminin dışında, stres, güneş ışınları ve kozmetikler ergenlik sivilcesi oluşumunda etkili. Peki ergenlik sivilcesi nedir? Ergenlik sivilcesinin nedenleri ve tedavisi hakkında bilmeniz gereken tüm detayları burada bulabilirsiniz…
Akne; sivilce veya ergenlik sivilcesi olarak da tanımlanır. Özellikle yüzde, omuzlar ile sırtın üst kısmı ve dekolte bölgesinde pilosebase yapılardan zengin deri bölgesinde görülmektedir. Ergenlik döneminin en belirgin sorunlarından biri olan ve bazen ciltte kalıcı izlere neden olan bu sivilceler kişinin pskolojisini de bozabiliyor. Peki, Ergenlik sivilcesi nedir? Ergenlik sivilcesi nedenleri ve tedavisi hakkında merak edilenler için haberimize göz atmanız yeterli…
ERGENLİK SİVİLCESİ (AKNE VULGARİS) NEDİR?
Akne, genellikle ergenlerde sık olmak üzere her yaşta görülebilen, deride bulunan yağ bezlerinin ve kıl köklerinin düzgün çalışmaması sonucu, belirli vücut bölgelerinde ortaya çıkan bir inflamasyondur. En sık karşılaşılan türü genellikle ergenlik döneminde ortaya çıkan ‘akne vulgaris’tir. Akne Vulgaris, halk arasında “Ergenlik Sivilcesi” diye anılır.
Klinik olarak kendisini bu anatomik alanlarda sebore (yağlanma artışı), genişlemiş gözenekler, iltihaplı olmayan komedonlar, deride yüzeyel iltihaplı papül ve püstüller, derin iltihaplı nodül, kist ve abseler ile göstermektedir. Akne iyileşme sürecinde deride skar (iz) bırakmaktadır.
Kadın ve erkeklerde eşit sıklıkla gözlenmektedir. Erkeklerde kadınlara göre süreç daha ağır seyretmektedir. Dünya ırkları arasında fark bulunmamaktadır.
Akne hastalarının yaklaşık %60’ında akne kısa sureli ve hafif tedavilerle kontrol edilebilmesine ve kendini sınırlamasına karşın, %40’ında ileri erişkin yaş döneminde de devam edebilmektedir.
ERGENLİK SİVİLCESİNİN NEDENLERİ
Aknenin nedenleri çok tartışmalıdır. Kesin olan yanı yağ bezlerindeki büyüme ve aşırı çalışmadır. Gelişimindeki üç ana faktör; Yağ salgısında (sebum) artış, deri hücrelerinin anormal gelişmesi ve dökülerek kanalı tıkaması, yerleşik bir bakteri olan Propionibacterium Acnes’tir.
Aknede genetik faktörler etkendir. Anne, baba, abla ve ağabeyinde sivilce olanlarda, akne görülme riski fazladır. Özellikle “nodulokistik akne” olarak tanımlanan aknenin ağır formunda ailesel yatkınlık daha sık gözlenmektedir. Bazı genetik problemlerde örneğin -XYY gibi Y kromozomu fazlalığında akne daha ağır seyretmektedir.
ERGENLİK SİVİLCELERİNDE TEDAVİ
Akne tedavi edilebilen bir durumdur; ancak her sivilce aynı şekilde tedavi edilmez. Bu nedenle sivilce tedavisinin dermatolog tarafından planlanması ve izlenmesi en uygun olandır.
Hafif aknelerde cildin aşırı yağını temizleyici ve bakteri üremesini engelleyici ürün kullanılması çoğu kez yeterlidir. Ancak hekzaklorofen içeren antibakteriyel sabunların kullanımı deterjan akne denilen özel bir sivilceye neden olur. İkinci aşamada ciltteki yağ salgısını azaltan krem, jel, losyonlar kullanılır. İyileşme olmazsa, yerel antibiyotikler, ağız yoluyla antibiyotikler, doğum kontrol hapları denenebilir. En dirençli ve şiddetli akne formunda ise A Vitamini türevi kapsüller kullanılmaktadır.
Sivilcenin türüne göre; bu tedavilerin yanında, doktor tarafından uygun görülürse, belli zamanlarda siyah nokta çıkartma, kimyasal soyma işlemleri, kistlerin boşaltılması ve içlerine kortizon enjeksiyonu, izler üzerine lazer tedavileri gibi yöntemler tamamlayıcı tedavi seçenekleri olarak uygulanabilmektedir.
Ergenlik sivilceleri (akne), kesinlikle bir dermatolog kontrolünde, titiz, sabırlı ve hastayla iyi bir işbirliğiyle uzun sürede tedavi edilebilir. İyileşme süresi en az 6 aydır. İki ayın sonunda % 30-40, 6 ayın sonunda % 80-90 iyileşme beklenmelidir.
EZİKLER
Eziklerde en etkin tedavi, darbeden hemen sonra, bölge henüz kızarıkken yapılanıdır.
Evde Tedavi
Eziklerde en etkin tedavi, darbeden hemen sonra, bölge henüz kızarıkken yapılanıdır.
• Hızlı iyileşmeyi sağlamak ve şişmeyi önlemek için buz torbası veya donmuş bir bezelye paketini, vurulan bölgenin üzerine 20 ile 30 dakika arası uygulayabilirsiniz. Buzu cilt üzerine doğrudan koymamaya özen gösterin. Bunun için buz torbasını bir havluya sarabilirsiniz.
• Eziğin bacak veya ayak üzerinde kapladığı alan büyükse bacağı, kaza sonrasındaki ilk 24 saat içinde mümkün olduğu kadar yukarıda tutmak gerekir.
• Asetaminofen (parasetamol) veya ibuprofen etken maddeli bir ağrı kesiciyi prospektüste tavsiye edilen şekilde kullanabilirsiniz. Aspirin almayın. Aspirin, kanın pıhtılaşmasını yavaşlattığı için iç kanamayı uzatabilir.
• Eziğe neden olan darbeden yaklaşık 48 saat sonra eziğe günde 2-3 kez ılık suyla ıslatılmış bir havluyla 10 ar dakika ısı uygulamak, ezik bölgeye kan akışını hızlandırarak cildin kanı daha hızlı geri emmesini sağlar. Sonuç olarak morluğun rengi giderek açılır.
Tıbbi Tedavi
Hekimlerin ezikler için yukarıda bahsedilenler dışında uyguladığı özel bir tedavi yoktur. özetle, önce buz tedavisi ve ardından ısı uygulamak, reçetesiz satılan ağrı kesicilerden kullanmak ve morarmış bölgeyi yukarıda tutmak gibi evde yapılan tedaviler genelde yeterlidir. Ev içi şiddete maruz kaldığından şüphelenilen mağdur kişi, bir sosyal hizmet görevlisine yönlendirilebilir.
FABRY HASTALIĞI
Fabry hastalığı ( Anderson-Fabry hastalığı, Angiokeratoma corporis diffusumve alfa-galaktosidaz A eksikliği olarak da bilinir) nadir görülen X’e bağlı resesif kalıtılan lizozomal depo hastalığıdır. Geniş bir yelpazede sistemik semptomlara neden olabilir.[1] Hastalık, ismini kaşiflerinden biri olan Johannes Fabry’den (1 Haziran 1860- 29 Haziran 1930) almaktadır.
Belirtileri
Belirtileri genellikle erken çocukluk döneminde anlamak zordur.
Ağrı
Tüm gövdede veya ekstremiteler de lokalize, mide ve bağırsaklarda da sık görülür.
Böbrek tutulumu
Böbrek fonksiyonlarına hastalığın yaygın ve ciddi bir etkisi vardır; hastaların hayatları boyunca böbrek yetmezliği gelişebilir. Proteinüri genellikle böbrek tutulumunun ilk işaretidir. Erkeklerde son dönem böbrek yetmezliği genellikle yaşamın üçüncü on yılı içinde meydana gelir ve hastalığa bağlı ölümün sık bir nedenidir.
Kalp belirtileri
Kardiyak komplikasyonlar glikolipitlerin farklı kalp hücrelerinin birikmesine bağlı oluşur, kalp ile ilgili etkileri yaşla birlikte kötüleşebilir ve kalp hastalığı riskinin artmasına yol açabilir. Hipertansiyon ve kardiyomiyopati sık gözlenir.
Dermatolojik bulgular
Angiokeratomlar (küçük, ağrısız papüller ) sık görülen bir belirtisidir. Anhidrosis (terleme eksikliği) sık görülen bir belirtisidir ve daha az sıklıkla hiperhidroz (aşırı terleme) görülebilir. Ayrıca hastalarda Raynaud hastalığı -benzeri semptomlar görülebilir
Göz bulguları
Göz tutulumu ile keratopati görülebilir
Görülen diğer oküler bulgular, konjonktival anevrizmalar, katarakt, papilla ödemi, makula ödemi, optik atrofi ve retinal vasküler dilatasyon.
Diğer belirtiler
Yorgunluk, nöropati ( özellikle yanma tarzı ekstremite ağrısı ), serebrovasküler etkileri inme riskinin artmasına neden olur, tinnitus (kulak çınlaması), vertigo, mide bulantısı, ve ishal sık görülen belirtiler.
FARANJİT
Faranjit; farenksin (yani yutağın) enfeksiyonuna verilen isimdir. Yutak ağız ve burun boşluğunun arkasında yer almaktadır.
Faranjitin en sık karşılaşılan nedeni üst solunum yolu hastalıklarıdır. Soğuk algınlığı, nezle, grip gibi hastalıklara neden olan virüs ve bakteriler farenkse (yutağa) geçerek iltihaplanmaya neden olabilirler.
Faranjitin diğer nedenleri şöyle sıralanabilir:
– Hava kirliliği
– Kuru, tozlu hava
– Reflü
– Burun yapısındaki deformasyonlar nedeniyle gözlenen burun tıkanıklığı
– Alerji
– Sigara kullanımı
– Alkol
– Çok sıcak ya da çok soğuk içecekler tüketilmesi
Faranjit belirtileri nelerdir?
Akut (ani başlangıçlı) ve kronik (uzun süreli, tekrar eden) farenjitin sık rastlanan belirtileri şöyledir:
Akut faranjit için;
– Boğaz ağrısı
– Boğazda kızarıklık
– Ses kısılması
– Öksürük
– Yüksek ateş
– Yutkunma zorluğu
– Geniz akıntısı
– Baş ağrısı
– Eklem, kas ağrıları
– Halsizlik
– Lenf bezlerinin şişmesi
– Kulak ağrısı
Kronik farenjitte ise akut farenjitteki gibi ateş, halsizlik gibi şikâyetler pek görülmez. Boğaz ile ilgili şikâyetler daha hafiftir ancak ya hiç kaybolmaz ya da çok kolay ortaya çıkar. Boğazda kuruluk hissi, gıcık, yanma, kuruluk, yabancı cisim hissi, takılma, hafif yutkunma zorluğu en çok yakınılan durumlar arasındadır.
Faranjit nasıl tedavi edilir?
Akut farenjit bakteri kaynaklı ise antibiyotik kullanımı, alerji kaynaklı ise antihistaminik kullanımı önerilebilmektedir. Bu ilaçların yanı sıra şikayetlerin azalmasını sağlayacak; ağrı kesiciler, ateş düşürücüler, öksürük kesiciler, burun açıcı spreyler kullanılabilmektedir.
Kronik farenjit tedavisi ise biraz daha güçtür. Bu tedavide doktorun önereceği ilaçların kullanımının yanı sıra hastaların da dikkat etmesi gereken durumlar söz konusudur. Uygun tedaviyi belirlemek için öncelikle kronik farenjitin nedeni ortaya çıkartılmalıdır.
Faranjit tedavisinde hastaların dikkat etmesi gerekenler ise şöyledir:
– Dinlenmek
– Bol sıvı tüketmek
– Sigaradan ve içilen ortamlardan uzak durmak
– Kirli ve tozlu havadan kaçınmak
– İçecekleri ve yiyecekleri aşırı sıcak ya da aşırı soğuk olarak değil ılık tüketmek
– Alerji durumu söz konusu ise, alerjiye neden olan etkenlerden uzak durmak
– Reflü şikayeti varsa; aşırı çay kahve tüketiminden, baharatlı ve asitli yiyecek içeceklerden uzak durmak
FARENKS KANSERİ (YUTAK KANSERİ)
Yutak kanserleri için risk faktörleri nedir?
Risk faktörlerinin başında sigara ve diğer tütün ürünlerinin kullanımı gelir. Kanseri bulunan kişilerin % 85-90’ı sigara kullananlardır ve sigara içen kişilerde kanser gelişme riski içmeyenlere göre % 5-35 kat daha fazladır. Aşırı alkol kullanımı da risk faktörlerindendir.
Humman papilloma virüsü (HPV) de yutak kanserlerine neden olabilir. Ayrıca yutak kanserlerine wilson hastalığı, kronik burun enfeksiyonları, tütsülenmiş gıda tüketimi, kötü beslenme, genetik yatkınlık, konserve gıda tüketimi gibi etkenler yutak kanserlerine sebep olabilen etkenlerdir.
Yutak (farenks) kanseri nasıl semptom verir?
Yutak kanserleri genellikle boğaz ağrısı, boğazda yabancı cisim hissi, yutma zorluğu ve yutkunma sırasında ağrı, boğazda şişlik, kilo kaybı, öksürük, kulak ağrısı, ses değişikliği, boyunda şişlik, koku alma ve işitme kaybı, çift görme ya da şaşılık, içilen sıvıların burundan gelmesi, boyunda kitle, yüzde uyuşukluk gibi belirtilerle bulgu verir.
Nasıl tanı konur?
Tanı kulak, burun, boğaz cerrahisi veya baş, boyun cerrahisi uzmanının yapacağı fizik muayenede yutağın iç yüzünün ağız içinden bir ayna yardımı ile ya da endoskopi ile görüntülenmesi ile başlar. Yutak kanserinin etkilediği lenf bezleri boyun muayenesi ile kontrol edilir.
Radyolojik olarak şu tetkikler tanıda yardımcı olur;
Bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme yöntemleri
Baryumlu röntgen filmi
Ultrasonografi tetkiki
Biyopsi
Virüslere bağlı olabileceği düşünüldüğünde kan tahlilleri de istenir.
Yutak (farenks) kanseri tedavisi nasıl yapılır?
Yutak kanserleri tedavisinde öncelikle kanserin yutakta yerleştiği bölge, kanserin büyüklüğü ve yayıldığı bölgeler, biyopsi sonucu, hastanın yaşı ve genel sağlık durumu değerlendirilerek tedaviye karar verilir. Tedavide kemoterapi (ilaç tedavisi), radyoterapi (radyasyon tedavisi) ve cerrahi tedavi (ameliyat) uygulanır.
FEMUR BAŞI AVASKÜLER NEKROZ
Femur başı avasküler nekroz; femur başının kanlanmasında bozulma sonucu oluşan bir hastalıktır. Hastalığın femur başında görülmesinin nedeni femur başını besleyen sınırlı sayıda damar olmasıdır. Bu damar yolunda duraksama ile kanlanma bozulacağından femurda kemik yapımı süreci bozulur, kemik yenilenmesi olmaz ve kemik kaybı oluşur. Bu kayıpla ilerleyen evrelerde hastalarda kemik ağrısı, kalça ekleminde artroz (kireçlenme) görülür.
Femur başı avasküler nekroz hastalığının nedenleri
Femur boynunun kırıkları,
Uzun süreli steroid tedavisi,
Alkolizm,
Gut hastalığı,
Pıhtılaşma hastalıkları,
Orak hücreli anemi femur başı avasküler nekroz hastalığının nedenleri arasında sayılabilir.
Femur başı avasküler nekroz hastalığının belirtileri nelerdir?
Femur başı avasküler nekroz hastalığının en önemli bulgusu ağrıdır. Hasta sıklıkla 30 lu yaşlarda erkek hastadır. Ağrı; kasıkta, kalça önü veya arkasında hissedilebilir. Hastalarda yürürken aksama ve zor yürüme sonucu yürüyüş mesafesinde kısalma da görülür.
Femur başı avasküler nekroz hastalığının tedavisi
Kemiğin kanlanmasını arttırmaya yönelik girişimler yapılır. Foraj denilen kemikte delikler açma işlemi ve ‘core decompresyon’ denilen kemikte 1 cm çaplı bir tünel açma işlemi ile kemik kanlanması arttırılır.
Uygun olgularda bu tünellerin içine kemik greftleri uygulanır. İleri evrelerde ise yani femoral osteotomi denilen kemiğin kesilmesi ve yönlendirilmesi ameliyatı yapılır. Bazı hastalara kalça protezi ameliyatı gerekebilir.
FERÇ KAŞINTISI
Ferç kaşıntısı kadınların yaşadığı sorunlardan bir tanesidir ve üreme organını etkilemektedir. Üreme organının dış kısmında meydana gelen kaşıntıya ferç kaşıntısı husule gelir. Özellikle de iç çamaşırın cinsi ve sabun gibi faktörler ferç kaşıntısına yol açar. Ferç kaşıntısının ortaya çıkması durumunda birçok hususa dikkat edilmelidir.
Ferç kaşıntısı tedavisi süresince iç çamaşırın hijyenine dikkat edilmelidir. İç çamaşırı hijyenine dikkat edilmesinin yanı sıra, iç çamaşırın cinsi de önemlidir. Ferç kaşıntısından kurtulmak için mutlaka pamuklu iç çamaşırları kullanılmalıdır.
Ferç kaşıntısı aynı zaman bölgeyi sabunla yıkamaktan da kaynaklı olabildiği için, kesinlik bölgeye sabun vs gibi temizlik ürünleri değdirilmemeli, sadece su kullanarak bölge temizlenmelidir. Cinsel ilişki sonrasında da temizliğe dikkat edilmelidir. Ferç kaşıntısı geçene kadar cinsel ilişkiden uzak durulmalıdır. Aksi durumda bu sorun partnerinize de geçer ve daha sonra ferç kaşıntısı sorununuz geçse bile eşinizden yeniden bulaşır. Tüm bu hususlara dikkat edilmesi durumunda ferç kaşıntısından kurtulamadıysanız bir uzman yardım isteyin.
FİBROADENOM
Memenin en sık görülen iyi huylu tümörüdür. 20-40 arası yaşlarda görülür ancak bazen daha ileri yaşlarda da ortaya çıkabilir.
Toplumda görülme sıklığı yüzde 10 civarıdır. Bir kısım hastada birden fazla, hatta her iki memede oluşabilir.
Nedeni bilinmemektedir. Yağdan zengin beslenme ile ilişkili olabildiği yönünde görüşler vardır.
Kendiliğinden kaybolabilir veya gerekli görülürse çıkarılabilir.
FİBROKİSTİK MEME DEĞİŞİKLİKLERİ
Kadınların yaklaşık yüzde 60′ında görülen fibrokistik meme hastalıkları 30-50 yaş aralığında sık görülür.
American Cancer Society (Amerikan Kanser Derneği) verilerine göre kadınların en az yarısında yaşamlarının bir bölümünde memede fibrokistik değişimler tespit edilmektedir. Fibrokistik değişimi olan kadınlar tipik olarak periyodik meme ağrıları çekerler çünkü bu durum meme dokusunun vücuttaki aylık östrojen ve progesteron hormon değişimleriyle direkt olarak ilintilidir.
Menopoz sonrası ve doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda fibrokistik meme hastalıkları daha nadir görülür. Bu durum yumurtalık hormonlarıyla ilişkisinin olduğunu düşündürtmektedir.
Fibrokistik meme değişiklikleri için risk etmenleri arasında başta kalıtım ve beslenme (aşırı yağlı beslenme, fazla kahve tüketimi) gelmektedir. Fibrokistik meme değişimlerinde en sık rastlanan tablo şu şekilde özetlenebilir:
• Kistler (içi sıvı dolu keseler)
• Fibrosis (ölü hücre dokusu)
• Şişlik veya kitleler
• Memede kalınlaşmış ve sert bölgeler ve hassasiyet.
Fibrokistik meme değişimine sahip kadınlarda olası bir kanserin mamografi ile teşhisi zordur. Bu nedenle bu kişilerde ultrasonografi ile tarama da gerekebilir.
Fibrokistik meme değişimlerinde tedavi:
Ekstra destekleyici sütyen, doğum kontrol hapı kullanımı, az yağlı – bol sebze, tahıl ve meyve yeme alışkanlığının edinilmesi, göğüslerin sıcak tutulması; tuz, çay-kahve alımının azaltılması, diüretik, Vitamin E, B6, niacin kullanımı şeklinde olabilir.
Ağrılı kist durumunda ağrının giderilmesi amacı ile kist içindeki sıvı ince iğne aspirasyon biyopsi yöntemi ile çekilebilir. Nadir de olsa, doktor kitleleri cerrahi müdahale ile alabilir.
FİBROMİYALJİ
Fibromiyalji, geceleri yeterince uyumanıza rağmen sabah kalktığınızda kendinizi hiç uyumamış gibi hissettiren yumuşak doku romatizmasıdır. Genellikle yaşam tarzının değiştirilmesi ile tedavi edilebilen Fibromiyalji, stres devreye girdiği an yeniden tekrarlayabiliyor. Kronik ağrı ve yorgunluk sendromu olarak da bilinen “Fibromiyalji sendromu” hakkında Memorial Sağlık Grubu Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü uzmanları bilgi verdi.
Fibromiyalji Nedir? (Fibromiyalji Sendromu, Fibromiyalji Noktaları)
Fibromiyalji sendromu, uyku bozukluğu, kaslarda yaygın ağrı ve hassasiyet, aşırı yorgunluk, halsizlik ve sabah tutukluğu ile kendini belli eden kronik yumuşak doku romatizmal ağrı sendromudur. Özellikle vücudun belli noktalarından aşırı hassasiyet ile kendini belli eder. Toplumun yüzde 3’ünde görülen fibromiyalji sendromu hastaların yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Romatizmal hastalıklar içerisinde en sık karşılaşılan ikinci hastalık olan Fibromiyalji kadınlarda erkeklere göre üç kat daha sık görülmektedir. Yapılan araştırmalar, ülkemizde yaklaşık 1,3 milyon fibromiyalji hastası olduğunu göstermektedir. Fibromiyalji belirtilerinin farklı hastalıklarla karşılaştırılma olasılığı ise çok yüksektir. Doğru teşhis konulamadığında fibromiyalji şikayetleri azalsa da bir süre sonra yeniden başlama riski çok fazladır. Fibromiyalji tedavi edilmediğinde yaşam kalitesinde düşüş ve işgücü kaybına neden olur.
Fibromiyalji Belirtileri
Fibromiyalji belirtileri çok keskin olmamakla birlikte en önemli belirtisi vücudun belli yerlerinde görülen hassasiyettir. Bunu yanı sıra fibromiyalji özellikle ağrı ve sabahları zor uyanma ile kendini belli eder. Nefes almada zorlanma ve kulak çınlaması da en büyük fibromiyalji belirtilerindendir.
Fibromiyalji sendromu olan kişilerin özel bir karakteri vardır. Kendilerinden beklentileri çok yüksektir, mükemmeliyetçidir, çok titizdir ve duygu durumları çok çabuk değişir. Bu kişilerin stresli zamanlarında ağrılarının artma ihtimali çok yüksektir. Özellikle bel ve boyun ağrıları, kronik yorgunluk sendromu, depresyon, hipotiroidi ve uyku bozuklukları ile karşılaştırılan fibromiyaljinin belirtileri şöyle sıralanabilir;
• Herhangi bir ağrıyı normalden daha fazla algılamak.
• Ağrı yapmayan uyarıcıları da ağrı gibi hissetmek.
• El ve ayaklarda karıncalanma hissi ve uyuşma
• Çarpıntı
• Egzersize karşı dirençsizlik
• Kabızlık, ishal ve gaz şikayetleri
• Depresyon hali
• Hafıza problemleri
• Gün boyunca yorgunluk hissi
• Dinlenemeden uyanmış olma hissi
• Uyku kalitesinde azalma
• Noniseptif uyarılar nedeniyle, ağrının azaltılması ile hissedilen genel hassasiyet
• Konsantrasyon bozukluğu, yeni şeyler öğrenme zorluğu
• Kişiye göre değişen ödem hassasiyeti
• Hastaların % 30-50’si eklem hipermobilitesine sahiptir.
• Vücudun üst kısmı ile sınırlı olan kızarma eğilimi
• Vücudun belli noktalarından aşırı hassasiyet de bu hastalığın en belirgin özelliği sayılır.
Fibromiyalji Nedenleri
Fibromiyaljinin nedeni çok iyi bilinmese de yapılan araştırmalar genetik faktörlerin çok önemli olduğunu gösteriyor. Buna bağlı olarak 1. derece yakınlarında fibromiyalji görülen kişilerin bu hastalığa yakalanma riski 8 kat artıyor. Aynı zamanda çevresel faktörler de fibromiyalji sendromuna neden olan önemli nedenlerden biri. Özellikle çocukluk çağlarında geçirilen fiziksel ve duygusal travmalar fibromiyalji için büyük risk faktörleri arasında kabul edilir.
Fibromiyalji aynı zamanda psikolojik boyuta sahip bir hastalıktır. Depresyon hastalarında, uyku bozukluğu alanlarda ve anksiyetesi yüksek olan kişilerde fibromiyalji çok daha fazla görülüyor. Genellikle 25-55 yaş aralığındaki kadınlarda daha sık görülen Fibromiyalji sendromu (yumuşak doku romatizması)erkeklerde ve çocukluk döneminde de görülebilmektedir. Hastalık özellikle eğitim ve ekonomik düzeyi ortalamanın üzerinde olan kişilerde daha sık görülmektedir. Mükemmeliyetçi ve işkolik kişilik yapısı da fibromiyalji hastalığına yakalanma nedenleri arasında gösterilebilir. Gazetecilik, Mimarlık, Finans Sektörü gibi meslekler ile uğraşanlarda fibromiyalji sıklıkla görülür. Ayrıca işini sevmeyen kişilerde de fibromiyalji görülür. Mutsuzluk ağrıları artıran bir faktör olduğu için yaptığı işten memnun olmayanlar da en az stresli mesleklerde çalışanlar kadar fibromiyalji olma riskine sahiptir.
Genel olarak bakıldığında Fibromiyalji nedenleri uyku bozukluğu, ağrı algılama bozukluğu, santral sinir sisteminde nörotransmitter denilen maddelerin dengesizliği, sinir sistemi ve hormonal sistem bozukluğu, kas ve kas işlevlerinde bozukluk, sempatik sistemin aşırı çalışması olarak sıralanabilir.
Fibromiyalji İçin Hangi Doktora Gidilmeli?
Fibromiyalji belirtileri fark edilir edilmez teşhis için tam donanımlı bir hastanenin romatoloji uzmanına, tedavi içinse fizik tedavi ünitelerine başvurmak gerekir. Oldukça karmaşık bir hastalık olan fibromiyalji için multidisipliner bir tedavi uygulanır. Psikolog ve fizyoterapist dışında pek çok branştan da destek alınabilir.
Fibromiyalji Teşhisi
Fibromiyalji teşhisi hastanın öyküsü, hastalık belirtileri ve fiziki muayene ile konur. Fibromiyalji teşhisi için üç ay şikayetlerin ve belirtilerin devam etmesi gerekir. Fibromiyalji muayenesinde tender point denilen vücudun 18 hassas noktasından yaklaşık 11’inde bu ağrılı noktaların bulunup bulunmadığı tespit edilir. Bu referans noktalarında hastanın aşırı hassas olması temek şart kabul edilir. Fibromiyaljinin sadece kan tetkiklerinde ortaya çıkmasını beklememek gerekir. Ancak kan tetkikleri ayırıcı tanı için istenebilir. Sık sık başka hastalıklarla karıştırılan fibromiyaljide, bu karışıklığı önlemek için yapılacak tetkikler büyük önem taşır.
Fibromiyalji Tedavisi Nasıl Yapılır?
Fibromiyaljinin tedavisinde istikrar çok önemlidir. Doğru teşhis konulmaz ise farklı bir hastalığın tedavisine başlanmış olur ve hasta gereksiz bir ilaç yükü altında ek sorunlarla karşılaşabilir. Bu durum fibromiyaljinin kronikleşmesine de neden olur. Sürekli doktor değiştirmek, tedavisi yarıda kesmek ve farklı tedaviler arayışında olmak da fibromiyalji tedavisini olumsuz etkiler. İlaçla tedavi edilebilen fibromiyalji hastalığında özellikle tedaviyi sürdürülebilir kılmak çok önemlidir.
Fibromiyalji hastalarının ilaç tedavisine ek olarak günlük hayatlarında da birtakım değişiklikler yapması gerekmektedir. Stresten arındırılmış, düzenli bir yaşam, dengeli beslenme ve düzenli uyku tedavinin en önemli anahtarlarıdır. Vücut dinlenemediği sürece kişi, günlük yaşamda karşılaştığı en ufak bir olaya bile aşırı tepki verecektir.
Fibromiyalji tedavisinde en önemli prensip hasta-hekim işbirliğidir. Kişiye özel uygulanan tedavi seçenekleri arasında PRP uygulamaları, fizik tedavi ve rehabilitasyon yöntemleri, egzersiz programmlarından biri ya da hepsi birlikte uygulanabilir. Özellikle son dönemlerde PRP yöntemi ile fibromiyalji hastalığında asıl sebep olan fibrozitleri (ağrılı kas düğümleri) yok etmek çok daha kolay. Fibromiyalji tedavisinde kişiye bağlı olarak değişebilecek bazı fizik tedavi seçenekleri şöyledir;
• Bölgesel Enjeksiyonlar,
• Ozon Tedavisi,
• Elektroterapi Uygulamaları (Tens, Ultrason Tedavisi, Enterfrensiyel Akımlar, Biofeedback, Hvgs),
• Sıcaklık Ajanları,
• Doku Masajı,
• Klasik Masaj,
• Germe Gevşeme Eğitimleri
• Prp (Trombositten Zengin Plazma),
• Nöralterapi,
• Proloterapi,
• Manipülasyon.
Fibromiyalji Egzersizleri
Fibromiyalji egzersizleri tedavi sürecinin en önemli kısımlarından biridir. Yorucu ve stresli bir iş günü sonrasında haftada en az 3 kez spor yapmaya vakit ayırmak gerekir. Özellikle uzun saatler masa başında çalışmak ve hareketsizlik, kasların gelişimini olumsuz yönde etkiler. Spor sayesinde kişinin hem kasları çalışmakta hem de kendini iyi hissetmektedir. Sadece ilaçla bu hastalığın tedavisinin mümkün olmadığı unutulmamalıdır.
Fibromiyalji tedavisinde amaç, ağrı ve yorgunluktan şikayet eden, fiziksel ve sosyal yaşamı etkilenmiş kişinin sıkıntılarına yönelik tedavi seçeneklerini hazırlamaktır. İlaç tedavisinde ağrı kesiciler ve kas gevşeticiler tercih edilir. Ancak ilaç tedavisine ek olarak hasta eğitimi de önemlidir. Uzun süreli oturma, ayakta durma, stres, uzun süre yazı yazma, ağırlık kaldırma, kolların gergin pozisyonda çalışmasının şikayetleri artıracağı unutulmamalıdır.
Fibromiyalji için yapılan egzersizler ile kondisyon artışı sağlanır, travmalar ve dışardan gelen zararlı uyaranlar azaltılır ve ağrı döngüsü kırılmış olur. Fibromiyalji hastalarının özellikle aerobik, duruş, germe, pilates, yoga ve yüzme egzersizleri yapmaları çok önemlidir. Bunun yanı sıra, sıcak tedaviler, elektrik simülasyonları, kaplıca ve masaj gibi fizik tedavi uygulamaları oldukça etkilidir. Fibromiyalji hastaları her ne kadar egzersiz yapmakta zorlansa da hafif şiddette başlayıp, hafif şekilde devam edildiğinde haya kalitesinde büyük artış gözlenir.
Fibromiyalji İlaçarının Kullanımı
Fibromiyaljide her hasta ayrı ayrı ele alınıp tedavisi yapılmalıdır. İlaç ile tedavi edilen fibromiyalide uzun süre ilaç kullanımı da zararlı olabilir. Fibromiyalji sendromunda antidepresan grubu ilaçlar da kullanılabilmektedir. Bu ilaçlar hem uykuyu düzenlemekte hem de kronik ağrılı durumlara iyi gelmektedir. Ancak bu ilaçları uzu süre kullanmak kişilerde bağımlılık yaratabilir. Bu da fibromiyaljinin tedavi edilmemesine neden olmaktadır. Psikiyatrik ilaçların ancak eşlik eden psikolojik bir rahatsızlık durumunda kullanılması tavsiye edilir. Fibromiyalji ağrıları için kullanılan ağrı kesicilerin kullanımında ise böbrek, mide ve tansiyon problemlerine dikkat edilmelidir.
Fibromiyaljiden korunmak için bunlara dikkat edin!
Fibromiyalji her ne kadar hayatı tehdit eden bir hastalık olmasa da hayat kalitesini son derece etkilediği için titizlikle takip edilmelidir. Tedavisi uzun sürebilen fibromiyalji bulgularında düzelme olana dek hekim kontrolü şarttır. Fibromiyaljiden korunmak için bunlara dikkat etmek gerekir;
• Düzenli olarak egzersiz yapmak çok önemlidir. Özellikle gevşeme egzersizleri, germe egzersizleri, kardiyovasküler kondüsyon egzersizleri, düşük yoğunlukta yürüyüş, yüzme ve bisiklete binme, su aerobiği gibi aktiviteler faydalıdır.
• Fibromiyalji tedavisi için kullanılan ilaçlar, ağrıyı azaltmak, uykuyu düzenlemek ve depresyonu tedavi etmeye yöneliktir. Antidepresanlar, ağrıı kesiciler, uyku düzenleyiciler ve kas gevşetici ilaçlar mutlaka doktor kontrolünde kullanılmadır.
• Uyumadan önce çay, kahve, alkol, kola gibi maddelerden uzak durmak gerekir.
• Fizik tedavi uygulamalarından sıcak uygulama, derin ısıtıcılar ve elektriksel stimülasyon, masaj ve kaplıca kürleri tavsiye edilir.
• Sıcak ve kuru hava fibromiyaljiye iyi gelebilir.
FİBRÖZ DİSPLAZİ
Fibröz displazi, kemikte fibröz doku gelişmesi ile oluşur. Fibröz dokunun kemik içinde gelişerek kemik dokunun yerini alır ve bunun sonucunda fibröz kemik zayıflar. Zayıf kemikte şekil bozukluğu ve kırıklar gelişir.
Fibröz displazi hangi kemikleri tutar?
Fibroz displazi, vücudun herhangi bir kemiğinde görülebilir. Sıklıkla tutulan kemikler: femur, tibia, pelvis (uyluk) kemikleri, kaburgalar, kafatası, humerusdur.
Fibröz displazi belirtileri nelerdir?
Ağrı, kemik deformiteleri nedeniyle yürüme güçlüğü sık görülen bulgulardır. Kemik kırıkları oluşabilir.
Fibröz displazide oluşan kemik deformiteleri nasıl bulgu verir?
Kemik deformiteleri displazinin tuttuğu kemiğe göre farklı bulgu verir. Uyluk kemiği tutulumu ile kemikte çoban asası, omurga tutulumu ile kişide skolyoz görülür. Yüz kemikleri tutulumunda görme bozukluğu ve işitme kaybı, eklem tutulumunda artrit görülür.
Fibröz displazi tanısı
Tanı için sıklıkla, direk radyografi, Bilgisayarlı Tomografi, MR tetkikleri yapılır. Bunun yanı sıra kemik sintigarafisi de gerekebilir. Tanı için iğne biyopsisi de yapılabilir.
Fibröz displazi tedavisi
Hastanın şikayeti, deformitesi yoksa ilk aşamada hastalık sadece takip edilir. Bulgu ve deformite gelişiminde osteoporozda kullanılan bifosfonat grubu ilaçlar kullanılarak kemik kaybı önlenmeye çalışılır. İleri olgularda cerrahi tedavi ile fibröz displazi lezyonu çıkarılır ve yerine kemik greftleri koyulur.
FİL HASTALIĞI (LENFÖDEM)
Tıp dilinde lenfödem olarak bilinen yaygın olmayan bir hastalık türü olan fil hastalığı nedir? Fil hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında merak ettiğiniz her şey burada…
Lenfödem, genellikle kollarda ve bacaklarda şişliğe neden olurken nadiren gövdede de şişliğe neden olabilir. Fil hastalığı bulaşıcı olmamakla birlikte genetik geçişli bir hastalık da değildir. Fil hastalığı (lenfödem) nedir? Fil hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi ile ilgili bilinmesi gereken tüm detayları burada bulabilirsiniz…
FİL HASTALIĞI (LENFÖDEM) NEDİR?
Fil hastalığı, lenf sıvısının miktarındaki artış sonucunda deri altında ve doku aralıklarında yayılarak birikir. Bu nedenle kollarda, bacaklarda veya gövdede şişlikler meydana gelir.
Lenfatik sistem, hüceler arasındaki sıvıyı süzerek kana karışmasını sağlar. Böylece hücreler arasındaki sıvı dengesinin korunmasına yardımcı olur. Lenf sıvısının taşınmasını lenf kanalları ve lenf düğümlerinin hasara uğraması veya doğuştan kusurlu olması durumunda lenf sıvısı vücutta birikir. Ancak biriken sıvı miktarı lenfatik sistemin taşıma kapasitesini aşarsa lenfödem adı verilen fil hastalığı ortaya çıkar.
FİL HASTALIĞININ NEDENLERİ
Bazı lenfödemlerin nedeni kesin olarak bilinmemekle birlikte edinilmiş lenfödem vakalarında cerrahi müdahalenin, radyasyonun, enfeksiyonun veya travmanın neden olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca meme kanseri gibi bazı kanser türlerinin tedavisinde lenf düğümlerinin alınması lenfödem riskini arttırır.
Lenf sistemindeki yapısal bozukluktan kaynaklanan fil hastalığının temelinde asalak solucanların üremek için bıraktıkları larvaların, sivrisineklerle taşınması sonucunda insanlara geçmesi yatar. Buna bağlı olarak lenf damarları tıkanır ve iltihaplanma meydana gelir. Bunun sonucunda ise kollarda veya bacaklarda şişlikler meydana gelir.
Fil hastalığının oluşumunda rol oynayan etkenlerden bir diğeri ise kanser dokusunun lenf yollarını tıkanmasının yanı sıra radyoterapi veya ameliyatta lenf yollarının hasar görmesidir. Lenf yollarının hasar görmesi sonucunda lenf sıvısı deri altında veya doku aralıklarında yayılma göstererek birikir ve şişliğe yol açar.
FİL HASTALIĞININ BELİRTİLERİ
Fil hastalığının en tipik belirtisi deride, deri altı dokularında ve lenf bezlerinde meydana gelen aşırı kalınlaşma ve büyümedir. Olası diğer belirtiler şunlardır:
– Kol veya bacakta dolgunluk hissi, deride gerginlik, el bileği veya ayak bileği ve parmakların hareketliliğinin azalması
– Giysi, bilezik, saat, yüzük, ayakkabı, çorap, gibi eşyaların dar gelmesi ve iz bırakması
– Ateş, titreme
– Genel sağlık durumunda bozulma, halsizlik
– İdrarda süt kıvamı, beyazlama
– Penisin deri gerisinde kalması, esnekliğini kaybetmesi, ağrıması, yanması
– Vajinanın kalça ile birleştiği yerde büyüme, şişme
– Bazı kadınlarda göğüste büyüme
– Dalak veya karaciğerde büyüme
Zamanla bu semptomlar, enfeksiyon ve nadiren de olsa kanser dahil olmak üzere başka sorunlara yol açabilir.
FİL HASTALIĞININ TEDAVİSİ
Lenf ödem için bilinen bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır. Tedavinin amacı ise, etkilenen bölgede oluşan şişliğin azaltılması ve hissedilen acının kontrol altına alınmasıdır. Fil hastalığının çeşitli tedavi türleri bulunur. Bunlar;
İlaç Tedavisi
Fil hastalığında insan vücudunda gelişebilen solucan ve kurtlara karşı etkili antelmintik ilaçlar kullanılır.
Egzersizler
Hastalıktan dolayı etkilenmiş uzvun hafif egzersizlerle hareket ettirilmesidir. Bu egzersizler, lenf sıvısının boşaltımını kolaylaştırabilir ve bireyin gündelik işlerinde yardımcı olabilir.
Pnömatik kompresyon
Bir diğer tedavi yöntemi ise, pnömatik kompresyon cihazlarının kullanımıdır. Bireyin ayak ve el parmaklarından yukarıya, gövdeye doğru bir basınç yapılması ile lenf sıvısı vücudun diğer yerlerine aktarılabilir.
Tam dekonjestif tedavi
Bu tedavi yöntemi, bazı yaşam tarzı değiştirici terapilerin kombinasyonunu içerir. Genel olarak, bu terapi yüksek kan basıncı, diyabet, felç, kalp yetmezliği, kan pıhtılaşması ya da akut enfeksiyonları olan insanlara tavsiye edilmez.
Eğer şiddetli lenf ödem vakası gözlemleniyorsa, doktor koldaki ya da bacaktaki şişliği azaltmak için dokunun cerrahi yöntem ile alınmasını düşünebilir.
Cerrahi Müdahale
Fil hastalığının neden olduğu geniş alana yayılmış büyük su toplanmaları ameliyatla yok edilebilir. Cerrahi operasyon, testisleri etkileyen fil hastalığı vakalarında da etkili bir yöntem olmaktadır.
FİSTÜL
Dünya Sağlık Örgütüne göre her yıl 50.000 ile 100.000 insanda görülen fistül nedir? Fistül nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında tüm detaylar burada…
FİSTÜL NEDİR?
Bir fistül, genellikle birbirine bağlı olmayan iki organı veya damarları bağlayan anormal bir bağlantı veya geçittir. Bağırsak ile deri arasında, vajina ile rektum ve diğer yerler arasında herhangi bir yerde gelişebilir. Bazı fistüller şunları içerir:
İdrar Yolu Fistülleri:
İdrar yolu organında anormal açıklıklar veya bir idrar yolu organı ile bir başka organ arasındaki anormal bağlantı.
– Vezikouterin fistül mesane ile uterus arasında oluşur.
– Vezovavajinal fistül, mesane ile vajina arasında bir deliğin geliştiği yerdir.
– Üreterovajinal fistül, üretra ve vajina arasındadır.
Anal Fistüller:
Anal kanalın ve epitelyal cildin epitelize yüzeyi arasındaki anormal bağlantı.
– Anal kanal ile anal açıklığın çevresindeki deri arasında anorektal fistül oluşur.
– Rektovajinal veya Anovaginal Fistül rektum veya anüs ve vajina arasında bir delik geliştiğinde ortaya çıkar.
– Kolovaginal Fistül, kolon ve vajina arasında oluşur.
Diğer fistüller ise:
– Enteroenteral Fistül, bağırsağın iki kısmı arasında oluşur.
– Enterocutaneous veya Colocutaneous Fistula, ince bağırsak ve deri veya kolon ve deri arasında sırasıyla oluşur.
Tedavi edilmemiş fistüller travmatik, zayıflatıcı olabilir ve vücudunuza ek zararlar verebilir. Sinir hasarı, enfeksiyon ve böbrek yetmezliği fistüller ile ilişkilidir.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), her yıl 50.000-100.000 yeni fistül vakası olduğunu tahmin ediyor. Afrika gibi yerlerde, obstetrik fistüller, obstetrik (doğum ve doğum sonrası) bakım eksikliğinden dolayı sıklıkla tekrar eden fistülllerdir.
Fistülleri önleme en iyi tedavidir. İyi bir beslenme alışkanlığının sürdürülmesi, sağlıklı dokuyu korumak ve fistülleri önlemek için mükemmel bir yoldur. Ek olarak, sigara içmekten kaçınmak, fistül iyileşmesini teşvik etmek için önemlidir.
FİSTÜL NEDENLERİ
– Çocuk doğurmak. Doğum yapmak vajinal dizimde yırtıklara neden olur. Bu yırtıklar rektum boyunca gittiğinde fistül oluşur.
– Fistüller, genellikle bir yaralanma veya ameliyatın sonucu oluşurlar.
– Divertikülit, cinsel yolla bulaşan hastalık ve tüberküloz gibi bazı hastalıklar ve enfeksiyonlar fistüllere neden olabilir.
– Kanser tedavisinin nadir bir yan etkisidir. Daha az yaygın olarak, kanser büyümesi nedeniyle gelişir.
– Crohn hastalığı
FİSTÜL BELİRTİLERİ
Fistülün türüne bağlı olarak, bazı belirtiler şu şekildedir:
– Vajinadan sürekli idrar kaçağı
– Dış kadın genital organlarında tahriş
– Sık idrar yolu enfeksiyonları (UTIs)
– Vajina içine gaz ve / veya dışkı sızması
– Vajinadan sıvı drenajı
– Mide bulantısı
– Kusma
– İshal
– Karın ağrısı
Bu belirtilerden bir veya daha fazlasına sahipseniz, derhal bir uzman doktora görünmelisiniz.
FİSTÜL TEDAVİSİ
Fistül tedavisi için hastalar jinekolog, ürojinekolog veya kolorektal cerrahlardan tavsiye alabilirler. Fistül teşhisini takiben, uzman doktor yeri, büyüklüğü ve durumuna bağlı olarak en iyi tedavi planına karar verecektir. Bazı fistül tedavilerinde sadece bir kateter ile semptomları kontrol altına almak yeterli olabilir. Daha ciddi fistül vakalarında ameliyat gerekebilir.
Kateterler:
Fistülleri boşaltmak için kullanılır. Kateterler genellikle enfeksiyonu kontrol altına almak için küçük fistüllerde kullanılır.
Fibrin yapıştırıcısı:
Fistülleri kapatmak için kullanılan özel bir tıbbi yapıştırıcı. Bu genellikle fistülü doldurmak için kullanılan bir kolajen matrisidir.
CERRAHİ TEDAVİ
Transabdominal cerrahi: Fistüle, karın duvarı insizyonu ile girilir.
Laparoskopik cerrahi: Bu, küçük bir insizyon ve fistülü onarmak için kamera ve küçük aletlerin kullanımını içeren minimal invaziv bir ameliyattır.
FARMASÖTİK TEDAVİ
Antibiyotikler veya başka ilaçlar da fistül ile ilişkili herhangi bir enfeksiyonu tedavi etmek için kullanılabilir. Ancak, günümüzde fistüllerin ortadan kaldırılması için farmasötik (her türlü tıbbi ilaç) bir çözüm yoktur.
Cerrahi operasyonları gözünüzde büyütmeyin
Günümüzde cerrahinin amaçlarından biri hastanın kesisini küçültmektir. Klasik cerrahi yöntemler büyük kesilerle yapıldığı için hastalara ameliyat sonrası ağrılı bir dönem yaşatmaktadır.
FITIK
Fıtık, karın kaslarının iç tabakalarının zayıflaması veya yırtılması sonucu gelişen şişliklerdir. Karnı çevreleyen zarın, zayıflamış karın duvarından dışarı itilmesi nedeniyle oluşan keseleşmelerdir. Bu durum bağırsakların ve karın içi dokuların oluşan kese içerisinde yer almasına neden olur. Aşırı yük kaldırma, akciğer hastalıkları vb. hastalıklarda uzun süre devam eden öksürük, şiddetli kabızlık nedeniyle süregelen ıkınma gibi nedenlerle kas zarları zayıflayıp fıtık oluşabilir. Fıtık ağrı yapabilir ve boğulma, ya da içindeki bağırsak bölümünün çürümesi (kangreni) gibi nedenlerle, acil ameliyat gerektiren ciddi sorunlarda yaratabilir. Kadınlarda, erkeklerde ve çocuklarda gelişebilir. Fıtık doğuştan olabilir veya sonradan gelişebilir. Zamanla gerilemez veya kendiliğinden yok olmaz.
Vücudun en sık fıtık rastlanılan bölgeleri hangileridir?
Kasık kanalı, uyluk kanalı, göbek bölgesi, ameliyat kesileri Genel Cerrahi alanını ilgilendiren ve en sık olarak rastlanılan fıtık türleridir. Genel Cerrahi alanının dışında, bel veya boyun fıtıkları da görülmektedir.
Fıtık nasıl anlaşılabilir?
Fıtıklaşmaları en sık gördüğümüz alanlar kasık, göbek ve daha önceki ameliyatın yapıldığı kesi yerleridir. Fıtığın fark edilmesi genellikle zor değildir. Deri altında dikkat çeken bir şişlik oluşur. Ağır yükler kaldırmakla, uzun dönem öksürmekle, ıkınmakla ve uzun süre oturmak veya ayakta kalmakla ağrı hissedilir. Ağrı aniden başlayan ve keskin olabileceği gibi gün içerisinde giderek artan ve yeri hasta tarafından net olarak tanımlanamayan şekilde de olabilir. Fıtık bölgesinde sürekli ve şiddetli ağrının eşlik ettiği bir duyarlılık veya kızarıklık, fıtık içeriğinin boğulduğunun veya yaşayabilirliğini kaybettiğinin habercisi olabilir. Bu bulguların varlığı mümkün olan en kısa zamanda doktora başvurma zorunluluğu anlamına gelir.
Tedavi seçenekleri nelerdir?
Fıtık tedavisinde cerrahi teknik olarak çok fazla seçenek ileri sürülmüş, ancak yıllar içerisinde teknikler evrensel olarak standartlaşma yoluna gitmiştir. Fıtık bağlarının, ilaçların veya alternatif tıp yöntemlerinin anlamlı olmadığı ve tek etkin tedavinin ameliyat ile onarım olduğu kabul edilmektedir. Günümüzde fıtık ameliyatları başlıca iki yöntemle yapılmaktadır. İlki fıtığın olduğu kasık bölgesinde dışarıdan yapılan bir kesi ile gerçekleştirilen açık veya geleneksel olarak adlandırabileceğimiz yöntem ve ikincisi ise laparoskopik fıtık onarımıdır.
Açık fıtık onarımı nasıl yapılır?
Dışarıdan yapılan kesi yardımıyla cerrah, deri ve derialtını geçerek fıtıklaşmanın olduğu düzeye ulaşır. Fıtığa gerekli girişim yapıldıktan sonra sadece delik alanına veya bölgeye cerrahi yama konularak tamir tamamlanır. Bu yöntemin lokal (bölgesel) anesteziyle yapılabilmesi ve görece olarak daha ucuza mal olabilmesi gibi avantajları vardır. Ancak laparoskopik onarımla karşılaştırıldığında ameliyat sonrası daha fazla ağrı oluşturması ve iyileşme sürecinin daha uzun olması gibi dezavantajları vardır.
Erişkin yaş grubunda ki tüm hastalarda yama kullanılması uygun mu?
Cerrahi yama kullanılmadan sadece dikişle gerçekleştirilen onarımlar artık terk edilmektedir. Yama kullanımının standart hale gelmesi eğiliminde hem sonuçların daha başarılı olmasının hem de yamaların uzun dönemde hastalarda ret veya enfeksiyon gibi eskiden sık rastlanılan sorunları çok ender olarak yarattığının belirlenmesinin rolü vardır. Sık kullanım nedeniyle de yama teknolojisinde son yıllarda ciddi gelişmeler elde edilmiştir. Hala sık olarak kullanılan düz emilmeyen sentetik yamaların yanı sıra, bir kısmı zamanla emilebilen ve sonunda hastada daha az yabancı cisim kalmasını sağlayan yamalar ve önceden şekillendirilmiş yamalar da kullanılmaya başlanmıştır. Laparoskopik onarımda kullanılan, önceden şekillendirilmiş ve üç boyutlu tasarlanmış yamalar cerrahi uygulamaların daha hızlı ve rahat olmasını sağlamıştır.
Laparoskopik fıtık onarımı nasıl yapılmaktadır?
Laparoskopik fıtık onarımı, üç adet küçük kesi, laparoskopi teknolojisi ve yamanın kullanıldığı yeni bir yöntemdir. Bu yöntemde içi boş bir boruya benzetebileceğimiz kanülün içinden yerleştirilen ve özel bir kameraya bağlanmış olan teleskop, cerrahın fıtık ve çevre dokuları bir monitörden görebilmesini sağlamaktadır. Cerrahın içeride çalışabilmesini sağlamak için iki adet daha kanül yerleştirilmektedir. Fıtık, karın duvarı arkasından onarılmakta ve böylelikle yama karın içindeki bağırsaklar ile temas etmemekte ve buda ileride gelişebilecek yapışıklık ve buna bağlı bağırsak düğümlenmesi risklerini ortadan kaldırmaktadır. Fıtıklaşan alana cerrahi yama konulmakta ve özel küçük vidalar yardımıyla da yama tespit edilmektedir. Birçok merkez için maliyetin daha yüksek olması ve yöntemin genel anesteziyle yapılma zorunluluğu yöntemin dezavantajları gibi görülmektedir. Buna karşın daha az ağrı ve daha hızlı iyileşme ve işe erken geri dönebilme (3-4 gün) gibi avantajları nedeniyle hem cerrahlar hem de hastalar tarafından giderek artan oranda yeğlenmektedir. Şu an kuzey Amerika ve kuzey Avrupa ülkelerinde her dört fıtıktan birinin laparoskopik olarak tedavi edildiği bilinmekte ve yakında laparoskopik fıtık onarımlarının aynı sayıda yapılacağı öngörülmektedir. Ülkemizde ise bu konuda deneyimi olan cerrahlar tarafından giderek artan sıklıkta uygulanmaktadır.
Laparoskopik fıtık onarımı herkese yapılabilir mi?
Daha önce yapılmış olan karın ameliyatları ve bazı yandaş hastalıklar laparoskopik yöntemin öncelikli olarak düşünülmemesine neden olabilir. Daha sonra cerrahın ve hastanın bu ameliyata yönelik beklentilerini tartışıp, yönteme birlikte karar vermeleri en akılcı yol olacaktır.
Ne gibi hazırlıklar gereklidir?
Hastanın yaşına ve tıbbi durumuna göre ameliyat öncesi yapılması gereken değerlendirmeler farklılık gösterir. Hangi tetkiklerin ve konsültasyonların yapılacağı ameliyat öncesindeki görüşmede belirlenir. Ayrıca hastanın kullanmakta olduğu ilaçların gözden geçirilmesi de ani sürprizlerini önleyebilir. Örneğin son güne kadar kullanılan bazı kan sulandırıcı ilaçlar kanama riskini arttırabilir. Özellikle genel anestezi alacak hastalarda hastanın ameliyattan önceki son altı saatte tam açlık gereklidir. Laparoskopik fıtık onarımı ameliyatında yeğlenen anestezi şekli genel anestezi olmakla birlikte bu ameliyatın uygun koşullarda lokal anesteziyle de yapılması mümkündür.
Eğer ameliyat laparoskopik yöntem ile tamamlanamaz ise ne olur?
Laparoskopik olarak gerçekleştirilen ameliyatların hepsinde, düşük bir oranda, açık cerrahiye değişme olasılığı vardır. Laparoskopik fıtık onarımında bu riski artıran nedenler şişmanlık, yoğun yapışıklıklara neden olan geçirilmiş karın ameliyatları ve ameliyat sırasında ortaya çıkan kanamalardır. Açığa dönme kararını verme sürecinde ki temel nokta hasta güvenliğidir.
Fıtıklarda laparoskopik yöntemin üstünlükleri nelerdir?
1. Çift taraflı kasık fıtıklarında üç adet küçük delikten her iki tarafın fıtıklarının da onarılabilmesi ve hatta bazı özel durumlarda aynı deliklerden göbek fıtığının da onarılabilmesi (üç fıtığın aynı anda üç delikten onarılabilmesi üstünlüğü)
2. Nüks fıtıklarda yapılması avantajlıdır.
3. Daha az ağrılı olması
4. Hastanın işine daha erken dönebilmesi
Ameliyat sonrası dönem nasıldır?
Fıtık ameliyatlarının çoğunda hasta ameliyat gecesi hastanede kaldıktan sonra ertesi gün taburcu olabilmektedir. Hastanın gecelemeden, aynı gün taburcu edilmesi giderek artan sıklıkta yeğlenmeye başlamıştır. Hastaların ameliyat sonrası dönemlerinde ağrı pek sorun olmamaktadır. Laparoskopik fıtık onarımı sonrası etkin ağrı kontrolünün sağlanması ve hareketlenmenin cesaretlendirilmesiyle günlük aktiviteye çok erken geri dönülebilmektedir. Hastalar artık 24 saat içerisinde banyo dahil tüm hijyenik gereksinmelerini kendi başlarına halledebilir, 2-3 gün içerisinde günlük işlerini yapar ve 5-7 gün içerisinde aktif iş yaşantısına döner hatta araba kullanır noktaya gelirler.
Laparoskopik fıtık onarımının komplikasyonları nelerdir?
Cerrahide her ameliyatın kendine has bir komplikasyon listesi ve bu komplikasyonların görülme oranı vardır. Laparoskopik fıtık onarımında çok daha az görülen kanama ve infeksiyon ise yaklaşık olarak tüm ameliyatlarda görülebilecek komplikasyonlarındandır. Damarların, sinirlerin, sperm kanalının, mesanenin ve bağırsakların yaralanması nadir de olsa bildirilen komplikasyonlarıdır. Ameliyat sonrası ilk idrarın yapılmasında da sıkıntı olabilir. Onarılmış olan fıtık nüks edebilir, bu oran hem açık cerrahide hem de laparoskopik cerrahide %1’in altında olmakla birlikte ameliyat öncesi bu olasılığın hasta tarafından bilinmesi uygundur.
Kaynak : Prof.Dr. Korhan Taviloğlu www.taviloglu.com
FRENGİ (SİFİLİZ)
Frengi (Sifiliz), spiroket bakterisi Treponema pallidum pallidum alttürünün sebep olduğu cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyondur. Bulaşmanın başlıca rotası cinsel temastır; aynı zamanda anneden cenine, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir, bu doğuştan gelen frengi ile sonuçlanır. Treponema pallidum ile alakalı olarak insanlarda görülen diğer hastalıklar arasında veremdutu (pertenue alttürü), pinta(carateum alttürü) ve endemik frengi (endemicum alttürü) bulunmaktadır.
Frenginin bulgu ve belirtileri, ortaya koyduğu dört aşamaya göre değişkenlik gösterir (birincil, ikincil, latent ve üçüncül). Hastalığın ilk aşamasında klasik olarak şankr/çıban (sert, ağrısız, kaşıntısız bir deri ülseri) ortaya çıkar, ikincil frengide, çoğu zaman avuç içleri ve ayak tabanlarında yayılmış döküntü görülür, latent frengi az belirti gösterir ya da hiç göstermez, üçüncül frengi ise frengi kabarcıkları, nörolojik veya kardiyolojik belirtiler sergiler. Fakat, bu hastalık, sıklıkla görülen atipik görüntüler ortaya koyduğu için “büyük kopyacı” da olarak bilinmektedir. Teşhis genellikle kan testleri yoluyla konulur; ancak bakteriler mikroskop altında da görülebilir. Frengi, antibiyotikler ile etkili bir şekilde tedavi edilebilir, özellikle kas içi penisilin G (nörosifiliz için damar içi olarak verilen) tercih edilir, yoksa seftriakson kullanılır, penisiline karşı şiddetli alerjisi olanlarda ise oral doksisiklin ya da azitromisin uygulanır.
Frenginin 1999 yılında dünya çapında 12 milyon insana bulaştığına inanılmaktadır ve vakaların %90’dan fazlası gelişmekte olan ülkelerde görülmüştür. 1940’larda penisilinin yaygın bir şekilde bulunması sayesinde çarpıcı biçimde azalan hastalık oranları, milenyumun başında insan bağışıklık eksikliği virüsü (HIV) ile kombinasyon halinde birçok ülkede artmıştır. Bu artış, erkeklerle veya kadınlarla seks yapan erkekler, kadınlarla veya erkeklerle seks yapan kadınlar arasındaki korunmasız cinsel uygulamalar, artan rastgele cinsel ilişkide bulunma, fuhuş ve bariyer yöntemleriyle korunmanın azalması ile ilişkilendirilir.
Belirtiler ve semptomlar
Frengi, dört farklı aşamadan birinde kendini gösterebilir: birincil, ikincil, latent ve üçüncül, dahası ırsi de olabilir. Frengi, kendini farklı görüntülerle ortaya koyduğu için Sir William Osler tarafından “büyük kopyacı” olarak adlandırılmıştır.
Birincil
Birincil frengi genellikle başka bir kişinin bulaşıcı lezyonları ile cinsel temas yoluyla bulaşır..[7] İlk maruziyetten yaklaşık olarak 3 ila 90 gün sonra (ortalama 21 gün), temas noktasında şankr/çıban adlı bir deri lezyonu ortaya çıkar. Bu, klasik olarak (%40 oranda), sağlam tabanlı ve 0,3 ila 3,0 cm boyutlarında keskin sınırları olan tek, katı, ağrısız ve kaşıntısız bir deri ülseridir. Ancak lezyon hemen hemen her şekli alabilir.Tipik şeklinde, makülden papüle evrim geçirir ve nihayetinde aşınma ya da ülsere dönüşür. Zaman zaman, birden fazla lezyon olabilir (~%40), birden fazla lezyon, HIV ile birlikte bulaştığında daha yaygın olur. Lezyonlar ağrılı ya da hassas olabilir (%30), ve genital organların dışında meydana gelebilir (%2–7). En yaygın görülen yer kadınlarda rahim boynu (%44), heteroseksüel erkeklerde penis (%99) ve nispeten yaygın olarak erkeklerle seks yapan erkeklerde anal yolla ve rektaldir(%34). Enfekte olan alanın etrafında sıklıkla Lenf bezi büyümesi görülür (%80), ve şankr oluşumundan 7 ila 10 gün sonra meydana gelir. lezyon tedavi edilmeden üç ila 6 hafta kadar sürebilir.
İkincil
İkincil frengi, ilk bulaşmadan yaklaşık olarak dört ila on hafta sonra oluşur. İkincil hastalığın birçok farklı şekilde kendini gösterdiği bilinirken, en yaygın belirtileri arasında deri,muköz membranlar ve lenf düğümleri bulunmaktadır. Gövdede, el ve ayaklarda, avuç içi ve ayak tabanları da dahil olmak üzere, simetrik, kırmızımsı pembe ve kaşıntısız döküntü olabilir. Döküntü, makülopapüler ya da pustularhale gelebilir. Mukoza zarında kondilom latum olarak bilinen düz, geniş, beyazımsı, siğil benzeri lezyonlar oluşturabilir. Bütün bu lezyonlar bakteri barındırır ve bulaşıcıdır. Diğer semptomlar arasında ateş, boğaz ağrısı, halsizlik, kilo kaybı, saç kaybı ve baş ağrısı yer alır. Hepatit, böbrek hastalığı, eklem iltihabı, periostit, optik nörit, üveit ve interstisyel keratit nadir görülen belirtiler arasındadır. Akut semptomlar genellikle üç ila altı hafta sonra ortadan kalkar; ancak, insanların %25’inde ikincil belirtiler tekrar görülebilir. İkincil frengisi olan birçok kişide (kadınların %40-85’i, erkeklerin %20-65’i) daha önce tipik birincil frengi şankrı rapor edilmemiştir.[9]
Latent
Latent frengi, hastalık belirtileri olmadan serolojik enfeksiyon bulgusu olarak tanımlanır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nde, erken (ikincil frengiden sonra 1 yıldan az) ya da geç (ikincil frengiden sonra 1 yıldan fazla) olarak tanımlanmıştır.[11]Birleşik Krallık, erken ve geç latent frengi için iki yıllık bir geçirim kullanır.Erken latent frengide semptomlar nüksedebilir. Geç latent frengi semptomsuzdur ve erken latent frengi kadar bulaşıcı değildir.
Üçüncül
Üçüncül frengi, ilk bulaşmadan sonra yaklaşık 3 ila 15 yıl sonra oluşur ve üç farklı şekilde sınıflandırılabilir: frengi kabarcığına benzeyen frengi (%15), geç nörosifiliz(%6,5) ve kardiyovasküler frengi (%10). Tedavi