Hastalıklar

A HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR

ABORTUS (DÜŞÜK)

Gebeliğin 20. haftası tamamlanmadan önce (ya da bebek 500 gramlık ağırlığa erişmeden önce) herhangi bir nedenle gebeliğin bitmesine düşük adı verilir. Gebeliğin yasal sınırlar içerisinde istek üzerine aile planlaması amacıyla sonlandırılmasına yasal tahliye, başka bir nedenle (anne adayının sağlık durumunun gebeliğin devamına izin vermemesi, bebekte yaşamla bağdaşmayan anomaliler olması veya ölmüş olması) sonlandırılmasına ise tıbbi tahliye adı verilir. Aşağıda kendiliğinden oluşan düşüklerle ilgili bilgiler verilecektir.
Bozulmuş gebelik
Anembriyonik gebelikle benzer bir durumdur. Sıklıkla gebelik kesesinin düzensiz olarak izlendiği durumlarda bu tanı konur. Normalde yusyuvarlak olması gereken gebelik kesesi düşükten hemen önceki dönemde düzensiz hale gelebilir ve yine sıklıkla kesenin etrafında az miktarda kan birikimi olur. Bozulmuş gebelik ifadesi genellikle bu durumu tarif etmek için kullanılır. Tanı konduktan sonra tıbbi tahliye ile gebeliğe son verilir.
Spontan (kendiliğinden) Abortus
Bozulmuş gebelik veya anembriyonik gebelik oluştuğunda, bebek öldüğünde yukarıda anlatıldığı gibi fizyolojik mekanizmalar devreye girer ve uterusun içini boşaltarak gebelik öncesi duruma getirmeyi amaçlar. Bu da kendini gebeliğin ilk 20 haftasında kanama, ağrı ve beraberinde “parçalar” düşürme şeklinde gösterir. Gebelik haftası ilerledikçe kaybedilen kan miktarı artar ve düşen “parçaların” hacmi de daha fazla olur. Muayenede serviks (rahimağzı) açıktır ve dışarıya kan ve gebelik ürünlerinin çıktığı gözlenir. Düşük eylemi vücudun kendisi tarafından başlatılmıştır.

Düşük eyleminin kendi kendine başlayıp bitmesi durumunda komplet abortus (tamamlanmış düşük) deyimi kullanılır. Özellikle ilk 6 haftasında veya 14 haftalıktan büyük olan gebeliklerde oluşan düşüklerde sıklıkla komplet abortus oluşur. Muayenede kanamanın az olduğu gözlenirse ve tercihan vajinal ultrasonografide uterusun içinin tamamen boşaldığı gözlenirse ek müdahale gerekmez.

Bazı durumlarda ise düşük eylemi başlar ancak uterusun içinin kendi kendine boşalması uzun sürer ve bazen de tam boşalma hiç gerçekleşmez. Bu duruma da inkomplet abortus (tamamlanmamış düşük) adı verilir. Özellikle 6 hafta ile 14 haftalık gebeliklerin düşükle sonuçlandığı durumlarda zarlar ve yeni gelişmekte olan plasenta uterusa sıkıca tutunmuş olduklarından uterus kasılmaları bu yapıları yerinden söküp dışarı atmakta zorlanır. Düşük eylemi sürdükçe uterus tam boşalamamış olduğundan kanama devam eder. Bu durumlarda hem kanamayı durdurmak, hem de içeride kalan parçaların enfeksiyona yolaçmasını önlemek için kürtaj yapılması gerekir. Kürtaj, gebelik haftasına göre değişmek üzere, 10. haftaya kadar genellikle plastik boru şeklinde aletlerle uterus içinde kalan parçaların temizlenmesi işlemine verilen isimdir. Plastik borular, arka kısımlarına takılan vakumun emici etkisiyle ve yine uçlarının nispeten keskin olması nedeniyle uterus duvarına yapışık halde bulunan “parçaları” uterus dışına çekerler. Bazı durumlarda aynı işlem küret adı verilen metal aletler yardımıyla hafifçe kazınarak yapılması gerekebilir.
Rest plasenta (parça kalması)
Düşük sonrası veya yasal tahliye sonrası uterus içinde plasenta ve gebeliğe ait diğer bazı parçaların kalmasına verilen isimdir. Kanamayı durdurmak ve enfeksiyonu önlemek için genellikle kürtaj uygulanması tercih edilir.
Habituel abortus (tekrarlayan düşükler)
Bir kadının en az iki kere (bazı ekollerde üç kere) düşük yapmasına verilen isimdir.
Düşük neden olur ?
Doğanın en önemli görevlerinden biri yeryüzünün canlılara sunduğu sınırlı kaynaklarından en mükemmel olan canlıların faydalanmasını sağlamaktır. Bunun için de doğa(l) mekanizmalar yeni canlı oluşumunun her aşamasında ve hatta canlılar dünyaya geldikten sonra da hayatın her aşamasında devreye girerek tüm canlılar bir sınava tabi tutulur, “hatalı” olanlar ortadan kaldırılır ve kusursuz olanlara “yer açılır”. “En mükemmel” olan burada genetik, yapısal ve işlevsel olarak en mükemmel olan anlamında kullanılmaktadır. Doğal seleksiyon (seçim) adı verilen bu fizyolojik mekanizma “hatalı” olan organizmaları bulur ve yukarıda anlattığımız gibi, mükemmel olanlarına yeraçmak için bir anlamda kendi yaptığı hataları yokederek düzeltmeye çalışır. En dar anlamda bakıldığında “düşük” bu fizyolojik mekanizmanın dışavurumlarından biri olarak görülebilir.
Kimlerde düşük yapma riski yüksektir ?
Anne (ve baba adayının) gebeliğin oluştuğu esnada yaşı ne kadar yüksekse ve kadının daha önceden yaşadığı gebelik sayısı ne kadar fazlaysa gebeliğin düşükle sonuçlanma riski de o kadar artar. Bu doğaldır, zira yaş arttıkça gamet hücrelerinde (kadınlarda yumurta hücresi, erkeklerde sperm) genetik bozukluklar meydana gelme olasılığı ve bu meydana gelen bozukluğun döllenmiş hücreye geçme olasılığı artar. 20 yaşından daha genç olan anne adaylarında düşük riski yaklaşık %10 iken (gebelik tanısı konulan gebeliklerin düşük oranı), 40 yaşından daha ileri yaşta olanlarda bu risk %30 civarındadır. Baba adayının yaşının 40’ın üzerinde olduğu gebeliklerde de düşük riski iki kat artar.
Düşük nasıl belirti verir ?
Düşüğün “olmazsa olmaz” belirtisi kanamadır. Erken gebelik haftalarında kanamanın beraberinde ağrı olmayabilir ve “parça düşürme” de “parçaların” ufak olması nedeniyle algılanamayabilir.
Düşük tehdidi nedir ?
Gebeliğin ilk yarısında kanama ya da kanlı akıntı olması durumunda yapılan jinekolojik muayenede kanamanın uterus dışında bir yerden gelmediğine emin olunduğunda düşük tehdidi tanısı konur. Bazı anne adaylarında basur kanaması, idrar yollarındaki kanama, ya da serviksteki bir hastalığa bağlı olarak özellikle cinsel ilişkiden sonra oluşan kanama da yetersiz bir değerlendirme sonucu düşük tehdidi sanılabilir. Bu nedenle “düşük tehdidi” tanısını hemen koymadan komple bir jinekolojik ve genital muayene ihmal edilmemelidir. Anne adaylarının çoğu bu muayeneye karşı isteksizdir. Ancak jinekolojik muayene ve/veya ultrasonun düşüğe neden olduğu konusunda bilimsel bir veri bulunmamaktadır. Gebeliğin erken dönemlerinde oluşan kanamanın diğer nedenlerini de asla gözardı etmemek gerekir. Bunlar arasında en önemlileri dış gebelik, mol gebeliği, selim ve habis tümörler, sindirim sisteminden veya idrar yollarından olan kanamalardır.

Beklenen adet döneminde oluşan kanama (“üstüne görme”), implantasyonda (beklenen adetten bir hafta önce) oluşan kanama, 8. hafta civarında plasentanın corpus luteum işlevlerini üzerine almasına bağlı oluşan kanama da sağlıklı seyreden bir gebelikte ender olarak görülen “lekelenmenin” nedeni olabilir.
Düşük tehdidi durumunda neler yapılmalıdır ?
Düşük tehdidi tanısı konduğunda cinsel ilişki uterusta kasılmalara yolaçtığından yasaklanır. İstirahat edilmesi de dahil olmak üzere düşük tehdidinde alınan önlemlerin kesinlikle başarılı olduğu yönünde bilimsel veriler mevcut değildir. Progesteron tedavisi sık uygulanmasına karşın bunun da etkili olduğunu söylemek için elimizde yeterli bilimsel veri mevcut değildir. Hatta bazı çalışmalar bu tedavinini önlenmesi imkansız olan bir düşüğü geciktirdiğini göstermektedir.

Düşüklerden sonra mutlaka uygulanması gereken anti-D immunglobulin (Rhogam, yani “uyuşmazlık iğnesi”) kan uyuşmazlığı olan çiftlerde ihmal edilmemelidir.
Düşüğün tekrarlama riski nedir ?
Bir kez düşük yapan kadının sonraki gebeliğinde tekrar düşük yapma riski %20’dir. Üç ve daha fazla sayıda düşük yapmış bir kadının ise yeni bir gebelikte tekrar düşük yapma riski yaklaşık %50’dir.
Düşükten ne kadar sonra gebe kalınabilir ?
Bir kez düşük yaşadıysanız, yaşadığınız düşük mol gebeliğine bağlı değildiyse, düşük sonrasında aşırı kanama, enfeksiyon gibi normaldışı bir durum sözkonusu olmadıysa, tedavi gerektiren bir hastalığınız yoksa yaşadığınız düşük muhtemelen tekrarlayıcı özelliği yüksek olmayan bir düşüktür ve ileri inceleme gerektiren bir durum da değildir. Kendinizi psikolojik olarak yeni bir gebeliğe hazır hissettiğinizde yeniden gebe kalabilirsiniz.

Yukarıdakilerden daha farklı bir durumdaysanız (birden fazla düşük, mol gebeliği, düşük sonrası problem, kronik bir hastalığın varlığı gibi) doktorunuza danışmalı ve gerekli inceleme ve tedaviler sonrasında gebe kalmalısınız.

 

 

ADALE ROMATİZMASI

Toplumda en sık görülen romatizma hastalıklarından biri de adale romatizması hastalığıdır. Genellikle 30 ile 60 yaşları arasında kendini gösterebilen adale romatizması hastalığı tedavi edilmediği takdirde etkisini uzun süreler devam ettirmekte ve bunun sonucunda ise etkisi altına aldığı bireyin en başta iş ve sosyal hayatı olmak üzere birçok günlük faaliyetlerini ciddi anlamda olumsuz etkileyebilmektedir.
Tıp dalında ”fibromiyalji” adını alan adale romatizması hastalığı özellikle yetişkin bayanlarda kendini göstermekte etkisini uzun müddetler boyunca sürdürebilmektedir.
Genellikle vücut kas ve eklemlerinde meydana gelebilen adale romatizması hastalığı çeşitli nedenlere bağlı olarak kendini gösterebilmekte ve bununla birlikte çeşitli belirtiler doğrultusunda etkisini tamamen ortaya çıkarmaktadır. Romatizmal hastalıklar arasında en sık görülen romatizma türü olan adale romatizması hastalığı özellikle kas ve eklemlerde meydana gelen orta şiddetli ağrılar sonucunda etkisini göstermekte ve etkili olduğu süreçler itibariyle bireyin ciddi rahatsızlık yaşamasına neden olabilmektedir.
Adale Romatizması Hastalığının Belirtileri Nelerdir?
Adale romatizması hastalığının birçok belirtileri bulunmaktadır. Bu belirtiler şunlardır;
– Sıklıkla devam eden kas ve eklem ağrıları
– Uykusuzluk durumu
– Aşırı yorgunluk ve halsizlik durumu
– Hastalığa bağlı olarak 2 aydan daha uzun süren ağrılar
– Yeteri kadar uyku alınmasına rağmen yeteri kadar dinlenememe ve çoğu zaman yorgun ve bitkin uyanma durumu
– Şiddetli baş ağrısı
– Sersemlik hissi
– Konsantrasyonda aşırı zorluk çekilmesi
– Özellikle el,kol ve sırt bölgelerinde meydana gelen karıncalanmalar
– Gereğinden fazla idrara çıkma durumu
– Kulaklarda meydana gelen çınlama durumları
– Nadiren de olsa gözlerde meydana gelen kızarıklıklar
– Çarpıntı durumu ve vücutta meydana gelen bazı kasılmalar adale romatizması hastalığının başlıca belirtileridir.
Adale Romatizması Hastalığının Nedenleri Nelerdir?
Adale romatizması hastalığının başlıca nedeni soğuk algınlığı durumudur. Birçok romatizmal hastalıkların meydana gelmesinde en etkin rol oynayan faktör soğuk hava iklimleridir.
Bununla birlikte başta adale romatizması hastalığı olmak üzere birçok romatizmal hastalıklar özellikle soğuk hava iklimlerinin hakim olduğu bölgelerde yaşayan bireylerde çok daha sık görülmektedir. Ayrıca adale romatizması hastalığının meydana gelmesinde etkin rol oynayan bazı nedenler de bulunmaktadır. Bu nedenler sırasıyla şunlardır;
– Günlük spor veya egzersizler sonucunda vücutta meydana gelen terleme durumu
– Çeşitli nedenlere bağlı olarak vücudun soğuk alması durumu
– Diş iltihapları rahatsızlığı
– Sinüzitlerde meydana gelen iltihaplanmalar
– Aşırı kilolar
– Yaşın ilerlemesi özellikle 60 yaş ve sonrası adale romatizması hastalığının nedenlerindendir.
Adale Romatizması Hastalığının Teşhisi Nasıl Yapılmaktadır?
Birçok romatizmal hastalıkta olduğu gibi adale romatizması hastalığında da ilgili doktor tarafından ilk olarak hastadan hastalığın genel belirtileri hakkında bilgi alınmaktadır. Bu bilgiler alındıktan sonra ise ilgili doktorun verdiği talimatlar doğrultusunda hastalığın tam teşhisinin yapılabilmesi amacıyla çeşitli test ve tetkikler yaptırılmaktadır. Yapılan test ve tetkiler sonrasında hastalığın hangi aşamada bulunduğu kesin olarak tespit edildikten sonra bunun akabinde hemen tedavi aşamasına girilmekte ve gerekli tedavilere başlanılmaktadır.
Adale Romatizması Hastalığının Tedavisi Nasıl Yapılmaktadır?
Adale romatizması hastalığının tedavisi genel olarak kortizonlu ilaçlar ve ağrı kesici ilaçlar ile yapılmaktadır. Doktor tarafından genellikle reçeteli olarak yazılan bu ilaçlar sayesinde birçok adale romatizması hastalığı kısa süre sonrasında ortadan kaldırılabilmektedir. Fakat tedavi sürecinin başarılı geçmesi için özellikle hastanın doktor tavsiyelerine harfiyen uyması ve hastalığa neden olan tüm faktörlerden uzak durması gerekmektedir. Bunları yerine getirdiğinden itibaren birkaç günlük ev veya hastane istirahati sonrasında günlük aktivitelerine kaldığı yerden devam edebilmektedir.
Adale Romatizması Hastalığından Korunmanın Yolları Nelerdir?
Birçok romatizmal hastalıklardan korunmanın en etkili yolu soğuklardan korunma yoludur. Özellikle de kış aylarında mümkünse soğuk havada kalınmamalı ve bu aylarda kalın giysiler giyilmelidir. Bununla birlikte adale romatizması hastalığından korunmanın bir diğer yolları ise şunlardır;
Sigara ve alkolden uzak durulmalıdır. Çünkü birçok hastalığın ana nedenleri arasında bulunan sigara ve alkol özellikle damar hastalıkları üzerinde etkin rol oynayabilmekte ve bunun sonucunda ise başta adale romatizması hastalığı olmak üzere birçok romatizmal hastalıkların meydana gelmesinde etkin rol oynamaktadır.
Günlük egzersizler düzenli olarak yapılmalıdır.
Özellikle soğuk hava iklimlerinde gereğinden fazla soğuk su tüketilmemelidir.
Kol ve bacaklara sık sık masaj yapılmalıdır.
Not: Makale bilgi içeriklidir. Reçete değildir.

 

 

ADAMS STOKES SENDROMU

Kalpten çıkan uyarının atriyoventriküler düğümü (AV Nodu) normal geçtiği halde, ventriküllerin özelleşmiş ileti sisteminde / His demetinde veya kardiyak ileti sisteminin her üç fasikülünde engellendiği AV blok olarak tanımlanabilecek olan İnfranodal AV Blok, ileri yaşta olan hastalarda sık görülür. Bayılma ve Konvülsiyon ile sonuçlanabilir. Eğer bu senkop infranodal bloğa bağlı ise Adams Stokes Krizi olarak adlandırılır. Adams Stokes Krizi, habersiz ortaya çıkar ve kısa sürer. Ancak, krizler giderek sıklaşma eğilimi taşır. Dakika nabız sayısı genellikle 20- 50 arasındadır. Juguler venöz nabızda “Dev A Dalgaları” farkedilebilir.
Etkilenen sistemler nelerdir ?
Kalp ve Damar Sistemi , Sinir Sistemi
Belirtileri nelerdir ?
Akut bradikardi (20-50/dk)
Hipotansiyon
Solukluk
Pozisyon veya efora bağlı olmayan duygu veya bilinç kaybı
Senkop veya senkopa benzer semptomların aniden oluşumu (çarpıntı olsun veya olmasın)
Juguler venöz nabızda dev A dalgaları.
Nedenleri nelerdir ?
İlaçlar
* Kalsiyum kanal blokerleri
* Beta blokerler
* Digoksin
* Ouabain
* Propafenon
* Klonidin

AV nodu tutan myokardiyal iskemi
Kalp ve ileti sistemini tutan infiltratif veya fibröz hastalıklar (Amiloid,Sifilis, Tümör)
Yaşa bağlı AV nodun dejenerasyonu
Nöromuskuler hastalıklar (myotonik musküler distrofi veya Kearns-Sayre Sendromu)
Risk faktörleri nelerdir ?
Kalsiyum Kanal Blokerleri, Beta Blokerler , Digoksin, Ouabain, Propafenon , Klonidin vb ilaçların kullanımı.
Koroner arteryel hastalık
AV nod disfonksiyonu
Akut myokard infarktüsü (özellikle akut sağ koroner arter oklüzyonu)
Amiloidoz
Chagas hastalığı
Kalbi tutan bağ doku hastalıkları (sistemik lupus eritemotosus, romatoid artrit)
Patolojik bulgular nelerdir ?
Serum digoksin düzeyleri artmış. Serum kardiyak enzimleri artmış. EKG, olayın monitorizasyonu veya Holter monitorü, yavaşlamış ve ventriküler kaçaksız geçici tam kalp bloğunu gösterir.
Yapılabilecek testler nelerdir ?
Elektrokardiyografi
Monitorizasyon
Holter Monitorizasyon
Tanısal işlemler nelerdir ?
Koroner iskemiyi ekarte etmek amacıyla koroner kateterizasyon
AV nodu ileti durumunun değerlendirilmesi amacıyla elektrofizyolojik testler
İnfiltratif hastalıktan kuşkulanıldığında myokard biyopsisi
Bakım ve önlemler nelerdir ?
Monitorizasyonun gerektiği durumlarda hospitalizasyon.
Devamlı tedavi, ambulatuar takip.
İşlemler boyunca kardiyak monitorizasyon
İşlemler boyunca mevcut trans-torasik pace
İşlemler boyunca atropin
İşlemler süresince geçici pace-makerin yerleştirilmesi ihtimali
Geçici tam kalp bloğu geri dönüşümsüz olduğu zaman kalıcı pacemaker uygulaması
Tanı konulduğunda tanı ile ilgili ve pace yerleştirildiğinde bununla ilgili hastaya yeterince bilgi sağlanmalıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Atropin, 1 mg İV puşe tarzında, tam kalp bloğuyla beraber olan hipotansiyonda verilir. Toplam doz 2 mg oluncaya dek tekrarlanabilir Epinefrin, 1 mg 1:10.000 İV puşe halinde asistoli ile birlikte olan tam kalp bloğunda verilir, her 5 dakikada bir tekrarlanabilir. İsoproterenol damla halinde 1 mg , 250 ml % 5 dextroz veya normal serum fizyolojik ile dakikada 5 mikrogram perfüzyon şeklinde, atropin verilmesine karşın hipotansiyon ve bradikardi devam eden hastalarda Tam infranodal AV Blok için tek tedavi ; sağ ventrikül endokardına , ihtiyaç duyulduğu anda uyarı verecek olan demand-pace maker yerleştirilmesidir.

 

 

 

ADDİSON HASTALIĞI

Böbrek üstü bezlerinin yetersiz çalışması nedeniyle oluşan sinsi ve genellikle ilerleyici tabiatta bir hastalıktır.Hastaların % 70 inde böbreküstü bezlerindeki doku gerilemesi birincil olarak ortaya çıkmaktadır.Geri kalanlarında ise böbreküstü bezleri veremi, kanserleri, iltihaplanmaları gibi sebeplerden dolayı doku gerilemesi ortaya çıkmaktadır.
Hastalığın nedenleri nelerdir ?
Böbreküstü bezleri herbir böbreğin üst kısmına yerleşmişlerdir. Medulla adı verilen iç kısım ve kortex adı verilen kabuk kısmından oluşmuştur. Kortex (kabuk) kısmı yaşam için zorunlu olan ve kortikosteroidler olarak adlandırılan hormonların üç tipini üretir:

Androjen ve Östrojenler, cinsi gelişme ve üremeyi etkilerler.

Glukokortikoid hormonlar (Kortizol gibi) glikoz regulasyonunu korurlar,bağışıklık yanıtını baskılarlar ve vücudun baskılara karşı yanıtını sağlarlar.

Mineralokortikoid hormonlar ( aldesteron gibi) vücuttaki sodyum-potasyum dengesini düzenler.
Hastalığın görülme sıklığı nedir ?
Her 100.000 kişiden 8 inde görülür.Her iki cinste de görülme sıklığı aynıdır.
Hastalığın bulguları nelerdir ?
Güçsüzlük, Aşırı yorgunluk, bitkinlik, kas güçsüzlüğü, Kilo kaybı, Mide bulantısı, Kusma,
Tekrarlayan ishaller, İştah kaybı, Deride koyulaşma, lekeler, uyuşuk hareketler, Kan basıncı ve kalp atımında değişiklikler, Yüzde ve avuçlarda olağandışı ve aşırı terleme, Baş ağrısı, Pupillerde genişleme, Kalp atışlarında hızlanma… vs hastalığın başlıca bulgularıdır.
Fiziksel belirtileri nelerdir ?
Kan Basıncı düşmüştür.
Kortizol seviyesi düşmüştür.
Serum sodyum düzeyi düşüktür.
Potasyum testi potasyumda artış gösterebilir.
Karın röntgeninde adrenal kireçlenme odakları görülebilir.
Karın tomografisinde adrenal kireçlenme odakları ve atrofi görülebilir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Ömürboyu sürecek kortikosteroidle yerine koyma tedavisi belirtileri kontrol altına alır.Genellikle glukokortikoid (kortizon veya hidrokortizon) ve mineralokortikoid (fludrocortizon) kombinasyonları verilir.

İlaç tedavisi stresin arttığı durumlarda arttırılmalıdır.Enfeksiyonlar,yaralanmalar ve aşırı terleme adrenal krize sebep olabilir.Adrenal krizde damariçi veya kasiçi hidrokortizon hemen yapılmalıdır.Düşük kanbasıncı tedavisi de gereklidir.Birçok hasta stres anında kendikendilerine acilen yapmak üzere acil hidrokortizon enjeksiyonu yapmayı öğrenmiştir.Hastaların yanlarında acil durumlarda yapılacak ilaç ve dozlarının yazılı olduğu tanıtıcı bir sağlık kartını taşımaları çok önemlidir.

İlaç almayı asla aksatmamalıdır.Eğer şiddetli kusma dolayısı ile ilaç alımı aksıyorsa doktora bildirilmelidir.Aşırı kilo artışı ve vücutta ödem halinde mutlaka doktora bildirilmelidir.
Addison hastası hangi durumlarda tıbbi yardım almalıdır. ?
Addison hastası enfeksiyon, yaralanma, sıvı kaybına neden olabilecek hastalıklara yakalandığı zaman hastalığını tanıyan bir hekime başvurmalıdır.

Kilosunda bir artma, ayak bileklerinde şişmeler veya diğer yeni belirtiler ortaya çıkarsa mutlaka tıbbi yardım almalıdır.

 

 

ADENİT

Adenit bir bez veya lenf düğümünün enflamasyonu için kullanılan genel bir terimdir.
• Servikal adenit, boyundaki lenf düğümünün enflamasyonudur.
• Lenf adeniti, lenf düğümlerindeki bir bakteriyel enfeksiyon sonucu oluşan enflamasyondur. Enfekte olmuş lenf düğümü büyür, ısınır ve hassalaşır.
• Mezenterik adenit, kadındaki mezenterik lenf düğümünün enflamasyonudur. Eğer sağ aşağı çeyrekte olursa, akut apandisit ile karıştırılabilir.
• Tüberküloz adenit (scrofula) boyun derisinin tüberküloz enfeksiyonu, yetişkinlerde genellikle mikobakteriler (M. tuberculosis dahil) nedeniyle oluşur. Çocuklarda genelde M. scrofulaceumveya M. avium nedeniyle oluşur.

 

 

ADENOVİRUS ENFEKSİYONLARI

Belirtileri nelerdir ?
Tipe bağlıdır.

Solunum Yollarını etkileyen çoğu tipte ortak olarak :

Başağrısı

Halsizlik

Boğaz ağrısı

Öksürük

Yüksek Ateş

Kusma

İshal

Mukozada yama şeklinde ; beyaz eksüdalar
Nedenleri nelerdir ?
Adenovirus ;70 nm çapında,zarfsız,çift zincirli, 42 serotipi olan DNA viruslarıdır.
Başlıca 3 antijen, direkt kapsid oluşumuyla ilgilidir. En önemlisi hekson’dur.(252 kapsomerin 2400’ından oluşan 6 kenarlı kapsomer) Bu hekson’un tipe özel olmayan kompleman fixasyon reaksiyonunda özel antiserumlarla reaksiyona girmesi nedeni ile grup antijeni niteliği taşır.
Böylece adenovirus tipleri tanınır.

Diğeri penton’dur. Bu, tipe özel antijendir. Nötralizasyon veya Hemaglütinasyon-İnhibisyon Reaksiyonlarında ayırdedilebilir.

Adenovirusların önemli olan üçüncü antijeni ; virion’dur.

Ayrıca Adeno Assosiye Virus olarak adlandırılan; daha küçük, çoğalabilmek için Adenovirus varlığına gerek duyan DNA virusu ile birlikte bulunabilirler.

* Farklı serotiplerin epidemiyolojik özellikleri de farklıdır.

Bilinen 33 serotip vardır.

En Sık Patojenler:

Tip 1,2,3,5,7 ; Solunum Yolu Hastalığına yol açar.

Tip 3 ; Farengokonjonktival Ateşe yol açar.

Tip 4,7,14,21; Askeri Birliklerde Akut Solunum Yolu Hastalığına yol açar.

Bir kaç başka tip ; Epidemik Keratokonjonktivite yol açabilir

Çoğu zaman belirtisiz olmakla beraber barsak kanalında enterit, mezanter lenfadenit, intussepsiyon gözlenebilir.
Bakım ve öneriler nelerdir ?
Ağır hasta bebekler ve epidemik keratokonjoktiviti olanlar ile ağır pnömonisi olan bebekler dışındaki hastaların yatırılmaları gerekmez.

Ateşli dönemlerde istirahat gerekir.

Çocuklara aspirin verilmemelidir. Burun spreyleri, öksürük ilaçları ve sık el yıkama ile ilgili bilgiler verilmelidir.

Bebeklerde ağır pnömoni ve konjonktivitte; hasta iyileşene kadar her gün fizik muayene ile takip edilmelidir.

Askeri Birliklerde; enterik kaplı kapsüller olarak hazırlanmış canlı adenovirus tip 4 ve 7 aşısının oral kullanımı, Akut Solunum Yolu Hastalığı insidansını azaltır . (sivillerde kullanılmaz !)

İşyeri personeli ve aile üyelerinin sık el yıkaması sağlanmalıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Semptomatik ve Destek Tedavisi

Yatak İstirahati

Asetaminofen, 10-15 mg/kg/doz, analjezik olarak ( Aspirin’den kaçının !)

Konjonktivit için Topikal Kortikosteroidler (Kornea Ülseri !!)

Öksürük önleyici ve / veya balgam sökücü ilaçlar.

 

 

ADET DÜZENSİZLİĞİ

Adet kanaması nedir ?
Kadın rahmi her ay sanki gebe kalacakmış gibi hazırlığa girişir. Rahimin içi bir yavrunun büyümesini sağlayacak biçimde kan ve dokularla astarlanır. Ancak gebelik meydana gelmez ise rahim artık bir işe yaramayacak olan bu astarı dışarı atar. Adet kanaması işte bu dışarı atım olayıdır.
Herzaman sancılı mı olur ?
Adet kanaması sırasında bir miktar sancı ve kramp normal olabilir, ancak aşırı sancı normal değildir. Yataktan çıkamayacak, okula veya işe gidemeyecek kadar sancınız varsa doktora gidin. Sancılı ve ağır kanamalı adet gören, cinsel ilişki sırasında veya büyük aptes yaparken sancılanan kadınlarda çok yaygın bir hastalık olan endometriosis olabilir. Bu; rahim zarı veya adet kanından gelen parçaların karın boşluğuna kaçarak başka organlar üzerinde bulunmasıdır. Hastalık genç kızlarda veya her yaştaki bayanlarda görülebilir. Bu hastalık ayrıca kısırlığın da yaygın bir nedenidir.
Adet görmemek ne demektir ?
Gebelik ilk akla gelen nedendir, ancak başka nedenler de olabilir. Yeni adet görmeye başlayan ergenlik çağındaki kızların adetleri duzensiz olabilir. Bazen stres veya seyahat nedeni ile meydana gelen hormonal dengesizlik normal adet devresini geçici olarak etkiler. Doğum kontrol hapını bırakmak da 1-2 ay adet görmemeye neden olabilir. 3-5 ay adet görmeyen kadınlarda yumurta üretimi durmuş demektir ve kısırlık sorunları olabilir. Tanı için doktora gidin.
Kanama neden normalden fazla olur ?
Tampon veya pedinizi her iki saatte bir degiştirmek zorunda kalıyorsanız, ağır kanamalı bir adet görüyorsunuz demektir. Nedenler arasında endometriosis, kanser olmayan tümörler veya doğum kontrol için takılan rahim içi araç sayılabilir. Gününden geç gelen agır kanamalı bir adet, çocuk düşürme belirtisi olabilir. Aşırı kanama verdiği sıkıntı yanında kansızlıga da neden olabilir.

Adet sancısının özellikleri nelerdir ?
Adet kanaması esnasında meydana gelen ağrı (dismenore) ikiye ayrılır:

• Genellikle buluğ çağında ortaya çıkarak, ilerleyen yaşla birlikte veya gebelikten sonra hafıfleme eğilimi gösteren: Birincil adet ağrısı (Primer dismenore)

• Başka bir rahatsızlığa bağlı olarak genellikle doğurganlık çağındaki kadınlarda görülen: İkincil adet ağrısı (Sekonder dismenore)

Adet ağrısı (dismenore) ile birlikte, başağrısı, bulantı, kusma, sık ıdrara çıkma ve kabızlık / ishal de görülebilir. Sinirlilik, depresyon ve karında gerginlik gibi adet kanaması öncesi belirtiler, adet kanaması boyunca da devam edebilir.
Adet ağrısının önlenmesi nasıl olur ?
Dismenore, kadınların iş ve okul yaşamından bir müddet uzak kalmalarına neden olan ve sık rastlanılan bir durumdur. Adet sancısı olan kadın mutlaka bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı doktor tarafından görülmelidir. Eğer birincil adet kanaması tanısı konur ise, hastaya bu dönemde kullanması için ilaç önerilecektir. Bu ilaçlara adet kanamasından 24-48 saat önce başlandığı ve bir-iki gün devam edildiği takdirde daha iyi sonuç alınacaktır.

 

 

AER

Streptokokal allerjiye bağlı olarak gelişen, eklemler, cilt, merkezi sinir sistemi ve kalp tutulumlarının ön planda oluğu, sistemik enflamatuar otoimmun bir hastalıktır.

Klinikte başlıca üç tabloyla görülür:
-Romatizmal kardit
-Akut poliartrit
-Sydenham koresi (Chorea minor)
Epidemiyolojisi nedir ?
En sık 5-15 yaşlar arasında ve askerliğini yapan gençlerde görülmekle beraber giderek azalan oranlarda her yaşta görülebilmektedir.
Etiyolojisi nedir ?
1- A grubu beta hemolitik streptokoklar ile olan enfeksiyonların neden olduğu otoimmün reaksiyon
2- Genetik predispozisyon
Betahemolitik streptokokların (M 1, 3, 5, 6, 14, 18, 19, 27, 29 tiplerinin) Mproteini ile sarkolemmal antijenler tropomiyozin ve miyozin arasında çapraz reaksiyon meydana gelmesi romatizmal ateş hastalığını ortaya çıkarmaktadır. Bu moleküler benzerlikler sonucu miyokart ve endokarda karşı gelişmiş antikorlar, antisarkolemmal antikor çapraz reaksiyonuna, immun komplekslere bağlı kapiller harabiyetine (tip III immunkompleks reaksiyonu), miyokart (Aschoff nodüllerinde) ve tutulmuş olan kalp kapaklarında (Endocarditis verrucosa) immun kompleks birikimine neden olurlar. Chorea minor gelişen hastalarda da nucleus caudatus ve nucleus subthalamicus antijenlerine karşı çapraz reaksiyon veren antikorlar bulunur.
Klinik bulguları nelerdir ?
Hastalık genellikle farenjit veya tonsillit gibi beta hemolitik bir streptokok hastalığından 10 ile 20 gün kadar sonra görülmektedir. Hastalarda görülen belirti ve bulgular:

– Genel yakınmalar: Ateş, baş ağrısı, terleme. (Anamnezde ateş olmadan sadece eklemlerde yakınmaların olması değer taşımaz)
– Cilt bulguları:
Eritema marginatum (=Erytema anulare rheumaticum: gövdede özellikle periumblikal bölgede eritomatö pembe annular tarzda döküntü)
Subkutan nodüller
Eritema nodosum (bastırmakla ağrılı, kırmızımor, en sık diz ön yüzde pretibial bölgede oluşan nodüller)
– Kalp tutulumu: Romatizmal ateş kalbin tüm katlarını yani hem miyokartı, hem perikartı hemde endokartı tutan (pankardit) bir hastalıktır. Ancak prognozun en önemli belirleyicisi endokarditin seyridir. Kardiyak semptomlar belirsiz olabileceği gibi son derece gösterişli de olabilir. Bunların başlıcaları:
Sistolik üfürümler
Prekordiyal ağrı ve frotman ile perikardit
Ekstrasistoller, çeşitli tiplerde ritm bozuklukları ve ağır olgularda kalp yetmezliği bulgularıyla miyokardit
EKG de ekstrasistoller, PQ aralığının uzaması, ST-T değişiklikleri, değişik tiplerde ileti bozuklukları
EKO da kapaklarda tutulum, perikardiyal sıvı artışı, miyojenik kalp dilatasyonu
– Nadiren plevral sıvı artışı ile plörit
– Chorea minor: Aşırı sakarlık ve özellikle ellerde olmak üzere kontrolsüz tipik koreik hareketlerle seyreden geç bir manifestasyon olup, genellikle 3 ay içinde, ancak, bazen aylarca ve hatta 2 yıla dek gecikme ile görülebilen bir tablodur.
– Poliartrit: Büyük eklemleri tutan (omuz,dirsek, diz, el ve ayak bileği gibi), gezici vasıfta, ateşle birlikte eklemlerde ağrı, şişlik ve kızarıklığın bir arada olduğu bir poliartrit tablosudur.
– Laboratuar:
– Eritrosit sedimentasyon artışı ve/veya CRP pozitifliği/yükselmesi
– ASO yükselmesi
– Anti-DNAz-B veya ADB (antideoksiribonükleotidaz-B) pozitifliği
– ASA (antisarkolemmal antikor) çapraz reaksiyonu
Tanısı nedir ?
Romatizmal ateş tanısının konmasında 1992 tarihinde yenilenen Modifiye Jones kriterlerinden yararlanılır. A MAJOR KRİTERLER MİNOR KRİTERLER
– Kardit – Klinik bulgular:
– Poliartrit Artralji
– Chorea Ateş
– Eritema marginatum – Laboratuar bulguları
– Subkutan nodüller (Sedimantasyon¬,CRP¬)
EKG de PQ uzaması

B- GEÇİRİLMİŞ BİR STREPTOKOKAL ENFEKSİYON OLDUĞUNU DESTEKLEYEN BULGULAR (ASO¬, pozitif boğaz kültürü gibi))
Tanının konması için geçirilmiş streptokok enfeksiyonu bulgusu ile birlikte 2 major veya 1 major ve en az 2 minor bulgu olması gereklidir.

 

 

AĞIZ BOŞLUĞU KANSERİ

Belirtileri nelerdir ?
Disfaji

Odinofaji

Konuşma Problemleri

Tümöre bağlı nazofarengeal yetersizlik nedeniyle ; sıvı regürjitasyonu

Yansıyan ağrı nedeniyle ; tek taraflı otalji

Sıklıkla hassas ve enfeksiyon ile karışan frajil granüler ekzofitik ve/veya infiltratif kitle veya ülser.

Sert boyun kitlesi internal juguler ven boyunca nodül zincirinde metastatik hastalığı düşündürür.
Nedenleri nelerdir ?
Tütün kullanımı (Dumanlı veya Dumansız)

Enfiye kullanımı

Aşırı alkol tüketimi

Dudak kanseri hallerinde ultraviyole ışığa maruz kalma

Riboflavin veya Demir Eksikliği Anemisi, ve Plummer- Vinson Sendromu, oral kanserler ile birliktedir.
Belirtileri nelerdir ?

Dudaklar ve Dişetleri

40 yaş sonrası , erkeklerde ve beyaz ırkta sık

Alt Dudakta en sık

Yassı Epitel Hücre Karsinomu en sık

Sigara veya pipo içen ve bunları hep dudaklarının aynı bölümüne sıkıştırılmış olarak tutan kimselerin alt dudak vermilion sınırında sert, kahverengimsi, keratotik bir plak oluşabilir. Dudakta kuruma , çatlak , lökoplazi , Herpes labialis görünümde iyileşmeyen yara gözlenir.

Bu lezyonun Yassı Hücreli Karsinoma olmadığının ispatlanması, yalnızca biyopsiyle mümkündür.

Bu lezyonun habis olmadığı gösterilse bile, sigara veya piponun terkedilmesi ve hastanın dikkatle gözlem altında tutulması şarttır.

Aktinik Cheilosis; büyüklerde, özellikle zamanlarının büyük bölümünü açık havada geçiren, ince derili, kızıl saçlılarda görülür. Hastanın dudakları kurudur ve üzerinde, erozyona uğramış bir çok bölge yer alır. Bu, prekanseröz bir lezyondur. Bu hastaların 6 aylık kontrollerle izlenmesi gerekir.

Yassı Hücreli Karsinoma ; genellikle, alt dudağın vermilion sınırında iyileşmeyen, sert ve konveks kenarları olan bir ülser ya da keratotik bir plak olarak gözükür. Lezyon, alttaki dokulara fikse olabilir. Erken tedavi uygulanırsa, prognoz son derece iyidir.

Lösemi’de ; dişeti dokusunda infiltrasyonlar görülebilir ve bu doku kanamaya elverişli duruma geçebilir.

Dil ve Ağız Tabanı

Taban ; myohyoidal kas, orta hat genioglossal ve geniohyoidal kaslar.

Yassı Epitel Hücreli Karsinom en sık

Ön ağız tabanında en sık

Yassı Hücreli Karsinoma ; çoğu kez kronik glositte veya bir leukoplakia alanında gelişir. Lezyon; üzeri düz, sertleşmiş veya yuvarlaklaşmış kenarlara sahip, daha alttaki dokulara fikse durumda derin bir ülser şeklindedir. İlerlediğinde ağrı , kanama, dil kasları fonksiyon bozukluğu ile konuşma bozukluğu ve otalji gelişir. Fazla miktarda hem alkol, hem tütün kullanan kimselerde görülür. Sifiliz, zemin hazırlayan bir faktördür.

Dil Rhabdomyomu, ele gelen ve organın içlerinde hissedilen bir kitle meydana getirir. Mukozada gelişen yassı hücreli karsinomaya oranla çok daha seyrek görülen bir lezyondur.

Dil Tümörleri ; hemen her zaman Epidermoid Karsinomadır ve çoğu dilin yan orta ve arka bölgelerinde yerleşimlidir.

Dilde irritasyon hissi , yara , yemek yerken yanma vekulağa vuran ağrı olur. İleri evrelerde konuşma ve yutma güçlüğü eklenir.

Yanaklar

Ağızda tütün çiğneme alışkanlığı olanların tütünü devamlı tuttukları mukobukkal kıvrımda mukoza tahrişi sık görülür. Bu lezyon leukoplakia veya erythroplakia ve yassı hücreli karsinoma yönünde gelişme gösterebilir. İlerlemiş evrelerde ; Trismus gözlenir. Bu buccinator ,masseter ve pterigoidal kaslara yayılımı gösterir.
Bakım ve öneriler nelerdir ?
Cerrahi girişim için hastanın yatırılması

Tedavi lokalizasyona bağlı olarak değişir, örneğin, dil, yanak duvarı, farenks, damak,dudak gibi.

Seçilen Tedavi : Radyasyon tedavisi ve / veya Kemoterapi ile birlikte veya sadece geniş rezeksiyon

Rezeke edilemeyen lezyonlar palyasyon amacıyla radyasyon tedavisi ve / veya kemoterapi ile tedavi edilirler.

Cerrahi gereken hastalarda beslenme normal yara iyileşmesi için en önemlisidir. Oral almak mümkün değilse nazogastrik ve / veya gastrostomi ile beslenme gerekebilir.

Hastanın nutrisyon ve fizik durumu tolere edebildiği kadar aktif.

Diyet; Hastalığın yayılımına ve çiğneme veya yutma yeteneğine bağlıdır.
Tütün içilmesi veya dumansız tütün kullanılmasının önlenmesi

Alkol kullanılmasının önlenmesi.

 

 

AĞIZ KOKUSU

Ağız kokusunun nedenleri nelerdir ?
Ağız kuruluğu ( Xerostomia ) : ağızdan nefes alma , kullanılan bazı ilaçlar , tükürük bezindeki bazı problemler sonucunda tükürük bezlerinin yeterli üretim yapmaması
Dişlerin fırçalanmamış olması ( yemek artıkları , koku veren yiyecekler )
Dişlerdeki çürükler
Dişlerdeki iltihaplar
Diş etindeki iltihaplar ve diş taşları
Eskimiş ve deforme olmuş , yeterince temizlenmemiş hareketli ptotezler
Hatalı yapılmış veya deforme olmuş olan kron-köprüler
Sigara , tütün kullanımı
Ağız ve dişlerde bir sorun yoksa diğer nedenler nelerdir ?
Solunum yollarındaki iltihabi rahatsızlıklar ( bademcik , boğaz , sinüs ve akciğer iltihapları )
Sindirim sistemindeki bazı rahatsızlıklar ( gastrit , ülser gibi mide sorunları )
Sistemik hastalıklar ( Diabet ( şeker hastalığı ) , böbrek hastalıkları )
Yapılması gerekenler nelerdir ?
Dişlerin ( her yemekten sonra doğru bir şekilde ve yeterli sürede ) fırçalanması
Diş aralarının ( günde bir kez ) diş ipi veya basınçlı su ile temizlenmesi
Dilin fırçalanması
Ağız ve boğazın anti-mikrobial gargaralar ile temizlenmesi ( floridli gargaralarla değil )
Porselen köprülerin altının ( en az günde bir kez ) arayüz fırçası ile temizlenmesi
Hareketli ( takıp-çıkarılabilen ) protezleri her yemekten sonra fırçayla temizlemek , yatmadan önce suya koymak
6 ayda bir düzenli olarak diş hekimine kontrole gitmek
Ağız ve dişlerdeki tüm sorunların giderilmesi
Sigara kullanmamak

 

AĞIZ KURULUĞU

Ağız kuruluğunun belirtileri nelerdir ?
Kötü ağız kokusu.
Dilde yanma hissi.
Kuru yiyecekleri yeme ve yutma zorluğu.
Konuşma zorluğu.
Sık sık susamak.
Hareketli protezlerde kullanma zorluğu.
Dudaklarda kuruma ve dudak köşelerinde çatlamalar.
Tad alma duyusunda azalma.
Çürük oluşumunda artış veya hızlanma.
Ağız kuruluğunun nedenleri nelerdir ?
Kullanılan bazı ilaçların yan etkileri , ağız kuruluğunun ana nedenlerindendir. ( Bu soruna neden olabilecek 500 den fazla ilaç vardır.)
Bazı sistemik hastalıklar (diabet, tirod bezi hastalıkları , vs ..)
Tükürük bezlerinin hastalıkları ya da cerrahi olarak alınması.
Baş ve boyun radyoterapisi.
Kafein ( Fazla kahve-kola kullanımı )
Alkol ( Ağız ortamının kurumasına yol açar ve tükürük salgısını azaltır )
Ağız solunumu ( burundaki tıkanıklık veya kapanış bozuklukları nedeniyle solunumun özellikle geceleri sadece ağızdan yapılması )
Önlenmesi için neler yapılmalıdır ?
Kullanılan bir ilacın yan etkisi olarak ortaya çıkmışsa , ilacı değiştirmek.
C vitamini kullanmak.
Sık sık ağızı ıslatmak ve sulu gıda alımını artırmak.
Turunçgil suyu ve domates suyu içmemek.
Şekersiz sakız çiğnemek.
Şeker oranı yüksek yiyeceklerden kaçınmak.
Sigara ve alkol kullanmamak.
Bileşiminde “alkol” ve “Sodium lauryl sulphate” bulunan ağız ve diş bakım ürünlerini kullanmamak.
Mümkünse yaşadığınız ortamı nemlendirmek.
Sırt üstü yatmaktan kaçınmak.
Tükürüğün fonksiyonları
Tükürük sindirim için gerekli enzimleri içerir.
Tükürük yüksek oranda oksijen içermektedir . Oksijen ağız içi dokuların sağlıklarını sürdürebilmeleri için gereklidir. ( Tükürük salgısındaki azalma ağız içerisinde daha az oksijen olması demektir. Oksijenin az olması da diş çürümelerine, diş eti hastalıklarına ve ağız kokusuna neden olan bir çok aneorop bakterinin koşlayca üremesine yol açmaktadır. )
Tükürüğün yapısında bulunan fosfor ve kalsiyum gibi mineraller çürük oluşumunu önleyen maddelerdir. Bu mineraller diş üzerinde oluşan çürük odaklarında remineralisazyon proçesini başlatarak bu işlevi yerine getirmektedir.
Tükürük ağız ortamının kendi kendini temizleyebilmesi için gerekli ortamın oluşmasını sağlar . ( Ağız kuruluğu durumunda az salgılanmakta olan tükürük yıkama işlevini yerine getiremeyeceği için dişler üzerinde gıda ve plak birikimi fazla olur. Bu neden ile de diş eti hastalıkları ve diş çürükleri artmaktadır.
Tükürük bakterilerin neden olduğu asidik ortamı nötralize ederek Ağız pH sının stabilizasyonu sağlar ve bu şekilde diş çürüklerini önler .
Tükürüğün yapısında bulunan bazı proteinler bakteri üremesini baskılayarak çürüklerin oluşumunu durdurmaktadır.

 

AĞIZ YARALARI

Ağız içerisinde derin veya yüzeysel doku kaybına neden olan çoğu ağrılı olan ağız yaraları nedir? Ağız yaralarının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında merak edilenleri haberimizde bulabilirsiniz…

AĞIZ YARALARI NEDİR?
Ağız yaraları yanaklarda, dudaklarda, diş etlerinde, dillerde, ağız altlarında ve yumuşak damakta bulunan ağrılı ülserlerdir. Bu yaralara stresten, gastrointestinal hastalıklara kadar çeşitli faktörler neden olabilir. Ağız ağrısı semptomları tipik olarak yanma veya karıncalanma hissi, ardından ağrılı, hassas ülserleri içerir. Daha ciddi vakalarda ağız yaralarına, şişmiş lenf düğümleri, fiziksel yorgunluk ve ateş eşlik edebilir.
Birçok farklı türde ağız yarası vardır ve ağız yaraları nadiren acil tıbbi müdahaleye gereksinim duyarlar.
AĞIZ YARALARININ NEDENLERİ
Yaygın ağrılı ağız yaralarının nedenleri şunlardır:
– Dilinizi, dudaklarınızı veya yanaklarınızı ısırmak
– Sıcak yiyecek veya içeceklerle ağzınızı yaktığınızda
– Diş tellerinden, takma dişlerden ve diğer olası keskin nesnelerden kaynaklanan doku travması
– Sigarayı bırakmak
– Gebelik döneminde hormonlarda meydana gelen değişiklikler.
– Beta blokerler ve bazı ağrı kesiciler
Ağız yaraları, asidik yiyecek ve içeceklerin tüketimi ile de ilişkili olabilir. Ayrıca, Çölyak veya Crohn hastalıkları, B12 vitamini ve demir eksikliği, zayıflayan bağışıklık sistemi de ağız yarasına neden olur.

DİŞ APSELERİ NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Diş kökünde oluşan apseler için genellikle kanal tedavisi uygulanır. Her diş hekimi diş kanal tedavisi yapabilmektedir. Fakat bu işin uzmanı olan endodontistler diş kanal tedavisini yapmaktadırlar. Bazı durumlarda yalnızca kanal tedavileri de yeterli olmamaktadır. Çok ilerleyen vakalarda cerrahi bir işlem gerekebilir. Dt. Ahmet Ünal diş apselerinin tedavisi hakkında merak edilenleri anlatıyor.
AĞIZ YARALARININ BELİRTİLERİ
Ağız yaralarının belirtileri arasında kırmızı, parlak veya şişmiş ağız ve diş etlerinin yanı sıra ağrı bulunur. Ağızda, diş etlerinde, dilinizin üstünde veya altında küçük ülserler ya da yaralar görülebilir. Ayrıca ağzınızda beyaz lekeler, irin görebilirsiniz. Boğaz ağrısı, ağız ve boğaz kuruluğu yaşayabilirsiniz.
AĞIZ YARALARININ TEDAVİSİ
Çoğu ağız yaraları 10-14 gün içinde tedavi gerektirmeden iyileşir, ancak ağrıyı azaltabilen ve doğal iyileşmeyi destekleyebilen reçetesiz satılan çeşitli ilaçlar da bulunmaktadır. Ağız yaraları için evde uygulayabileceğiniz birkaç yöntem vardır. Bunlar;
– Tuzlu su ile gargara yapmak
– Kabartma tozunu su ile birlikte yaralara uygulamak
– Sıcak, baharatlı, tuzlu veya asitli yiyecekler ve içecekler gibi tetikleyicilerden kaçınmak
Bu tedaviler işe yaramıyorsa ve hala ağzınızda kalıcı ağrılı yaralar yaşıyorsanız, öncelikle doktorunuza veya dişçinize görünmenizde fayda var. Antibiyotiklere, daha güçlü antiviral ilaçlara, antiseptik bir gargaraya veya ameliyata ihtiyacınız olabilir.
AĞIZ YARALARINDAN KORUNMA
Ağız yaralarını tamamen önlemek mümkün değildir, fakat alacağınız önlemler en azından sık sık tekrar etmesine engel olabilir. Bunun için;
– Çok sıcak içecek ve yiyeceklerden kaçının.
– Yemek yerken yavaş çiğneyin.
– Diş fırçasının yumuşak olmasına özen gösterin.
– Hijyene dikkat edin.
– Stresten uzak durmaya çalışın.
– Diş etlerini rahatsız edecek protez veya diğer aparatlar varsa doktorunuza başvurun.
– Baharatlı gıdaların tahrişi arttıracağını unutmayın.
– Vitamin takviyesi yapın, özellikle B vitamini alın.
– Bol su için.
– Sigarayı azaltın veya mümkünse bırakın.
– Alkollü içeceklerden uzak durun.
– Güneşte, plajda iken dudaklarınızı aşırı güneşe maruz bırakmayın veya dudak kremi kullanın.

 

 

AĞRILI AYBAŞI (DİSMENORE)

Yaklaşık 10 kadından 1’inde, çoğunlukla da 18-24 yaşları arasında görülen ağrılı aybaşı hakkında merak ettiğiniz her şeyi haberimizde bulabilirsiniz…
AĞRILI AYBAŞI (DİSMENORE) NEDİR?
Tıp dilinde dysmenorrhoea/dismenore denilen bu hâl, özellikle aybaşı kanamasının başladığı ilk gün görülür. Bazı kimselerde, ağrılar aybaşı kanamasının başlamasından bir kaç gün önce ortaya çıkar ve kanamanın başlamasıyla kesilir. Bir kısmında da kanama başlamadan, kanama görülen günlerde ve sonraki birkaç gün içinde hissedilir. Bu çeşit ağrılara, çoğunlukla 18-24 yaşları arasındaki kadınlarda rastlanır. Yaşlandıkça, adet dönemleri daha az ağrılı hale gelir.
Çoğu kadın adet dönemlerinde biraz acı çeker. Ağrı genellikle hafiftir, ancak yaklaşık 10 kadından 1’inde ağrı günlük aktiviteleri etkileyecek kadar şiddetlidir. Dönem ağrısı bir tür pelvik ağrıdır.
Primer dismenore ağrılı dönemlerin en sık görülen türüdür. Bu, rahim (uterus) veya pelviste altta yatan bir sorun bulunmadığı durumlarda ortaya çıkar. Genellikle gençlerde ve 20’li yaşlarında kadınlarda görülür.
Sekonder dismenore, rahim veya pelvis probleminin neden olduğu ağrıdır. Bu daha az görülür ve 30’lu ve 40’lı yaşlarda kadınlarda ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir.
Ağrı, göbek altında veya bacakların üst kısmında kasılmalar şeklinde başlar. Kusma görülebilir. Yüz, sararır ve terleme artar.

AĞRILI AYBAŞI NEDENLERİ
Nedeni genellikle net değildir (buna birincil dismenore denir). Rahim (uterus) normaldir. Normal vücut kimyasallarının (prostaglandinler) rahmin iç yüzeyinde biriktiği düşünülmektedir. Prostaglandinler kadın üreme organları için çok önemlidir; hatta adet kanamalarındaki kanama miktarını düzenlemede bir rol oynadıkları sanılmaktadır. Prostaglandinlerdeki dengesizlikler adet sancılarını (dismenore) tetikler. Adet dönemi ağrılı kadınlarda da, çok fazla prostaglandin birikimi oluştuğu görünmektedir ya da rahmin, prostaglandinlere karşı daha duyarlı olduğu düşünülebilir. Bu da, rahmin çok zorlanmasına neden olur, sonucunda da rahime giden kan azalır ve ağrıya yol açar.
AĞRILI AYBAŞI BELİRTİLERİ
Adet sancısı genellikle adet görmeden önceki ilk 24 saat içinde başlar, adet görmekle beraber şiddeti kısa süreli olarak artar ve adet döneminin bitmesine kadar giderek hafifler. Bulantı-kusma, halsizlik, şişkinlik, ishal, göğüslerde hassasiyet, kramplara ek olarak şiddetli belağrısı ve başağrısı sancıyla beraber sık görülen diğer belirtilerdir. Ağrının çok şiddetli olduğu durumlarda bayılma bile ortaya çıkabilir.
AĞRILI AYBAŞI TEDAVİSİ
Ağrılı dönemleri olan kadınların çoğu, kendilerini evde tedavi edebilecekleri hafif ağrılara sahiptir. Bununla birlikte, eğer ağrınız daha şiddetli hale gelir ve normal aktivitelerinizi yapmanıza endel oluyorsa doktora başvurmalısınız.
İlaç Tedavisi
Nonsteroid anti inflamatuarlar olarak adlandırılan ilaçlar prostoglandin üretimini baskılar. Böylece krampların şiddeti azalır. Bu ilaçlar bulantı ve kusma gibi yakınmaları da önleyebilir. İbuprofen ve naproksen gibi nonsteroid antiinflamatuar ilaçların çoğu reçetesiz alınabilir. Bu ilaçlar siklusun ilk günü alınırsa daha etkili olur. Genellikle bir iki gün almak yeterlidir. Kanama bozukluğu, karaciğer hastalığı, mide hastalıkları ve ülseri olan hastalar tarafından kullanılmamalı veya dikkatle kullanılmalıdır.
Hormonal Kontrosepsiyon
Doğum kontrol hapları, deriye yapıştırılan bantlar ve vajinal halka gibi hormonal kontrasepsiyon yöntemleri ağrıyı azaltır. Bazı vakalarda hormonal rahim içi araçlar önerilebilir. Bu hormonlar rahimden üretilen prostoglandin düzeylerini azaltarak kasılmaları, kanamayı ve ağrıyı, ayrıca myom ve endometrozis gelişimini azaltır. Ancak tedavinin kesilmesiyle bunlar tekrar büyüyebilir.

Cerrahi
Myomlar ağrıya neden olursa rahimi besleyen damarların özel yöntemlerle kanlanmasının durdurulması yöntemi önerilebilir. Endometriozis tedavisinde laparoskopi önerilebilir. Rahim dışında büyüyen ancak rahimin iç tabakasından köken alan doku bölgeleri laparoskopi veya ameliyat ile yok edilebilir. Şiddetli ağrı durumlarında rahim alınabilir, ancak bu tedavide son seçenektir.

Diğer tedaviler
Bunlar ağrıyı hafifleten fakat önlemeyen tedavilerdir.
– B1 vitamin ve magnezyum takviyesi
– Masaj
– Akapunktur
– Egzersiz: Aerobik, bisiklet, yürüyüş, yüzme gibi egzersizler ağrıyı kesen kimyasalların üretimine neden olur.
– Sıcak uygulama: Sıcak banyo, batın üzerine uygulanan sıcak su torbaları ve pedler
– Uyku: adet döngüsü öncesinde ve sırasında uykunuzu aldığınızdan emin olun.
– Rahatlama: Meditasyon veya yoga uygulamaları.

 

 

AİDS

İlk kez 1981 yılında Amerika’da genç eşcinsel erkekler arasında görüldüğü bildirilen ve o günden bu güne tüm dünyaya yayılarak milyonlarca kişiyi etkileyen ve ASRIN VEBASI olarak da adlandırılan AIDS ( Acquired Immune Deficiency Syndrome) Edinilmiş Bağışıklık Yetmezliği Sendromu’nun başharflerinden oluşan bir terimdir. Kalıtsal olmayan (edinilmiş, kazanılmış) virüslere karşı vücut savunmasının azalması (bağışıklık yetmezliği) ile ortaya çıkan bir takım hastalık belirtileri (Sendrom) anlamına gelmektedir.
Yine 1980 li yılların başlarında AIDS etkeninin bir insan retrovirüs’ü olduğu açıklandı ve HTLV 3 olarak adlandırıldı. 1986 yılında ise AIDS e sebep olan virüs’e verilen adın HIV (Human Immunodeficiency Virus = İnsan İmmunyetmezlik Virüsü) olduğu açıklandı.
Aids Nasıl bulaşır ?
Aids in bulaşma yolları şunlardır:

Seksüel (Homoseksüel, heteroseksüel ilişki)
Anneden Çocuğa (Gebelikte, doğum Esnasında, anne sütüyle)
Damar içi uyuşturucu kullanımı
HIV ile kontamine kan ve kan ürünleri
Kontamine iğne ve cerrahi aletlerle bulaş

Diğer bulaşma yolları :
• Kontamine organ ve doku transplantasyonu
• Suni inseminasyon
• İnsan ısırığı?
• Kaza veya spor esnasında doku bütünlüğü bozulmuş deriden kontamine kan ile temas

Aidsin tanısı nedir ?
Erişkinlerde: En az iki farklı merkezde Eliza testi ile Anti-HIV pozitif çıkan kişilerde, pozitif Western Blot testi tanı koydurucudur.

Çocuklarda: İki yaşın altındaki çocuklarda anneden geçen antikorlar nedeniyle enfeksiyon tanısı zordur. Bu gruba DNA PCR ve virus kültürü gibi direkt HIV tespit metodları uygulanmalıdır.

Aids tedavi edilebilinir mi?
Bir aids hastasının tedavi edilebilmesi koşulları aşağıdaki gibidir.

Antiretroviral tedavi kararı CD4 T-cell sayısı , HIV-1 RNA düzeyine göre karar verilir.

Durum 1:CD4 sayısı< 500/mm3
veya
Viral yük > 5.000-10.000 kopya/ml
Tedavi edilir

Durum 2:CD4 sayısı< 500/mm3
Viral yük > 50-<5000 kopya/ml
Tedavi önerilir

Durum 3:CD4 sayısı> 500/mm3
Viral yük > 50-<5000 kopya/ml
Tedavi önerilir

Durum 4:CD4 sayısı> 500/mm3
Viral yük tespit edilemiyor
Tedavi önerilmez, takip önerilir

Durum 5:Akut retroviral sendrom
Minimum 2 yıl süreyle tedavi önerilir.

 

FMF (AİLESEL AKDENİZ ATEŞİ)

FMF (Ailesel Akdeniz Ateşi) genellikle Akdeniz ülkeleri halklarında (daha çok Türk, Arab, İsrailli ve Ermenilerde) görülen, tekrarlayan akut ateş ve seröz zarların iltihabı ile karakterize, otozomal resesif geçişli, genetik (kalıtımsal) bir hastalıktır. Sebebi bilinmemektedir.
Genel bilgi

Hastalığın birbirinden bağımsız iki ayrı klinik tablosu vardır:
1-Ani başlayan ve kısa süreli karın,göğüs veya eklemlerde ağrı ile birlikte ateş olması,
2-Genç yaşta bile böbrek yetmezliğine neden olabilen böbrek amiloidozu.
Hastaların bir kısmında artrit bulguları gözlenmekle beraber, karın ağrısı en belirgin klinik bulgudur. Vaskülit (damar iltihabı) ve amiloidoz hastalığın dikkat edilmesi gereken yönleridir. Amiloidoz; böbrek yetmezliğine yol açabilmesi nedeniyle, en önemli komplikasyondur.
Belirtiler genç yaşta (20 yaşından önce) ortaya çıkar; hastalığın başlaması hastaların yarısında 10 yaşından öncedir. En son araştırmalara göre Pyrin geninin mutasyonunun FMF’e yol açtığı saptansa da hastalığın gerçek nedeni hala bilinmemektedir.
Olguların %95’inde görülen periton tutuluşu; şiddetli karın ağrısı ile birlikte distansiyon, rijidite, rebound, barsak seslerinde azalma, bulantı, kusma ve lökositoz gibi akut batında görülen bulguların ortaya çıkmasına neden olur. Bu nedenle FMF krizi doktorlar tarafından (apandisit vb) akut batın zannedilebilir. Bu bulgular hastada birden fazla laparotomi (akut batında teşhis amacıyla karın içinin araştırılması işlemi) yapılmasına neden olur. Ancak bulgular FMF’de 24 ila 48 saat içinde geriler ve kaybolur. Vaskülite bağlı olarak da kanama gibi GİS belirtileri oluşabilir. Profilaktik kolşisin tedavisi ile bu tip olguların çoğunda remisyon sağlanır.
Hastalıkta tanı koydurucu 4 major (ana) kriterin yanısıra 5 minor (yardımcı) kriter ve tanıyı destekleyici kriterler vardır. Tanı için ; en az bir major kriterin yanısıra ikiden fazla minor kriter, veya
bir minor kriterin yanısıra ikiden fazla destekleyici kriter, veyabir minor kriterin yanısıra aşağıda sayılan destekleyici kriterden ilk beşinden en az dördünün mevcudiyeti gereklidir.
Tekrarlayan ataklarda :
1- Jeneralize peritonit (yaygın karın zarı iltihabı)
2- Tek taraflı pleurit (göğüs zarı iltihabı) veya perikardit (kalp dış zarı iltihabı)
3- Monoartrit (Tek bir eklemin iltihaplanması) (Diz, kalça veya ayak bileği eklemlerinden biri)
4- Sadece yüksek ateş olması
Minör (yardımcı) kriterler :
1- Karın tutulumu ile karakterize inkomplet ataklar
2- Göğüs tutulumu ile karakterize inkomplet ataklar
3- Eklem tutulumu ile karakterize inkomplet ataklar
4- Hareketle artan bacak ağrısı
5- Kolşisin tedavisine olumlu yanıt.

 

 

AKALAZYA

Akalazya; yemek borusunun dalgalanma hareketi (peristaltizm) bozulması sonucu ortaya çıkan özellikli bir hastalıktır.

Fiziksel bir engel olmamasına rağmen hastalar yutma güçlüğü çekerler. Yukarıdan yutkunma dalgası (peristaltik dalga) gelmediği için yemek borusunu mideden ayıran kas gevşeyemez. Gıdalar yemek borusunda birikir ve yemek borusu zamanla genişlemeye başlar.

Hasta kilo kaybeder. Sıklıkla hastalar katı gıdaları nispeten rahat yutarken sıvılarda daha çok zorlanırlar. Özellikle de gazlı içecekleri içtiklerinde boğulacak gibi olurlar. Bir gün önceden yemiş oldukları bir gıda parçasının kötü kokulu halde ve kusma, öğürme olmaksızın ağızlarına geri geldiğini ifade edebilirler. Sık sık solunum yolu enfeksiyonlarına yakalanabilirler.

Akalazyanın tanısı hastaya baryum içirilerek çekilecek bir filmle konulabilmektedir. Manometri denilen ölçümle doğrulanır. Altta yatan bir kanser olmadığından emin olunması için mutlaka endoskopi yapılır.

Tanı kesinleştirilince ilk aşama tedavi balonla genişletme işlemidir. Balonla genişletme işleminden yarar sağlayamayan hastalar cerrahi olarak tedavi edilirler.

Kliniğimizde bu ameliyatlar laparoskopik yani kapalı yöntemle yapılmakta olup ameliyatın başarı oranı çok yüksektir.

 

 

AKCİĞER ABSESİ

 

Belirtileri
Başlangıç; ani veya sinsi olabilir.

Öksürük

Pürülan, kötü kokulu (putrid) Balgam

Yüksek Ateş (genellikle 39.5 C üzerindedir.)

Göğüs ağrısı (olması plevral tutulumu gösterir.)

Dispne

Üşüme, titreme

Halsizlik

Kırıklık

Kilo kaybı

Anoreksiya

Gece terlemesi

Hemoptizi

Solunum seslerinde azalma

Raller

Wheezing

Taşipne

Taşikardi

Terleme

Perküsyonda matite

Oskültasyonda konsolidasyon

Kavernöz solunum sesleri (Sufl Kavern = Amforik Sufl)

Asimetrik göğüs hareketleri

Parmak çomaklaşması

Bir pnömoni hastasında; tekrarlayan titremeler >> abse düşündürmelidir.
Nedenleri
Aspirasyon pnömonisi

Nekrotizan pnömoni

Kaviter enfeksiyon

Septik emboli

Bakteriyemi

Bronşial obstrüksiyon veya stenoz

Tümörler.
Risk Faktörleri
Periodontal hastalık

Alkolizm

İlaç bağımlılığı

Epilepsi

Şuur kaybı

Akciğer kanseri

İmmunosupresyon

Diabetes Mellitus

Yabancı cisim

Gastroözofageal reflüye bağlı aspirasyon

Sinüzit
Ayırıcı Tanı
Bronkojenik Karsinom

Bronşiektazi

Bronkopulmoner Fistüle sekonder Ampiyem

Tüberküloz

Mikotik Akciğer Enfeksiyonları

Aktinomikozis

Nokardiyozis

Enfekte Akciğer Bülü

Wegener Granülomatozisi

Pulmoner Sekestrasyon

Silikotik Nodül

Bronşa perfore olan subfrenik veya hepatik abse
Bakım ve Önlemler
Ciddi veya Cerrahi (Kavernostomi,Lobektomi) girişim düşünülüyorsa hasta yatırılmalıdır.

Postural drenaj (Bronşa açılmış abselerde)

Akciğer Fizyoterapisi

Nedene yönelik tedavi

Komplikasyonlar için cerrahi (Pulmoner Rezeksiyon)

Gerekirse , Trakeostomi

Bronkoskopi ile Selektif Lavaj

Akciğer Grafisi düzelene kadar fizik aktivite kısıtlanmalıdır.
Tedavi ve Yöntemler
Kültür ve Antibiyogram sonuçlarına göre antibiyotikler kullanılır.

Anaeroblar için, Penisilin G; 12 – 20 Milyon Ünite / Gün dozda verilir.

Düzelene kadar İntravenöz; sonra birkaç hafta 1.2 milyon Ünite (750 mg) oral, günde 4 kez.

 

 

AKCİĞER EMBOLİSİ (PULMONER EMBOLİ)

Akciğer embolisi, akciğer atardamarı veya onun dallarından bir ya da birkaçının kan pıhtısı ile tıkanması sonucu ortaya çıkan klinik tablodur. Akciğer embolisi derin ven trombozu adı verilen genellikle bacak ve veya baldır toplardamarlarında oluşan pıhtının bir parçasının yerinden kopup dolaşıma katılması ve nihayetinde akciğer atardamarına gelerek burada bir tıkanmaya yol açması ile oluşur. Yani akciğer embolisini başlı başına bir hastalık olmaktan çok derin ven trombozunun komplikasyonu olarak ele almak daha doğru bir yaklaşımdır.
1856 yılında Wirchow derin ven trombozu ve dolayısıyle pulmoner emboli oluşumu için risk faktörlerini tanımlamış ve bu risk faktörlerini 3 grupta ele almıştır.Wirchow’a göre, kanın damar sisteminde dolaşımının yavaşlaması veya durması yani venöz staz, bireyin pıhtılaşma sisteminde aşırı pıhtılaşma yönünde bir farklılaşma olması (hiperkoagülabilite) ve damar duvarında hasar oluşması derin ven trombozu için risk oluşturmaktadır.
Venöz staz’a neden olarak pulmoner emboli için risk oluşturan durumlar :
+ Uzun süreli olarak yatakta hareketsiz kalmak (ameliyat sonrası dönemde veya yatalak hastalarda),
+ İleri yaş,
+ Ciddi KOAH,
+ Pelvik venler, bacak ve baldır venlerinde kan akımında azalmaya yol açan gebelik; batın içi tümörler,
+ Kalp yetersizliği,
+ Varisler,
Aşırı pıhtılaşma nedeniyle pulmoner emboli için risk oluşturan durumlar :
+ Aşırı pıhtılaşmaya neden olan genetik faktörler,
+ Kanser hastalığı, bazı böbrek hastalıkları, gebelik, bazı kan hastalıkları,barsak hastalıkları, doğum kontrol ilaçları gibi bazı ilaçlar,
+ Aşırı kilo,
Damar duvarının hasarı yoluyla pulmoner emboli için risk oluşturan durumlar :
+ Travma,
+ Cerrahi girişimler en önemli risk faktörleri olarak sıralanabilir.
Hastalık belirtileri nelerdir ?
Akciğer atardamarının uç dallarını tutan küçük pulmoner emboli olgularının çoğunda klinik bulgu yoktur yada hafif göğüs veya yan ağrısı, hafif nefes darlığı gibi çoğu kez hastanın hekime başvurmasını gerektirmeyecek belirtiler vardır.Daha büyük damarların veya daha çok sayıda akciğer atardamarının tıkandığı olgularda ise şiddeti değişmekle birlikte ani başlangıçlı nefes darlığı, göğüs, sırt veya yan ağrısı, öksürük ve hemoptizi (kan tükürme) görülür.
Hafif şiddetteki olgularda hekimin fizik muayene bulguları normaldir hatta çok daha büyük damarların tıkandığı birçok olguda da muayene bulgusu olmayabilir.
Tanı
Pulmoner embolide erken tanı hayat kurtarıcıdır. Yapılan çalışmalarda hastanede yatan hastalarda önlenebilir ölüm nedenlerinin başında pulmoner embolinin geldiği saptanmıştır. Yine pulmoner emboli nedeniyle yaşamını yitirmiş hastaların büyük çoğunluğunun tanı konulamamış ve dolayısıyla tedavi başlanamamış hastalar olduğu görülmektedir. Ancak tüm bunlara karşın pulmoner emboli tanısının konulması çoğu kez pek kolay değilidir ve deneyim gerektirir. çünkü hastalık belirtileri spesifik değildir yani başka hastalıklarda da karşımıza çıkan belirtilerdendir ve çoğu kez fizik muayene ve ilk planda yapılan akciğer grafisi, EKG, hemogram gibi tetkikler normaldir.Tanı için hastadan ayrıntılı bir anamnez alınması gerekir ayrıca hekim gerek anamnez alırken ve gerekse tetkikleri isterken pulmoner emboli olasılığını düşünmeli ve buna yönelik olarak hastada risk faktörü varlığını araştırmalıdır. Risk aktörlerinden bir veya birkaçının varlığı ile birlikte bir başka nedene bağlanamayan ani nefes darlığı ve arter kan gazı analizinde kandaki Oksijen miktarında düşme saptanması durumunda pulmoner emboli akla gelmelidir. Tanı için standart akciğer grafisi, arter kan gazı analizi, EKG, EKO kardiografi, bacak ve baldır toplardamarlarının Dopler ultrasonografisi, akciğer sintigrafileri ve spiral BT gibi yöntemlerden yararlanılır.
Tedavi
Pulmoner embolide tanı konulur konulmaz pıhtılaşmayı önleyici ilaçlar ile tedaviye başlanmalıdır. Hatta risk faktörlerinin mevcudiyeti halinde birçok olguda kesin tanı konulmadan önce yani tetkikler devam ederken tedavi başlanılır. Tedavi süressi genellikle 3-6 ay arası olup genetik faktörlere bağlı olduğu düşünülen olgularda bu süre daha uzun tutulur. Bu tür olgularda yaşam boyu tedavide önerilebilir.
Kaynak : Doç.Dr.Benan Çağlayan www.akcigerim.com

 

 

AKCİĞER KANSERİ

Solunum yolları hücrelerinden köken alan tümörlerdir. Akciğer kanserinin fizik ve klinik bulguları silik olduğundan çoğu kez tanıda geç kalınmaktadır. Genellikle tanı konulduğunda hastalık ilerlemiş ve ameliyat şansı yitirilmiş bulunmaktadır.
Akciğer kanseri ilk olarak 1410 yılında Saksonya’da Schbeerge maden ocaklarında çalışan işçiler arasında görülmüş ve tarif edilmiştir. Ancak otopsi raporlarına dayanan ilk akciğer kanseri olguları 1851 yılında ABD’de bildirilmiştir.

Hastalığın görülme sıklığı nedir ?
En sık görülen kanser türüdür. Erkeklerde en sık ölüm nedeni olan akciğer kanseri, son yıllarda kadınlarda da artma eğilimi göstererek meme kanserini geçmiş ve birinci sıraya oturmuştur. Her kanser türünde olduğu gibi akciğer kanseri de orta ve ileri yaş hastalığıdır, 40 yaşından sonra artmaya başlar, 50-65 yaşları arasında maksimuma ulaşır. 35 yaşından önce nadirdir.

Akciğer kanseri erkeklerde kadınlardan daha sık görülür. Ancak son yıllarda kadınlarda görülen sigara kullanımındaki artışa bağlı olarak akciğer kanseri gelişiminde de artış görülmüş ve bunun neticesinde erkek/kadın oranı eşitlenmeye doğru yönelmiştir.

Akciğer kanserinin Türkiye’de de giderek artmakta olduğu kaydedilmiştir. Sağlık Bakanlığı istatistiklerine göre akciğer kanseri olguları Güney Marmara Bölgesi’nde 100.000’de 40’tır.
Neden olan etkenler nelerdir ?
1.Tütün tiryakiliği : Sigara kullanımı akciğer kanserinin %80-90’ından sorumludur. Sigara dumanında bulunan polisiklik hidrokarbonlar, nitrozaminler, polonium 210, nikel, arsenik, kadmiyum, vinil klorid ve akrilonitrit gibi bir çok maddelerin kanser yapıcı etkileri ortaya çıkarılmıştır.

Tütüne başlama yaşı, sigara içilen senelerin uzunluğu, günlük içilen miktar, tütünün cinsi ve kalitesi akciğer kanserinin gelişiminde etkili faktörlerdir. Ayrıca tütünün sarıldığı kağıdın cinsi ve kalitesi, sigaranın filtreli olup olmaması, dumanı akciğerlere derine çekme, sigarayı sonuna kadar içme ve sigarayı sürekli ağızda tutma da hastalığa yakalanma riskini artırır.

2. Hava kirliliği : Akciğer kanserlerinde görülen hızlı artış büyük sanayi devrimleriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Havayı kirlettikleri saptanan kanser yapıcı maddeler arasında 3-4 benzpiren, 1-12 benzperilen, arsenik oksit, kömür kadranı, kömür tozları, petrol ve petrol türevi dumanlar ve radyoaktif maddeler yer alır. Havayı kirleten bu maddeler içine ozon, asbest tozu, nikel, krom ve arsenik bileşikleri ile yanmamış alifatik hidrokarbonlar da sokulabilir.

3. Radyoaktivite : Akciğer kanserli hastaların küçük bir oranında radyasyon suçlanmaktadır. Radyoaktivitenin yüksek olduğu ortamlarda yaşayanların akciğer kanserine yakalanma oranları, diğer ortamlarda yaşayanlara oranla 2-3 kat daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Radyasyonun etkileri direkt dışarıdan maruz kalmak ya da solunum yoluyla alınması neticesi meydana gelir.

4. Viral enfeksiyonlar : Çeşitli virusların akciğer kanseri gelişiminde rol aldıkları ileri sürülmüştür. Papilloma virus ve Ebstein Barr virus’un yaptığı enfeksiyonlar bunlardan ikisidir.

5. Pulmoner fibrozis : Geçirilmiş solunum yolları ve akciğer doku hastalıklarının neticesinde meydana gelen bağ dokusu artışı pulmoner fibrozis olarak adlandırılır. Bu hasarlı doku üzerinde akciğer kanserleri daha sık olarak görülmektedir. Tüberküloz, kronik bronşit, bronşektazi, amfizem, enfarkt, kronik abse ve organize pnömoni gibi akciğer hastalıkları pulmoner fibrozise neden olabilir.

6. Mesleki koşullar : Radyoaktif maddelerle ilgili işlerde çalışanlarda, kromat işçilerinde, nikel endüstrisinde çalışanlarda, asbest ile ilgili alanlarda çalışanlarda, demir cevheri ocaklarında çalışanlarda akciğer kanseri görülme sıklığı daha fazladır. Tarım ilaçlarında bulunan arsenik bileşiklerinin solunum yoluyla alınması akciğer kanseri gelişiminde bir etken olduğu ortaya konmuştur.

7. Diyetsel faktörler : Vitamin A, C ve E, karoten ve selenyum’un antioksidan özellikleri nedeniyle kanseri önleyici maddeler olduklarına dair kuvvetli deliller vardır. Gıdalar ile bu maddelerin alınması akciğer kanseri gelişimine karşı nispeten koruyucu olacağı düşünülmektedir.

8. Genetik faktörler : Yapılan çalışmalar ile akciğer kanseri gelişiminde ailesel yatkınlık gösterilmiştir. Ailede akciğer kanseri olgusu bulunan kişilerde akciğer kanseri gelişimi riskinin 2,4 kat daha fazla olduğu tespit edilmiştir.
Hastalığın alt gurupları var mıdır ?
Akciğer kanserleri çeşitli sınıflandırmalara tabii tutulmuşlardır. Bunların arasında en sık olarak aşağıdaki sınıflandırma kullanılmaktadır.

1. Yassı Epitel Hücreli Akciğer Kanseri : En sık görülen akciğer kanseri tipini oluşturur (%40-60). Sıklıkla merkezi yerleşim gösterir ve büyük solunum yollarından köken alır. Daha az bir bölümü ise küçük hava yollarından köken alarak akciğerin kenar kısımlarından gelişir. Erkeklerde kadınlardan daha fazla görülür. Sigara ve solunum ile alınan zararlı maddelerle yakından ilişkisi vardır. Diğer tiplere oranla daha ileri yaşlarda ortaya çıkar. Diğer doku ve organlara yayılması uzun zaman içinde gerçekleşir, bu nedenle uzun süre ameliyat şansı devam eder.

2. Küçük Hücreli Akciğer Kanseri : Tüm akciğer kanserleri arasında %15-30 oranında görülür. Akciğerin merkezi alanında gelişir ve büyük solunum yollarından köken alır. Sigara kullanımı ve hava kirliliği gibi dış etkenlerle yakın ilişkisi vardır. Diğer tiplere göre daha kötü huyludur. Yassı epitel hücreli akciğer kanserlerine göre daha erken yaşlarda ortaya çıkar. Hastalığın çok erken dönemlerinde diğer doku ve organlara yayılır. Vakaların 2/3’ünde kanser tanısı konulduğunda diğer doku ve organlara yayılma vardır. Tanı konulan vakaların çoğunda ameliyat şansı yoktur. Tanı konulduktan sonraki ortalama yaşam süresi altı ay ile bir sene arasında değişir.

3. Büyük Hücreli Akciğer Kanseri : Akciğer kanserlerinin %5-10’unu meydana getirir. Daha ziyade küçük solunum yollarından köken alır, akciğerin kenar kısımlarında yerleşir. Klinik seyirleri adenokanserler gibi uzun sürelidir.

4. Adenokanser : Akciğer kanserlerinin %10-20’sini oluşturan adenokanserler hava yollarında yer alan salgı yapan hücrelerden köken alır. Kadınlarda da hemen hemen erkeklerde görüldüğü oranda görülür. Sigara ve kirli hava gibi dış etkenlerle ilişkisi çok azdır. Akciğerin kenar bölümlerinde yer alırlar, küçük solunum yollarından ve alveol adı verilen solunum keseciklerinden köken alırlar. Yassı epitel hücreli akciğer kanserlerinden daha kötü huylu olmakla birlikte küçük ve büyük hücreli akciğer kanserlerine oranla daha iyi özellik gösterirler.
Ne gibi şikayetlere yol açar ?
Akciğer kanserli olguların %10’unda ilk başvuru sırasında şikayetleri yoktur. Akciğer kanseri için tipik denecek herhangi bir şikayet ve bulgu yoktur. En sık görülen şikayet öksürüktür. Öksürük başlangıçta kuru olabilir, sonra balgamlı bir hal alır. Kanlı balgam görülebilir. Akciğer grafisi normal olan hastalarda kanlı balgam kanser tanısı için ipucu olmalıdır. Hastalarda göğüs ağrısı görülebilir, bu ağrı göğüs duvarında hissedilebilir ya da derinden gelen bir ağrı şeklinde de duyulabilir. Büyük çaplı solunum yollarının tümör dokusu ile tıkanması ile nefes darlığı gelişebilir.

Tümörün solunum yollarını tam ya da kısmi olarak tıkaması sonucu balgam atılımında bozulma meydana gelir ve biriken balgam içinde üreyen bakteriler pnömoni gelişimine neden olurlar, buna bağlı olarak da klinik bulgular ortaya çıkabilir.

Tümörün diğer organlara yayılmasına bağlı olarak da şikayetler gelişebilir. Yayıldığı organda yaptığı bozukluğa bağlı olarak da değişik bulgular ortaya çıkabilir.
Fizik muayene bulguları nelerdir ?
Hastalığın fizik muayene bulguları geniş bir yelpaze içerir. Bir kısım vakalarda fizik muayene bulguları normaldir. Tümörün solunum yollarında yaptığı kısmi tıkanmaya bağlı olarak bu alanda sınırlı olarak duyulan ve solunum havasının dar bir alandan geçmesine bağlı olarak duyulan ronküs adı verilen anormal sesler duyulabilir. Göğüs duvarına yakın tümörlerde, tümörün neden olduğu apse ve pnömonilerde, akciğer zarında sıvı toplanmasında ise bu durumlara uygun fizik muayene bulguları vardır.
Tanısı nedir ?
Erken tanı akciğer kanseri tedavisinde çok önemlidir. Rutin laboratuar yöntemleri arasında akciğer kanseri tanısında yardımcı olanı yoktur.

Cerrahi sınırlarda bir akciğer kanseri nadiren hastanın anlatacağı hikaye ile tanınır. Hikayesinde risk faktörleri ile temasın olup olmadığı sorgulanmalıdır. Fizik muayene bulguları normalden, uzak organlara yayılmaya ait bulgulara kadar geniş bir yelpazeye sahiptir.

Radyolojik incelemede çok değerli yöntemler geliştirilmiştir. Bunların başlıcaları akciğer grafisi, bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme, akciğer sintigrafisi gibi yöntemlerdir. Ancak radyolojik incelemede kesin tanıya ulaşmanın mümkün olmadığı da unutulmamalıdır.

Akciğer kanseri şüphesi olan her hastada mutlaka üç gün üst üste balgamın patolojik incelemesi gereklidir. Bu yöntem ile %20-40 olguda akciğer kanseri tanısına ulaşılır. Tetkik için en iyi örnek sabah erkenden ve güçlü öksürükten sonra alınan balgamdır.

Bronkoskopi akciğer kanseri tanısında kullanılan esas yöntemdir ve ameliyat şansını değerlendirmede önemli bir yeri vardır. Bu yöntemde hastanın üst solunum yolları uyuşturularak ya da genel anestezi uygulanarak bronkoskop denilen aletle burundan veya ağızdan girişimde bulunulur ve alt solunum yolları direkt olarak incelenir. Büyük ve orta çaplı solunum yolları direkt gözlenir, buradaki salgılar ve anormal oluşumlardan değişik yöntemlerle parçalar alınarak patolojik tetkike gönderilir. Akciğer kanserli olguların %60-90’ının tanısı bronkoskopik işlemler neticesinde konulmaktadır.

Göğüs duvarına yakın tümörlerde bronkoskopi ile hasta alan görülemez. Bu hastalara transtorasik akciğer biyopsisi uygulanmalıdır. Bu yöntem ultrasonografi, floroskopi ya da bilgisayarlı tomografi eşliğinde göğüs duvarından değişik şekil ve ebatlarda özel iğnelerle girilerek tümör dokusundan parça alma esasına dayanır.

Bu temel yöntemler dışında plevra biyopsisi, torakoskopi, mediastinoskopi, mediastinotomi, lenf bezi biyopsisi, torakotomi gibi tanıya yönelik yöntemlere de başvurmak gerekebilir.
Nasıl tedavi edilir ?
Akciğer kanserinin tedavisi cerrahi tedavi, ışın tedavisi (radyoterapi), ilaç tedavisi (kemoterapi) ve semptomatik-psikolojik tedavi olmak üzere dört grupta incelenir. Planlanacak tedavi kanserin hücre tipine ve evresine göre değişir.

1. Cerrahi Tedavi : Yassı epitel hücreli akciğer kanseri, büyük hücreli akciğer kanseri ve adenokanserin erken dönemlerinde esas tedaviyi oluşturur. Bu kanser türlerinin geç dönemlerinde ve küçük hücreli akciğer kanserinde cerrahi tedavi şansı yoktur. Küçük hücreli akciğer kanserinin sınırlı grubunu oluşturan çok erken döneminde cerrahi mümkün olabilir.

Diğerlerine göre daha iyi huylu olması nedeniyle yassı epitel hücreli akciğer kanseri cerrahi müdahaleye diğer kanser türlerine göre daha elverişlidir.

2. Işın Tedavisi (Radyoterapi) : Radyoterapiye en hassas tümörler; küçük hücreli akciğer kanseri, yassı epitel hücreli akciğer kanseri ve büyük hücreli akciğer kanseridir. Adenokanserlerin radyoterapiye hassasiyetleri azdır. Akciğer kanserlerinde radyoterapi tedavi edici amaçla veya ameliyat öncesi ve/veya ameliyat sonrası cerrahinin başarı şansını artırmak için uygulanır. Ayrıca hastayı rahatsız eden ve yaşam kalitesinin bozulmasına neden olan bazı bulgulara yönelik de radyoterapi uygulanabilir.

3. İlaç Tedavisi (Kemoterapi) : Kemoterapiye en hassas tümörler küçük hücreli akciğer kanserleridir. Ayrıca büyük hücreli akciğer kanserleri de kemoterapiye duyarlıdırlar. Yassı epitel hücreli akciğer kanserleri orta derecede hassasiyet gösterirken, adenokanserler kemoterapiye de az hassastırlar.

 

 

AKCİĞER ÖDEMİ

Akciğer Ödemi Belirtileri nelerdir ?
Nefes darlığı

Efor Dispnesi

Anksiyete

Ortopne, Paroksismal Nokturnal Dispne

Öksürük

Nokturnal Dispne

Wheezing

Güçsüzlük, Halsizlik

Etyolojiye bağlı diğer semptomlar

Hava Açlığı

Sesli Solunum

Sıklıkla pembe veya kanlı ve köpüklü balgamlı öksürük

Taşikardi ve taşipne

Burun deliklerinde dilatasyon

İnterkostal ve / veya supraklaviküler inspiratuar retraksiyonlar

Cheyne- Stokes Solunumu

Terli, soğuk veya siyanotik deri

Önceleri akciğer tabanlarında duyulan ve apekslere ilerleyen krepitan raller

Ronkus

Yüksek juguler venöz basınç

Sert P2

S3

S4

Pulsus alternans veya kapak hastalığı

Alt ekstremite ödemi

Etyolojiye göre diğer bulgular
Nedenleri nelerdir ?

Kardiyojenik

Sol Kalp Yetmezliği

İskemik Kalp Hastalığı

Akut Myokard Enfarktüsü

Aort veya Mitral Kapak Hastalığı

Hipertansif Kalp Hastalığı

Kardiyomyopati

Volüm Yüklenmesi

Endokardit

Myokardit

Konjenital Kalp Hastalığı

Akut Romatizmal Ateş ve Romatizmal Kalp Hastalığı

Septal Defektler

Kardiak Tamponad

Yüksek atımlı kardiak durumlar (Tirotoksikoz, Beriberi)

Non-Kardiyojenik

Şok

Multipl Travma

Enfeksiyon / Sepsis (özellikle pnömoni)

Sıvı Aspirasyonu (boğulma, gastrik içerik)

Toksik Gaz İnhalasyonu

Pulmoner Lenfatik Obstrüksiyon

İlaç Aşırı Dozu (özellikle narkotikler)

Yüksek İrtifa Hastalığı

Pankreatit

Emboli(trombüs, yağ, hava, amnion sıvısı)

Nörojenik

Hematolojik ve immunolojik bozukluklar

Negatif plevra basıncına yol açan hastalıklar

Radyasyon Pnömonitisi

Yaygın İntravasküler Koagülasyon

Eklampsi

Azalmış plazma onkotik basıncı (hipoalbuminemi)

Postkardiyoversiyon , Postanestezi, Postkardiyopulmoner Bypass.

Oksijen Toksisitesi

Erişkinin Sıkıntılı Solunum Sendromu
Bakım ve önlemler nelerdir ?
Hastanın yatırılması

Hafif olgularda ayaktan takip yapılabilir.

Altta yatan nedenin tedavisi

Hasta , ayakları sallanır şekilde oturtulur.

Nazal maske veya endotrakeal entübasyonla oksijen verilir.

Seçilmiş vakalarda turnike veya flebotomi uygulaması yapılır.

Sıklıkla Pozitif Ekspirasyon Sonu Basınç desteği gerektiren Mekanik Ventilasyon

Mutlak Yatak İstirahati.

Tuzsuz diyet

Hastaya semptomların öğretilmesi.

Tedaviye Uyum Sağlanması
Dikkat edimesi gerekenler ?
Özellikle Serum Fizyolojik veya Laktatlı Ringer gibi sıvıların aşırı kullanımından
kaçınılmalıdır.

Kardiyojenik Pulmoner Ödem tablosunda Kalsiyum Kanal Blokerleri veya Beta Blokerleri kullanmaktan kaçınılmalıdır.

Uzun süreli zorlu inspiratuar 02 (Fi 02) > %50 kullanımından kaçınılmalıdır.

Siyanid toksisitesinden korunmak için uzun süreli nitroprusidden kaçınılmalıdır. Eğer 72 saatten fazla nitroprussid kullanılırsa, tiosiyanat seviyesi saptanmalıdır.

 

 

 

AKCİĞERDE NODÜL

Nodül 3cm’den küçük olan lezyon anlamına gelir.
Basit bir zatürre sonucu da akciğerde nodül olabileceği gibi, nodül akciğer kanserinin en erken formu da olabilir. Genel olarak bakıldığında tanısız nodüllerin yarısından fazlasında kötü huylu bir hastalık olduğu saptanmıştır.
Akciğer nodülleri hemen her zaman semptom yaratmadıklarından, başka bir sebepten yapılan akciğer radyolojik görüntülenmesinde tesadüfen fark edilirler.
Nodülün şekli, kıvamı gibi etkenler nodülün iyi veya kötü huyu bir hastalıktan kaynaklanmış olabileceğini kabaca gösterirler, fakat kesin tanı için mutlaka nodülün çıkarılması gereklidir.
Yüksek riskli hasta grubunda (sigara içen, ailede kanser öyküsü olan gibi) saptanan akciğer nodülünü çıkartmak ön planda olmalıyken, risk faktörü olmayan hasta grubunda önce belli aralıklarla radyolojik takip yapılabilir.
Nodülün boyutunun arttığı, şeklinde değişiklik olduğu saptanırsa cerrahi o zaman düşünülebilir.
Merkezimizde “Nodül Konseyleri” yaparak hastaya özel tedavi planlaması yapmaktayız.

 

 

 

AKDENİZ ANEMİSİ

T.Major ve T.Minor olarak iki formu vardır.
T. Minor major forma göre çok daha hafif seyreder. Heterozigot formdur. Bireylerde sadece anemi vardır. Hatta bazıları evlenme işlemlerinde yapılan (zorunlu) kan testine kadar bu durumu bilmezler. Serum demir düzeyi normal veya artmıştır. En çok görülen anemi olan ve bu hastalıkla en çok karıştırılan Demir Eksikliği Anemisi’nde ise azalmıştır. Tanı Hemoglobin Elektroforezi ile konulur. HbA2 normalde %3,4 iken bu hastalıkta % 7 ye yükselmiştir. HbF hafif düzeyde (%2-6) artmıştır. T. Minor’ün esas önemi evli çiftlerin her ikisinde de bu hastalıktan olmasında ortaya çıkar; çocuğun %25 T. Major olma riski mevcuttur.
Genel Bilgi
Talasemi Major ise hastalığın homozigot formudur ve bir diğer ismi Cooley anemisidir. Çoğunlukla bebek daha 6 aylıkken birdenbire başlayan ağır anemi sonucu kalp yetmezliği gelişir. Bunun olmaması için düzenli olarak sık sık kan nakli yapılmalıdır. Kan nakli yapılmazsa hasta birkaç senede ölür. Kan nakli yetersiz yapılırsa kemik iliğinin aşırı kan yapması sonucu harap olan kemiklerde kırılmalar olur, yüz şekli değişir: Burun kökü çökük, alın ve elmacık kemikleri çıkıktır. Üst dişler öne fırlamıştır.Baş dört köşe şeklindedir. Dalak ve karaciğer büyür. Boy kısa kalır. Çocuk ergenlik çağına giremez.Kan nakilleriyle vücutta biriken aşırı demirin yol açtığı kalp problemleri (myokardit, kalp yetmezliği vs) ileriki yaşlarda çoğunlukla ölüm sebebidir. Hemoglobin elektroforezinde % 50-90 vakada görülen HbF tanı koydurucudur. Tedavide kan nakillerinin yanısıra vücutta biriken fazla demirin idrar atılımını sağlayan Desferoksamin ve C vitamini verilir. Aşırı büyümüş dalak ameliyatla alınır. Dalak ameliyatı sonrası depo penisilin koruma (profilaktik) tedavisi ve pnömokok aşısı yapılır. Özellikle erken yaşta( henüz kan nakilleri fazlaca yapılmadan) doku tipi uyan kemik iliği nakli ile bu hastalar %70-80 tam olarak sağlıklarına kavuşabilmektedir.
Ülkemizin de bir Akdeniz ülkesi olması nedeniyle Türkiye toplumu olarak beta-talasemi geni taşıma riskimiz vardır. Bunun için her çifte evlenmeden önce mecburi yapılan tahliller içinde Hemoglobin (Hemogram içinde) ve Hemoglobin Elektroforezi de yer alır.

 

 

 

 

AKNE ROZASE
Açıklama
Özellikle 40 yaşın üzerindeki kadınlarda ; sindirim sistemi bozukluğu , beslenme yetersizliği, endokrin ve immunolojik faktörlere bağlı olarak gelişen yüzün merkezi kısımlarındaki telanjiektazi, eritem , papül ve püstüller ile karakterize kronik, iltihabi bir hastalıktır. Özellikle burunda olmak üzere ( rinofima) doku atrofisi sıktır. Bazen ekstremitelerde de görülebilir. Lezyonlar daha çok , ince tenli kişilerde görülür. Akne’yi andırsa da komedon görülmez.
Belirtileri nelerdir ?
Deride kızarma- Başlangıç Bulgusu
Eritem- Burnun alt yarısı, bazan tüm burunda, alın, yanaklar, çene
Konjonktivada kızarıklık
Lezyonlu bölgelerde basınçla kan damarlarının kollapsı
Papül, püstül, nodül şeklinde akne lezyonları, komedon nadirdir.
Telanjiektazi
Rinofima ; erkeklerde daha sık.
Nedenleri nelerdir ?
Nedeni kesin belli değildir.
Tiroid ve Gonada bağlı bozukluk
Alkol, kahve, çay, baharatlı yiyecekler (kanıtlanmamış)
Demodeks follikularis (şüpheli parazit)
Soğuğa maruz kalma, ısı, sıcak içecekler
Emosyonel gerginlik
Gastrointestinal Sistem Bozuklukları.
Bakım ve öneriler ?
Hasta ayaktan takip ve tedavi edilir.
Hastanın güven kazanması
Eğer varsa psikolojik gerginliğin tedavisi
Yağlı kozmetik ürünlerden kaçınma. Diğer ürünler kadın hastalarda semptomları örtmek için kullanılabilir.
Rinofima için cerrahi tedavi
Genişlemiş damarların aralıklı olarak elektrokoterizasyonu
Aktivitede kısıtlamaya gerek yoktur.
Yüzde kızarıklığa neden olabilecek yiyecekler , baharatlı yiyecekler ve alkol yasaklanmalıdır.

 

 

 

AKREP SOKMASI

Akrep sokması: Belirtiler ve tedavi yolları… Akrep sokunca ne yapılmalı?
Türkiye’de akrep sokmalarına sıklıkla rastlanılmaktadır. Akrep sokmasında belirtiler nelerdir? Akrep sokmasında yapılması gerekenler ve akrep sokmasında tedavi ile ilgili merak edilen her şey haberimizde…
Dünya üzerinde 1.750 adet akrep türü bulunmaktadır. Bu türlerden 50 tanesi zehirlidir ve sadece 20-25 tanesi insanlara zehir bulaştırarak ölüm tehlikesi yaşatırlar. Türkiye’de sadece 11 tür yaşam alanı bulmaktadır. Bu türlerden sadece ikisi sokmaları durumunda ciddi rahatsızlanmalara ve hayatı tehdit eden durumlara sebebiyet verebilmektedir. Bu akreplerin en önde gelen türleri kara akrep olarak bilinen “Androctonus crassicauda” ve sarı akrep olarak bilinen “Leiurus quinquestriatus” dur.
AKREP ÖLDÜRÜR MÜ?
Akrep sokmasında gerekli tedbirler kısa sürede alınmazsa kişi hayatını kaybedebilir. Özellikle bebekler, çocuklar, yaşlılar, kalp ve akciğer rahatsızlığı olanlar akrep sokmasında en fazla etkilenen gruplardır. Ölümler genelde 6 yaş altında görülmektedir.
AKREP SOKMASININ BELİRTİLERİ
– Şiddetli ağrı,
– Yanma,
– Acı duyulan yerde uyuşma, karıncalanma ve şişme,
– Kas seğirmesi,
– Olağandışı baş, boyun ve göz hareketleri,
– Ağızda köpüklenme,
– Çift görme,
– Nöbet,
– Terleme,
– Kusma,
– Yüksek veya düşük kan basıncı (her ikisi de olabilir),
– Taşikardi ya da düzensiz kalp atışı,
– Huzursuzluk, sinirlilik, çocuklarda ağlama,
– Nefes darlığı,
– İstemsiz idrar atımı,
– Koma.
AKREP SOKMASINDA YAPILMASI GEREKENLER
Akrep sokmalarında zaman kaybetmeden tıbbi destek almak üzere ambulans çağrılmalı ve hastaneye gidilmelidir.
Akrebin soktuğu fark edildiğinde yapılması gereken ilk müdahale, sokulan yerin sabunla ve suyla yıkanması olmalıdır. Daha sonra yaranın üzerine buz konulmalıdır.
Yapılmaması gerekenler:
– Yarayı kesmek, kanatmak,
– Isırılan bölgeyle oynamak (yara hareketsiz bırakılmalıdır), – Yaraya amonyak sürmek,
– Turnike yapmak.
Isırılan bölgeyi kalp seviyesinin altında tutarsanız zehrin vücuda yayılma hızı yavaşlar. Akrep, kolunuzu veya elinizi ısırdıysa yaralı bölgeyi kalbinizin altında bir seviyede tutun ve hareket ettirmeyin.
Akrep sokması durumunda istemsiz kas hareketleri olabilir. Bu yüzden bir yakınınızdan sizi hastaneye götürmesi için yardım istemelisiniz. Hastaneye araba ile gidilmesi durumunda akrep tarafından sokulan kişi arabayı kesinlikle kullanmamalıdır.
Akrep sokmasında ağrı şiddetli olur. Gerekli tıbbi müdahale yapılana kadar ağrıyı dindirmek için reçetesiz satılan ağrı kesici ilaçlardan kullanılabilir. Asetaminofen ve ibuprofen içeren ilaçlarla Aspirin alınması uygundur. İçeriğinde opiat bulunan ağrı kesicilerin kullanılmaması gereklidir.
AKREP SOKMASI TEDAVİSİ
Bazı akrep sokması durumlarında belirtiler şiddetli olsa da yapılan ilk müdahaleler ve kullanılan ilaçlar yeterli olabilmektedir. Ciddi vakalarda akrep serumları uygulanabilir. Fakat bu serumların yan etkileri ağırdır (aniden başlayan ve hayat kaybına bile sebebiyet veren alerjik reaksiyon olan anafilaksi ve serum hastalığı gibi). Bu yüzden kişi gerçekten ciddi tehlike ile karşı karşıya ise ve alerjik rahatsızlıkları yoksa, akrep serumlarının uygulanması tercih edilir. Akrep serumları, daha önce akrep sokması yaşamış ve serum almış kişiye verilmez. Ayrıca son 5 yıl içinde tetanoz aşısı olmayanların da mutlaka aşıyı yaptırmaları önerilmektedir.

 

 

AKROMİOKLAVİKULER EKLEM ARTROZU

Omuz bölgesindeki kol kemiği ile kürek kemiği arasındaki (glenohumeral) ve köprücük kemiği ile akromion arasındaki (akromioklavikular) eklemlerde görülen artirit sonucu oluşan artrozdur.
Genellikle hastalar yaşlıdır ve ana şikayetleri ağrı ve kollarını ağrı nedeniyle kaldıramamalarıdır. Muayenede, eklem hareketlerinde kısıtlanma gözlenir.
AC eklem artrozu tedavisi
AC eklem artozunda; başlangıç döneminde konservatif tedavi olarak antiinflamatuvar ilaçlar, kısa dalga diatermi, masaj ve egzersizler denenir. İlerlemiş vakalarda cerrahi yöntemler (artrodez veya total eklem artroplastisi) uygulanır.

 

 

AKUT BAKTERİYEL MENENJİT

Etyoloji
Yaşa ve altta yatan bazı hallere göre değişir.Toplumsal kaynaklı yetişkin menejitinde S.pneumoniae, N.menengitidis, L.monocytogenes en sık rastlanan etkenlerdir.
Tanı
Klinik bulgular genellikle yetkili olsa da kesin tanı ve etyolojik ayırım için mutlaka BOS incelemesi ve kültürü yapılmalıdır.
Labaratuvar
Göz dibi muayenesinden sonra LP yapılmalı; steril 3 tüpe 2’şer ml BOS alınır;

1.Makroskobik muayene.

2.Biyokimya; protein glikoz ( aynı anda kan şekerine de bakılır) ve klor.

3.Lokosit sayısı ve tipi.

4.BOS yaymalarynda metilen, Gram, ARB ve çini mürekkebi (kriptokok için) boyamaları yapılır.

5.BOS kültürü; kanlı, EMB, çukulatamsı ve Lövenstein besiyerlerine ekim.

6.BOS’ta latex aglütinasyon testiyle antijen (sadece S.pneumoniae, H.influenzae tip B, N.menegitidis ve B grubu streptokoklar tesbit edilir) araştırılır.

-Eğer göz dibinde belirgin staz varsa, sadece birkaç damla BOS alınarak kültür ve boyamalar yapılır. BOS’un bulanık olması ve mikroskopide lökosit görülmesi akut bakteriyel menenjit lehinedir.

-Menejit kaynağı olabilecek odaklardan (boğaz, sinüs, mastoid vb) boya ve kültürler alınır.

-Kan kültürü, tam kan periferik yayma, tam idrar, rutin biyokimya

-Akciğer ve paranasal sinüs filmi,gerekirse kranial tomografi veya MRI.

-Menenjitlerin bildirimi zorunludur.

 

 

 

AKUT BRONŞİT

Akut bronşit bronş adı verilen büyük solunum yollarında virus, bakteri ve mantarlar tarafından oluşturulan akut bir iltihabi hastalığıdır. Ayrıca asidik ve alkali maddelerin solunması ile de iltihabi olmayan akut bronşit tablosu da gerçekleşebilir.
Akut bronşit yapan nedenlerin başında solunum yolları virusları yer almaktadır. Akut bronşit vakalarının ekserisi İnfluenza, Parainfluenza, Coryza (nezle) virusu, Adenoviruslar ve Respiratory syncytial viruslarla meydana gelir.
Bakterilerle meydana gelen akut bronşit nispeten daha seyrektir. Akut bronşite sebep olan bakterilerin başında Hemophilus influenza, Pnömokoklar, Streptokoklar, ve Stafilokoklar gelmektedir.
Nadiren Candida ve Aspergillosa türü mantarlar da akut bronşite neden olabilirler.
Etkenler nelerdir ?
Akut bronşit yapan nedenlerin başında solunum yolları virusları yer almaktadır. Akut bronşit vakalarının ekserisi İnfluenza, Parainfluenza, Coryza (nezle) virusu, Adenoviruslar ve Respiratory syncytial viruslarla meydana gelir.

Bakterilerle meydana gelen akut bronşit nispeten daha seyrektir. Akut bronşite sebep olan bakterilerin başında Hemophilus influenza, Pnömokoklar, Streptokoklar, ve Stafilokoklar gelmektedir.

Nadiren Candida ve Aspergillosa türü mantarlar da akut bronşite neden olabilirler.
Ne gibi şikayetlere yol açar ?
Genellikle hastalık burun ve boğaz enfeksiyonu şeklinde başlar. Bazen de üst solunum yollarına ait herhangi bir şikayet olmaksızın akut bronşit tablosu kendini gösterebilir.

Hastalığın başlangıcında sık tekrarlayan ve kuru bir öksürük vardır. Birkaç gün sonra öksürükle beraber balgam çıkarma şikayeti de olaya dahil olur. Önceleri normal vasıflarda olan balgam, bir süre sonra iltihaplı bir özellik kazanır.

Bazı vakalarda yüksek ateş, halsizlik, kırgınlık şikayetleri de görülebilir. Bir kısım hastada büyük hava yollarının tahrişine bağlı olarak gelişen göğüs ağrısı da bulunabilir.
Fiziki bulguları nelerdir ?
Fizik muayene bulguları normal olabilir. Solunum yollarının ödem ve koyu balgam ile tıkanmış olduğu durumlarda ronküs denilen anormal sesler duyulabilir. Bronşlarda yumuşak balgam varsa ral adı verilen anormal solunum sesleri duyulabilir. Raller genellikle her iki akciğer sahasında yaygın olarak duyulursa da bazı sahalarda daha az, bazı sahalarda daha belirgin olabilir.
Tanısı nedir ?
Akut bronşitte solunum yollarının tutulması ve akciğer dokusunun normal olması nedeniyle akciğer grafisi normal olarak bulunabilir. Bazı vakalarda akciğer dokusu da iltihaptan etkilenebilir ve akciğer grafisinde solunum yolları ve damarsal yapılarda belirginleşmeler izlenebilir.

Bakterilerin neden olduğu akut bronşitte kanda beyaz küre hücrelerinin sayısında ve kan çökme hızında artış görülebilir. Balgam tetkiklerinde etken bakteri ya da mantar üretilebilir, virusların tespit edilmesi zordur.

Akut bronşit tanısı hastanın şikayetleri, muayene bulguları ve laboratuar tetkikleri bir arada değerlendirilerek konulur.
Tedavi yolları nelerdir ?
Hastanın odası sıcak ve nemli olmalıdır. Ateşsiz ve hafif seyirli akut bronşitlerde antibiyotik tedavisi gerekli değildir. Küçük çocukların, yaşlıların, kalp hastalarının, amfizem ve kronik bronşitli hastaların akut bronşitlerinde antibiyotik kullanılmalıdır. Yüksek ateşle seyreden olgularda mutlaka antibiyotik verilmelidir.

Ateş ve ağrısı olan hastalarda tedaviye ağrı kesici-ateş düşürücü ilaçlar eklenmelidir. Balgam çıkaramayan hastalarda sürekli ve rahatsız edici kuru öksürük varsa öksürük kesici ilaçlar da başlanabilir. Hastanın balgam atması halinde balgam söktürücü ilaçlar kullanılmalıdır.

 

 

 

 

AKUT MİYELOİD LÖSEMİ

Akut myeloid lösemi (AML) kan yapıcı sistemin kötü huylu bir hastalığıdır. Aşağıdaki yazıda hastalık tablosu, olası hastalık sebepleri ve bulguları, hastalığın seyri, tanısı, tedavi planlaması, tedavisi, tedavi iyileştirme çalışmaları, rehabilitasyonu, tedavi sonrası izlemi ve hastalığın prognozu hakkında detaylı bilgi bulacaksınız.
Akut miyeloid lösemi (AML), aynı zamanda akut lenfoblastik olmayan lösemi (kan kanseri) olarak da tanımlanır, kan ve kan yapıcı sistemin kötü huylu bir hastalığıdır. Hastalık kanın yapıldığı kemik iliği‎ içinde ortaya çıkar ve genel olarak olgun olmayan beyaz kan hücrelerinin (lökositler‎, akyuvarlar) gereğinden fazla üretilmesine sonucu ortaya çıkar.
Normal olarak tüm kan hücreleri uyumlu bir denge içerisinde çoğalırlar ve kendilerini yenilerler. Bu esnada karmaşık bir olgunlaşma sürecinden geçerler. AML hastalığında bu süreç kontrol dışı kalmaktadır:
Akyuvar da denilen lökositler işlev gören hücre olarak gelişmemekte, bunun aksine hızlı ve kontrol dışı olarak çoğalmaktadırlar ve buna bağlı olarak artan şekilde sağlıklı kan oluşumunu devre dışı bırakmaktadırlar. Bu nedenle sağlıklı akyuvarlar (lökositler), alyuvarlar (eritrositler‎) ve kan pulcukları (trombositler‎) artık gerekli miktarda oluşturulamazlar.
Bunun sonucunda kansızlık (anemi‎), enfeksiyon‎ ve artan kanama eğilimi görülebilir ve aynı zamanda akut lösemi hastalığının ilk başlangıç belirtileri de ortaya çıkar. AML hastalığı daha başlangıcından itibaren vücudun belirli bir bölgesinde sınırlı olmadığı için, aksine kemik iliğinden hareketle kana, lenfatik dokuya [lenfatik sistem‎] ve tüm diğer organlara ve dolayısıyla vücudun tüm organ sistemine yayılabilir. İşte bu sebepten bu hastalık, tüm lösemilerde de olduğu gibi, kötü huylu bir sistemik hastalık olarak tanımlanır.
AML hastalığı oldukça hızlı seyreder. Tedavi edilmezse, lösemi hücrelerinin yayılmasıyla ve bu vücudun çeşitli organlarında hasar oluşturması nedeniyle diğer ağır hastalık tabloları ortaya çıkar. Bu ciddi hastalıklar tedavi edilmezse, hasta bir kaç hafta veya ay içerisinde kaybedilir.
Görülme sıklığı
Akut miyeloid lösemi (AML), akut lenfoblastik lösemi (ALL) hastalığından sonra çocuklarda ve gençlerde ikinci sıklıkta görülen lösemi‎ (kan kanseri) türüdür, çocukluk çağı lösemilerinin yaklaşık % 20’sini oluşturur. Çocukluk ve gençlik yaşlarında görülen tüm kötü huylu hastalıklar içerisindeki oranı yaklaşık % 4,2 civarındadır.
Mainz kentindeki Çocuk kanserleri Veri Bankasının verilerine göre Almanya’da her sene 14 yaş altındaki yaklaşık 90 çocuk ve gençte akut miyeloid lösemi hastalığı tespit edilmektedir. Yıllık olarak yeni tanı konan hasta sayısı (18 yaşın altındakiler) 100 kişi civarındadır.
AML hastalığı her yaşta ortaya çıkabilir ve en sık olarak da ilerlemiş yetişkinlik yaşlarında ortaya çıkar. Bebekler ve ilk iki yaş içerisindeki çocuklar, çocukluk ve gençlik yaş grubundaki hastalar arasında hastalığın en sık görüldüğü gruptur. Erkek çocukların hastalığa yakalanma oranı, kız çocuklarına oranla biraz daha fazladır.
Akut miyeloid lösemi türleri
AML hastalığı, olgun olmayan miyeloid hücre‎ cinsi hücrelerin kötü huylu değişime uğraması (kontrolden çıkması) sonucunda ortaya çıkar. Burada adı geçenler, kan oluşumundaki kök hücreleri‎ denilen hücrelerdir (kan kök hücreleri‎). Bunlardan gelişme sürecinde kök hücre türüne göre belirli beyaz kan hücreleri (granulositler‎, monositler‎), kırmızı kan hücreleri (eritrositler, alyuvarlar) veya kan pulcukları (trombositler) meydana gelir.
AML hastalığında genel kural olarak granulosit ön hücresinde (miyeloblast) dejenerasyon yani kontrolden çıkma söz konusudur. Ancak aynı zamanda diğer miyeloid hücrelerde de, yani monosit kök hücrelerinde, kırmızı kan hücrelerinde, kan pulcuklarında (trombositlerde) veya bunların ortak ön hücrelerinde de dejenerasyon meydana gelebilir.
Kötü huylu değişim çeşitli hücre tiplerini etkisi altına alabileceğine ve değişik olgunluk aşamasında belirebileceğine göre, çeşitli AML türleri (örneğin miyeloblastik lösemi, monoblastik lösemi, eritroblastik lösemi, megakaryositik lösemi ve çeşitli karışık türleri) mevcuttur.
Kısa bir süre öncesine kadar lösemi hücrelerinin geliş kaynaklarına göre sekiz AML ana türü ayırt edilmekteydi. Bugün bu sınıflandırma dejenere olan hücrelerin gösterdiği genetik‎ değişime göre yapılmaktadır.
Önemli bilgi: Burada çeşitli AML şekilleri yani türleri olduğunu bilmek önemlidir, çünkü bunlar hastalık seyri ve iyileşme beklentisi (prognoz) bakımından, birbirlerinden önemli farklılıklar gösterirler. Tedavi yöntemi seçiminde bu farklılıklar dikkate alınır.
Sebepleri
Akut miyeloid lösemi hastalığının (AML) oluşum nedenleri pek bilinmemektedir. Gerçi hastalığın olgun olmayan miyeloid hücre‎ denilen türden hücrelerin kötü huylu değişiminden meydana geldiği ve dejenerasyonun hücrenin genetik yapısından kaynaklandığı bilinmektedir.
Ancak vakaların çoğunluğunda genetik değişimlerin neden oluştuğu ve bunun neden bazı çocuklarda hastalanmaya neden olup bazılarında olmadığı açıklanamamaktadır. Büyük olasılıkla AML meydana gelmeden önce genetik faktörlerin ve diğer etkenlerin birlikte etki etmeleri gerekmektedir.
Belirli genetik veya sonradan oluşan immun (bağışıklık sistemi) bozuklukları (örneğin Down sendromu‎, Fanconi anemisi‎) veya belirli kromozom‎ değişiklikleri olan çocuk ve gençlerin AML hastalığına yakalanmada daha fazla risk taşıdıkları bilinmektedir.
Radyoaktif ışınlar [radyoaktif ışınlar‎] ve röntgen ışınları‎, belirli kimyasal maddeler ve ilaçlar, ebeveynlerin sigara ve alkol kullanmaları ve büyük olasılıkla virüsler‎ löseminin ortaya çıkmasında rol oynayabilirler. Ancak hastaların çoğunluğunda hastalığı tetikleyen faktörler aslında bilinmemektedir.
Hastalık belirtileri
Akut miyeloid lösemi (AML) ile ilişkili semptom‎lar (belirtiler) genellikle birkaç hafta içerisinde ortaya çıkarlar. Bunların nedenleri kötü huylu hücrelerin kemik iliği‎ ve vücudun diğer organ ve dokularında yayılmasıdır. Lösemi hücrelerinin kemik iliği içerisinde engellenemeyen çoğalmaları, normal kan hücrelerinin oluşumunu artan şekilde olumsuz olarak etkilemektedir.
AML hastalığına yakalanan çocuklar ve gençlerde bundan dolayı genellikle önce genel hastalık belirtileri olan halsizlik, oynama isteksizliği ve solukluk (kansızlık, anemi‎) ortaya çıkar. Bunun nedeni, görevleri vücut hücrelerine oksijen taşımak olan alyuvarların (kırmızı kan parçacıklarının, eritrositlerin) azlığıdır.
Bunun yanısıra işlev gören akyuvarların (beyaz kan parçacıklarının, lökositlerin) eksikliğinden dolayı (örneğin lenfositler‎ ve granulositler‎ hastalık yapan mikroorganizmalara karşı yeterli mücadele yapılamamakta ve ateşlenme ile kendini gösteren enfeksiyon‎lar meydana gelmektedir.Hızlı bir kan pıhtılaşması‎ sürecinde etkili olan trombositlerin eksikliği ise, deri ve mukoza kanamalarına yol açabilir.
Lösemi hücrelerinin vücutta çoğunluğu ele geçirmesi, kan yapısındaki değişiklik haricinde organlarda da rahatsızlıklara yol açmaktadır: Lösemi hücrelerinin kemik boşluklarında, kemik iliğinde yerleşmesi özellikle el ve ayaklarda kemik ağrılarına neden olabilir. Bu ağrılar öyle belirginleşebilirler ki, küçük çocuklar yürümek istemeyip kucakta taşınmak zorunda kalabilirler.
Kötü huylu hücreler ayrıca karaciğer, dalak ve lenf düğümleri‎ (lenf bezleri) içine yerleşerek buraların şişmesine sebep olabilirler. Organlardaki şişmenin bölgesine göre örneğin karın ağrısı gibi rahatsızlıklar ortaya çıkabilir. Kötü huylu hücrelerin yerleşemediği hiçbir organ veya bölge yoktur. AML hastalarında beyin zarı‎ da olumsuz etkilenebilir. Bunun sonucunda baş ağrısı, yüz felci, görme bozuklukları ve/veya kusma ortaya çıkabilir. Ayrıca deri ve mukozalarda tümör oluşumu görülebilir.
En önemli semptomlar aşağıda bir özet halinde sunulmaktadır:
Çok sık görülenler (hastaların % 60 ından fazlasında):
• Yorgunluk, genel halsizlik, isteksizlik ve kendini hasta hissetme
• Alyuvarların eksikliği nedeniyle cilt solukluğu (anemi‎)
• Ateş ve/veya akyuvarların eksikliği nedeniyle artan enfeksiyon yatkınlığı (nötropeni‎)
• Karın ağrısı ve iştahsızlık (dalak ve/veya karaciğer büyümesi nedeniyle)
Kısmen sık görülenler (hastaların yaklaşık % 20 ile % 60 kadarında)
• Sebepsiz olarak veya ancak pek hafif bir dış etkiyle kanama eğilimi, örneğin zorlukla durdurulabilen burun ve/veya diş eti kanamaları, mor lekeler ve ciltte ufak nokta şeklinde morumsu yüzeysel kanamalar (peteşi), ender olarak beyin kanamaları
• lenf düğümleri‎nde şişlik, örneğin boyunda, koltuk altlarında veya kasıklarda
• Kemik ve eklem ağrıları
Ender görülenler (hastaların % 20’sinden azında)
• Baş ağrısı, görme bozukluğu, kusma, beyin siniri felci (merkezi sinir sistemi‎nin) de etkilenmesi sebebiyle
• Nefes darlığı (hiperlökositoz‎ durumunda)
• Cilt değişiklikleri ve kloroma (miyeloblastom veya miyelosarkom): Ciltte, lenf düğümlerinde veya kemiklerde, bazen gözlerin etrafında, kısmen mavimsi yeşilimsi renkte tümör şeklinde lösemi hücrelerinin toplanması
• Diş etlerinde büyüme ve şişlik oluşması (gingival hiperplazi)
• Testislerin birinde veya her ikisinde büyüme
Önemli bilgi: AML hastalık belirtilerinin şiddeti kişiden kişiye değişiklik gösterebilir. Ancak yukarda belirtilen bir veya daha fazla hastalık belirtisinin ortaya çıkması, illa ki lösemi hastalığının mevcut olduğu anlamına gelmez. Bu semptoların (belirtilerin) birçoğu lösemi ile hiçbir ilgisi olmayan zararsız hastalıklarda da ortaya çıkabilir. Ancak bu tip şikayetlerde mümkün olan en kısa sürede bir doktora başvurmak ve bunların nedenlerini açıklığa kavuşturmak önerilir. Gerçekten akut lösemi saptanması durumunda mümkün olan en kısa sürede tedaviye başlanması gerekir.
Tanı
Doktor veya çocuk doktoru muayene ettiği çocuğun hastalık geçmişinde (anamnez‎i) ve fiziksel muayene‎ kapsamında akut lösemi olabileceğine dair veriler elde ederse, önce geniş kapsamlı bir kan tetkiki yaptıracaktır.
Kan tablosu kan tablosu‎ içindeki bazı değişiklikler lösemi şüphesini arttırırsa, teşhisin yani tanının güvencesi açısından kemik iliği‎ (kemik iliği ponksiyonu‎, kemik iliği aspirasyonu) örneği alınması gerekli olacaktır. Bu amaçla ve daha sonra yapılacak olası muayeneler için doktor, hastasını çocuklar ve gençlerde kanser ve kan hastalıkları alanında uzmanlaşmış bir hastaneye sevk edecektir (pediatrik onkoloji ve hematoloji kliniği).
Kan ve kemik iliği muayenesi
Kan ve kemik iliği incelemeleri hastanın lösemi hastalığına yakalanıp yakalanmadığını, yakalandı ise löseminin hangi tip olduğu konusunda detaylı ve tam bir bilgi edinilmesini sağlayacaktır. Bu kapsamda (sitomorfolojik‎) immünolojik‎ ve genetik‎ laboratuar yöntemleri yardımıyla hem AML hastalığını diğer lösemi türlerinden (örneğin akut lenfoblastik lösemi, ALL) ayırabilmek, hem de AML hastalık tablosu içinde çeşitli alt grupları tanımak da mümkündür.
Bu durum hedefli bir tedavi planlanması için önemli bir ön şarttır, çünkü bugün için özellikle şu gerçek bilinmektedir: Değişik AML şekilleri birbirlerinden yalnız hücresel ve moleküler‎ düzeyde farklı olmakla kalmamakta, aynı zamanda hastalık seyirleri, iyileşme beklentileri (prognoz) ve tedavi edilebilirlik bakımından da farklılık göstermektedirler.
Hastalığın yaygınlığının araştırılması için yapılması gereken tetkikler
AML hastalığının tanısı konduğunda tedavi planlaması için kemik iliği dışında vücudun başka organlarının da örneğin beyin, karaciğer, dalak, lenf düğümleri‎, deri veya kemiklerin lösemi hücreleri tarafından istila edilip edilmediğinin bilinmesi çok önemlidir. Bu konuda ultrasonografi‎ tetkiki, röntgen‎ tetkiki, manyetik rezonans tomografisi‎ (MR), bilgisayarli tomografi‎ (BT) ve/veya iskelet sintigrafisi‎ gibi çeşitli yöntemler bilgi verebilir.
Merkezi sinir sisteminin (beyin ve omurilik) hastalık tarafından tutulup tutulmadığını tespit edebilmek için, omurilik kanalından örnek alınarak (lomber ponksiyon‎ ile beyin omurilik sıvısı – BOS) incelenir.
Tedavi öncesinde yapılması gereken tetkikler
Tedaviye ön hazırlık amacıyla ayrıca kalp fonksiyonlarının kontrolü elektrokardiyografi‎ [EKG] ve ekokardiyografi‎ [ECHO]) ve beyin fonksiyonlarının kontrolü (elektroensefalografi‎, EEG) yapılır. Bu tip başlangıç bulgularının bilinmesi tedavi sırasında ortaya çıkabilecek değişikliklerin daha iyi değerlendirilebilmesini sağlayacaktır. Geniş kapsamlı laboratuar tetkikleri ile hastanın genel sağlık durumu kontrol edilebildiği gibi bunun yanısıra lösemi sebebiyle bazı organlarda (örneğin böbrekler ve karaciğer) fonksiyon bozukluğu olup olmadığı veya metabolik bozukluk olup olmadığı tespit edilebilir.
Bu veriler tedaviden önce veya tedavi sırasında özellikle dikkate alınmalıdır. Muhtemelen yapılması gerekebilecek kan nakli‎ (kan transfüzyonu) için hastanın kan grubu‎ da belirlenmelidir.
Önemli bilgi: Yukarıda sayılan bütün tetkiklerin her hastaya yapılması gerekmeyebilir. Tedavinin planlanması için yetkili tedavi ekibiniz, hangi tanısal tetkiklerin çocuğunuza uygulanmasının gerektiği konusunda sizi bilgilendirecektir.
Tedavi
Akut miyeloid lösemi (AML) şüphesinin bulunması veya doğrulanması durumunda hastanın en kısa sürede çocuk onkoloji servisinde tedavi altına alınması gerekmektedir. Buradaki yetkin ekip (doktorlar, hastabakıcılar) kanser hastası çocukların tedavisi konusunda uzmanlaşmışlardır ve modern tedavi yöntemlerini bilmektedirler.
Çocuk hematologları ve onkologları birbirleri ile uzmanlar grubu olarak sürekli temas halinde bulunurlar. Bu çerçevede hastalarını birlikte geliştirdikleri ve sürekli olarak iyileştirdikleri tedavi planlarına (protokollerine) göre tedavi ederler. Tedavinin hedefi mümkün olduğunca yüksek sayıda hastayı iyileştirmek ve bunun yanısıra mümkün olduğunca düşük oranda yan etkilere ve ardıl sonuçlara (geç yan etkilere) ulaşabilmektir.
Tedavi yöntemleri
Akut miyeloid lösemi (AML) hastalarının tedavisinin merkeiznde, yoğun bir kemoterapi‎ (ilaçla tedavi) vardır. Kemoterapi adı altında hücre büyümesini engelleyen ilaçların (sitotoksik ilaçlar) kullanılması anlaşılır. Tek bir ilaç tüm lösemi hücrelerini öldürmekte yetersiz kalacağı için sıklıkla değişik etki mekanizmaları olan sitotoksik ilaçlar birlikte kullanılır (polikemoterapi, kombinasyon tedavisi). Bu şekilde kötü huylu hücrelerin çok büyük bölümüne etki gösterilmesi hedeflenir.
Down sendromu ve APL’de tedavi farklılıkları vardır: Diğer AML hastalarına göre Down sendromlu AML hastalarında daha az yoğun bir tedavi yeterli olmaktadır. AML’nin özel bir çeşidi olan promyelositer lösemide (APL) neredeyse tüm kemoterapi ilaçları kullanımdan çıkarılır ve kemoterapötik ilaçlar yerine başka ilaçlar kullanılır.
Çok az hastada kemoterapiye ek olarak merkezi sinir sistemi‎ ışınlaması (kafatası ışınlaması) gerekir. Tedaviye başından itibaren yanıt vermeyen veya hastalığı yeniden tekrarlayan (nükseden) hastalarda yüksek doz kemoterapi‎yi takiben kök hücre nakli (kemik iliği nakli – KİT) başka bir tedavi seçeneğidir.
Tedavinin öncelikli hedefi vücut içerisindeki lösemi hücrelerini mümkün olduğunca tamamen yok etmek ve kemik iliği‎nin kan oluşturucu organ olarak görevini yeniden yerine getirmeye başlamasını sağlamaktır. Bu süreç zarfında komplikasyonların (istenmeyen yan etkilerin) ortaya çıkmasını engellemeye yarayan tedaviyi destekleyici önlemler de uygulanmaktadır. Bu destek tedavisi‎ (supportif tedavi) AML hastalarında tedavinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadırlar.
Önemli bilgi: Uygulanacak kemoterapi‎nin yoğunluğu, tedavi süresi, ek olarak ışın tedavisi veya kemikiliği nakli gerekliliği ve hastalığın prognoz‎u (başarısı), hastanın hangi AML alt grubuna yakalandığına, lösemi hücrelerinin vücuda ne derecede yayıldığına ve löseminin tedaviye verdiği yanıta göre değişiklik gösterir. Bu hususlar göz önüne alınarak hastanın hangi tedavi grubuna alınacağına ( standart risk grubu, orta risk grubu veya yüksel risk grubu) ve hangi tedavi protokolü uyarınca tedavi edileceğine karar verilir.
Tedavi süreci
Prensip olarak (yukarıda belirtilmiş olan Down sendromlu ve APL alt tipindeki AML hastaları hariç) kemoterapi değişik sürelerde, değişik kombinasyonlarda verilen ve değişik hedefleri olan tedavi fazlarından oluşur. Önemli tedavi basamakları aşağıdadır:
1. İndüksiyon (saldırı-hücum tedavisi) tedavisi: Bu tedavi özellikle yoğun bir kemoterapi‎ uygulamasından oluşur ve kısa bir süre içerisinde lösemi hücrelerinin büyük çoğunluğunu yok etmeye, yani remisyon‎ oluşmasına yöneliktir. İndüksiyon tedavisi, iki kemoterapi seansından ibarettir ve dinlenme devreleri dahil yaklaşık iki ay sürer.
2. Konsolidasyon ve yoğunlaştırma tedavisi: Bu tedavi, indüksiyon tedavisinin sonrasında başlar ve yine kısmen diğer ilaç kombinasyonları ve yüksek ilaç dozları ile desteklenen üç yoğun kemoterapi seansından oluşur. Bu tedavinin hedefi, vücutta hala kalmış olan lösemi hücrelerini öldürmek ve hastalığın yenileme olasılığını en aza indirgemektir. Yoğunlaştırma tedavisi yaklaşık üç veya dört ay sürer.
3. Merkezi sinir sistemi (MSS) tedavisi: Bu yöntem merkezi sinir sistemi‎ (MSS) için önleyici (profilaktik) veya tedavi edici amaçla kullanılır. Bu tedaviyle beyin‎ ve omurilik‎içinde lösemi hücrelerinin yerleşmesi veya yayılmaya devam etmesi önlenmeye çalışılır. MSS tedavisi genellikle omurilik kanalına birçok ilaç verilmesi ile gerçekleştirilir (intratekal kemoterapi uygulaması‎, bel iğnesi). Merkezi sinir sisteminde lösemi hücrelerinin bulunması durumunda ilaçla tedaviye ek olarak beyine (kafatası) radyoterapi‎ yani ışınlama tedavisi de uygulanır.
4. İdame tedavisi veya sürekli tedavi: Bu yöntem daha hafif bir kemoterapiden oluşur ve bir yıl süreli olarak genellikle ayakta yani hastaneye yatmadan (ayaktan) uygulanır. Tedavinin hedefi, uzun bir tedavi süresi ile yoğun tedaviye rağmen ölmemiş olan lösemi hücrelerini olanaklar ölçüsünde yok etmektir.
Bazı hastalara (tanı sırasında kanda yüksek oranda lösemi hücresi bulunması veya organların ağır şekilde lösemi etkisinde bulunması durumunda) asıl uygulanacak tedavi öncesinde ön tedavi diye adlandırılan bir tedavi uygulanır. Yaklaşık bir haftalık bu ön tedavinin hedefi, hücre parçalanma sendromu veya tümörlizis sendromu‎ gibi komplikasyonlardan kaçınabilmek için, lösemi hücrelerinin sayısını adım adım, vücudu olabildiğince yormadan azaltabilmektir.
Tedavinin toplam süresi: Kök hücre nakli (kemik iliği nakli – KİT) yapılmayan hastalarda, tedavi sırasında veya sonunda hastalık nüksetmez ise (tekrarlamaz ise) tedavinin toplam süresi yaklaşık bir buçuk yıldır. Yoğun tedavi evresi (yaklaşık altı ay) zarfında hastanın birkaç defa klinikte yatması gerekir. Ateş veya enfeksiyon gibi sorunlar ortaya çıkmazsa, kemoterapi seansları arasındaki dinlenme sürelerini hasta evinde geçirebilir. Daha hafif bir kemoterapiden oluşan ve yaklaşık bir yıl süren idame tedavisi boyunca hasta evinde kalabilir ama düzenli aralıklarla polikliniğe gelmek zorundadır.
AML hastalığının özel bir alt türünün görüldüğü Down-Sendrom’lu hastalar için ve promiyelositik lösemi hastaları için özel tedavi kuralları geçerlidir.
Tedaviyi iyileştirme araştırmaları ve kayıt
Almanya’da akut miyeloid lösemi (AML) hastası çocuk ve gençlerin hemen hepsi tedavi iyileştirme araştırmaları‎ (tedavi protokolleri) çerçevesinde tedavi edilirler. Burada söz konusu olan klinik araştırmalardır. Araştırmaların hedefi, hastaları en güncel bilgiler ışığında tedavi etmek ve aynı zamanda tedavi imkanlarını daha iyileştirmek ve geliştirmektir.
Hastalık tanısı konduğu anda devam etmekte olan bir tedavi iyileştirme çalışması yoksa veya hasta bir çalışmaya kabul edilmek için gerekli ön şartlara sahip değilse kayıt sistemine kayıt edilir. Bu durumda tedavi genellikle tedavi merkezinin önerileri doğrultusunda gerçekleştirilir. Böylece hasta o an için mevcut olan en optimal (uygun) tedavi seçeneği ile tedavi edilmiş olur.
Halen Almanya’da AML hastası çocuk ve gençlerin tedavisi için genellikle uluslararası katılımcılarla beraberce yürütülen aşağıda belirtilen tedavi araştırmaları (protokolleri) ve kayıt sistemi kullanılmaktadır.
• AML-BFM 2012 çalışması: AML-BFM 2012 çalışması: 18 yaş altında ilk kez AML hastalığına yakalanan çocuklar için ( Down sendromlu/geçici myeloproliferatif sendromlu hastalar ve akut promyelositer lösemili çocuklar hariç) uygun bir protokoldür. 2012 yılında kapanmış olan ve 31.12.2014 tarihinden itibaren geçerli olan AML-BFM 2004 çalışmasının devamı niteliğinde bir protokoldür. Bu çalışmaya almanya genelinde bulunan bir çok pediatrik hematoloji onkoloji merkezi ile birlikte, İsviçre, Avusturya, Çekoslovakya ve Slovakyadan merkezler katılmaktadır.
• AML-BFM 2012 kayıt sistemi: Bu kayıt sistemine 18 yaş altında olup hiç bir tedavi iyileştirme çalışmasına dahil olmayan hastalar kayıt edilmektedir. Bu kayıt sistemi, AML-BFM 2004 protokolü 2012 yılında tamamlanınca, yeni tedavi programı kullanılabilir hale gelinceye (bakınız AML BFM 2012) kadar hastaların en iyi şekilde tanı alması ve tedavi edilebilmesi için oluşturulmuştur. Bu kayıt sistemine daha önce AML-DS 2006 kayıt sistemine kaydedilen down sendromlu aml hastaları da kayıt edilmektedir. Bu hastalar için oluşturulmuş olan TMD önleme 2007 çalışması kısa süre önce kapanmıştır. Down sendromlu AML hastaları ve TMD hastalrı için önerilen tedavi şemalarınde değişiklik olmamıştır.
• AML SCT-BFM kayıt sistemi: ocak 2016 yılına kadar çeşitli nedenlerle (hastalığın tekrar etmesi, standart tedaviye hastalığın cevap vermemesi) kemikiliği nakli yapılamsı gereken çocuklar AML SCT BFM 2007 araştırması çerçevesinde tedavi edilmişlerdir. Bu çalışmaya 21 yaş altındaki hastalar alınabilmekteydi. Şubat 2016 tarihinden itibaren bu tedavi iyileştirme çalışmasına hasta kabul edilmemektedir. Bu özelliklere sahip hastalar 2016 yazından beri AML BFM SCT kayıt sistemine alınmaktadırlar. Kayıt sistemi merkezinin tedavi önerileri halen daha önce uygulanmış olan tedavi protokolü uyarınca yapılmaktadır.
• Halen, yukarıda bahsedilen kemikiliği kayıt sistemi dışında hastalığı tekrar eden veya hastalığı tedaviye dirençli olan hastalar için uygulanmakta olan güncel bir tedavi protokolü olmamakla birlikte uluslararası bir kayıt sistemi (AML relapsed 2009) bulunmaktadır. Bu kayıt sistemine 18 yaş altında olan hastalar alınmakta ve tedavi daha önce yapılmış olan relapsed 2001/01 çalışmalarının önerileri doğrultusunda yapılmaktadır. 2017 yılında aml relapse 2010 isminde yeni bir çalışma açılması planlanmaktadır.
AML SCT BFM 2007 çalışma merkezi ve AML SCT BFM kayıt merkezi Hannover Tıp Yüksek Okulu Pediatrik Onkoloji ve Hematoloji Bölümünde bulunmaktadır ve Prof Dr Martin Sauer tarafından yönetilmektedir. Yukarıda adı geçen tüm diğer çalışmalar ve veri kayıt bankaları Essen’de bulunan üniversite kliniğindeki çocuk kliniğinde bulunmkta ve Prof Dr Dirk Reinhardt tarafından koordine edilmektedir.
Tedavi başarısı
Akut miyeloid lösemi (AML) hastası çocuk ve gençlerin tedavi şansları son otuz yıl içerisindeki gelişmeler sayesinde önemli ölçüde artmıştır. Bugün uygulanan modern araştırma metotları ve yoğun standart kombinasyonlu kemoterapiler yardımıyla hastaların yaklaşık % 70 kadarı tanı konulduktan beş sene sonra hastalıksız olarak yaşamaktadırlar (5 yıllık hastalıksız sağkalım).
Öte yandan AML hastalarının yaklaşık % 30 kadarının bugün için henüz tedavi edilemedikleri ortadadır. Bunun bir nedeni başarılı tedaviden sonra hastalığın nüksetmesi oranının (residif, relaps, tekrar) yüksek olmasıdır. Hastalığın tekrarlama riski AML hastalarının hemen hemen üçte birinde görülmektedir.
Bunun yanısıra ilk tedaviye yanıt vermeyen veya yetersiz yanıt veren hastalar da bulunmaktadır: Hastaların yaklaşık % 10 kadarında hastalıksız olma durumu yani remisyon‎ hedefine erişilememektedir. Bu durum, doktorlar tarafından tedavi başarısızlığı diye adlandırılmaktadır.
Genel olarak hastalığın tekrar ettiği durumlarda, özellikle de ilk remisyonun elde edilmesinden sonraki ilk bir yıl içinde ortaya çıkan nükslerde tedavi başarısı çok düşüktür. Tedaviye başından itibaren iyi yanıt vermeyen hastalar için de aynı durum söz konusudur. Yeni bir kemoterapi (residif tedavisi) ve bunu takiben uygulanacak kök hücre nakli‎ (kemikiliği nakli) ile bu hastaların iyileşmesi mümkün olabilmektedir.
AML residif‎li hastalarda (AML ‘si tekrar eden hastalarda) tedavi başarısı (5 yıllık hastalıksız sağkalım) bugün için % 38 dolayındadır. Bugünkü tedavi iyileştirme araştırmaları‎ çerçevesinde ve gelecekteki araştırmalar ile bu hastalar için daha iyi tedavi sonuçları elde edilmesi hedeflenmektedir.
Uyarı: Belirtilen iyileşme oranları istatistiki bilgilerdir. Bu rakamlar AML hastalarının tamamı için önemli ve geçerli bir bilgi içermektedirler. Ancak hastanın iyileşip iyileşmeyeceği istatistikî olarak önceden belirlenemez. Lösemi hastalığı, en uygun şartlardaki hastalarda veya en riskli hastalarda bile hiç beklenmedik şekilde seyredebilir.

 

 

 

ALBİNİSM

Albinism kelime olarak bir gurup kalıtsal durum anlamına gelir.Albinismli insanların gözlerinde, derisinde ve saçlarında ya çok az pigment bulunur yada hiç bulunmaz. (bazen sadece gözlerde bulunabilir.) onlar ebebeyinlerinden bir genin değişmiş kopyasını alırlar ki bu genler de doğru çalışmamaktadır. Değişmiş gen vücudun melanin denilen bir pigmenti normal miktarda üretmesini engeller.

Yaklaşık olarak 17 000 insanda 1 bir çeşit albinism görülmektedir. Birleşik Devletlerde 18 000 e yakın insan etkilenmiştir. Albinism her ırktan insanı etkilemektedir. Çoğu albinismli çocuğun ebebeyinlerinin saç ve göz rengi normal renktedir ve etnik geçmişlerinde böyle bir durum görülmemektedir.
Melanin pigmenti nedir ?
Melanin koyu içerikli ve ışıktan koruyucu diye bilinen bir pigmenttir. Melanin pigmentinin derideki temel görevi güneşten gelen ulraviole ışınlarını soğurarak derinin hasar görmesini engellemek. Güneş derideki melanin pigmentinin artmasına neden olarak bronzlaşmayı ortaya çıkarır. Çoğu albinismli insanın derisinde melanin pigmenti yoktur ve güneşe maruz kalımca bronzlaşmaz. Bunun sonucu olarak derileri güneş ışığına karşı çok duyarlıdır ve yanıklar oluşur.

Melanin pigmenti göz ve beyin gibi vücudun diğer bölgelerinde de etkilidir;ama melaninin buralarda tam olarak ne yaptığı bilinmemektedir. Melanin retinada ve retinanın fovea denilen bölgesinde bulunmakta ve gelişme sırasında melanin pigmentinin eksikliğinde tam olarak gelişmemektedir. Retinanın diğer bölgeleri melaninin varlığında yada yokluğunda normal olarak gelişmektedir. Gelişim sırasında retinada melanin yoksa gözle beyin arasındaki sinirlerin bağlanışıda değişmektedir. İriste de melanin vardır ve bu irise ışık geçirmez bir özellik kazandırır. Albinismde iristeki pigment azdır ve bu yüzden iris ışığa karşı yarısaydamdır ama iris tam olarak gelişir ve işlevini yerine getirir.
Melanin nasıl oluşur ?
Melanin melanosit denilen özel hücrelerde oluşur. Bu hücre deride,saçta ve gözün iris ve retina bölgelerinde bulunur. Amino asit tyrosine’i melanine çevirirken bir çok basamak vardır. Figürde de görebileceğiniz üzere iki çeşit melanin oluşur: siyah-kahverengi eumelanin ve kırmızı-sarı pheomelanin.

Vücudumuzdaki tüm metabolik olaylarda olduğu gibi bir bileşenin diğer bir bileşene dönüşmesi enzimler sayesinde olur. Mesela ABC gibi basit bir reaksiyonda A’nın B’ye dönüşmesi enzim 1 in, B’nin C’ye dönüşmesi enzim 2 nin etkinliğiyle olur. Melaninin olşumuda buna benzer bir reaksiyonla olur ama daha karmaşıktır ve tüm adımları bilinmemektedir.

Tyrosinaz melaninin oluşumundaki temel enzimdir. Tyrosinaz tyrosine’i DOPA ya ve onuda dopaquinone^ye dönüştürmekle görevlidir. Sonra dopaquinone siyah-kahverengi eumelanin yada kırmızı-sarı pheomelanini oluşturur. Tyrosinaz enzimi kromozom 11 üzerindeki tyrosinaz geni tarafından üretilir ve bu genin mutasyonu bir çeşit albinisme neden olur çünkü değişmiş gen tarafından üretilen enzim doğru çalışmaz.

Protein 1’le ilgili tyrosinaz yada DHICA oxydaz protein 2’yle ilgili tyrosinaz yada dopachrome tautomeraz diye bilinen iki enzim eumelanin pigmentinin oluşumunda önemlidir. Her iki enzimin sentezinden sorumlu genler 9. Kromozomun üzerinde bulunmaktadır. DHICA oxydaz genindeki değişmeler bu enzimin işlevinde kayıplara yol açar ve bu da albinisme neden olur. Dopachrome tautomeraz genindeki değişim albinisme neden olmaz.

Başka üç gende melanin pigmentinin oluşumunda ve albinismde bulunan proteinler üretmektedirler ama bunların kesin rolleri bilinmemektedir. Bu genler: kromazom 15 üzerinde bulunan P geni, kromozom 10 üzerinde bulunan Hermansky-Pudlak sendromu geni ve X kromozomunda bulunan ocular albinism geni.
Albinism ile ilgili sorunlar nelerdir ?
Normal görüşü geliştirmek için göz melanin pigmentine ihtiyaç duymaktadır. Albinismli insanlar gelişme sırasında normal miktarda melanin pigmenti bulunmadığı için zayıf bir görüşe sahiptirler. Deri güneşten korunmak için pigmente ihtiyaç duyar ve albinismli insanlar bu yüzden güneşte kolayca yanarlar. Tropik bölgelerde çoğu güneşten korunmayan albinismli insan deri kanserine yakalanmıştır.

Ayrıca zeka geriliği, duyma bozukluğu, kan pıhtılaşmaması gibi değişik sorunları olan başka albinism çeşitleri de vardır.

Albinism sosyal problemlere de neden olabilir çünkü albinismli kişiler ailelerinden, eşlerinden ve etnik gurubundaki diğer kişilerden farklıdırlar.

Albinismli bir çocuğun zihinsel ve bedensel gelişimi normal olabilir. Gelişimin dönüm noktaları olması gereken yaşta olur. Çocuk ve genç albinismli insanların genel sağlığı normaldir ve melanin pigmentinin deri, göz ve saçlardaki eksikliğinin beyine, sinir sistemine, kaslara, üreme sistemine bir etkisi yoktur. Hayat uzunluğu normaldir.
Ne gibi göz problemlerine neden olabilir ?
Sadece gözde yada saç ve deride de albinism olan insanlar da bazı sorunlar vardır.

Albinismli insanlar kör değildir ama görüşleri normal değildir ve gözlüklerle tam olarak düzeltilememektedir. Had safhadaki miyop yada hipermetrop ve astigmat genelde görülür ve bazı albinismli insanlarda gözlükler duyarlılığı arttırabilir. Düzeltilmiş görüntü 20/20 (20 feet te ne görülebiliyorsa 20 feetten görme;normal ) ile 20/400 (400 feetten ne görülüyorsa 20 feetten görme; kısmen kör) arasında değişir. Gözlük kullanılsa bile normal yada normale yakın görüş beklenmez.

Nystagmus: Gözün istemdışı ileri geri hareketi. Çoğu albinismli insan oynaklığı düşürücü ve görüşü arttırıcı kafa hareketleri öğrenmektedir.

Strabismus: Gözlerin odaklanamaması ve birlikte bir izi takip edememesi. Buna rağmen iki göz birlikte çalıştığı zamanki kadar keskin olmasa da bazı albinismli insanlar derin bir algıya sahip olabilirler.

Photophobia denilen ışığa duyarlılık. İris ışığın göze rasgele girmesine izin verir ve buda duyarlılığa neden olur. Genel bir yargının aksine bu duyarlılık albinismli insanların güneş ışığında dışarı çıkmasına engel olmaz.

İrisin rengi mavi/gri yada açık kahverengi. Albinismli insanların kırmızı gözlü olduğu genel bir görüş olmasına rağmen göz rengi griden mavi ve kahverengiye kadar çeşitlilik gösterir. Normal aydınlatma durumunda iris kırmızımsı yada menekşe rengi gözükür. Bu kırmızımsı görünüm gözün iç kısmını örten retinadan gelmektedir. Bu kırmızımsı görünüm kameraya direk bakan birinin flaş patlayınca gözünün kırmızı gözükmesiyle aynıdır.

Albinismde temel problem foveanın gelişememesi. Fovea gözün küçük ama çok önemli bir bölgesidir. Retina göze gelen ışınları algılayan ve beyine giden sinyale çeviren sinir hücreleri içerir. Fovea retinada okumak gibi keskin görüşü sağlayan bir bölgedir ve bu bölge albinismde tam olarak gelişmemektedir. Albinismde foveanın neden gelişmediği tam olarak bilinmemektedir ama melanin pigmentinin yokluğuna bağlanmaktadır. Gelişen göz foveanın organizasyonu için melanine ihtiyaç duyduğu sanılmaktadır.

Albinismde gözdeki diğer bir temel anormallikte retinayı beyine bağlayan sinirlerin gelişimi. Albinismli insanlar sinyallerin gözden beyine gönderilmesinde alışılmadık bir örneğe sahiptirler(Diagram3). Gözden beyinin görme bölgesine olan sinir bağlantıları farklıdır. Bu olağandışı sinir sinyalleri gözün bir uyum içinde çalışmasını ve algılamasını engeller.

Ayrıca albinismde strabismusda olağandır ve optik sinirlerin farklı gelişmesinden kaynaklanmaktadır. Albinismde strabismus genelde şiddetli değildir ve sağ gözle sol göz arasında değişip durmaktadır.
Göz problemleri için ne yapılabilinir ?
Ophthalmolog ve optometris albinismde göz problemlerini hafifletmek için yardımcı olabilir ama tedavi edemezler.

Görsel duyarlılık için deneyimli göz doktorları çeşitli aletlerin reçetesini yazabilir. Herkes ihtiyaçları ve hobileri doğrultusunda görüşü farklı yollarda kullandığı için aletler herkesin ihtiyacını karşılamayabilir. Küçük çocuklar basit olarak gözlük kullanabilirken gençler çift odaklı gözlüklerden faydalanabilir. Göz klinikleri bioptik diye de bilinen gözlük üzerine takılan teleskopik camları önerebilirler. Bu aletler hem uzağı hemde yakını görmede etkilidir. Bir çok albinismli insana çift odaklı gözlükler ve normal gözlükler iyi bir okuma sağlamakla birlikte çok küçük ve hafif teleskopik camlar üretilmektedir.

Nystagmus için araştırmacılar her durumda faydalı bir tedavi için çalışmaktadırlar. Denenmiş tedavi yöntemleri bio geri beslenme, lens ve ameliyat içermektedir. En çok tavsiye edilen göz kaslarına gözün hareketini azaltan bir cerrahi müdahaledir. Buna rağmen gözdeki diğer anormallikler yüzünden görüş artmamaktadır. Albinismli insanlar belli bir noktaya parmak koymakla yada başı belli bir açıyla eğik tutarak okuma sırasında nystagmusu yavaşlatabilirler.

Strabismus için ophtalmologlar altı aylık bebekken bir tedaviye başlamayı öneriyorlar. Çünkü göz tam işlevine ulaşmadan başlanmalıdır. Ailelere, tercih edilmeyen gözün gelişmesi için tek gözün kapatılması önerilebilir. Göz hizasını geliştirmek için gözlük takmakta işe yarayabilir. Ameliyatla yada gözün dışından kaslara ilaç enjekte etmekle iki gözün bir noktaya odaklanamama problemi tam anlamıyla düzeltilemez. Buna rağmen bu tedavi göz hizalamasını arttırabilir ve kişinin pisiko-sosyal davranışlarında rahatlamasını sağlayabilir. Yinede sinirlerin yanlış yol izlemesi düzeltilemiyor. Derin algılama ameliyatla arttırılamamaktadır.

Photophobia, doktorlar güneş gözlüğü yada ışıkta kararan photochromic lensler önerebilirler. Çok erken yaşta kullanılsa bile bu gözlüklerin görüşü arttıracağı yolunda hiçbir iddia yoktur, sadece konfor sağlar. Çoğu albinismli çocuk yada genç renkli gözlükleri sevmemekte ve dışarı çıkarken şapka takmaktadır.
Albinismli çocuklara okulda nasıl yardımcı olunabilir ?
Albinismli çocuklar genelde başlarını eğerek yada kağıdı göze yaklaştırarak okurlar. Ayrıca görüşlerinde önemli bir ilerleme görmedikçe çocuklara gözlük kullandırmanız zordur. Bununla birlikte büyük yazılı kitaplar yada gözlük kullanımı manevi baskı yüzünden zor olabilir.

Çoğu sınıf albinismli öğrencilere yardımcı olmaktadır.

Koyu yazılı materyaller : albinismli çocuklar silik yazılmış kağıtları okumakta zorlanırlar. Beyaz üzerine koyu siyah tercih edilmelidir.

Büyük tip test kitapları :Okul normal kitaplar yerine daha büyük olanlarını alabilir. Çünkü albinismli çocuklar satır atlamalarda ve sayfa değişikliklerinde yerlerini bulmakta zorlanırlar ve bu şekilde daha kolay okumaları hatta not almaları sağlanabilir. Çalışma kağıtları fotokopi makinasında büyütülebilir. Albinismli çocuklar her zaman büyük kitaplara ihtiyaç duymazlar ama bu daha rahat etmelerini sağlar. Seslendirilmiş okumada teypler kullanılabilir.

Öğretmenin tahta notlarının kopyası: Çocuk sınıf arkadaşları tahtayı okurken elindeki notlardan takip edebilir.

Çeşitli optik aletler: Elle tutulan dürbünler, gözlük üzerine monte edilen teleskopik camlar, zoomlu kameralar ve birçok alet çocuklara yardımcı olabilir.

Bilgisayarlar: Büyük karakterli ve geniş ekranlı yazılım programları çocuklara yazmalarında yardımcı olabilir.
Görsel yardım için ayrılmış özel sınıflar öğrenci, aile ve sınıf öğretmeninin takım çalışmasını gerektirmektedir. Görme engelliler öğretmeni ve ophthalmolog yada optometris ileri derecede göz bozukluğunda tecrübelidirler.
Güneş altında ne kadar kalınmalıdır ?
Çoğu albinismli insan bronzlaşmaz ve güneşe maruz kaldıklarında kolayca yanarlar. Yaş aldıkça artan bir şekilde saç ve deride pigment üreten albinismli insanlar güneşten etkilenmiyebilir ve bronzlaşabilir. Eğer güneş yanıklara sebep oluyorsa o zaman vücudu güneşten ve zararlarından korumak lazımdır.

Güneş yanığı insan gözüyle görülemeyen güneş ışınlarından biri olan ultraviole ışınının yol açtığı deri tahribidir. Güneşlenmeden 2 ila 6 saat sonra kızarıklık başlar ve 24 saat geçmeden yanık tam kırmızıya dönüşmez. Bunun sonucu olarak kişi güneşten çıktıktan sonra yanık daha kötü bir hal alabilir. Uzun süreli güneşte kalmak tam bronzlaşamayan insanlarda deri kanserine yol açabilir. Buda ultrviole ışınlarından doğru korunma yollarıyla engellenebilir.

Güneşe dayanma sınırını saat olarak vermek çok zor çünkü günün saatlerine, iklime, derinin hassasiyetine ve havaya göre değişmektedir.

Enlem: Florıda da yanmadan güneşe 1 saat dayanabilen bir insan New Jersey de 2 saat dayanabilir.

Yükseklik: Her 1000 fitte güneşin yakıcı etkisi %4 oranında artmaktadır.

Çevre: Kum %25 oranında ultraviole ışınları yansıtmaktadır. Yani kumsalda gölgede otururken bile yanabilirsiniz. Taze kar 70-90% oranında yansıtır. Yansıyan ışımlar gemelde gölgede olan burun ve çene altı gibi bölgeleri yakabilir.

Hava: Puslu hafif bulutla kaplı güneşli bir gün 60-80% oranında ultraviole ışın içerir. Bulutlu günler insanları yanma riskinin az olduğu gibi yanlış bir kanıya düşürür.

Su: %96 gibi yüksek oranda ultraviole ışınları temiz sudan geçebilmektedir.

Mevsim: en çok ultraviole yoğunluğu yaz gündönümünde görülmektedir. 22 Haziran, 1 Mayıs’ta 15 Ağustos kadar yoğun güneş ışını vardır.

Günün saatleri: en yoğun saatler 10:00-14:00 arası standart zamanda yada 11:00-15:00 arası gün ışığından yararlanma zamanlarıdır.

Giysi: yüzmek için giyilen T-şörtler gibi ıslak giysiler %50 den fazla ışın geçirmektedir. Koyu yada kalın giysiler daha az ışını geçirmektedir.
Koruma kremleri ne kadar etkilidir ?
Albinismli insanlar güneşten koruyucu kremleri kullanırlarsa kabul edilebilir miktarda güneşe dayanabilirler. 1978 de FDA koruyucu kremleri sınıflandırmaya yarayan bir sisyem yayınladı. Sistem kremleri “güneşten koruma faktörü” yada “SPF” diye bilinen kuvvetlilik ölçümüne göre ayırdı. SPF; kremi sürdükten sonra yanma süresiyle kremi kullanmadan yanma süresinin oranını vermektedir. Mesela; bir insan öğlen güneşin altında yarım saat yanmadan oturuyorsa 4 faktörlü kremi sürdüğü zaman 0,5×4 saat yada 2 saat yanmadan oturabilir.

Unutmamalı ki SPF sadece bir ölçümdür ve kremler albinismli insanlara ölçüm yapılan kişilerden daha az etki etmektedir. Üreticiler SPF testlerini solar ışık altında yapmaktadırlar ve değerler normal çevre şartlarından farklı olabilmektedir.

Albinismli insanlara SPF si 15 ve üstü olan kremleri kullanması tavsiye edilir. SPF si 30 ve üstü olan kremler albinismli insanlara ideal korumayı sağlar.

SPF değerleri tanıtılırken FDA plajdaki insana vücudunun korumak için her biri yarım çay kaşığı olan 9 porsiyon krem önermektedir. Bu miktar genelde tüm vücut için şişenin dörtte birine denk gelmektedir. Kremi sistematik olarak sürmek çok önemlidir. Bazı albinismli insanların derilerinde gizli benekler yüzünden lekeli yanmalar meydana gelir. Kulakların üstü, kolların ve bacakların arkası genelde az güneş gören bölgeler olduğundan çabuk ve kötü yanmaktadır.

Krem deriye sürüldükten yarım saat sonra güneşe çıkmak en iyisidir.

Bazı güneş kremleri güneşe çıktıktan sonra sertleşmekte ve kabuk, plastik gibi artıklar bırakmaktadır.

Bazı insanlarda güneş yüzünden isilik oluşmaktadır. Sülfat, benzen gibi maddelere alrjisi olan insanlar PABA ürünleri içeren kremlerden uzak durmalılar. Alerjik reaksiyonlardan sonra kremler gözenekleri kapadığı için vücut güzelliği bozulabilir. Dermatologlar alerji durumlarında alternatif çareler önerebilir.
Albinism nasıl sınıflandırılır ?
İki önemli albinism çeşidi: deri, göz ve saçlarda melanin eksikliği anlamına gelen “oculocutaneous albinism” yada “OCA” ve melanin pigmentinin sadece gözlerde eksik olduğu; deri ve saçların normal olduğu “ocular albinism” yada “OA”. OCA OA ya göre daha sık görülür.
Oculocutaneous Albinismi Nasıl Sınıflandırıyoruz?
Çoğunluğu Uluslararası Albinism Merkezi tarafından yapılan çalışmalar ve diğer bireysel ve aile yardımlarıyla OCA’nın sınıflandırılması yıllar boyunca çok değişikliğe uğradı. Yıllarca “albinism” terimi sadece beyaz saçlı, beyaz derili ve mavi gözlü insanlar için kullanıldı. OCA ve renkli saç ve göz bulunan insanlar, özellikle Afrika ve Afrikan-Amerikan toplumlarında, artık kullanılmayan “tamamlanmamış albinism”,”parçalı albinism” ve “tam olmayan albinism” gibi terimlerle tanımlanmışlardır. 1960’larda Dr. Carl Witcop, OCA’nın pigmentli ve pigmentsiz tiplerini ayırmak için “saç kökü kuluçkalama” yöntemini geliştirdi ve “ty-neg” yada “tyrosinaz-negatif” ve “ty-pos” yada “tyrosinaz-pozitif” terimlerini kullanmaya başladı. Yeni koparılmış saç kökleri tyrosine yada dopa içeren test tüplerine konur ve pigment üreten hücrelerin melanin üretip üretmeyeceğine bakılır. Eğer pigment oluşmazsa test negatiftir ve ty-neg OCA teşhisi konulabilir. Eğer saç köklerinde melanin üretilirse test pozitiftir ve ty-pos teşhisi konulur. Bu basit test çok çeşitli OCA tiplerinin olduğunu göstermesine rağmen sonradan yapılan çalışmalar saç kökü kuluçkalama yönteminin çok hassas olmadığı ve bir çok yanlış negatif ve pozitif tanısı koyduğu görülmüştür. Bunun sonucu olarakta saç kökü kuluçkalama yöntemi kişiye OCA teşhisi koymakta daha fazla kullanılmadı.

Saç kökü testinin güvenilirliğini arttırma çalışmaları sırasında duyarlı saçkökü tyrosinaz enzimi aktivitesi geliştirildi. Ancak biyokimyasal çalışmalar duyarlı saçkökü tyrosinaz enzimi aktivitesi testinin de güvenilir olmadığını kanıtladı ve bu yöntemde artık kullanılmamaya başlandı.

1980’lerde OCA sınıflandırılması çok dikkatli deri, saç ve göz araştırmalarıyla genişledi. Bunun sebebi ise, farelerde pigmentasyonu kontrol eden 50 den fazla gen olduğunun bilinmesi ve OCA bulunan insanlarda dikkatli deri ve saç araştırmalarıyla bu genlerin insanlardaki karşılığının bulunabileceğinin düşünülmesidir. Platinyum OCA, minumum pigmentli OCA, sarı OCA, ısıya duyarlı OCA, otozoma bağlı kalıtsal ocular albinism ve kahverengi OCA’i içeren bazı OCA çeşitleri bulundu ve bunların hepsinin farklı genler tarafından oluştuğu düşünülüyordu. 1990’larda çoğu albinism çeşidinin genlerini tanımlayabildik ve OCA’yı saç, deri ve göz rengine göre sınıflandırmanın doğru olmadığını içerdikleri özel genlere göre sınıflamanın daha doğru olacağı bulundu.

Şimdi beş tane OCA ile ilgili bir tanede OA ile ilgili tanımlanmış gen biliyoruz.

OCA da her gen için pigmentasyon dizisi çok geniştir. Son 20 yılda belirlenen çoğu farklı OCA çeşitleri ve altçeşitleri şimdi belirli bir genetik yerle gösterilebiliyor.
Albinismli insanlar çocuk sahibi olabilir mi?
Albinism çocuk sahibi olma yeteneğini sınırlamamaktadır. Çocuk albinismli olabilirde olmayabilirde. Bu anne ve babanın genetik yapısına bağlıdır.
Albinismli insanlar normal hayat ömrünü yaşayabilir mi?
Genelde albinismli insanlar normal hayat süresine sahiptirler. Bazı tıbbi sorunlar toplumun diğer kesimlerindekilerle benzerdir. Deri kanseri görülebilir ama bu engellenebilir.
Albinismli insanlar normal zekaya sahip midirler ?
Albinism zihinsel zayıflamaya yada gelişiminde gecikmeye yol açmaz. Bireysel becerileriyle iyi bir kariyere sahip olabilirler. İşlevleri sadece görüş zorluğuyla sınırlıdır. Albinismli bir çocuğun yada gencin gelişiminde problemler varsa başka sebepler aranmalıdır. Çünkü gelişim sorunları albinisme dayandırılamaz.

Kaynak: Ali Şengöz http://www.alisengoz.net

 

 

 

ALBÜMİNÜRİ (PROTEİNÜRİ)

Böbrek bozukluğunun en erken belirtilerinden biri olan albüminüri hakkında merak edilen tüm detaylar haberimizde… Albüminüri nedir? Albüminüri nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Halk arasında “ak tutma” olarak da bilinen Albüminüri nedir? Genellikle böbrek rahatsızlığı olan kişilerde görülen albüminürinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi… Hepsi ve daha fazlası için haberimize göz atmanız yeterli…
ALBÜMİNÜRİ NEDİR?
Albumin, normalde kanda bulunan bir protein türüdür. Vücudun her zaman proteine ihtiyacı vardır. Protein, kas yapısına, doku tamirine ve enfeksiyonla savaşmaya yardımcı olan önemli bir besin maddesidir. Fakat proteinin kanda bulunması gereklidir, idrarda değil. İdrarda albümin (protein) olduğunda, buna “albüminüri” veya “proteinüri” denir. Sağlıklı bir böbrek, albüminin kandan idrara geçmesine izin vermez. Hasarlı bir böbrek, bazı albüminin idrara geçmesine izin verir.
ALBÜMİNÜRİ BELİRTİLERİ
Belirtiler, böbrekler çok zarar gördüklerinde ve idrarda protein seviyeleri yüksek olduğunda farkedilebilir hale gelecektir. Bu durumda da belirtiler, ayak bileklerinin, ellerin, karın veya yüzün şişmesi şeklinde ortaya çıkabilir.
ALBÜMİNÜRİ NEDENLERİ
Albuminüri öncelikle böbrek fonksiyon bozukluğundan kaynaklanır, çünkü albümin denilen protein moleküllerini tutabilme yeteneğini kaybeder. Çeşitli durumlar ve hastalıklar, nefritik sendrom, hiperglisemi (yüksek kan şekeri), nefropati, glomerulo-nefrit, yüksek tansiyon, kardiyovasküler hastalıklar gibi endokardit, romatoid artrit ve diğer kronik enflamatuar rahatsızlıklar gibi böbrek fonksiyonlarını bozabilir. Yorucu egzersiz programı yapan kişiler için böbrekleri etkilemeden geçici (geçici) albüminüriye neden olabilir.
ALBÜMİNÜRİ TANISI
Albüminüriyi tespit etmek için mevcut tek test idrar testidir. Bu işlemde, kimyasal bir kağıt şeridi, idrar örneğine daldırılır. Kağıdın renginin değişmesi idrardaki yüksek protein içeriğinin açık bir göstergesidir.
ALBÜMİNÜRİ TEDAVİSİ
Öncelikle doktorunuz albuminüriye neden olan faktörü bulacaktır. Diyabetik nedenlerden dolayı, kan şekeri düzeylerini kontrol altında tutmak için ilaçlar verilir. Yüksek tansiyon için, BP’yi kontrol etmek için güçlü ilaçlar verilir ve bu hastalıkların kontrolü için yaşam tarzı değişikliği gereklidir.
Şiddetli şişlik (ödem) durumunda, doktorunuz vücuttan fazla su atımı için uygun ilaçlar verecektir. Ciddi böbrek problemi olan kişilerde, diyaliz veya böbrek nakli yapılır.
ACE inhibitörleri (Angiotensen Dönüştürücü Enzim), böbrek fonksiyonunu iyileştirmek için reçete edilir, böylelikle albümin idrara sızmaz. ACE inhibitörleri yüksek tansiyonun kontrol edilmesinde oldukça etkilidir. Ramipril, protein kaybı nedeniyle albuminüriyi kontrol altında tutmak için doktorlar tarafından reçete edilir.
Kişide albuminüri tespit edildikten sonra, doktor tarafından reçete edilen ilaçları almak zorundadır, diyet programlarını sıkıca takip etmenin yanı sıra kilo ve tansiyonu kontrol altında tutmak için düzenli egzersizler ve yaşam tarzı değişiklikleri yapmak zorundadır.
Bir çok hastalıklarda, özellikle böbrek hastalıklarında, idrarda albümin görülür.
Mümkün olduğu kadar süt içilmeli, patates haşlaması ile muhallebiyi sofradan eksik etmemelidir. Baharatlı yiyecekler, biber, turşu ve tuz kesinlikle terk edilmeli; kahve ve fazla miktarda su içilmemelidir. Albümin işemenin tedavisi için az proteinli perhiz yapılır. Gerçek iyileşme, ancak ana nedenin giderilmesiyle sağlanır. Eğer neden bir böbrek hastalığı ise, uygulanan tedavinin başarısı, idrara çıkarılan albümin miktarının azalıp azalmamasıyla anlaşılır. 24 saatte bir toplanan idrarda albümin miktarı ölçülür. Albüminin azalması tedavinin başarısını gösterir.
Ev tedavisi:
Doktorunuz tarafından önerilen diyet planını takip etmek şarttır. Eğer diyabetli iseniz ve tansiyonunuz varsa, çok fazla meyve, taze sebze yemeli ve buğday ve karbonhidrat alımını azaltmalısınız. Günlük yiyeceklerdeki tuz miktarını azaltın. Bolca su için. Düzenli olarak egzersizler yapın. Stres seviyesini azaltmak için de meditasyon ve yoga yapın. Kilonuzu azaltmak için doktorunuz ve diyetisyeniniz tarafından reçete edilen diyet planına sadık kalın.

 

 

ALERJİ

Allerji, normalde zararlı olmayan bir maddeye karşı vücudun aşırı reaksiyonudur, eski Yunanca’da “değişik reaksiyon” anlamına gelir.
Allerji’ yi şöyle de tarif edebiliriz:
Bazı kişiler çevrelerindeki maddelere; hava içindeki tozlara, yedikleri besinlere, kullandıkları ilaçlar, eşya veya kozmotiklere aşırı derecede duyarlı hale gelmektedirler. Bu gibi kişiler allerjik bünyeli olarak bilinirler. Aşırı hassasiyetten sorumlu bu maddelere de allerjen denir.
Bu maddeler vücuda solunum yoluyla, mide-barsak sistemi veya deri teması ile girebilirler. Bu aşırı duyarlığın oluşmasının nedeni çevrede allerjenlerin bulunuşu değil, kişinin allerjik bünyeli oluşudur.
Allerji tüm dünyada yaygın bir problemdir. Amerikada kronik hastalıklar arasında erişkinlerde üçüncü, çocuklarda da birinci sırayı tutmaktadır. Allerjik hastalıkların çoğu bebeklik veya çocuk döneminde başlamaktadır.
Son yıllarda allerjik hastalıkların sık görülmesinde, suni beslenme giyim ve çeşitli ilaç kullanımının da rolü olabilir.
Allerjik hastalıklara sebep olan allerjenler nelerdir ?
Allerjik hastalıklara sebep olan allerjenler çok çeşitlidir.
Havada bulunan polenler, küf mantar sporları, ev tozu akarları, hayvan tüy ve deri döküntüleri gibi allerjenler, toplumda toz olarak bilinen allerjenlerdir ve solunum yollarında allerji yaparlar.

Besin maddeleri, yumurta, buğday, süt, fındık, fıstık gibi kuru yemişler, meyveler ve kabuklu deniz mahsülleri de ağız yolu ile vücudumuza girerek genellikle deride ve barsaklarda allerji yaparlar.
İlaçlarla olan allerji her organda görülebilir. Bazı bitkiler ve kimyasal maddeler de derimize dokunduklarında temas allerjilerine sebep olurlar.
Bronşiel astma buluğ çağında kendiliğinden geçer mi ?
Bronşiel astmalı çocukların yüzde 30 unda şikayetler buluğ çağına erdiklerinde azalır, fakat bazen erişkin yaş dönemine girdiklerinde şikayetleri tekrar başlayabilmektedir.

Ayrıca hastaların diğer yüzde 30 unda hastalık şikayetleri buluğ çağında bir değişiklik göstermezken, geriye kalan üçte birinin şikayetlerinde artma gözlenmektir.
Allerjik bronşit mi, astma mı ?
Aslında allerjik bronşit ve astma eşanlamlı kullanılan 2 teşhistir.

Halk dilinde hafif vakalar için genellikle allerjik bronşit daha ağır vakalar için astma sözcüğü kullanılmaktadır.

Bebeklik çağında ateşli viral enfeksiyon ile başlayan allerjik bronşit durumlarında “bronşiolit” deyimi de kullanılır. Aslında bu deyimlerin tümü hiperreaktif solunum yolu hastalığı adı altında da toplanabilir.
“Bronşiel astımlılar spor yapmamalıdır” sözü doğru mu ?
Bronşiel astmalılar diğer normal kimseler gibi her çeşit sporu yapmalıdırlar.

Olimpiyatlar dahil çeşitli spor dalları ile uğraşan birçok astmalı kişiler bilinmektedir. Bunlar arasında olimpiyatlarda derece alanlar bile vardır.
Sigaranın astıma ya zararı var  mıdır ?
Astmalılar kesinlikle sigara içmemelidir. Hatta odadaki sigara dumanı bile astmalının solunum yollarını rahatsız edebilmektedir. Araştırmalar, sigara içen annelerin çocuklarında daha sık astma ortaya çıktığını göstermektedir.
Allerjik anneler çocuklarını emzirebilir mi ?
Anne sütü ile beslenen çocukların besinlere karşı allerji olma ihtimalleri daha düşüktür. Bu nedenle özellikle allerjik annelerin bebeklerini en az 6-12 ay anne sütü ile beslemeleri tavsiye edilmektedir.
Astımlı kişiye özel bir diyet gerekli mi ?
Besin maddeleri bazı allerjik hastalıklara neden olabilir. Ancak, bronşiel astmaya sebep olmaları oldukça nadirdir.

Doktor tarafından tesbit edilmedikçe bronşiel astmalı hasta her besini yiyebilir.

Bebeklik yaşında tesbit edilen besin maddelerine allerji genellikle ileri yaşlarda ortadan kaybolabilmektedır. Öte yandan, sülfit ve benzeri katkı maddeler içeren gıdalar astmalı hastalarda şikayetlere neden olabilir.
Allerjik hasta diş hekimine gidebilir mi?
Diş tedavisi sırasında kullanılan ilaçlara karşı allerjik reaksiyon her kişide görülebilir.

Ancak bu maddelere karşı allerjik reaksiyon görülme ihtimali allerjik hastalığı olan kişiler için daha fazla değildir. Yani, bir allerji hastası ile allerjik hastalığı olmayan bir kişi arasında, allerjik reaksiyonların görülme ihtimali aynıdır.

Her hasta için diş tedavisi öncesi nasıl titizlikle hikaye alınması gerekiyor ve ne gibi önlemler alınıyor ise bir allerji hastası için de aynı önlemler geçerlidir. Ancak diş hekiminin kullandığı ilaçlara daha önce allerjik reaksiyon göstermiş olan kişiye aynı tipteki ilaçların ne diş tedavisinde ne de herhangi başka bir yerde verilmemesi gerekir. Zaten diş hekimleri bu yönden bilgi ve tecrübe sahibi olan ve allerjik bir reaksiyon görülse bile ilk müdahaleyi yapabilecek şekilde eğitilmiş kişilerdir.
Astma hastalarına narkoz verilebilinir mi?
Astma hastasının narkoz almasında sakınca olmadığı gibi, ağır astma krizlerinde bazen son çare olarak hastaya narkoz verilerek ancak nefes alması sağlanablir.

Sadece astmalı kişilerde değil herkesde anestezi sırasında bronş hiperreaktivitesi gözlenebilir.

Anestezi uzmanları tecrübe ve bilgi sahibi olduklarından astmalı hastalarda anestezi vermekte güçlük çekmezler.
Astmalı hastalar uçağa binebilir mi?
5 -10 bin metre yükseklikte uçan jetlerde, kabin içi oksijen konsantrasyonu deniz seviyesine nazaran biraz daha düşüktür. Ancak bu durum astma hastasının uçağa binmesini engelleyecek oranda değildir.
Sinüzitlerin allerjik nezle ile ilişkisi var mı ?
Burun mukozası yüz sinüsleri ile sıkı komşuluk içinde olduğundan allerjik nezleli hastalarda kolaylıkla sinüslerin kanalları tıkanarak enfeksiyon gelişebilir.

Allerjik nezleli hastaların yüzde 40 ında sinüzit birlikte bulunur.
Astmalı çocuklarda bademcik ve adenoid ameliyatı olabilir mi ?
Çocuk astmalı olsun veya olmasın bademcik ve adenoidleri (geniz eti) enfeksiyon odağı haline gelmişse cerrahi olarak alınması gerekebilir.

Allerjik nezle veya astma ameliyatı engelleyici bir durum değildir. Ancak, allerjik şikayetler tonsil veya adenoid ameliyatı ile iyileşmez.
Allerji psikolojik bir hastalık mıdır ?
Emosyonel olaylar, korku, heyecan, sinirlilik yukarıda taşan bardak örneklerinde de anlatıldığı gibi allerjik hastalıklara sebep olmazlar ama kişide mevcut olan allerjik şikayetlerin artmasına neden olabilirler.

Özellikle çocukların hasta muamelesi yapılmadan arkadaşları ile kısıtlama olmaksızın koşup oynaması izin verilmelidir.
Allerjik hastalıkların tedavisinde kişinin genel sağlığı da önemli midir ?
Evet. Dengeli beslenme, proğramlı bir şekilde ekzersiz yapmak, düzenli uyku ile vücudu yeterince dinlendirebilmek kişinin genel sağlığı bakımından ve allerjik hastalıkların tedavisi için çok önemlidir.

Sigara kesinlikle içilmemelidir.
Hava değişimi faydalı mıdır ?
Bazı allerjik kişiler rahatsızlıklarının hava ve yer değişimi ile azaldığını farketmişlerdir. Örneğin, yüksek rakım ve kuru iklimde yaşayan hastaların deniz kenarlarına, veya sahil şehirlerindeki hastaların yüksek dağ iklimli yerlere gittiklerinde rahat ettikleri gözlenebilir.

Bu yörelerde yetişen çayır, ot ve ağaç türleri farklı olduğundan bunların yaydığı havadaki polenler de farklıdır ve yeni bir bölgeye gittiğinde kişi o iklimdeki polen, mantar küflerine allerjisi olmayabilir ve dolayısıyla bir rahatlama hiseder. Fakat bu hastalar allerjik bünyeli olduğu için birkaç ay veya sene sonra yeni yerleşim çevrelerindeki bitkilerin polenlerine de allerji oluşarak şikayetleri tekrar başlayabilir.

Bu nedenle allerji hastalarının kısa bir müddet rahat edebilmeleri için işini gücünü bırakıp yer değiştirmeleri tavsiye edilmez.
Tedavi edilmemesi sakıncalı olabilir mi?
Tedavi edilmeyen allerjik nezlelerde burunda polip gelişebildiği gibi bazen de astma gelişimine neden olabilir.

Atopik dermatit ve ekzema tedavi edilmediği takdirde enfeksiyonlara, bronşial astma kontrolden çıkarak kronik akciğer hastalıkları, amfizem, bronşektazi ve hatta kalp yetmezliğine yol açabilir.
Allerji aşıları olurken başka ilaç alınabilir mi ?
Allerji aşıları yapılmakta olan bir kişinin alamayacağı bir ilaç yoktur.
Kişi aşı tedavisi sırasında gerekli olan herhangi bir ilacı alabilir veya ameliyat olabilir. Çocukluk aşıları gerekiyorsa bu aşılar allerji aşısı ile aynı gün yapılmaz, 1-2 gün arayla yapılması tercih edilir.
Allerjilerin ortaya çıkma yaşı nedir ?
Allerjik bünyeli bir kimsenin belirli bir maddeye karşı allerji gelişmeden ve hastalık belirtisi ortaya çıkmadan önce sensitizasyon süresi dediğimiz bir tanışma devresi gerekir. Bu süreç birkaç dakika olabildiği gibi yıllar boyu da sürebilir. Bu sebeple allerjik hastalıklar allerjik bünyeli kimselerin yaşamlarının herhangi bir döneminde ortaya çıkabilmektedir.
Allerjik bünyeli doğmuş olan çocuklar genelde ilk 3-6 aylık dönemlerini rahat ve şikayetsiz geçirirler 6 aylık dan sonra çabuk ve sık üst solunum yolu enfeksiyonları ile birlikde zaman zaman kısa süreli kaşıntılı deri lezyonları oluşabilir. Üç yaşından sonra çocuklarda sık sık burun tıkanıklığı, burun akıntısı enfeksiyon nöbetleri başlar. Sonradan bu nezleler bronşlarada inerek öksürük ve hırıltılı solunuma şeklinde allerjik bronşite dönüşebilir.
Yapılan araştırmalarda erkek astmalıların yüzde 55, kadın astmalıların yüzde 72 sinin 10 yaş altında hastalığın başladığı tesbit edilmiştir.
Çocukluk çağında astma erkeklerde kızlara nazaran 2 misli daha sık görülmektedir.
Allerjik hastalıkların oluşmasını önleyebilir miyiz ?
Allerjik bünyeli olarak doğan çocukların allerjilerini önlemek veya belirtilerin ortaya çıkmasını ertelemek için bazı önlemler alınabilir. Bunlar, bebeklerin en az 6 ay anne sütü ile beslenmesi, bu müddet içinde başka hiç bir besin verilmemesi, evde kedi,köpek veya kuş beslenmemesi ve evde sigara içilmemesi gibi tedbirlerdir.
Allerji uzmanlığı nedir ?
Allerji Uzmanı (Allerjist) doktor, allerjik hastalıkların teşhis ve tedavisi dalında ihtisas yapmış doktor demektir.

Allerjistler allerji hastalıklarının en etkin tedavi yöntemleri konusunda eğitim ve tecrübelidirler. Allerjist bir doktor tıp fakultesinden mezun olduktan sonra önce Pediatri veya Dahiliye dalında ihtisasını tamamlar. sonra da allerji üst-ihtisası yapar.

Memleketimizde dermataloji ve göğüs hastalıkları uzmanlarıda çocuk veya iç hastalıkları dalında ek eğitim yaparak allerji uzmanı olabilmektedirler. Bu sebeple allerjistler aslında hastanın genel sağlığı konusunda ve diğer dahili konularda da bilgi sahibidirler.

 

 

 

ALLERJİK NEZLE

Allerjik nezle, hapşırma, burunda tıkanıklık, kızarıklık, kaşıntı ve akıntı ile seyreden ve toplumda sık görülen bir hastalıktır. Allerjik nezle mevsimsel bir seyir izleyebilir ya da belirtiler yıl boyunca hiç azalmadan devam edebilir.

Mevsimsel seyir izleyen tip daha sıktır, ilkbahar ve sonbaharda çeşitli polenlerin ortaya çıkması ile belirtilerde artış gözlenir. Yıl boyunca süren allerjik nezleye ise sebep olarak ev tozu gibi sürekli ortamda bulunabilen allerjenler gösterilmektedir.

Allerjik nezlenin tedavisi için temel amaç allerjiye neden olan uyaranın ortamdan uzaklaştırılmasıdır. Polenlerden korunmak için bahar aylarında pencereleri kapalı tutmak ve hava filtresi kullanmak düşünülebilir. Sabah erken saatlerde, kuru ve sıcak havalarda dışarıya çıkmamak polenlerden kaçınmak için çözüm olabilir. Tatil zamanlarını bahar aylarının dışında planlamak da faydalı bir önlem olabilir. Evcil hayvanların tüy, salya, dışkı ve idrarları ile temas etmemeye özen göstermek gerekir. Ev ve işyerinde küf oluşmaması için gerekli önlemler alınmalıdır. Akarlar ev tozu üzerinde yaşarlar ve dışkıları ile allerjik nezleye neden olurlar. Akarları ortamdan uzaklaştırmak için düzenli olarak elektrik süpürgesi ile temizlik yapmak ve yatak takımları ile perdeleri sıcak suyla yıkamak yerinde olacaktır.

 

 

ALERJİK RİNİT

Alerjik rinit Türkiye’de bilinen adıyla Saman nezlesi, burun solunum yollarında meydana gelen alerjik bir iltihaptır.[1] Polen, toz ve hayvan tüyü (dökülen cilt ve saç parçacıkları) gibi nesneler bunlara alerjisi olan kişiler tarafından solunduğu zaman ortaya çıkar. Olgulara boğaz kaşıntısı veya geniz akıntısı eşlik edebilir.

 

 

ALKOLİZM

Tarihçe
8 bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ilk ıslah etmesiyle bira yapımı başladı.
6 bin yıl önce Sümerler, Godin Tepelerinde (Batı İran ve Anadolu) bira ve şarap içiyorlardı. Paleolitik çağda fermente edilmiş meyve, tahıl ve baldan alkol yapılıyordu.
Metanol, Yunanca Methy ve Sanskritçe Madhu kelimelerinden gelir ve bal, sarhoş eden madde anlamına gelir.
Alkol kelimesi Arapçadan gelmektedir.
Distilasyon, İS 8. yy’da Arabistan’da başlamıştır.
Alkolizmin Kliniği
Alkolizm, davranışsal bir bozukluktur.
Tekrarlayıcı olarak fazla miktarlarda alınan alkole bağlı problemler gelişmesi anlamına gelir.
Alkolik, kötü sonuçlar doğurmasına rağmen, kompulsif bir biçimde alkol içmeye devam eder.
Alkolizmde, alkol alımının sınırlanması ile ilgili kontrol kaybolmuştur.
İnsanlar neden içiyorlar?
– Zevk almak
– Duygudurumu düzeltmek
– Stresle başa çıkmak
– Alkol içme arzusu (craving, aş erme)
Alkoliğin hayatı
İçenlerle arkadaşlık eder, evlenir
İçmek için her zaman neden vardır: mutluluk, neşesizlik, gerginlik vs
İçme fırsatları sonsuzdur: maç, av, parti, tatil, doğum günü vs
Alkolizm ilerledikçe problemler artar, yalnız içmeye başlar, gizlice içer, şişeleri saklar, durumun ciddiyetini saklamaya çalışır
Suçluluk duygusu gelişir, suçluluk ve pişmanlık duygularını bastırmak için daha çok içmeye ve sabahları kalkınca içmeye başlar.
Alkolizmde kısır döngü
Suçluluk ve anksiyete nedeniyle daha çok alkol alır, alkol aldıkça anksiyete ve depresyon derinleşir ve şu belirtiler ortaya çıkar: Uyku kalitesinde bozulma, gece uyanmalar, depresif duygudurumu, huzursuzluk ve sıkıntı hisleri, panik nöbetleri, göğüs ağrısı, çarpıntı, nefes almada zorluk ……
Alkolizmde fiziksel bulgular
– Arkus senilis: gözün kornea tabakasında yağ halkası
– Acne rosecea : kırmızı burun
– Palmar eritem: avuç içinde kırmızılık
– Asteriksis: Elde flapping tremor (büyük amplitüdlü titreme)
– Sigara yanıkları: parmak, göğüs vs’de
– Morarıklıklar (düşme ve çarpmalara bağlı)
– Hepatomegali (karaciğer büyümesi), karın ağrısı
– Spider anjioma
– Periferik nöropati (el ve ayaklarda his kusurları, uyuşma vs)
– Kan tetkiklerinde anormallikler: GGT, MCV, AST, ALT, ürik asit, trigliseritler, üre yükselir.
Doğal gidiş, cinsiyet farkı
Erkeklerde daha erken başlar (20 civarı), sinsi gidişlidir, 30 yaşından önce problemleri farketmek zordur. 45 yaşından sonra başlama nadirdir.
Kadınlarda başlangıç daha geç olur, depresyon daha sıktır.
Alkolizm tipleri
Gamma tipi alkolizm: Çok aşırı miktarda alkolün aralıksız biçimde alındığı epizotların yaşandığı, ama aralarda alkol alınmayan dönemlerin olduğu alkolizm tipi. Örneğin kişi günler boyunca sızıncaya kadar alkol alıp ayılır ayılmaz içmeye devam eder. Sağlık durumu nedeniyle içemez hale gelince birkaç gün hasta yatar, daha sonra 1-2 hafta alkol almaz ve sonra herşey yeniden başlar. Bu kişilerde temel problem alkol alımı ile ilgili kontrol kaybıdır, yasal ve sosyal problemler ön plandadır. Bunun tersine “Fransız tipi alkolizm”de kişi sürekli olarak fazla ama aşırı olmayan miktarlarda alkol alır, alkol kullanımı bir hayat tarzı haline gelmiştir. Herhangi bir nedenle alkol içmeyi durdururlarsa alkol yoksunluğuna girebilirler. Uzun vadede sağlık problemleri ortaya çıkar.

Tip A-B ya da 1-2: Erken yaşlarda başlayan, ailede alkolizm öyküsünün varolduğu, antisosyal kişilik bozukluğu ile birlikte sık görülen kötü gidişli alkolizm ve daha geç yaşta başlayan, aile öyküsünün olmadığı, daha çok depresyonun eşlik ettiği, daha iyi gidişli alkolizm tipi.
Komplikasyonlar (alkolizmin sonuçları)
Sosyal:
-Boşanma, terkedilme
-İş sorunları, devamsızlık
-Ev-iş-trafik kazaları
-Adli problemler

Tıbbi: 1.Akut sorunlar 2.Kronik sorunlar 3.Yoksunluk belirtileri
Karaciğer harabiyeti, kardiyomiyopati (kalp büyümesi), anemi (kansızlık), yüksek tansiyon, trombositopeni (pıhtılaşma sağlayan hücrelerde azalma), miyopati (kas yıkımı), kanser, teratojenite (anne karnındaki bebekte anormallikler), pankreatit (pankreas iltahabı), pnömoni (zatüre), merkezi sinir sistemi bozuklukları (retrobulbar nörit,Wernike-Korskof Sendromu ve bunaması, serebeller atrofi)
Alkol Yoksunluğu belirtileri
Otonomik hiperaktivite (terleme, nabız 100’ün üstünde)
titreme
uykusuzluk
bulantı ve kusma
geçici halusinasyon ve ilüzyonlar: alkolü bıraktıktan sonra 1-2 gün içinde görülür.
psikomotor ajitasyon
anksiyete
grand mal konvülzyonlar (epileptik nöbetler): alkolü bıraktıktan sonra 2 gün içinde görülür.
Deliryum tremens:
Uzun süre fazla miktarda alkol alan kişilerde alkolü kestikten 2-3 gün sonra ortaya çıkabilen, ölüm riski taşıyan bir tablodur.
Bilinç ve konsantrasyon bozukluğu, görsel halusinasyonlar (gerçekte var olmayan şeylerin görülmesi), bulunduğu zamanı ve yeri karıştırma ile kendini belli eder, hızlı başlayıp dalgalı bir seyir gösterir.
En sık eşlik eden psikiyatrik bozukluklar
– Majör Depresyon: Alkol bağımlılarının %30-50’sinde görülür
– Anksiyete bozuklukları: %30 sıklıktadır. Erkeklerde sosyal fobi, Kadınlarda agorofobi sıktır.
– İki uçlu duygudurum bozukluğu (manik depresif b)
– Diğer madde bağımlılıkları: başta sigara olmak üzere esrar vs.
– Kişilik Bozuklukları: antisosyal ve sınırda kişilik bozuklukları.
Alkolizm tedavisi
Alkolikler tedavi için başvurduklarında genellikle ‘dibe vurmuşlardır’ yani sağlık, aile, meslek, sosyal yaşam vb yönlerden büyük kayıplara uğramış ve çaresiz duruma düşmüşlerdir. Bu hale düşmeden pek çok alkolik bu zevki terketmeye yanaşmaz, ya da buna karar verse de kolayca vaz geçer. Önemli olan bu denli kayba uğramadan bu kısır döngüyü durdurmaktır. Bu nedenle kişinin alkolik olduğu yani alkol karşısında zayıf, hatta alkolün esiri olduğunu farkedip kabullenmesi düzelmenin başlangıç noktasını oluşturur. Erken dönemdeki alkoliklerin bu gerçeği farketmeleri için “motive edici görüşmeler” yapılır.

* Alkolizm tedavisi yoksunluk belirtileri kalktıktan sonra başlar

* Hedef ayıklıktır (sobriety): Eşlik eden psikiyatrik bozuklukların ayırıcı tanısı ve tedavisi için de bu önemlidir.

* Ekip tedavisi gerekir

* Tedavi hastanın ihtiyaçlarına göre seçilmelidir.

* Tedaviden sonra uzun süreli izlem gereklidir. Kişi uzun süre hastanede kalsa bile daha sonra izlenmezse alkole dönmesi kolaydır. Düzenli aralıklarla görüşmelere ya da kendine yardım gruplarına katılmalıdır.

* Nüksler (tekrarlamalar) ilk 6 ayda en sıktır.

İlaç tedavileri

* Disulfiram (Antabus)

* Antidipsojenikler:

Naltraxone, Acomprasate

* Seratonerjik antidpresanlar

* Lityum

Psikoterapi

* Sıcak ama biraz otoriter bir yaklaşım gereklidir.

* Adsız Alkolikler gibi kendine yardım grupları tedaviye entegre edilmelidir.

* Davranışçı-kognitif tedaviler iyi sonuç verir.

* Eğitimsel faaliyetler tedavinin önemli bir parçasıdır.

* Psikoterapilerde iç görü üzerinde yoğunlaşılmamalıdır. Psikanaliz gibi bu türdeki terapiler alkol kullanımını daha da arttırabilir.

* Hastanın içinde bulunduğu aile ele alınmalıdır, çünkü alkolizm bir “Aile Hastalığı”dır.

 

 

ALOPESİ AREATA

Alopesi areata (Latince: Alopecia areata) ya da halk arasındaki adıyla saçkıran ya da kılkıran hastalığı, saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın, tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesiyle kendini gösteren bir hastalıktır.
Hastalığın sık yinelemesi ve nasıl seyredeceğinin bilinmemesi nedeniyle hastaların yaşam kalitelerini etkilemesi olasıdır. Hastalığın nedenleri olarak genetik, psikolojikstresler, hücresel ve humoral bağışıklık, endokrin, bulaşıcı ve sinirsel etkenlerin rolü olduğu öne sürülmekle birlikte, altta yatan neden tam olarak bilinmemektedir.
Özellikle Stres altında, otoimmun hastalıklarda veya androjen, testosteron benzeri hormonların baskılaması sonucunda agresifleşen bağışıklık sistemi kendi hücrelerini yabancı olarak görüp bu hücrelerle savaşmaya başlar. Bu durumda kıl kökleri etrafında bulunan lenfosit denen hücreler sitokin diye adlandırılan kimyasallar salgılarlar ve bu da saçlarda dökülmeye neden olur.
Görünüm sıklığı
Tüm dünyada sıklıkla görülen bir hastalıktır. Normal nüfusta %0.1 oranında gözlenirken, dermatoloji polikliniğine başvuran hastaların yaklaşık %1-2’sinde görülür. Kadın ve erkekte eşit oranda görülebilir. Irk, cins ve yaş ayırımı yapmadan herkeste görülebilir. Ancak hastalar çoğunlukla genç erişkinlerdir. Hastaların %60’ı ilk atağı 20 yaş altında geçirirler.
Nedenleri
Hastalıkta saçlar dökülür, çünkü etkilenen bireylerin kıl folikülleri, bağışıklık sistemi tarafından hastanın kendisinin olarak tanınmaz ve yabancı olarak algılanarak reddedilir (özbağışıklık). Bunun neden olduğu, neden yalnızca belli bölgelerin etkilendiği ve kılların yeniden neden büyüdüğü bilinmemektedir.
Alopesi areatalı bir hastada tiroid hastalığı, şeker hastalığı, vitiligo (deride beyaz yamalar), ve Addison hastalığı gibi öbür özbağışıklık hastalıklarının gelişimi sağlıklı birine göre daha yüksek orandadır.
Hastalık bulaşıcı değildir, vitamin eksikliği ile ya da beslenme alışkanlıklarıyla ilgili değildir. Gerilim, stres, özellikle matem, ayrılma ve kazalar gibi olaylar bazen hastalık için tetikleyici olabilir.
Tedavisi
Alopesi areataída tedavinin planlanmasında her hasta için uygun tedavinin saptanması, öncelikli olarak söz konusu bu hastalığa ait özgeçmişinin, hastalığın tedavili veya tedavisiz olarak nasıl bir seyir göstermekte olduğunun ve özellikle tiroid hastalığı, atopik yapı ve doğumsal anomaliler (Down sendromu) gibi olumsuz prognostik parametrelerin eşlik edip etmediğinin dikkate alınmasıyla mümkündür. İkinci aşamada en uygun semptomatik uygulamanın seçilmesi söz konusudur ki burada klinik kaybın niteliği (alopecia areata reticularis, diffusa, ve niceliğinin saçlı derinin %50’sinden az veya fazla kayıp olması) saptanmasıyla hastalığın evresinin histopatolojik olarak değerlendirilmesi yer alır. Hastalığın hafif derecede seyrettiği erken dönemdeki hastalarda tedaviye gerek yoktur, onların saçları herhangi bir şey yapmadan tekrar geri gelir.
Hastalığın seyrini değiştiremese de bazı tedaviler saç büyümesini artırabilir. Hastalığın kendisi fiziksel sağlığı kötü yönde etkilemezken ciddi riskler taşıyan tedavilerden kaçınılmalıdır.
Uygulanan tedavi yöntemleri şunlardır
• Steroid kremler ve saçlı deri uygulamaları: Kel alanlara, genellikle günde iki kez, sınırlı bir süre için sürülerek uygulanır.
• Lokal steroid enjeksiyonları: Kafa derisinde ve kaşlarda uygulanır ve saç kaybının küçük yamalar şeklinde olanlarında en etkili tedavi yaklaşımı olduğu söylenmektedir.
• Steroid tabletler: Steroid tabletlerinin yüksek dozu saçların yeniden büyümesini sağlayabilir, fakat tedavi sonlandırıldığında alopesi çoğu kez tekrarlar.
• Ditranol krem: Bu krem psoriasis olarak adlandırılan başka bir deri hastalığının tedavisinde kullanılır, derinin irritasyonuna sebep olur ve bazen kel alanlara uygulandığında saç büyümesini uyarır.
• Kontakt duyarlandırıcı tedavisi: Hastada kimyasal bir madde ile alerji oluşturmayı kapsar (genellikle difensipron(DPCP) veya SADBE olarak adlandırılan kimyasallar ) ve kel alana bu kimyasalın çok düşük konsantrasyonu uygulanır, genellikle haftada bir kez uygulama hafif derecede inflamasyonu devam ettirmeye yeter.
• Ultraviyole ışık tedavisi: Burada alınan bir tablet veya uygulanan bir krem ile deri ışığa hassas hale getirilir, sonra kel alanlar haftada iki veya üç kez, birkaç ay boyunca ultraviyole ışığa maruz bırakılır.
• Minoksidil losyon: Kel alanlara uygulama saç büyümesine kozmetik olarak faydalı olmakla beraber bazı hastalara yardımcı olabilir.

 

 

 

ALOPESİ

Belirtileri nelerdir ?
Saç kaybı

Tinea Kapitis’te ; Kaşıntı

Deride kepeklenme

Kırılmış saçlar (Traksiyon Alopesisi)

Enflamasyon

Alopesi Areata’da ;Alopesi plağının bordüründe incelmiş saçlar

Alopesi plağının çevresindeki saçların kolaylıkla ele gelmesi.
Nedenleri nelerdir ?

Telojen Dökülme

Doğum sonrası İlaçlar (Oral Kontraseptifler, Antikoagülanlar, Retinoidler, Beta Blokerler,Kemoterapötik Ajanlar, İnterferon)

Fiziksel veya Psikolojik Stres

Hormonal (Hipotiroidizm veya Hipertiroidizm, Hipopituitarizm)

Nutrisyonel (Malnutrisyon, Demir Eksikliği, Çinko Eksikliği)

Diffüz alopesi areata

Anajen Dökülme

Mikozis fungoides

Röntgen Işını tedavisi

İlaçlar (Kemoterapötik Ajanlar, Allopurinol, Levodopa, Bromokriptin)

Zehirlenme (bizmut, arsenik. altın, borik asit, talyum)

Skatrisyel Alopesi

Konjenital veya Gelişme Defektleri

Enfeksiyon (Lepra, Sifiliz, Varisella- Zoster, Kutanöz Leishmaniazis)

Bazal hücreli kanser

Epidermal nevüs

Fizik ajanlar (asit ve alkaliler, yanıklar, donma, radyodermit)

Skatrisyel Pemfigoid

Liken planus

Sarkoidoz

Androjenik Alopesi

Sürrenal hiperplazisi

Polikistik Over

Karsinoid

Pituiter hiperplazi

İlaçlar (testosteron, danazol, ACTH, anabolik steroidler, progesteron)

Alopesi areata

Bilinmiyor, ( Otoimmun ? )

Traksiyon Alopesisi

Trikotillomani (saçları çekmek)

Gergin bir şekilde saçları toplamak, tokalar takmak

Tinea kapitis

Mikrosporlar

Trikofitonlar
Bakım ve öneriler ?
Telojen Dökülme: İlaç tedavisi, stres, yetersiz beslenme gibi başlatan olaydan 3 ay sonra maksimum dökülme ve nedenin kaldırılması ile iyileşme olur. Nadir olarak kellik kalıcıdır.

Anajen Dökülme: Başlatan olaydan bir kaç gün veya bir kaç hafta sonra dökülme başlar, nedenin ortadan kalkmasını takiben iyileşme gerçekleşir, nadiren kellik kalıcıdır.

Skatrisyel Alopesi: Kıl folikülleri geri dönüşümsüz hasara uğrar. Tek etkili tedavi; Cerrahidir. Greft transplantasyonu, flep transplantasyonu veya skatrisli bölgenin eksizyonu gibi yöntemler uygulanabilir.

Androjenik Alopesi: 12 ay topikal Minoksidil kullanımı ile, kullananların % 39 unda ve belirgin derecede saç çıktığı bildirilmektedir. Androjenik Alopesinin diğer tedavileri cerrahidir;saç transplantasyonu, saçlı derinin redüksiyonu, transpozisyon flep ve yumuşak doku ekspansiyonu gibi.

Alopesi Areata: Genellikle tedavisiz olarak 3 yıl içinde hastalık iyileşir. Ancak tekrarlama sıktır.

Traksiyon Alopesisi: Yalnız saç çekmenin bırakılması ile gerileyecektir. Psikolojik veya Psikiyatrik müdahale gerekli olabilir. Başarılı terapötik yaklaşımlar içinde ilaç, davranış modifikasyonu ve hipnoz sayılabilir.

Tinea Kapitis: Sıklıkla 6-8 haftalık tedavi gerekir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Androjenik Alopesi: Topikal % 2 Minoksidil

Tinea Kapitis: Çocuklarda Griseofulvin 10 mg/kg/gün, Ketokonazol 200 mg/gün tedavinin 6-8 hafta devamı gerekebilir.

Griseofulvin: Gebelik, Porfiri, Hepatosellüler Yetmezlik, Griseofulvine karşı hipersensitivite
varsa kontrendikedir.

Topikal Minoksidil Yan Etkiler

Gözlerde irritasyon ve yanma hissi

Su ve tuz tutulumu

Taşikardi

Anjina

Topikal steroidler Yan Etkiler

Lokal yanma ve batma hissi

Kaşıntı

Deride atrofi

Telanjiektazi

Uzun süre güçlü steroidler kullanılırsa Hipotalamo-Hipofizo-Sürrenal Supresyon

Griseofulvin Yan Etkiler

Fotosensitivite reaksiyonu

Lupusa benzeri sendrom

Oral kandidiyazis

Granülositopeni

Ketokonazol Yan Etkiler

Anafilaksi

Hepatotoksisite

Oligospermi

Nöropsikiyatrik bozukluk

Jinekomasti

Topikal Minoksidil Etkileşimler : Guanetidinle verildiğinde ortostatik hipotansiyona neden olabilir.

Griseofulvin Etkileşimler: Warfarinin aktivitesini azaltır. Barbitüratlar griseofulvinin aktivitesini azaltır

Ketokonazol Etkileşimler: Warfarinin aktivitesini arttırabilir. İzoniasid ve Rifampin, Ketakonazolun aktivitesini azaltır. Fenitoinle aynı anda kullanımı her iki ilacın da metabolizmasını değiştirir. Terfenadin ve Astemizol ile beraber alındığında QT aralığı ve ventriküler fazda uzama olabilir. H2 blokerleri veya Antasitler, ketokonazolun emilimini azaltır.

Kullanımları gerekiyorsa H2 blokeri veya antasitleri ketokonazolden en az 2 saat sonra verilmesi gerekir. Proton Pompa İnhibitörü; Omeprozol aynı nedenle kullanmaktan kaçınılmalıdır.

 

 

 

ALS (AMYOTROFİK LATERAL SKLEROZ)

Amyotrofik lateral skleroz (ALS hastalığı) nedir? Türkiye’de 10 bin kişiyi etkileyen ALS hastalığının belirtileri neler? Ünlü profesör Stephen Hawking’in uzun yıllar çektiği hastalık birçok kişi tarafından merak ediliyor.
Tüm sinir sistemini etkileyen ve yaşamı zorlaştıran ALS hastalığı çok sık rastlanmasa da, hastalığa sahip bireylerin hayatını son derece olumsuz etkiliyor. Türkiye’de Amyotrofik lateral skleroz (ALS) hastalığından etkilenen 10 bin kişi bulunuyor. Peki ALS hastalığı nasıl ilerliyor ve ALS’nin belirtileri neler?
ALS HASTALIĞI NEDİR?
Amyotrofik lateral skleroz (ALS) , aynı zamanda motor nöron hastalığı olarak da anılan, merkezî sinir sisteminde, omurilik ve beyin sapı adı verilen bölgede motor sinir hücrelerinin (nöronlar) kaybından ileri gelen bir hastalıktır. ALS hastalığı, merkezî sinir sisteminde, omurilik ve beyin sapı adı verilen bölgede motor sinir hücrelerinin (nöronların) kaybından ileri gelir. Bu hücrelerin kaybı kaslarda güçsüzlük ve erimeye (atrofi) yol açar. Ayrıca erken ya da geç hareketin birinci nöronu da hastalanır. Zihinsel fonksiyonlar ve bellek ise bozulmaz.
100.000’DE 1 GÖRÜLÜYOR
ALS hastalığı nda kaslardaki zayıflık ellerde ya da bacaklarda, ağız-yutak bölgesinde ya da dilde başlayabilir ve sürekli ilerleyerek yayılır. Bu yayılma “bulber” alandaki kasları da tutabileceği için konuşma ve yutma güçlüğüne neden olabilir. İleri evrelerinde solunum yetersizliğine de yol açabilir. Genellikle erişkin yaşlarda (40-50) ve erkeklerde, kadınlara göre biraz daha sık görülür. Görülme sıklığı (insidansı) 100.000 de 1-1,5 civarındadır. Daha genç ve daha ileri yaşlarda da ortaya çıkabilir ve genellikle zayıf insanlarda görüldüğü dikkat çekmektedir.
BİRÇOK ÜNLÜ İSİM ALS HASTALIĞINDAN ETKİLENMİŞTİ
ALS hastalarının ortalama üç ila beş yıl yaşayabildikleri belirlenmişse de, daha uzun süre yaşayan kişiler de vardır. ALS hastalığı na yakalanmış birçok ünlü kişi bulunmaktadır. Amerikan beyzbol oyuncusu Lou Gehrig, İngiliz aktör David Niven, Leeds United ve İngiltere Futbol Federasyonları menejerleri Don Revie ve Dieter Dengler, metal müzik gitaristi Jason Becker, Amerikan caz müzik bas çısı Charles Mingus, matematikçi Fokko du Cloux, İngiliz fizikçi Stephen Hawking, Çinli lider Mao Zedong, Galatasaray ve Fenerbahçe’de oynamış Türk futbolcu Sedat Balkanlı Amerikan politikacı Jacob Javits bu hastalığa yakalanmış ünlü kişilerden bazılarıdır.
ALS HASTALIĞI NASIL BELLİ OLUYOR?
Türkiye’de 10 bin kişiyi etkileyen ALS hastalığının belirtileri neler? Koç Üniversitesi Hastanesi Nöroloji Bölümü’nden Ebru Nur Yavuz, ALS hastalığının tanı ve tedavisi ile ilgili önemli bilgiler verdi. Anahtarla kapıyı açarken, düğme iliklerken zorlanıyor, yürürken bacaklarınız takılıyor mu? El ve ayak kaslarında belirgin güçsüzlük, seyirme ve kramplar mı yaşıyorsunuz? Bunlar yorgunluğun da belirtisi olabilir. Ancak bu şikâyetler günlük yaşantınızı etkilemeye başladıysa doktora danışmanızda fayda var. Çünkü hareketlerimizin gerçekleşmesinde önemli rolü olan kaslarda ve omurilikte hasara yol açan ilerleyici bir hastalık olan ALS ile karşı karşıya olabilirsiniz. Hastalığın ilk olarak 1869 yılında, Amerika’da ünlü beyzbolcu olan Lou Gehrig adıyla, İngiltere’de ise Motor Nöron Hastalığı (MND) olarak anılmaya başlandığına dikkat çeken Koç Üniversitesi Hastanesi Nöroloji Bölümü’nden Ebru Nur Yavuz, Türkiye’de de Galatasaray ve Fenerbahçe takımlarında yer almış olan ünlü futbolcu Sedat Balkanlı’nın hastalığı olarak bilindiğine değindi.
TÜRKİYE’DE 10 BİN ALS HASTASI VAR
Veriler, dünya nüfusunun yüz binde 2-6 kadarının ALS hastası olduğunu gösteriyor. Bu rakamlar doğrultusunda Türkiye’de toplamda 10.000’in üzerinde ALS hastası olduğu söylenebilir. ALS’nin en sık görülen formunda (%90-95) herhangi tanımlanan bir neden saptanmazken, yüzde 5-10’unu oluşturan formunda genetik geçiş söz konusudur. Hastalık sıklıkla 50-65 yaş aralığında ortaya çıkar. Genetik geçişli formlarda daha erken başlangıç mümkündür. Genetik yatkınlık dışında ALS için çeşitli risk faktörleri vardır. Sigara içmek, fiziksel aktivite, çevresel toksinler özellikle tarım ilaçları bunlar arasında sayılsa bile bu etkenlerin de etyolojideki rolü net değildir.

 

 

 

ALT ISLATMA

Alt ıslatma (enürezis) nedenleri nelerdir?
Çocuklarda alt ıslatmanın birçok hastalığın habercisi olabildiğini biliyor muydunuz? Peki alt ıslatma neden olur? Alt ıslatma sorunu nasıl çözülür?
Alt ıslatma (enürezis) nedir?

İdrar kaçırma, alt ıslatma olarak bilinen enürezis, çocukların gece ya da gündüz, istemsiz olarak idrarını kaçırması, elbiselerini ve yatağını ıslatması olarak tanımlanıyor. Beş yaşından büyük bir çocuğun, doğumsal ya da kazanılmış merkezi sinir sistemine ait bir sorun olmaksızın üç aydan uzun süre, haftada en az iki kez uykuda idrar kaçırması durumunda enürezisin varlığından söz edilebiliyor. Uzmanlar hastalığın “monosemptomatik ve polisemptomatik” olarak ikiye ayrıldığını ifade ederek; çocukta sadece uykuda idrar kaçırma oluyorsa bunun monosemptomatik idrar kaçırma, idrar kaçırmanın yanı sıra, sıkışma, damlatma, sık ya da seyrek idrar yapma ya da idrar tutma manevraları ile kesik kesik işemenin hastalığa eşlik etmesi durumlarında hastalığın polisemtomatik idrar kaçırma olarak tanımlandığını belirtiyor.

Alt ıslatma nedenleri nelerdir?

Uzmanlar genetik nedenlerden psikolojik sorunlara, alt ıslatmanın pek çok sebebi bulunabileceği ve bu sebeplerin mutlaka araştırılması gerektiği konusunda uyarıyor:

Genetik nedenler
Genetik nedenler önemli bir role sahiptir. Eğer ailede enüresis yoksa çocukta enüresis olma ihtimali %15 iken, bir ebeveynde enüresis olması bu ihtimali %44’e her iki ebeveynde olması ise %77’ye çıkarır.

Mesane ve ilgili sebepler
Mesane idrar yollarının son duraklarından biridir. Mesanede depolanan idrar gerilen mesanenin sinyal göndermesi ile kişiyi tuvalet arayışına sevk eder. Mesane duvarında normalde gevşek olan kas kasılarak idrar boşalımını gerçekleştirir. Özelikle tedaviye dirençli enüresisi olan çocuklarda mesane hacmi küçük olduğu için çabuk dolar. Mesane kası başına buyruk kasılabilir ve mesane tam dolmadan idrar yapma isteği uyandırarak gece birkaç kez idrarını kaçırmasına neden olabilir.

Uyku ile ilişki
Bu çocukların ailelerinden alınan genel bilgi aslında uykularının çok derin olduğu ve uyandırılmakta zorlandıkları yönünde. Bunu destekleyen araştırma bulguları olmakla birlikte direk bir nedensel ilişki kurulamamış. Yapılan araştırmalar enürezisin daha çok uykunun ilk üçte birlik kısmında daha sık olduğunu gösteriyor olsa da özelikle mesane kapasitesi düşük olduğu için sık idrar giden çocukların gece boyunca altlarına kaçırabildikleri görülmüş.

Merkezi sinir sisteminin gelişiminde gecikme
Enürezis tanısı alan çocuklarda yapılan araştırmalar sonucunda bu çocuklarda yaşıtlarına göre motor gelişim ya da dil gelişiminin daha geriden geldiği, boy kısalığı ya da kemik yaşının geri olması gibi bulgulara rastlanmıştır. Diğer destekleyen sebeplerden biri ve önemli olanı, bu hastalıkla birlikte yine beynin gelişimsel hastalıklarından biri olan dikkat eksikliği hiperaktivitenin daha sık görülmesi…

Hormonal etkenler
AVP (Arginin vasopressin antidiüretik hormon) vücudumuzda gece salgılanan ve idrar üretimini azaltan bir hormondur. Bu hormonun çalışmasında bir sorun olduğunda gece idrar üretimi artarak enürezise neden olabilir.

İlaçlar ve hastalıklar
Çocuğun kullandığı bazı ilaçların yan etkisi olarak, diyabet ya da üriner sistemi etkileyen hastalıkların alt ıslatma sebebi olabileceği akılda tutulmalı; idrar tahlili ve gerekirse ilgili tetkikler mutlaka istenmelidir.

“Kardeşi olunca altına yapmaya başladı…”

Enürezis, yeni doğan kardeşe karşı gelişen kimi zaman saldırgan duyguların kimi zaman sevgiyi paylaşmaktan gelen hayal kırıklığının ifadesi olabilir. Bebek olan kardeşine gösterilen sevgiyi o da tıpkı bebek gibi altına kaçırarak elde edebilir. Tabii ki bunu çocuk bilerek ve istemli olarak yapmaz ancak kendince sevilme ihtiyacını ve mutsuzluğunu gösterme yoludur. Çocuk psikiyatrisinde bu bebekleşme davranışlarına “regresyon” yani bebekliğe gerileme adı verilir. Çocuktan gelen bu sinyaller asla görmezden gelinmemelidir.

Ailede ölüm, boşanma, taşınma, okulda yaşanan travmalar, hastanede yatma, çocuğun ihmali ya da istismarı çocuğun yaşamında onu sıkıntıya ve korkuya sokabilecek her türlü olay enürezisi ortaya çıkarabilir. Bu durumlarda alt ıslatma aslında yaşanan mutsuzluğun ve kaygının ifade şeklidir.

Eğer anne çeşitli nedenlerle (çoğunlukla annenin mutsuzluğu ya da korkuları) çocuğun üstüne aşırı düşüyorsa çocuğun yapması gereken her şeyi anne onun yerine yaparak (gece onunla uyuyor, yemeğini kendi yediriyorsa) çocuğun büyümesine izin vermiyorsa çocuğun bebek olarak kalmaktan başka çaresi olmayacaktır. Bu durumda tüm bebekler gibi o da altını ıslatacaktır. Bu noktada alt ıslatma aslında çocuğun büyümesine engel olan anne çocuk ilişkisinin bir göstergesidir. Çoğunlukla bu anneler tuvalet eğitimi vermekte gecikir ve çocuk uzun süre bezli olarak kalır.

Diğer taraftan bazı anneler aşırı titiz, düzenli ve kurallı olabilir. Bu ailelerde olması gerekenler çocuğun ihtiyaçlarına ve gelişimsel düzeyine değil; annenin kafasındaki kurallara ve düzene tabidir. Çocuk annesinin kurallarına uymak zorundadır ve bu ailelerde alt ıslatan çocuk aslında bu düzene direkt olarak değil; belki pasif olarak tepki gösteriyor olabilir.
Alt ıslatma tanısı nasıl konulur?

Liv Hospital Çocuk Nefroloji ve Romatoloji Uzmanı Prof. Dr. Ozan Özkaya idrar kaçırma tedavi yöntemlerini anlattı.

Üriner sistem enfeksiyonları, tübüler hastalıklar, şeker hastalığı gibi durumlarda alt ıslatmaya yol açabileceğinden öncelikle idrar tetkiki yapılması gerekir. Gündüz de idrar kaçıran hastalarda ileri ürolojik inceleme gerekebilir.

Alt ıslatma tedavisi nasıl yapılır?

İdrar kaçırma kendi kendine düzelen bir durum olmakla birlikte, çocuğu ve aileyi sosyal olarak etkileyen bir durumdur. Psiko-sosyal sorunlara yol açabilmesi ve çocuğun özgüven azalmasına ayol açabileceği için tedavi edilmesi gereken bir durumdur.

Destekleyici tedavi

Takvim tutma ve ödüllendirme: Her sabah çocuğun çeşitli sembollerle belirlediği, kuru ve ıslak geceleri işaretlediği bir takvim doldurması sağlanır, takvimde kuru gün sayısı için bir hedef belirlenerek, bu sayıya ulaşınca ödüllendirilir.

Sıvı alımının kısıtlanması: Akşamları yatmadan 2 saat önce sıvı alımı kısıtlanmalıdır, öğle ve akşam tuz ve kalsiyum miktarı az olan yemekler faydalı olabilir.

Mesane eğitimi: Çocuğun yatmadan önce tuvalete gitmesi önerilir. Bu şekilde geceleri mesanedeki idrar miktarının azalması sağlanır. Benzer şekilde ailenin yatmadan önce çocuğu tuvalete götürmesi de gece mesane hacmini azaltmada etkilidir. Çocuğun gün boyu düzgün aralıklarla tuvalete gitmesi, idrarını son ana kadar tutmaması, uygun pozisyonda, mesanesini tam olarak boşaltması önerilir. Gündüz 3 saat ara ile tuvalete gitmesine yardım edilmeli, kabızlık sorunu varsa ona yönelik bir tedavi uygulanmalı, bez bağlamaktan kaçınılmalıdır.

Alarm tedavisi: Çocuk uykusunda idrar kaçırdığında bir zil sisteminin çalmaya başlaması ve çocuğu uyandırması temeline dayanır. Mesane kapasitesini artırabilir, gece idrar miktarını azaltabilir ve uyanmayı kolaylaştırabilir. Başlangıçta hasta mesane tamamen boşaldıktan sonra uyanır. Bir süre sonra daha erken, uykusunda idrarı geldiğinde uyanmaya başlar. Alarm çaldığı anda mesanelerini boşaltmayı durdurur. Böyle bir durumda ailenin çocuğu tuvalete götürmesi ve geri kalan idrarı yapmasını sağlaması önerilir. Çocuğun tamamen uyanık olması gerekli değildir. Alarm tedavisi tamamen kuruluk sağlandıktan 1 ay sonra bırakılmalıdır. Çeşitli çalışmalarda başarı oranı yüzde 65-90 olarak bulunmuş olup, diğer bütün yöntemler içinde en yüksek başarı ve en düşük nüks oranına sahip yöntemdir. Alarm tedavisinde amaç, uykuda idrar kaçırma sıklığını azaltmak değil, tam kuruluğu sağlamaktır.

İlaç tedavisi: Sadece gece kaçırması olan bazı çocuklarda yetersiz olan ADH hormonunu yerine koyarak, gece oluşan idrar miktarını azaltmak amacıyla dilaltı tabletleri kullanılabilir. Doğru şekilde kullanıldığında ciddi yan etkileri yoktur. Ayrıca, mesane kapasitesi düşük olan bazı çocuklarda da idrar torbasının çalışmasını düzenleyen bazı ilaçlar doktor gözetiminde kullanılabilir.
Ebeveynlerin bilmesi gereken 10 ‘yatak ıslatma’ gerçeği

Yatak ıslatma uyku bozukluğudur
Çoğu durumda, yatak ıslatma, uyku bozukluğunun bir sonucudur. Uyuyan bir çocuk, idrarının geldiğini belirten salgısal dürtünün farkında değildir. Yatak ıslatma gündüz uykusu sırasında da görülebilir.

Yatak ıslatma sık görülen bir durumdur
Yatak ıslatma çocuk için utanç verici bir durumdur bunun anne ve babalar bu duruma getiriyor. Çoğu insan sadece kendisini başına geldiğine inanıyor ancak yatak ıslatma okula giden çocukların yüzde 15-20 arasında olduğu tahmin edilmektedir.

Yatak ıslatma psikolojik bir sorun değildir
Ebeveynler arasında yaygın bir yanlış anlama var, yatak ıslatmanın duygusal veya zihinsel bir sorun olduğunu düşünüyorlar. Bu inanç, aile arasında bu durumun çocukta daha fazla suçluluk ve utanç duymasına yol açar. Ancak, durum böyle değildir. Bu uyku bozukluğu ve gelişimsel gecikme ile ilgilidir.

Yatak ıslatma genetik bir yol izler
Araştırmalar, her iki ebeveynin çocuk gibi yatak ıslatma sorunları varsa, gelişmekte olan çocuğun yatak ıslatma sorunu yaşama olasılığının yüzde 70’den fazla olduğunu söylüyor. Sadece bir ebeveyn yatak ıslatma sorunları olduysa bu olasılık yüzde 40 azalır.

Sık sık yatak ıslatma sorununu çocuk kendisi düzeltir
Yatak ıslatma sorunları olan çocukların yaklaşık yüzde 85, bu durum herhangi bir yardım olmadan değiştiriyor. Çoğu çocuk 7 yaşında yatak ıslatma sorununun üstesinden gelmeye çalışıyor ve hemen hemen tüm çocuklar 10 yaşına kadar bunun üstesinden gelebiliyor. Çocuğunuzun 10 yaşını geçtiğinde yatak ıslatma davranışı sergiler ise, tedavi için bu alanda uzmanlaşmış bir doktora danışın.
Yatak ıslatma durumunu öğrenme süreci
Çocuklar 18-24 aylık yaşları sırasında idrar keselerindeki dolgunluk hissi ile tuvaleti öğrenirler. Ancak bu hissi gündüz hissetmek kadar uykuda hissetmek kolay değildir. Altını ıslatma sorunu yaşayan çocuklarda gece tuvaleti geldiğini anlayıp tuvalete gitmeyi öğrenmesi daha uzun zamanda olur.

Altını ıslatmak bazı çocuklarda tekrarlar
Bazı çocuklarda aralıklı olarak tekrar edebilen bir olaydır. Bu gibi durumlarda doktora danışmanız gerekir.

Yatak ıslatma, kızma ya da cezalandırma ile tedavi edilemez
Kınamalar ve ceza, yatak ıslatma durumunda ters etki oluşturabilir ve çocuğun kırılgan ruhuna zarar verebilir. Çocuk gece yaptığı durumdan dolayı kendini zaten kötü hissedecektir. Ebeveynlerin azarlaması ve çocuğu cezalandırmasıyla bu duygu kötüleşir ve çocuğun benlik saygısı sorunları eklenir. Bu yaklaşım, psikolojik bir sorun haline dönüşüp çocuk üzerinde uyku bozukluğu olarak gelişebilir.

Yatak ıslatma olumlu bir şekilde yok edilebilir
Çocuğunuzun yatak ıslatma sorunu varsa, ona gece kalkıp tuvalete girdiğinde ödül verebilirsiniz ve bu şekilde ona tuvalete gitme alışkanlığı öğretebilirsiniz.

 

 

 

ALTINCI HASTALIK (ROSEOLA İNFANTUM)

Anne babaların altıncı hastalık adıyla tanıdığı Roseola, herpes ailesinden bir virüsün yol açtığı döküntülü bir hastalıktır.
Ateş nedeniyle hastaneye götürülen bebeklerde sık görülen bir enfeksiyondur. En sık 6-18 aylar arasında, bazen diş çıkarma ile birlikte görülür.
Önce, bebekte 40 dereceye varabilen bir ateş görülür.( Diş çıkarma tek başına asla bu kadar yüksek ateş yapmaz ) Ateşin bu kadar yüksek olması, anne babayı endişelendirir. Bu endişe oldukça haklıdır, çünkü ateşe hassas bebeklerde ateşli havaleler görülebilir. Ateş düşürücü alınca, bebeğin biraz daha keyifli olduğu görülür. Bu yüksek ateşli dönem, 3-4 gün sürebilir. Bu sırada bebekte yapılan muayenede, tanı koydurucu belirgin bir bulgu saptanmaz.
Ateşli dönemin ardından, aniden ateş kaybolur ve özellikle gövde, boyun ve kollarda soluk kırmızı döküntü ortaya çıkar. İşte artık ateşin nedeni ve hastalığının adı belli olmuştur. Bağışıklık sistemi normal olan çocuklarda, herhangi bir komplikasyona yol açmaz
Kaynak : Dr.Nilüfer Toprakçı www.sagliklicocuk.com

 

 

 

ALZHEİMER

Bunama çok zaman, daha çok kavrama zorluklarının hakim olduğu bir hastalık olarak bilinir ve birçok hastada ilk görülen değişiklikler, bu fonksiyonla ilgilidir. Bununla birlikte hastada depresyon, paranoya, anksiyete veya diğer birçok psikolojik durumlardan herhangi biri de bulunabilir. Beyin sapının tutulmuş olduğu nadir vakalar dışında, bunamaya yol açan beyin lezyonları yaygındır ve beynin pek çok bölgesini ilgilendirebilir. Patolojik değişiklikler beynin farklı bölgelerinde farklı hızda oluştuğu için ve bu hız farklı hastalıklarda da başka başka olduğundan; ilk belirtiler de hastadan hastaya büyük farklılıklar gösterebilir.

En sık görülen tablo ; idrak ve yargı bozukluklarına ve duygulanım kaybına bağlı olarak yavaş yavaş ortaya çıkan kişilik ve zeka bütünlüğünün parçalanmasıdır. Hastalığın ilerlemesi genellikle hastadan çok, çevresindekileri üzer. Hastanın çevreye karşı ilgisi azalır, dış görünüşü donuklaşır, kavramsal düşünme zorlaşır ve bir düşünce fakirliği ortaya çıkar. Hasta , alışık olduğu işleri yapabilir, ancak yenilerini öğrenmekte, yeni beceriler elde etmekte başarısızdır. Hasta girişimlerde bulunmaktan kaçınır ve iyice dalgınlaşabilir. Hemen bütün yüksek kortikal fonksiyonları ilgilendiren global bir kusur, eninde sonunda gelişir. İdrak fonksiyonun bozukluğunun yanısıra özel konuşma ( afazi ), motor faaliyet ( apraksi ) bozuklukları ve algıların farkedilmesiyle (agnozi ) ilgili bozukluklar görülebilir. Hastadaki bellek bozukluğu giderek şiddetlenir, kişi yeni olmuş olayları hatırlamakta ve isimleri bulmakta sorunlarla karşılaşır. Bunlar ilk başta pek önem taşımasa da hasar şiddet kazandıkça eski anılar da yavaş yavaş silinir. Oriyantasyon bozukluğu karakteristik olarak önce zamanla, daha sonra yerle ve en sonra da kişiyle ilgili olarak gelişir.

Bazı hastalarda kognitif disfonksiyondan önce, alışıldık davranışlarda ve emosyonel tepkilerde değişiklikler gelişir. Tipik olarak duygulanım bulanmıştır, ancak erken dönemlerde aşırı olabilir. Normal kişilik şekilleri abartılabilir veya karikatürize edilebilir; obsesif bir hasta dayanılmaz şekilde bilgiçlik taslamaya başlayabilir ve katılaşabilir (organik düzen); ya da sosyal bakımdan dışa dönük bir kimse şakacı, cana yakın karakter kazanabilir. Başlangıçtaki afektif değişikliklere şiddet ve öfke periyodlarıyla birlikte sinirlilik hakim olabilir. Depresyon sık görülür. Depresyon, anksiyete veya gurur şeklindeki kişilik değişiklikleri devam edecek olursa bunama yanlışlıkla primer bir afektif durum sanılabilir. Durum ilerledikçe afektif bozukluk şiddet kazanır ve sonunda derinliği olmayan sahte bir öfori yerleşebilir.
Belirtileri
Anormal Uzaysal Algı

Akalkuli

Amnezi

Anhedoni

Anksiyete

Afazi

Konfabulasyon

Demans

Depresyon

Extrapiramidal belirtiler

Entellektüel Fonksiyonlarda Azalma

İlgi kaybı

Myoklonus

Yakın Bellek Bozukluğu

Huzursuzluk

Epileptik nöbet

Uyku bozukluğu

Çevre ile iletişimin azalması

İlerleyici Kognitif Yetersizlik.
Nedenleri nelerdir ?
Bilinmiyor. ( Ailesel ? )

Olabilecek Nedenler; ( Kanıtlanmamış )

Yavaş Virus Enfeksiyonları,

Metaller (Alüminyum)

Normal Yaşlanmanın Aşırı ve Hızlı olması.
Bakım ve öneriler nelerdir ?
Destekleme

Huzursuzluğu Azaltmak için Egzersiz

Uğraşı Tedavisi

Müzikle Tedavi

Çevrenin Güvenlik ve Güvenilirliğini Analizi

Günlük Bakım Merkezleri

Yatılı Bakım Merkezleri

Başvurulabilecek Kişiler

Evde bakım hemşiresi

Sosyal Hizmet Görevlisi

Fizyoterapist

Uğraşı Terapisti

Konuşma Terapisti

Avukat

Destek grupları

Alzheimer Özel Bakım Grupları

Aileye Hastalığın zaman içinde artan nitelikte olduğu anlatılmalıdır.

Alzheimer Hastalığı ile ilgili bölgesel kuruluşlarla temasa geçilmelidir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Özel bir ilaç tedavisi yoktur.

Mümkün olduğunca az ilaç kullanılmalıdır.

Alzheimer hastaları ilaçları iyi tolere edemezler.

Huzursuzluk için ; kısa etkili Benzodiazepinler verilebilir.

Ağır ve sürekli ajitasyon için ; Butirofenonlar ve Fenotiazinler. (Haloperidol 0.5 – 2 mg özellikle “Güneş Batması Ajitasyonları” için kullanılabilir.)

Tacrine 10-40 mg/gün özellikle ; Alzheimer Demansta kullanılır. 100 mg/gün’den yüksek dozlar hepatotoksitite riski taşır.

Donepezil hafif şiddetli Alzheimer için kullanılmaktadır. 5 mg doz ile başlanarak
, günlük 10 mg doza dek artırılabilir. Astım hastalarında sorun olabilir.
Bradikardi yapabilmektedir.

Antikolinerjik ilaçlar; Trisiklik Antidepresanlar ve Antihistaminikler kullanılmamalıdır.

İlaç Etkileşimleri : Antipsikotikler: Lityum, ekstrapiramidal semptomları ve disorganizasyonu arttırabilir.Antipsikotikler, simetidin, östrojen, TSA’ ların kan konsantrasyonlarını arttırabilir.

Trisiklik Antidepresanlar , MonoAmin Oksidaz İnhibitörleri ile birlikte kullanılmamalıdır.

Benzodiazepinler: Serum Fenitoin konsantrasyonunu artırırlar. Simetidin de Benzodiazepinlerin kan konsantrasyonunu artırır.

Tacrine : Teofilin dozunu % 50 azaltmak gerekir . Antikolinerjik ilaçlar ve Non- Steroid Anti Enflamatuar ilaçlarla birlikte dikkatli kullanılmalıdır.

 

 

 

AMBLİYOPİ (GÖZ TEMBELLİĞİ)

Ambliyopi, halk arasında göz tembelliği olarak da bilinen göz hastalığı.Yunanca “donuk göz” anlamına gelen “ambliyopi” çocukluğun erken döneminde beklenen sağlıklı görme gelişiminin sağlanamaması durumudur. Küçük yaşlarda ortaya çıkan, gözün bir tanesinin net görememesinden kaynaklanan bir hastalıktır. Günümüzde 55 yaşa kadar tedavisi mümkündür.Görmenin gelişimi bebeklik çağında başlar. Bu dönem içinde en kritik dönem ilk 6 ay olmakla birlikte görme gelişimi ilkokulun ilk yılları (7-8 yaş) boyunca devam eder. İki göz arasındaki numara farkı veya ışığın ağ tabakaya (retinaya) düşmesini engelleyen herhangi bir neden gözün sağlıklı görme gelişimine engel olur. Bir göz iyi görürken, diğeri aynı kalitede göremez. Bu durumunda az gören göze ambliyopik göz (tembel göz) adı verilir. Ambliyopi genelde tek gözde görülür. Toplumda sıklığı %2-3’dür.
Belirtileri
Ambliyopiyi fark etmek çok kolay değildir. Çocuk bir gözünün güçlü diğerinin ise zayıf olduğunu farkında olmayabilir. Aile de çocuğun gözünde şaşılık ya da bariz bir anormallik yoksa bozukluğu anlayamaz. Bu nedenle çocukluk çağında rutin göz muayenesi son derece önemlidir.
Tanısı
Ambliyopi her iki gözün test edilmesiyle ve iki göz arasında görme farkının bulunmasıyla teşhis edilir. Küçük çocuklarda görmeyi değerlendirmek zor olduğundan, doktor çocuğun bir gözü kapalıyken diğer gözüyle nesneleri nasıl takip ettiğini değerlendirir. Göz doktoru bebeğin bir gözü kapalıyken nesnelere verdiği tepkileri ölçen farklı testler kullanır.
Tedavisi
Tedavide yapılması gereken numaralı gözlüklerle çocuktaki odaklanma hatasını yani kırma kusurunu (eğer mevcut ise) düzeltmektir. Çoğunlukla gözlük tek başına yeterli olmaz; beraberinde kapama tedavisi uygulanır.[1] Burada amaç çocuğun ambliyopik gözünü mutlaka kullanmasını ve fiksasyona zorlamasını sağlatmaktır. Bu farklı yollarla sağlanabilir. En yaygın ambliyopi tedavisi çocuğun güçlü olan gözünü belli saat periyodlarında kapatarak diğerini kullanmaya teşvik edilmesidir. Kapama süresi ve kapama tedavisinin uzunluğu doktor tarafından belirlenir ve bazen bu tedavi yıllarca sürebilir. Ambliyopi ayrıca özel atropin içeren göz damlaları damlatarak veya gözlük uygulayarak sağlam gözde bulanık görme oluşturularak tedavi edilebilir.

 

 

 

AMENORE

Adet kanamasının ilk günü , siklusun birinci günü olarak kabul edilir. İki adet kanaması arası geçen süre , %65 kadında 18 – 40 gün arasında değişmek üzere 28 gün ( 25 – 31 gün ) dür. Adet kanamaları belirli bir takvime bir kez oturan bir kadında daha sonra meydana gelebilecek gün sapmaları, normalde beş günü geçmez. Adet kanamasının ortalama devam süresi 5 gün (3-7 gün) dür. Kaybedilen kan miktarı 13 -300 ml arasında değişmek üzere ortalama 130 ml’dir. En fazla kan , genellikle kanamanın ikinci gününde kaybedilir. Bir pet veya tampon ortalama 20 – 30 ml kan emebilir. Adet kanı, kanama çok şiddetli olmadığı sürece pıhtılaşmaz.
Belirtileri nelerdir ?
Adet Periyodlarının Olmaması

Galaktore

Sıcak Basması

Erken Gebelik Semptomları

Androjen Fazlalığı Belirtileri
Nedenleri nelerdir ?
Primer Amenore

İmperfore Hymen

Uterus ve 2/3 Üst Vajina Agenezisi

Turner sendromu

Yapısal gelişme gecikmesi

Sekonder Amenore

Fizyolojik: Gebeliğe bağlı, Korpus Luteum Kisti, Süt verme, Menapoz

Hipotalamus- Hipofiz aksının baskılanmasına bağlı doğum kontrol hapı alımı sonrası amenore, stress, kilo kaybı, vücut kitle indeksinin düşük olması

Hipofiz hastalığı: Hipofizin Ablasyonu, Sheehan Sendromu, Prolaktinoma

Kontrol Edilmemiş Endokrinopatiler: Diyabet, Hipotiroidizm ve Hipertiroidizm

Polikistik Over Hastalığı (Stein- Leventhal Sendromu)

Kemoterapi

Pelvik Işınlama

Endometrial Ablasyon (Asherman Sendromu)

İlaç tedavisi: Sistemik Steroidler, Danazol, GnRh Analogları

Prematür Ovaryen Yetmezlik
Bakım ve önlemler nelerdir ?
Tedavi , amenorenin sebebinin belirlenmesine bağlıdır.

Hymenektomi, imperfore hymene bağlı amenorelerde günlük cerrahi girişim olarak yapılabilir.Tümünün tedavisi , özellikle geçici amenorelerin tedavisi zorunlu değildir.

Aktivitede kısıtlama yapılmaz.

Aşırı kilo / Zayıflık önlenmelidir.Uygun Vücut Kitle İndeksi sağlanmalıdır.

Hastanın gebe olup olmadığı konusunda, altta yatan sebep hakkında bilgilendirilmesi gerekir.

Özel eğitim için bazı kaynaklar ; prenatal bakım, menapoz destek grupları kullanılabilir.

Amenorenin geçici veya kalıcı olduğu, fertilite üzerine etkisi, tedavi edilmez ise sekelleri ( osteoporoz, vaginal kuruluk) hakkında bilgi verilir.

Fertilite adetlerden önce başlayabilecek ise kontraseptif yöntemler anlatılmalıdır.

Amenore fertilitenin azalması veya yok olması ile ilişkili ise hastaya ayrı bir destek gerekebilir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Progesteron Replasmanı
Medroksiprogesteron 5 mg günde 2 kez , 5 gün süre ile verilirse Hipotalamus – Hipofiz – Over aksı intakt ise ve endojen östrojen var ise çekilme kanaması olacaktır.

Östrojen Replasmanı
Genital traktüs normal ise günde 0,625 mg Konjuge Östrojen 25 gün: son 10 gününe Progesteron ilave edilirse adet kanaması olacaktır.

Hormonal tedavi altta yatan problemi düzeltmeyecektir. Diğer problemler için: Hiperprolaktinemi için Bromokriptin gibi , başka ilaçlar da gerekebilir.

6 aylık Amenoreyi takiben, primer sebebin ne olduğuna bakmaksızın Osteoporoz riskini ve Hipoöstrojenemiye bağlı Hiperkolesterolemiyi azaltmak amacı ile Hormon Replasmanı yapılmalıdır.

Gebelik isteyen Amenoreli hastalarda Hormon Replasmanı verilmez. Fertilite Tedavisi yapılır.
Tedavi sırasında dikkat edilmesi gereken hususlar
Diyabet

Konvülzif Hastalık

Migren

35 yaş üstü

Sigara İçenler

Hastanın takibi nedene ve tedaviye göre değişir.

Hormon Replasmanı kullanılacaksa 6 ay sonra kesilerek adetlerin spontan olarak başlayıp başlamayacağı değerlendirilmelidir.

 

 

AMİLOİDOZ

Türleri nelerdir ?
En sık görülen Amiloidoz Tipleri

Primer Amiloidoz: Genellikle Multipl Myelom ve Monoklonal Gammopati gibi plazma hücre hastalıklarıyla beraberdir.

Sekonder Amiloidoz: Romatoid Artrit, Osteomiyelit; Malarya, Tüberküloz ve Lepra gibi çeşitli Kronik Enflamatuar Hastalıklarla beraberdir.

Familyal Amiloidoz : Ailesel Akdeniz Ateşi ( FMF ) ile birliktedir.

Hemodiyaliz Amiloidozu : Renal hemodiyaliz ile birliktedir.
Hangi sistemlere etki eder ?
Böbrek , Solunum , Kalp ve Damar , Sindirim , Sinir , Deri , sistemlerinde etkilidir.

Nedenleri nelerdir ?
Primer Amiloidoz
Plazma Hastalıklarında, Hafif Zincir (AL) İmmunglobulin’in aşırı yapımına bağlıdır.
Sekonder Amiloidoz
Kronik Enflamatuar durumlarda, Amiloid Fibriler Protein (AA) aşırı miktarda yapılır ve yıkım ürünü olan Serum Amiloid Protein (SAA) fazla oluşur.
Familyal Amiloidoz
Ailesel Akdeniz Ateşinde, aşırı yapılmış amiloid fibriler protein içeren amiloid oluşur.
Hemodiyaliz Amiloidozu
Normalde böbrek tarafından atılan, ancak hemodiyaliz ile atılamayan Beta-2-mikroglobulin içeren amiloid oluşur.
Patalojik bulguları nelerdir ?
Dokularda Amiloid Birikiminin gösterilmesi
Kongo Kırmızısı boyama ile Amiloid, polarize ışık altında yeşil kırılım oluşturur.
Elektron Mikroskopisi ile kesin tanı konur.
Tedavi yöntemleri nelerdir ?
Primer Amiloidoz
Altta yatan Plazma Hücre Hastalığının tedavisi
Melfalan ve Prednizon, plazma hücre hastalığı için seçilecek ilaçlardır. Kolşisin; Amiloid birikimini yavaşlatabilir.
Sekonder Amiloidoz
Altta yatan Enflamatuar Hastalığın tedavisi
Takrin, Alzheimer Hastalığının neden olduğu hafif-orta demansta.
Familyal Amiloidoz
Kolşisin, 0.6 mg günde 2-3 kez
Hemodiyaliz amiloidozu
Primer Amiloidoz
Tedaviye yanıtı değerlendirmek için Monoklonal Protein Düzeylerinin takibi gereklidir. Tedaviye yanıtı değerlendirmek için Böbrek Fonksiyonlarının takibi.
Sekonder ve Hemodiyaliz Amiloidozu
Altta yatan hastalığın kontrolü ve bozukluk derecesinin değerlendirilmesi için böbrek fonksiyonlarının takibi yapılır.

 

 

 

AMEBİYAZİS VE AMİPLİ DİZANTERİ

Amebiyazis kalın bağırsağın paraziter bir hastalığıdır, amipler temiz olmayan gıdalar ve sular ile ağızdan bulaşır. Hastalık kirli gıda ve sular ile bulaşır. Amebiyazis çocuklar ve yaşlılar için tehlikeli olabilir. El yıkama alışkanlığı amebiyazis in önlenmesinde en önemli adımdır. Hastalık antibiyotikler ile tedavi edilebilen bir hastalıktır.
Amebiyazisin etkeni nedir ?
Entamoeba histolytica adındaki tek hücreli amipdir. Bu parazit bağırsakta kistler oluşturarak dışkı ile etrafa yayılır ve diğer insanlara bulaşarak hastalık yapar. Amip kistleri dış oramda sular, gıdalar ve eşyaların üzerinde uzun süre canlı kalabilir ve insanlara bulaşır.
Amip nerelerde bulunur ?
Amip tüm dünyada bulunabilir. Özellikle temizlik koşullarının kötü olduğu, sanitasyon ve gıda hijyenine uyulmayan, el yıkama alışkanlığının yada imkanının düşük olduğu bölgelerde amebiyazis salgınları sık görülür.
• Su ve kanalizasyon altyapılarının yetersiz olması,
• Yağmur suyu giderlerinin yetersiz olması,
• İçme suyu havzalarına yerleşim olması amip salgınlarına neden olur.
Amebiyaizis kimlerde görülür ?
Amebiyazis amip kistlerini yutan herkes de ortaya çıkar. Özellikle
• Hasta kişilerin çıkartıları ile kontamine olmuş su ve gıdalar,
• Atık suların içme ve kullanma suları ile karışması,
• Sanitasyon koşullarına ve gıda hijyenine dikkat edilmemesi,
• Kötü hijyen koşulları,
• El yıkama alışkanlığının olmaması, Amebiyazis hastalığının salgınlar halinde görülmesine yol açar. Bu gibi durumlarda özellikle yurtlar, huzur evleri, kreşler gibi ortamlarda amebiyazis salgınları sık görülür.
Amebiyazis hastalığının nasıl seyreder :
Ağız yoluyla bulaşan amip kistleri bağırsakta açılarak bağırsak duvarına yerleşmeye başlar. Hastalığın kuluçka süresi 1 ila 4 hafta arasında değişir. Amipler bağırsak duvarında ülserler şeklinde delikler ve lezyonlar yapmaya başlarlar. Bağırsak içindeki iltihabi reaksiyon sonucu
• bol sulu, sümüklü dışkılama,
• kanlı dışkılama,
• karın ağrısı,
• bulantı,
• ateş,
• halsizlik şikayetleri başlar.
• Kramp tarzında karın ağrıları olur.
Karın ağrısı, kanlı ishal ve yüksek ateş ile seyreden bu tabloya amipli dizanteri denir. Bazen amipler bağırsak duvarını delerek kana karışır ve akciğer, beyin ve karaciğer gibi organlarda apseler yaparlar. Amipli dizanteri ve Amip apseleri ölümcül olabilir.
Ne zaman amipten şüphelenelim?
Hastada ateş ile birlikte ishal, kanlı ishal, karın ağrısı var ise amip den şüphelenmek gerekir.
Amebiyazis teşhisi nasıl konur ?
Hastalık dışkı tahlili yada kan testi ile teşhis edilir. Dışkıda amip görmek kolay değildir. Tek bir dışkı örneği teşhis için yeterli olmayabilir, birkaç gün arayla alınan 2 – 4 dışkı örneğini incelemek daha doğru sonuç verir. Amip kan testi amipli dizanteri de ve diğer organlara sıçraması durumunda pozitif olur. Ayrıca geçmişte amebiyazis geçiren kişilerde de kan testi pozitif bulunur.
Amebiyazis tedavisi :
Amebiyazis tedavisinde antibiyotik kullanılır. Bu amaçla kullanılacak birkaç çeşit antibiyotik mevcuttur ancak antibiyotikler dışında destek tedavisi, sıvı takviyesi ve gerekirse hastaneye yatırarak tedavi edilmelidir.
Amebiyazis ne kadar yaygın bir hastalıktır?
Amebiyazis özellikle kanalizasyon sistemlerinin iyi olmadığı ülkelerde sık görülen bir barsak parazitidir. Amebiyazis 3. Dünya ülkelerinde oldukça yaygın görülür ve ölümcül salgınlara neden olur. Sular ile yayılır ve salgınlar yapar. Sanitasyon ve altyapı problemi olan şehirlerde sık görülür. Amip kistlerinin dış ortama dayanıklı olması sularda ve dış ortamda uzun süre canlı kalması sebebiyle kalabalık yerlerde kolayca salgın yapar.
Amebiyazisten korunmak için kişisel önlemler nelerdir ?
El yıkama alışkanlığı edinmek özellikle tuvaletten önce ve tuvaletten sonra elleri yıkamak, gıdalara dokunmadan önce, sofraya oturmadan önce, mutfağa girmeden önce ellerin uygun şekilde yıkanması en önemli önlemdir. Ellerin yıkanamadığı durumlarda el dezenfektanları kullanılabilir. Sanitasyon imkanlarının az ve yetersiz olduğu durumlarda aşağıdaki uyarılara dikkat ediniz.
• Kapalı içecekler kullanın,
• Buz kullanmayın,
• Kaynamış soğumuş su kullanın,
• Entamoeba histolytica amip kistleri düşük doz iyoda ve klora dayanıklıdır, kimyasal su tabletlerine çok güvenmeyin, suyunuzu kaynatın.
• Pişmemiş gıda yemeyin, temiz, taze ve iyi pişirilmiş gıdalar tüketin.
• Sebzeleri sirkeli suda 10 – 15 dakika bekletin.
• Meyveleri soymadan yemeyin.
• Pastörize süt için.

 

 

 

AMİYOTROFİK LATERAL SKLEROZ

Amiyotrofik Lateral Skleroz ; hastalığın en sık rastlanan ve sporadik olan formudur. Psödobulber Felç, Progresif Bulber Felç, Progresif Muskuler Atrofi ve Primer Lateral Skleroz gibi sendromları da kapsar .

Ailesel Amiyotrofik Lateral Skleroz: Klinik olarak sporadik Amiyotrofik Lateral Skleroz’a benzeyen ancak biokimyasal ve patolojik olarak farklı bir antiteyi temsil eden otozomal dominant ya da resesif geçişli bir hastalıktır.

Amiyotrofik Lateral Skleroz- Guam’ın Parkinson- Demans Kompleksi: Amiyotrofik Lateral Skleroz benzeri bir sendrom olup, sıklıkla ancak her zaman olmamak üzere, Parkinson Sendromu ve Demans ile birliktedir. Guam’da Chamorro yerlilerinde sıktır.
Belirtiler nelerdir ?
Açıklanamayan Kilo Kaybı

Kas gruplarında Fokal Erimeler

Değişken simetri ve dağılımla giden Kol ve Bacak Güçsüzlüğü

Yürüme Güçlüğü

Yutma Güçlüğü

Peltek Konuşma

Duygulanımı kontrol etmede güçlük

Başlangıçta myotomal bir dağılımda, kas gruplarında atrofi

Fasikülasyonlar ( alt bacak dışında)

Hiperaktif Derin Tendon Refleksleri ( Çene Refleksi dahil)

Kognitif ( bilişsel ) , Okülomotor, Duysal ve Otonomik fonksiyonlar normaldir.
Nedenleri nelerdir ?
Sporadik Amiyotrofik Lateral Skleroz- Üst ve alt motor nöronların ve aksonlarının dejenerasyonu. Nedeni bilinmiyor.

Ailesel Amiyotrofik Lateral Skleroz- Genetik olarak aktarılan dejeneratif bir hastalıktır. Gen lokosu, 21. kromozomun uzun kolu olarak belirlenmiştir ve Süperoksid Dismutaz Enzimi’ni kodlar.

Amiyotrofik Lateral Skleroz – Guam’ın Parkinson- Demans Kompleksi’nin o bölgeye ait özel bir cevizin yenmesiyle olası bir ilişkisi olduğu sanılıyor.
Bakım ve öneriler ?
Ayaktan takip edilen hasta bir süre sonra evde hemşire bakımına ihtiyaç duyabilir.

Aspirasyon, solunum yetmezliği gibi acil komplikasyonlarda destek bakım gerekir.

Tekerlekli sandalye gibi protez gereçler sağlanabilir.

Tolere edilebilir ölçüde diyet değişiklikleri yapılabilir. Bu hastaları tüple beslemek gerekebilir.
Tedavi
Vitamin E , Vitamin C ve Beta karoten gibi Antioksidanların etkinliği ile ilgili terapötik denemeler vardır.

 

 

 

 

AMPİYEM

Ampiyem her iki plevra yaprağı arasında, başka bir deyişle akciğer ve göğüs duvarı arasında görülen iltihaplı sıvı birikimidir.
En sık akciğerdeki bir iltihabı (zatürre) takip eden parapnömonik ampiyem şeklinde görülür.Hastada yüksek ateş, göğüs ağrısı ve öksürük tablosu oluşturur.
Radyolojik görüntüleme ile göğüs boşluğundaki sıvı görüntülenebilir. Sıvının incelemesinde iltihap (irin) görülebilir.
Ampiyem varlığında, medikal olarak antibiyotik tedavisinin yanı sıra, iltihaplı sıvıyı drene etmek gerekir.
Erken dönemde tanısı konan vakalarda bir göğüs tüpü yardımıyla drenaj sağlanabilirken, vakaların çoğunda torakoskopik operasyona gerek duyulur. Operasyonda iltihaplı sıvı ve akciğer zarı dokusu temizlenir.

 

 

 

ANAFİLAKSİ

Etkilenen sistem ve organlar hangileridir ?
Solunum, Kalp-Damar , Deri/Ekzokrin, Sindirim , Endokrin/Metabolik, Hematolojik/Lenfatik/İmmunolojik
Belirtileri nelerdir ?
Kaşıntı, Flaşing, Ürtiker, Anjioödem, Dispne, Öksürük, Ronküs, Rinore, Wheezing, Yutma Güçlüğü, Bulantı, Kusma, Diyare, Kramp, Şişkinlik, Taşikardi, Şok, Senkop, Kırgınlık, Titreme, Midriazis başlıca belirtileridir.
Nedenleri nelerdir ?
İmmünolojik olay. Himenoptera sokması veya hapten, penisilin gibi bir antijenin neden olduğu mast hücre degranülasyonu sonucu gelişen ve çoğunlukla IgE’ye bağlı reaksiyondur.
Diğerleri ise transfüzyon reaksiyonlarında olduğu gibi mast hücre ve bazofil degranülasyonuna yol açan C3a, C4a ve C5a gibi anafilotoksinlerin komplemanı aktive etmesi ile gelişir. İyodlu kontrast maddeler veya opiatlar gibi non- immunolojik mast hücre aktivatörleri anafilaktoid reaksiyonlara neden olabilir.
Non- IgE ve muhtemelen mast hücre dışı anafilaksiye benzer sendromlar ise araşidonik asid metabolizması modulatörlerine reaksiyonlar, sulfit ajanlar, katamenal anafilaksisi, egzersize bağlı anafilaksi ve idiopatik rekürran anafilaksi.
Antimikrobiyal ajanlar (Penisilin)
Böcek sokması ( bal arısı, yaban arısı, Himenoptero cinsi yeşil sinekler, at sineği)
İmmunoterapi
Yiyecekler (fındık, Amerikan fıstığı. balık, inek sütü, yumurta, kabuklular,yumuşakçalar)
Makromoleküller ( kimopapain. insulin, dekstran, glukokortikoid. protamin)
Aşılar
Kan ürünleri
Tanı materyalleri (iyodlu kontrast)
Lateks (eldiven, kateter)
Etilen oksid gazı (dializ tüpü, ve diğer sterilize edilmiş materyal)
Patolojik bulgular nelerdir ?
Periferik hemostaza eşlik eden santral hipovolemi
Ne gibi önlemler alınmalıdır ?
Resüsitasyon Ekipmanı Bulunan Poliklinik: Minimal bronkospazm, ürtiker ve deride anjioödemi olan hastalar izlenebilir . Semptom ve bulgular düzeldikten sonra gönderilebilir
Orta ciddi anafilaksisi olan veya tıp merkezlerinden uzakta oturanlar acilde tedavi edilerek bir gece gözetim altında tutulmalıdır.
Bütün hastalar taburcu edilirken ; Acil Adrenalin Reçetesi verilerek doğru kullanımı konusunda eğitilmelidir.
Eğer anafilaksi nedeni belli değilse hastalar bir Allerji Merkezine gönderilmelidir.
Böcek sokmalarına karşı anafilaksisi olan hastalar immunoterapi ile desensitizasyondan fayda görürler.
Reaksiyona yol açabilecek ilaç, yiyeceklerden kaçınılır.
Böcek allerjisi olanlar hazır adrenalin şırıngası ve nebülizeri taşımalıdır. Dışarıda iken böceklerin olduğu bölgelerden uzak durmalı. ayakkabı ile dolaşmalı, saç spreyi, parfüm, kolonya, traş losyonu ve parlak renkli elbiselerden kaçınmalıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Tedavi olayın şiddetine bağlıdır.
Derhal ilaç tedavisi
Havayolu sağlanması ; endotrakeal entübasyon ve ventilasyon, trakeostomi gerekebilir.
Oksijen
Lenfatik ve venöz drenajı engellemek (arteriyel akımı değil) için enjeksiyon veya iğne
yeri proksimaline turnike uygulanması.
Uygulanması gerekli bir maddede (botilismus, difteri veya yılan sokmasında
antiserum) eğer deri testi pozitif ise hızlı desensitizasyon
İV sıvı tedavisi
Ayaklar kaldırılarak horizontal pozisyona konur
Hayati bulguların sık izlenmesi.

 

 

 

ANAL ABSE

Apse (iltihapla dolu şişlik) , genellikle anal kanaldaki , ağızları anüs içersine açılan bezlerin ağızlarının tıkanması sonucunda meydana gelir. Oluşan apseler bir müddet sonra kendiliğinden boşalmak amacıyla , son barsak içersindeki bir yere veya anüs çevresindekideri kısmına açılır. Bu şekilde tünel açılmasına “fistül” denir. Anal fistüller hemen daima anal apse sonucunda meydana gelir.
Belirtiler
Anal apse ,anal kanala bitişik şişlik ve önemli ölçüde rahatsızlık meydana getirir.Şiddetli ağrı ve ateş oluşabilir. Anal fistülde anal kanaldan fistülün dış ağzına (genellikle anüs çevresindeki deri bölümüne)drene olan sıvı mevcuttur.Bu nedenle hafif miktarda ,zaman zaman miktarı artan akıntı(pis kokulu sarı-kahverengi renli bir akıntıdır)görülür.
Tedavi
Apsenin tedavisi cerrahi olarak drenajdır.Apse drene olduktan sonra kişilerin %50’sinde birkaç hafta sonra (bazen birkaç ay ya da yıl sonra)fistül oluşacaktır.Fistülün tedavisi cerrahidir.

 

 

 

ANAL FİSSÜR (MAKAT ÇATLAĞI)

Anüs derisi yoğun sinir ucu içeriği nedeniyle çok hassas bir bölgedir. Ayrıca iki farklı ve iç içe yerleşik kas tabakası tarafından sarılıp sıkılmaktadır. Özellikle vücut dışkılamaya hazır değilken yapılan zorlu dışkılamalar veya makatın çok tahriş olduğu ishal durumlarında bu bölgede yırtıklar oluşabilir. Son derece ağrılı olan bu yırtıklar kaslarda spazma yol açarak daha fazla basınca maruz kalırlar ve kan dolaşımları yetersiz kaldığı için yırtık iyileşme şansı bulamaz.

Hastalar dışkılarken şiddetli ağrı duyarlar. Sanki küçük cam parçaları çıkarıyormuş gibi hissederler. Ancak asıl ağrı dışkılamanın bitiminde ortaya çıkar ve saatlerce sürebilir. Bu ağrılar kişiyi günlük yaşamından alıkoyacak kadar şiddetli olabilir.

Ne yazık ki sıklıkla “hemoroid” ya da “basur” olarak tanımlanan anal fissürler birtakım gereksiz ve faydasız ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılır hatta daha da kötüsü iş hemoroid ameliyatına kadar gidebilir. Çünkü fissürlerde birkaç hafta içinde dışarıda küçük bir meme oluşabilir ve bu meme hemorod memesi olarak değerlendirilip hemoroid hastalığı tanısı konulabilir.

Anal fissür tedavisinde ilk adım hastanın eşlik eden bir kalın bağırsak sorunu olup olmadığının ortaya konulmasıdır. Ancak akut fissürlü bir hasta kısmen de olsa rahatlatılmadan parmak muayenesi ve kolonoskopi yapılmamalıdır.

Hastanın dışkılama alışkanlığı ayrıntılı olarak sorgulanmalı ve doğru dışkılama önerileri mutlaka yapılmalıdır.

İlk aşamada hastalara biri dışkılamadan sonra olmak üzere günde en az iki kez duşa girmesi, suyu dayanabileceği ama yanmayacağı kadar sıcak ayarlaması ve on on beş dakika makatına tutması önerilir.

Anal fissür tedavisinde bir sonraki aşama makata halk arasında “botox” olarak bilinen botulin zehirinin enjekte edilmesidir. Yaklaşık % 70 oranında başarılı olan bu yöntem geçici olarak makat kaslarının kısmi felci ile etki etmektedir.

Anal fissürde son çare ameliyattır. Ameliyatta makatı kasan kaslardan içteki kesilerek yaranın kan dolaşımının artması ve kendiliğinden iyileşmesi sağlanır. Doğru yapıldığında başarı oranı % 98-99 civarında olmasına rağmen % 3-5 hastada gaz tutamama, ishal olunca dışkı kaçırma gibi sorunlara yol açabilmesi ve bu sorunların tedavisinin hemen hemen imkansız olması nedeniyle, özellikle kadın hastalarda en son seçenek olarak düşünülmelidir.

Sık karşılan bir sorun ameliyata rağmen iyileşmeyen fissürlerdir. Bu hastaların çoğunda yapılan incelemeler yanlış kasın kesilmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle çok basit görünse de ameliyatın deneyimli bir cerrah tarafından yapılması çok büyük önem taşımaktadır.

Anal fissür medikal tedavi ve hayat tarzı değişiklikleri ile iyileşir. Bu durum akut anal fissürdür. Ancak tedaviye ve tüm önlemlere rağmen 6-8 hafta içinde nüks ederse bu duruma kronik anal fissür denir.

Kronik anal fissürün güncel en iyi tedavisi lateral internal sfinkterotomi olup, kliniğimizde tailored LİS yapılmaktadır.

Anal fissürdeki ciltte et parçası, sarkma yada dilsi uzantı kronik lenfatik staza bağlıdır. Şişlik olması beraberinde hemoroidal hastalık yada abse olabileceğini akla getirmektedir.

 

 

 

ANAL FİSTÜL

Anal apselerin kronik haline anal fistül denir.

Anal fistülde anüsün içinden başlayan ve anüs çevresindeki deriye açılan bir ya da birden çok kanal söz konusudur. Genellikle iltihaplı bir akıntı mevcuttur. Bu akıntı iç çamaşırını kirletir ve kötü kokar. Fistüllerin bir kısmı apse boşaltılması sonrası gelişirken bir kısmında ise hasta bir apse geçirdiğinin farkında olmayabilir. Bu apse kendiliğinden bir delik açarak boşalmış sonra da fistül haline dönmüş olabilir.

Fistülün tek tedavisi ameliyattır. Ancak fistül ameliyatları belirli oranlarda dışkı ve gaz tutamama riskini de beraberlerinde getirmektedir. Bu nedenle çok farklı birçok ameliyat tekniği tanımlanmıştır. Önemli olan nokta fistül cerrahisinin bu konuda deneyimli bir cerrah tarafından sürdürülmesi ve hastanın özelliklerine uygun yöntemin seçilmesidir.

 

 

 

ANAL KAŞINTI

Sebepleri nelerdir ?
Bu rahatsızlığa bir çok faktörler neden olabilir. Bunların başında anal bölgenin aşırı miktarda temiz tutulması için yapılan temizlik gelir. Sık sık sabunla yıkamak, bu bölgenin doğal koruyucu salgısını yok eder ve bölgenin tahrişine neden olur. Ayrıca aşırı terleme, devamlı diare ( ishal ) anüsde tahrişe ve kaşıntıya yol açar. Alınan gıdalar ( çikolata, bazı meyveler,domates ve kuruyemiş vs. ) ve içecekler ( alkol, bira, süt, kola, kafeinli içecekler vs.) bazı kimselerde anal bölgede tahrişe sebep olabilir. Pruritis ani’nin az rastlanmakla beraber diğer önemli sebepleri organik hastalıklardır. Bunlar; Kıl kurtları, psöriazis, ekzema, dermatit, anal fissür, hemoroid, allerji ve anal bölge infeksiyonlarıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Öncelikle kaşıntının belirgin bir hastalıktan ileri gelip gelmediğini ortaya koymak için bir cerrah ve dermatolog tarafından muayene edilmesi gerekir. Belirgin bir hastalık varsa tedavisi yapılmalıdır. Bunun dışında anal bölgenin temizliği için sık sık sabun kullanılmasından kaçınılmalı ve bölgenin kuru tutulmasına çaba gösterilmelidir.

 

 

 

ANEVRİZMA

Halk arasında baloncuk olarak bilinen anevrizma denince; genel olarak temiz kan taşıyan damarlara (arter) ait genişlemeler anlaşılır. Anevrizmalar aort damarı gibi çok geniş damarlarda oluşabildiği gibi, küçük ve orta boy damarlarda da teşekkül ederler. Bu bölümde konu edilen, bazen hiç bir belirti vermeden ani kanamalarla bazen çok dramatik sonuçlara yol açan beyin anevrizmalarıdır.
Anevrizmalar yapı itibarı ile damar duvarının doğuştan zayıf olduğu noktalarda, genellikle de damarın daha küçük dallara ayrıldığı noktalarda oluşur. Damar duvarının zayıf olduğu noktada damar içi basınç (tansiyon) nedeniyle her kalp atımında damar duvarı zayıf noktadan dışarı doğru bombeleşerek baloncuk oluşur. Baloncuk duvarı, basınca dayanamadığı anda da patlar, patlama ya kendiliğinden olur ya da eforla oluşur. Örn. öksürme, ıkınma, cinsel temas gibi basınç artmasına neden olan aksiyonlar…
Kimlerde oluşur risk faktörleri nelerdir ?
Damar duvarındaki yetersizlikler (Doğumsal)
Damar duvarındaki Arteriosklerotik veya hipertansif değişiklikler.
Travmatik (darp veya kaza sonucu kafa yaralanmaları)
Enfeksiyona bağlı
Risk Faktörleri:
Hipertansiyon
Sigara kullanımı
Oral Kontraseptifler (Doğum kontrol ilaçları)
Alkol (Şüpheli)
Kokain
Beyinde oluştuğu yerler nereleridir ?
Beyini besleyen damarlar, beyin tabanında birleşerek Willis Poligonu adı verilen damar ağını meydana getirirler. Anevrizmalar genellikle bu willis poligonunda oluşur.
Anevrizması olan insanların büyük bir bölümünün hiçbir şikayeti yoktur. Ancak bazen migren tarzında ya da spesifik olmayan baş ağrıları olabilir. Ayrıca anevrizmanın büyük olduğu durumlarda kitle etkisi nedeniyle beyinde komşuluk yaptığı sinirlerle ilgili belirtiler görülebilir. Koku ve görme duyularındaki bozulmalar gibi…
Nasıl ortaya çıkar ?
Genel amaçlı yapılan tomografi veya MR tetkikinde tesadüfen
Kafa sinirlerine ait belirti vererek. Örneğin görme sinirine ait felçler.
Kanama sonucu: Kanama da sızıntı şeklinde beyin zarları arasına (subaraknoid kanama) veya beyin dokusu içerisine olmak üzere iki türlü olabilir.

 

 

 

ANEVRZİMAL KEMİK KİSTİ

Anevrizmal kemik kisti, kan ile dolu kistik yapıdır ve kemikte genişleme, kemik korteksinde incelmeye yol açan iyi huylu kemik tümörü olarak bilinir.
Anevrizmal kemik kisti hangi yaşlarda gözlenir?
Anevrizmal kemik kisti en sık (%70) 10-20 yaş arasında görülür. Sıklıkla tibia, femur, pelvis, vertebra, humerusda oluşur.
Anevrizmal kemik kistinin nedenleri nelerdir?
Oluş mekanizması tam bilinmemekle beraber arter- ven damar malformasyonları yada venlerdeki emboli sonucu oluştuğu ve kist içinde kan toplanması ve buna kemikte yıkımının eşlik etmesi durumunun söz konusu olduğu bilinmektedir.
Anevrizmal kemik kistinin belirtileri nelerdir?
Anevrizmal kemik kistinin bulguları; ağrı, deformite, ilgili bölgede şişlik, ısı artışı ve eğer patolojik kırık oluştu ise kırık bulgularıdır.
Anevrizmal kemik kistinin tedavisi
Anevrizmal kemik kistinde cerrahi tedavi, kistin çıkarılması şeklinde yapılır. Kullanılan yöntemler; küretaj+greftleme, eksizyon, eksizyon + kemik çimentosu uygulaması, en-blok eksizyon şeklinde olabilir.

 

 

 

ANİ BEBEK ÖLÜMÜ SENDROMU

Görünürde veya gerçekten iyi durumda olan bir bebeğin beklenmedik ve açıklanamayan ölümü. Ani bebek ölümü sendromu, yaşları iki hafta ila 12 ay arasında değişen çocuklarda en sık görülen ve bu yaş grubundaki bütün ölümlerin üçte birinden sorumlu olan ölüm nedenidir. Bu sendrom dünyanın her yerinde görülür ve her yıl görülen vaka sayısı nisbeten sabittir. Çocuklardaki bütün ölüm nedenleri arasında kazalardan sonra ikinci sırada yer alır. ABD’de her yıl 8.000-10.000 bebek, bu sendromdan ölmektedir. Bu da canlı doğan her 400-500 bebekten birinin ani bebek ölümü sendromu nedeniyle kaybedilmekte olduğunu gösterir. Sendrom daha çok, üçüncü – dördüncü aylarda görülür; prematürelerde ve yoksul ailelerin çocuklarında daha sık karşımıza çıkar. Yine bu sendrom erkek çocuklarda ve yaz aylarından çok kış aylarında görülmektedir. Ani bebek ölümü sendromu nedeniyle ölen hemen bütün bebekler, uykudayken ölmektedir.
Nedenleri:
Ani Bebek Ölümü Sendromu için bir çok teori geliştirilmiştir.
Prenatal ve / veya perinatal beyin yaralanmasına bağlı ince, karmaşık gelişme anomalileri bu olaya
neden olabilir.
Solunumun kontrolünde anomaliler
Üst solunum yollarında tıkanma
Bronkospazm
Merkezi ve Periferik Sinir Sistemi anomalileri
Kardiak Aritmiler
Bir kaç faktörün bir arada olması ve basit bir enfeksiyon ya da çevre değişikliğinin ani Bebek Ölümü Sendromunu tetiklemesi.
Risk Faktörleri
Ani Bebek Ölümü Sendromu ölümlerinin çoğu “düşük risk” li grupta incelenen bebeklerden olur. Ani Bebek Ölümü Sendromu için risk unsurları:
Irk: Amerikalı, Afrika kökenli. Amerikalılarda daha sık
Mevsim: Kış aylarında
Günün saati: çoğu kez gece yarısı ile sabah 6 arası.
Aktivite: Uyurken
Doğum: Düşük doğum tartısı, intrauterin gelişme geriliği
Anneye ait faktörler: Genç anneler, annenin gebelik esnasında sigara veya kokain
opiyum gibi ilaçlar kullanması, maternal anemi, çok sayıda doğum yapma.
Uyku: Yüzüstü uyuma
Meme emzirme olmaması
Doğumdan sonra sigara dumanlı bölgede yaşama
Patalojik Bulgular
Postmortem tetkikte karakteristik bulgular
Boğazdan köpüklü sekresyon. Bazen burun delikleri ve ağızdan kanlı sekresyon
Akciğer , kalp ve timus yüzeyinde peteşi
Akciğerde konjesyon ve ödem
Beyinde artmış glioz, periadrenal kahverengi yağ da artma, karaciğerde
hematopoezis gibi hipoksi markerlarına her hastada rastlanır.
Bakım ve Önlemler
Ani Bebek Ölümü Sendromu birden oluştuğu ve nedeni bilinmediği için tedavi edilemez.
Ancak, Ani Bebek Ölümü Sendromu oluşmasını önlemek için bazı önlemler geçerlidir:
Annenin gebelik esnasında sigara ve ilaç kullanımını durdurmak.
Çocuğa meme verilmelidir.
Çocuk yüzükoyun yatmamalı ve çok sıkı giydirilmemelidir.
Çocuk sigara içilmiş ortamda bulunmamalıdır.
Avrupa, Avustralya ve Yeni Zelanda da yapılan araştırmalar çocukları sırtüstü yatırma sonucu insidansın aşikar biçimde azaldığını göstermiştir.Birçok ülkede bu konuda kuruluşlar gelişmekte ve ebeveyni bilinçlendirmektedir. Bebeklerin sırtüstü veya yan yatırılması ısrarla tavsiye edilmektedir.
Kustuğunu aspire etmesi tehlikesine karşı bebeği yan yatırmak belki en iyisi olmaktadır.
Tedavi…
Daha önce çocuğunu Ani Bebek Ölümü Sendromu ile kaybeden ailelerin daha sonraki doğumlarında bebeği bir süre kardiyopulmoner kontrol altında tutmaları önerilebilir.

 

 

 

ANJİNA

Kalp kasının iskemik durumda kalmasına bağlı olarak gelişen ve kendisini; tipik olarak yorulmayla gelen , dinlenildiğinde veya dil altında nitrogliserin tabletleri eritildiğinde geçen prekordiyal bölgedeki rahatsızlık veya baskı hisleriyle belli eden klinik bir sendromdur.
Açıklama
Klasik Anjina : Prekordial bölgede genellikle stress ve eforla artan, istirahat ile geçen karakterde ağırlık ve baskı hissi olur.
Anjina Eşdeğeri : Dispne, yorgunluk, bulantı, terleme veya çene gibi atipik lokalizasyonlu ağrı myokard iskemisine bağlı olarak ortaya çıkar ve prekordiyal baskı içermez.
Varyant Anjina = Prinzmetal Anjina : İstirahatte ve tipik olarak egzersiz sonrası ya da gece gelen anjina paterni şeklindedir. Prinzmetal anjina koroner arter spazmına bağlı olarak ortaya çıkar ve semptomlar sırasında ortaya çıkan , genellikle ST segment elevasyonu gibi Elektrokardiyografi (EKG ) değişiklikleriyle beraberdir.
Anstabil Anjina : Yeni ortaya çıkan ağrı veya mevcut ağrının sıklık veya şiddetinde artma veya her ikisi birarada olarak karakter değiştirmesi şeklinde tanımlanır. Anstabil anjina; hastalarda belli oranda miyokard infarktüsü gelişmesine gidişin göstergesidir.
Etkilediği sistemler ?
Kalp ve Damar Sistemi
Risk ve faktörler ?
Hiperkolesterolemi
Aile Hikayesi
Hipertansiyon
Tütün Kullanımı
Alkol Alınımı
Erkek Cinsiyet
Obezite
Diabetes Mellitus
Ayırıcı tanılar nelerdir ?
Perikardit
Aort Diseksiyonu
Mitral Valv Prolapsusu
Pulmoner Emboli
Pulmoner Hipertansiyon
Pnömotoraks
Plörit
Özofajit
Peptik Ülser
Gastrit
Kolesistit
Kostokondrit
Radikülopati
Omuz Artropatisi
Psikolojik Faktörler
Bakım ve önlemler nelerdir ?
Hastaların semptomları medikal tedavi ile kontrol altına alınmaya çalışılır. Semptomlar Anstabil ise hastaneye yatırılması şarttır.
Tedavide amaç myokardın oksijen ihtiyacının azaltılması veya sunulan oksijenin arttırılmasıdır.
Hastanın myokardiyal fonksiyonlarında ciddi risklere sebep olacak durumların ortaya konması amacıyla non-invaziv testler yapılır.
Sigaranın bırakılması
Doktorun uygun gördüğü egzersiz programı
Kafein alımının azaltılması
Stresin azaltılması
Doktor muayenesinden sonra tolere edebileceği kadar aktif olabilir.
Düşük yağ, düşük kolesterollü diyet, Şişman ise zayıflatıcı diyet verilir.
Tütünün kesilmesi, düşük kolesterol ve düşük yağlı diyet, düzenli aerobik egzersiz programı mutlaka yapılmalıdır.
Antilipidemikler gözönünde bulundurulmalıdır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Aspirin ; 160 mg/gün tek doz, koroner arter hastalığı olan ve coumadin kullanımı gibi medikal olarak kontrendikasyonu olmayan tüm hastalara verilmelidir.
Beta Blokerler ; Metoprolol 25-150 mg, günde iki kez ve Atenolol 25 -100 mg günde tek doz veya Propranolol 30-120 mg günde iki-üç doz.
Beta blokerler kalp hızını azaltarak ve oksijen tüketimini azaltarak etkili olur ve anjinayı azaltırlar. Klinik cevaba göre doz ayarlanır. İstirahat kalp hızı dakikada 55-60 vuru olacak şekilde ayarlanır. Yan etkileri sıktır ve yorgunluk, impotans, periferik vasküler hastalık ve obstrüktif akciğer hastalığında alevlenme, depresyon ve uyku bozukluğunu içerir.

Nitratlar ; İsosorbit dinitrat 10-60 mg günde 3 kez. Etkisini kalbin ön-yükünü azaltarak ve koroner damarları genişleterek gösterir. Hızla taşiflaksi oluşur, doz ayarlaması günde 3 kezi aşmamalıdır, akşam ve sabah dozları arasında 10 saatlik aralık olmalıdır. Yan etkileri içinde sıklıkla geçici olan baş ağrısı ve özellikle volüm eksikliği olan hastalarda hipotansiyonu içerir. Nitrogliserin ; 40 mcg sublingual, akut anjina atağı tedavisinde en çok etkilidir. Doz 10-15 dakika lık aralarla tekrarlanabilir; eğer hastada düzelme olmazsa acil tıbbi yardım alması sağlanır.

Kalsiyum Antagonistleri ; Uzun etkili formlardan Verapamil 160- 480 mg, Diltiazem 90-260 mg veya Nifedipin 30 -120 mg günde tek doz olarak verilebilir. Her ilacın kendine özgü yan etkisi vardır Verapamil konstipasyon, nifedipin periferik ödem yapar. Kalsiyum antagonistlerinden hiçbiri ventrikül fonksiyonu bozuk (sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu <% 40) olanlara verilmemelidir

Heparin- Anstabil anjina tanısı konan hastalara intravenöz olarak başlanmalı ve doz PTT normalin 1,5 katına çıkarılacak şekilde ayarlanmalıdır.
Beta blokerler ve kalsiyum antagonistlerinin kombine edilmesi semptomatik kalp bloğu yapabilir. Bununla beraber bu ilaç gruplarından herbiri yalnız başına kullanıldıkları durumda da bu yan etkiye neden olabilirler. Beta blokerler ve kalsiyum kanal blokerleri; ventrikül fonksiyonu orta derecede bozuk olan hastalarda dikkatli şekilde kullanılmalıdır.

 

 

 

ANKİLOZAN SPONDİLİT

AS ağrılı, ilerleyici bir romatizmal hastalıktır. Temelde omurgayı etkilemekle beraber, diğer eklemleri, kiriş ve bağları da etkileyebilir. Bazen göz, akciğer, barsak ve kalp tutuluşu da görülebilir.
Nedeni nedir ?
Tam olarak bilmiyoruz. Araştırmalar, AS hastalarının %96’sında benzer genetik hücre işaretleyicileri (HLA-B27)’nin bulunduğunu göstermiştir. Olasılıkla, normalde zararsız olan bazı mikroorganizmalar, HLA-B27 ile ilişkiye girmektedir. Bazı barsak ya da idrar yolları hastalıkları AS’in ortaya çıkmasını tetiklemektedir. Bazen, belirtiler yatak istirahati (sözgelimi trafik kazasını izleyen istirahat) döneminden sonra da ortaya çıkabilir.

Reiter sendromu olarak bilinen hastalık da AS’e yol açabilir. Reiter sendromunda gözde yangısal tutuluş (irit, üveit, konjunktivit), dış idrar yolu yangısı (üretrit) ve büyük eklemlerde daha sık olmak üzere eklem tutuluşları görülür.
Hastalık sırasında neler meydana gelir ?
AS’de ilk tutulan bölge sıklıkla leğen kemikleridir. Buna farklı zamanlarda bel, göğüs kafesi ve boyun bölgeleri tutuluşları eklenir. Bu bölgelerde, kiriş ve bağların kemiğe yapıştıkları yerde ortaya çıkan yangı temel bozukluktur. Bu yapışma yerlerinde aşınmalar meydana gelir. Yangı yatışırken, iyileşme sürecinde yeni kemik oluşumları ortaya çıkar. Kiriş ya da bağlardaki elastik dokuların yerine kemik dokusunun geçmesiyle, harekette azalma olur. Yangısal olayın tekrarlamaları sonucunda kemik oluşumları artar ve omurga kemikleri kaynaşarak bütün bir hal alırlar ve bu da hareketlerin kısıtlanmasıyla sonuçlanır. Hastalığın başlangıç dönemlerindeki hareket kısıtlılığının nedeni, ağrı ve kas kasılmalarıdır ve bu dönemde ilaç kullanımı ile düzelir. Ancak, ileri dönemdeki kemiklerdeki birleşmeden sonra ortaya çıkan hareket kısıtlılığı geriye dönmez. Bunun engellenebilmesi ya da yavaşlatılabilmesi için, egzersizlerin düzenli olarak yapılması şarttır.
AS ile spondiloz (kireçlenme) aynı şeyler midir ?
Hayır. Bu ikisi birbirinden tamamen farklı hastalıklardır. Spondiloz, omurganın aşınmasıyla ilişkili bir hastalıktır ve sıklıkla yaşlı kişilerde görülür. AS ise, yeni kemik oluşumları ve kemiklerin kaynaşmasıyla birlikte giden, daha çok genç yaşlarda başlayan, yangısal bir hastalıktır.
AS yaygın bir hastalık mıdır ?
İngiltere’de 200 erkekte 1 ve 500 kadında 1 sıklığında görülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaklaşık 1000’de 1 olarak bildirilmektedir.
AS kimlerde görülür ?
Erkekler, kadınlar ve çocuklarda görülebilir. Erkeklerde, kadınlardan yaklaşık 3 kat daha fazla görülmektedir. Tüm yaşlarda başlayabilir. Genellikle 20’li yaşlarda (ortalama olarak 24-26 yaşında) başlamaktadır. Ancak, belirtiler daha ileri yaşlarda ortaya çıkabilir. 40 yaşından sonra başlangıç nadirdir.
Erkek, çocuk ve kadınlarda AS farklı mıdır ?
Evet. Aralarında bazı küçük farklılıklar vardır.

Erkekler : Leğen kemikleri ve omurga sıklıkla tutulur. Göğüs kafesi, kalça, omuz ve ayak eklemleri de tutulabilir.

Kadınlar : Genellikle kabul edilen görüş, AS’in kadınlarda çoğu kez erkeklerden daha hafif seyrettiğidir. Hastalık belirtilerinin ortaya çıkmasıyla, tanı konulması arasında geçen süre, kadınlarda (5 yıl) erkeklerdekinden (3 yıl) daha uzundur. Omurga tutuluşu genellikle erkeklerden daha az şiddetlidir. Leğen kemiği, kalça, el ve ayak bileği eklemleri daha sık tutulur. AS, doğurganlık yeteneği, gebelik ve doğumda herhangi bir sorun yaratmaz.

Çocuklar : 11 yaşının altındaki çocuklarda AS belirtileri görülmesi nadirdir. Tipik olarak diz, ayak ve ayak bileği, kalça eklemleri tutulur. Nadiren bel ağrısı olur. Gençlerde kalça tutuluşu şiddetli seyredebilir ve bu hastalarda yetişkin yaşlara varıldığında kalça protezi gerekebilir.
AS in belirtileri nelerdir ?
Tipik belirtileri şunlardır :

Haftalar ya da aylar içinde yavaş yavaş artan bel ağrısı ve sertlik.
Gün içinde hareket etmekle ya da egzersizle azalan sabah sertliği ve ağrısı. Egzersizlerden sonra daha iyi, istirahatten sonra daha kötü hissedilmesi (mekanik karakterli bel ağrılarının tersine – sözgelimi bel fıtığı-).
3 aydan uzun süredir belirtilerin varlığı.
Özellikle erken dönemlerde, kilo kaybı.
Yorgunluk.
Ateş ve gece terlemesi.

Tipik belirtiler bunlar olmasına karşın, bazen farklı şekillerde başlangıç görülebilir. Belde belirgin bir ağrı olmaksızın, kaba etlerde bazen bir tarafta, bazen diğer tarafta değişici şekilde ağrı ile başlaması da sıktır. Bu ağrı bele, uyluğa yayılım gösterebilir. Bazen de yalnızca topuk ağrısı, göğüs ağrısı ile başlayabilir.
AS öteki eklemleri etkiler mi ?
Evet. AS bazen, kalça, diz, ayak bilekleri ve omuzda ağrı, şişlik ve hareket kısıtlılığına neden olabilir. Topuklarda ağrı görülebilir. Az sayıda hasta çene eklemi de etkilenebilir.
AS öteki organları etkiler mi?
Evet. Bazen göz, kalp, akciğerler ve böbrekleri etkileyebilir. Bunlar yaşamsal sorunlar yaratacak etkiler değildir ve daha kolay tedavi edilebilirler.
AS gözü nasıl etkiler ?
AS gözün bazı bölümlerinde yansısal olaya neden olabilir. Bu durumda genellikle ilk belirti, görmede hafif bulanıklaşmadır. Ama, kızarık bir gözle birlikte keskin bir acı da temel belirti olabilir. Kalıcı hasar oluşmaması için hemen tedavi edilmelidir. Bu durumda bir göz doktorundan yardım almak ve ona AS hastası olduğunuzu belirtmek yerinde olacaktır. Göz doktorunun vereceği göz damlaları yangıyı kısa sürede azaltacaktır. Yangı dirençli ise, bu damlaları uzun süre kullanmak gerekli olabilir.
AS kalbi nasıl etkiler ?
AS’de bazen kalp hafif derecede etkilenebilir. Hastaların çoğunda o kadar hafiftir ki, ortaya çıkarmak zordur. Kalp kapakları ve ileti sisteminde bozukluk ortaya çıkabilir. Ancak, bunlar genellikle hastalarda herhangi bir sorun yaratmaz.
AS akciğerleri nasıl etkiler ?
Göğüs kafesi eklemleri ve kaslarını etkileyerek, özellikle soluk alıp verme, öksürme, aksırma, esneme, ıkınma sırasında ağrıya neden olabilir. Akciğerlerin tamamen havalanmasında bozulmaya yolaçar. Bazan akciğerlerin iç yapısında da tutuluşa neden olabilir. Bu nedenlerle, AS’te solunum egzersizleri çok önem taşır.AS’in geç dönemlerinde göğüs duvarı tamemen hareketsiz hale gelebilir ve akciğerlere hava giriş çıkışı etkilenebilir. Bunun anlamı, solunumun durması demek değildir. soluk alıp verirken, diyafram kası sürekli çalışır ve karnınız hareket eder. Aşırı yemek ve kalın giyinmek solunum için gereken çabayı arttıracağından, bunlardan kaçınmanız sizi daha rahat ettirecektir. Sigara içmemek çok önemlidir. Sigara içilmesi solunumu zorlaştıracağı gibi, ciddi göğüs hastalıklarına da neden olabilir.
AS böbrekleri nasıl etkiler ?
Az sayıdaki, ileri AS’li bazı hastalarda böbreklerde amiloid adı verilen bir proteinin birikmesi sonucunda böbrek yetmezliği ortaya çıkabilir. Steroid yapıda olmayan yangı giderici ilaçlar da uzun süreli kullanımda bazı böbrek sorunlarına yol açabilir.
Başka etkileri var mıdır ?
Kilo kaybı, hafif ateş, yorgunluk, kansızlık ve bazen depresyon görülebilir. İyi beslenmeli ve istirahat etmelisiniz. Kansızlık için gerekirse doktorunuz size uygun ilaçları verecektir.

AS’li hastalarda görülebilen önemli bir sorun da osteoporoz’dur. Osteoporoz, kemiklerin yoğunluğunun azalması ve daha gözenekli hale gelmesiyle karakterli bir hastalıktır. En önemli sonuçları ise, omurlar ve kalça başta olmak üzere kolay kemik kırıklarının ortaya çıkmasıdır. Tanı için bazı laboratuvar incelemeleri ve kemik yoğunluğu ölçümü gereklidir. Tedavide, hekiminizin uygun göreceği ilaçlar ve düzenli yapacağinız egzersizler yararlı olacaktır.
AS herkesi aynı şekilde mi etkiler ?
Hayır. AS çok değişken bir hastalıktır. Birbirinin aynı olan iki AS olgusu yoktur. Bazı hastaların neredeyse hiç yakınması yokken, bazılarının çok önemli derecede yakınmaları olabilir.

Buna karşın, açıkça bilinmelidir ki egzersiz yapan hastaların durumu, egzersiz yapmayanlardan çok daha iyidir.
Ameliyat şart mı ?
Büyük olasılıkla hayır. Bu hastalığın tedavisinde cerrahi girişimler pek az yer tutar. AS’li hastaların yaklaşık %6’sı kalça protezine gereksinim duyar. Bu protez sayesinde hastanın eski hareketliliğine kavuşması önemli ölçüde başarıyla sağlanır ve hasarlı eklemden kaynaklanan ağrı ortadan kalkar. Omurgalarında aşırı kamburluk ortaya çıkan pek az sayıdaki hastada, bu durumun düzeltilmesi için cerrahi girişim uygulanması gerekebilir.
Hangi ilaçlar kullanılmalıdır ?
AS tedavisinde temel amaç ağrının azaltılması, vücut pozisyonunun ve eklem hareketliliğinin korunmasıdır. Hastalar ağrı nedeniyle bazı hareketlerden kaçınırlar. Hastalığın doğası gereği, istirahat ağrıyı daha da arttırır ve ayrıca eklem hareketliliğinin azalmasına, vücut pozisyonunun bozulmasına yol açar. AS’li hastaların %80’inden fazlası ağrı, sertlik ve yangıyı azaltmak amacıyla steroid olmayan yangı giderici ilaçlar kullanırlar. Geceleri yatarken kullanılan ilaç, gecenin iyi geçmesini, sabah daha rahat kalkmasını ve sertliğin azalmasını sağlar. Gerekirse, gündüzleri ek bir doz da kullanılabilir. Ancak, bazı hastalarda bu ilaçların başta mide-barsak sistemi olmak üzere bazı yan etkileriyle karşılaşılabilir. Bu hastalarda ise, mide koruyucu ilaçlardan yararlanılır ya da sadece parasetamol gibi basit ağrı kesici ilaçlar önerilir. Bazı hastalarda, steroid olmayan yangı giderici ilaçlar yeterli olmaz. Bu hastalarda, sulfasalazin (Salazopyrin) ya da metotreksat gibi ilaçların tedaviye eklenmesi gerekebilir.

Unutmayınız ! İlaç tedavisinin temel amacı, ağrınızı azaltarak, hareketliliğinizin devamını ve böylece çalışmanızı, egzersizlerinizi daha rahat yapmanızı ve vücut pozisyonunuzu korumanızı sağlamaktır.
Hastalık genetik midir ?
Hasta olan baba ya da annenin HLA-B27 genini çocuklarına iletme olasılığı %50’dir. Ancak, bu geni taşıyan herkeste AS ortaya çıkmaz.

Siz hastaysanız, çocuğunuzda AS gelişme olasılığı %10; eğer çocuğunuzda HLA-B27 geni varsa %20’dir. Hasta dede ya da nineden toruna AS hastalığının geçme olasılığı ise %5’tir.

Eğer çocuğunuzda erken AS bulguları gelişirse, bu konuda uzman bir doktora danışmanız yerinde olacaktır.
AS ile birlikte olan başka hastalıklar var mıdır?
Psoriazis (sedef) adı verilen hastalık AS ile birlikte olabilir. Psoriaziste vücut derisi ve saçlı deride pullanmalar vardır. Psoriazis bazen farklı şekillerdeki eklem tutuluşlarına da yol açabilir. Klamidya adlı bir bakterinin yol açtığı ve cinsel ilişkiyle bulaşan bir enfeksiyon hastalığı olan nonspesifik üretrit olarak bilinen hastalık bazen Reiter sendromuna yol açabilir. Ülseratif kolit ve Crohn hastalığı da AS ile ilişkilidir, ancak nedenleri bilinmemektedir. Bu iki hastalığın belirtileri kanlı ishal, ateş, kilo kaybı ve bazı hastalarda çevresel eklem tutuluşudur.
Kendimde AS olup olmadığından nasıl emin olabilirim ?
AS tanısı klinik bulgular eşliğinde, röntgen incelemelerinde karakteristik görünümlerin saptanmasıyla konur. Ancak, bazen başlangıçta röntgen bulguları henüz görülmeyebilir. Tanı koymada kan testleri pek yararlı değildir, ancak bu testler hastalığın aktivitesinin ve gidişini izlemede yararlıdır.
AS’in şifası var mıdır, tamamen iyileşir mi ?
Ne yazık ki hayır. Steroid olmayan yangı giderici ilaçlar ağrıyı azaltırlar, rahat bir uyku ve genel iyilik sağlarlar. Ancak, ilaç kullanmak tedavinin sadece bir bölümüdür. Uygun egzersizlerin yapılması AS tedavisinde çok önemli bir yer tutar. İlaçlar bu egzersizleri ağrısız olarak yapabilmenize yardımcı olur. Unutmayınız ! Tedavinin temeli egzersizlerdir.
Bu hastalık nasıl sonuçlanır, ne olurum ?
AS tüm hastalarda aynı gidişi izlemez. Hastadan hastaya farklılıklar gösterebilir. Genellikle, belirtiler yıllar boyunca gelir ve gider, çeşitli aralıklarla tekrarlar. Klasik olarak önce bel bölgesi sertleşir, sonra bu sertlik omurga boyunca yukarı doğru boyun bölgesine dek ilerler ve omurganız öne eğik bir şekilde hareketsiz kalır. Uygun tedavi edilmeyen bir hastada gelişecek klasik vücut pozisyonu, kalçalar ve dizlerde bükülme, omurgada (bel, sırt ve boyunda) hareketsizlik, sırtta kamburlaşma ve bombe bir karın şeklindedir. Bu kötü vücut pozisyonu, kötü görünüm yanısıra, günlük yaşamınızda birçok sorunla karşılaşmanıza neden olur. Eğer vücut pozisyonunuza özen gösterir, egzersizlerinizi düzenli olarak yapar ve önerilere uyarsanız ciddi sorunların önüne geçebilirsiniz.

 

 

 

ANNE SÜTÜNÜN AZLIĞI

Bebekler için en değerli ve en besleyici besin şüphesiz ki anne sütüdür. Yenidoğan bebekler için tek ve en önemli besin kaynağı olan anne sütü, bebeklerin gelişimi açısından büyük önem taşır. Bebeğinizin ilk 6 ay yalnızca anne sütü ile beslenmesi anne ve bebek arasındaki bağın güçlenmesini sağlarken aynı zamanda bebeğin gelişimine önemli oranda katkı sağlar.
İlk 6 ay yalnızca anne sütü ile beslenen bebeklerin bağışıklık sistemlerinin daha güçlü olduğu gözlemlenirken birçok hastalığa karşı etkili koruma ve direnç sağladığı belirtilmektedir. Bu nedenle ilk 6 aydan sonra 2 yaşına kadarki dönemde ek gıda takviyesiyle birlikte anne sütüne devam edilmesi gerektiği belirtilmektedir. Ancak ek gıdaya geçiş sürecinde doktorunuz ile sürekli olarak irtibatta olmanız ve doktorunuzun tavsiyeleri doğrultusunda ek gıdaya geçmeniz oldukça önemlidir.
Bebeğin ağlaması ve sütü dışarı çıkarması gibi durumlar sonucunda bebeklerinin yeterince beslenemediği düşüncesine varan anneler, çözümü ek gıdaya geçişte aramaktadır. Annelerin ortak kaygılarından biri olan “bebeğim yeterince beslenmiyor mu?” endişesi annenin bebeğine karşı hissettiği koruma içgüdüsünden kaynaklansa da unutmayınız ki herhangi bir sağlık sorunu olmadıkça her annenin sütü bebeğine yeter.
Emzirme döneminde doktorunuzun tavsiyeleri doğrultusunda sağlıklı ve düzenli beslenerek sütünüzün miktarını arttırabileceğiniz gibi kalitesini de yükseltebilirsiniz. Doğru ve sağlıklı beslenmeniz durumunda herhangi bir sağlık sorunu söz konusu değilse süt miktarı konusunda endişeye kapılmasınız yersiz olacaktır.
ANNE SÜTÜ NEDEN AZ GELİR?
Anne sütü salgılanması annenin ruh haliyle doğru orantılıdır. Özellikle ilk haftalarda düzensiz olan anne sütü, annenin ruh haline göre artış veya azalış gösterebilir. Emzirme dönemindeyorgunluk, stres ve üzüntü gibi faktörler anne sütünün azalmasına neden olabilir. Bu nedenle emzirme döneminde annenin moralinin yüksek olması süt miktarı açısından oldukça önemlidir.
Anne sütünün miktarını etkileyen bir diğer önemli unsur ise düzenli emzirmedir. Unutmayınız ki siz emzirdikçe süt salgılama işlemi devam edecektir. Bu nedenle bebeğinizi düzenli olarak emzirmeniz önerilmektedir. Ancak emzirme sırasında her iki göğüsten de emzirilmelidir. Böylece her iki göğüste süt salgısı devam edecektir.
Emzirme döneminde sabırlı ve kararlı davranmanız gerek emzirme sürecini gerekse süt miktarını etkileyen başlıca unsurlardandır. Bu nedenle bebeğinizi memeyle beslemeli vebiberon kullanımından kaçınmalısınız. Aksi takdirde biberon kullanımı bebeğiniz için daha kolay olacağından daha sonrasında meme emmeyi reddederek süt salgınızın kesilmesine neden olabilir.
Emziren annelerin en çok sorduğu sorulardan biri de göğüs büyüklüğü ile süt miktarının bir alakası olup olmadığıdır. Küçük göğüslü annelerin sütü çok olabileceği gibi büyük göğüslü annelerin sütü daha az olabilir. Bu nedenle süt miktarının göğüs ebatıyla herhangi bir bağlantısının olmadığını söyeleyebiliriz. Süt miktarında önemli olan iki unsur; annenin sağlıklı beslenmesi ve düzenli emzirmesidir.
Emzirme sonrasında süt bezlerinin yeterince boşalmaması süt salgısını etkileyen faktörlerden bir diğeridir. Süt bezlerinin tamamen boşalması durumunda süt üretimi hızlanarak süt üretiminin artması sağlanır. Göğüslerin yeterince boşalmaması ve bu durumun sürekli olarak devam etmesi süt üretiminin azalmasına neden olur.
Süt üretimini etkiyen unsurlardan bir diğeri ise annenin hormonlarıdır. Tıpkı üzüntülü ve stresli ruh halinin gibi regl döneminde de süt üretiminde azalış gözlemlenebilir. Ancak bu durum regl döneminin sona ermesiyle birlikte normale döner.
ANNE SÜTÜNÜN YETERSİZ OLDUĞU NASIL ANLAŞILIR?
• Bebeğinizin katı dışkılamasının sayısı az, koyu renk ve kıvamda olması sütünüz yetersiz olduğunu ifade eder. Ancak bebeğiniz günde 5 defa katı dışkı yapıyor ve hardal renginde oluyorsa sütünüz yeterli demektir.
• Anne sütünün yeterli olması durumunda bebek günde 8-10 defa altını ıslatırken; sütün yetersiz olduğu durumda ise bu sayı daha azdır.
• Anne sütünün yeterli olup olmadığını ifade eden bir diğer durum ise idrar rengidir. İdrar rengi açık sarı veya renksiz ise anne sütü yeterli demektir.
• Anne sütü yetersiz ise bebeğin kilo oranı normale göre daha düşük olur.
• Bebeğinizin sürekli olarak meme araması ve emme isteği açlık göstergesi olarak kabul edilebilir.
ANNE SÜTÜNÜN ARTMASI İÇİN NE YAPILMALI?
• Bebeğiniz her istediğinde emzirin.
• Sağlıklı ve düzenli beslenin.
• Her gün en 2,5 litre su içmeye özen gösterin.
• Geceleri mutlaka emzirin.
• Bol bol dinlenin.
• Göğsünüzün boşalmasına özen gösterin ve her iki göğsünüzden emzirin.
• Günde iki bardak süt için.
• Bebeğinizi ilk aylarda toplamda 10 kez emzirin.
• Her emzirme süresi 15-25 arasında olmalıdır.
• Doğum kontrol hapı ve süt arttırıcı ilaç kullanımdan kaçının.
• Çalışan anneler süt pompası yardımıyla sütlerini sağarak süt üretiminin devamını sağlayabilirler.

 

 

 

 

ANÜS KAŞINTISI

Makatta kaşıntı olmasına, tıp dilinde pruritis ani denmektedir. Erkeklerde daha sık görülür. Genel vücut hijyeni bozukluğu, sert tuvalet kağıdı kullanma, şeker hastalığı, karaciğer hastalıkları, lösemi, guatr, alkol tüketimi, bazı gıdalar (baharat, süt, limon, portakal, acı vb), makatta çatlak ya da minik yırtıklar, hemoroid (basur), depresyon, sedef, egzama gibi deri rahatsızlıkları, mantar veya bakteri iltihapları, kullanılan bazı ilaçlar (kabızlık ilacı olan laksatifler), kıl kurdu gibi parazitler, iltihaplar, kullanılan sabun ve deterjanlar anüs kaşıntısına neden olur. Sıcak hava, kalın ve sentetik kumaşlı giysiler, kilolu olmak kaşıntıyı artırır.
Bulgu Belirti Ve Yakınmalar
Kaşıntı daha çok geceleri ortaya çıkar. Kaşıntı ile beraber yanma hissi de olabilir. Anal bölge muayenesinde kızarıklık, deride ıslaklık, kaşınmaya bağlı deride kalınlaşma, küçük çatlaklar, varsa basur memesi, egzama bulguları görülebilir.
Tıbbi Tedavi
Genel hijyen kurallarına uyulması önceliktir. Tedavi, altta yatan hastalığa yöneliktir. Anal bölge temizliği su ile yapılır. Kaşıntıya neden olan gıdalardan uzak durulur. Anüs kaşıntısı başka bir hastalığın belirtisi olarak oluşmamışsa kortizonlu kremler kullanılır. Dışkıda parazit saptanırsa ona yönelik tıbbi tedavi yapılır. Tıbbi tedaviye dirençli atopik dermatite bağlı anal kaşıntıda takrolimus içeren krem yarar sağlayabilir.
Diyet Değişiklikleri
İshal varsa kahve ve kola gibi ishali artırabilecek içeceklerden uzak durulmalıdır. Dışkı yumuşatıcı laksatif ilaçlar aşırı kullanılmamalıdır.Soda, çikolata, domates ve C vitamininden zengin gıdalardan 2 hafta kaçınılmalıdır. Baharat tüketimi azaltılmalıdır. Likör, bira gibi alkollü içeceklerden uzak durulmalıdır.Bağırsak hareketleri düzenli olmalıdır. Kabızlık ve ishal yakınmalarının olması bir sorundur. Bol su içilmesi, ılımlı egzersiz yapılması ve lifli gıdaların tüketilmesi yararlıdır.İki tatlı kaşığı elma sirkesinin bir bardak suya konarak günde bir defa tüketilmesi vücudun alkalileşmesine yardımcı olur, antimiktobiyal özelliği ile de ek katkı sağlar.
Yaşam Tarzı Değişiklikleri
Makat bölgesi nazikçe temizlenmelidir. Dışkılama sonrası bu bölge yıkanmalıdır. Sabun kullanılmamalı ve ovalanmamalıdır. Onun yerine organik sertifikalı alkolsüz ıslak mendillerle, ıslatılmış tuvalet kağıdı, havlu veya saç kurutma makinesi ile kurutulmalıdır. Makat bölgesi nazikçe kuru tutulmalıdır.Makat bölgesi sert kaşınmamalıdır, tırnaklar bu bölgede hasara ve iltihabın yerleşmesine neden olabilir. Çok aşırı kaşıntı isteği varsa bu bölgeye soğuk uygulanması (kuru peçeteye sarılmış buz kalıbı gibi) veya ılık suyla alınacak bir duş rahatlatabilir. Tırnaklar kısa kesilmelidir.İç çamaşırı pamuklu ve biraz bol olmalıdır. Külotlu çorap veya tayt gibi sıkı kıyafetler nemliliği artıracağı için giyilmemelidir.Köpük bantosu ve bu bölgeye deodorant uygulaması gibi tahriş edici durumlardan kaçınılmalıdır.Gece farkında olmadan yapılacak kaşınmaya karşı tahrişi azaltmak için ellere çorap veya eldiven giyilmelidir.Stres, bağırsak hareketlerini bozarak makatta çatlaklara neden olabilir. Bu nedenle stres varsa mücadele edilmelidir.
Önerilen Besin Takviyeleri
Kapsaisin: Kapsaisin içeren kremler veya losyonlar nöropatik ağrı veya kaşıntıda diğer tedavilere yanıt elde edilmediğinde yan etki riski düşük yararlı bir seçenektir. Kapsaisin içeren preparat sabah ve akşam makat bölgesine az miktarda sürülebilir.
Bir parça aloe vera jelinin içine 3 damla çay ağacı yağı karıştırılır ve sabah akşam kaşıntılı makat bölgesine iyice yedirilerek sürülür.

 

 

 

AORT DARLIĞI

Kapak alanı normalde > 2,5 cm2 dir. Bu alanda 1/3 oranında daralma oluşursa belirgin kardiyak ve hemodinamik etkiler ortaya çıkar.
Sol ventrikülde basınç yüklenmesi -> konsantrik hipertrofi -> diastolik fonksiyonların bozulması -> enddiastolik dolum basıncının artması -> koroner yetmezlik -> sistolik yetmezlik.

Aort darlığında koroner yetmezliğin sebepleri:
1. Oksijen ihtiyacının artması (basınç yüklenmesi)
2. Koroner perfüzyonun azalması (aortada post stenotik basınç düşüklüğü ve enddiastolik ventrikül basıncı artışı)
3. Hipertrofiye olan kalbin oksijen difüzyon alanının artması.
Klinik bulgular nelerdir ?
Hafif aort stenozlu olgularda genellikle semptom izlenmez. Semptomlar ortaya çıktığında ise genellikle ciddi aort darlığı saptanır. Başlıca semptomlar aşağıda sıralanmıştır:

– Soluk görünüm, çabuk yorulma
– Düşük nabız basıncı ve kan basıncı amplitüdü (pulsus tardus et parvus)
– Göz kararması ve senkop
– Angina
– Efor dispnesi
– Aritmiler
– Ani ölüm
– Son dönemde sol kalp yetmezliği
Dinleme bulguları nelerdir ?
En iyi sağ ikinci interkostal aralıkta, parasternal bölgede duyulan ve karotislere yayılan, kreşendodekreşendo (baklava) şeklinde sistolik bir ejeksiyon üfürümü duyulur. Hafif stenozlarda sistolik ejeksiyon kliği ve klikten sonra başlayan ve kısa süren bir ejeksiyon üfürümü duyulurken ilerlemiş aort darlığında üfürüm geç sistolik devreye kadar yayılır. İleri aort darlığı olan olgularda birinci kalp sesi hafifler ve bazen duyulamayabilir. Ayrıca ileri aort stenozlu olgularda ikinci kalp sesinde solunumla paradoks çiftleşme duyulur.
Tedavi yolları nelerdir ?
A) Medikal tedavi:
– İnfektif endokardit profilaksisi – Kalp yetmezliği semptomları gelişmiş ve /veya sol ventrikül dilatasyonu ile birlikte ejeksiyon fraksiyonu azalması olan olgularda diüretik (dikkatle) ve digital preparatları
– Aritmisi olan olgularda antiaritmik tedavi, atriyal fibrilasyon gelişen olgularda kardiyoversiyon ve tekrarın önlenmesi için atriyal fibrilasyon profilaksisi (antiaritmiklerle)
– Hafif aort stenozlularda (sistolik aortik pik gradient < 40 mmHg) 2 yılda bir ekokardiyografik ve yılda 1 rutin muayene ile takip. Efor kısıtlamasına gerek yoktur.
– Ciddi aort darlığı olan asemptomatik olgularda sportif faaliyetler ve ağır bedensel aktiviteler kısıtlanmalı ve hastalara her 6 ile 12 ayda bir ekokardiyografik inceleme yapılmalı ve özellikle sol ventrikül fonksiyonlarındaki değişikliklere dikkat edilmelidir.
– Semptomatik olan 35 yaşın üzerindeki tüm erkek olgularda ve 45 yaşın üzerindeki tüm kadın olgularda koroner anjiyo endikasyonu vardır.
B) Cerrahi Tedavi:
– Aortik kapak alanı < 0,8 cm2 veya 0,5 cm2/m2 ve semptomatik olan tüm hastalarda valvuloplasti veya kapak replasmanı endikedir.
– Ciddi aort darlığı ile birlikte sol ventrikül fonksiyonlarında bozulma olan tüm olgularda semptom olsun veya olmasın operasyon endikasyonu vardır.
* Çocuklardaki ciddi aort darlığında semptom olsun olmasın operasyon endikasyonu olup valvotomi yapılan olgularda mortalite %2 civarındadır.
* Ameliyat yapılan olgularda prognozu etkileyen başlıca faktörler; yaş, sol ventrikül fonksiyonları, koroner arter hastalığının mevcudiyeti, beraberinde başka bir kapak hastalığının veya metabolik veya serebral problemin olmasıdır.
* Operasyon sonrası 10 yıllık hayatta kalma oranı yaklaşık %65’tir.

 

 

AORT KAPAK YETERSİZLİĞİ

Aort kapağın yeterince kapanamaması ve aort damarındaki kanın geriye kalbe doğru kaçması durumuna aort yetersizliği denir.

Kalbin sol karıncığın kasılarak aorta attığı kanın bir kısmı kalp gevşediğinde yeniden sol karıncığa döner. Sürekli geri kaçan ilave kan ile birlikte devamlı kanı ileri pompalamaya çalışan sol karıncıkta iş yükü zamanla giderek artar. Sol kalp büyür. Kalp yetersizliği gelişir.

Kanın aorttan kalbe geri kaçmasıyla düşen küçük tansiyon kalp damarlarının (koroner damarlar) dolaşımını olumsuz etkiler ve göğüs ağrısı oluşur. Eforla nefes darlığı, çarpıntı, çabuk yorulma ve göğüs ağrısı en sık görülen belirtilerdir. Bayılma nadirdir.

 

 

 

 

AORT KOARTASYONU

Aort koartasyonunda, aortanın mediasındaki bir kalınlaşma aortada darlığa yol açar. Bu darlığın yerine göre iki tipi vardır. Preductal (infantil) tipinde lezyon ductustan öncedir. Bu tip koartasyonda ductus hemen daima açıktır. Postductal (erişkin) tipindeyse darlık sol subclavian arterin ayrıldığı noktanın distalinde ve ductusun aortaya bağlandığı seviyededir. Postductal tip koartasyon, bütün aort koartasyonlarının yaklaşık %75’ini oluşturur.
Aort koartasyonlu olguların %46’sında aort kapağı bikuspittir. Ayrıca bu hastalarda sık görülen diğer anomalilerin başında arcus aortanın tübüler hipoplazisi, PDA ve VSD gelir.
Klinik bilgileri nelerdir ?
Hipertansiyona, sol kalp yetmezliğine ve alt ekstremite perfüzyon bozukluğuna bağlı semptomlar vardır. Bunlar:
Efor dispnesi
Başağrısı
Burun kanaması
Çabuk yorulma
Cladicatio
Fizik incelemede; sıcak elsoğuk ayak bulgusu saptanabilir. Karotid arterlerde belirgin ve sıçrayıcı nabız palpe edilirken, alt ekstremite nabızları zayıf ve gecikmelidir. Üst ve alt ekstremiteler arasında sistolik kan basıncı farkı 20 mmHg’ dan fazladır. Kol ve bacak arasındaki basınç farkı eforla artar. Dinamik sol ventrikül apeks vuruları palpe edilir. En iyi sırtta, interskapular alanda duyulan sistolik bir üfürüm vardır. Ayrıca göğüs ön duvarında kollateraller olabilir. Bu kollaterallere bağlı devamlı bir üfürüm duyulabilir.

EKG
Çocuklarda özellikle ilk 3 ay sağ veya biventriküler hipertrofi, sol prekordiyal derivasyonlarda T inversiyonu, büyüklerde sol ventrikül hipertrofisi (V-1’de derin S, V-5’te büyük R dalgası)

Röntgen
Semptomatik çocuklarda kardiyomegali, akciğer konjesyonu bulguları
Asemptomatik ve daha büyük çocuklarda kalp normal, normalin üst hudutunda veya normalden geniş olabilir.
Aortanın sol kenarında 3 konfigürasyonu, (3 bulgusunun üst yarısı genişlemiş sol subclavian artere, alt yarısı da post stenotik aort dilatasyonuna bağlıdır.)
Kostaların inferior yüzünde çentiklenme (özellikle 4.-8. kostalarda)

EKO
Ekokardiyografist için en iyi yaklaşım suprasternaldir. Stenozun yeri, gradienti, sol ventrikül fonksiyonları ve varsa birlikte olan diğer lezyonların tesbiti ve araştırması yapılır.
MRT/DSA (Dijital substaksiyon anjiyografisi): Stenozun görüntülenmesi
Tedavi yolları nelerdir ?
İnfektif endokardit profilaksisi
Varsa kalp yetmezliğinin tedavisi
Asemptomatik çocuklarda 4 yaşında operasyon (Ameliyat en geç okul döneminden önce yapılmalıdır)
Semptomatik olan bütün hastalarda derhal cerrahi tedavi
Operasyonda kısa stenozu olan olgularda darlık çıkarılarak uç uca anastomoz yapılır. Stenozun uzun olduğu olgularda ek plastik rekonstrüksiyon yapılır (Örneğin; sol subclavian arterden yararlanılabilir).
Cerrahi mortalite %1’den azdır. Kalp yetmezliği olanlarda ve bebeklerde mortalite daha fazladır. Assosiye anomalilere bağlı olarak cerrahi mortalite %25’e dek yükselebilmektedir.

 

 

 

APANDİSİT

Apandisit, körbağırsak üzerinde apandisiniltihaplanmasıdır. İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla tedavi edilir. Apandisitin belirtileri, karın ağrısı -kasıklarda ve bacağın vücutla birleştiği noktalarda- ve mide bulantısıdır.
Karnın sağ alt bölümünde apandis (apendiks) denen kalın bağırsağın uzantısı bulunur. Solucan şeklinde ve hareket kabiliyeti olan apandisin içinden herhangi bir besin geçmez. Uzunluğu çocuklarda biraz daha fazladır. Yaklaşık 9–10 cm uzunluğundadır fakat bundan daha az ya da daha fazla olabilir. Yerleştiği yer bazı kişilerde farklılık gösterebilir. (Situs inversus gibi) Bu durum apandis rahatsızlığı olanlarda tanı koymayı zorlaştırır.
Apendiksin (apandisin) çoğunlukla dışkı veya daha az bir ihtimalle safra taşı, tümör ya da bağırsak kurduyla tıkanması sonucu iltihaplanmasına apandisit denir. Apandisin vücuttaki fonksiyonu henüz bilinmemektedir. Sadece lenf dokusu bakımdan zengin bir yapıdır. Yine de apandisin iltihaplanması sonucu yırtılıp karın bölgesinde yayılmasıyla, ciddi problemler ortaya çıkar. Tedavi edilmediğinde tehlikeli bir hastalık olan apandisit, karın zarının iltihaplanmasına yol açabilir.
Kimlerde görülür? Görülme sıklığı ne kadardır?
Yapılan araştırmalara göre A.B.D’de ve diğer batı ülkelerindeki insanların yaklaşık %10’unun hayatının bir döneminde apandisite yakalandığını göstermiştir. Bu hastalığın ortaya çıkmadığı yaş yoktur. 2 yaşından küçük çocuklarda görülme ihtimali nadirdir. Bu yaştan sonra görülme sıklığı artar ve en çok genç yetişkinlerde, 20 yaşından sonra görülmeye başlar. Bu dönemden sonra en sık yaşlılık döneminde ortaya çıkar.
Erkekler, apandisite, kadınlara oranla daha fazla yakalanır. Bu oran 1.5/1′ dir. Fakat çocukluk döneminde, hem kızlarda hem de erkeklerde görülme ihtimali eşittir.
Nedenleri ve ortaya çıkışı
Apandis; içi boş, kanal şeklinde dar bir yapıdır. Burada birçok mikroorganizma yaşar. Bu mikroorganizmalar, bağırsakta da yaşayan mikroplardır. Apandisin içi, dışkı ya da safra taşı gibi nedenlerle tıkandığında, kalın bağırsakla bağlantısı zayıflar. Böylece mikroplar hastalık yapıcı özellik kazanırlar. Sonrasında burada iltihap oluşmaya başlar. Hem mikropların birikmesi, hem de iltihap oluşması apandiste basıncın artmasına yol açar ve çürüme başlar. En sonunda apandis patlar.
Apandisin tıkanmasının nedenlerinden biri de, aynı bademcikte olduğu gibi lenf dokularının şişmesidir. Fakat iltihaplı apandislerin çok az bir kısmında apandis kanalının tıkanmasının nedeni açıklanamamaktadır.
Belirtileri ve tipleri
İki tip apandisit vardır. Bunlardan birincisi akut apandisittir. Belirtileri şiddetli seyreder ve ameliyat olmayı gerektirir. Mukuslu, irinli ve kangrenli olmak üzere üç tipi vardır. Mukuslu apandisitte iltihap artmıştır ve apandis büyümüştür. En çok karşılaşılan tiptir. Tedavi edilmezse irinli apandisit oluşur. İrinli apandisit, apseye neden olur ve bağırsağın diğer bölümlerine yayılabilir. Ülserleşmesi sonucunda karın zarı iltihabı meydana gelir. Kangrenli akut apandisitte, kanın pıhtılaşması sonucu, apandise gelen kan miktarında azalma vardır. Sonuçta doku ölümü gerçekleşir ve apandis kopar. Yayılması sonucu daha ağır bir karın zarı iltihabı gerçekleşir.
Akut apandisitin en önemli belirtisi, karın ağrısıdır. Bu ağrı göbek çevresinde, yavaş yavaş artan bir şiddette karnın sağ alt tarafına yayılan künt tarzda bir ağrıdır. Yaklaşık 4-5 saat sürer ve bu süre içinde şiddeti azalır ya da artar. Bu ağrı, kasık bölgesinde, sırtta ya da genital bölgede hissedilebilir.
Ayrıca birçok olguda iştahsızlık, bulantı, kusma meydana gelebilir. Ateş hafif yükselmiştir. İshal ya da kabızlık bazı çocuklarda görülebilir. Hastanın rengi solmuştur ve nabız yükselmiştir.
Kronik apandisit, akut apandisite göre daha hafif seyreder. En çok görülen belirtisi sık sık fakat daha hafif şiddette karın ağrısıdır. Hemen ameliyat edilmesi gerekmez. Bulantı ve kusma yoktur. Kronik apandisitte ateş yüksekliği saptanmamıştır.
Seyri
Hastalığın tedavi edilmediği durumlarda, belirtiler genelde şiddetlenmekle beraber az bir hastada ise şikayetler azalır. Şiddetlendiği durumlarda, karnın sağ alt bölümünde dokunulduğunda hissedilebilen bir şişlik, kütle vardır. Dinlenmeyle ve ilaç tedavisiyle bu şişlik azalabilir. Ayrıca apandisitin şiddetlendiği durumda ortaya çıkabilecek bir diğer tehlike karın zarının iltihaplanmasıdır. (Peritonit) Acil tedavi edilmesi gereken bir durumdur. Ateş çok yükselmiştir ve karın ağrısı çok şiddetlidir. Hastanın rengi sararmıştır ve kusma görülür. Ölüme yol açar.
Tanısı
Apandisitin tanısını koymak zor olabilir. Çünkü hastalığın belirtileri birçok hastalıkta da vardır. Özellikle apandisitin yerinin değişken olması tanıyı iyice güçleştirir. Doktor muayenesinde hastanın hareket etmekten çekinmesi, hareket sırasında ağrının artması apandisit şüphesini arttırır. Yapılan ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi ile apandisin yapısı hakkında bilgi elde edilir. Ayırıcı tanı için, diğer çevre organların da incelenmesi gereklidir. Ayrıca karnın sağ alt tarafına bastırılınca ağrının artması önemli bir bulgudur.
Tedavisi
Apandisit, tedavisi kolay bir hastalıktır. İlaçla yapılan tedavi, antibiyotiklerin kullanılması, hastalığın iyileşmesini sağlamaz. Apandis, antibiyotiğin zor ulaşabileceği bir yerdedir. Kesin tedavi için ameliyat şarttır. Kolay bir ameliyattır. Bu ameliyat sırasında apandisit alınır. Yaklaşık 30-40 dakika sürer ve 1 gün hastanede yatma süresi vardır.
Apandisit, tehlikeli bir hastalık olduğundan ve ölüme yol açtığından, hasta hemen ameliyat edilmelidir. Hastalığın belirtilerinin ağırlaşmasını beklemeden yapılan bu uygulama, tanının yanlış konmasına neden olabilir. Ameliyat sırasında apandis sağlam dahi olsa, çıkarılmasında fayda vardır.
Hastalığın şiddetlendiği ve karın zarı iltihabına neden olduğu durumlarda ise öncelikle hastanın genel sağlık durumu kontrol altına alınmalıdır. Fakat çocuklarda böyle bir durum söz konusu ise ameliyat edilmesi gerekir.
Bazen apandis bir zarla çevrilir ve iltihap karın içine yayılmaz (plastron). Bu durumda hemen ameliyat yapılmaz. Hastanede gözetim altında tutulan hastaya antibiyotik tedavisi uygulanır. Durum düzeltilemezse hasta, ameliyata alınır. Apandisiti olan kişilerin kendi başlarına ağrı kesici kullanmamaları gerekir. Tedavi sonucunda ağrıları geçmeyen kişilerin doktora tekrar başvurmaları gerekir. Çünkü başka hastalıklar da varolabilir.

 

 

 

APSE

Apse, bir yerde irin birikmesidir. Bakteri enfeksiyonlarına karşı vücudun verdiği bir karşılıktır. (Latince abscessus, ayrılıp gitmek, sözcüğünden türemiştir)
Vücudun herhangi bir yerinde bir doku ya da organda oluşan apse, kendini ağrı, kızarıklık ve şişikler yaparak belli eder. Bazı apseler kendiliğinden dışarı açılır ve akar. Apse`nin açılmadığı durumlarda bu işi ameliyatla yapmak gerekir.
Türleri
Sıcak ve soğuk olmak üzere ikiye ayrılır:
• Sıcak apselerde her zaman yangılı bir dönem vardır. İrin toplandığında o bölge kızarır, ateş, ağrı ve şişlik vardır, sancı olur. Çevresi sert, ortası yumuşak ve oynaktır.
• Soğuk apseler, kemik eklem ya da lenf bezlerinde tüberküloz basilinin yaptığı apse tipidir. Deri altında renk değişikliğine yol açmayan, ağrısız ve ateşsiz bir şişlik belirir. Bir süre sonra ortasında yumuşama başlar, deri morlaşır, apse kendiliğinden deriye açılarak (fistülleşme) akmaya başlar.
Tedavi
Apsenin mutlak tedavisi drenaj, yani apsenin boşaltılmasıdır.

 

 

 

ARI ALERJİSİ

Ortalama 1,5 cm boyunda olan arılar çiçeklerin özsuyunu toplayarak çok değerli bir besin kaynağı olan bal üretirler. Ayrıca çiçekler arasında polen taşıyarak bu çiçeklerin döllenmelerini ve meyve oluşumunu sağlarlar. Ancak, bu kadar yararlı olan bu canlıların bazı insanlar üzerinde çok korkutucu, hatta ölümcül etkileri olabilir. Bu durum, arı sokması sonucu arının zehiri (venom) ile oluşan ve hızla ortaya çıkan alerjik reaksiyon (anafilaksi) olarak tanımlanır.
Arı alerjisi, toplumda sık görülen ve ölümcül sonuçları nedeni ile dikkatleri üzerine çeken alerjik hastalıklardan biridir. Arı alerjisine ait ilk yazılı kayıtlar M.Ö. 2641 yılında Mısır Firavunu Menses’ in yaban arısı tarafından sokulup ölmesine aittir. Dünyada yapılan çalışmalar sonucunda arı alerjisin görülme sıklığına ait değişik rakamlar vardır (% 0.5-5 gibi). Amerika Birleşik Devletleri’ nde her yıl 40, Avrupa’ da 20, Asya’ da ise 10 civarında arı sokması sonucu ölüm vakası bildirilmektedir. Buna rağmen bir çok vakanın ise tanı alamadığı bilinmektedir. Ülkemizde yapılan çalışmalara göre ise arı alerjisi % 2-3 oranında görülmektedir. Arı alerjisi özellikle arıcılık ile uğraşan kişileri tehdit ediyor gibi gözükse de toplumun diğer bireyleri de bu durumdan nasibini alabilir. Arı alerjisi ile ilgili ciddi reaksiyonlar hemen her yaşta görülebilmekle birlikte sıklıkla ölümcül reaksiyonlar 20 yaş altında görülmektedir. Arı alerjisine ait ciddi reaksiyonlar erkeklerde iki kat daha sıklıkla görülmektedir.
Dünya üzerinde bir çok arı çeşidi bulunmaktadır. En sık alerji sebebi olan arılar; bal arısı (Honey bee), sarı arı (Yellow jacket), ve eşek arıları (Wasp, Hornet)’ dır.

Klinik Bulgular:
Arı sokması sonucu en sık görülen, lokal reaksiyonlardır. Arı soktuğu anda iğne yerinde ani ve keskin bir ağrı duyulur, daha sonra bu bölge kızarır ve şişer. Genellikle herhangi bir müdahaleye gerek kalmaksızın bir-iki saatte, bazen bir gün içinde geriler. Daha nadir olarak bu reaksiyon 1 haftaya kadar uzayabilir. Bu kişilerde arıya ait alerji antikoru (IgE) saptanırsa tedavi gereksinimi doğar. Ağrı kesiciler ve buz kompresler, bazen de ağızdan anti-alerjikler yeterli olabilir. Arı alerjisi olmasa da çok fazla sayıda arı tarafından aynı anda sokulan kişilerde alerji dışında toksik reaksiyon oluşabilir. Bu hastalarda tansiyon düşmesi, şiddetli ağrılar, bulantı ve kusma gibi bulgular meydana gelebilir. Alerjik reaksiyonlar ise çok daha ciddi lokal ve genel reaksiyonlara neden olur. Reaksiyonlar arının sokması ile bulguların ortaya çıkkması arasında geçen zamana göre erken ve gecikmiş olarak ikiye ayrılır. Erken reaksiyonlar; arı soktuktan sonra genellikle 15 dakika içinde başlar ve bu süre ne kadar kısaysa, şiddeti de o derece fazladır. Sistemik reaksiyonlarda lokal reaksiyonlardan çok daha ciddi olan izole kurdeşen ve anjiyodemden anafilaksi, hatta ölüme kadar değişen reaksiyonlar görülebilir.
Arı alerjisi özellikle arı tarafından birkaç kez sokulan ve genetik olarak yatkın kişilerde ortaya çıkar. Arı alerjisinin ortaya çıkması için genetik olarak alerjiye yatkın bireyin birden fazla kez aynı arı türü tarafından sokulması gerekmektedir. Yani ilk arı sokmasında alerjiye ait herhangi bir reaksiyon oluşmaz. Sadece arının soktuğu yerde arı zehirine ait şişlik, ağrı ve kızarıklık gibi bölgesel belirtiler olur. Ancak ilk defa alınan bu arı zehirine karşı, alerjik hastalığa yatkın kişilerde immünglobulin E dediğimiz alerji antikoru oluşur. Daha sonraki sokmalar sonucunda arı zehiri ile bu antikor arasındaki etkileşim sonucunda ölümcül sonuçlar doğurabilecek olan anafilaksi tablosu (arı alerjisi) ortaya çıkabilir. Arı alerjisi, ülkemizde özellikle arı yetiştiriciliğinin çok olduğu bölgelerde rastlanmakla birlikte diğer insanlarda da görülebilir. Örneğin; piknik yapılan yerlerde arı sokması sık rastlanılan durumlardan biridir ve maalesef dramatik sonuçlarla karşılaşmamıza sebep olabilir. Az önce de belirtildiği gibi arı alerjisinin gelişmesi için de kişinin daha önceden arı tarafından sokulmuş yani “duyarlılanmış” olması gerekir. Şu da bilinmlidir ki arı tarafından her tekrar sokulma maalesef reaksiyonun daha büyük boyutlarda karşımıza çıkmansa sebep olabilmektedir. Yani önceleri arı sokması sonucu sadece bölgesel kızarıklık, kaşıntı gibi şikayetleri olan hastalarda daha sonraki arı sokmaları sonucunda çok daha büyük reaksiyonlar oluşabilir. Bu nedenle arı alerjisi bulgusu veren hastaların en yakın zamanda bir alerji ve immünoloji uzmanı ile görüşmesi “hayat sigortası” anlamı taşır.
Tanı ve Tedavi:
Arı alerjisi varlığı deri testleri ve kan testleri (RAST) ile saptanabilir. Daha önceden arı tarafından sokulup ciddi reaksiyon görülen kişilere arı alerjisi aşısı uygulamak gereklidir. Bu tür tedaviler mutlaka bir alerji ve immünoloji uzmanı tarafından özel şartlar altında uygulanmalıdır. Arı alerjisi olduğu kanıtlanan ve daha önceden ciddi reaksiyon hikayesi olan kişilere uygulanan arı alerji aşısı (immünoterapi) neredeyse % 100 tedavi sağlayan bir yöntemdir. Bunun dışında arı alerjisi olan kişiler mutlaka yanlarında bu durumu belirtir bir künye taşımalıdır. Ayrıca kendi kendilerine uygulayabilecekleri adrenalin enjektörlerini (EpiPen® ve Fastject® gibi) mutlaka yanlarında taşımalıdırlar. Arı sokmasından hemen sonra elbise üzerinden dahi yapılabilen bu enjeksiyon hastaya bir hastaneye gidinceye kadar zaman kazandırır ve hatta hayat kurtarıcı olabilir. Tüm bunların yanında arı alerjisi olan hastalar yanlarında anti-alerjik ilaçlar ve kortizon iğneleri bulundurmalıdırlar. Bunların hepsi hızlı bir şekilde alınacak profesyonel yardıma kadar hastaya yaşam desteği şansı sağlar.
Özellikle yaz aylarını yaşamaya başladığımız şu dönemlerde arı sokması açısından en riskli zamanları yaşamaktayız. Bu nedenle arı alerjisi olan kişilerin, hatta alerji riski taşıyan kişilerin arı sokmalarından korunmak için alabileceği çok basit önemleler bulunmaktadır. Bunlar aşağıda belirilmiştir.
Arı Alerjisi Olanlara Öneriler
” Yazın pazar alışverişi yapmayın, bahçede dolaşmayın,
” Açık yerlerde yemek veya meyva yemeyin, hoş kokulu meyva suyu, gazoz içmeyin,
” Piknik yapmayın,
” Parfüm, deodorant, kolonya sürmeyin,
” Güzel kokulu sabun, şampuan kullanmayın,
” Parlak renkli, çiçekli elbise giymeyin,
” Çiçek toplamayın, çiçek takmayın,
” Tatile gittiğinizde etrafta arı kovanı olup olmadığını araştırın,
” Yaban arısını kovanı civarında öldürmeyin, bu arıdan salınan kokular diğer arıları üzerinize çeker,
” Çıplak ayakla yürümeyin, mümkünse dışarıda uzun kollu ve paçalı giyisiler giyin ve kahverengi giyisileri tercih edin, arılar kahverengini sevmez. Bahçe ile uğraşmanız gerekiyorsa şapka ve eldiven kullanın,
” Terli olmak bütün böcekler için çekicidir, riskli bölgelerde terli olmamaya özen gösterin,
” Eşek arısı saldırgan, bal arısı sakindir; ancak, sıcak havalarda her ikisi de saldırgan olacağı için bu havalarda dikkatli olun,
” Sizi bal arısı sokarsa iğnesini büyüteç ve çımbızla almaya çalışın, veya başka birinden yardım isteyin.
” Antialerjik ilaçları devamlı yanınızda bulundurun.
” Daha önceden şiddetli arı alerjisi geçirmiş kişilerin yanında her zaman EpiPen® taşıması gereklidir. Epipen® kendi kendinize uyluk üst kısmından uygulayabileceğiniz bir enjeksiyondur. Epinerfin içerir. Epinefrin anafilaktik şokta kullanılan en önemli ilaçtır.
Arı sokması halinde;
” Sokma yerinin üstünden bandaj uygulayın, bu bandajı her 10 dakikada bir 3 dakika kadar gevşetin,
” Sokma yerine soğuk uygulayın,
” Anti alerjik ilaçları uygulayın,
” Elinizde adrenalin veya EpiPen® varsa kullanın,
” EN KISA ZAMANDA DOKTORA ULAŞIN…

Sağlıklı günler dileğiyle…
Doç. Dr. Cengiz KIRMAZ
Uzm. Dr. Papatya Bayrak DEĞİRMENCİ

Kaynak : www.alerjiklinigi.com

 

 

 

ARI SOKMASI

Arı sokmalarında ne yapmalıyız? Arı sokmalarına ne iyi gelir?
Özellikle yaz aylarında başımıza gelen arı sokmalarının verdiği rahatsızlık kişiden kişiye ve sokmanın olduğu bölgeden bölgeye değişiklik gösterir. Arı sokmalarına iyi gelen öneriler.
Arı sokmaları nefes borusu, ağız içi dil sokmaları, göz kapağı vs. kritik bölgelerde olduğunda ve kişinin alerjik durumunda bir hassasiyet olduğu vakit tehlikeli boyutlara ulaşabilmektedir. Arı sokmalarından sonra genellikle o bölgede acı, şişlik ve kızarıklık gibi belirtiler olabilmektedir. Bu belirtilerin dışında nadiren de olsa bulantı, kusma, baş dönmesi, nefes almada zorluk vb. ciddi reaksiyonlar da görülebilmektedir. Böyle durumlarda acilen bir hekime başvurulması gerekmektedir.
Arı soktuğu an ne yapılmalı?
-Öncelikle arının iğnesi soktuğu bölgeden temiz bir cımbız yardımıyla alınmalıdır. Cımbız yoksa sert bir cisimle (bıçak sırtı gibi) kazıyarak çıkarmak da uygundur. Genellikle bal arıları soktukları bölgede iğnelerini bırakırlar ve zehri 2-3dk içinde deriye boşalır. Hızlı davranıp iğneyi almak acı ve devamında şişlik, kızarıklığı hafifletecektir.
-Arının soktuğu yeri kaşıyıp kurcalamak kesinlikle yanlış bir davranıştır. Bu hareket zehrin yayılmasına yol açacaktır.
-Yara sabun ve su ile iyice dezenfekte edilmelidir.
-Sokmanın verdiği ağrının şiddetine göre ağrı kesiciler veya antihistaminik türü alerji ilaçlar alınabilir. Ayrıca hidrokortizon krem uygulaması da yaraya iyi gelecektir.
Arı sokmalarına iyi gelecek alternatif yöntemler;
-Yaranın şişmesini önlemek ve alerjik reaksiyonun önüne geçmek için buz uygulaması yapılmalıdır. Buz uygulaması direk değil bir beze sarılarak yapılmalıdır. Buzun cilde direk teması ciddi yanıklara sebep olabilir.
-İltihaplı yaralarda da sık sık başvurulan yöntemlerden biri soğan ve ya sarımsak mucizesidir. Soğan ve sarımsak iltihap söktürücü özelliği ile arının soktuğu bölgedeki zehri almada da oldukça etkili bir yöntemdir. Soğan uygulamasında bir adet soğan ortadan ikiye kesilir ve iç kısmı yaralı bölgeye sürülür. Sarımsak uygulamasında ise sarımsak ezilir ve yaralı bölgeye uygulanır.
-Arının soktuğu bölgeye amonyak damlatmak da ağrının azalması ve zehrin alınması için önemli ve doğru bir uygulamadır.
-Pek çok hastalığa şifa olan balın direk deriye uygulanması da zehrin alınması ve uyuşturucu etkisiyle acının hafifletilmesi için faydalıdır.
-Arı sokmalarında yaralı bölgeye kıyılmış maydanoz uygulamak da rahatlatıcı yöntemlerdendir.
-Acıyı azaltan bir diğer yöntem ise karbonat ve su karışımı ile oluşturulan macunun deriye sürülmesidir.
-Arı sokmalarında zehri alan diğer yöntem ise lavanta yağı mucizesi ile gerçekleştirilir. Yaralı bölgeye birkaç damla lavanta yağı sürmek yeterli olacaktır.
Bu yöntem ve öneriler hafif ve kritik bölgelerde olmayan arı sokmaları içindir. Yukarıda belirtilen kritik bölgelerde olan ve ciddi reaksiyonlara sebep olan arı sokmalarında mutlaka bir hekime başvurulması önerilir.

 

 

 

ARİTMİLER

Klinik bulgular nelerdir ?
Aritmiler şoktan senkopa, çarpıntıdan epileptiform nöbetlere, geçici görme-konuşma bozukluklarından arteryel emboli ve inmelere, kalp yetmezliğinden anginal ataklara kadar çok değişik ve renkli-gürültülü tablolarla görülebilirler. Bazen de asemptomatik olarak karşımıza çıkabilirler.
Tanı
Aritmilerin tanısı elektrokardiyografik olarak konur. Aritmilere bağlı olabilecek yakınma ve bulguları olan hastalarda Holter EKG uygulamasıyla sorun açığa çıkarılabilir. Aritmili bir hastaya tanısal yaklaşımda aşağıdaki sıralama aritminin tanısında ve öneminin ortaya konmasında yararlıdır.

Anamnez + fizik inceleme + EKG + gereğinde Holter EKG/Efor testi/geç potansiyel ve sinyal ortalamalı EKG/barorefleks duyarlılığı/QT alternansı/farmakolojik testler gibi testlerle ve invazif tanı yollarıyla (atriyal stimulasyon, His-Bundle EKG, programlanmış ventrikül stimü-lasyonu gibi) tanı konabilir.

Tanı konduktan sonra seçilecek tedavi yöntemlerinin belirlenmesinde ve prognostik değerlendirmelerde başta ekokardiyografi olmak üzere diğer tanı metodları da gerekli olabilir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Temel prensip PRİMUM NIHIL NOCERE (önce zarar vermemek) olmalıdır. Tedavide öncelikle sebebin ortadan kaldırılması uygundur. Etken tedavi edilemiyor veya mevcut ritm iletim bozukluğu hayatı tehdit ediyorsa veya semptomatikse, semptomatik tedavi uygulanması gerekebilir. Burada öncelikle istirahat, sedasyon, vagal manevralar gibi saptanan soruna uygun genel tedbirlerin alınması ve bunlar yeterli olamıyorsa medikal veya girişimsel (Pacemaker/ ablasyon/aritmi cerrahisi gibi) tedavilerin uygulanması tavsiye edilmektedir. Genel olarak, kalp hastalığı olmayanlarda gözlenen veya hemodinamik olarak zararlı olmayan aritmilerde antiaritmik ilaçlarla tedavi yapılmamasının daha uygun olduğu kabul edilmektedir.

 

 

 

ARPACIK

Arpacık, göz silleri enfeksiyonlarından biridir. Hastalık, 1-2 gün içerisinde oluşur ve gözdeki batma, gözkapağındaki gerilmelerle beraber kendini gösterir. Başta bir nokta halinde olan bozulum, 1-2 gün içinde ağızlaşma (püstül) durumuna geçer. Göz kapaklarındaki dış gözyaşı bezlerinin iltihabı sonucu dış arpacık, iç gözyaşı bezlerinin iltihabı sonucu iç arpacık ortaya çıkar.
Tedavisi
Erken teşhiste damlalar, antibiyotikler ve merhemler arpacık oluşumunun önüne geçebilirken, tanıların genelde 1-2 günü aşması nedeniyle, hastalık daha geç düzelmektedir. Arpacıklı hastalar, ışık korkusu (fotofobi) barındırmaktadır; ışığa bakan arpacıklı gözde yaşarmalar meydana gelmektedir. Bu aşamada, hasta göze sıcak kompres yaparak arpacığın yayılmasını önleyebilir. Bir kaşığa sarılı pamuk, gözü acıtmayacak kadar sıcak bir suya batırılarak gözde 10 dakikalık aralarla tutulduğunda, arpacığın sebebi olan mikroorganizmaların, bulundukları yağ keseciklerinden dışarı çıkmasına yardımcı olmaktadır. Halk arasında olgun dış arpacık tedavisinde sarımsak da kullanılmaktadır. Bir diş sarımsak ortadan kesilerek, etli kısmı arpacık olan bölgeye sabah akşam ovularak uygulanır. Sarımsak her bünyeye iyi gelmeyebilir. Uzman bir göz doktoruna muayene olmak gerekir.
Bazen arpacık kronikleşerek geç dönemde şalazyon’a (halk arasında it dirseği denir) dönebilir.

 

 

 

ASTİGMATİZMA

Astigmatizma korneanın şeklinde bir bozukluk nedeniyle oluşan, sık rastlanan bir görme problemidir.
Gözün en ön tabakası olan korneanın şeklinin bozularak, ışığı doğru biçimde kıramamasıyla, görüntünün retinada bulanık olarak oluşmasına sebep olan görme bozukluğudur. Işığın retinayageçme şeklini veya kırılmasını etkileyebilir. Bu durum bozuk görmeye veya net olmayan, bulanık görmeye yol açar.
Nedenleri
Astigmatizma genetik kökenli ya da doğumsal nedenlerle olabilir. Doğumsal olabileceği gibi kornea tabakasında değişime yol açabilen hastalıklar, enfeksiyonlar ve travmalar sonucu da oluşabilmektedir.
Türleri
Astigmatizma, düzenli ve düzensiz olmak üzere ikiye ayrılır.
Düzensiz Astigmatizma
Korneanın incelip dikleşmesiyle kendini gösteren astigmatizma tipidir. Birbirine dik iki meridyen yerine çok sayıda odaklaşma çizgilerinin olduğu durumdur. Bu nedenle görme keskinliği ileri derecede düşmüştür. Gözlüklerle tam düzeltilemez.
Düzenli Astigmatizma
Düzenli astigmatizmada görüntü, iki ayrı düzlemde birbirine dik iki çizgi şeklinde oluşur. Bu iki dikey çizgi astigmatizmanın meridyenlerini oluşturur. Düzenli astigmatizma silindirik merceklerle düzeltilebilir. Astigmatizma mevcut optik duruma göre 5 gruba ayrılır.
• Basit hipermetrop astigmatizma
Bir meridyen emmetrop, diğeri hipermetroptur.
• Basit miyopik astigmatizma
Bir meridyen emmetrop, diğeri miyoptur.
• Bileşik hipermetrop astigmatizma
Her iki meridyen de hipermetroptur, fakat dereceleri farklıdır.
• Bileşik miyopik astigmatizma
Her iki meridyen de miyoptur, fakat dereceleri farklıdır.
• Mikst (karışık) astigmatizma
Bir meridyenin hipermetrop, diğerinin ise miyop olması durumudur.
Refraktometre Testi
Optik refraktometre denilen bir makine ile yapılır. Makinede çeşitli güçlerde düzeltici cam lensler vardır. Göz doktoru, optik refraktometre üzerinde farklı güçte lensler içinden bakarken, hastanın görmesini uygun şekilde düzelten bir lens buluncaya kadar eşeli okumasını ister.
Görme Keskinliği Değerlendirme Testi (GKDT)
Bu test sırasında göz doktoru, hastanın harfleri ne kadar iyi görebildiğini saptamak üzere, belirli bir mesafeden eşeldeki harfleri okumasını ister.
Keratometri
Keratometri muayenesi sırasında göz doktoru, hastanın gözüne bir keratoskop makinesi ile bakıp korneasının kavsini saptar ve ölçer.
Belirtileri
Astigmatizma belirtileri herkeste farklı olabilir. Bazı kişilerde belirti görülmez. Astigmatizması olan kişilerin uzak ya da yakın mesafe görüşü bulanık ya da gölgeli olur. Görüntüler hiçbir zaman net değildir. Bulanık görme, bozuk görme, gece görme zorluğu, göz yorgunluğu, gözleri kısma, göz tahrişi ve baş ağrıları astigmatizma belirtilerine örnektir. Bazı belirtilerin nedeni başka sağlık veya görme problemleri olabilir.
Tanıları
Astigmatizma tanısı, göz doktorunun yapacağı muayene sonucunda kesinleşir. göz doktorlarınınastigmatizma tanısı için kullanabileceği testler arasında Refraktometre, GKDT ve Keratometri bulunur.
Tedavisi
Astigmatizma gözlük, kontakt lens ya da refraktif cerrahi ile tedavi edilebilir. Tüm şiddetli astigmatizma vakaları için doktorlar refraktif cerrahi önerebilir. Bu tür cerrahide astigmatizmayı kalıcı olarak düzeltmek için korneayı tekrar şekillendirmek üzere lazerler veya küçük bıçaklar kullanılır. Astigmatizma için sık kullanılan üç cerrahi tipi, LASIK, PRK ve RK’dir. Tüm cerrahilerde bazı riskler vardır.

 

 

 

ASTIM

Astım, hava yollarının kronik inflamatuar bir hastalığıdır. Bu inflamasyonda mast hücreleri, eozinofiller ve T-lenfositler başta olmak üzere değişik hücreler rol oynamaktadır. Duyarlı kişilerde, nöbetler halinde gelen hışıltı (hırıltı, ıslık sesi), nefes darlığı, göğüste sıkışma hissi ve öksürük yakınmaları ortaya çıkmaktadır. Yakınmalar, özellikle gece ve/veya sabaha karşı görülür. Bu semptomlar, spontan olarak veya ilaçlarla, kısmi veya tam reversibilite gösteren yaygın ve değişken hava yolu obstrüksiyonuna bağlıdır. Kronik inflamasyon, ayrıca hava yollarının uyarılara karşı duyarlılığının artmasına, başka bir deyimle bronş aşırı duyarlılığına neden olmaktadır. Duyarlılığı artmış hava yolları, sağlıklı kişileri etkilemeyecek kadar küçük uyarılar karşısında bile bronkokonstriktör yanıt verirler.
Ülkemizde astım hastalığının görülme sıklığı nedir ?
Ülkemizde astım görülme sıklığı erişkinlerde % 2-4, çocukluk çağında ise %5-8 arasında değişmektedir. Astım olgularının büyük çoğunluğu 10 yaşın altında ortaya çıkmakla birlikte her yaşta kendini gösterebilmektedir. Çocukluk çağında erkek cinsiyette daha fazla görülmektedir, erkek/kız oranı çocukluk çağında 3/1 olurken, gençlerde bu oran 1,3/1 değerlerine kadar düşmektedir. İleri yaşlarda ise aradaki fark ortadan kalkmakta ve daha sonra kadınlarda daha fazla görülmektedir.
Astım hastalığına neden olan etkenler nelerdir ?
1. Genetik faktörler : Astım hastalığının bilinen en önemli risk faktörü atopi, yani allerjik bünyedir. Atopinin ortaya çıkmasında ise genetik faktörlerin önemli rolleri vardır.

2. Çevresel faktörler : Ev içinde ve dış ortamda atmosfer kirliliği ve allerjen yoğunluğunun artması astım sıklığının artışında önemli birer faktördürler. Genetik faktörlerden bağımsız olarak, yaşamın ilk bir yılında çevresel kaynaklı allerjenler ile yoğun temas astım gelişiminde ciddi ve önemli bir faktördür.

3. Solunum yolu enfeksiyonları : Çevresel faktörler arasında da sayabileceğimiz solunum yolu enfeksiyonları astım atağını tetiklemektedir. Bu enfeksiyonlar vakaların yaklaşık % 40’ında etken olarak izlenmektedir.
Bebeklik çağında geçirilmiş olan Respiratuar sinsityal virus enfeksiyonlarının allerjik tablolar ve astımın ortaya çıkmasında rol oynayabileceğini gösteren bulgular olmasına karşın, viral solunum yolu enfeksiyonlarının astıma neden olduğu görüşü ispatlanmamıştır. Ancak bilinen bir gerçek, viral enfeksiyonlar solunum yolu iç duvarında harabiyete neden olmakta ve solunumla alınan allerjenler ya da diğer etkenlerin kolayca solunum yollarına ulaşmasına neden olmaktadır. Böylece allerjene karşı duyarlılık kolaylaşmaktadır.

4. Psikolojik faktörler : Vakalarının yaklaşık 1/3’ünde sıkıntı, stres, korku, heyecan gibi psikolojik faktörler astım ataklarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

5. Hormonal faktörler : Vakaların az bir kısmında hormonal sistemin rolü düşünülmektedir. Çocukluk çağında başlamış olan astım olguları ergenlik dönemi ile geçebilmektedir. Bunun aksine ergenlik dönemi ile başlayan astım olguları da vardır. Gebelik iki yönlü etki yapabilir, gebelikte bazen astım atakları daha ağır bir hal alabilir, ancak ikinci aydan itibaren ataklar hafifler ve seyrekleşir.

6. Diğer etkenler : Hamile kadınların beslenme bozuklukları anne karnındaki bebeklerin beslenmesinde bozulmaya neden olmaktadır. Bu tür anne rahminde beslenme bozukluğu olan bebeklerde doğum sonrasında gelişme gerilikleri gözlenebilmekte ve kanda allerji ile ilgili olan eozinofil protein X değerleri yüksek bulunabilmektedir. Bu bebeklerde doğum sonrası da olsa astım ve diğer allerjik hastalıkların daha sık görüldüğü varsayılmaktadır.
Ne gibi şiakayetlere yol açar ?
Hastaların en önemli yakınmaları nefes ve hışıltılı solunumdur. Olguların büyük çoğunluğunda nefes darlığı gece gelir. Nedeni de yastık, yorgan gibi malzemelerde bulunan ev tozu akarları, yün gibi allerjenlerin yoğun bir şekilde solunması ile akciğerlere ulaşmasıdır. Ayrıca geceleri vücutta gelişen hormonal ve sinirsel değişiklikler de gece nefes darlığı gelişiminden sorumlu olabilir.

Hastaların bazılarında tek ve ilk şikayet uzun süre devam eden kuru öksürük olabilir. Nedensiz olarak, ataklar şeklinde ortaya çıkan ve özellikle gece hastayı uykudan uyandıran kuru öksürükler astım hastalığını akla getirmelidir. Şiddetli öksürükten sonra hastalar bazen balgam çıkarabilirler ve balgam çıkardıktan sonra rahatladıklarını ifade ederler. Öksürük nöbeti sırasında bayılma görülebilir.

Bazı hastalarda nöbet sırasında ya da nöbet aralarında morarmalar fark edilebilir ve hava açlığının göstergesidir. Hastalar ayrıca karın şişkinliği, çarpıntı ve diğer allerjik belirtilerden (burun tıkanıklığı ya da akıntısı, gözde sulanma, kızarıklık veya kaşıntı vs) yakınabilirler.
Astımın fiziki bulguları nelerdir ?
Astım atağı dışında gelen bir hastanın fizik muayenesinde genellikle herhangi bir bulguya rastlanmaz. Hastalığın başlangıç dönemlerinde ya da çok hafif seyrettiği durumlarda muayene bulguları çok zayıf olabilir.

Atak esnasında başvurmuş olan bir hastanın muayenesinde solunum sıkıntısı belirgin olarak izlenir. Atağın şiddetine göre yardımcı solunum kasları da faaliyete geçer. Hasta yatırıldığında solunum sıkıntısının arttığı izlenebilir.

Astım atağı ile gelmiş olan hastada hışıltılı solunum vardır ve akciğerleri dinlendiğinde ronküs denilen ve solunum havasının dar bir alandan geçmesine bağlı anormal sollunum sesleri duyulur. Çok şiddetli astım atağında muayene bulguları çok azalır ve solunum sesleri hiç duyulamayabilir.

Hastalarda ellerde, dudaklarda morarmalar izlenebilir, kalp atım sayısında artış tespit edilebilir. Ağır astım ataklarında tansiyon düşebileceği gibi, bazı ataklarda tansiyon yüksekliği de gelişebilir.
Astım hastalığının tanısı ?
Astım bronşiale tanısı için hastanın hikayesi, muayene bulguları ve laboratuar testleri yol göstericidir. Tüm bunlara rağmen astım tanısına ulaşmak kolay olmayabilir.

Nefes darlığı, hışıltılı solunum ya da uzun süre devam eden kuru öksürük nedeniyle gelen hastanın fizik muayene bulgularının normal veya anormal olmasına bakılmaksızın laboratuar yöntemlerine başvurulmalıdır. Muayene bulguları astım lehine olan hastalarda tanıya ulaşmak daha kolaydır, ancak ataklar arasında gelmiş olan ya da muayene bulguları zayıf olan hastalarda tanı daha da güçleşmektedir.

Her hastaya akciğer grafisi çekilmelidir, unutulmamalıdır ki bazen iltihabi durumlarda ve diğer bazı akciğer hastalıklarında tablo astımı taklit edebilir. Astım bronşialede akciğer grafisi genellikle normaldir.

Astım tanısına destek amacıyla ve diğer hastalıklardan ayırıcı tanısında bazı kan tetkikleri istenebilir.

Astımın kesin tanısı solunum fonksiyon testi ile konulur. Akciğere giren ve çıkan hava miktarlarını ölçme esasına dayanan solunum fonksiyon testinde, astımlı hastalarda belirgin bozulmalar izlenebilir.
Astımın tedavisi nedir ?
Tedavinin amacı, hastaya astım ile ilgili şikayetlerinin olmadığı ya da en az düzeyde şikayetin olduğu bir yaşam sağlamak olmalıdır. Hasta normal bir yaşam aktivitesi gösterebilecek düzeye gelebilmelidir.

Tedavide birinci basamak korunmadır. Kişi duyarlı olduğu allerjenlerden uzaklaşmalı, şikayetlerin başlamasına ve atakların ortaya çıkmasına neden olacak etken ve olaylardan sakınmalıdır.

Astım tedavisinde solunum yoluyla verilen ilaçlar öncelikle tercih edilmelidir. Solunum yolu ile ilaç kullanamayan hastalarda diğer tedavi yollarına (tablet, ampul vs.) başvurulmalıdır.

Astımın ilaçla tedavisinde birinci seçenek ilaç solunum yolu ile alınan steroidler olmalıdır. Uzun etkili beta-2 agonist ilaçlar, lökotrien reseptör antagonistleri, teofilin türevi ilaçlardan bir veya birkaçı tedaviye eklenebilir. Kısa etkili beta-2 agonist ilaçlar solunum sıkıntısı atakları sırasında kullanılabilir.

Hasta tedavisini hekim kontrolünde düzenli olarak kullanmalı ve kontrollerini aksatmamalıdır. Düzenli kontrollerde yapılan solunum fonksiyon testleri ile hastanın son durumu değerlendirilmeli ve tedavi planı yeniden oluşturulmalıdır.

 

 

 

AŞİL TENDONU YARALANMALARI

Aşil tendonu insan vücudundaki en büyük tendondur ve 1,000 pound veya daha fazla güce karşı koyabilir. Aşil tendonu aynı zamanda, profesyonel atletler ve hafta sonu koşuları yapan kişiler de, çoğunlukla tendonun gereğinden fazla kullanımıyla; yırtılır, tendonun inflamasyonu ve hasarı sonucu Aşil tendiniti oluşur.
Aşil tendinitinin belirtileri nelerdir?
• Egzersiz ve koşmadan sonra, gittikçe kötüleşen ağrı,
• Bacakta dikkate değer duyu kaybı,
• Koşmadan birkaç saat sonra, tendon boyunca bazen şiddetli, yaygın veya lokalize ağrı
• Aşil tendonunun topuk kemiğine bağlandığı yerin üzerindeki noktada sabah hassasiyeti
• Kasın kullanılmasıyla tendon ısınırken, genel olarak sertliğin azalması,
Aşil tendiniti nasıl tedavi edilir?
• Bir hafta süresince egzersiz ve koşuyu keserek istirahat etmek,
• Koşu egzersizlerini yüzme, aşil tendonunu germeyen, basit egzersizlere çevirmek,
• Steroid içermeyen antiinflamatuar tedavi,
• Topuk desteği veya tabanlık ile kası desteklemek ve tendon üzerindeki gerginliği hafifletmek,
• Tendon hareketini kısıtlayan özel olarak tasarlanmış bir bandaj,
• Germe, masaj, ultrason ve ayağın ön kısmındaki zayıf kas grubunu ve yükselen ayak fleksörlerini (fleksör kaslarını) uzatmak için uygun egzersizler önerilir.
Cerrahi, çoğunlukla en son baş vurulacak seçimdir. Fibröz dokuyu çıkarmak ve herhangi bir yırtık varsa yırtığı tamir etmek, en iyi tedavi seçeneği olabilir.

 

 

 

AŞIRI ADET KANAMASI (MENORAJİ)

Jin.Op.Dr.Rami yanıtlıyor. Asker aşırı adet kanaması (menoraji) tehlikeli midir?
Aşırı adet kanaması vücuttaki kirli kanı dışarıya atıp vücudu temizler mi?
Böyle düşünenler yanılıyor,bu kesinlikle yanlıştır,adet kanamasının fazla olması tam tersi vücuda zarar verir.
Adet kanamasının fazla olduğuna nasıl karar verebiliriz?
Menoraji veya aşırı adet kanaması,adet kanamasının miktar olarak fazla olması ve kanamanın uzun sürmesidir.fakat bu işin en zor kısmı adet kanının ölçülememesidir. 80 millilitre üzerindeki kanama fazla kabul edilir,kanamanın ölçülmesi için bir takım uygulamalar var pedin tartılması ve sayısı gibi ama aşağı yukarı adetin daha önceki adetlere göre daha fazla olması ve kansızlığa yol açması sorun olduğunu gösterir.
Kaç ped olursa fazla kabul edilmeli?
günde 2 ile 6 ped arası normal ama 6 dan fazla çok fazla kabul edilir.
Aşırı kanama (menoraji) kendiliğinden düzelebilir mi?
Hastanın yumurtalık kisti olursa o ay fazla kanaması olabilir,1 veya 2 ay sonra kist kaybolursa kanama düzelir ama bizim menoraji den kastımız her ay fazla gelen kanamadır,bu da tedavi olmadan kendiliğinden düzelmez.
Aşırı adet kanaması vücutta nasıl zararlar yaratabilir?
Kansızlık, halsizlik, yorgunluk, çarpıntı, solukluk, başdönmeleri,bayılmalara yol açar.
Adet kanamasında pıhtının olması normal mıdır?
Hayır,adet kanaması pıhtılaşmaz,pıhtının olması normal değildir ve fazla kanamayı gösterebilir.
Aşırı adet kanamasının en sık yarattığı sorun nedir?
En sık kansızlığa yol açar,ve dolayısıyla kansızlığı olan her kadın aşırı adet kanaması açısından bir jinekolog tarafından değerlendirilmesi gerek.
Aşırı adet kanamasına yol açan sebepler neler olabilir?
Miyomlar başta olmak üzere,kan hastalıkları,yaş,endometriozis,sigara,alkol bütün bunlar aşırı adet kanamasına yol açabilirler,ama çoğu hasta da sebep saptanamayabilir.
Daha önce geçirilmiş kürtaj ve düşükler aşırı adete yol açabilir mi?
Daha önce geçirilmiş ve tedavi edilmiş düşükler ve geçirilmiş kürtajlar aşırı adet kanamasına yol açmaz.
Aşırı kanamanın tedavi yöntemleri nelerdir?
Aşırı kanama (menoraji)’nın bir medikal birde cerrahi tedavisi vardır. medikal olarak doğum kontrol hapları,ağrı kesiciler kanamayı azaltabilecek ilaçlardır,hormonlu spiraller aşırı kanamayı durdurmada oldukça başarılıdır ve başarısı %95’e varabiliyor,hem de gebelikten kuruyucu etki de sağlıyor.
Medika tedavi den sonuç alınamazsa o zaman cerrahi yollara başvurulabilir,miyom varsa miyomektomi ameliyatıyla çıkartılması gerek,bazen rahim içi dokusunu yakmak gerekebilir ve bütün bunlara cevap alınamıyorsa son çare olarak rahimin alınması gerekir. sonuç olarak aşırı kanaması olan kadınların mutlaka bir jinekologa başvurması ve uygun tedavi görmeleri gerek.

 

 

 

AŞIRI (HİPERHİDROZ)

Sıcakların artmaya başladığı ilkbahar özellikle de yaz aylarında karşılaştığımız fizyolojik bir olay olan terleme normal bir durumdur ve kişiyi fazla rahatsız etmez. Ancak aşırı terleme kişinin günlük ve sosyal aktivitelerini olumsuz etkileyen ve hayatı zorlaştıran bir problemdir. Peki aşırı terleme (hiperhidroz) ne demektir?
Terleme, ani duygu değişimleri gibi duygusal nedenlerle ortaya çıkabilir ancak çoğunlukla fizyolojik bazı sorunlara neden olabilmektedir. Terleme, gündüzleri görülebilen bir sorun olduğu gibi, çoğunlukla gece terlemeleriyle ilgili de olmaktadır. Bu tür terlemeler, kişinin kendisi ve uyku kalitesi açısından, oldukça rahatsız edicidir.
Terleyen kişilerin en çok rahatsız olduğu konulardan diğeri de terin kokmasıdır. Sosyal hayatı oldukça zorlaştıran bir durumdur. Kişiyi, toplum içinde sıkıntılı bir ruh haline sokar. Bu ruhsal bozukluğun yanında, bakterilerin üremesi de kolaylaşır.
AŞIRI TERLEME (HİPERHİDROZ) NEDİR?
Terleme, vücudumuzun vücut ısısını düzenlemek için ısıya verdiği fizyolojik bir tepkidir. Normalin üstünde olan terlemeye hiperhidroz (aşırı terleme) denir. Genellikle koltuk altlarındaki, avuç içlerindeki ya da ayak tabanlarındaki ter bezlerinin aşırı derecede çalışmasından dolayı oluşan bir durumdur. Tıbbi açıdan iki tür terleme vardır. Birincisi, nedeni bilinmeyen terleme anlamına gelen Esansiyel terlemedir. Esansiyel terlemeye sinirsel sebepler, stress, aşırı heyecan, aşırı duygusallık gibi faktörler neden olur. İkincisi ise sekonder terlemedir. Altta yatan bir sebep vardır. Hormon hastalıkları aşırı terlemeye en sık sebep olan faktörlerdir.

AŞIRI TERLEME NEDEN OLUR?
– Troid bezinin aşırı çalışması
– Guatr
– Sempatik sinir sisteminin aşırı çalışması
– Şeker hastalığı
– Menopoz
– Aşırı kilo
– Genetik
– Kullanılan ilaçların yan etkisi
– Hava sıcaklığı
– Gastrit
– Stres
– Tüberküloz
– Lösemi
– Sıtma
– HIV/AIDS hastalığı

AŞIRI TERLEMENİN TEDAVİSİ
Tedaviye başlamadan önce aşırı terlemeye yol açan problemin ne olduğu saptanmalıdır. Böylece, eğer altta yatan bir hastalığa bağlı olarak gelişiyorsa, bu hastalık tedavi edilir. Eğer aşırı terlemenin nedeni saptanamıyorsa doğuştan kaynaklanan bir problem olduğu düşünülür ve tedavi buna yönelik olarak yapılır. İlaç tedavisi ve psikoterapi aşırı terlemede oldukça etkili yöntemlerdir. Ayrıca iyontoforez denilen başarı oranı yüksek bir tedavi şekli vardır. Küçük bir su banyosunda hastanın el ve ayaklarına elektrik akımı verilir. Bu akım oldukça düşük düzeydedir. Bir defa uygulama yeterli olmayabilir ancak seans sayısı arttıkça hastalığın düzelmesinde oldukça etkili olduğu görülür.
Cerrahi tedavi ise ellerde ve yüzdeki aşırı terleme için tercih edilen bir yöntemdir. Cerrahi tedavide göğüs-kalp-damar cerrahları tarafından özellikle el ve koltuk altı terlemelerinde endoskopik torakal sempatektomi uygulanmaktadır. Kalıcı çözüm sağlayan bu cerrahi operasyonun geri dönüşümü yoktur. Bu tedavide amaç aşırı çalışarak fazla terlemeye neden olan sempatik sinirlerin kesilmesi veya çıkarılmasıdır. Bazen sempatik zincir ve dalları klips ile sıkıştırılabilir veya koter ile yakılabilir. Bu sinirlerin terleme dışında fonksiyonu olmadığı için ameliyatın felç oluşturma, his kaybı, refleks azalması gibi etkileri olmaz. Eller için oldukça etkili bir tedavidir. Unutulmaması gereken ise cerrahi tedavinin tek seçenek olabilmesi için diğer yöntemlerin uygulanmış olması ve başarı sağlanamaması gerekir. Tedavide ilk tercih edilen yöntem değildir.

 

 

 

ATARDAMAR (ARTER) TIKANIKLIKLARI

Akut (ani gelişen) ya da kronik arter tıkanıklıkları şeklinde sınıflandırılabilir.
Akut damar tıkanıklığı
En sık sebebi, bozuk kalp kapakçıkları üzerinde oluşan pıhtıların kopup belli bölgedeki damarı tıkamasıdır. Bu durumda tıkanan damarın olduğu bölgenin aşağısında dolaşım bozulur. Saatler içerisinde çok şiddetli ağrı, ayakta bacakta soğuma, renk değişikliği (morarma) ortaya çıkar. Bu durum ilk 4-6 acil cerrahi müdahale gerektirir. Ameliyatla damar içindeki pıhtı özel bir kateter yardımıyla temizlenir. Bu müdahalede gecikilirse dokularda geri dönüşümsüz hasar ortaya çıkabilir. Ameliyat sonrasında damar tıkanıklığı oluşturan nedene yönelik araştırma yapılır ve hastanın tedavisi buna göre sürdürülür.
Kronik Tıkanıklıklar
Halk arasında damar sertliği olarak bilinen atereskleroz kronik ( yavaş gelişen) damar tıkanıklıklarının en önemli nedenidir. Ateresklerozun nedenleri arsında yüksek serum kolesterol düzeyleri, hipertansiyon, diyabet, sigara kullanımı, genetik faktörler sayılabilir. Ateroskleroz sonucunda damar duvarında bir plak oluşur. Ve zamanla büyüyerek kan akımını engellemeye başlar. Kan akımındaki engellenme derecesine göre klinik belirtiler farklılık gösterir.
Hafif tıkanıklıkta uzun zaman yürüme sonrası bacakta ağrı, uyuşukluk, güçsüzlük gibi belirtiler oluşur. Tıkanıklık derecesi arttıkça daha az mesafelerde yürümekle ağrı oluşur.
Hastalığın ileri aşamalarında dinlenirken ağrı ortaya çıkar. Beslenemeyen ve kanlanması bozulmuş dokularda yaralar oluşmaya başlar.
Erken dönemde başvuran hastalarda, atereskleroz kontrol altına alacak ve periferik dolaşımı destekleyecek ilaç tedavileri verilirken hastalığın ileri aşamaları cerrahi tedavi gerektirir. Genellikle uygulanan ameliyatlar tıkalı damarın aşağısındaki bölgeye kanın taşınmasını sağlayacak yapay damar greftleri yerleştirilmesi şeklindeki by-pass ameliyatlarıdır.

Burger Hastalığı
Kronik atar damar tıkanıklarının bir başka yaygın formu Buerger hastalığıdır. Sıklıkla sigara içicisi genç erkek hastalarda bacaklardaki küçük atar damarları ve çoğunlukla birlikte küçük toplardamar ve sinir kılıflarını da tutan bir hastalıktır. Yürümekle bacak ağrısı, bacakta soğukluk soğuk duyarlılığı, tekrarlayan yüzeysel damar iltihabı atakları gibi belirtileri vardır. İlerleyen dönemlerde dinlenip durumunda ciddi ağrı, ülser diye adlandırılan yara oluşumları ve gangren sıklıkla görülür. Erken dönemde sigaranın bırakılması ile hastalığın şiddetlenmesi büyük ölçüde engellenebilir. Ancak sıklıkla cerrahi müdahale gerektirir.
Raynaud (Reyno) Hastalığı
Raynaud hastalığı, el ve ayak parmakları, burun ve kulaklardaki damarları etkileyen bir hastalıktır. Sözü edilen bölgelerdeki damarlarda ani daralmayla ortaya çıkan ataklarla seyreder. Tek başına bir hastalık olabileceği gibi, başka hastalıklara da eşlik edebilir, bu durumda “Raynaud sendromu” olarak adlandırılır. Raynoud sendromu en sık bağ doku hastalıkları ile birlikte oluşur. Bu hastalıklar, damar duvarında kalınlaşmaya yol açarak damarların çok çabuk büzülmesine neden olurlar. Atardamar bozuklukları, bazı tansiyon ve migren ilaçları Raynaud sendromuna yol açabilir.
Toplumda görülme sıklığı %5-10 arasındadır ve en çok 15-40 yaş arası kadınlarda ortaya çıkar. Soğuk iklimli yerlerde görülme sıklığı artar. Hastalarda ataklar çoğunlukla soğuğa maruz kalmakla bazen de stresle ortaya çıkar. Genellikle el ve ayak parmakları etkilenir. Ancak bazen burun, dudaklar ve kulaklarda da belirtiler oluşur.
Normalde soğukla karşılaşıldığında, vücut, ısısını koruyabilmek için ısı kaybını azaltmaya çalışır. Bunun için yüzeydeki damarlar büzülür. Raynaud hastalığı olanlarda bu yanıt çok ani ve şiddetlidir. Ve sonuç olarak vücudun uç noktaları olan el ve ayaklara kan akışı ciddi biçimde azalır.
Atak başladığında el ve ayak parmaklarında önce beyazlaşma ardından morarma ve kızarıklık oluşur. Ancak tüm hastalarda bu klasik sıradaki renk değişikliği oluşmayabilir. Beyazlaşma parmaklardaki küçük atardamarların ani kapanmasına morarma damarlar kapandığı için oksijenden zengin kanın dokulara ulaşamamasına bağlıdır. Bu sırada parmaklarda hissizleşme ortaya çıkabilir. Damarlar açılıp kan akışı düzelince renk kırmızıya döner. Atak geçtikten sonra parmaklarda karıncalanma hissi olabilir. Atakların uzunluğu birkaç dakikadan birkaç saate kadar değişebilir. Tekrarlayan ataklarla doku beslenmesi bozulduğu için parmak uçlarında ciltte ülser ve gangrenler oluşabilir.
Tedavinin amacı atak sıklığını ve şiddetini azaltmak dolayısı ile kalıcı doku hasarını engellemektir. Bazı basit önlemlerle atak sıklığı ve şiddeti azaltılabilir. En önemli nokta soğuktan korunmaktır. Yalnızca el ve ayakların değil tüm vücudun soğuktan korunması gereklidir. Vücut ısısının büyük oranda kafa derisinden de kaybedildiği için eldiven ve çorapların yanı sıra şapka kullanımı da önemlidir.
Bu hastaların sigaradan uzak durması gereklidir. Çünkü nikotin atakları tetikleyebilir. Stres yönetimi ile ilgili profesyonel yardım alınması faydalı olabilir.
İlaçla tedavide en güvenilir olanlar kalsiyum kanal blokerleridir. Damar duvarındaki düz kasların gevşemesini sağlayarak damarları genişletirler. Damarlarda daralmaya yol açan norepinefrin hormonunun aktivitesine zıt yönde etki gösteren alfa blokerler tedavide kullanılan diğer bir ilaç grubudur. Diğer dama genişletici ilaç grupları da tedavide denenebilmektedir. Parmak uçlarında yaraların oluştuğu ciddi hastalarda damarlarda daralmayı sağlayan sempatik sinir aktivitesini engellemeye yönelik cerrahi yöntemler uygulanabilir.(sempatik sinir blokajı ya da sempatektomi) Primer raynaud hastalığı tedaviye daha iyi yanıt verirken Raynaud sendromunun tedavisi daha güçtür.
Kaynak : Op. Dr. Nilgün Süer www.kalpvedamar.com

 

 

 

ATEROSKLEROZ (DAMAR SERTLİĞİ)

Lipidler, fibroblastlar, makrofajlar, düz kas hücreleri ve hücre dışı maddeleri değişik oranlarda içeren intimal plaklara bağlı olarak meydana gelen, ilerleyici (progresif) arteryel darlık ve tıkanmalara, arterlerin esneklik ve antitrombotik özelliklerinin bozulmasına yol açan hastalığa ateroskleroz denir.
Ateroskleroz nedenleri tesbit edilip tedavi edilebildiği takdirde durdurulabilen veya geriletilebilen multifaktöryel, morbit ve mortal, sadece koroner damarları değil tüm arteryel yapıları tutabilen ve etkileyen sistemik bir hastalıktır.
Aterosklerozun moleküler ve sellüler biyolojisi nedir ?
Kesin ve belirli bir etiyolojisi olmamakla birlikte çeşitli faktörlerin ateroskleroz etiyolojisinde rolü olduğu bilinmektedir. Bunların başında enfeksiyon ajanları (Chlamydia pneumoniae gibi), genetikherediter özellikler (homosistinemi, ACE genotipi gibi), hipertansiyon, D.mellitus, hiperlipidemi, tütün kullanımı, sedanter yaşam, şişmanlık, kişilik yapısı gibi etkenler gelir. Aterosklerozun gelişimini düşük dansiteli lipoprotein (LDL) ve lipoprotein (a) artışı hızlandırırken, yüksek dansiteli lipoproteinlerin (HDL) artışı inhibe eder. Aterosklerotik sürecin başlamasındaysa plasma bileşimindeki bozukluklar, trombosit, lenfosit ve monositlerle endotel hücreleri arasındaki on yıllarca sürebilen etkileşimlerin baş rolde olduğu bilinmektedir. Aterosklerotik süreçte çeşitli nedenler, lökosit ve düz kas hücrelerinin subendotelyal alana gelerek çeşitli sitokinler ve mitojenlerin (PDGF = trombosit kökenli büyüme faktörü, gibi) etkisi altında prolifere olmasına yol açmaktadır (Büyüme faktörleri de denen bu faktörlerde uygunsuz bir artış ve salınım olduğu bildirilmiştir.). Gelişmekte olan plakta lipoprotinlerden ve bunların okside formlarından zengin bir birikimin oluşması, hem doğrudan damar duvarının yapısal ve fonksiyonel özelliklerini bozmakta, hem de monosit ve ilgili hücrelerin aktivasyonuna yol açarak inflamatuar bir sürecin aktive olmasına neden olmaktadır. Sonuçta dolaylı yoldan da endotel ve vasküler duvar fonksiyonlarının bozulmasına yol açarlar. En erken patolojik bulgu yağlı izler (fatty streak) olup daha sonra bu bölgelerde fibröz plaklar gelişir. Komplikasyonlardan sorumlu olan esas lezyonlar bu plaklardır. Başlıca komplikasyonlar; trombus gelişimine yol açan fissür/ülserasyon veya endotel disfonksiyonu gelişimi, anevrizma gelişimi, sekonder kalsifikasyon gelişimi veya en azından arterde stenoza yol açmaları ve bunlara bağlı olarak, ilgili damarın beslediği organ ve dokularda akut veya kronik iskemik hastalık ve fonksiyon bozukluklarının gelişmesidir.
Kalp tutulumu nedir ?
Koroner damarlardaki ateroskleroza bağlı daralma yıllarca belirti vermeden yavaş yavaş gelişir. Lümendeki daralma sadece plağın kitlesine değil aynı zamanda endotele bağlı vasodilatasyon yapıcı fonksiyonların (EDRF=endotel kökenli gevşetici faktör salınımının azalması gibi) bozulmasından kaynaklanır. Yoksa endotel fonksiyonlarının korunduğu lezyonlarda yapılan anjiyografik incelemeler plak bölgesinde lokal bir kompansatuar vasodilatasyon olduğunu ortaya koymuştur (yalancı normal koroner anjio sonuçlarının altında yatan major etken!). Koroner damarlardaki lezyonların anatomopatolojik ve fizyopatolojik özelliklerine bağlı olarak istirahatta ve/veya efor esnasında koroner kan akımının yetersizleşmesine bağlı olarak çeşitli semptom ve bulgular gelişebilir. Bu fizyopatolojik tabloların başlıcaları; anginal sendromlar, sessiz iskemi, aritmiler, ileti bozuklukları, papiller kas disfonksiyonu, ventriküler dissinerji, stunning veya hibernasyon, kalp yetmezliği ve ani ölümdür. Yine plak üzerindeki endotelin fonksiyonlarının bozulması veya tahrip olması trombozise ve akut koroner oklüzyonuna yol açarak unstable angina, miyokart infarktüsü veya ani ölüme neden olabilir.
Ateroskleroz nedenleri tesbit edilip, tedavi edilebildiği takdirde durdurulabilen veya geriletilebilen multifaktöryel, morbit ve mortal, sadece koroner damarları değil tüm arteryel yapıları tutabilen ve etkileyen sistemik bir hastalıktır.
Epidemiyoloji ve epidemiyolojik risk faktörleri nelerdir ?
Aterosklerotik hastalıklar halen ülkemizde ve gelişmiş ülkelerde birinci sıradaki ölüm sebebi olarak yer almaktadır. Bu ülkelere baktığımızda A.B.D.’de 60’lı yıllardan beri epidemiyolojik faktörlerin düzeltilmesine ve tedavide sağlanan ilerlemelere bağlı olarak mortalitede azalma izlenirken, amerikan tarzı yaşamın yaygınlaştığı gelişmekte olan ülkelerde giderek morbiditesinde ve mortalitesinde artma meydana gelmektedir. Ülkemizde de aynı eğilim görülmektedir. 1996 yılında ateroskleroz riskinde rolü olan etkenler açısından halkımızın durumu şu şekilde nitelenmiştir (TKD-1996 Koroner Arter Hastalığından korunma kılavuzu).

– 6 milyon vatandaşımızda 200-239 mg/dl arasında kolesterol yüksekliği mevcut,
– 2 milyon vatandaşımızda 240 mg/dl’nin üzerinde kolesterol yüksekliği mevcut,
– Halkın HDL düzeyi düşük ve trigliserid düzeyi yüksek
– Fizik aktivite alışkanlıkları eksik bir toplum
– Erkeklerde aşırı sigara tüketimi görülmekte
– Kadınlarda 40 yaşından sonra şişmanlama ve diabet eğiliminde artış mevcut
– Hipertansiyon sıklığı yüksek
(Toplumumuzun bu durumu nedeniyle, biz hekimlerin üzerine düşen görevlerden birinin, bu sorunların ortadan kaldırılmasına yönelik çaba ve çalışmalara katılmak, politikaların saptanmasında gerekirse danışman, gerekirse eğitmen ve de gerekirse kişisel tutum ve davranışlarıyla örnek bir insan olarak yer almak olduğu vurgulanmaktadır.)

 

 

 

AYAK AĞRILARI

Ayak ağrısı neden olur? Ayak ağrısı nasıl geçer? İşte tedavisi…
Ayak kemik ve eklem, ligament, kas / tendon, sinir, kan damarları, deri ve yumuşak doku yapıları içerir. Ayaktaki bu yapılardan herhangi birinin hastalığı, ayak ağrısına neden olabilir. Ayrıca ayak ağrısı yaralanma veya ayaklardaki herhangi bir kemik, bağ veya tendonun iltihaplanması gibi durumlarla ortaya çıkar. Ayak ağrısı neden olur? Ayak ağrısı tedavisi ile ilgili bilinmesi gereken her şey tüm detayları ile haberimizde…
AYAK AĞRISININ NEDENLERİ
Yaralanma, aşırı kullanım veya ayaklardaki herhangi bir kemik, bağ veya tendonun iltihaplanmasına neden olan durumlar ayak ağrısına neden olabilir. Artrit, ayak ağrısının yaygın bir nedenidir. Ayak sinirleri yaralanması yoğun yanma, uyuşma veya karıncalanma (periferik nöropati) ile sonuçlanabilir. Ayak ağrısının bazı yaygın nedenleri şunlardır:
– Aşil tendiniti
– Aşil tendonu rüptürü
– Avülsiyon kırığı
– Kemik çıkıntıları
– Kırık ayak bileği
– Kırık ayak
– Bunyonlar
– Bursit (eklem iltihabı)
– Nasır
– Diyabetik nöropati (diyabetin neden olduğu sinir hasarı)
– Düz tabanlık
– Gut (aşırı ürik asit ile ilişkili artrit)
– Haglund’un deformitesi
– Hammertoe ve çekiç ayak parmağı
– Yüksek topuklu veya uygun olmayan ayakkabılar
– Batık ayak tırnakları
– Metatarsalji
– Morton’un nöroma
– Osteoartrit (eklemlerin parçalanmasına neden olan hastalık)
– Osteomiyelit (bir kemik enfeksiyonu)
– Paget kemik hastalığı
– Periferik nöropati
– Plantar fasiit
– Plantar siğiller
– Psoriatik artrit
– Raynaud hastalığı
– Reaktif artrit
– Retrorokkaneal bursit
– Romatoid artrit (inflamatuar eklem hastalığı)
– Septik artrit
– Stress kırıkları
– Tarsal tünel sendromu
– Tendinit
– Tümörler
Romatoid artrit, GUT, seronegatif spondiloartropatilerde özellikle ayak tutulumu sık görülür. Ayak eklemlerinde ağrı, şişlik, kızarıklık ve ısı artışı ile seyreder.
AYAK AĞRISI TEDAVİSİ
Hafif ayak ağrısı çoğu zaman ev tedavilerine iyi cevap vermesine rağmen, geçmesi zaman alabilir. Özellikle bir yaralanma neticesinde şiddetli ayak ağrısı varsa mutlaka doktora danışmakta fayda vardır. Ayak ağrısı normal aktivitelerinize müdahale ettiğinde, tıbbi yardım almanız gerekir.
Tedaviler, ağrının spesifik nedenine en uygun şekilde yönlendirilir.
Bölgedeki rahatsızlık veya ağrıyı ilk fark ettiğinizde, dinlenerek, buz uygulaması ve ayağınızı yüksekte tutarak tedavi edebilirsiniz. Tedavide ağrı kesici, ödem giderici ilaçlar da rahatsızlığı ve ağrıyı azaltmak için kullanılabilir.
Dinlenme, etkilenen bölgedeki dokuların iyileşmesine fayda sağlar. Ayağa ağırlık vermekte güçlük çekerseniz koltuk değnekleri kullanılmalıdır. Piyasada bulunan ayak bileği ve ayak desteklerinin uygun kullanımı, etkilenen bölgeye dinlenme, rahatlık ve destek sağlayabilir.
Buz 20 dakikadan uzun sürmemelidir. Buz, plastik bir torbaya konabilir veya bir havluya sarılabilir. Buz paketleri genellikle çok soğuk oldukları için tavsiye edilmez. Aşırı rahatsızlık oluşursa, buzlanma hemen kesilmelidir. Alternatif olarak, etkilenen uzuv Epsom tuzu ile karıştırılmış soğuk suda bekletilebilir.
Ayağı sarmak ve yüksekte tutmak, etkilenen dokuların şişmesini önlemeye yardımcı olacaktır. Aşırı şişme, etkilenen bölgedeki sinir liflerinin gerilmesine neden olabilir ve bu da daha fazla ağrıya neden olabilir. Bu nedenle, şişmenin azaltılması çoğu kez bir miktar ağrı rahatlaması sağlar.
Ayak ağrısının azaltılması ve şişmeyi önlemeye yardımcı olabilecek iki tip reçetesiz ilaç vardır. Asetaminofen (Tylenol) ağrıyı azaltmaya yardımcı olurken, aspirin, ibuprofen (Motrin) veya naproksen (Naprosyn) gibi nonsteroid antiinflamatuar (NSAİİ) ağrıyı azaltmaya yardımcı olabilir ve aynı zamanda inflamatuarı (iltihap) azaltır. Bu ilaçları kullanırken, dozaj önemli olduğundan dikkatli olunmalıdır. Ek olarak, asit reflüsü veya mide ülseri ve böbrek problemleri olanlar, kullanmadan önce bir doktora danışmalıdır.
Plantar fasiitin rahatlatılması için ayağın altında donmuş su şişesini yuvarlamak ve çeşitli germe egzersizlerinin faydalı olduğu bilinmektedir. Destekleyici ve uygun ayakkabı tertibatının yanı sıra yalınayaklıktan kaçınmak fayda sağlar. Ayrıca kortikosteroid enjeksiyonu da faydalı olabilir.
Nasırlarda ayak ılık suya sokularak nasır yumuşatılıp ve ponza taşı ile temizlenebilir. Nasırların kesilmesi ve yakılması sakıncalıdır.
Stres kırıklarına bağlı ayak ağrısında uzun bir istirahat dönemi sıklıkla gerekir.
Bazen, kemik çıkıntısını tıraşlamak ve şekil bozukluğunu düzeltmek için cerrahi işlem yapılması gerekebilir.

 

 

 

AYAK BURKULMASI

Ayak burkulmasına ne iyi gelir? Ayak burkulması tedavisi

Neredeyse herkesin hayatının bir döneminde karşılaştığı ayak burkulmaları çok tehlikeli bir rahatsızlık olmasa da bazen can sıkıcı olabiliyor. Genellikle sporcularda görülüyor ancak ters bir hareket sonucu normal vatandaşlarda da görülme oranı yaygın. Bu sorunla karşılaşan kişiler ise ayak burkulmasına nelerin iyi geldiğini öğrenmek istiyor. Peki, Ayak burkulmasına ne iyi gelir? Ayak burkulması tedavisi nasıl yapılır?
Günlük yaşamda ve sportif faaliyetler sırasında en sık sık rastlanan ayak burkulmalarını, nasıl tedavi edeceğini ve kısa sürede etkilerini nasıl ortadan kaldırabileceklerini merak eden vatandaşlar, ‘Ayak burkulmasına ne iyi gelir?’ sorusuna yanıt arıyor. İşte, ayak burkulmaları hakkında merak edilen tüm detaylar…
AYAK BURKULMASI NEDİR?
Ayak bileği burkulması, yere düşme sırasında hareketin eklemin normal sınırlarını aşmasına bağlı olarak ayak bileği bağlarının gerilmesi ve yırtılmasına verilen isim. Doğası gereği yere düşme sırasında ayağın dış kısmı daha önce, iç kısmı ise daha sonra yere temas eder. Eğer bu hareketin kontrolünde sıkıntı olursa, ayağın içinin yere basışı sağlanamaz ve ayak bileğinin içe doğru dönmesine ve dış tarafta hareketi kontrol eden bağların gerilmesine neden olur. Uzmanlar ayak bileği burkulmalarının yüzde 80’inin ayak bileğinin dış kısmında olduğunu söylüyor.
Ayak bileği burkulmaları üç derecede sınıflandırılıyor. Bunlar, ayak bileği bağları zorlanması, ayak bileği bağlarının kısmi yırtığı ve ayak bileği bağlarının tam yırtığı. Ayak bileğini muayene eden doktor, hareketlerin kısıtlanması, ayak bileğinde şişme, ayak bileği bağlarının yetersizliği veya yeterliliğine bakarak sınıflamasını yapar. Muayenede, röntgen de istenerek ayak bileği bağ yaralanması sırasında kemikte kırık olup olmadığına karar verilir.
AYAK BURKULMASINA NE İYİ GELİR?
Travmalarda genel olarak akut devrede ayağın bir süre mutlak istirahat ettirilmesi ayak çevresine 2-3 gün süreyle soğuk uygulanması gerekir. İşte, ayak burkulması sonrası yapılması gerekenler…
Dinlenme: Ağrılı hareketleri yapmayacak ama ağrısız hareketlere izin verecek düzeyde istirahat etmek gerekiyor.
Buz uygulama: Her seferinde 20 dakika olmak üzere iki saatte bir ya da saatte bir 10 dakika bileğe buz uygulanması.
Kompresyon: Elastik bandaj veya ayak bileği koruyucusu kullanılması.
Ayağı yukarı kaldırma: Ayağın kalp hizasından yukarıya kaldırılarak yatılması.

 

 

 

AYAK ÇIBANI

Ayak çıbanı nedenleri belirtileri ayak çıbanı nasıl tedavi edilir
Çıban denilen durum, vücudumuzun genellikle dış yüzeyinde ve bazen iç kısımda oluşabilecek; içi iltihap dolu şişliklere verilen isimdir. Genel anlamda derinin dış kısmında karşılaştığımız bu durum vücudumuzun fazla hava almayan, daha fazla terleyen ve mikrop, bakteri vb. türlerin daha çok bulunması muhtemel olan yerlerde meydana gelmektedir.
Hal böyle olunca, çıbanların ayak bölgemizde meydana gelen bir olay olması da kaçınılmaz olmaktadır. İlk oluşmaya başlanılan aşamada ilk önce bu şişliklerin çıban olduğu anlaşılamayabilir; kaş bölgesinde çıktıysa kızarıklıktan ötürü sivilce zannedilebilir veya ayakta çıkanlar da ufak böcek ısırıkları zannedilip dikkate alınmayabilir.
Ancak süreç ilerledikçe ve çıbanlar büyüdükçe içleri iltihapla dolmaya başlayarak günden güne şişmektedir. Öte yandan büyüdüğü alanda şiddetli ağrılar yaparak kişiyi oldukça rahatsız etmektedir. Tam ortasında açık sarı tonlarda şişkin bir biçimde iltihap olan çıbanlar hakkında yapılan en tehlikeli ve en yanlış davranış, içerisindeki iltihabı boşaltmak için çıbanları sıkmak olacaktır.
Böyle bir harekette bulunmak, hele ki çıbanlar yüz bölgesindeyse bu çıbanları sıkmak kişinin kanser olabilmesine dahi yol açabilmektedir. Bu kadar zararlı sonuçları olabilecek bir durumu vücudun herhangi bir yerindeki çıbanlar için de dikkatle davranmalı, çıbanları asla ama asla sıkmamamız gerekmektedir. Haddinden fazla şişen ve ağrı yaratan çıbanlar için bireysel olarak müdahale yerine en yakın sağlık kuruluşuna giderek müdahale isteği yapılabilir.
Durum böyleyken, özellikle ayak bölgesinde çıkan çıbanların hem kişilerin ağrılanmalardan dolayı rahatsız hissetmemeleri hem de bu tip mikropsal kaynaklardan oluşan iltihaplanmaların tekrarlanmaması için çıbanların ortadan kaldırılması adına dikkat edilecek hususlar bulunmaktadır. Öncelikle uzman bir dermatologtan yardım alındıktan sonra, evdeki tedavi süreçlerinde ayakları bol bol sıcak uygulamaya tabi tutmak gerekmektedir. Doktor kontrollerinde antibiyotik içerikli merhemlerin kullanılmasına, eğer gerek varsa pansuman yaptırımının aksatılmamasına dikkat edilmesi çok önemlidir.
Eğer daha önce ayağınızda hiç çıban oluşmadıysa, bundan sonrasında da oluşmayacağına dair en ufak garanti bulunmamaktadır. Bireylerin ayak çıbanından kendilerini korumaları adına ayaklarının bakımlarına çok dikkat etmeleri; her gün yeni çorap giymeleri, uzun saatler ayakları ayakkabı içerisinde duruyorsa eve gelir gelmez ılık ve tuzlu suyla ayakları 15 dakika içerisinde rahatlatmaya çalışmaları, banyodayken ayakları detaylı olarak temizleyip yıkamaları ve en önemlisi ayakları en çok etkileyen kısım ayakkabılar olduğu için mümkün oldukça ayakları rahat ettirecek ve dışarıdan hava alabilme özellikli ayakkabıları tercih etmeleri gerekmektedir.

 

 

 

AYAK ŞİŞMESİ

Ayak şişmesi nasıl geçer?
Ayak şişmesi sık görülen bir durum olmasına rağmen hastalık değildir. Ayak şişmesi farklı nedenlerle meydana gelebilir. Ayak şişmesini gidermek için neler yapmalıyız, ayak şişmesine ne iyi gelir, ayak şişmesi nasıl geçer, ayak şişmesi neden olur

Şişkinlik bazen bir kalp, karaciğer veya böbrek hastalığının işareti olabilir. Geceleri şişen ayak bilekleri, kalbin sağ tarafındaki yetmezliğe bağlı tuz ve su tutumunun belirtisi olabilir. Böbrek hastalığı da ayak ve ayak bileklerinde şişmeye neden olabilir. Böbrekler düzgün çalışmadığında sıvı vücutta birikebilir.

Ayak şişmesi genelde endişelenmeyecek geçici bir durumdur. Uzun süre ayakta kalmak, uzun süre hareketsiz kalmak, yeni egzersiz denemek ya da yoğun bir gün geçirmekten dolayı ayağınız şişebilir. Eğer ayak şişliği herhangi bir yan etki gösteriyorsa ya da birkaç gün içerisinde geçmiyorsa o zaman bir doktora görünmenizde fayda var.
Evde müdahale edebileceğiniz bazı yöntemlerle ayak şişliğinden kurtulmak mümkün. İşte evde yapabileceğiniz tedavi yöntemleri…
Ayakları yukarı kaldırmak
Ayak şişliklerini önlemek için ayaklarınızı yukarı kaldırarak kan akışının ayaklara gelmesi engellenir ve oluşan şişliklerin iyileşmesini sağlarsınız.
Buz tedavisi
Burkulma gibi nedenlerle ortaya çıkan şişliklerde buz tedavisi önemlidir. Buzu bir havluya sarıp şişlik olan yerde bekletin böylece hem şişliğiniz inecek hem de intihaplaşma riski azalacak.
Bacaklara egzersiz yapmak
Eğer şişliğiniz geçiciyse bacaklarınıza yapacağınız egzersizler ayaklarda oluşan şişlikleri geçirecektir. Egzersiz şişliğin olduğu alana giden kan akışını normale döndürecektir. Ayrıca uzun süre oturmak ayak şişliğine neden olur bu yüzden kan dolaşımını uygun seviyede tutmak için ara ara ayağa kalkıp dolaşılmalıdır.
Ayakları tuzlu suda bekletmek
Tuz içerisindeki sülfat ile kasların rahatlamasını sağlar. Yarım kova suya bir fincan tuz ekleyin ve iyice karıştırın, ayaklarınızı bu su içerisinde 15 dakika bekletin. Yorgun ve şiş ayaklar için en iyi çözüm tuzlu sudur. Her gece yatmadan önce yapabilirsiniz.
Sağlıklı beslenin ve aşırı tuzdan kaçının
Dengeli ve sağlıklı beslenme dolaşımınızı arttırır. Beslenme düzeninizde magnezyum içeren gıdalara yer verin. Sodyum içeren gıdalardan uzak durun. Günde 2 litre su için, su vücudunuzda bulunan zararlı maddeleri vücudunuzdan atamanıza yardım eder. Taze sebze ve meyve suları tüketin. Kafein, asit ve tuzlu gıdalardan uzak durun.
Nane
Naneyi suda iyice kaynatın ve dayanabileceğiniz kadar sıcak suda ayaklarınız yıkayın. Sonra soğuk nane suyuyla tekrar ayaklarınızı yıkayın. Nane ayaklarınızda ödem oluşmasına engeller ve ayak şişmesine iyi gelir.
Karahindiba çayı
Etkili bir idrar söktürücü olan karahindiba antioksidanlar açısından da zengin olduğu için ağrıları hafifletir. Karahindiba sıcak suya ekleyin ve 15 dakika demleyin. Günde 1-2 bardak tüketin şişlikleri azaltacaktır.
Maydanoz
Etkili bir idrar söktürücü olan maydanoz vitamin ve mineral deposudur. Maydanozu iyice yıkayın ve çay şeklinde demleyin günde 2-3 bardak içebilirsiniz. Enfeksiyon kaynaklı şişmeleri geçirecektir ayrıca maydanoz iyi bir idrar söktürücüdür.
Zencefil
Zencefil doğal bir anti enflamatuardır. Zencefil yağı ile şişen ayaklarınıza masaj yapabilirsiniz. Zencefil krampları da geçirir.
Greyfurt yağı
Greyfurt yağı gibi uçucu yağlar ayaklardaki şişlikler için kullanılabilir ayrıca anti enflamatuar özelliklere sahiptir olan bu yağ ciltten bir gece bekletildiğinde iyi bir sonuç verir.
Lahana yaprakları
Yeşil ya da beyaz birkaç lahana yaprağını temizleyin ve buzdolabında bir süre bekletin. Soğuyan lahana yapraklarını şiş alanların üzerine yerleştirin ve üzerin bir bandaj ile sarın. Cilt üzerinde yaklaşık 3 dakika kadar bekletin, şişliklerinizin geçmesine yardım edecektir.
Salatalık
Bir adet salatalığı dilimleyin. Ayaklarda şişen bölgelere uygulayın ve üzerine bir bandaj ile sarın. Salatalık, ödem ve sertliği azaltır ayakların rahatlamasına yardımcı olur.
Limonlu çözüm
Limon suyu, toz tarçın, yağ, süt ve su karıştırın. Hamur haline gelen karışımı şişen ayaklara uygulayın. Bu çözüm en etkili çözümlerden biridir. Ayaklarda oluşan şişlik ve sertliklerin azalmasını sağlar.
Elma sirkesi
Elma sirkesi ayaklardaki şişliklerin inmesine yardımcı olurken ağrının hafiflemesini de sağlar. Elma sirkesini doğrudan şişliklere uygulayabilir veya ayağınızı beklettiğiniz suyun içerisine elma sirkesi ekleyebilirsiniz.
Arpa suyu
Bir avuç arpa tanesini suda kahverengi olana kadar kaynatın. Kaynayan arpaları süzün ve günde 1 – 2 bardak soğuk haldeyken tüketin. İdrar söktürücü olduğu için vücuttan toksinlerin atılmasına yardımcı olur.
Tonik
Ayak şişlikleri için kullanılan en etkili çözümlerden biri de gazlı sudur. Gazlı su şiş alanlara tonik şeklinde uygulanabilir. Şişliklerin yatışmasını sağlarken aynı zamanda ağrıyı da hafifletir.
Karbonat
Karbonat ve pirinç suyunu aynı miktarda hamur haline gelene kadar karıştırın. Elde edilen hamuru şişliklerin üzerine uygulayın. Bir süre bekletildikten sonra su ile durulayın.

 

 

 

AYAK TERLEMESİ

Ayak terlemesi nasıl önlenir? Ayak terlemesi nedir, neden olur? İşte merak edilenler…
Ayak terlemesi her 100 kişiden 2-3 kişide görülüyor. Birçoğumuz zaman zaman ayak terlemesinden şikayet ederiz. Bazı insanlar için bu, günlük yaşamlarını önemli ölçüde etkileyebilir ve başkalarıyla sosyal ilişkide azalmaya neden olabilir. İşte ayak terlemesi nedir, neden olur, nasıl tedavi edilir, önlenir sorularının yanıtları…
AYAK TERLEMESİ NEDİR?
Aşırı ayak terlemesi genellikle ayak tabanında ortaya çıkan bir terlemedir. Sadece ayaklarda olabileceği gibi sıklıkla ellerde, koltuk altları ve yüz (kafa) bölgesi terlemesi ile birlikte olabilir.
Aşırı ayak terlemesi kişinin günlük faaliyetlerini, sosyal yaşantısını, öğrenimini, iş hayatını, psikolojik durumunu etkileyecek derecede ise, bu duruma aşırı ayak terlemesine (plantar hiperhidroz) denir.
Ayak terlemesi sıkıntı oluşturmayacak miktarda olduğu sürece sağlıklı ve gereklidir. Ancak, bazı insanların ayakları doğal olarak diğerlerinden daha fazla terler, ancak bu durum onlarda herhangi bir sorun ya da rahatsızlığa neden olmaz. Ergenlik, gebelik ve menopoz sırasındaki değişiklikler ayak terlemesini de artırabilir. Bütün gün ayakta duran insanlar ayaklarının daha fazla terlediğini fark edebilir.

AYAK TERLEMESİNİ ÖNLEMEK İÇİN YAPILMASI GEREKENLER
Basit bir günlük ayak hijyeni genellikle terli ayaklarla baş etmede etkilidir. Bu, ayaklarınızı anti-bakteriyel sabunla yıkamak, krem uygulamak ve / veya emici bir ayak tozu kullanmak ve her gün aynı ayakkabıyı giymemek şeklinde olabilir.
Çorap giymek de özellikle yün, pamuk veya yün / pamuk karışımı gibi nemi emen esas olarak kabul edilir. Ek olarak, çıkarılabilir iç tabanlık ve koku giderici etkisi olan ilaçlı tabanlık, çok fazla teri çektiği için tavsiye edilebilir.
Ayaklarınızın nefes almasını sağlayan deriden ve iyi yapılmış ayakkabılar kullanılması ayak sağlığı açısından çok önemlidir.
Yaz aylarında sandaletler veya terlikler ayaklarınızın nefes almasına yardımcı olur.
Çok terli ayakları kurutmaya yardımcı olması için duş veya banyodan sonra parmak aralarını tuvalet ispirtosu ile silin.
TEDAVİ SEÇENEKLERİ
Aşırı terleyen veya ayaklarında hiperhidroz bulunan insanlar için başka tedaviler de mevcuttur. Normal ayak bakımının etkili olmadığı ve daha uzun süreli koşullar için daha ciddi vakalarda, doktorunuz size iyontoforez (elektriksel stimülasyon) ve Botulinum toksin enjeksiyonları (botox) tavsiye edebilir.
AYAK TERLEMESİNİN NEDENLERİ
Ergenlerde ve genellikle 25 yaşın altındaki kişilerde, ayak terlemesi muhtemelen vücuttaki değişen hormon seviyeleri tarafından tetiklenen aşırı aktif ter bezlerinden kaynaklanır. Ayak tabanlarındaki (ve el avuçlarındaki) ter bezlerinin çoğunlukla duygulara yanıt vermesiyle hem zihinsel hem de duygusal stres yaygın bir nedendir.
Ayak terlemesi (avuç içi ve koltuk altı ve yüz / kafa derisi ile birlikte) simetrik olma eğilimindedir. Tam neden bilinmemektedir, ancak esas olarak aşırı aktif ter bezlerinden kaynaklanmaktadır. Bazı durumlarda, neden genetik olabilir.
Mümkün olan diğer nedenler arasında, bazen yapısal bir problemin neden olduğu, ayağın yorgun ya da yorulmuş olduğu için, örneğin ayaklarınızı tüm gün ayakta tuttuğunuzda, ayak üzerindeki stresi sayılabilir.

 

 

 

 

ADET AZLIĞI

Regl & Adet Azlığı Neden Olur?
Kadınların ortak sorunlarından biri olan regl düzensizliği, en çok sorulan soruların başında gelmektedir. Regl düzeni kişiden kişiye değişmekle birlikte kanamalar 1-7 gün arasında sürmektedir. Adet döngüsü ortalama olarak 28 günde bir hesaplanır ve bu süreç içinde kanamanın düzeninden regl döneminin kaç gün sürdüğüne kadar çeşitli bilgiler elde edilir.
1-7 gün aralığında süren regl dönemi bazı kişilerde 4-5 gün sürerken bazılarında ise 6-7 gün boyunca devam etmektedir. Regl döneminde ortalama olarak 35-40 ml kan gideri söz konusudur. Ancak tıpki gün hesabında olduğu gibi kan gideri de kişiden kişiye değişkenlik göstermektedir. Regl döneminde kan giderinin 35 ml az olması durumunda kanamanın az olduğu belirtilirken; kan giderinin 80 ml üstüne çıkması ise aşırı kanama olarak nitelendirilmektedir.
Regl döneminde kanama miktarının ölçümü ortalama olarak ped değiştirme sıklığı ile ölçülmektedir. Ancak herkes aynı sıklıkla ped değişimi yapmamaktadır. Kimileri 1-2 damla kanamada ped değiştirirken kimileri günde 2-3 kez ped değiştirmektedir. Ortalama bir oran vermek gerekirse günde 3-4 ped değişimi normal olarak kabul edilmektedir. Ancak kişi 1-2 damlada bir ped değiştiriyor ve 5-6 kez ped değiştirdiğini ifade ediyorsa bu oran yine normal olarak kabul edilir.
REGL SIKLIĞI NASIL OLMALIDIR?
Regl döneminin kişiden kişiye değişkenlik göstermesinin başlıca nedenlerinden biri hormonal değişikliklerdir. Hormonal değişimlerin yanı sıra doğum kontrol hapı kullanımı regl düzenini doğrudan etkileyen unsurlardandır.
Regl döngüsü ortalama olarak 28 günde bir olarak hesaplanmaktadır. Ancak regl döneminin başladığı tarihler arasında en az 21, en fazla 35 gün olması gerekmektedir. Herkesin regl döneminin aynı olmaması nedeniyle “28 günde bir” ifadesi ortalama olarak belirtilen bir tarihtir.
Bu konuda en çok yanılgıya düşülen nokta yalnızca temiz kalınan günlerin sayılmasıdır. Regl sıklığının doğru hesaplanması için adetin başlangıç tarihinden başlangıç tarihine sayılması gerekmektedir. Kısacası yalnızca temiz kalınan günler sayılması doğru değildir.
REGL DÜZENSİZLİĞİNE NEDEN OLAN FAKTÖRLER
• Stres
• Aşırı egzersiz
• Aşırı kilo alımı veya kilo kaybı
• Doğum kontrol hapları
• Diyabet
• Tiroid sorunları
• Kan inceltici ilaçların kullanılması
• Antidepresan kullanımı
• Karaciğer sirozu
• Östrojen veya progesteron düzensizliği
• Sistemik lupus
• Rahim kanseri
• Düşük veya dış gebelik
• Östrojen takviyeleri
• İltihaplı pelvik hastalığı
REGL KANAMASI NEDEN AZ OLUR?
Uzmanlar regl döneminin en az 2 gün sürmesi gerektiğini belirtmektedir. Ancak regl dönemi 1 gün sürüyorsa bir sorun var demektedir. Regl döneminin 1 gün sürmesi durumunda doktora başvurmalı ve gereken tetkikleri yaptırmalısınız.
Regl dönemi en az 2 gün sürmeli ve günde en az 2 ped değiştirilmelidir. Ancak bundan daha az miktarda regl dönemi ve ped değişimi hipomenore olarak adlandırılmaktadır. Hipomenore, düzenli ancak az miktardaki adet kanamalarına verilen addır. Hipomenore adet düzensizliğinden bağımsız olarak az miktarda kanamanın görülmesidir.
Adet kanamasının azlığı gün ile belirlenmez. Ortalama olarak 6-7 gün süren adet kanamaları normal olarak kabul edilirken 3-4 günlük kanamalarda normal olarak kabul edilmektedir. Önemli olan kanamanın toplam miktarıdır.
Regl azlığının temel nedeni hormonal değişimlerdir. Yaşın ilerlemesi, menapoza yaklaşılması ve kadınlık hormonunun azalması gibi durumlar regl azlığının başlıca nedenlerindendir. Bir diğer hormonal değişimler hipotiroididir. Tiroid bezi hormonlarının azalması olarak bilinen hipotiroidinin bir diğer ismi guatrdır.
Regl azlığının birçok nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerden diğerleri ise kürtaj işlemi veya rahim içi ile alakalı olarak gerçekleştirilen ameliyatlardır. Bu işlemler sonrasında rahim içinde meydana gelen yapışıklıklar kanamanın az olmasına neden olabileceği gibi ileri derece yapışıklıklarda ise adet kanaması hiç gerçekleşmez.
Bazı durumlarda adet kanamasının düzensizleşmesi ve azalması hamilelik olasılığını akıllara getirmektedir. Bu tip durumlarda kanamanın azalmasıyla birlikte üstüne görme durumu gerçekleşebilir. Aynı zamanda regl azlığına yol açan durumlardan bir diğeri ise spiral kullanımıdır.
REGL AZLIĞI NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Regl azlığının tedavisine başlanmadan önce altta yatan neden belirlenmeli ve öncelikle bu neden ortadan kaldırılmalıdır. Eğer regl azlığı guatrdan dolayı kaynaklanıyorsa öncelikle guatr tedavi altına alınmalıdır. Menapoz, spiral kullanımı, gebelik veya hormonal bozuklardan birinin tespit edilmesi durumunda öncelikle bu sorunlar tedavi edilmelidir. Aksi takdirde regl azlığının tedavisi başarılı bir sonuç vermeyecektir.
Regl azlığı tedavisinde genellikle hormon takviyesi uygulanmaktadır. Erken menapoz nedeniyle görülen regl azlığında kadınlık hormonları desteklenebilir. Eğer spiralden kaynaklı bir regl azlığı söz konusu ise öncelikle spiralin çıkarılması gerekir.

 

 

AMENORE (ADET GÖREMEMEDE-ADET YOKLUĞU):

Adet kanamasının olmaması, yani adet görmemeye tıp dilinde “amenore” denir. Bir kadının en az 3-6 ay süreyle adet görmemesi amenore olarak kabul edilir. Daha kısa süre adet görememe ise “adet rötarı” “adet gecikmesi” olarak adlandırılır.
Ergenlik döneminden önce, gebeliksırasında, emzirme döneminde ve menopozdan sonra adet görülmemesi normaldir ve ‘fizyolojik amenore” adını alır. Bunun dışında kalan bütün amenoreler ise normal değildir, yani “patolojik amenore”dir. Genç bir kızın 18 yaşına geldiği halde adet görmemiş olması”primer amenore” adını alır. Normal adet görmekte olan bir kadının 6 ay ya da daha uzun süre adet görmemesi ise “sekonder amenore” adını alır.
Amenore, kriptomenoreden farklıdır. Kriptome-norede adet görülmektedir fakat bu ya çok az miktarda olduğundan farkedilmez ya da üreme organlarındaki bir anormallikten dolayı (kızlık zarının kapalı oluşu gibi) adet kam dışarı akamaz. Amenorede ise adet kanaması yoktur. Amenoreye yol açan bir çok etken vardır. Bunları aşağıda sırayla, kısaca göreceğiz.
1. Rahim hastalıkları: Doğumsal olarak rahim kusurlu olabilir. Çok ufak ya da hiç olmayabilir. Ra-himin adet gören tabakasının {endometrium- rahim iç zarı) herhangi bir nedenle (ışınlama, iltiha-bi hastalıklar gibi) tahrip olması.
2. Yumurtalık hastalıkları: Doğumsal olarak yumurtalıklar gelişmemiş olabilir. Ayrıca, yumurtalık kist ve tümörleri, yumurtalıkların ışına uğramaları, ağır yumurtalık iltihapları.
3. Hipofiz hastalıkları: Herhangi bir nedenle hipo-fiz bezinin görev yapamaması.

4.Bazı hormonal sistem hastalıkları: Ağır hiperti-roidizm, bazen diabet (şeker hastalığı), böbreküstü bezinde tümör ya da fazla çalışması.

5.Sinir sistemi hastalıkları: Buna “stress ameno-resi”de denir. Ruhsal gerilim, aşırı heyecan ve korku, bazı ruh hastalıkları.

6.Doğum kontrol ilaçları: Bazen ağızdan alınan bu doğum kontrol haplarının bırakılmasından sonra amenore görülebilir. Bu genellikle doğum kontrol haplarının düzensiz kullanılması ile ilgili olup, kullanılan ilacın tipi ya da kullanma süresi ile pek ilgili değildir.

 

 

 

 

ADET GECİKMESİ

Adet Gecikmesi Nedenleri Nedir?
Adet gecikmesi söz konusu ve hamile olduğunuzdan mı şüpheleniyorsunuz? Gebelikten başka nedenlerle adet gecikmesi sorunları meydana gelebilir. Genel nedenler, hormonal dengesizliklerden ağır tıbbi koşullara kadar değişebilir. Bir kadının hayatında iki kez adet gecikmesi ve adet düzensizliği normal kabul edilir: Adetin ilk başladığı dönem ve menopoz.
Adet gecikmesi kaç gün olur?
Periyodunuz başladıktan sonraki ilk iki yıl boyunca hormonlarınız hala dengelenmektedir. Bu, geç ya da kaçırılmış adet dönemlerine neden olabilir. Menopoz genelde 45-55 yaşları arasında başlar. Vücudunuz geçişi tamamladığı için normal döngünüz düzensiz hale gelebilir. Bununla birlikte, sağlıklı menstrüel döngüsü her 21 ila 35 gün arasında değişebilir. Adet gecikmesi ise düzenli olarak, her ay adetin farklı zaman aralıkları ile yaşanmasını ifade eder. Örnek olarak adetin beklenen süreden bir hafta sonra dahi gelmemesi adet gecikmesi olarak ifade edilir. Bir sene içinde yaşanan 2-3 adet gecikmesi normal kabul edilirken, daha uzun düzensiz dönemler normal değildir.
Adet gecikmesi nedenleri nelerdir?
• Stres
Stres, hormonlarınızın dengesini bozabilir ve ünlük rutini değiştirip, hipotalamusta döneminizin düzenlenmesinden sorumlu beyninizin bölümünü etkiler. Zamanla stres hastalık veya ani kilo alımı veya kaybına neden olabilir, bu da adet gecikmesine yol açabilir ya da adet düzenini bozabilir.
Stresin adet gecikmesine yol açtığını düşünüyorsanız, gevşeme tekniklerini uygulayın ve yaşam tarzı değişiklikleri yapın. Rejiminize daha fazla egzersiz yapmak adetlerinizi düzene sokmaya yardımcı olabilir.
• Düşük Vücut Ağırlığı
Anoreksiya veya bulimia gibi yeme bozukluğu olan kadınlar adet gecikmesi ve adet düzensizliği yaşayabilir. Boyunuz için normal aralık olarak kabul edilenin% 10 altında bir ağırlığa sahip olmanız, vücudunuzun çalışma biçimini değiştirebilir ve ovülasyonu durdurabilir. Yeme bozukluğunuz için tedavi almak ve kilo vermek sağlıklı bir şekilde döngü normale dönebilir.
• Obezite
Tıpkı düşük vücut ağırlığı da hormonal değişikliğe neden olabilir. Doktorunuz, obezitenin geç veya kaçırılmış dönemlerinizde bir faktör olduğunu belirlerse, bir diyet önerebilir ve egzersiz planı hazırlayabilir.
• Polikistik over sendromu (PCOS)
PCOS, vücudun erkek hormonundan daha fazla androjen üretmesine neden olan bir durumdur. Bu hormon dengesizliğinin bir sonucu olarak yumurtalıklarda kistler oluşur. Bu, yumurtlamayı düzensiz hale getirebilir veya tamamen durdurabilir. İnsülin gibi diğer hormonlar, PCOS ile ilişkili olan insülin direncine bağlı olarak dengesini kaybedebilir. PCOS tedavisi belirtilerin hafifletilmesine odaklanır. Doktorunuz, döngününüzü düzenlemeye yardımcı olması için doğum kontrolünü veya diğer ilaçları reçete edebilir.
• Doğum kontrolü
Doğum kontrol hapları yumurtalıkların yumurtlamasını önleyen östrojen ve progestin hormonlarını içerir. Hapı kestikten sonra döngüsünün tekrar tutarlı hale gelmesi altı ay sürebilir. İmplante edilen veya enjekte edilen diğer kontraseptif türleri de adet gecikmesine yol açabilir.
• Kronik hastalıklar
Diyabet ve çölyak hastalığı gibi kronik hastalıklar menstruasyon döngüsünü de etkileyebilir. Kan şekerindeki değişiklikler hormonal değişikliklerle bağlantılıdır, bu nedenle az kontrollü diyabet nadiren dönemin düzensiz olmasına ve adet gecikmesi durumuna neden olabilir.
Çölyak hastalığı, vücudunuzun önemli besin maddelerini almasını engelleyebilecek ince bağırsakta hasara yol açabilen iltihaba neden olur.
• Erken Menopoz
Çoğu kadın, 45-55 yaş arasındaki menopoz dönemine başlar. 40 yaşın civarında veya yakınında semptomlar geliştiren kadınların erken menopozu olduğu düşünülmektedir. Bu, yumurta arzınızın sönük olduğu anlamına gelir ve sonuçlar adet gecikmesi sorunları ve sonunda menstruasyonun bitmesi demektir.
• Tiroid sorunları
Aşırı aktif veya yetersiz tiroid bezi de geç veya kaçırılmış dönemlerin nedeni olabilir. Tiroid vücudunuzun metabolizmasını düzenler, bu nedenle hormon seviyeleri de etkilenebilir. Tiroid sorunları genellikle ilaçlarla tedavi edilebilir. Tedaviden sonra, döneminiz muhtemelen normale dönecektir.
Adet gecikmesi için ne zaman bir doktora başvurmalıyım?
Doktorunuz adet gecikmesi nedenini doğru bir şekilde teşhis edebilir ve tedavi seçeneklerini tartışabilir. Doktorunuza iletmek için adet döngünüzü ve değişikliklerin kaydını tutmalısınız. Bu sayede doktor daha doğru teşhis koyabilecektir. Normalde ağır kanama, ateş, şiddetli ağrı, mide bulantısı ve kusma veya yedi günden uzun süren kanamalarınız varsa hemen bir doktora başvurun.
Adet döngüsü, pubertenin başlangıcından itibaren (ortalama yaş 11 veya 12 yıl) tüm kadınlarda görülür ve orta yaşta menopoz olana kadar devam eder. Her ay, uterus döllenmiş bir embriyo almaya hazır derin ve yastıklı bir duvar geliştirir.
Hamilelik gerçekleşmezse, bu yastıklı astar vajinal kanama yoluyla dökülür. Menstrüel dönemler iki ila yedi gün arasında değişir ve ortalama döngü her 28 günde bir, ancak değişebilir. 24 ila 35 gün arasında herhangi bir yer normal bir adet döngüsü olarak kabul edilir.
Adet gecikmesi durumunun diğer nedenleri şunlardır;
• Gebelik
Cinsel açıdan aktif kadınlar hamile kalabilir ve aslında bir kadının hamile olduğunun ilk işaretidir. İki haftalık adet gecikmesi ardından, hamilelik testleriyle idrarda HCG, gebelik hormonu saptanabilir.
• Kilo kaybı
Diyet yoluyla birdenbire kilo kaybettiyseniz, bu durum adet gecikmesi sebebi olabilir veya adetler tamamn durdurabilir. Anoreksiya nervoza gibi yeme bozukluğu olan insanlar sıklıkla menstruasyona son verir.
Belli bir yeme bozukluğunuz olmasa bile sağlıklı bir diyet sağlıklı bir döngü için gereklidir. Bir sürü abur cubur yiyen bu durum dönemlerinizi etkileyebilir, bu nedenle diyetinize bol miktarda taze meyve, sebze ve tahıl bulundurun.
• Diğer tıbbi durumlar
Polikistik over sendromu (yumurtalıklarda kistler) gibi durumlar, düzensiz veya tamamen duran adet dönemlerine neden olabilir. Tiroid bozuklukları da tiroid hormonlarını kontrol ettiği için oluşabilir ve menstrüel siklus hormona bağımlıdır. Uterus ve tümörler ile yapısal sorunlar, benign veya kanserli diğer olasılıklardır.
• İratrojenik komplikasyonlar (doktorlara bağlı hastalıklar)
Doktorların neden olduğu hastalıklar, örneğin geç veya devamsız bir süreye neden olabilir. Eğer dilatasyon ve kür rezeksiyonu (D ve C) gibi uterusunuza ameliyat olsaydınız, bu yaygın skar yaratabilir. Gerçekten rahim ağzınızı tıkayabilir, menstrual kanın vücudunuzdan çıkmasını keser. Kan, daha sonra içeride çoğalır ve enfeksiyona neden olabilir. Bu, potansiyel olarak ciddi bir durumdur ve bunu düzeltmek için tıbbi müdahale gerektirir.
• Bazı kontrasepsiyon türleri
Kontraseptif enjeksiyon, adet gecikmesi durumuna neden olabilir veya tamamen durdurabilir. Öte yandan, daha ağır kanamanızı sağlayabilir. Bazı kadınların, enjekte edildikleri süre boyunca dönemleri olmaz. Her bir enjeksiyon üç ay süreyle kontrasepsiyon sağlar ve etkileri ve yan etkileri enjeksiyonlar durdurulduktan sonra 18 ay veya daha uzun sürebilir. Hap ve diğer hormonal kontraseptifler de döngüsünü durdurabilir. Hapı kestikten sonra döneminizi yeniden başlatmada gecikme olabilir.
• 45-55 yaş arasında olmak
Menopozuna yaklaşıyor olabilirsiniz. Menopozdan önceki ilk zamanlarda, periyotlar daha düzensizleşir ve bazılarına geç gelip diğerlerini özlemek normaldir, çünkü ovulasyon yavaş yavaş kapanır.
Adet gecikmesi tedavisi
Geç dönemlere yönelik çözüm yolları, adet gecikmesi sorunun altında yatan faktöre bağlı olacaktır. Eğer stres yüzünden yaşıyorsa, stres faktörleri ortadan kalktığında adetler düzene girecektir.
Fazla kilolu iseniz, kilonuz normale döndüğünde düzenli adet dönemi başlayabilir. Bir tiroid problemi ya da hormonal dengesizlikse, ilacı almanız ya da başka tedavilerden geçmeniz gerekebilir. Bir dönem geç olduğunda ve bunun stres veya gebelik olduğunu düşünmüyorsanız, o zaman doktorunuza başvurun, böylece iyileştirici tedbirlerin alınması, döneminizi tekrar düzene getirmeniz için yapılabilir. Temelde geç dönemlerin altında yatan nedeni doğru bir şekilde belirleyip tedavi edildikten sonra menstrüel döngüsü normale dönmelidir.

 

 

 

 

B HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR

BADEMCİK İLTİHABI

Bademcik iltihabı nedir? Neden olur? İşte belirtileri teşhisi ve tedavisi…
Bademcik iltihabını kısaca açıklamak gerekirse; bademciklerde meydana gelen apselerdir. Genellikle hastanın boğazının şişmesi ve acıması sonucu kendisini gösterir. Aslında bademcik iltihabı vücudun bir savunma mekanizması olarak da adlandırılabilir. Ağız yoluyla vücuda giren mikroplar bademciklerde birikerek burada iltihap ve apse oluşmasına neden olur.
BADEMCİK İLTİHABININ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Genel anlamda belirtiler şöyle sıralanabilir;
– Boğaz ağrısı
– Yutkunmakta zorlanma
– Yutkunurken boğaza bir şey takılma hissi
– Halsizlik
– Ateş
– Ağız kokusu
– Boğazda ve boyunda şişme
– Ses değişmesi
– Çocuklarda mide bulantısı ve kusma
BADEMCİK İLTİHABI NEDEN OLUR?
Bademcik iltihabı vakalarının yaklaşık yüzde 75’ine virüsler, kalanına da bakteriler neden olur. Bu zararlı organizmalar aşağıdaki şekillerde bulaşarak bademcik iltihabına neden olabilirler:
– Hasta olan kişi ile temasta bulunmak (hapşırma, öksürme, nefes alıp verme ve tokalaşma)
– Hasta birinin eşyalarını kullanmak
– Kirli gıdalar tüketmek (veya yemek yerken ellerin temiz olmaması)
– Hayvanlara temas
– Kirli yüzeylere temas etmek
BADEMCİK İLTİHABININ TEŞHİSİ VE TEDAVİSİ
Bademcik iltihabı kulak burun boğaz uzmanı tarafından basit bir fiziki muayene ile teşhis edilebilmektedir. Bu teşhis sonrası en sık uygulanan tedavi yöntemi ilaç tedavisidir. Bunun yanı sıra ağrıları kesmek için ağrı kesici ve ateş düşürücü ilaçlar da hastaya verilmektedir.
Ayrıca tedavi sürecine yardımcı olması bakımından gün içinde belirli aralıklarla gargara yaparak boğazı temizlemek, dinlenmek, sık sıvı tüketmek, odanızı nemli tutmak, sigara dumanından, temizlik ürünlerinden, banyo kimyasallarından, parfüm, sprey şeklinde kullanılan kozmetik ürünlerinden uzak durmak çok önemlidir. Bademcik iltihabı 1 haftada geçen bir hastalıktır. Ancak hastanın bağışıklık sistemine göre bu süre uzayıp kısalabilmektedir.

 

 

 

BAĞIRSAK DÜĞÜMLENMESİ

Bağırsak düğümlenmesi neden olur?
• Ameliyat sonrasında gelişen yapışıklıklar
• Fıtıklar
• Safra taşları
• Bağırsağın bükülmesi (torsiyon)
• Yabancı cisim yutulması
• İltihabi bağırsak hastalıkları
Belirtileri nelerdir?
• Karın ağrısı (kramp şeklinde)
• Bulantı ve kusma
• Gaz ve dışkı çıkartamama
Bağırsak düğümlenmesi nasıl tedavi edilir?
• Ameliyat sonrası gelişen yapışıklıklarda ilk olarak burun yolu ile takılan mide hortumu ile mideden mide suyu ve bağırdak içeriği dışarı boşaltılarak, bağırsaktaki ödem yok edilmeye ve geçişin açılmasına uğraşılır.
Yanıt vermeyen olgularda ameliyat gerekir. Açık cerrahi veya laparoskopik yöntemle yapışıklıklar açılır veya dönen bağırsak düzeltilir.
Kaynak : Prof.Dr. Korhan Tavioğlu www.taviloglu.com

 

 

 

BAĞIRSAK GAZI

Bağırsak Gazı Nedenleri ve Gazdan Kurtulma Yolları
Bağırsak Gazı Nedenleri ve Gazdan Kurtulma Yolları? En çok rahatsız eden şikayetlerin başında bağırsak gazı gelir. Peki asıl nedenlerini biliyor musunuz?
En çok rahatsız eden şikâyetlerin başında gelen bağırsak gazı aslında hemen hemen herkesin yaşadığı sıkıntılar arasında gelir. Normal bir insan günde 14 kez gaz çıkarırız. Fakat bazı durumlarda bağırsak gazı kişide oldukça fazla rahatsızlık hissine sahip olur. Elbette bunu önlemenin yolları mevcut. Eğer siz de bağırsak gazıyla ilgili bir şikâyet yaşıyorsanız yazının devamını mutlaka okumalısınız.
Bağırsak Gazının Belirtileri Neler?
• Karında keskin ağrılar
• Karın bölgesinde şişlik
• Yellenmek
• Karında sertlik
• Gaz oluşumu hissetmek fakat gaz çıkartamamak
Bu belirtiler bağırsak gazının normal belirtileri arasında olup doktora görünmeye bir neden teşkil etmez. Fakat eğer bu belirtilerin yanında aşağıdaki belirtiler de mevcut ise mutlaka bir uzmana görünmenizde fayda olacaktır.
• Yüksek ateş
• Karında mevcut olan şiddetli ağrı
• Midede meydana gelen aşırı asit üretimi
• Bir anda meydana gelen aşırı kilo kaybı
• Dışkıda kan, vajinal kanama
Bağırsak Gazı Oluşum Nedenleri
Mide bağırsaklarda tamamı ile sindirilemeyen yiyecek ve içecekler bağırsak gazına sebebiyet verebilir.
• Çilek vb. meyveler
• Çikolata
• Mısır
• Yapay tatlandırıcılar
• Pul biber
• Yapmış olduğunuz karbonhidrat ağırlıklı diyetler
• Kahve ve çay gibi idrar söktürücü etkileri olan içecekler
• Yüksek yağ oranına sahip yiyecekler ve kızartmalar
• Aşırı alkol tüketimi
• Aşırı tuz tüketimi
• Laktoz intoleransı
• Yüksek strese bağlı hormonların sindirim faaliyetini kontrolsüzce hızlandırması
Hava yutmak da bağırsak gazı oluşum nedenleri arasında yer alır. Bazı durumlarda hava yutma fazlalaşabilir.
• Direkt bardaktan içmek yerine pipet kullanmak
• Çok hızlı yemek yemek, ağzı kapatmadan çiğnemek
Ciddi birkaç hastalık da bağırsak gazı ile belirti verebilir.
• Karaciğer hastalıkları
• Pelvis iltihabı
• Divertikül iltihabı
• Yumurtalık, kolon, rahim, pankreas ve mide kanserleri
• Crohn hastalığı
• Spastik kolon
Bağırsak Gazı Tedavisi
• Yarım saatlik bir yürüyüş
• Sırtüstü uzanın ve karnınızın üzerine dairesel hareketler ile hafif bir baskı uygulayın
• Egzersiz anında ağızdan değil burundan nefes almak
• Bitkisel çaylar tüketin. Hem sindiriminizin düzenlenmesini sağlayacaktır hem de gaz şikâyetlerinizi sona erdirecektir. Özellikle limon, nane çayı, kimyon, anason tohumu, rezene ve bal kullanımı bağırsak gazı şikâyetleri olanlar için en doğru tercihler arasında yer almaktadır.

 

 

BAĞIRSAK İLTİHABI (İBH)

İltihabi (inflamatuvar) bağırsak hastalığı (İBH) ya da Bağırsak (barsak) iltihaplanması), bağırsaklarda bir grup enflamatuar koşulların oluştuğu hastalıklardır. Crohn hastalığı ve ülseratif kolit ana iki türüdür. Ülseratif kolit kalın bağırsak ve rektumu etkilerken, Crohn hastalığı bağırsakların yanında ağız, sindirim borusu, mide ve anüsü de etkileyebilir.
İnflamatuvar bağırsak hastalıkları özbağışıklık (otoimün) hastalıklarıdır ve vücudun bağışıklık sistemi bağırsaklara ve bazen sindirim sisteminin diğer öğelerine saldırır.
Behçet hastalığı gibi bazı özbağışıklık hastalıkları zaman zaman sindirim sistemini etkilese de, her uzman tarafından İBH olarak sayılmazlar.
Crohn hastalığını ve ülseratif koliti kan testleri ve biomarkerler aracılığı ile ayırmanın yolu henüz bilinmiyor.  Etkiledikleri yerler tespit edilerek ve inflamatuvar değişikler incelenerek bu iki hastalık birbirinden ayrılır.
İBH’ler, çevresel ve genetik faktörlerin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan kompleks hastalıklardır.
Diyet
Hayvan eti tabanlı yüksek protein alımı, İBH’ye kapılma riskini arttırır.[7] Bitkisel protein alımının 65.000 hasta ile 10 yıl süren bir araştırma sonucunda İBH’yi tetiklediği görülmemiştir.[8] Hayvan ve balıkların diyetlerinden dolayı, sülfürlü aminoasitler, hayvansal proteinlerde yüksek oranda bulunur ve hidrojen sülfür yığılımına sebep olduklarında İBH’yi tetiklerler.

 

 

 

BAĞIRSAK KANAMASI

Bağırsak kanaması nedir? Bağırsak kanamasının nedenleri, belirtileri ve tedavisi
Genelde yaşı ilerlemiş bireylerde görülme sıklığı daha yüksek olan bağırsak kanaması nedir? Bağırsak kanamasının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında aradığınız tüm bilgiler haberimizde…
BAĞIRSAK KANAMASI NEDİR?
Bağırsak kanaması ağızdan ve makattan gelen kan ile ortaya çıkmaktadır. Nedeni ince ve kalın bağırsaktaki rahatsızlıktan dolayı olmaktadır. Oluşan yırtıklardan dolayı bu durum meydana gelir.
BAĞIRSAK KANAMASININ NEDENLERİ
Bağırsak kanamasına neden olabilecek rahatsızlıklar şunlardır;
– Hemoroit
– Anal fistül
– İltihabik durumlar (Ülseratif kolit, Crohn hastalığı)
– Kolorektal polip
– Kolorektal kanser
– Divertiküler hastalık
– Yapısal damar bozuklukları
BAĞIRSAK KANAMASININ BELİRTİLERİ
Meydana gelen belirtiler kanamanın şiddeti ve yerine göre farklılık gösterebilir. Rektum ya da kalın bağırsağın alt bölümlerinden gelen kanama, dışkıyla karışık ya da ayrı bir şekilde taze kan şeklinde olur. Üst sindirim sisteminden gelen kanamalarda ise, siyah, kokulu, cıvık bir dışkıyla beraber olur.
Aynı zamanda kahve telvesi biçiminde ya da taze kan şeklinde kusma da meydana gelebilir. Gizli kanama olması durumunda, dışkıda renk değişikliği olmayabilir. Ani başlayan kanamalarda halsizlik, ishal, kramp tarzı karın ağrısı, nefeste güçlük çekme görülebilir. Hastanın şoka girmesi durumunda idrarda azalma, tansiyon düşmesi, nabız hızlanması görülür. Hastaların renkleri solar, güçsüz, halsiz ve uyku hali meydana gelir. Gizli kanamalarda hastalarda anemi gelişir.
BAĞIRSAK KANAMASI TEDAVİSİ
Bağırsakta kanamanın varlığı tespit edilmesi halinde hasta hemen yatağa yatırılmalı ve tam istirahat halinde yemek yemeden bekletilmelidir. Karnın üzerine konulan buz kesesi ile hekim beklenerek, hekimin verdiği kan durdurucu ve kan pıhtılaşmasını kolaylaştıran ilaçlar ile tedavi sürdürülmekle birlikte, kanamanın nedeni tespit edilerek ortadan kaldırılması gerekmektedir. Genelde yaşı ilerlemiş bireylerde görülme sıklığı daha yüksek olan bağırsak kanaması, erkeklerde daha fazla görüldüğü tespit edilmektedir. Çocuklarda gerçekleşen makattan gelen kanamada ise pek fazla korkuya kapılmaya gerek bulunmamaktadır.

 

 

 

BAĞIRSAK KANSERİ

Kalın bağırsak kanseri sık mı görülür?
Kalın bağırsak kanserleri, dünyadaki en yaygın kanserler arasında yer alırlar.
En sık 50 yaşın üzerindeki kişilerde görülür ve kadın / erkek farkı gözetmezler. Bu durum bazı hücrelerin uygun olmayan şekilde (anarşik) çoğalması ile gelişirler. Bu tümörler iyi huylu (sıklıkla polip) ve kötü huylu (kanser) şeklinde olabilirler.
Rektum kanseri nedir?
Kalın bağırsağın en uzun kısmı olan kolonda ortaya çıkan kanserlere kolon kanseri ve son kısmında ortaya çıkan kanserlere de ‘rektum kanseri’ denir.
Kalın bağırsak kanseri kısa sürede mi gelişir?
Kalın bağırsak kanserlerinin gelişmesi çoğu kez yıllar alır ve çoğunlukla bağırsak içindeki polip adı verilen iyi huylu urlardan veya ülseratif kolit gibi bazı iltihabi kalın bağırsak hastalıklarından ötürü gelişirler. Bu tümörler yayılma yada sıçramalarını yakınlarındaki lenf damarları karaciğer, kemiklere veya prostat, mesane veya rahim gibi komşu organlara yapabilirler.
Kimler kalın bağırsak kanseri açısından risk grubundadır?
1. 50 yaşın üstündeki kişiler.
2. Ailede kalın bağırsak kanseri olanlar
3. Ailevi polipozis hastalığı olanlar
4. Yüksek yağ ve kalorili (özellikle hayvansal yağlar) ve düşük lifli diyetle beslenen kişiler
5. Kalın bağırsak polipleri olanlar
6. Yumurtalık, rahim veya meme kanseri öyküsü olan kadınlar
7. Ülseratif kolit ve Crohn Hastalığı gibi iltihabi bağırsak hastalığı varlığı
8. Aşırı kilolu olmak, egzersiz yapmamak
9. Şeker hastalığı, sigara ve aşırı alkol kullanmak ve uzun süreli olarak gece vardiyasında çalışmak
Kalın bağırsak kanseri belirtileri nelerdir?
1. Barsak alışkanlıklarında değişiklik-bir haftadan uzun süren kabızlık, ishal ya da dışkı çapının incelmesi gibi
2. Bağırsağın tam olarak boşalamama hissi
3. Karın ağrıları
4. Dışkıda kan (parlak kırmızı veya koyu siyah)
5. Nedeni açıklanamayan demir eksikliğine bağlı kansızlık ve yorgunluk hissi
6. Nedeni olmayan kilo kaybı
Kalın bağırsak kanseri nasıl teşhis edilir?
1. Parmakla makattan muayene
2. Dışkıda gizli kan testi
3. Endoskopi (ışıklı bir aletle bağırsağın incelenmesi)
4. İlaçlı bağırsak filmi
5. Sanal kolonoskopi (tomografi ile araştırma)
Kalın bağırsak kanserinin evreleri var mıdır?
Evre 0, kanser çok erken safhadadır.
Evre I, kanser kalın bağırsağın iç kısmını tutmuştur.
Evre II, kanser kalın bağırsağın dışına yayılmış, fakat lenf bezlerini tutmamıştır.
Evre III, kanser yakındaki lenf bezlerine yayılmıştır.
Evre IV, kanser vücudun diğer bölümlerine (karaciğere ve/veya
akciğerlere) yayılmıştır yayılma eğilimi gösterir.
Kalın bağırsak kanserinin tedavisi nasıldır?
Tümörü ve lenf bezlerini çıkartmaya yönelik cerrahi işlem, kalın bağırsak kanserleri için en yaygın tedavidir. Çoğu hastada doktor, kolon veya rektumun sağlıklı parçalarını tekrar birleştirilir (anastomoz), ancak bazı durumlarda kolostomi (kalın bağırsağın geçici veya kalıcı olarak karın derisine dikilmesi işlemi) gerekebilir.
Kalın bağırsak kanserinde ameliyat sonrasında ek tedavi gerekir mi?
Kolorektal kanseri tedavi etmek için, birkaç farklı tedavi şekli kullanılır. Bazen farklı tedaviler bir arada da kullanılabilir.
Kemoterapi: kanser hücrelerinin öldürülmesi için antikanser ilaçların toplar damar yolu ile uygulanmasıdır.
Radyasyon (ışın) tedavisi: kanser hücrelerini öldürmek için yüksek enerjili X ışınlarının kullanımını içerir. Doktorlar radyasyon tedavisini, cerrahiden önce (tümörü küçültmek ve nüks şansını azaltmak amacıyla) veya cerrahiden sonra kullanabilirler.
Hedefli tedaviler: sadece o hedefler için özel olarak geliştirilmiş ilaçlarla
vurulmasını amaçlar.
Tedavi sonrası izlem: Düzenli kontroller sağlık durumundaki değişikliklerin fark edilmesini sağlarlar. Kontroller, fizik muayene, dışkıda gizli kan testi, kolonoskopi, akciğer grafileri ve laboratuar testlerini (tümör markerları, kan sayımı vb.) içerir.
Kaynak : Prof.Dr. Korhan Taviloğlu www.taviloglu.com

 

 

 

BAĞIRSAK SOLUCANLARI

Bağırsak solucanı Nedenleri, Belirtileri ve Tedavisi
Bağırsaklarımıza yerleşerek asalak formda yaşamlarını sürdüren çok hücreli canlılara bağırsak solucanları ya da parazitleri denir.
Bağırsak solucanları canlı bir konaktan beslenerek yaşayan organizmalardır. Bir insanın vücudunda yaşayabilen birçok solucan türü vardır. Bunların başlıcaları tenyalar, yassı solucanlar, kıl kurtları (oksiyürler), kancalı kurtlar ve Trichinosis (Trichinella) kurtlarıdır.
Bu canlılar yapı itibariyle solucanı andırırlar ve canlı konaklarda yaşayarak hem beslenmelerini hem de korumalarını sağlarlar, ancak konakların gıda emilimini engelleyerek konaklarda güçsüzlüğe ve hastalığa yol açarlar.
Bağırsak solucanları insanlarda ve hayvanlarda yaşayabilirler. Genellikle yeterince temiz olmayan gıdaların tüketilmesi ya da elleri yıkamadan ağza sürmek, kirli ellerle yemek yemek vb. durumlar sayesinde vücudumuza girerler. Tedavi edilmediği sürece bu solucanlar konaklarda birkaç yıl boyunca yaşayabilir.
Bağırsak solucanı çeşitleri
1) Tenyalar

İçinde tenya yumurtaları ya da larvaları olan bir sudan içerseniz, çiğ ya da az pişmiş etler tüketirseniz tenyalar vücudunuza yerleşebilir.
Tenyalar kafalarını bağırsak duvarına gömerler ve oraya yerleşirler. Bazı tenya türleri bağırsağınızdayken yumurtalar üretebilir ve bu yumurtalar vücudunuzun diğer kısımlarına da yerleşebilir.
Tenyalar genellikle uzun, beyaz şeritlere benzerler. 15-20 metreye kadar uzayabilirler ve insan vücudunda 30 yıla kadar barınabilirler.
2) Yassı solucanlar
Bu solucan çeşidi insanlardan çok hayvanlarda görülmektedir. İnsanlarda görülen yassı solucanlar genellikle pişmemiş tere ya da bazı tatlı su bitkileri aracılığıyla vücuda alınır. Ayrıca kirli suların içilmesi de bir diğer sebeptir.
Bu solucanlar bağırsaklarımıza, kanımıza ya da bazı vücut dokularımıza yerleşebilirler. Yassı solucanların birçok türü bulunmaktadır ancak bu türlerin hiçbirinin boyu birkaç metreyi geçmez.
3) Kancalı kurtlar
Bu solucanlar genellikle dışkı ya da enfekte olmuş topraklar aracılığıyla bulaşırlar. Genellikle içinde kancalı kurt larvaları bulunan bir toprağa çıplak ayakla basıldığında bu kurtlar vücudumuza girer zira bu larvalar deriyi delebilir.
Kancalı kurtlar ince bağırsakta yaşarlar, bağırsak duvarına kancaları yardımıyla tutunur ve oraya yerleşirler. Genellikle boyları 0, 15 metreden kısadır.
4) Kıl kurtları
Bu solucan çeşidi ince yapıda olup genellikle zararsızdır ancak çocuklarda çok sık görülmektedir. Kıl kurtları kolonda ve rektumda yaşarlar. Dişi kıl kurtları çoğunlukla geceleri, anüsün etrafına yumurtalarını bırakır.
Yumurtalar buradan yatağa, kıyafetlere ve diğer maddelere geçebilir ve oralarda yaşamaya devam edebilirler. Genellikle insanlar bu yumurtalara bilmeden dokunurlar ve ellerini ağızlarına götürdüklerinde kıl kurtları vücutlarına girmiş olur. Çocuklar birbirlerine kolaylıkla bu solucan çeşidini bulaştırabilirler.
5) Trichinosis (Trichinella) kurtları
Bu solucan türü hayvandan hayvana bulaşabilmektedir. İnsanlara bulaşmasının en yaygın sebebi ise içinde Trichinella kurdu larvası bulunan ve yeterince pişmemiş etleri tüketmektir.
Larvalar bağırsaklara yerleşerek burada olgunlaşır. Tekrar yumurtladıklarında ise bu larvalar bağırsakların dışına çıkıp kas ve dokularınıza yerleşebilir.
Bağırsak solucanı belirtileri nelerdir?
Bağırsak solucanlarının birçok türü vücuda yerleştiği zaman genellikle bir belirti hissedilmez. Bazı durumlarda hiç semptom olmayabilir ya da çok hafif semptomlar görülebilir.
Görülebilecek olan semptomlar genellikle şunlardır:
 Mide bulantısı
 İştahta azalma
 İshal
 Karın ağrısı
 Kilo kaybı
 Halsizlik
Buna ek olarak, tenyalar şu semptomlara sebep olabilir:
 Küçük kitleler ya da şişkinlikler
 Alerjik reaksiyon
 Bakteriyel enfeksiyon
 Ateş
 Nörolojik sorunlar
Yassı solucanların yol açacağı enfeksiyonların semptomları ise haftaları ya da ayları bulabilir. Bu semptomlar aşağıdakiler gibidir:
 Ateş
 Halsizlik
Kancalı kurtlar ise şu semptomlara sebep olurlar:
 Kaşıntılı kızarıklıklar
 Anemi
 Halsizlik
Kıl kurtları aşağıdaki semptomlara yol açabilir:
 Karın ağrısı, gaz
 İshal
 Burun ve makatta kaşıntı
 Ağız kokusu
 Salya akması
Trichinella kurtları ise kan dolaşımı aracılığıyla diğer dokulara ve kaslara geçerek şu semptomlara sebep olurlar:
 Ateş
 Yüzde şişkinlik
 Kas ağrısı ve hassasiyet
 Baş ağrısı
 Işık hassasiyeti
 Konjonktivit
Bağırsak solucanı neden olur?
Bağırsak solucanları hızlı üreyen canlılardır. Bir seferde on binlerce yumurta bırakabilirler.
İnsan ya da hayvan dışkılarında bulunabilen larvalar toprağa karışabilir. Bu larvaların bulaştığı toprakların üzerinde çıplak ayakla yürüdüğümüzde onları vücudumuza almış oluruz.
Bağırsak solucanlarının yol açtığı enfeksiyonlar genellikle kirli sudan, iyi yıkanmamış meyve sebzeden, yeterince pişmemiş et, tavuk ve balıktan bulaşabilir.
Aynı zamanda evcil hayvanlar da sahiplerine parazit bulaştırabilirler. Çocuklar sokakta daha çok vakit geçirdikleri ve ellerini ağızlarına sık götürdükleri için yetişkinlerden daha çok bağırsak solucanına yakalanmaya yatkındırlar.
Bağırsak solucanı tedavisi
Temel tedavide parazit önleyici ilaçlar verilir. Bu ilaçlar bağırsak solucanlarını öldürerek vücuttan atılmalarını sağlar.
Genellikle ilaç tedavisi birkaç hafta sürer ve tedavi, semptomlar geçmiş olsa bile yarıda bırakılmamalıdır.
Solucanların vücudun diğer kısımlarına yayılıp yerleştiği bazı ağır vakalarda ise cerrahi müdahale gerekli olabilir.
Tedavi boyunca almanız için doktorunuz ayrıca size özel bir diyet ya da gıda takviyesi de önerebilir. Bu diyetler ve gıda takviyeleri doktor kontrolünde uygulanmalı ve alınmalıdır.
Bağırsak solucanlarından korunma yöntemleri
Bağırsak solucanlarına yakalanmamak için aşağıdaki yöntemleri uygulayabilirsiniz:
 Asla çiğ ya da az pişmiş et, tavuk ve balık tüketmeyin
 Et ve et ürünlerini hazırlarken diğer yiyeceklerinizle temas etmesinden kaçının, etlerinizi ayrı yerde saklayın
 Çiğ etle temas eden tüm kesme tahtaları, mutfak aletleri ve mutfak tezgahlarını dezenfekte edin
 Tere ya da diğer tatlı su sebzelerini çiğ tüketmeyin ya da sirkeli suya yatırın
 Toprak üzerinde çıplak ayakla yürümeyin
 Hayvan atıklarını temizleyin
 Yemek yemeden önce, yemek hazırlamadan önce ve çiğ ete dokunduktan, tuvaleti kullandıktan, hayvan ya da insan dışkısına temas ettikten sonra mutlaka ellerinizi bol su ve sabunla iyice yıkayın

 

 

 

BAĞIŞIKLIK YETMEZLİĞİ

Bağışıklık yetersizliği hastalıkları ortak özellikleri infeksiyona duyarlığın artması olan çeşitli hastalıklardan oluşan bir gruptur. Birincil bağışıklık yetersizliği bağışıklık bozukluğunun olduğu yere göre sınıflanır : B hücresi (antikor yapan hücreler), T hücresi virus ve diğer mikroplarla savaşan ve/veya antikor yapan hücrelere yardım eden hücre), fagositoz (Mikropların savunma hücrelerinin içine alınıp parçalanması) işlemine ve komplemana (bagisiklik sisteminde çeşitli görevleri olan sıvısal proteinler) özgüdür. Her sistem bağımsız olarak yada bağışıklık sistemlerinden biri veya birkaçıyla birlikte davranabilir. Bağışıklık yetersizliği doğumsal (X genine bağlı antikor yoklugu), edinsel (degisken antikor eksikligi, edinsel bağışıklık yetersizliği sendromu=AIDS) ), dogumsal bir anormalliğe ikincil (DiGeorge sendromu) ya da idiyopatik (sebebi bilinmeyen) olabilir.

İkincil bağışıklık yetersizliği, bağışıklık dışı hastalıklardan (erken dogum, beslenme yetersizliği, Hodgkin hastalığı), yaralanmalardan (yanıklar, dalağın alınması) yada tedavi sonucu (steroidler, radyasyon, antikanser ilaçlarla) ortaya çıkabilir. Bağışıklık yetersizliği kalıcı yada birincil hastalığın tedavisiyle düzelen tipte olabilir.

BİRİNCİL B HÜCRESİ HASTALIKLARI :

B hücre bozuklukları kök hücrelerin antikor üreten ve salgılayan plazma hücrelerine olgunlaşmasındaki bozukluklara bağlıdır. Bu bozukluklar B hücre alt grubunda hücreye özgü bozukluklara yada T hücre alt gruplarında düzenleme bozuklukları sonucu bağışıklığın düzenlemesindeki sorunlara bağlı olabilir. Antikor üretim bozuklukları tüm antikorlarda, belirli antikor gruplarında, belirli IgG alt gruplarında eksiklik ya da özgül bir yabancıya yanıtsızlık şeklinde oluşabilir. Antikor üretim bozuklukları doğumsal, geç başlayan , geçici ve ikincil olarak sınıflanabilir.

BRUTON HASTALIĞI :

Doğumsal antikor eksikliği; X genine bağlı geçiş gösterir . Etkilenen erkek bebekler ilk 3-6 ay sağlıklıdırlar, çünkü bu dönemde anneden geçen IgG ile korunmaktadırlar. Semptomlar sık tekrarlayan enfeksiyonlara bağlıdır. Üst ve alt solunum yolu enfeksiyonları, tekrarlayan sinüzit, orta kulak iltihabı, bronşit ve pnömoni görülür. Adenoidler ve tonsiller (Bademcikler) çok küçüktür veya hiç yoktur. Otoimmün bozukluklar sık görüldüğü gibi kanser riski de artmıştır.Parazitlere bağlı gıdalaraın barsaklardan emilim bozukluğu sık görülür. Yeterli antibiyotik tedavisine rağmen enfeksiyonların tedavi edilememesi bu hastalığı akla getirmelidir.

IgG düzeyleri çocukluk çağında nadiren 200 mg/dl’nin üzerine çıkar.Serum IgA ve IgM genellikle saptanamaz.Hücresel immunite testleri normal olmakla beraber bazı hastalarda kan T lenfositlerinde azalma,mitojenlere karşı lenfosit cevabının bozulması ve T-supresör aktivitesinde artma saptanabilir.

Tedavide esas olarak antikor içeren preparatların damardan kullanımı ayrıca devamlı antibiyotikle enfeksiyonların önlenmesi mümkündür.

GEÇİCİ ANTİKOR AZLIĞI :

Anneden geçen antikorların yıkıldığı ve 4-5. aylarında antikor değerleri düşer. Bu dönemde antikor yapımı da yetersizdir. Tek tanı kriteri düşük antikor düzeyinin daha sonra düzelmesidir. Bakteriyel enfeksiyonlar için yeterli tedavi verilmesinden başka bir tedavi gerektirmez. Hastalara rutin aşılama şeması uygulanmamalıdır.

HİPER IGM BAĞIŞIKLIK YETERSİZLİĞİ :

Hastalarda B lenfositleri ve IgM salgılayan plazma hücreleri bulunur. Fakat B hücre farklılaşması yeterli olmayıp nadiren gerekli antikor cevabını oluştururlar. Her iki cinsi de etkiler. Antikor yapan hücrelerde IgM’den sonra gelişim duraklaması vardır. IgG ve IgA tipi antikorların düzeyleri düşüktür, IgM tipi antikorların düzeyi ise yüksektir.

Dışarıdan antikor verme ve enfeksiyonların antibiyotikle tedavisi gerekir.

SELEKTİF IGA EKSİKLİĞİ :

En sık rastlanan spesifik bağışıklı yetmezliğidir. IgA solunum, mide barsak sistemi ve diğer salgısal alanların ana koruyucu antikorudur. Eksikliğinde tekrarlayıcı solunum enfeksiyonları, kronik Giardiazis (parazit) enfeksiyonu ve otoimmun hastalıklar ortaya çıkabilir. Genetik geçiş gösterebilir. Fenitoin ve diğer sara ilaçlarının kullanılması sırasında, toksoplasmozis (parazitik bir infeksiyon), kızamık ve diğer bazı virüslerle birlikte kazanılmış olarak ortaya çıkabilir. Atopik insanlarda sıklığı daha fazladır. Barsak hastalıklarının görülme sıklığı artar. IgG 2 ve IgG 4 tipi antikor alt grublarında yetmezlik ile birlikte olabilir.

Bu hastalara kan ve kan ürünü verildiğinde allerjik reaksiyonlar olabilir.

Tekrarlayıcı sinüzit ve akciğer infeksiyonu için geniş spektrumlu antibiyotikler kullanılır.

COMMON VARIABLE İMMUN YETMEZLİK (değişken antikor eksikliği) :

Doğumsal veya kazanılmışolabilir. Ailevi vakalar olabileceği gibi tek tek vakalar da olabilir. Üç farklı immunolojik neden tanınmıştır. İntrensek B hücre defektleri, B hücrelere otoantikorlar ve düzenleyici T hücreleri dengesizlikleri tüm hastalarda ortak özellik, genellikle tüm antikor sınıflarını, fakat bazen sadece IgG’ yi ilgilendiren Antikor azlıklarıdır. Hastaların 2/3 kadarı yabancı proteinleri tanıyan, fakat antikor üretecek olan plazma hücrelerine gelişemeyen, normal sayıda dolaşan. Bulgular X genine bağlı antikor yokluğuna benzer. Fakat tekrarlayıcı bakteriyel enfeksiyonlar daha geç yaşta başlar (15-20 yaş). Barsak paraziti olan Giarda lamblia infestasyonu da oldukça sıktır. Bu hastalar yüksek bir otoimmun hastalık oranına sahiptir.

BİRİNCİL T HÜCRESİ HASTALIKLARI :

Tek başına T hücresi bozuklukları az görülür, çoğu hastada T hücresi bağışıklık bozukluğu B hücresi bağışıklık bozukluğu ile bağlantılıdır. Doğumsal hücresel bağışıklık bozukluğu olan çocuklar erken çocukluk çağında mantar yada virus enfeksiyonları ile başvurur. Bulgular B hücre bozuklukları olanlara göre sıklıkla daha ağırdır.

DI GEORGE ANOMALİSİ :

Sıklıkla timus ve paratiroid bezlerini etkileyen bir embriyolojik gelişim bozukluğu söz konusudur. Etkilenen bebeklerde yenidoğanda kalsiyum düşüklüğüne bağlı kasılmalar, damar anormallikleri, çene küçüklüğü ve hücresel bağışıklık yetersizliği görülür. Lenfosit sayısı düşüktür. T hücreleri belirgin olarak azalmıştır. Bu çocuklar yenidoğan evresini aşabilirlerse, yineleyen enfeksiyonlar, kronik kandidiyazis ve gelişme geriliği ortaya çıkar. Timus dokusu nakli bu yenidoğanların bazılarında başarılı olmuştur , diğerlerinde bağışıklık yaşla birlikte kendiliğinden düzelebilir.

KRONİK MUKOKÜTANÖZ KANDİDİYAZİS :

Deri, müköz membranlar , el ve ayak tırnaklarında yerel sürekli kandida (bir maya mantarıdır) enfeksiyonları görülen bir T hücresi hastalığıdır. Bazı hastalarda paratiroid, tiroid, böbrek üstü ve pankreas bezlerini tutan hormonsal problemler de görülebilir. Hücresel bağışıklık bozukluğu kandida ile sınırlıdır, diğer patojenlere karşı bağışıklık genellikle normaldir.

KOMBİNE BAĞIŞIKLIK YETMEZLİKLERİ :

Bu bozukluklarda hem T hem B hücre fonksiyonları baskılanmıştır.

ŞİDDETLİ KOMBİNE BAĞIŞIKLIK YETMEZLİĞİ :

Değişen sayılarda B ve T hücreleri bulunmasına karşın, B ve T hücre işlevleri ileri derecede bozulmuştur. Bulgular genellikle yaşamın ilk aylarında ortaya çıkar, gelişme geriliği çarpıcı bir bulgudur. Çeşitli ağır bakteri enfeksiyonları görülebilmekle beraber T hücresi işlev yetersizliğiyle ilgili klinik bulgular baskındır. Kronik kandidiyazis, Pneumocystis carinii gibi protozoa infeksiyonları, hafif giden fırsatçı organizmalar, kontrol altına alınamayan ishal ve yineleyen solunum sistemi infeksiyonları sıktır. Hastalarda egzama , saç dökülmesi, kansızlık görülebilir. Genetik geçişli olabilir.

WİSKOTT-ALDRICH SENDROMU :

Egzama, trombositopeni (pıhtılaşma hücre azlığı) ve enfeksiyonlara duyarlığın arttığı, X genine bağlı geçiş gösteren bir hastalıktır. IgA ve IgE antikor düzeyleri artmış, IgM azalmış , IgG düzeyi ise normaldir. Yaş ilerledikçe hücresel bağışıklık giderek bozulur ve sonuçta kanser ve fırsatçı infeksiyonlar ortaya çıkar. Kemik iliği nakli sonuçları başarılıdır.

ATAKSİ-TELENJİEKTAZİ SENDROMU :

İlerleyen denge kaybı, göz ve deride yüzeyel damarların belirginleşmesi, kronik sinüs ve akciğer infeksiyonları,kanser ve değişken sıvısal ve hücresel bağışıklık yetersizliği görülen ve genetik geçiş gösteren bir bozukluktur. Bilinen bir tedavisi yoktur.

FAGOSİT BOZUKLUKLARI :

Fagosit bozuklukları niteliksel veya niceliksel olarak ayrılabilir. Fagositik hücre azlığı, doğumsal , kanser veya ilaçlara bağlı kemik iliği işlev bozukluğuna yada fagositik hücreye karşı olan antikorların artan tahribatına ikincil olabilir. Bu bozukluklarda ani bir infeksiyon sırasında bununla savaşan hücre sayısı artabilir, ancak işlevi bozulmuş hücreler savunmaya pek az katkıda bulunur .
KOMPLEMAN BOZUKLUKLARI :

Kompleman bozuklukları kalıtsal yada sonradan olabilir. Kompleman normal antijenin kaplanarak savunma hücresi taraından tanınmasının arttırılması, bakteri öldürme işlevi, savunma hücrelerinin iltihap alanına çağırılması için gereklidir. Kompleman bozuklukları, yineleyen enfeksiyonlar, otoimmun hastalıklar ve Neisseria infeksiyonlarıyla ilişkili görülmüştür.

Kaynak : www.alerjiklinigi.com

 

 

 

BAKTERİYEL MENENJİT

Etyoloji
Yaşa ve altta yatan bazı hallere göre değişir.Toplumsal kaynaklı yetişkin menejitinde S.pneumoniae, N.menengitidis, L.monocytogenes en sık rastlanan etkenlerdir.
Tanı
Klinik bulgular genellikle yetkili olsa da kesin tanı ve etyolojik ayırım için mutlaka BOS incelemesi ve kültürü yapılmalıdır.

– Yaymada lenfosit hakimiyeti ve kültürde üreme olmaması, erken dönem veya etkin tedavi uygulanmamış bakteriyel menejitte görülebilir.

– Epidemiyolojik özelliği ve hastayla yakın temasta olanların profilaksisi gerektiğinden meningokoksik menejitin erken tanısı önemlidir; 2 dakikada basitce yapılabilecek metilen boyamasıyla lökositler içinde ve dışında diplokokların görülmesi veya latex aglütinasyonda müsbetlik.

– Bakteriyel menejitler akut başlangıçlıdır; hızla menenjit bulguları belirir. Tüberküloz, fungal, leptospiral ve protozoal menejitlerde ise genellikle belirtiler ilk günde siliktir, yavaş gelişerek ileri safhalarda belirginleşir.
Tedavi
Bakteriyel menenjit düşünülen hastaya BOS alındıktan hemen sonra (30 dk içinde) uygun IV ampirik antibiyotik tedavisine başlanmalıdır.

– Penicilin G (4×6 milyon Ü perfüzyon) veya Ampicillin (4x3gr) + Cefotaxim (4×2-3gr) veya Ceftriaxone (2×2)

– Penicillin alerjisi varsa bu kombinasyon yerine Chloramfenicol (4x1gr) + TMP/ SMX
(3×160/800 mg)

– 50 yaşından büyüklerde veya otit, sinüzit,diabet, alkolizm varlığında Vancomycin (2x1g) + Rifampicin (1x600mg) + Ampicillin + Cefotaxim veya Ceftriaxone.

– Kafa yada spinal cerrahi veya travması; Vancomycin+Ceftazidime (3x2g) veya Pefloxacin, Pseudomonas üremişse Amikacin (2x600mg ÝV 15mg/gün intratekal ) ilave edilir.

Dexametazon’un yetişkinlerde yararı tartışmalıdır; ancak kafa içi basıncı çok artmışsa ve BOS yaymasında bol bakteri görülmüşse(antibiyotik başlamadan 20 dakika önce ) verilebilir.Dozu 2×12-24mg 2 gün.
IV sıvı ve beslenmeye geçilmeli.
Solunum yollarının açık kalmasına dikkat edilmeli.
Beyin Ödemi, DIC (özellikle menengokoksik menenjitte) gibi komplikasyonlar için yakın takip.
Labaratuvar
Göz dibi muayenesinden sonra LP yapılmalı; steril 3 tüpe 2’şer ml BOS alınır;

1.Makroskobik muayene.

2.Biyokimya; protein glikoz ( aynı anda kan şekerine de bakılır) ve klor.

3.Lokosit sayısı ve tipi.

4.BOS yaymalarýnda metilen, Gram, ARB ve çini mürekkebi (kriptokok için) boyamaları yapılır.

5.BOS kültürü; kanlı, EMB, çukulatamsı ve Lövenstein besiyerlerine ekim.

6.BOS’ta latex aglütinasyon testiyle antijen (sadece S.pneumoniae, H.influenzae tip B, N.menegitidis ve B grubu streptokoklar tesbit edilir) araştırılır.

-Eğer göz dibinde belirgin staz varsa, sadece birkaç damla BOS alınarak kültür ve boyamalar yapılır. BOS’un bulanık olması ve mikroskopide lökosit görülmesi akut bakteriyel menenjit lehinedir.

-Menejit kaynağı olabilecek odaklardan (boğaz, sinüs, mastoid vb) boya ve kültürler alınır.

-Kan kültürü, tam kan periferik yayma, tam idrar, rutin biyokimya

-Akciğer ve paranasal sinüs filmi,gerekirse kranial tomografi veya MRI.

-Menenjitlerin bildirimi zorunludur.

 

 

 

BAKTERİYEL VAJİNOZ

Bu terim, normalde vajinal florada yer alan, ancak sayıca artmaları halinde yardımlaşarak vajinada yüzeyel bir inflamasyona yol açan Gardnerella vaginalis, Mobilincus gibi anaerop bakterilerin yol açtığı ortak tablo için kullanılmaktadır.Mikroorganizmalar vajinal epitel hücrelerine invazyon yapmadıkları için, bu tür infeksiyonlara vajinit değil, vajinoz adı verilmiştir.
Bakteriyel vaginozlu, G.vaginalis infeksiyonlu hastalarda balık kokusunda süt gibi vajinal akıntı özeldir. Akıntının Gram ile boyanmış preparatlarında epitel hücrelerine yapışmış bol miktarda gram negatif ya da labil kokobasiller, tanısal değere sahiptir (Clue cells=ipucu hücreleri). Mobiluncus’lar ise küçük, gram negatif, virgüle benzer (curve-like) şekilde görülürler.
Diğer bir tanı testi, Whiff testidir. Vajinal sekresyona %10 KOH damlatıldığında balık kokusu oluşmasıdır. Bunun nedeni, vajinal sekresyonda bol miktarda bulunan aminlerdir.
Vajinozların tedavisinde antianaerop özellikli ilaçlar (metronidazol, tek yüksek doz ya da yedi günlük rutin tedavi) kullanılmalıdır.

 

 

 

BALGAM

Balgam neden olur? Balgam nasıl geçer? İşte tedavisi…
Balgam, rahatsız edici bir durum olasa da solunum sistemi için hayati öneme sahiptir. Peki balgam (mukus) nedir? Balgam neden olur? Balgam tedavisi ile ilgili bilinmesi gerekenleri haberimizde bulabilirsiniz…
BALGAM NEDİR?
Balgam, vücutta birçok astar dokusu tarafından üretilen normal, kaygan ve lifli bir sıvı maddedir. Vücut fonksiyonu için önemlidir ve kritik organların kurumasını önlemek için koruyucu ve nemlendirici bir tabaka olarak hareket eder. Mukus ayrıca toz, duman veya bakteriler gibi tahriş edici maddeler için bir tuzak görevi de görür. Enfeksiyonlarla mücadele etmek için antikorlar ve bakteri öldürücü enzimler içerir. Mukus, vücudun birçok bölgesinde, çok sayıda organın astar dokularında mukus bezleri ile üretilir. Bunlar;
– Akciğerler,
– Sinüsler,
– Ağız,
– Boğaz,
– Burun, ve
– Gastrointestinal sistemdir.
Balgam yapışkandır, böylece toz, alerjen ve virüsleri yakalayabilir. Sağlıklı olduğunuzda, mukus zayıf ve daha az fark edilir. Hasta olduğunuzda veya çok fazla partiküle maruz kaldığınızda, balgam kalınlaşabilir ve bu yabancı maddeleri yakaladığı için daha belirgin hale gelebilir.
Balgam, rahatsız edici bir durum olasa da solunum sistemi için hayati öneme sahiptir. Mukus, ağız, burun, sinüsler, boğaz, akciğerler ve gastrointestinal sistem hatları için son derece faydalıdır. Ancak balgam, burun ve göğüs tıkanıklıklarına, diğer yandan da, şiddetli öksürüklere neden olabilmektedir. Bu durumdan kurtulmak için, bazı doğal ilaçlar ve reçetesiz ilaçlar size yardımcı olabilir. Ancak bu konuda öncelikle bir doktora danışmanızda yarar var.
BALGAM NEDEN OLUR?
Soğuk algınlığı, grip ve sinüzit gibi solunum yolu enfeksiyonları, artan mukus üretiminin ve mukusun neden olduğu öksürüğünün yaygın nedenleridir. Alerjik reaksiyonlar, mukus üretiminin artabileceği başka bir nedendir. Balgamın diğer nedenleri şunlardır:
– Boğaz enfeksiyonu
– Bademcik iltihabı
– Larenjit
– Mononükleoz
– Krup hastalığı
– Sigara içmek
– Hava kirliliği
– Kimyasal uçucu maddeler
– Gebelik
– Anksiyete
Hastalıkların ve rahatsızlıkların yanı sıra, aşırı balgam üretimine bazı gıdaların da sebep olduğu bilinmektedir. Bunlar:
– Süt
– Yoğurt
– Tereyağı
– Peynir
– Dondurma
– Soya ürünleri
MUKUS VE BALGAM ARASINDAKİ FARK NEDİR?
Balgam, özellikle aşırı mukus üretildiğinde ve öksürüldüğünde, solunum sistemi tarafından üretilen mukozaya atıfta bulunmak kullanılan terimdir. Bir enfeksiyon sırasında, mukus, enfeksiyondan sorumlu virüsleri veya bakterileri ve vücudun bağışıklık sisteminin (beyaz kan hücreleri) enfeksiyonla savaşan hücrelerini içerir.
Balgamın kendisi tehlikeli değildir, ancak büyük miktarlarda bulunduğunda, hava yollarını tıkayabilir. Balgam genellikle öksürük ile dışarı atılır ve bu genellikle burun tıkanıklığı, burun akıntısı ve boğaz ağrısı gibi belirtilerle birlikte görülür.

MUKUS VE BALGAMIN FARKLI RENKLERİ NE ANLAMA GELİYOR?
– Birçok hastalığa eşlik eden kalınlaşmış mukus genellikle normal, berrak, ince mukus ile karşılaştırıldığında daha koyu ve sarı renklidir.
– Yeşilimsi mukus, mukusun enfeksiyonla mücadele eden beyaz kan hücrelerini içerdiği anlamına gelir.
– Kahverengimsi mukus, özellikle de burun içi tahriş olmuş veya yaralanmış ise, üst solunum yolu enfeksiyonları ile sık görülür.
– Mukusdaki az miktarda kan normal olsa da, aşırı kanama varsa bir sağlık uzmanına görünmelisiniz.
AŞIRI BALGAM NE ZAMAN SORUN OLUR?
Aşırı mukus nadiren ciddi bir tıbbi sorun olmakla birlikte, özellikle sinüsleri bloke ettiği veya öksürük nöbetlerine neden olduğu zaman rahatsızlık verici ve rahatsız edici bir durumdur. Kalınlaşmış mukus ve aşırı balgam üretimi, aşağıdakiler dahil olmak üzere pek hoş olmayan semptomlara neden olur:
– Burun akması,
– Burun tıkanıklığı,
– Boğaz ağrısı,
– Sinüs başağrısı ve
– Öksürük.
BALGAM TEDAVİSİ
Balgamın altında yatan nedenler ise genellikle antibiyotikler, diğer ilaçlar ve solunum yolu tedavi yöntemleriyle tedavi edilebilmektedir. Bazı durumlarda ameliyat da gerekli olabilir. Balgamın altında yatan bazı nedenler viral olabilir ve bunlar antibiyotiklerle tedavi edilmez. Bunun yerine, iyileşmek için sadece iyi beslenmek, nemlendirme yöntemleri uygulamak ve istirahat yeterli olabilmektedir.
Ayrıca, evde tedavi yöntemleri ile belirtilerinizi hafifletebilirsiniz:
– Nemlendirici kullanma
– Tuzlu su ile gargara
– Okaliptüs yağı gibi solunum yolları açıcıları kullanma
– Bazı reçetesiz ilaçları alma

 

 

 

 

BALON ANJİYOPLASTİ / STENT

Balon anjiyoplastide, damar içindeki dar olan bölgede, özel olarak yapılmış balon, kısa süreli olarak şişirilerek darlık genişletilir. Daha sonra balon indirilerek geri alınır. Balon, aynı damarda birden fazla darlığa veya birden fazla damardaki darlıklara aynı seansta veya farklı seanslarda yapılabilir.
Stentler
Balon ile darlık açılmasından sonra aynı yerde ani tıkanıklık veya zaman içinde tekrar darlık gelişebilmektedir. Bunun üstesinden gelmek için darlık bölgesinde mekanik destek sağlayıp ani tıkanmayı engelleyen, çoğunlukla paslanmaz çelikten yapılan stentler (kafes) geliştirilmiştir. Gerekli durumlarda balona ek olarak o bölgeye, yine balon yardımıyla stent konur.
İlaçlı (kaplı) Stentler
Stentler, yalnızca balon yapılmasından sonra sık görülen ani tıkanmayı oldukça azaltmıştır ama yine de yerleştirildikten sonra aynı yerde ilk 6 ay içinde tekrar müdahale gerektirebilen daralma görülebilir. Son yıllarda üzeri, polimer bir yapı içine emdirilmiş, daralmayı önleyici veya azaltıcı özel bir ilaç (sirolimus, paclitaxel vb) ile kaplı stentler çıkarılmıştır (ilaçlı veya kaplı stent). Bu ilaçlar bu bölgede hücre çoğalmasına engel olarak tekrar daralmayı önlemektedir. Bu stentlerle sonuçlar çok daha iyi olmakla birlikte kaplı olan stentler daha pahalıdır.

 

 

 

BAĞIRSAK PARAZİTLERİ

Helmint yumurtalarının yutulması ya da larvalarının cildi delerek organizmaya girmesi sonucunda ortaya çıkan paraziter infeksiyonlardır.

1. Plathelmintler (Yassı Solucanlar):
a) Sestodlar: Taenia’lar, Hymenolepis, Echinococcus.
b) Trematodlar: Fasciola, Schistosoma.

2. Nemathelmintler (Yuvarlak Solucan): Ascaris, Enterobius, Ancylostoma
Taenia : T.saginata, erişkin formu insanda bulunan, baş (skoleks) ile jejunuma tutunarak halkaları (proglottid) ile 10 m. uzunluğa kadar erişen ve insanların sindirdikleri besinlerle beslenen şeritsi bir parazittir. İnsan dışkısı ile dış ortama atılan yumurtaları ara konakçı olan sığırları bulaştırır ve sığırda larva infeksiyonlarına yol açar. İyi pişirilmemiş sığır etlerindeki larvaların yutulması ile insanna bulaşır. Temel yakınma dışkıda parazit halkalarının görülmesi ve daha nadir olarak da açlık karın ağrısıdır. Yumurtaları insanlar için bulaştırıcı değildir. Benzer bir parazit olan Taenia solium’un ise ara konakçısı domuzdur ve yumurtaları insanlar için bulaştırıcıdır.

Diphrobothrium latum : Çiğ balık yenmesi ile insanlara bulaşır, incebarsaklara tutunarak 20-25 m. uzunluğa erişir. Çoğu olgu asemptomatikse de %2 olasılıkla B12 vtamini yetmezliği sonucu megaloblastik anemiye neden olabilir.

Hymenolepis nana : Küçük (2-4 cm) bir fare ve insan parazitidir. Diğerlerinin aksine ara konakçı gerektirmeden hastalıklı insan dışkısın tarafından kontamine edilmiş besinlerdeki yumurtaların yutulması ile bulaşır. Bu nedenle aile içi bulaş söz konusudur. Halkalar barsakta parçalandığından dışkıda sadece yumurtası görülebilir. Çocuklarda daha sıktır. Karın ağrısı, enterit, anemi, asteni, sinir sistemi belirtileri ve konvülsiyonlara kadar varabilen semptom zenginliği vardır.

Fasciola hepatica : Koyunların yapraksı parazitidir. İnsanlara iyi yıkanmamış çiğ sebzelerle bulaşır, safra yollarına yerleşerek portal siroza neden olur.
Schistosoma: Kontamine sularda yaşayan serkaryaların cildi delmesi ile dolaşıma geçer, türe göre mesane (S. haematobium, S. japonicum), kolon (S. mansoni, S. japonicum) veya nadiren diğer visseral organlar ve medulla spinalis (S. mansoni) venalarına yerleşerek kronik irritasyon nedenli organ patolojilerine (kronik sistit, mesane kanseri, kronik ishal, karaciğer fibrozu, portal hipertansiyon) ve allerjik reaksiyonlara yol açar.

Ascaris lumbricoides : Dış ortama atılan infekte insan dışkısındaki yumurtalar burada erginleşir ve yumurtaların insan tarafından yutulması ile bulaşır. Erişkinleri 20-25 cm. uzunluğunda bulunan yuvarlak, solucansı bir parazittir. Organizmadaki larva döngüsü sırasında geçtiği akciğerlerde allerjik pnömoni (Löeffler pnömonisi), barsakta serbest olarak yaşayan erişkin formu ise tıkanma ikteri, ileus ve malnutrisyon tablolarına yol açar.

Enterobius vermicularis : Evrimi sadece insan ile sınırlı olan, insandan insana yumurtaların aktarılması ile bulaşan küçük bir nematoddur. Yutulan yumurtadan incebarsaklarda çıkan larva kolon mukozasına tutunarak yaşar. Dişilerin anüsteki yumurtlama döneminde gelişen irritasyonuna bağlı olarak anal kaşıntı ve sekonder infeksiyonlara neden olur.

Ancylostoma duodenale, Necator americanus : Kancalı kurtlar olarak anılırlar. Kumlardaki hareketli larvanın çıplak ayaktan cildi delmesi ile insanlara bulaşır. Dolaşım yolu ile akciğere, oradan da özofagus yolu ile oral kavite ve özofagusa gelen larva yutulur, erişkin hale gelip incebarsaklara tutunur. Barsak kanamalarına neden olduğu için süregen kan kaybına bağlı demir eksikliği anemisi gelişir (pika anamnezi). Kanama bazen ciddi boyutlara ulaşabilir. Ayrıca; evrimi sırasındaki seyahatlerine bağlı olarak cilt, akciğer, gastrointestinal (bulantı, kusma, ishal) görülebilir.

Trichuris trichiura : Yumurtasının yutulması ile bulaşır, kolona tutunarak yaşar. Allerjik reaksiyonlar, karın ağrısı, distansiyon, kanlı ishal, kilo kaybı, mental değişiklikler, ileus, anal prolapsus ve apendisit tabloları ile kendini gösterir.

Strongyloides stercoralis : Kancalı kurtlarla aynı evrimi gösterse de önemli bir farkı, yumurtalarının barsaktayken açılması sonucunda immünitesi normal bireylerde peptik ülser benzeri yakınmalara neden olurken immünite problemi olanlarda çoğul otoinokülasyonlar sonucu karaciğer, kalp, beyin gibi birçok organı içeren belirtiler ile seyreden ve mortalitesi yüksek hiperinfeksiyon tablolarına yol açar. Bu hastaların salgıları da larva içerdiği için bulaştırıcıdır.
Tanı Metodları
İntestinal parazitlerin büyük çoğunluğunun tanısı dışkı incelemesi ile konur. Bu amaçla yüzdürme ve çöktürme yöntemleri kullanılmaktadır. Daha ağır olan Schistasoma ve Ascaris yumurtalarını için en uygun yöntem çöktürme yöntemidir (Formol-Etil asetat) E.vermicularis yumurtaları için, dişi oksiyür gece saatlerinde rektum-anüs bölgesine yumurtladığından, sabah uygulanan Selofan-Bant Yöntemi en iyi sonuç verir. Şistozomyaz, fasyolyaz, askariyaz, kancalı kurt, trişuryaz ve strongyloides infeksiyonları gibi doku irritasyonu yapan parazitozlarda eozinofili önemli bir bulgudur.
Tedavi
Sestod infeksiyonlarının tedavisinde niklozamid veya pirazikuantel, nematod infeksiyonlarında ise mebendazol, albendazol gibi preparatların kullanımı gereklidir. Trematod infeksiyonlarının tedavisinde pirazikuantel denenmekle birlikte tedavide kesin başarı sağlanamamıştır.

 

 

 

BASİLLİ DİZANTERİ

Basilli Dizanteri Nedir? Belirtileri Nelerdir? Nasıl Tedavi Edilir?
Basilli dizanteriden korunmanın en önemli noktası, kişisel bakım ile mikrop bulaşabilecek her türlü eşyanın mikroplardan arındırılmasıdır. Basilli dizanteri bulaşıcı ve ağır bir hastalıktır.Kanlı,irinli ve aşırı ishale bunun yanı sıra ağır ateş ve baş dönmesine yol açar…
Hastalığın Nedenleri:
Basilli dizanterinin başlangıç noktası Shigella adı verilen mikroorganizmalardır. Bu bakterilerin birçok türü ve benzer mikroplar hastalığa neden olabilir.ağız yolu ile vücuda girerler ve ilk etapta buraya yerleşirler,kalın bağırsak mukozasında yer edinir ve burada çoğalmaya başlarlar.Üreme işlemi hızlı gerçekleşir ve yoğun bir şekilde alyuvar üretimine sebebiyet verirler,derin yaralar oluşturarak vücuda saplanırlar.
Hastalık Nasıl Bulaşır?
Hastalık bulaştıran mikroorganizmalar yalnız hasta ya da taşıyıcı insanlarda bulunur. İyileşme döneminde olan hastalar taşıyıcı görevindedir ve bu aşamada hastadan uzak durulmalı ve yakın temas içerisine girilmemelidir,bunun yanı sıra sağ�lıklı insanlar da ilginçtir bu hastalığın taşıyıcısı olabi�lirler.Hastalık kesin olarak dışkı,pislik ve ağız yolu ile bulaşmaktadır.Kirli eller ve temizlenmemiş gıdalar hastalığın en büyük yardımcısıdır.Tuvalet sonrası yıkanmayan eller direkt olarak ağza götürülmemelidir.Hasta bünyenin dışkısına konan ve oradan beslenen uçan canlılar da bu hastalığın ve mikrobun taşınmasında en büyük rolü üstlenmektedir…
Hastalığın Belirtileri Nelerdir?
Hastalığın kendine ait belirtileri vardır.Bu belirtiler teşhis sırasında gözden kaçabilir ya da kendisini açıkça belli etmeyebilir.Şiddetli belirtiler sonrası yapılan teşhisler mutlaka doğru şekilde konulmalıdır yoksa hastalık ölümle sonuçlanabilir.Hastalığın ilerleme derecesi mikrobun zehiri ile doğru orantılıdır.Hastalığın kuluçka süresi 1-3 gündür. Kuluçka dönemini ishal,iştahsızlık ve şiddetli karın ağrıları izler, bu belirtiler hastalık adına teşhis koymak için yeterli değildir ve doğru sonuçlar vermez. Hastalık titreme nöbetiyle yükselen şiddetli bir ateş, bulantı,kus�ma,şiddetli karın ağrısı,sık ve sulu dışkılama ile başlar. Tuvalete çıkma isteği bu dönemde çok fazladır ve sıvı şekilde görülür. Dışkı kanlı bir görüntüye sahiptir. İyi durumlarda mikrobun bünyeye çok zarar vermediği durumlarda hasta 3-4 gün gibi kısa bir sürede iyileşmektedir. Ağır durumlarda hastanın iyileşme süresi çok daha uzundur.
Hastalık Nasıl Tedavi Edilir?
Basilli dizanteri hastalığının tedavisinde ilk hedef vücudun kaybettiği suyu tekrar kazandırmaktır. Sürekli tuvalete çıkılması hastanın büyük sıvı kaybetmesine neden olmaktadır. Hastaya 6 saat içinde yitirdiğinin 2 katı kadar sıvı verilmeli, bunun da üçte ikisi Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği bileşik, üçte biri normal su olmalıdır bu aşamada aksi yönde bir ilaç tedavisi asla uygulanmamalıdır. Antibiyotik kullanımı idealdir fakat aşırı kullanılması olumsuz sonuçlar doğurabilir.
Hastalığın akut döneminde hastaya pirinç lapası, bol sıvı ve meyve suyu verilir sonrasında balık, kıyma, şehriye besinler arasına eklenebilir. Yazının başında da belirttiğim gibi tedavi yöntemi basittir hastaya kaybettiği su miktarı belirli aralıklarla tekrar kazandırılmalıdır, evde uygulanabilecek yöntemler mevcuttur fakat bir hekime başvurulması kesinlikle önerilir.
Kas Ağrıları Bu Hastalıkta Görülür mü?
Şiddetli ishal potasyum kaybına yol açmaktadır bu da kaslarda aşırı şekilde bir yorgunluğa ve ağrıya yol açacaktır. Kaslarda gerçekleşen ağrılar bu hastalığın en büyük belirtisidir. Normal bir insan ancak çok fazla hareket ettiğinde kaslarında ağrı hissedebilir fakat dizanteri hastaları bu ağrıyı vücutlarında sürekli olarak hissederler. Potasyum,ilaçlarla düzenli bir şekilde hastaya verilir ve felce yol açabilecek bu durum önlenmiş olur.

 

 

 

 

BAŞ AĞRILARI

Baş ağrısı nedenleri, belirtileri ve tedavisi? Baş ağrısı çeşitleri…
Baş ağrısı, hemen herkesin yaşamının belirli bir döneminde karşılaştığı sağlık problemleri olarak baş göstermektedir. Birden fazla nedeni, hatta tehlike arz eden durumları da içerisinde barındıran baş ağrısı neden kaynaklanır? Yediden yetmişe toplumda sık bir şekilde adını duyduğumuz baş ağrısı çeşitleri nelerdir? İşte, baş ağrısı şikayetine ilişkin önemli detaylar…
Baş ağrısı, gerek kendimizin yakındığı gerekse çevremizdeki diğer kişilerin yakınarak sıklıkla dile getirdiği sağlık şikayetleri arasında ilk sıralarda yerini almaktadır. Baş ağrısının şiddetine, süresine, oluşum gösteren bölgeye ve ağrının nasıl başladığına bağlı olarak farklı çeşitleri bulunmaktadır. Yaygın bir şekilde görülen baş ağrıları genel olarak büyük bir tehlike taşımamakla ve tedavisinin de kolay bir şekilde mümkün olmasıyla birlikte bazı durumlarda çok daha ileri boyutta bir nedenden kaynaklanabilmektedir. Yani, ani başlayan ve uzun süreli devam eden, şiddeti de yoğun bir şekilde olan baş ağrıları çok ciddi nedenleri olabilmektedir. Baş ağrılarının çeşitlerini kategorize edecek olursak birincil ve ikincil baş ağrısı şeklinde 2’ye ayrılmaktadır. Birincil baş ağrılarını inceleyecek olursak; başka bir hastalıktan dolayı kaynaklanmayıp, migren, gerilim tipi, ergenlik dönemi ve küme baş ağrısı olarak görülmektedir. İkincil baş ağrılarını ise inceleyecek olursak; Baş ve boyun yaralanmaları, beyin damar hastalıkları, beyin sinir hastalıkları, beyin hastalıkları, beyin tümörleri, beyin basıncının yükselmesi, beyin enfeksiyonları, sinüzit gibi hastalıklardan meydana gelmektedir. Öte yandan tüm bunların dışında günlük kronik baş ağrıları da yaygın bir şekilde görülebilmektedir.
BAŞ AĞRISI NASIL OLUŞUM GÖSTERİR?
Baş ağrısı başınızın yalnızca bir bölgesinde oluşum gösterebilir ya da başınızın her iki bölgesinde de karşılaşılan bir ağrı olarak kendini gösterebilir. Öte yandan baş ağrısı, baş bölgesiyle birlikte bazen de boyun veya sırtın üst kısmında da görülebilen bir durum olarak karşımıza çıkabilir.
Kimi zaman da baş ağrısı çok keskin, şiddetli, zonklama türündeki ağrıyla da meydana gelebilir. Baş ağrısı şikayeti bir anda başlayabilir ya da yavaş yavaş oluşum gösterebilir. Baş ağrısı zamansal olarak ise bir gün sürebileceği gibi bazen de günlerce etkisini gösterebilmektedir. Eğer ki baş ağrısı çok uzun bir süre boyunca devam ediyorsa bu durumda acil bir şekilde doktora başvurmanız önerilmektedir. Öte yandan ani başlayan ve etkisini şiddetlendirerek devam ettiren baş ağrıları da tehlikeli bir hastalığın habercisi olma ihtimali bulunduğundan kesinlikle ihmal edilmemeli ve gerekli tedavi yöntemi için doktor desteği alınmalıdır.
BAŞ AĞRISI ÇEŞİTLERİ:
BİRİNCİL BAŞ AĞRILARI NEDEN KAYNAKLANIR?
1)MİGREN AĞRISI
Migrenin neden ortaya çıktığı henüz tam olarak aydınlatılamamış olsa da, genetik ve çevre faktörlerinin bu durumda önemli bir rol oynadığı bilinir. Migren beyin damarlarının çeşitli tetikleyiciler nedeniyle genişleyip tekrar daralmasıyla ortaya çıkan baş ağrılarıdır. Kan dolaşımı sorunlarının ve ağrı sinyallerini iletmede önemli bir rolü olan, 5. beyin sinirindeki (trigeminal) değişikliklerin de migrene yol açma ihtimali üzerinde durulur.
Stres, açlık, uykusuzluk, çikolata ve şarap gibi bazı besin türleri, ses veya görüntü gibi duyusal sinyaller, olası migren tetikleyicileridir. Bazı kadınlarda, normal hormon dalgalanmaları da migreni tetikler.
Araştırmalar serotonin ve diğer ağrı düzenleyici kimysalların migrenin ortaya çıkmasında etkisi olabileceğini ortaya koymaktadır. Migren sırasında düşük seviyeye inen serotonin kimyasalı, trigeminal sinirinin ‘nöropeptid’ molekülü salmasına neden olan bir sinyal gönderir. Nöropeptidler menenje, yani beyin zarına ulaştığında bu durum migrenle ilişkilendiren baş ağrısına yol açar.
2)GERİLİM TİPİ BAŞ AĞRISI
Gerilim tipi baş ağrısı, boyun ve kafa derisini de içine alabilen bir ağrıdır. Genellikle başın arka tarafında başlayıp öne doğru yayılır. Omuz, boyun, kafa derisi veya çene kaslarının gerilmesi bu tipteki baş ağrısının başlıca nedenidir. En çok karşılaşılan baş ağrısı olan bu türde, anksiyete, depresyon, stres ya da başın zedelenmesi, kas gerilimine ve baş ağrısına yol açar.
Uzun bir süre boyunca başın sabit bir şekilde tutulduğu, örneğin bilgisayar başında çalışmak gibi aktiviteler gerilim tipi baş ağrısına neden olabilir. Bu tip baş ağrsının diğer tetikleyicileri aşırı efor sarfetme, kötü uyku pozisyonu, uykusuzluk, diş gıcırdatma, halsizlik, sinüzit, göz yorgunluğu veya öğün atlama olarak sıralanabilir.
Bazı gıdaların da baş ağrısını tetiklediği bilinmektedir. Eski peynirler ve çikolata bu yiyecekler arasındadır. Yiyeceklerin içindeki doğal ya da yapay maddeler baş ağrısını tetikleyebilir. Alkol ve baş ağrısı her zaman birlikte anılır. Bunların dışında örneğin kahve alışkanlığı olan bir kişi, her gün alışık olduğu miktarda kahve içmediğinde, kafein yoksunluğu nedeniyle baş ağrısı çekebilir.
3)ERGENLİK DÖNEMİ BAŞ AĞRISI
Yakın bir zamanda ülkemizdeki 12-18 yaş arası gençleri içeren bir araştırma sonucuna göre, bu dönemde pek çok gençte gerilim tipi ve migren tipi baş ağrılarının ortaya çıktığı görülmüştür. Hormonal değişikliklerin yanı sıra hem psikolojik hem de çevre ile ilgili ilişkilerde yaşanan değişiklikler gençlerin baş ağrılarından şikayet etmesine yol açtığını göstermiştir. Ergenlik dönemi gençler için stresin yoğun olduğu bir dönemdir. Örneğin lise çağında artan sınav stresi ve yoğunlaşan ders programı baş ağrılarını tetikleyebilir.
4)KÜME BAŞ AĞRISI
Küme baş ağrısı aniden başlar ve kişiyi, gece uykusundan uyandıracak kadar şiddetli olabilir. Ağrı gün içerisinde birkaç kez kendini gösterir ve bu durum aylarca sürebilir. Ardından ağrı aynı şekilde kaybolur ve yine birkaç ay boyunca ortaya çıkmaz. Henüz bu tip ağrıların kesin nedeni bilinmiyor olsa da, bazı bilimadamları bu durumu serotonin ya da histamin salgısının ani salgılanmasıyla bir bağlantısı olduğunu düşünmektedir. Parlak ışıklar, yüksek irtifa, sıcaklık ve fiziksel yorgunluk, küme baş ağrısını tetikleyebilir. Küme baş ağrısı diğer baş ağrısı türlerine göre daha az rastlanan bir ağrıdır.
İKİNCİL BAŞ AĞRILARI NEDEN KAYNAKLANIR?
İkincil baş ağrısı başka bir hastalığın belirtisi olarak ortaya çıkar. Daha önce hiç yaşamadığınız türde, şiddetli, sık tekrar eden, enseden başlayan ve ani gelişen baş ağrıları yaşıyorsanız, bu ağrıların altında üzerinde durulması gereken başka bir rahatsızlık yatıyor olabilir.
Baş ağrısıyla birlikte kusma, bulantı, zihin bulanıklığı ve görme bozukluğu gibi şikayetleriniz de varsa, zaman kaybetmeden bir doktora görünmelisiniz. İkincil baş ağrısının altında yatan bazı hastalıklar hayati risk taşıdıklarından, erken teşhis oldukça önemlidir.
İkincil Baş Ağrılarına Neden Olabilecek Hastalıkları Şu Şekilde Sıralayabiliriz:
– Baş ve boyun yaralanmaları
– Beyin damar hastalıkları
– Beyin sinir hastalıkları
– Beyin hastalıkları
– Beyin tümörleri
– Beyin basıncının yükselmesi
– Beyin enfeksiyonları
– Sinüzit
GÜNLÜK KRONİK BAŞ AĞRILARI NEDEN KAYNAKLANIR?
Günlük kronik baş ağrıları, yukarıda sıralanan ve ikincil grup baş ağrılarına neden olarak gösterilen hastalıkların bir belirtisi olarak ortaya çıkabilir. Ancak başka bir olasılık da bu ağrıların birincil gruba dahil, herhangi bir hastalıktan kaynaklanmayan ağrılar olmasıdır. Bu durumda vücudunuz ağrı sinyallerine karşı aşırı tepki vermeye başlamış ya da beyninizin ağrıyı bastıran sinyalleri görevini yeterince iyi yapmıyor olabilir.
Başka hastalığa bağlı olmayan ama her gün ortaya çıkan ağrılardan şikayet eden kişilerin çoğunda, çok sık ağrı kesici aldıkları için tekrarlayan baş ağrıları görülür. Ağrı kesiciye alışan vücut, ilaç alınmadığında baş ağrısıyla cevap verir. Haftada 3 günden ve ayda 9 kezden fazla ağrı kesici alıyorsanız, günlük baş ağrıları riskiyle karşı karşıyasınız demektir.
BAŞ AĞRISI TEDAVİSİ İÇİN EVDE UYGULANABİLECEK YÖNTEMLER NELERDİR?
Düzenli olarak egzersizler yapın. Egzersizlerinizi açık hava şartlarında yapmanız sizlere daha çok yardımcı olacaktır.
Masaj yapın. Baş ağrılarınızı gidermek için şakaklarınıza yapacak olduğunuz masajlar sizlerin dinlenmenizi ve rahatlamanızı sağlayacaktır.
Sıcak duş ve soğuk kompres uygulayın.
Düzenli yemek yemeye özen gösterin. Bu kapsamda bazı gıda takviyeleri yapın. B2 vitamini, koenzim Q10, magnezyum sülfat almanız sizlerin baş ağrısına iyi gelecektir.

BAŞ AĞRISI İÇİN NE ZAMAN DOKTORA GİDİLMELİDİR?
Baş ağrısı şikayetiyle birlikte aşağıdaki durumlarda meydana geldiği takdirde hiç vakit kaybetmeden acil olarak doktora başvurulması gerekmektedir.
Sorun anlamada ve konuşmada karışıklık
Bayılma
Yüksek ateş, 39 C 40 C ve daha fazlası olması durumunda
Vücudunuzun bir tarafında uyuşma, güçsüzlük ya da felç
Boyun tutulması
Görmede sorunlar başladıysa
Konuşma yetinizde bir sorun varsa
Yürüyüşünüzde bir sorun varsa
Bulantı veya kusma (Açıkça grip veya bir başka sorunla ile ilgili değilse)
Bunların dışında yer alan ve doktorunuzu giderek kendinizi muayene ettirmeniz gereken diğer belirtiler ise şöyle olmaktadır;
Her zamankinden daha sık baş ağrılarınız varsa,
Her zamankinden daha şiddetli baş ağrılarınız varsa,
Baş ağrılarının daha da kötüye gitmesini engellemek için alınan reçetesiz ilaçlarının herhangi bir etkisini göremediğiniz zaman,
Çalışma, uyku veya normal aktivitelerinizi engellemeye başladığı zaman…

 

 

 

BAŞ BOYUN KANSERİ

Uyarıcı işaretlerin bilinmesi
Bir yılda 55000 Amerikalıda baş ve boyun bölgesinde kanser tespit edildiğini, bunların 13000’ünün öldüğünü ve yine bunların önlenebileceğini biliyor muydunuz?

Tütün bu ölümlerin en çok önlenebilir nedenidir. Her yıl ABD’de 200.000’den fazla insan sigara ile ilişkili hastalıklardan ölmektedir. İyi haber bu sayının sigarayı bırakan Amerikalı sayısındaki artışla beraber düşmesidir. Kötü haberse bazı sigara içicilerinin dumansız tütün, çiğnenebilir tütün kullanımına yönelmesidir ki bunun güvenli bir alternatif olabileceği düşünülse de bu doğru değildir. Bu yalnızca kişideki kanser riskini akciğerlerden dudağa taşır. Akciğer kanseri görülme sıklığı azalırken baş boyun kanseri sayısında artış görülmektedir.

Baş boyun kanserleri erken yakalanırsa tedavi edilebilirler. Baş boyun kanseri erken belirti vermesi özelliği erken tanı konulabilmesini sağlar. Muhtemel uyarıcı işaretleri bilmeli ve doktorunuzu mümkün olan en kısa zamanda uyarmalısınız.

Baş boyun kanserlerinin başarılı tedavisinin erken teşhise bağlı olduğunu unutmayın. Uyarıcı bir takım belirtilerin bilinmesi baş boyun kanserinde yaşamınızı kurtarır.

Erken tespit edilmeli ve tedavi edilmeli!

Neleri gözlemlemeliyiz?
Boyunda bir şişlik
Baş boyun kanserleri genellikle vücutta herhangi bir yere yayılmadan önce boyundaki lenf düğümlerine yayılır. Boyunda 2 haftadan uzun sürede geçmeyen şişlikler mümkün olan en kısa zamanda bir doktor tarafından görülmelidir. Tabii ki tüm şişlikler kanser demek değildir. Ancak şişlik ya da şişlikler ağız, gırtlak, guatr kanseri, bazı lenf kanserleri ve kan kanserinin ilk belirtisi olabilir. Böyle şişlikler genellikle ağrısız ve gittikçe büyüme eğilimindedir.

Ses değişimi
Pek çok gırtlak kanseri ses değişimine neden olur. 2 haftadan uzun süren ses kısıklığı ya da ses değişimleri doktorunuzu görmeniz açısından sizi uyarmalıdır. Bir Kulak Burun Boğaz ve baş boyun uzmanı; ses tellerinizi kolay ve ağrısız yöntemlerle muayene edebilir. Her ne kadar pek çok ses değişikliğinin nedeni kanser değilse de işi şansa bırakmamalısınız. Eğer ses kısıklığınız 2 haftadan uzun sürerse gırtlak kanseri olmadığınızdan emin olmalı ve doktorunuza gitmelisiniz.

Dudakta büyüme
Dil ve dudak kanserlerinin çoğu geçmeyen yara ve şişliğe neden olur. Yara ve şişlikler iltihaplanmadıkça ağrısızdır. Kanama görülebilirse de sıklıkla hastalığın ileri dönemlerine kadar görülmez. Yara ya da şişlik boyundaki bir kitleye eşlik ederse bu son derece ciddiye alınmalıdır. Diş doktorunuz ya da doktorunuz biyopsi (doku örnekleme testi) gerekip gerekmediğini değerlendirip bu işlem için sizi bir baş boyun cerrahına sevk edebilir.

Kanama
Bu sıklıkla kanser haricinde bir nedene bağlıdır. Bununla beraber ağız, burun, boğaz ve akciğer tümörleri kanamaya neden olabilirler. Birkaç günden fazla bir süre tükürük veya balgamda kanama görülürse doktora görünmelisiniz.

Yutma problemleri
Boğaz ve yemek borusu kanserleri katı gıdaların ve bazen sıvıların yutulmasını zorlaştırır. Gıda belli bir noktada batma hissi uyandırıp ya mideye gider ya da ağızdan geri gelir. Bu durumda bir doktora başvurmalısınız. Genellikle X ışınlı baryum yutma filmi ya da yutturulan bir tüp yoluyla yemek borusunun direkt muayenesi ile neden ortaya konur.

Ciltteki değişiklikler
Baş boyunda çok sık karşılaşılan deri kanseri erken başlanan tedaviye iyi yanıt verir. En sık alın, yüz, kulak gibi cildin güneşe maruz kaldığı yerlerde görülürse de cildin herhangi bir yerinde olabilir. Deri kanseri sıklıkla küçük soluk bir yara şeklinde başlar, yavaş büyür ve ortasında gamze şeklinde bir çukur ve hatta ülser oluşur. Bu alanın bir kısmı iyileşirken daha büyük bir bölümü ülsere kalır. Bazı deri kanserlerinde renk değişimi görülür.

Baş boyunda görülen diğer kanser tipleri arasında; yassı hücreli kanser ve habis melanom sayılabilir. Yassı hücreli kanserlerin bir bölümü alt dudak ve kulakta görülür. Deri kanserine benzer ve erken teşhis edilip uygun tedavi edilirse genellikle daha tehlikeli hale gelmez. Dudakta, yüzde, kulakta iyileşmeyen bir yara varsa hemen doktora başvurun.

Habis melanom klasik olarak ciltte koyu mavi siyah renkli değişime neden olur. Bununla beraber herhangi bir bendeki büyüklük, renk değişikliği, kanamanın başlaması da birer sorundur.
Ne yapmalısınız?
Tarif edilen tüm belirti ve bulgular kanser olmayan durumlarda da varolabilir. Aslında çoğu zaman bu şikayetler kanser dışındaki diğer bazı durumlarda da görülebilir. Fakat bunu iyi bir muayene yapmaksızın söyleyemezsiniz. Bu nedenle bu şikayetlerin varlığında doktorunuza gidin ve emin olun.
Hatırla !
Baş boyun kanserlerinin erken teşhisi ile tedavinin başarısı arasında çok büyük bir ilişki vardır. Buradaki tıbbi önerilerin çok sayıda insana ulaşmasıyla tedavi oranlarının yükseleceğine inanıyoruz.

Baş boyun kanseri ile ilgili bir belirtinin varlığından şüpheleniyorsanız hemen bir doktora gidin.

 

 

 

BAŞ DÖNMESİ (VERTİGO)

Baş dönmesi ve boşluktaki yönelim değişikliği hissinden kaynaklanan nörolojik şikayete vertigo denir. Hareket halüsinasyonu olarak da betimlenebilen vertigo, tipik olarak dönme ve rotasyon şeklinde oluşur. Tüm hasta guruplarında sıkça görülebilir ve erkeklere oranla kadınlarda daha sık gözlenir. Vertigonun toplumda görülme sıklığı yaşla artmaktadır.
A) Benign Paroksismal Pozisyonel Vertigo (BPPV): Baş dönmesinin en sık sebeplerindendir. İç kulağın posterior semisirkuler kanalın uzun koluna, serbestçe hareket eden kalsiyum karbonat kristallerinin girmesi sonucu ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Kanal, pozisyonel değişikliklere aşırı duyarlı hale gelir ve pozisyon değişikliği vertigo ile sonuçlanır. Kafa travmasının sık bir sekelidir.
BPPV’nin başlangıcı anidir ve birkaç dakika sürer ancak tekrarlayabilir. Yatakta dönme veya başı arkaya çevirme gibi başın belirli pozisyonlarını hemen takiben görülen vertigo atakları görülür.
B) Meniere Hastalığı: İç kulağın, sıvı birikimine bağlı (sıvı miktarında artış), vertigo ile sonuçlanan bir hastalığıdır. Dalgalanan işitme seviyeleri (özellikle de düşük frekanslarda) ile birlikte vertigo atakları oluşur. Hastalık ilerledikçe kalıcı sağırlık ve kulak çınlaması (çınlama, vızıltı, uğultu, ıslık) gelişebilir, her atak ile sağırlık daha da kötüleşir. Kulakta dolgunluk, bulantı ve kusma, ani düşmeler görülebilir. Ataklar tekrarlama eğiliminde olsa da tedavi altında birkaç yıl içinde kararlı hale gelir ve tamamen kaybolabilir.
C) Vestibüler Nörit (Akut Periferal Vestibülopati): Şiddetli bir şekilde birkaç gün süren ve daha düşük şiddette haftalarca devam edebilen, uzamış tek vertigo atağı şeklindedir. Bir ailede birkaç üyeyi etkileyebilir ve çoğunlukla baharda ve yazın erken dönemlerinde görülür.
D) Serebellar Vertigo: Serebellumun, dengesizlik ve baş dönmesi ile sonuçlanan inmesidir (inme şeklinde vertigo.) Ani başlangıçlı baş dönmesi, yürüyüş bozukluğu, mesafe yargısında bozulma, baş ağrısı, bulantı ve kusma görülür. Beyin sapında kompresyon gelişirse akli durumda hızla kötüleşme görülebilir, bu kompresyona bağlı ölüm gelişebilir.
E) Vertigonun Diğer Sebepleri:
1) Migren: Migren hastalarının yaklaşık %25’inde vertigo görülmektedir. Vertigo atakları, baş ağrısı öncesinde veya sırasında ya da bundan bağımsız olarak ortaya çıkar.
2) Vertebrobaziller Yetmezlik: Herhangi bir tetikleyici etken olmadan aniden başlar, birkaç dakika sürer ve yine aniden sona erer. Görme kaybı, çift görme, konuşma bozukluğu, güçsüzlük veya hissizlik gibi eşlik eden bulgular vardır.
3) Serebellopontin Köşe Tümörleri: Genellikle hafif baş dönmesi ve belirsiz bir dengesizlik hissine sebep olur. Tümör, beyin sapı veya serebelluma bası yapacak derecede büyümediği sürece hastalık ilerleme göstermez.
E) “Sersemlik Hissi” (Dizziness): Tüm nörolojik şikayetlerin en sık olanıdır ve sıklığı yaş ile artar. Bu terimin nasıl betimlendiği tespit edilmelidir. Genellikle sersemlik, baş dönmesi, zayıflık ya da bayılacakmış hissi anlamında kullanıldığı görülmektedir. Hasta tarafından vertigo veya dönme hissinin illüzyonlarından farklı olarak sallanma hissine benzetilmektedir. Oturur veya yatar pozisyondan hızla kalkma sonucu sallanır tarzda sersemlik ve gözde lekeler belirebilir. Hasta, hareketsizliğini sağladığı zaman içinde bulgular azalır.

 

 

 

BAYILMALAR
İnsan neden ve nasıl bayılır?
Bayılma, beynin normal çalışmasına engel olabilecek herhangi bir durumda ortaya çıkan geçici bilinç kaybıdır. Bilincin kaybolmadığı, ‘bayılacak gibi olma’ hissi bayılma olarak isimlendirilmemeli.
Bayılma genellikle beyne gelen kan basıncının azalması veya yokluğu durumunda, bilinci açık tutan beyin hücrelerinin geçici olarak işlevlerini yitirmesi sonucunda oluşur. Bu durum kanın beyin dışı bölgelerde (uzuvlar veya gövde) göllenmesiyle gerçekleşir. Kanı beyne pompalama görevi olan kalbin görevini etkin şekilde yerine getiremediği durumlarda (ritm bozukluğu, kalp kapak hastalıkları, kalp krizi) veya kan basıncının hızlı düştüğü zamanlarda bayılma gerçekleşir.
Pek çok nedeni olabilir
Sinir sistemiyle ilişkili başka bazı sorunlar da geçici bilinç kaybına yol açabilir. Uzun süre ayakta kalmak, yoğun ruhsal stres, aşırı sıcak ortamlar, çok sıcak banyolar, şiddetli bulantı ve kusmalar, bu tür bilinç kayıplarının başlıca tetikleyicileridir. Kan gördüklerinde veya kötü bir haber aldıklarında bayılan kişilerde oluşan senkopların kaynağı da aynıdır. Bu tür bilinç kayıpları genellikle 1 – 2 saniyelik baş dönmeleri, fenalık hissi, iç çekilmesi, boşlukta kalma duygusu ve vücuda sıcaklık yayılmasıyla başlar.
Geçici ve tekrarlayıcı bilinç kayıplarının daha az görülen bir sebebi ise boyundaki ana damarın ‘karotisarter’inin ayrım noktasında yer alan basınç algılayıcı duyargalarınızın aşırı hassas olması halidir. Bu duyargalarınız normal koşullarda kan basıncınızın fazla yükselmesiyle otomatik olarak devreye girer, kan basıncını ve kalp atım hızını düşüren bir dizi işlemin başlamasını sağlar.
Eğer bu duyargalar gereğinden fazla hassas hale gelirse, boyuna dışarıdan gelecek herhangi bir baskı, kan basıncını azaltan reflekslerinizin abartılı olarak çalışmasına ve ani bilinç kaybına yol açar. Boyun bölgenize yapılan basınç, hatta bezen sıkı yakalı bir gömlek bile ani bilinç kaybına yol açan sistemin devreye girmesine neden olabilir. Kalp atım fonksiyonunun üç saniyenin üzerinde veya en az 10 atım boyunca, dakikada 40’ın altında olması ya da büyük tansiyonunuzun 50 mm Hg’nın altına düşmesi, birdenbire oluşan ve yine aynı hızla kendiliğinden düzelen geçici bilinç kaybının nedenidir.
Kaslar gevşiyor
Bayılma sırasında bedeni dik tutan kasların gevşemesi sonucu hasta ayaktaysa yere düşer. Yere düşme sonucunda kalp ve beyin aynı seviyeye geldiğinde, beyin tekrar ihtiyacı olan kana sahip olduğu için bilinç hızlıca yerine gelir. Bu nedenle bayılma sadece saniyeler sürer. Bayılma sonunda kişi sadece birkaç dakika süre şaşkınlığın ardından normal işlevlerini yapar hale gelebilir. Tıpta bu durum senkop olarak anılır. Altta yatan belirgin bir hastalığın bulunmadığı durumlarda oluşan senkop’a vazovagalsenkop ismi verilir.
Senkop dışında geçici bilinç kaybı yapan başka nedenler de var. Bunlar içinde en sık görülenler; sara, kan şekeri düşüklükleri, psikolojik sebepler ve beyin damar hastalıkları sayılabilir. Bayılmanın beyinden kaynaklanan bir sorundan oluştuğunu düşündüren en önemli belirti, bilinç kaybı dışında bir nörolojik bulgunun olmasıdır. Bunlar içinde şiddetli baş ağrısı, çift görme, peltek konuşma, baş dönmesi ve felç sayılabilir.
Kalpten de kaynaklanabilir
Bayılmanın hemen öncesinde çarpıntı ve gögüs ağrısının olması bilinç kaybının bir kalp hastalığından kaynaklanabileceğini düşündürmeli. Bilinen kalp hastalığı olanlarda, ailelerinde kalp ve damar rahatsızlığı öyküsü bulunanlarda, kalp damar hastalığı açısından risk faktörleri (sigara, yüksek tansiyon, diyabet, yüksek kolesterol ve obezite gibi) taşıyanlarda kalp hastalığı olma olasılığı yüksektir.
Test yaptırmak gerekebilir
Hastanın öyküsünde bilinç kaybının şekli, tekrar edip etmemesi, başka hastalıkların varlığı değerlendirildikten sonra kalp açısından yüksek riskli kişilerde EKO, ritmholter ve eforlu EKG gibi ileri incelemelerin, beyinden kaynalanan hastalıklar açısından yüksek riskli kişilerde de EEG ve beyin görüntülemesi yapılması gerekebilir.
Bayılan hastaya ne yapılmalı?
Bayılan kişiye sokakta çok yapılabilecek bir şey yoktur. Ancak hastayı düz yatırarak bacaklarını 70 – 90 derece yukarı kaldırmak en önemli şeylerden biri. Nedense toplum olarak bayılan birini gördüğümüzde bedenimizin mükemmel reaksiyonu olarak düşüp beyine kan gitmesini sağlamak yerine hastayı oturtup yüzüne su veya kolonya serpip bir şeyler içirmeye çalışırız. Kesinlikle yanlış!
İkincisi bayılan kişinin ağzında bir şey varsa, mümkün olduğu kadar o cismi veya gıdayı çıkarmakta fayda var. Özellikle nöbet geçiren hastalarda, ağzında tükürük ve köpük varsa yan çevirmek önemli. Rahat nefes alabildiğinden emin olunmalı.
Bu durumlarda bir nöroloji uzmanına başvurun
– Tekrarlayan bayılmalar
– Bayılma sonrasında en az beş dakika süren kafa karışıklığı
– Bayılma sırasında vücudun bir tarafında uyuşma veya güç kaybı
– Bayılma sırasında şiddeti baş ağrısı
– Bayılmayla birlikte kasılma, çift görme, baş dönmesi, peltek konuşma ve görme bozukluğu
Dahiliye ve kardiyoloji uzmanına başvurma zamanı
– Tekrarlayan bayılmalar
– Bayılma sırasında gögüs ağrısı ve çarpıntı hissi
– Bilinen kalp hastalığı olanlar
– Kalp hastalığı açısından yüksek riskli (sigara, yüksek tansiyon, diyabet, yüksek kolesterol öyküsü olan) kişiler
– Ailesinde kalp hastalığı ve ani ölüm öyküsü bulunanlar

 

 

 

BAZAL HÜCRELİ KANSER (KARSİNOM)

Bazal hücreli karsinom, tüm dünya genelinde deri kanserlerinin en sık gözlenen türüdür.

Deride bulunan bazal hücrelerin farklılaşması/kanserleşmesi ile ortaya çıkmaktadır.

Açık tenli, aşırı güneş ışını alan kişilerde görülme riskinin arttığı bilinmektedir.

Bazal hücreli karsinom genellikle yavaş gelişim gösteren bir hastalıktır. Cilt üzerinde önce şeffaf gibi görünen kabarıklıklar, ardından yara oluşumu görülür. Genellikle yayılım yapmaz. İleri yaşlarda tekrar yeni lezyonlar gelişebilir.

Tedavide, cerrahi, koterizasyon, dışarıdan sürülen ilaçlar, radyoterapi, fotodinamik tedavi seçenekleri değerlendirilebilmektedir.

 

 

 

 

BEHÇET HASTALIĞI

İlk defa 1937 yılında bir Türk doktoru olan Hulusi BEHÇET tarafından teşhis edilen ve bu nedenle uluslararası tıp camiasında Behçet Hastalığı ya da Behçet Sendromu olarak adlandırılan hastalık; özellikle deri altı, göz, beyindeki kan damarlarının iltihaplanmasına yol açan, sebebi bilinmeyen. nadir görülen, bağışıklık sistemi ile ilgili bir hastalıktır.

Daha çok 30-40 yaşlarında ve erkeklerde görülür. Behçet Hastalığı başta Türkiye olmak üzere Çin’e kadar uzanan İpek Yolu üzerindeki ülke insanlarında diğer ülkelere nazaran daha sıkça rastlanmaktadır, fakat yine de dünyanın her yerinde Behçet Hastalığı görülmektedir. Dünya’da en çok Japonya, Türkiye ve İsrail’de görülür. ABD’de de yaklaşık 20.000 kişi Behçet hastasıdır. Bu sebeple hastanın ırkına ve bulunduğu ülkeye bakılmaksızın Behçet Hastalığı ihtimali mutlaka değerlendirilmelidir.

Behçet hastalığı bulaşıcı değildir. Her ne kadar hastalığın kalıtımsal olduğuna dair şüpheler olda da bu sav ispatlanmış değildir.

İki kardeşten biri Behçet hastası iken diğeri gayet sağlıklı olabilir.
Belirti ve bulguları nelerdir ?
Behçet hastalığı kendine özgü belli bulguların varlığı ile teşhis edilir. Majör kriterler denen ve bu hastalıkta görülen belirti ve bulgular şunlardır:

– Ağızdaki tekrarlayan aftlar (aftöz ülserler)

– Göz belirtileri : İritis, iridosiklitis, hipopiyon

– Genital bölgedeki yaralar ve nongonakoksik üretrit

– Deri lezyonları : Eritema nodosum, yüzeyel tromboflebit,

deride püstüller, deride paterjik reaksiyon

Behçet Hastalığı esas olarak bir damar iltihabıdır Bu nedenledir ki bulgular, damar iltihabının olduğu yere göre ortaya çıkar.

Bulguların tümünün aynı anda ortaya çıkması şart değildir. Bazı bulgular hastalığın ilk yıllarında yok iken birkaç sene sonra ortaya çıkabilir. Bu nedenle bulgular ortaya çıktıkça bir yerlere yazılması ve dökümante edilmesi önemlidir. Bir doktorun görmesi için örneğin deride çıkan yaraların fotoğrafı çekilebilir. Behçet Hastalığında görülen bazı bulgu ve belirtiler aynı zamanda Lupus, Lyme ve Crohn gibi hastalıklarda da görülebilmektedir. Behçet Hastalığı teşhisi konmadan önce diğer hastalık olasılıklarını dikkate almak ve değerlendirmek için kan testleri ve/veya biyopsiler yapmak gerekir. Teşhiste yararlı olan fakat Behçet Hastalığının kriteri olarak kabul edilmeyen diğer belirti ve bulgular ise şunlar olabilir;

– Subkutanöz tromboflebit

(deri yüzeyinin altındaki bir damarın enflamasyonu)

– Arteriel tromboz

(Derinin iyice altında yer alan bir damarın trombozu;

bunun sonucunda kanın pıhtılaşması)

– Epididimit (testisin üzzerinde yer alan epididim’in iltihabı)

– Arterial oklüzyon

– Merkezi sinir sisteminin tutulumu

(harekette veya konuşmada güçlük yaşanması gibi bulgular)

– Şiddetli baş ve boyun ağrısı (aseptik menenjit ihtimali)

– Eklem ağrıları veya artirit

– Hastanın ailesinde de Behçet Hastalığının olması

Bunların yanısıra aynı zamanda aşırı yorgunluk hissedilebilir; yorgunluk bir çok bağışıklık sistemi hastalığında olduğu gibi hastalığın bulgularını ağırlaştırabilir.
Teşhiste kullanılan testler nelerdir ?
Günümüzde Behçet hastalığı için kabul görmüş tek test paterji testidir. Steril saline çözültesinin deri altına enjekte edilmesinden

24-48 saat sonra bir papül yada püstül oluşması testin pozitif olduğunu gösterir. Testin sağlıklı olması için paterji testinin

aktif Behçet semptomları görüldüğü zaman yapılması gerekir. Yine de aktif semptomlar görülmesine rağmen paterji testinin sonucu pozitif olmayabilir. Paterji testinin pozitif çıkması tek başına Behçet teşhisi konması için yeterli değildir ve mutlaka diğer belirtilerle birlikte değerlendirilmelidir. Test negatif çıksa bile, bir çok Behçet hastasında enfeksiyon sahasında enflamasyon reaksiyonu görülebilir. Teşhis için kullanılan bir başka araç ise kan alınarak bakılan hastanın HLA doku tipinin araştırılmasıdır. Bazı HLA doku tipleri Behçet hastalarında daha sık görülmektedir. Bu tipler HLA-B5 ve HLA-51 dir (ve diğer çok görülen alt gruplar); fakat Behçet teşhisi konması için bu HLA tiplerinin olması şart değildir. Yeni yapılan çalışmalar MICA geninin (A6 allele) teşhis için HLA doku tiplerin daha da yararlı olduğunu ortaya koymuştur.

Şu an için Behçet teşhisi için özgül olarak kullanılan bir laboratuvar testi yoktur. Rutin (her hastaya yapılan) tahlillerden Sedimantasyon (kanın çökme hızı) bazı hastalarda hastalığın alevlendiği dönemlerde artmaktadır fakat bu durum tüm hastalar için genellenemez. Bazı enzim düzeyleri de değişikliğe uğramaktadır. Bir çok hastanın test sonuçları gayet normal çıksa da hastada ağır semptomlar görülebilir.
Nedenleri nelerdir ?
Behçet hastalığının kesin ve belirlenmiş bir nedeni henüz bulunamamıştır. Ancak bir çok uzman hastalığa yatkın insanlarda hastalığı başlatan (daha doğrusu tetikleyen) bir dış etki ya da virüslerden şüphelenmektedir.
Tedavi yolları nelerdir ?
Hastalığın şu anda kesin bir tedavisi yoktur fakat çeşitli semptomları iyileştirmek için tedaviler bulunmaktadır. Örneğin ağızda çıkan yaraları iyileştirmek için kullanılan merhemler gibi. Siklofosfamid, Klorambusil, Azotiopirin gibi bazı immunosupressif (bağışıklığı baskılayıcı) ilaçlar tedavide denense de toksik (zehirli) etkileri nedeniyle devamlı kullanılamazlar.

 

 

 

BEL AĞRISI
Bel Ağrısı Nedenleri ve Tedavisi
Bel ağrısı, dünyada baş ağrısından sonra en sık görülen ağrı tipi olarak kişinin iş ve sosyal yaşamını altüst ettiği kadar önemli sağlık sorunlarına işaret etmesi bakımından da önemsenmelidir.
Bel Ağrısı Nedir?
Beliniz mi ağrıyor? Ağrı dinlenince geçiyor mu? Yoksa en küçük bir hareketle şiddetleniyor ve beliniz kilitleniyor mu? Bel ağrısı denilince akla öncelikle “Bel Fıtığı” gelse de; dünyada baş ağrısından sonra ikinci sıklıkta görülen bu ağrılar başka nedenlerden de kaynaklanabiliyor.
Bel ağrısını, bel zorlanması ve duruş bozuklukları; bel kaslarına, bağlarına ve eklemlerine hasar vererek ağrıya yol açar şeklinde açıklayabiliriz.Bel ağrılarının fiziksel aktivite ile şiddetlendiği, istirahatla hafiflediği ise en çok görülen belirtilerden birkaçı sayılır. Bel ağrısının şiddeti, öne eğilme, uzun süre ayakta durma, yürüme gibi günlük aktivitelerle artabilir. Bel ağrısı nüfusun %75-85’ini yaşamlarının herhangi bir döneminde etkileyen en önemli bir sağlık sorunlarından biridir.
Bel Ağrısı Nedenleri
Bel ağrısının pek çok nedeni olabilir. Tüberküloz, brusella gibi hastalıkları, kemik erimesi (osteoporoz ); kireçlenme, başka bir yerden yayılmış ya da omurganın kendisinden kaynaklanan kanserler bel arısına neden olan önemli hastalıkların başında gelir. Bel ağrısına nedenlerinden biri de mide, karaciğer, böbrek gibi organ rahatsızlıklarının bel bölgesine yayılmasıdır. Bazı bel ağrılarının nedenleri de psikolojik olup kapsamlı şekilde araştırılmalıdır.
Bel Ağrısı Kimlerde Olur?
En çok 35-45 yaşları arasında görülen bel ağrısı kadın ve erkekte eşit oranda ortaya çıkar. 60 yaşın üzerinde kadınlarda bel ağrısı görülme sıklığı artmaktadır. Aşırı kilo alımı, gebelik, uzun süre ayakta durmayı gerektiren durumlar, uzun süre yüksek topuklu ayakkabı giyimi ve her iki bacakta uzunluk farkı, bel ağrısı nedenleri olarak sayılabilir. Bel ağrısına neden olan meslekler de ise karşımıza uzun yol sürücüleri, titreşimli toprak burgu makinesi kullananlar, aşırı ağır yük kaldıranlar, uzun süre tabure ve sandalyede oturmayı gerektiren meslek grubu çalışanları çıkar.

Bel ağrısının nedeninin tespit edilmesi gerekir. Tipik bel ağrısının nedenlerini şöyle sıralayabiliriz;
• Doğumsal anomaliler
• Travmatik nedenler ( omurga kırıkları ya da kayması)
• Bel zorlanması, postür bozuklukları, bel fıtığı
• Bel omurgasının kireçlenmesine bağlı bel ağrıları
• Tüberküloz, brusella gibi hastalıkların bel omurgasını tutması
• Osteoporoz, kemik yumuşaması
• Kanserler ( başka bir yerden yayılmış ya da omurganın kendisinden kaynaklanan)
• Mide, karaciğer, böbrek gibi organ rahatsızlıklarının bel bölgesine yayılmasına bağlı bel ağrısı
• Psikojenik bel ağrısı
• Başarısız bel cerrahisi (başarısız bel ameliyatları sonrası oluşan ve uzun süre devam eden şiddetli bel veya bacak ağrısı).

Bel Ağrısı ve Bel Fıtığı
Her bel ağrısı bel fıtığı olarak yorumlansa da bu yanlış bir kanıdır. Bel ağrılarının yalnızca % 5’i bel fıtığı kaynaklıdır. Bel fıtığında hissedilen ağrı yavaş yavaş gelişen, yaygın, batıcı, hareketle artan, istirahatle azalan, belde ve etkilenen sinir kökünün anatomik dağılımına uygun olarak bacağa yayılan bir ağrı olarak tanımlanabilir. Bel fıtığında ağrı, öne eğilme veya arkaya dönme gibi ters bir hareket sonrası ani olarak başlayabilir; en küçük bir hareketle şiddetlenip, kilitlenme veya bel tutulmasına yol açar; oturmakla, ayakta durmakla, öksürmekle, ıkınmakla, araba kullanmakla artar. Bazen bel fıtığı, bel ağrısı ile değil, basılan sinir köküne bağlı olarak topuk ağrısı, bacakta uyuşma, karıncalanma, güçsüzlük gibi şikâyetler ile belirgin hale gelir.
Bel Ağrısı Nasıl Geçer?
Bel ağrısı nasıl geçer sorusu toplumuzda sıkça merak edilen konuların başında geliyor. Bel ağrılarının nasıl geçeceğini merak eden birinin öncelikle yapması gereken bel sağlığını korumak için neler yapması gerektiğidir. Rutinleşen bel ağrılarınız için ise mutlaka uzman bir doktora başvurmalısınız.
Bel sağlığının korunması için gün içinde uyulması için gereken kurallar ve egzersizler önemlidir. İşte onlardan bazıları;
• Bakılan kişi, cisim ve objeye vücut cephesi tam olarak dönülmelidir. Baş, boyun ve gövde aynı düzlem üstünde olacak şekilde bakılmalıdır.
• Uzun süre aynı pozisyonda kalınmamalıdır. Oturma ve ayakta kalma süresinin 45 dakikayı geçmemesine özen gösterilmelidir. 45 dakika ayakta kalındıysa 5 dakika kadar oturulmalı, 45 dakika oturulmuşsa 5 dakika kadar ayakta kalınmalıdır.
• Oturulduğunda bel kavisini destekleyen bir yastık kullanmak alışkanlık haline getirilmelidir.
• Yerle olan işlerde, yere eğilerek değil çömelerek işlerin yapılmasına özen gösterilmelidir.
• Yatmak için yaylı ortopedik yatak kullanılmalıdır.
• Yatarken önce yatağın kenarına gelip oturulmalıdır. Kollardan destek alarak önce yan yatılmalı, sonra sırt üstü dönülmelidir. Yataktan kalkmak istenildiğinde, önce yan yatıp kollardan destek alınmalı ve oturulmalı sonra ayağa kalkılmalıdır.
• Yan pozisyonda öne doğru bükülerek bacaklar karına doğru çekip yatmak sağlık bakımından en uygun pozisyondur.
• Bel bölgesi terli kalmaktan, yel ve rüzgardan korunmalıdır. Klima veya hava akımının direk olarak gelmemesi için önlem alınmalıdır.
Bel Ağrısı Tedavisi
Bel ağrısı tedavisi, bel ağrısının nedenine, şiddetine, kişinin yaşına ve pek çok özelliğine göre farklı şekilde yapılabilir. Bel ağrısının tedavisinde uzman kontrolünde basit ağrı kesici ilaçlar, kas gevşeticiler kullanılabilir. Yine tam donanımlı bir sağlık kuruluşunda fizik tedavi seçenekleri denenebilir. Bunun yanı sıra ağrı bantları, masaj, lokal enjeksiyonlar ve egzersiz de bel ağrısı tedavisinde etkilidir.
Bel Ameliyatı
Eğer bel ağrınız bel fıtığı kaynaklı ise uzman doktor yönlendirmesi ile ameliyat olabilirsiniz. Bel fıtığı ameliyatlarındaki amaç fıtıklaşan diskin temizlenmesi ve sinir üzerindeki basıyı kaldırmaktır.

Hamilelikte Bel Ağrısı
Hamilelikte bel ağrısı hamilelilerin en çok şikayet ettiği konulardan biri. Hamilelikte ağrının nedeni hamileliğe bağlı olarak ağırlık merkezi değiştiği için omurgaya baskının artmasıdır. Hamilelikte bel ağrısından korunmak için kadınların kilo almamaları çok önemlidir. Bu nedenle hamilelik sürecinde yürüyüş, yüzme, pilates gibi egzersizlere çok önem verilmelidir.
Hamilelikte bel ağrısını etkileyen bir diğer faktör ise yüksek topuklu ve çok düz ayakkabılar giymektir. Bu nedenle kadınların alçak topuklu ayakkabı tercih etmeleri çok önemlidir. Bele yeterli desteği verebilmek için mutlaka belin arkasını destekleyen yastıklar kullanılmalı. Hamileler bel ağrısı sırasında doktor kontrolünde tedavi edici jeller kullanılabilir.
Hamilelik sırasında geçmeyen bel ağrılarında mutlaka uzman bir fizik tedavi uzmanı ile görüşülmeli ve doğru tedavi uygulanmalıdır. Hamile kadınların bel ağrısı ile birlikte dikkat etmeleri gereken nokta bel ağrısının yanı sıra karında sertleşme, aşağı doğru baskı hissi olmasıdır. Bu durumda mutlaka uzman bir doktora danışılmalıdır. Eğer uzun süre geçmeyen bel ağrınız varsa böbreklerinizden de şüphelenilebilir.
Bel Ağrısı Egzersizleri
Bel ağrısı için egzersiz yapmak ağrıyı azaltmanın en sağlıklı yollarından biri. Uzman kontrolünde rutin şekilde yapılan bel ağrısı egzersizleri bel ağrılarını hafifletip, yeni ağrıların oluşmasını engeller. Bel ağrısı için egzersizler konusundaki videomuzda nasıl egzersiz yapmanız gerektiğini öğrenebilirsiniz.

Bel Ağrısı İçin Egzersiz Programı
Bel ağrısı egzersizleri yaparak, bel ağrılarınızı hafifletebilirsiniz.
1.Normal pozisyonda sırt üzeri yatın.

2.Başınızı öne kaldırıp her iki ayağınızı kendinize doğru çekerek 5’e kadar sayın.
3.Gevşeyerek normal pozisyonda sırt üzeri yatın.

4.Başınızı öne kaldırıp her iki ayağınızı size kendinize doğru çekerek 5’e kadar sayın.
5.Gevşeyerek normal pozisyonda sırt üzeri yatın.
Bel Ağrısı İçin Alternatif Egzersizler
1.Omuzlarınız ve topuklarınızdan destek alarak belinizi 4- cm olacak şekilde yukarı kaldırıp 5’e kadar sayınız.
2.Gevşeyerek normal pozisyonda sırt üzeri yatın.
Her iki programı da günde 2 kez 10’ar kez uygulayın.

 

 

 

 

BEL FITIĞI

Bel fıtığı-Boyun ağrıları
• Genel Bilgiler-Terminoloji
• Diskin Yapısı
• Bulging-Protrüzyon
• Şikayetler-Belirtiler
• Nasıl Oluşur-Teşhis
• Cauda Sendromu
• Tedavi
• Aydınlatıcı Görüntüler
• Nucleus Pulposus
• Bel Ağrıları
• Boyun Ağrıları
Genel terimler
Lomber ( bel ) bölgede 5 adet omur vardır, bunlar tıbbi terminolojide kolaylık olması için L1 den L5 e kadar numaralandırılarak ifade edilirler. Örneğin L4 – L5 kısaltmasıyla 4. ve 5. bel omuru kastedilmektedir. Bel ağrısı çeken ya da bel fıtığı teşhis edilen hastaların ve yakınlarının, sık sık duyduğu, doktorunuzun kullandığı ve de MR / BT raporlarında çok sık karşılaştığınız bazı terimlerin karşılıklarını, aydınlatıcı olması amacıyla konunun başında aşağıdaki satırlarda bulacaksınız.
Lomber Bölge : Bel bölgesi
Lumbo-Sakral Bölge : Kuyruk sokumu-bel bölgesi
Sakrum : Kuyruk sokumu kemiği
Sakro-İliak Eklem : Kuyruk sokumu kemiği ile leğen kemiğinin yapmış olduğu eklem ( Sağ ve solda olmak üzere her iki tarafta da vardır. )
Lumbago : Bel ağrısı
Lumbosiyatalji : Belden bacağın arka kısmına siyatik sinir boyunca yayılan ağrı.
Disk Herni : Bel fıtığı
Skolyoz : Omurganın yanlara doğru çarpıklığı, eğriliği
Lordoz : Omurganın konveksliği öne bakan kavisli durumu ( Bel omurları normalde lordoz durumundadır )
İntervertebral : Vertebralar arası, omurlar arası
Postero-Lateral : Arka – yan
Posterior Longitidunal Ligament : Omurgaların, omurilik kanalına bakan yüzünü saran bağ dokusuna verilen ad. Bu bağ dokusunun omurgaların ön yüzünde olanına da anterior longitidunal ligament adı verilir.

 

 

 

BEL GEVŞEKLİĞİ

Bel Gevşekliği; Cinsel birleşme sırasında, meninin vaktinden önce gelmesine verilen addır. Halk dilinde erken boşalma olarak bilinmekte, tıpta ise ejakulasyon adı verilmektedir. Günümüzde birçok kişinin sıklıkla karşı karşıya kaldığı bir durum olarak bilinmektedir. Toplumda bu konuda, farklı düşünceler algılanarak bir uzmana giderek destek almak kişiler tarafından çok istenmemekte ve bunun bir ayıp olgusu yarattığı da bilinmektedir. Tedavisi mümkün olan bir hastalıktır.

Bel Gevşekliğinin Nedenleri: Bel gevşekliğinin sebepleri psikolojik ve tabii olmak üzere ikiye ayrılır. Erkeğin kendine güvensizliği, kadın karşısında aşağılık duygusuna kapılması, huzursuzluk, endişe, sinir gerginliği bel gevşekliğinin başlıca psikolojik sebepleridir.
Doğal nedenler ise erkeğin uzun süre cinsel birleşmeden uzak kalmış olması ve mastürbasyon alışkanlığının yol açtığı aşırı duyarlıktır.
Bel Gevşekliği Tedavisi: Erken boşalma gelişimini engellemeye yönelik bilinen tıbbi bir yöntem yoktur. Bununla birlikte, aşağıdaki yöntemler önlem amacı ile kullanılabilir.
Eşinize karşı daima sağlıklı ve uyumlu düşünceler besleyin. Eğer cinsel yaşamınız hakkında gerginlik, sıkıntı, suçluluk, düş kırıklığı gibi düşünceler gelişmiş ise psikoterapik yardım almaktan çekinmeyin.
Eşlerin ruh sağlıkları üzerinde olumsuz etkileri olan bu durum, sebebi bulunduktan sonra önlenebilir. Bel gevşekliğinin psikolojik sebeplerinin telkin ve eğitimle giderilmesi; tabii sebeplerin ise düzenli ve bilgili bir cinsi birleşme rejimiyle ortadan kaldırılması; gerektiğinde prezervatif kullanılarak erkeğin duyarlığının sınırlandırılması cinsel birleşmelerdeki uyumsuzluğu ortadan kaldırır ve cinsel isteksizliğe karşı çözüm sağlar.
Herkesin cinsel sorunlar yaşayabileceğini unutmayın. Eğer erken boşalma sorununuz varsa kendinizi yetersiz veya suçlu hissetmekte aceleci olmayın. Eşinizle sorunlarınızı konuşun ve kesinlikle iletişim eksikliği gelişmesine izin vermeyin.
Bel Gevşekliğine Ne iyi Gelir? Bel gevşekliği problemi için kullanılan bazı doğal ve bitkisel çözümler şu şekildedir.
– Havlıcan, fıstık kabuğu, Hindistan cevizi ile birlikte kaynatılır. Süzüldükten sonra bal ile karıştırılarak aç karnına bir kaşık yenir. Elde edilen sıvı ile tedavi süresince yatmadan önce bele masaj yapılır.
– Sedef çiçeği, pelin otuyla birlikte kaynak suda on dakika demlenir. Süzülerek elde edilen karışıma şurup kıvamına gelinceye kadar bal ilave edilerek karıştırılır. Hazırlanan şurup yemeklerden önce birer bardak içilir.
– Turp tohumu bal ile ezilerek macun yapılır. Hazırlanan macun ilişkiden bir saat önce bir çorba kaşığı alınır.

 

 

 

 

BEL KAYMASI

Omurgamızı oluşturan omur kemikleri birbirleri üzerinde bir düzen içeresinde dizilirler. Normalde omurların ön ve arka kenarları, bir alt ve bir üst omurun kenarları ile aynı hizadadır. Omurlar birbirlerine ön kısımda diskler arka kısımda faset eklemler yardımı ile bağlanır. Bu dizilimin dayanıklılığını arttıran bir çok bağ yapısı da kemikler arasında köprü oluşturur. Bel kayması olarak bilinen hastalıkta bir omur diğerinin üzerinde genellikle öne doğru yer değiştirir. Bu kayma olayı sonucunda, omurganın içinden geçen omur iliğimiz sıkışır ve her iki bacakta ağrı, uyuşukluk ve yanma gibi şikayetler meydana gelir. Beş çeşit bel kayması tipi mevcuttur. Bunlardan en çok karşılaşılanları; yaşlılıkta görülen dejenerasyona bağlı kaymalar, ameliyat sonrası gelişen kaymalar ve çocukluk çağında omurlardaki doğumsal sorunlara bağlı gelişen kaymalardır.
İnsanların yaklaşık % 5’inde bel bölgesinin alt kısmındaki omurların üst ve alt eklemlerini birleştiren kemik kısmında (faset eklemler) gelişimsel bir kırık olabilir. Bu kırıklara “spondilolizis” denir. Bu bölgenin çok hareketli olması nedeniyle oluşan kırıklar çoğu zaman iyileşmeyebilir. Ancak bu kırıklar genelde adolesan çağda ağrıya neden olurken erişkin çağlarda ciddi sorun yaratmayabilirler. Bazı hastalarda ise kırık nedeniyle üstteki omurlar alttaki omurgaya göre öne doğru kayabilirler.
Bu duruma da “bel kayması” ya da “spondilolistezis” denir. Spondilolistezis kayma miktarına bağlı olarak daha ciddi sorunlara neden olabilir. Bu tip kırık nedeniyle olan bel kaymaları tıp dilinde “istmik spondilolistezis” olarak adlandırılır.
Bel kaymasının diğer bir türü ise omurgada ve çevresindeki bağ dokularında yaşlanma sonucu meydana gelen yıpranma nedeniyle görülen bel kaymasıdır. Genellikle 40 yaş üstünde oluşan bu sorun “dejeneratif spondilolistezis” olarak adlandırılır. Dejeneratif bel kaymalarına çoğunlukla dar kanal da eşlik eder.
Bel kaymasında genellikle ilk oluşan şikayet bel ağrısıdır. Ağrıyı bacaklarda hissizlik, adale gerginliği, güçsüzlük, bel eğiminde artış veya yürümede güçlük şikayetleri izleyebilmektedir. Bu şikayetler istirahat ile geçici olarak rahatlatılsa da genellikle ayakta durma, yürüme ve diğer aktivitelerle ağrılarda artış gözlenebilmektedir.
Stres kırıkları (spondilolizis) her zaman klinik belirti vermeyebilir. Bazen başka nedenlerle çekilen bel filmlerinde tesadüfen ortaya çıkabilir. Patoloji semptomatik bir hale gelirse genellikle ilk oluşan şikayet bel bölgesinde ağrıdır. Bel kaymaları da kayma oluştuktan yıllar sonra bile belirti vermeyebilir. Görülen belirtiler arasında bel ve kalça ağrısı; bacaklarda hissizlik, ağrı, adale gerginliği, güçsüzlük, bel eğiminde artış veya yürümede güçlüğü sayılabilir. Bu belirtilerde istirahat ile geçici bir rahatlama oluşsa da genellikle ayakta durma, yürüme ve diğer aktivitelerle ağrılar artar.
Bel kayması tedavisi
Şikayet oluşturmayan stres kırıklarının ve bel kaymalarının takip edilmesi uygundur. Yine hafif dereceli kaymalarda istirahat, ağrı kesici ve antiinflamatuar ilaçlar, geçici korse kullanımı ve fizik tedavi yöntemlerinden biri veya birkaçı ile şikayetlerde rahatlama sağlanabilir. Bel ağrısı ile birlikte sinir sıkışmasına bağlı bacak ağrısı ve uyuşma var ise epidural veya foraminal enjeksiyonlar tedaviye eklenebilir.
Adelosan dönemde görülen stres kırıkları ağrıya yol açıyor ve gençlerin aktivitelerini kısıtlıyorsa cerrahi olarak tedavi edilmelidir. Cerrahi tedavide en uygun yöntem hekiminizce belirlenir. Genellikle tercih edilen yöntem, kırık bölgenin kaynatılması için taze kemik greftleri ile desteklenmesiyle birlikte vida veya çengellerle sabitlenmesidir. Kliniğimizde uzun yıllardır oluşan deneyim ile sadece bir omur için bu işlemi gerçekleştirmektedirler. Bir çeşit kırık tamiri olarak tanımlabilecek bu yöntemle kısa dönemde iyileşme elde edilmekte ve hastalarımız eski aktivitelerine bel hareketlerinde bir kısıtlanma olmadan kavuşmaktadır.
İleri yaşlarda oluşan kaymalarda da hastalık ilaç tedavisi ile azalmayan şikayetlere yol açıyor, sinir basısı bulguları oluşturuyor (Düşük ayak, idrar kaçırma…) ve ilerleme gösteriyorsa cerrahi tedavi gereklidir. Cerrahi tedavide kayma bölgesindeki sinirler serbestleştirilir ve omurlar birbirine sabitlenerek kaymanın ilerlemesi önlenmiş olur. Ameliyat işlemi önden veya arkadan ya da her iki taraftan yapılabilir. Ameliyat sonrası uygulanan rehabilitasyon programları ile iyileşme süreci desteklenir.
Bel kaymasının tedavisinde kayma hafif derecede ise istirahat, ağrı kesici ve antiinflamatuar ilaçlar, geçici korse kullanımı ve fizik tedavi yöntemlerinden biri veya birkaçı önerilebilir. Bel ağrısı ile birlikte sinir sıkışması da mevcut ise epidural veya foraminal enjeksiyonlar tedaviye eklenebilmektedir.
İlaç tedavisi ve ek uygulamalarla geçmeyen ağrı durumlarında ise cerrahi tedavi seçeneği düşünülür. Bel kaymasının cerrahi tedavisinde kayma bölgesindeki sinirler serbestleştirilir ve omurlar birbirine sabitlenerek kaymanın ilerlemesi önlenir. Ameliyat işlemi önden veya arkadan ya da her iki taraftan yapılabilir. Ameliyat sonrası rehabilitasyon programları iyileşme sürecini hızlandırmada yarar sağlayabilmektedir.
Hastanemizin uzman fizyoterapist kadrosu, ameliyat sonrası birinci günden itibaren hastalarımızın rehabilitasyonuna başlamaktadır. Hastaneden çıkmadan hastalarımıza yataktan kalkma, yürüme ve merdiven çıkma gibi günlük hareketler detaylı olarak öğretilir.

 

 

 

BEL SOĞUKLUĞU

Bel Soğukluğu nedir? Bel Soğukluğu nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Hem erkekler hem de kadınlarda görülen bel soğukluğu nedir? Bel soğukluğunun nedenleri, belirtileri… Genellikle genital bölgelerde ağrı ve diğer semptomlara neden olan bel soğukluğunun tedavisi hakkında öğrenmek istediğiniz tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
BEL SOĞUKLUĞU (GONORE) NEDİR?
Cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır (STD). Neisseria gonorrhoeae adlı bir bakteriden kaynaklanır. Diğer mikroplarda olduğu gibi, başka bir kişide enfekte olmuş bir bölgeye dokunmaktan bel soğukluğuna neden olan bakteriyi alabilirsiniz. Bu mikroplar vücutta birkaç saniyeden daha uzun bir süre boyunca yaşayamazlar, bu nedenle bel soğukluğu, klozet veya kıyafetler gibi nesnelere dokunarak bulaşmaz.
Küresel olarak, her yıl yaklaşık 78 milyon yeni gonore vakası teşhis edilmektedir.
Bel soğukluğu kolayca tedavi edilir, ancak ciddi ve bazen kalıcı komplikasyonlara neden olabilir. Gonore enfeksiyonu uterusu veya fallop tüplerini etkilediği zaman kadınlarda pelvik inflamatuar hastalık görülür. Pelvik inflamatuar hastalık ile ilişkili en ciddi komplikasyon infertilitedir (kısırlık). Bel soğukluğu olan erkeklerde komplikasyonlar arasında epididimit (sperm taşıyan tüpün enflamasyonu) ve infertilite (kısırlık) bulunur.
BEL SOĞUKLUĞU NEDENLERİ
Neisseria gonorrhoeae isimli bakterinin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Genellikle cinsel olarak aktif olunan 15-40 yaşlarında sık görülür. Bu hastalık vajinal, anal ya da oral ilişki yoluyla bulaşır. Aynı zamanda doğum sırasında anneden bebeğe geçebilir.
BEL SOĞUKLUĞU BELİRTİLERİ
Aktif gonorreal enfeksiyona rağmen semptomlar olmayabilir. Semptomlar, enfeksiyona maruz kaldıktan sonraki 1-14 gün arasında herhangi bir yerde ortaya çıkabilir. Erkekler ve kadınlar biraz farklı semptomlar yaşarlar; bunlar şunları içerebilir:
Erkekler:
– İdrar yaparken yanma ve penisten gelen beyaz, sarı ya da yeşilimsi akıntı
– Penis başında şişme yada kızarıklık
– Testislerde şişme yada ağrı
– Prostat iltihabına (prostatit) neden olabilir.
– Geçmeyen boğaz enfeksiyonu: Boğazda ağrı, kaşıntı, yutma güçlüğü ve boyun lenflerinde şişlik.
– Gözlerde ağrı, kızarıklık veya ışığa hassasiyet
– Eklemlerde kızarıklık ve ağrı
– Anal bölgede kaşıntı, ağrı veya kanama. Bu belirti anla bölgeyi tuttuğunu gösterir ve kadınlarda da görülebilir.
Bu belirtiler görüldükten sonra hastalık tedavi edilse bile bakteri vücutta birkaç hafta daha kalır.
Kadınlar:
– Vajinal akıntı
– İdrar yanması veya idrar yaparken ağrı
– İdrar yollarından koyu renkli akıntı
– Sık idrara çıkma
– Menstural dönemin(adet dönemi) daha ağır geçmesi
– Boğaz enfeksiyonu
– Cinsel ilişki sırasında ağrı veya kanama
– Karnın alt bölgesinde ağrı görülebilir.
Kadınlarda enfeksiyon ilerleyip tüplere ulaşırsa, burada oluşabilecek skar dokusu nedeniyle kısırlık gelişebilir.
Hem erkek hem de kadınlarda enfeksiyon bölgesindeki bakterinin kan yolu ile yayılımı sonrası sistemik belirtiler ortaya çıkar. Bu belirtiler:
– Aralıklı ateş
– Eklem ağrıları
– Eklem iltihapları: özellikle diz, ayak bileği ve el bileğini etkiler
– Çeşitli cilt bulguları
Bu bakteri çok nadir olarak kalbin iç tabakasını tutarak iltihaplanmaya (endokardit) ve beyin zarını tutarak menenjite neden olur. Bu hastalıklar nadir görülse de oldukça ciddi sonuçlar doğurabilir.
BEL SOĞUKLUĞU TEDAVİSİ
Bel soğukluğu maruziyeti sonrası ilk 24 saatte başlanan etkin ilaç tedavisi koruma sağlar. Partnerin de aynı anda tedavi edilmesi enfeksiyonu kontrol altına almada önemlidir.
Güncel tedavide seftriakson, sefoksim, sefiksim, doksosiklin, streptomisin, levofloksasin ve azitromisin isimli etken maddeleri içeren antibiyotiklerin çeşitli kombinasyonları verilmektedir. Hangi antibiyotiğin hangi dozda verileceği hastalığın nereyi tuttuğuna, yaygınlığına ve diğer hasta faktörlerine göre doktorunuz tarafından seçilir. Son yıllarda bazı antibiyotiklere karşı direnç gelişmiştir. Sizin için en doğru antibiyotiğin hangisi olduğuna doktorunuz karar verecektir. Tedavi süresince cinsel ilişkiden kaçınmanız gerekmektedir.
İlaç tedavisi tamamlandıktan sonra yeniden test yaptırmanız gerekebilir.

 

 

 

BESİN ZEHİRLENMESİ

Besinler birçok infeksiyon hastalığının bulaşmasında aracı rol oynayabilirler. Bu hastalıklardan özel bulgularla seyredenlerin dışında daha çok bulantı, kusma, ishal gibi gastrointestinal semptomlarla seyredenler besin zehirlenmesi olarak tanımlanır.

Besin zehirlenmesi başlığı altında yer alan diğer bir konu da infeksiyöz olmayan ve yenilen besinlerin kendilerinin içerdiği toksinler nedeniyle oluşan klinik tablolardır. Bunlara örnek olarak mantar zehirlenmesi, bal zehirlenmesi, deniz ürünleri zehirlenmesi sayılabilir.
Tanı ve klinik bulgular
Esas klinik tabloyu bulantı ve kusma oluşturur. İshal buna eşlik edebilir, ateş beklenen bir bulgu değildir. Klinik tablo besinin üzerinde ürerken bakterinin saldığı toksinin besinle birlikte alınması ile 1-6 saat gibi kısa bir sürede ortaya çıkar.
Etyoloji
Bu tabloya neden olan iki bakteri Staphylococus aureus ve kusmaya neden olan toksin salan Bacillus cereus dur.

Bakır, çinko, demir, kadmiyum, teneke gibi kapların içinde bekletilmiş asidik yiyeceklerle de 5-60 dakika içinde ortaya çıkan bulantı, kusma, karın ağrısı ve ek olarak metalik tat ile kendini gösteren bir tablo gelişir. Kadmiyum ve çinko miyalji’ye, kadmiyum hipersalivasyona neden olur. Semptomlar kendi kendine düzelir.
Epidemiyoloji
S. aureus özellikle proteinden zengin şeker veya tuz içeren besinlerde rahatlıkla üreyebilir. Bu nedenle salam, kremalı yiyecekler, mayonezli patates salatası diğer yumurtalı salatalar stafilokoksik besin zehirlenmesinde rol oynayan belli başlı yiyeceklerdir. Besinin görünüm ve kokusu normaldir. Her mevsim görülebilir. B. cereus ile oluşmuş besin zehirlenmelerinin bir çoğu Çin restoranlarında kızarmış pirinç yiyenlerde görülmüş ve pirincin kızartılmasından önce hafif haşlanıp oda ısısında bekletilmesi sırasında B. cereus’un sporlu şeklinden vegetatif formuna dönüşmesi ve toksin salması ile açıklanmıştır. Ülkemizde yayınlanan bir B. cereus toplu besin zehirlenmesinde pilav kaynak besin olarak bildirilmiştir.Ayrıca süt tozu, puding, vanilya sosu ve kurutulmuş sebze gibi yiyeceklerin de B. cereus zehirlenmesine yol açtığı bildirilmiştir.
Tanı
Tanı için hastanın kusmuk ve dışkısı ile yenilen gıdadan kültür yapılır. S. aureus besin zehirlenmesinde yiyecek hazırlayan kişinin S. aureus portörü olup olmadığının araştırılması uygun olur. Besin hazırlayıcısında pürülan bir cilt lezyonunun olma olasılığı da unutulmamalıdır.Etken olguların hemen hepsinde S. aureus’tur, ancak S. epidermidis’in neden olduğu bir toplu besin zehirlenmesi bildirilmiştir . S.aureus besin zehirlenmesi salgınlarının araştırılmasında doğrulama için şüpheli besinden, hastaların kusmuk ve dışkılarından, besin hazırlayıcıların ellerinden veya deri lezyonlarından izole edilen S.aureus suşlarının aynı faj tipi olduğu gösterilebilir. Doğrulama için şüpheli besinde gram başına 105 den fazla S.aureus izole edildiğinin belirlenmesi veya stafilokokal enterotoksinin besinde jel difüzyon, RIA, hemaglütinasyon, immünfloresans veya ELISA gibi yöntemlerle saptanması da mümkündür
Tedavi
Antibiyotik tedavisi gerekmez.

 

 

 

BEYİN ABSESİ

Lomber fonksiyon kafa içerisindeki basıncın ani değişikliklerine neden olabileceğinden kontrendikedir. CT ve MRI lokalize infeksiyonun gösterilmesinde en efektif tetkiklerdir.
Ayırıcı tanı
Kontrastlı CT’de halka şeklinde boyanma gösteren beyin apseleriyle aynı şekilde görüntü veren yüksek grade’li gliomlar, metastatik tumörler ve bazen infarktlar ayırıcı tanı göz önüne alınmalıdır.
Tedavi
Çapı 2 cm’den küçük olan lezyonlar, gerek klinik olarak ve gerekse CT ve MRI görüntüleriyle orta hat yapılarında belirgin yer değiştirmeye yol açmamışsa uygun antibiyotik ile medikal tedavi şansları yüksektir. Ancak medikal tedavi ile yeterli küçülme olmayanlarda cerrahi tedavi şarttır.

 

 

 

BEYİN DAMAR HASTALIKLARI (FELÇLER – İNME)

Serebrovasküler hastalık (halk arasında bilinen ismiyle inme/felç), kalp hastalığı ve kanserden sonra en sık görülen ölüm sebebidir. Bu hastalık, kan damarlarının patolojik süreci sonucu oluşan her türlü anormalliği belirtmektedir. Beyin damarlarında oluşan tıkanıklık ve kanama sonucu meydana gelen hasarlar sonucu değişik şikayetler ortaya çıkabilir. Yaşayan hastaların ağır sekelli olarak (yatalak ve bakıma muhtaç halde) olmalarına neden olur. Hasta sahipleri ve hasta bakıcıların özen göstermesi ve bu gurup hastalık hakkında bilgilendirilmeleri gerekir.
A) Akut İnme Sendromu: Beyin damarlarının ani olarak tıkanması veya kanaması sonucu ortaya çıkan ve vücudun bir yarısında felç gelişmesine neden olan klinik bir tablodur. Akut inme, en sık olarak, beyin damarlarının, beyin dışı kaynaklardan (kalp ve buradan çıkan damarlardan) pıhtı atması veya küçük damar tıkanıklıkları sonucu oluşur.
1) İskemik İnme: Beyin damarlarının bazı nedenlerle tıkanması sonucu ortaya çıkan klinik tablodur.
a) Geçici İskemik Atak: Beyin kan akımının çoğu kez birkaç dakika (bazı durumlarda 24 saate kadar süren) süreyle azalması sonucu oluşan nörolojik bozukluktur. Geçici iskemik atak ile inmenin farkını çözümlemek hekime bağlı bir durumdur. Bu ataklar, ileride gelişecek inmeler için uyarılar verir.
b) Embolik İnme: İnmelerin 1/4 gibi bir oranı, beyin dışı büyük damarlardan ve kalpten gelen pıhtının beyin damarlarını tıkaması sonucu oluşur. Böylece akut inme ortaya çıkar.
c) Lakuner İnme: Küçük damarların sulama alanındaki küçük infarktlardır. Genellikle yüksek tansiyon gibi damar sertliği yapan küçük damar hastalıklarında görülür.
d) Geniş Arter Hastalığı:
-Aortik ark ateromları veya trombüslerinin beyin damar dolaşımını tıkaması sonucu gelişen inmedir.
-Asemptomatik servikal üfürüm ve karotis stenozu olan hastalarda infarkt riski yüksektir. Bu hastaların %2’si her yıl bir inme geçirecektir.
2) Hemorajik Bozukluklar: Beyin dokusu içine kanamadır. En sık olarak yüksek tansiyon ile ilişkilidir.
a) Subaraknoid Kanama: En çok travma veya yırtılmış kiraz benzeri anevrizma kanaması sonucu oluşan beyin zarları arasına kanamadır. Diğer nedenleri arasında koagülopatiler, mikotik anevrizmalar, arteriovenöz malformasyon, vaskülit ve sempatomimetik ilaçlar bulunmaktadır. En önemli bulgusu, ilk anda çok şiddetli baş ağrısıdır ve bu ağrı diğer baş ağrılarına benzemez. Böyle bir ağrı hisseden kişiler vakit geçirmeden hastaneye başvurmalı ve bu kişilere bilgisayarlı tomografi (BT) çekilmelidir. Bu tip bir kanama tespit edildiğinde kanayan damar acilen tespit edilmeli ve hasta opere edilmelidir.
b) Beyin Kanaması: Genellikle tansiyon yüksekliği sonucu ortaya çıkan kanamalardır ve beynin ortasında derinliklerde gelişir. Bazen de arteriovenöz malformasyon dediğimiz damar yumakçıklarının kanaması ile de beynin diğer bölgelerinde gelişebilir. Bu hastaların da teşhisinde ilk adımda bilgisayarlı tomografi (BT) yapılması gerekir. Hastalığın seyri diğer inmelerdeki gibidir. Kanamanın büyüklüğüne göre boşaltılması gerekebilir.
B) İnme Hastasına Yaklaşım: Her inme problemi ayrı bir yaklaşım gerektirir. Bir inme hastasında ortaya çıkan problemlerin herbirisiyle ayrı ayrı ilgilenmek ve buna göre tedavi yapmak gerekir.
Komadaki bir hastada, aşırı tansiyon yükselmesi veya subaraknoid kanama ya da beyin veya beyin sapı infarktı komaya neden olmuş olabilir. Bu durumda tanıya göre yol izlemek gerekir. Beyin sapında baziler arterinde tıkanma yapan pıhtının eritilmesi (trombolizis) veya beyin yarıkürelerindeki kanamanın boşaltılması bazı hastalarda hayat kurtarıcı olur ve derin komanın gelişmesini önler. Subaraknoid kanama veya beyincikteki inme sonrası gelişen hidrosefalinin drenajı iyi sonuçlar verir.
Koma gelişmeden de sıklıkla inme görülür ve buna göre inmenin tipi tetkiklerle belirlenmeli ve tedavi edilmelidir. Bu tür hastalar, yaşadığı için, uzun dönemde planlar, rehabilitasyon ve gelişebilecek başka bir inmenin önlenmesi üzerine yapılmalıdır. Burada tromboz ile embolinin ayırt edilmesi önemli ve gereklidir.
İnme bazen başka bir hastalık olarak maskelenebilir ve yanlış tanı konabilir. Sonuç olarak inme öyküsüyle gelen bir hastada tamamen düzelme varsa inmenin tipini doğru belirlemek birinci adımdır. Gerekli tetkikleri yaparak tekrarını önlemek için önlemler alınmalıdır.

 

 

 

BEYİN KANAMASI

Beyin kanaması kafatası içerisinde gerçekleşen kanamalara verilen ortak isimdir.Kanamaya yol açabilen çeşitli nedenler vardır ve kanama nedeniyle oluşan hayati risk, kanama nedenine, kanamanın yerine ve miktarına bağlıdır.
Beyin kanamasına yol açan durumlar

• Kafa travması; başın darbe almasıdır. Darbenin geldiği yer ve kafada yarattığı hasara bağlı olarak (kemik kırığı, beyin dokusu hasarı, damar zedelenmesi gibi) gelişen beyin kanamaları çeşitli tip ve kompartmanlarda olabilir.
• Hipertansiyon; kan basıncının yükselmesi sonucunda beyin dokusu içerisine veya beyni saran zarların arasına kanama oluşabilir.
• Damar hastalığına bağlı olarak anevrizma gibi damar cidarında zayıflamaya neden olan durumlarda ortaya çıkan beyin kanamaları genellikle beyni saran zarların arasına olur.
• Beyin içerisindeki küçük toplardamarlarda veya beynin ana toplardamarlarında ortaya çıkan tıkanıklık sonucunda beyin kanaması oluşabilir.
• Yeterli kan gelmediği için veya başka nedenlerle hasar görmüş beyin dokusu içerisinde kanama gelişebilir.
• Bazı beyin tümörlerinde, tümör içi kanamalar oluşabilir.
• Bazı kan hastalıklarında vücudun diğer organlarında olduğu gibi, beyin kanaması da görülebilir.

Kaç tip beyin kanaması vardır?

Beyin kanamasına yol açan durumlara göre sınıflandırılabileceği gibi (travmatik, hipertansif, anevrizmatik, intratümöral, venöz kanamalar) gerçekleştiği bölgeye göre de beyin kanamalarını sınıflandırılabiliriz. Beyin dokusu içerisindeki kanamalara intraserebral kanama denirken, beyin içindeki su dolu boşlukların (ventriküller) içerisine olan kanamaya intraventriküler kanama denir. Beyni saran en dış tabaka zarla kafatası arasındaki aralıkta oluşan kanamaya da epidural kanama adı verilir. Epidural kanama genellikle kafa travmaları ve kırıkları sonucunda görülür.

Subdural kanama ise beyni saran zarlar arasındaki kanamadır. Travma, damar zedelenmesi, kan hastalığı, kafa içi basınç azalması gibi nedenlere bağlı olabileceği, kendiliğinden de gelişebilir.

Subaraknoid kanama: beyni saran zarların en iç tabakası ile orta tabaka arasında gelişen kanamalardır. En sık nedeni, beyin damarının anevrizma gibi bir nedenle kanamasıdır. Travma veya enfeksiyona da bağlı olarak gelişebilir.

Beyin kanamalarında acil tanı ve tedavi

Beyin kanamasını araştırmak için kullanılan en pratik yöntem “bilgisayarlı tomografik görüntüleme“ (BT) incelemesidir. Bazı durumlarda “manyetik rezonans görütüleme“ yöntemi kullanılabilir.

Beyin kanaması tıbbın en acil ve riskli durumlarından birisidir. Kısa sürede ölüm veya felçe yol açabilen bu tablo, çok acil ameliyat gerektirebilir. Ancak, her beyin kanamasının da mutlaka acilen ameliyat edilmesi gerekmeyebilir. Tedavi zamanı ve yöntemi kanamanın yeri, miktarı ve nedenine göre değişebilir.

Beyin krizinde zamanın önemi

Siniri, insan vücudunun kansız kalmaya en hassas olan hücresidir. Kısa bir süre için dahi olsa kansız kalan sinir dokusu (beyin ve omurilik dokusu) artık geri dönüşü olmayan hasara uğrar. Tıkanan beyin atardamarının beslediği doku, birkaç saat içerisinde tamamen yaşamını yitirir ve bu hasarın geri dönüşü mümkün değildir. Hasar göern bu merkezi alanın çevresinde beslenmesi önemli oranda azalmış bir çevre doku vardır ki, çoğu kez yapılan acil inme tedavileri bu dokuya yeniden yeterli kan gitmesini sağlayarak hasarı minimum seviyede tutmaktır.

Oksijen yokluğuna/kansızlığa bu denli hassas olan dokuların olabildiğince fazlasını kurtarabilmek amacıyla tedaviye “mümkün olan en kısa zamanda” başlanması şarttır. Halk arasında çok yaygın olarak kullanılan atasözünün buradaki uyarlaması “zaman beyindir” olarak kabul edilmelidir. Şikayetlerin ortaya çıkmasından sonraki en kısa zamanda uygun bir hastaneye ulaşılarak derhal tedaviye başlanması hayati önem taşımaktadır.

Geçici iskemik atak, ihmal edilebilecek basit ve zararsız bir olay değildir. Yaklaşmakta olan inmenin habercisi olabilir. Bu önemli uyarıcı bulgunun gözden kaçması veya önem verilmemesi halinde, izleyen günlerde ortaya çıkabilecek kalıcı sakatlık veya ölümden kurtulma şansı yitirilmiş olabilir. Geçici iskemik atakğı izleyen 90 gün içinde inme geçirme riski yaklaşık % 10’ dur. Bu olguların yaklaşım yarısı ilk 1-2 gün içinde gerçekleşir.

Geçici iskemik atak geçiren hastalar acil yoğun bakım koşullarında izlenmelidir. İlk saatlerde acile başvurulması halinde, detaylı klinik ve laboratuar inceleme ve değerlendirmelerden sonra uygun hastalara trombolitik tedavi uygulanmalıdır. “Tromboembolik tedavi“, toplardamar yoluyla veya anjiografi yöntemi kullanılarak tıkanmanın oluştuğu damar bölgesine pıhtı eritici ilaç verilmesidir. Bu tedavi uygulanmadan once beynin bilgisayarlı tomografi ile incelenmesi gerekir. Bu incelemenin amacı, klinik ve muayene bulguları birbirine çok benzeyen tıkayıcı damar hastalığına bağlı inme ile beyin kanamasına bağlı inme arasında ayıcı tanı yapılmasıdır. Tedavisi tamamen zıt olan bu hastalıklardan hangisinin etken olduğu mutlaka belirlenmelidir. Geçici iskemi ataklar yanlışlıkla migren, nöbet, periferik nöropati veya anksiyete olarak yorumlanabilir.

 

 

 

BEYİN TÜMÖRLERİ

Beyin tümörleri, kafatası içerisinde büyüyerek beyin üzerine baskı yaparlar. Bulundukları bölgeye ve baskı altında tuttukları beyin alanına göre belirtiler verirler. Ancak kafa içinde yer kaplayan bütün vakalarda olduğu gibi öncelikle kafa içi basıncın artmasına bağlı belirtileri gösterirler. Tümör düzensiz bir şekilde büyümeye devam eder ve genişleme, büyüme imkânı olmayan kafatası içerisinde beyin üzerine baskı yapmaya başlar.
tümör kötü huylu olduğu takdirde vücutta başka türlü hastalıklarada yol açabilir.Tümör ameliyat ile alınacagı gibi eger iyi huyluysada ışınlada alınabilir
1. Baş ağrısı
2. Epilepsi benzeri bayılmalar
3. Vücudun bazı bölgelerinde kısmi felçler
4. Şiddetli kusmalar
5. Bazı fiziksel yeteneklerimizin kaybı
6. Kişilik bozuklukları
Beyin tümörleri genellikle birincil ya da ikincil olarak sınıflandırılırlar ve bunlar (genellikle) vücudun herhangi bir yerinde başlayıp beyne metastaz yapanlar ve beyinde oluşanlardır. 9 yaş altı ve 55 yaş üstü daha sıklıkla görülen beyin kanserlerine, beyaz ırkta ve erkeklerde daha çok rastlanır.
• Başağrısı
• Kusma
• Sara tarzında bayılma nöbetleri
• İlerlemiş dönemlerde (Beyinde yerleştiği yere göre) vücudun bazı bölgelerinde felç belirtileri
• Kişilik bozuklukları, bazı yeteneklerde (hesap yapma yazı yazma gibi) bozulma
Ēteşhis
Yukarıdaki belirtiler görüldüğünde kafa içi basıncın artmasından şüphelenilir
Çeşitleri
İyi huylu tümörler
İyi huylu tümörler: Yavaş üreme hızına sahiptirler. Ayrıca beyin dokusundan kolaylıkla ayrılabilirler ve tümü veya tümüne yakın kısmı çıkarılabilir. Bu nedenle ameliyat sonrası sonuçları çok iyidir. Bazen iyi huylu tümörlerin hepsi çıkarılamadığı takdirde bölgesel ışın tedavisi uygulanabilir.
Tedavi
Beyin tümörlerinin tedavisi cerrahidir. İster iyi huylu, ister kötü huylu olsun, tüm tümörler cerrahi olarak tedavi edilirler. Ancak bazı durumlarda cerrahi uygulamak mümkün olmayabilir. Şayet tümör beynin çok hassas olan bazı hayati bölgelerine yerleşmişse bu bölgelere dokunmak hayati tehlike yarattığından tümör yerinde bırakılabilir. Bu durumda sadece ışın tedavisi ve ilaç tedavisi (kemoterapi) uygulaması yapılabilir.
Vücudun diğer bölümlerinde oluşan daha sonra beyine sıçrayan tümörlere, metastaz denilmektedir. Özellikle akciğer kanseri beyine yayılabilir ve kötü huylu tümörlerdendir. Cerrahi müdahale yapılsa bile sonuçlar yüz güldürücü değildir. Hatta bazı vakalarda birkaç tane odak halinde yayılma varsa cerrahi bile uygulanmayabilir. Hasta kemoterapi ve ışın tedavisine alınır.

 

 

 

BEYİNCİK KÜÇÜLMESİ

Beyincik Küçülmesi, Genelde yaşlılarda görülen ve halk arasında bunama olarak tıp alanında ise alzheimer ya da demans olarak adlandırılan bir hastalık türüdür. Beyinde yer alan hücrelerin zamanla bütün işlevini kaybederek ölmesi soncunda beyin yavaş, yavaş büzülerek küçülmeye başlar. Beyincik küçülmesi ile sebep olduğu hastalık türlerinin bir tedavi yöntemi yoktur. Fakat bu rahatsızlığı önlemek için çözümler üretilmektedir.

Alzheimer,

Bir demans hastalığı türüdür. Alzheimer hastası kişinin hafızasının etkilenerek zamanla olay ve kişileri unutmasına sebep olur. Yine yavaş, yavaş oluşan alzheimer hastalığı giyinememe, yön bulamama, idrara tutamama ve unutkanlık daha birçok davranış bozukluğuna yol açmaktadır. Alzheimer hastalığının en önemli faktörü ileri yaştır. Kişilerde yaşlanma ile birlikte beliren beyin damarlarında yıpranma ile beyin hücrelerinin işlevselliğini kaybederek ölmesi beyinciğin küçülmesi ve alzheimer hastalığı olasılığını yaş ilerledikçe artırır. Alzheimer hastalık türü beyin hücrelerinin beklenilenden daha erken ölmesinin sonucunda oluşmaktadır. Beyin tümörü yada bulaşıcı bir hastalık değildir.

Demans,

Bunama olarak adlandırılan bu hastalık türü beyinciğin küçülmesine bağlı olarak ilerleyen yaşta kişilerde ortaya çıkmakta ve yavaş, yavaş oluşan beynin gündelik yaşamı sürdürme, bilgi ile davranış konularında yetersizlik yaşamasına sebep olur. Hafızanın yanı sıra kişinin alet kullanma gibi becerilerinin de kaybolmasına sebep olur.

Beyincik Küçülmesinin Olduğu Hastalarda Görülen Başlıca Belirtiler,
• Canlı hayaller görmek
• Unutkanlık
• İdrar kaçırma
• Edinilen becerileri yapmakta oldukça zorlanma
• Bellek kaybı
• Yön, yol bulamama
• Anlama bozuklukları
• Aritmetik işlemler yapamama
• Davranış ile kişilik değişiklikleri
• İçe kapanma
• Dili kullanmada ortaya çıkan bozukluklar

Alzheimer Sebepleri,
• APOE 4 taşıyıcılığı
• Yaş faktörü alzheimer hastalığında değiştirilmez bir etkendir ve ilk sebebidir.
• Düşük eğitim seviyesi
• Geçmişte kişinin yaşamış olduğu büyük depresyonlar yaşlılık ile birleşerek beyin hücrelerinin beklenenden daha da hızlı ölmesine yol açmaktadır.
• Geçmişte kişinin kafasına almış olduğu yaralanma ve büyük darbeler
• Kolesterol yükselmesi, damar hastalıkları, yüksek tansiyon ve kalp krizi gibi hastalıklar

 

 

 

BİTLENME

Bitlerin derideki küçük ısırıkları aşırı kaşıntıya neden olan küçük yaralar meydana getirir. Aşırı kaşıntının bir nedeni de bitin tükürüğünün bu yaralara nüfuz etmesidir. Aşırı kaşıma isteği, deride zedelenmeye yol açarken, lenf düğümlerinde de şişme meydana gelebilir.
Bitler nasıl fark edilir?
Başın veya vücudun belli bölgelerinin çok fazla kaşınması, bitlenmenin ilk belirtileri olabilir. İlk olarak saçları itinayla inceleme altına almalıyız. Dikkat edilmesi gereken sadece bitler değildir. Saçı incelerken saçlara sıkı bir şekilde yapışan bit sirkelerinin (bit yumurtası) olup olmadığı da incelenmelidir. Bitlerin en çok görüldüğü bölgeler; başın üst, yan ve kulak arkası bölümleridir. Sirkeler ve bitler gözle kolayca görülebilirler. Ancak çok açık renkli saçlarda büyüteç kullanmak gerekebilir.
Bit Sirkesi Hakkında:
Bit sirkesi dediğimiz küçük gri-beyaz kabukçuklar bitlerin yumurtalarıdır. Yumurtaların büyüklüğü yaklaşık 0,8-1 mm’dir. Larvaların boyutları biraz daha küçüktür. Bilinmesi gereken önemli bir unsur da, bitlerin 3 farklı aşamada üredikleridir. Her bir nesil arasında en az 18 gün bulunmaktadır. Bit sirkelerinin larvaya dönüşmesi 7 ila 10 gün ve yine larvaların bite dönüşmesi de 7 ila 10 gün sürmektedir. Son deri değişiminden yaklaşık 1 ila 2 gün sonra larvalar artık birer erişkin bit halini almıştır ve üreme süreci tekrar başından başlamaktadır.
Bit sirkeleri saça diplerine yakın bir yerden çok güçlü bir madde sayesinde sıkı bir şekilde yapışıktırlarından normal bir saç yıkamasıyla bunlardan kurtulmak mümkün değildir. Bit sirkelerini kepekten veya diğer küçük maddelerden ayıran en önemli özellik, saça sıkı bir şekilde yapışık olmaları nedeniyle saçtan kolayca ayrılmamalarıdır.
Bit sirkeleri, başın dışında vücudun üst bölümündeki kaş, sakal veya koltuk altı gibi kıllı bölümlerine de yerleşebilirler. Bitlenme çok güçlü bir şekilde yayıldığında, bit sirkeleri başörtüsü, şapka, atkı veya saç bandı gibi giyim eşyalarının kumaş dokularının arasına da yerleşebilmektedir.
Nasıl bulaşır?
Bitler insandan insana, bir kafadan diğer kafaya kolayca geçerler. Başında bit bulunan bir kişiyle yakın temas, oyun oynarken veya okulda başların birbirine yaslanması veya yüze düşen saçların hızlı bir şekilde arkaya atılması dahi bitlerin bulaşması için yeterli olabilmektedir. Başörtüsü, yastık, örtü, tarak, saç fırçası veya tüylü küçük oyuncaklar gibi eşyaların ortak kullanımı da bitlerin yayılmasını kolaylaştıran etmenlerdendir. Dolapların içinde yan yana asılmış durumdaki giyim eşyaları (örneğin, başörtüsü, şapka vs.) aracılığıyla da bitler kolayca bu eşyaları kullanan kişilere geçerler.
Bitlenme karşısında kesin çözüm yolları:
1- Bitlerden kurtulmak için bitleri öldüren bir madde kullanmak gereklidir.
2- Bunun için gerekli maddeleri doktorunuz veya doğrudan eczane aracılığıyla edinebilirsiniz.
3- Bitten arındırma müdahalesi küçük bir bebek veya çocuk üzerinde veya hamilelik ve emzirme döneminde yapılacaksa mutlak suretle bir doktora danışılmalıdır.
4- Doktordan veya eczaneden edindiğiniz ilaçlı maddeyi kullanmadan önce paket içeriğindeki prospektüsü baştan sona mutlaka okuyunuz ve talimatları birebir uygulayınız. Ancak bu şekilde etkili bir sonuç almak mümkün olacaktır.
5- Saç ne kadar kısa olursa müdahale de o denli kolay ve sonuç da o kadar başarılı olacaktır.
6- Baş yıkanırken son durulama suyuna mutlaka belli miktarda sirke karıştırılmış olmalıdır. Karışım 5 birim suya karşılık bir birim % 6’lık yemeklik sirkeden oluşmalıdır. Sirkenin, bit yumurtalarının (bit sirkesi) saça tutundukları maddeyi yumuşatma özelliği bulunmaktadır. Şifalı Bitkiler
7- Baş yıkandıktan sonra saçlar tırnak aralıkları çok dar olan özel bir tarak ile defalarca ve dikkatli bir şekilde taranarak sirkeler ayıklanmalıdır.
8- Bu işlemlerden sonra saçlar bit sirkesi açısından dikkatle incelenmelidir. Anti-bit ilaçlarının yanlış kullanımı, bit sirkelerinin hayatta kalması anlamına gelebileceğinden bitlerin bir iki hafta sonra tekrar ortaya çıkması söz konusu olabilir.
9- Tüm parazitlerden tam olarak kurtulabilmek için, ensenden başlayarak saçlar öne doğru küçük demetler halinde bağlanmalı ve diplerinde bit sirkesi olan kesimler dibe yakın yerden olacak şekilde kesilmelidir. Bu yöntem çok zaman alıcı olsa da, oldukça işe yarar.
Uygulama Hataları Nelerdir?
1- Yağlı durumdaki saça ilaçlı maddeyi kullanmayınız, etkisi yetersiz kalacaktır.
2- Uygulamadan önce saçı yağlandıracak şampuan veya solüsyon kullanarak saçı yıkamayınız.
3- Saçı iyice kurulayınız. Islak saç ilaçlı maddeyi incelterek etkisinin azalmasına neden olmaktadır.
4- Kalıcı ve güvenli bir uygulama olması açısından tüm prosedür 8 gün sonra tekrar edilmelidir. Çünkü hayatta kalmış olabilecek bit sirkeleri bu zaman zarfında larvaya dönüşmeye başlamaktadır.
5- Bitleri yok etmeye yönelik bu uygulama, bitin gelme ihtimali olan tüm ev halkı gibi yakın çevresindekileri de kapsayacak şekilde ve mümkünse aynı zamanda yapılmalıdır.
6- Başarılı bir müdahalenin ardından, özellikle çocuklar belirli bir zaman boyunca düzenli olarak kontrol edilmelidirler. Çünkü yapılan bu uygulama yeniden bit bulaşmasını önlememektedir.
7- Bit bulaşmış veya bitlerden tam olarak arındırılmamış kişilerle yakın temas kurulması, bitlerin tekrar bulaşmasına neden olacaktır. Bitlerin tekrar bulaştığının tespit edilmesi halinde, bitten arındırma uygulaması tekrar yapılmalıdır.
8- İşin en önemli kısmı, bitlerin kaynağının tespit edilmesidir. Öğretmenin veya velilerin bilgilendirilmesi oldukça önemli bir adım olacaktır.
Kullanım eşyaları ve çamaşırlar:
Çoğunlukla bitlerin geldiği yerle doğrudan teması olan eşyalar ve çamaşırlar bitleri veya bit sirkelerinin barındırmaktadır.
Tarak, saç ve elbise fırçası, toka, saç lastiği gibi saç süsleri: İyi bir şekilde temizlenmelidir (örneğin, bit şampuanı ile).
El bezleri, çamaşırlar ve nevresimler, giyim eşyaları, tüylü küçük oyuncaklar birer potansiyel taşıyıcı olabilirler.
En uygun bitten arındırma yöntemleri:
1- Çamaşırlar ya kaynatılarak veya en az 60 °C’de yıkanarak
2- -10 °C ila -15 °C’de bir günden fazla tutarak
3- Ağzını iyi bir şekilde kapatma imkanı olan bir naylon poşetin içinde dört hafta boyunca kapalı tutmak. Bu şekilde bitlerin ölmeleri ve sonradan çıkacak olan larvaların da açlıktan ölmeleri sağlanmaktadır.
4- Odaların, mobilyaların, kitap veya defterlerin bitlerden arındırılmaya çalışılması boşuna bir çabadır ve gereksizdir. Genel olarak bu tür bitlerin her 2 ila 3 saate bir kan emmeye ve aynı zamanda insan vücudunun yaydığı sıcaklığa ihtiyacı vardır. Bu nedenle bitlerin kendi istekleriyle insan dışında bir yere gitmeleri mümkün değildir. Ancak çok güçlü bir bit salgını söz konusu olduğunda yerlerin ve kumaş kaplı koltukların dökülmüş saçlardan iyice temizlenmesi yararlı olacaktır.
Dikkat Edilecek Hususlar:
1- Bitler temiz insanlara da geçmektedir. Bundan dolayı gereksiz yere utanmayın!
2- Bit tespit etmeniz halinde derhal bitten arındırma işlemine başlayınız, Mutlak suretle nereden bulaştığını tespit edip okula veya çocuk yuvasına bilgi veriniz! saç biti
3- Bit tespit edilmesi halinde tüm aile fertleri tek tek kontrol edilmeli ve bitten arındırma işlemi tüm aile fertlerine uygulanmalıdır. Aynı durum okul, çocuk yuvası gibi topluca bulunulan yerdeki kişiler için de geçerlidir.
Bitlerle mücadelede en önemli unsur belirlenen kurallara ve alınan tedbirlere harfiyen uymaktır.
4- Yukarıda anlatılan kurallara uymanız ve verilen önerileri uygulamanız halinde, siz veya çocuğunuz bit istilasında en yakın sürede kurtulacak ve bundan sonrası için biraz daha dikkat göstererek böyle bir sorunla bir daha karşılaşmayacaksınız.

 

 

 

BOĞMACA

Bordetella cinsi bakterilerle oluşan, oldukça bulaşıcı olup solunum yolu silier epiteline seçici bir tropizm gösteren infeksiyon hastalığıdır.
Klinik Bulgular
Klasik olarak kataral, paroksismalve konvalesan dönem olarak üç safha görülür. İnkübasyon periyodu 7-14 gün olup, toplam hastalık süresi 6-10 hafta sürebilir . Kataral dönem, konjunktival injeksiyon, göz yaşarması ve hafif öksürük, hapşırma ile karekterize, hafif üst solunum yolu infeksiyonları gibi başlar, gitgide öksürük artar, ateş yoktur .7-10 gün kadar süren bu dönem sonrası paroksismal döneme geçer, 2-4 hafta kadar sürer. Nöbetler şeklinde kuru öksürük ve öksürük sonunda tipik bir iç çekme şeklinde inspirium görülür Kusma ve siyanoz gelişebilir.. Nöbetler soguk, hava degişimi ve yüksek sesle aktive olabilir. Nöbetler dışı hasta kendini iyi hisseder. Peteşi, subkonjunktival kanama, fasiyal veya göz kapaklarında ödem görülebilir. Diger muayene bulguları nöbetler arası normaldir. Konvalesan dönemde öksürük nöbeti ve arası gitgide azalır. 2 hafta-2 ay arası sürebilir. Altı aydan küçük çocuklarda agır seyreder, hipoksi, asfiksi gelişebilir. Komplikasyonları; otitis media, diger bakterilerle pnömoni, bronşektazi, atelektazi, santral sinir sistemi disfonksiyonu, subkonjunktival hemoraji, peteşi, epistaksis, subdural ve spinal epidural hematom, herniler, amfizem, pnömotoraks, diyafragma rüptürü.

Etiyoloji
Asıl etken Bordetella pertussis olmakla birlikte B.parapertussis ve B. bronchiseptica da insanlarda infeksiyona neden olabilir.Son ikisi çok daha hafif hastalık tablosuna neden olurlar.
Epidemiyoloji
B. pertussis ve parapertussis sadece insan patojenleri iken, B. bronchiseptica hayvanlarda da hastalık etkenidir. Pertussis (boğmaca çok bulaşıcıdır. Damlacık infeksiyonu yoluyla kişiden kişiye bulaşır ve kataral safhası ile paroksismal safhanın ilk 2-3 haftasında bulaşıcılık devam eder. Doğal infeksiyon sonrası bağışıklık genellikle ömür boyu iken, aşı ile oluşan bagışıklık 5-10 yıl kadardır. Hastalık en fazla 6 aydan küçük infantlarda görülür. Erişkinlerde vaka sayısı da gitgide artmaktadır.

Tanı
Klinik bulgular ve kan beyaz küre sayısının artması, eritrosit sedimantasyon hızında
degişim olmaması tanıyı destekler. Kesin tanı kültür ile mikroorganizmanın üretilmesi ile konur. Floresan antikor testi ile direkt antijen aranabilir.
Ayırıcı Tanı
Adenovirus, Chlamydia trachomatis infeksiyonları, kistik fibrozis, yabancı cisim aspirasyonu, transösefagiyal fistül, gastroösefagiyal reflü ve trakeaya bası yapan kitle.
Tedavi
6 aydan küçük infantların hastaneye yatırılarak izlenmesi gerekebilir. Destekleyici tedavi önemlidir. Gerekirse steroid ve inhale salbutamo ve beta2 adrenerjik agonistlerl kullanılabilir. Anitmikrobiyal ajanlar yayılımı engellemek açısından önemlidir. Kataral dönemde klinik seyri engelleyebilir. Erythromycin ve diğer makrolidler birinci seçenektir. Erythromycin en az 2 hafta önerilir. Trimethoprim-sulfamethoxazole, erişkinlerde florokinolonlar kullanılabilir.
Korunma
Hastanın yakın temaslıları bağışıklık durumuna bakılmaksızın erythromycin proflaksisi uygulanır(14 gün). Hasta antibiyotik tedavisinin 5.gününe dek solunum izolasyonu yapılmalıdır. Temel korunma yolu aşılanmadır. Rutin çocukluk çagı aşıları arasındadır. Hastalık esnasında yakın çevredekilerin eksik aşıları tamamlanmalıdır.

 

 

 

BOŞ GEBELİK

Blighted ovumda annede yumurtlama olur. Bu yumurta babadan gelen sperm ile birleşir ve döllenir. Döllenen bu yumurta tüplerdeki yolculuğunu tamamlar ve rahim duvarına tutunur.Gelişen hücreler gebelik kesesini oluşturmaya başlarlar. Buraya kadar herşey normal gebelikle aynıdır. Normal olmayan ise bu kesenin içinde embryo olmamasıdır.

Klinik olarak normal bir erken gebelikten hiçbir fark yoktur. Tüm belirtiler aynıdır. Ne bir kanama ne de kramplar bulunur.Zaman geçtikçe hafif kahverengi akıntı görülebilir ancak bu da ayırıcı bir bulgu değildir. Kişi ultrason kontrolünde gebelik kesesinin içinde embroyun ve kalp atımlarının olmadığı anlaşılana kadar boş gebelik olduğunu fark edemez.

Boş gebelik kromozomal problemlerden kaynaklanan bir tablodur. Bu olayın kalıtsal olduğu anlamına gelmez. Sadece o gebeliği meydana getiren sperm ve yumurtalarda kalite düşüklüğü ya da anomali söz konusudur. Geçmişte düşük yapan kadınların çoğu boş gebelikten haberdar bile değildiler. Oysa günümüzde uterus içinde neler olup bittiğini çok güzel gösteren ultrason cihazları ve tecrübeli hekimler sayesinde bu tür hastalıkları tespit edebiliyoruz ve düşük gibi tehlike yaratabilecek durumlara karşı önlemimizi alabiliyoruz.

Blighted ovum tekrarlama eğiliminde olan bir anomali değildir. Kromozomal bozukluk olmasına karşın anne ya da babada genetik bir problem yoksa klıtsal özellik göstermez. Tamamen normal bir düşük olarak sınıflandırılmalıdır. özellikle ilk gebeliği boş gebelik veya düşük ile sonuçlanan anne baba adayları haklı olarak endişe duyarlar. Oysa bir neden aramak için arka arkaya 2 yada 3 düşük olması gereklidir.

Boş gebelik nedeni ile kürtaj olmak zorunda kalan anne adaylarında 1-2 hafta içinde yeniden yumurtlama olur ve 4 hafta sonunda adet görürler. Bu adet kanamasından sonraki siklusdan itibaren yeniden gebe kalınmasında hiçbir sakınca yoktur.

 

 

 

BOTOX

Kırışıklıklar, aynı ifadenin binlerce kez tekrarlanması nedeniyle cilde kazınmış olan çizgilerdir. Kırışıklıklara “ifade çizgileri” veya şekilleri nedeniyle “kaz ayakları” da denir. Kırışıklıkların nedeni cilt altındaki kasların kasılmasıdır.

Botox “clostridium botulinum ” adı verilen bir bakteriden elde edilen arıtılmış bir protein toksinidir. Zararsız olmasının nedeni çok ufak dozlarda kullanılması ve vücuda dağılmamasıdır. Bu protein kullanıldığı bölgedeki kasların rahatlamasını sağlayarak belli bir süre için cildin gerginleşmesini ve dolayısıyla gençleşmesini sağlar.

Minik cerrahi iğneler aracılığıyla Botox yüzün sorunlu bölgesinde cilt altına çok ufak dozlarla zerk edilir. Bu sayede kasılmış olan kaslar rahatlamaya başlar. Botox uygulandıktan yaklaşık üç hafta kadar sonra en yüksek verime ulaşır. Botoxun kalıcılık süresi bünyeden bünyeye fark etmekle birlikte yaklaşık 3-6 aydır. Genellikle tavsiye edilen, tedavinin her 4-6 ayda bir tekrarlanmasıdır.

Botox uygulamasının ardından bölgeye buz uygulanması olası şişlik veya rahatsızlıkları azaltır. Tedavinin tümü yaklaşık 10-15 dakika sürdüğünden normal yaşama hemen dönülebilir. Ancak yatma pozisyonuna geçmek için 4-6 saatin geçmesi beklenmelidir. Botoxun çevresindeki kaslara dağılmaması için Botox uygulanmış bölgenin ovuşturulmaması da gerekir.

BOTOKS SONRASI BAKIM
1- İşlem sonrası yüzünüzde hafif bir kızarıklık ve nokta şeklinde minik şişlikler olabilir, bunlar bir kaç saat içinde geçecektir. Soğuk buz uygulaması yapabilirsiniz, bunun dışında yüzünüze dokunmayın ve bir şey sürmeyin.
2- İşlemden yaklaşık iki saat sonraya kadar başınız yüksekte kalmalı, başı öne sarkıtacak işlemlerden ve yatmaktan kaçınınız.
3- İşlem sonrası ilaç etkisini arttırmak için, 2-3 saat boyunca tedavi uygulanan kaslarınızı fazla kullanmayın (kaş çatmak,alnı kaldırmak,gülmek vb.).
4- İşlem sonrası ortalam 8 saat sonra ılık su ile ve yüzünüzde travma yaratmayacak (kese yapmak,baskı uygulamak) şekilde duş alabilirsiniz. Yüzünüzü yıkamak istediğinizde soğuk su kullanıp,makyaj temizleyicinizi baskı yapmadan kullanmalı, ardından yüzünüzü nemlendirmelisiniz.
5- İşlemden sonra yüzünüzde hafif bir ağrı ve gerginlik olabilir, aspirin gibi kan sulandırıcı özelliği olmayan bir ağrı kesiciyi doktorunuza danışarak kullanabilirsiniz.
6- İşlemin yapıldığı gün alkol almamanızı isteriz.
7- İşlemden sonraki ilk günde normal cilt bakımınızı yaparak, güneş koruyucunuzu kullanmayı ihmal etmemelisiniz.
8- Solaryuma ve saunaya girmeyi, derin cilt temizliği yaptırmayı, peeling işlemlerinizi botox uygulamasından üç gün sonraya ertelemeniz idealdir.
9- İşlemin etkisini hemen göremessiniz, yaklaşık 2-3. günlerde işlem yapılan kaslarda gevşeme başlarken, 10-14.günlerde ilacın etkisi tam olarak görülür.
10- Yüze botox uygulamalarında bazı geçici süreli komplikasyon olabilir. (baş ağrısı, morarma, kaş düşmesi, üst göz kapağı düşmesi, çift görme, alt göz kapağında sarkma, asimetrik gülüş, dudakları tam büzememe, tükürüğü tutamama, alt dudakta sarkma, maske yüz.)
11- İlk kontrolünüz işlem sonrası yaklaşık 10. günde yapılacaktır. Bu günde gerekirse ilave bazı bölgelerinize botox uygulaması yapılabilir ve doktorunuzun uygun gördüğü bir tarihte ikinci kontrole çağrılırsınız.

 

 

BOYUN FITIĞI

Boynumuz; boyun omurları(Vertebralar), bunların aralarındaki kıkırdaklar, vertebralar arasındaki eklem ve bağlar ve boyun adaleleri ile bir bütün olarak çalışır. Bu sayede boyun omurları çok yönlü hareket imkanına sahiptir ve değişik seviyelerde, değişik hareketleri daha kolay ve daha fazla yapma özelliği taşır.
Boyun ağrıları, bel ağrılarından sonra ikinci sırada yer alır. Bel ağrılarının bir insan yaşamında yüzde 80 oranında görülme sıklığı var. Yani 100 kişiden 80’inde bir bel ağrısı mutlaka yaşamı boyun-ca ortaya çıkacak demektir. Boyun ağrıları, bunun dörtte biri, beşte biri civarındadır. Demek ki yüzde 25, yani 100 kişiden 25’inde boyun ağrısı gibi bir problemle karşı karşıya kalacak de-mektir hayatı boyunca. Boyun ağrıları bel ağrıları kadar sık olma-makla birlikte her yaş grubunda önemli bir sorundur. Her 3 insan-dan birinin yaşamında en az bir kere boyun ağrısı geçirdiği kabul edilmektedir. Çalışan insanlarda görülme sıklığı daha fazladır. Bo-yun ağrıları, boyun omurlarının kötü veya yanlış kullanımından ya da bir travma sonucu zedelenmeden dolayı olabileceği için ağrıyı başlatan bölge ve oluşum iyi teşhis edilmelidir. Ev işleri, dikiş na-kış, temizlik, perde asma, silme gibi bunlar son derece boyun ağrı-larını arttıran faktörlerdir. Bu yüzden kadınlarda boyun ağrılarının
görülme sıklığı fazladır.Sekreterlik, boynu çok etki-leyen, yine hanımların çok yaptığı bir meslektir. Öğretmenlik, yazma, çizmeyi çok gerektiren bir meslek.
Bilgisayar kullanımı, boyun ağrılarını arttırıcı bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Şoförlük, boynu çok etkileyen bir meslek. Frenler, manevralar ve çarpmalar, trafik kazaları tabi boynu son derece kötü etkileyen hadiselerdir. Bunlar da ülkemizde maalesef çok arttı. Bunlara bağlı boyun ağrıları karşımıza sık geliyor. Ayrıca boyun bölgesindeki omurların kireçlenmesi de boyun ağrılarına neden olurlar. Özellikle boyun hareketleri kısıtlanmıştır ve ağrı mevcuttur. Bu ağrı bazen başa doğru yayılarak baş ağrılarına bile neden olabilir.
Boyun fıtığı,boyun omurlarının arasındaki kıkırdağın omurilik kanalına doğru yer değiştirmesi sonucu kola gelen sinirlere ve omuriliğe baskı yapması ile oluşan hastalığa denir.
BELİRTİLER
Hastalar tek taraflı koluna doğru yayılan bir ağrıdan şikayet ederler.Ağrı parmak uçlarına kadar yayılır ve uyuşma ile bera-ber olabilir.Ağrının yayıldığı kolda kuvvet kaybı olabilir. Has-talar ellerine aldıkları ağır cisimleri yere düşürmekten şikayet ederler. Ağrı özellikle gece uykuda aşırı derecede artar.
Resim:Boyun fıtığı oluşumu.Mavi renkte gösterilen kıkırdak koparak sinirin altına girer ve baskı yapmaya başlar.
TEŞHİS:
Kesin teşhis için MR çektirilir.MR’ın olmadığı yerlerde tomog-rafide iş görebilir. Ancak MR varsa tercih edilmelidir.
Boyun omurları,omurgalarımızın en küçükleridir. Aynı zamanda en üstte olmaları nedeniyle TRAKSİYON, yani boyun çekme için çok avantajlı konumdadır. Şayet boyun fıtığı kolda aşırı kuvvet kaybı, kaslarda erime (Atrofi) yapmamışsa genel olarak ameli-yatsız yöntemlere öncelik vermek gerekir. Şayet tedaviye cevap vermezse en son çare olarak ameliyat düşünülmelidir.
BOYUN FITIĞININ AMELİYATSIZ TEDAVİSİ
Boyun fıtığı nedeniyle kliniğimize müracaat eden hastaların şa-yet ellerinde ve kollarında kas erimesi (Atrofi) yoksa öncelikli tedavi tercihimiz MANUEL TEDAVİ’dir. Başka bir değişle, ilerle-memiş,başlangıç halindeki boyun fıtıklarına ameliyatsız tedavi uygulama şansımız olmaktadır.
Tedaviye genelde pazartesi başlamayı tercih ediyoruz. Pazarte-si yatan hastaya cumartesi gününe kadar toplam 6 seans manu-el tedavi uyguluyoruz. Cumartesi taburcu edilen hasta 3 hafta kadar evinde de tedavi olmaya devam etmekte ve toplam tedavi süresi 1 ayı bulmaktadır.
Hastanede yatış süresince manuel tedavi ve cervical traksiyon (Boyun çekme işlemi) yapılmaktadır.Yaklaşık 1 saat süren bu tedavinin haricinde hastayaAdele gevşetici ilaçlar, antienflama-tuar ilaçlar,diazem (Düz kasları gevşetmek için ve analjezikler verilir.
Hastaya ayakta olduğu süre içinde kullanması için süngerden yapılan bir boyunluk taktırıyoruz. Bu boyunluk hasta yatınca çıkarılmaktadır.Amacı boyun kaslarını istirahate almaktır.
Bunların yanı sıra hastaya “kapıya takılabilen portatif cervical traksiyon cihazı” aldırıyoruz.Bu cihazla sabah akşam yarım saat veya kırkbeş dakika (Hastanın durumuna göre) traksiyon (Boyun çekme işlemi) yaptırıyoruz.
Özetlemek gerekirse;
1-İlaç tedavisi
2-Boyunluk
3-Manuel tedavi(Elle yapılan tedaviler)
Bir haftası hastanede 3 haftası da evde yapılan bu tedavi sonucunda boyun fıtığı hastalarının yaklaşık % 80’ini düzeltmek mümkün olmaktadır.
Tüm bu tedavilere cevap vermeyen hastaların ameliyattan başka seçeneği kalmamaktadır.
BOYUN FITIĞI AMELİYATI:
İki türlü yaklaşım mevcuttur.
1-Önden yapılan ameliyat (anterior girişim): Şayet fıtık alt boyun omurlarındaysa uygulanır.Yani 4.boyun omuru ve altındaki fıtıklarda yapılabilir.Genel anestezi altında,boynun ön tarafından yaklaşık 2-3 cm.lik bir cilt kesisi yapılarak omurgalar arasındaki kayan kıkırdak alınır. Ameliyat sonuçları çok başarılıdır.Hastayı narkozun etkisi geçtikten sonra aynı gün hastaneden taburcu edebiliyoruz..10-15 gün sonra da işinin başına dönebilir
2-Arkadan yapılan ameliyat (Posterior girişim): Üst boyun omurlarına önden girilerek ulaşılamaz.Çünkü,önce çene ve yüz yapıları buna engel olur.Üst boyun omurları çenenin ve yüzün arkasında saklıdır.Bu nedenle,üst mesafelere ancak boynun arkasından ulaşılabilmektedir.
Arkadan yapılan cerrahi girişimler oldukça zordur.Boyun omurlarının arka kısımlarında bulunan kemik kanatların alınması gerekir.Bu boyun omurilik kanalının arka kısmının tamamen açılması demektir ki,boynun fiziki yapısını oldukça bozmakta ve kişinin ileri ki yaşamında boynu ile ilgili bir takım yapısal bozukluklara neden olabilmektedir.Ayrıca boynun arka kısmındaki kasların büyük oranda tahribat görmesine yol açar.
Bu nedenlerden dolayı,arkadan girişim oldukça zor ve sevimsiz bir işlemdir.Özellikle üst mesafe boyun fıtıklarında ameliyatsız tedavi yöntemlerini ön planda tutuyoruz.Ameliyatı yine son çare olarak düşünüyoruz.

 

 

 

BÖBREK İLTİHABI

Halk arasında böbrek iltihabı terimi; böbreğin herhangi bir kısmının bilinen sistemik bir hastalığa veya etkene (herediter, multisistemik, ilaçlar, infeksiyonlar vb) bağlı veya hiçbir etken gösterilemeden vücudun savunma hücreleri tarafından işgal edilmesi ve buna bağlı ortaya çıkan hastalıklara verilen genel isimdir. Bu hastalıkları böbreğin tutulan bölgesine bağlı olarak 3 ana başlıkta tanımlayabiliriz:
• Glomerülonefritler (halk arasında ‘nefrit’ olarak adlandırılır).
• Pyelonefrit (böbreklerin tutulduğu idrar yolu enfeksiyonu)
• Tubulointertisyel nefrit (çoğu zaman ilaçlara- ağırlıklı olarak penisilinler başta olmak üzere antibiyotikler ve ağrı kesicilere- bağlı olarak gelişen ve genellikle fark edilmeden kendiliğinden iyileşen böbrek iltihaplarıdır)
Belirtileri nelerdir?
Glomerülonefritler yani nefritler; kendilerini idrarda kan veya protein görülmesi, çay veya kola rengi idrar yapma, kanda böbrek fonksiyonunun kabaca göstergeleri olan üre, kreatinin gibi maddelerin yüksekliği, vücudun değişik bölgelerinde şişlik (ödem), kan basıncında artış (hipertansiyon), kan yağlarında artış (kolesterol veya trigliserid yüksekliği), idrarın köpüklenmesi veya idrar miktarında azalma ile gösterebilir.
Pyelonefriti (böbreklerin tutulması) olan hastalarda; idrar yaparken yanma, ağrı, ateş, titreme, bel ağrısı veya bulantı-kusma görülür.
Tubulointertisyel nefritler ise kendilerini ateş, vücudun özellikle göğüs kısmı ve kolların üst dış kısımlarındaki kaşıntılı döküntülerle gösterirler.
Nedenleri nelerdir?
Glomerülonefritlerin bir kısmı; besin, sarmaşık veya polen alerjisine, ilaçlara, romatolojik hastalıklara, enfeksiyonlara veya bazı kanserlere bağlı gelişebileceği gibi, birçoğunda da herhangi bir neden tespit edilemez.
Pyelonefrit; genellikle idrar yollarından E. Coli başta olmak üzere bakterilerin böbreğe ulaşmasıyla ve nadiren de kan yoluyla olur.
Tubulointertisyel nefritler; genellikle penisilinler başta olmak üzere antibiyotiklere, iç maddesi parasetamol olmayan ‘non-steroid antienflamatuar’ ağrı kesicilere bağlı görülür, daha az sıklıkla da pyelonefrit atakları sonrası ortaya çıkar.
Kimlerde görülür, kimler daha yatkındır?
Glomerülonefritlerin belirli tipleri özellikle belli yaş gruplarındaki kadın veya erkek hastalarda yoğun olarak görülmekle birlikte, her yaş grubunda karşımıza çıkabilir. Boğaz veya cildi streptokoklarla enfekte olup tedavi olmayanlar, intravenöz (damar içine) ilaç veya uyuşturucu alışkanlığı olanlar, romatizmal kalp kapak hastaları, sigara kullananlar ve SLE (Lupus) başta olmak üzere belirli romatolojik hastalığı olanlar belirli glomerülonefrit tiplerinin gelişimine daha yatkındır.
Pyelonefrit, her yaş ve cinste görülmekle birlikte; kadınlar, prostat ve taş hastaları başta olmak üzere idrarın rahat yapılmasını engelleyen hastalar, idrar yollarındaki fonksiyonel veya anatomik bozukluklara bağlı idrar kesesinden böbreklere geri idrar kaçıran (vezikoüreteral reflü) hastalar, daha önceden böbrek yetmezliği bulunanlar, böbrek nakli hastaları ve idrar sondası takılan hastalar pyelonefrit gelişimine daha yatkındır.
Tubulointertisyel nefritler her yaş ve cinste görülebilir. Özellikle hekim kontrolü dışında antibiyotik ve ağrı kesici kullananlarda görülme olasılığı daha sıktır.
Genetik midir?
Glomerülonefritler; alport sendromu veya heredofamilyal amiloidoz (Ailevi Akdeniz Ateşi) gibi belli tipleri dışında genellikle genetik geçişli hastalıklar değildir. Pyelonefrit ve tubulointertisyel nefrit de genetik hastalıklar değildir.
Tetikleyici unsurlar var mıdır?
Streptokoklara bağlı boğaz ile cilt enfeksiyonu geçiren ve tedavi almayanlarda, genç yaş erkeklerde sıklıkla görülen post streptokoksik glomerülonefrit gelişir. Yine intravenöz ilaç veya uyuşturucu alışkanlığı olanlarda, yeterli tedavi almayan romatizmal kalp kapak hastalarında stafilokoksik veya streptokoksik enfeksiyonlar tetikleyici unsurlardır. Sigara içimi özellikle Wegener Granulomatozis hastaları için tetikleyici bir faktördür.
Pyelonefrit için özellikle kadınlarda menopoz, erkeklerde prostat büyümesi, taş hastalığı, idrar yollarının fonksiyonel ve anatomik bozuklukları, bağışıklık sistemindeki bozukluklar ve özellikle hastane yatışları sırasında takılan idrar sondaları tetikleyici unsurlardır.
Tübülointertisyel nefritler için hekim bilgisi dışında gereksiz yere içilen antibiyotik ve ağrı kesiciler en büyük tetikleyici unsurlardır.
Böbrek iltihabı kişinin yaşam kalitesini, sosyal yaşamını nasıl etkiler?
Tüm bu hastalıkların çok hafif seyreden ve rahatlıkla tedavi edilebilen tipleri olabileceği gibi diyaliz, böbrek nakli ve hatta hastanın kaybına yol açabilecek tipleriyle hastalıklar geniş bir yelpazede seyreder. Hastalığın ağırlığıyla paralel olarak yaşam kalitesini ciddi şekilde bozup, sosyal yaşamını negatif anlamda etkileyip, ciddi iş gücü kaybına yol açabilirler.

 

 

 

BÖBREK KANSERİ

Böbrekler kandaki atık maddeleri ve vücuttaki fazla su ve tuzu temizlemekten sorumlu, her iki boşluk bölgemizde yerleşmiş olan organlardır. Buradan kaynağını alan kanserlere böbrek kanseri adı verilir.
Böbrek kanseri böbreğin idrarı üreten kısmından (parankim) ve idrarın toplandığı havuzcuktan (toplayıcı sistem) kaynaklanan kanserler olmak üzere ikiye ayrılır.
Böbrek parankim kanseri kimlerde sık görülür?
Böbrek parankim kanserleri yetişkin kanserlerinin yaklaşık %3’ünü oluşturur. Erkek kadın oranı 2:1’dir ve sıklıkla 50-60 yaşlarında görülür. Doğuştan olan bazı böbrek hastalıkları (at nalı böbrek, polikistik böbrek hastalığı gibi) ve bazı sistemik hastalıkları (von Hippel-Lindau sendromu gibi ) olanlarda böbrek kanserinin daha sık görüldüğü bilinmektedir.
Kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda, sigara kullananlarda sık görülür. Ayrıca ağrı kesicilerin aşırı miktarda kullanılmasının da böbrek parankim kanseri oluşumu riskini arttırdığı bildirilmektedir.
Nasıl tanı konulur?
Tanıda klasik üçlü olarak bilinen idrarda gözle görülür kanama, yan ağrısı ve ele gelen kitle hastaların ancak %10-15’inde görülür. Birçok vaka herhangi bir nedenle yapılan görüntüleme sırasında tesadüfen saptanmaktadır.
Hastaların az bir bölümü de metastaza (yayılıma) bağlı yakınmalar nedeni ile başvurur; örneğin akciğer metastazında öksürük ve nefes darlığı, kemik metastazında kemik ağrısı veya kırık oluşması gibi. Bu şikayetler tanıya yardımcı olabilmektedir.
Böbrek toplayıcı sistem kanseri şüphesi oluşan hastalarda bilgisayarlı tomografi (CT) veya manyetik rezonans (MRI) görüntüleme tanıya yardımcı olabilir. Ancak bazen tanıyı koymak için fleksibl üreteroskop ile idrar yolundan girerek böbreğe ulaşmak ve tümörden biopsi almak gibi bir yöntem de gerekebilmektedir. Küçük tümörlerde bu yöntemle tümörü lazerle tedavi etmek de mümkündür.
Görüntüleme yöntemlerinin yaygın olarak kullanımı ile rastlantısal tanı konulan böbrek kanserlerinin oranı giderek artmaktadır. Günümüzde böbrek kanserlerinin 3/4 ’ünün rastlantısal olarak teşhis edildiği bildirilmektedir.
Böbrek kanserleri en çok nereye yayılım yapar?
Böbrek kanserleri en sık akciğere metastaz (yayılım) yapar.
Kanser daha az sıklıkla karaciğer, kemikler, böbrek üstü bezi, beyin ve lenf düğümlerine de yayılabilir.
Tümör çapı büyüdükçe, metastaz yapma riski de artar. Hekim gerekli gördüğü takdirde akciğer grafileri, kemik sintigrafisi, pozitron emisyon tomografisi gibi incelemelerle tanıyı netleştirir.
Böbrek toplayıcı sistem kanserinin (pelvis renalis tümörü) belirtileri nedir?
Böbrek toplayıcı sistem kanseri ender görülmektedir. Pelvis renalis ve üreter tümörü olarak bilinen toplayıcı sistem kanserleri mesane kanserleri ile benzer histolokik yapıdadırlar. Sigara içilmesi ve bazı kimyasal maddeler maruz kalmanın böbrek toplayıcı sistem kanseri oluşumu için risk oluşturduğu bilinmektedir.
Hastaların çoğu idrarda kanama fark eder. Bazen bu kanama pıhtılarla birlikte olabilir. Yan ağrısı, bulantı ve kusma sık olmayan semptomlardır.
Tedavi nasıl yapılır?
Tedaviye başlamadan önce evrelendirme yapılır. Kanserin boyutunun ve yayılım düzeyinin belirlendiği evrelendirme sonucuna göre tedavi planlaması yapılmaktadır.
1. Evrede, böbrek kanserinde tümör 7 cm’den daha küçüktür ve sınırları da böbreğin içindedir.
2. Evrede, tümörün boyutları 7 cm’in üzerinde olmasına karşın böbrek dışındaki organlarda yayılım olmamıştır.
3. Evrede, kanser çevre dokuları ve lenf bezlerine yayılmıştır.
4. Evrede, kanser lenf bezleriyle birlikte, kemikler, akciğer ve karaciğer gibi uzak organlara yayılmıştır.
Cerrahi tedavi böbrek kanserinde esas tedaviyi oluşturur. En sık uygulanan cerrahi şekli radikal nefrektomidir. Bu ameliyatta böbrek ve çevresindeki tüm dokular çıkarılır. Bunun dışında böbreğin sadece bir noktasında yerleşmiş ve küçük tümörlerde veya sadece tümörlü tek böbreği olanlarda böbreğin tümünün çıkarılması yerine bugün parsiyel nefrektomi adı verilen sadece tümörlü doku çıkarılması işlemi de yapılabilmektedir. Bu işlemin tüm böbrek tümörlerinde yapılması mümkün olamamaktadır.
Hastalık akciğer veya büyük damarlarına sıçramışsa bu bölgelere de müdahale edilmesi gerekebilir. Büyük bir ameliyat olan böbrek tümörü ameliyatını her bünye taşıyamayabileceğinden bu konudaki kararın doktor, hasta ve hasta yakınlarının beraberce vermeleri gerekir.
Kemoterapi, kanser ilaçlarının ağızdan veya damarlardan hastaya verilmesi demektir. Günümüzde yeni geliştirilen kemoteropatik ilaçlar ile böbrek tümörlerinde önemli derece iyileşme sağlanabilmektedir.
Radyoterapide radyasyon ışınları kanser hücrelerini öldürür. Radyasyon tedavisi cerrahi uygulananlarda ek tedavi olarak veya genel durumu cerrahi tedavileri kaldıramayacak durumda olanlarda esas tedavi olarak uygulanır. İleri evrelerdeki kanserlerde yayılmalar (metastazlara) bağlı olarak ortaya çıkan kanama, ağrı gibi şikayetlerin tedavi edilmesinde de kullanılmaktadır.
Böbrek tümörleri de erken teşhis edildiklerinde tedavi şansları yüksek olan kanserlerdendir. Şüphe halinde bile teşhis ve tedavi edilmesi için ivedilikle hareket edilmesi gereken hastalıkların başında gelmektedir. Tedavi için doktor, hasta ve hasta yakınları birlikte karar vermelidir.
Her böbrek tümörü kanser midir?
Böbrekte kanser olmayan oluşumlar da gözlenebilmektedir.
Adenom
Onkositom
Anjiyomiyolipom kanser olmayan iyi huylu tümörlerden sayılabilir.
Kesin tanı konulana kadar böbrekte görülen her kitle kanser olarak kabul edilmelidir.
Böbrek kanseri için risk faktörleri nelerdir?
Bir kişinin belirli bir hastalığa yakalanma şansını arttıran herşey o hastalık için risk faktörü sayılır. Erkelerde böbrek kanseri olma ihtimali kadınlara göre 2 kat daha fazladır.
Risk faktörleri şu şekilde sınıflandırılabilir;
1- Çevresel veya işe bağlı risk faktörleri:
Sigara kullanımı
İçerisinde fenasetin olan ağrı kesiciler
Asbest işinde çalışanlar
Kadmiyum işinde çalışanlar
2- Aileden geçiş:
Tüberoz skleroz veya Von Hippel Lindau Hastalığı olan ailelerde böbrek tümörü görülme sıklığının arttığı bildirilmiştir.
Ailesel böbrek tümörlerinin iki taraflı olma özellikleri vardır.
3- Diyet ve kilo:
Bazı çalışmalar şişman ve yağlı yiyecek ile beslenenlerin böbrek kanseri olma riskinin fazla olduğunu bildirmiştir.
4- Hipertansiyon (yüksek tansiyon)
Tedavi sonrası kontrol
Tedaviden sonra vücudun kendini toparlayabilmesi için zamana ihtiyacı vardır. Cerrahi sonrasında da ellerde ve ayaklarda karıncalanma, ağrı, uyuşma, konsantrasyon güçlüğü, yorgunluk gibi yan etkiler bir süre görülebilmektedir. Bu durumda hekimi bilgilendirmek gerekir. Ayrıca, korunma amacıyla tedavi sonrasında düzenli kontroller de ihmal edilmemelidir. Beslenme, egzersiz ve stresi azaltma gibi sağlıklı yaşam kriterlerine uymaya özen gösterilmeli ve kesinlikle sigara kullanılmamalıdır.

 

 

 

BÖBREK TAŞI

Böbrek taşı, tıpta “nephrolithiasis” ya da, “urolithiasis” olarak bilinen, böbreklerde biriken sert madensel maddelere verilen addır.
Kalsiyum oksalat, veya ürik asit gibi maddeler idrar içerisinde normalde beklenenden daha yüksek yoğunlukta bulunursa böbrek taşı oluşur. Bu maddeler kristaller halinde böbrekte çökelebilir ve zaman içerisinde büyüyerek böbrek taşını meydana getirir. Taşlar yer değiştirerek veya idrar kanallarından aşağıya doğru hareket ederek vücuttan atılabilir. Ancak idrar kanalının herhangi bir düzeyinde takılarak idrar akışına engel oluşturan taşlar genellikle korkulan, şiddetli tipik böbrek ağrısına yol açar.
Sınıflandırma
Böbrek taşları lokalizasyonlarına ve kimyasal yapılarına göre sınıflandırılırlar.
Risk etmenleri
Bazı hastalıklar ve alışkanlıklar bir kişide böbrek taşı oluşum riskini tetikler. Özgeçmişinde taş hastalığı olan hastalarda ikinci kez taş oluşma olasılığı bir yıl içerisinde %15, 10 yıl içerisinde % 80 dir.
Gut hastalarında ve idrarında yüksek ürik asit bulunanlarda böbrek taşı riski fazladır. Ayrıca kristallerin oluşumuna yol açan bazı ilaçlar taş hastalığı riskini artırır. Sık veya sürekli ishal durumunda, ya da sıvı kaybı sonucu yoğun, idrar çıkaran kişilerde böbrek taşı gelişebilir. Asidik idrar çıkaranlarda ürat, bazik idrar çıkaranlarda fosfat ve okzalat taşları daha kolay oluşur.
Böbrek taşı oluşma riskini artıran faktörler şunlardır:
• İdrar yolu enfeksiyonu (struvit taşı)
• Böbrekteki yapısal bozukluklar, akımı kısıtlayan yapı
• Böbrek hastalığı olanlar (renal tübüler asidoz, kistik böbrek hastalığı…)
• Beslenme alışkanlıkları
• Yetersiz sıvı alımı (çevresel, psikolojik, sosyal ve dini nedenler)
• Sıcak iklim kuşağında yaşamak
• Hiperkalsiüri, sistinüri, hiperokzalüri, hiperürikozüri
• Bazı ilaçlar (asetazolamide, anti viral ilaçlar….)
• Bazı bağırsak hastalıkları (inflamatuar bağırsak hastalığı…)
• Genetik faktörler
• Geçirilmiş bağırsak ameliyatları (jejono ileal by-pass)
• Metabolik hastalıklar (örn. hiperparatiroidizm, gut hastalığı…)
Korunma Yolları
Taş oluşumunda beslenme alışkanlıklarının de rolü büyüktür. Beslenme düzenine dikkat ederek büyük ölçüde taş oluşumunu önlemek mümkün.[1]
• Başlıca su olmak kaydıyla bol miktarda (günde 2,5 litre) sıvı almak.
• Kola, gazoz gibi idrarda asit-baz dengesini bozan içeceklerden kaçınmak. Sitratlı içecekler uygundur.
• Greyfurt, portakal ve elma suyu taş hastalığı riskini arttırabilir. Öte yandan saf limon suyu içerdiği sitrik asit dolayısıyla kalsiyum taşlarına karşı koruyucudur.
• Süt ve süt ürünlerinin hiç tüketilmemesi taş oluşum riskini arttırır. Kalsiyumdan yoksun diyetler uygulanmamalıdır. Süt, yoğurt, peynir gibi besinler makul ölçülerde tüketilmelidir.
• Bol lifli besinleri tercih edin.
• Yüksek oksalat içeren pancar, soya, kara çay, çikolata, kakao, kuru incir, karabiber, fındık, maydanoz, haşhaştohumu, ıspanak, çilek, böğürtlen vs besinleri aşırı tüketmemek.
• Şarap taş hastalığına karşı koruyucu etki yaparken içerdiği pürin dolayısıyla birave benzeri alkollü içecekler yatkın kişilerde ürik asit taşı riskini artırabilir.
Ürik asit taşları için; Pürin içeren Ançuez, sardalya, sakatat, kuru bakliyat, mantar, ıspanak, kuşkonmaz, karnabahar ve et tüketimini kısıtlaması.
• Tuz kullanımını azaltmak.
• Bol bol hareket edip vücudu incitmeyecek şekilde egzersiz yapmak.
• Stresten uzak bir hayat.
Belirtileri
Taş hastalığında görülen ağrı en sık rastlanan belirtidir. Böbrek ağrısının şiddeti bazı kişilerde belli belirsiz bir sızlama şeklinde görülürken bazılarında son derece şiddetli, kıvrandırıcı ve hastaneye yatmayı gerektirecek yoğunluğa kadar ulaşabilir.
Ağrı atakları taşın üreter içerisindeki hareketi ve buna bağlı spazmlara bağlıdır. Şiddetli ağrı atakları genellikle 20 -60 dakika arasında sürebilir. Böbrek ağrısı, taşın bulunduğu vücut tarafında olur. Ağrının yeri taşın yerine ve hareketine göre değişebilir. Böbrekte veya üst üreterdeki taş, kaburga ile kalça arasında yan (böğür) ağrısına sebebiyet verir. Alt üreterde ve mesaneye yakın taşlar karın alt kısmında veya cinsel organa doğru yayılan ağrıya yol açar.
Böbrek taşı hastalığında tek belirti ağrı değil. İdrarda kanama, bulantı, kusma, idrar yaparken acı-yanma, ve idrar sıkışıklığı hissi de hastalarda görülüyor. İlginç olarak belirti vermeyen böbrek taşlarına da rastlanıyor. Bu taşlar ancak kontrol sırasında ya da başka amaçla çekilmiş filmlerde tesadüfen saptanıyor.
Tedavi
Taş hastalığının başlangıç ve acil (akut) safhasında tüm hastalar için benzer tedavi uygulanır. Başlangıç safhada hastalara, taşın kendiliğinden düşmesi beklenirken, sadece ağrı kesiciler ve su içmesi önerilir. Ağrı kesici ve sıvı tedavisini ağız yoluyla alabilen hastalar evine gönderilerek ayaktan takip edilir. Ancak ağrı çok şiddetliyse ve hasta su içemiyorsa hastaneye yatırılması gerekebilir. Taşın düşürülemediği durumlarda ise girişimsel tedavi yöntemleri tercih edilir.
ESWT (Vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma)
Bir odaktan çıkan şok dalgaları taşın üzerine yönlendirilerek taş kırılır. X-ray ve ultrason ile odaklama yapan cihazlar mevcuttur. Kırılan taş parçaları idrar yoluyla vücuttan atılır. ESWT bütün taşlarda başarı sağlayamaz. Başarı taşın cinsine, sertliğine, büyüklüğüne ve idrar yolunda yerleştiği yere göre değişir. Tek bir seansta kırılabilen taşlar olabileceği gibi tekrarlayıcı seanslara da ihtiyaç duyulabilir.
ESWL seansı sırasında rahatsızlık hissi ve ağrı duyulabilir. Bu nedenle tedavi öncesi ağrı kesiciler kullanılır. İşlem sonrasında çoğunlukla hastanede kalmaya ihtiyaç olmaz.
Girişimsel tedaviye ihtiyaç duyulan hastaların çoğunluğunda uygulanabilen başlıca yöntemdir. Özellikle böbrek içinde ve üreterin üst tarafında yer alan taşlar için iyi bir tedavi şekli olarak kabul ediliyor. Buna karşın 2 cm’den büyük, sert, veya böbreği tümüyle dolduran taşlarda uygun bir yöntem değil. Bu yöntemde direkt olarak taşa yönlendirilen yüksek enerjili şok dalgası, cilt ve iç organlara zarar vermeden ilerleyerek taş yüzeyinde kırılma etkisi yapıyor. Bu şok dalga enerjisi ile taşlar küçük parçalara kırılarak idrar yolundan kolaylıkla atılması sağlanır.
Perkütan nefrolitotomi (PCNL)
Endoskopik böbrek taşı ameliyatında sırt bölgesinde böbrek hizasına 0,5 – 1 cm boyutunda bir kesi yapılır. Röntgen kontrolü altında böbreğe iki ucu açık ince bir tüp yerleştirilir. Bu tüpten yerleştirilen optik cihaz yardımıyla taş video sistemi ile monitörde görülür ve özel aletler yardımıyla çıkartılır. Perkütan ameliyatının en önemli üstünlüğü vücut dokularının normal yapısının korunmasıdır. Bunun sonucunda iyileşme süreci hızlıdır. Hastalar ameliyat sonrası dönemi açık ameliyata göre çok daha rahat geçirmektedir. Hastalar genellikle 2 – 3 günde taburcu edilerek günlük aktivitelerine hızla kavuşurlar. Bu, açık böbrek taş ameliyatı ile karşılaştırıldığında oldukça kısa bir süredir.
Özellikle böbreğin alt havuzcuklarına yerleşen taşlarda ve büyük boyutlu taşlarda ESWL’nin başarısı önemli ölçüde düşer. Bu durumlarda PCNL ameliyatı yüksek başarı sağlayan minimal invaziv girişimdir. Ameliyat işlemi sırasında taşı temizlemek için pnömotik litotripsi ve lazer litotripsi kullanılır. Bu teknolojiler yardımı ile en sert taşlar bile rahatlıkla kırılmaktadır. Bu teknikle tüm böbreği kaplayan ve koraliform taş olarak adlandırılan taşlara da müdahale edilebilinmektedir.
Ureterolitotripsi
Üreter taşları hem ESWL hem de üreterorenoskopi (URS) ile müdahale edilerek temizlenebilir. URS’de herhangi bir kesi yapılmaz. İdrar yolundan özel bir endoskopik alet gönderilerek taş üreterde görüntülenir ve temizlenir. Hastaların çoğu aynı gün evlerine dönüp bir gün sonra da normal yaşamalarına dönebilirler. Özellikle alt ve orta üreterdeki taşlarda başarı oranı yüksektir (%96 – %100 başarı). Üst üreter taşlarının tedavisinde ESWL genellikle ilk tercih edilen tedavi yöntemidir.
Ancak 1 cm’den büyük üreter taşlarında ESWL’nin başarı oranları düşmektedir. Genel kural olarak olarak 1 cm’den büyük üreter taşlarında ve 2 cm’den büyük böbrek taşlarında endokopik girişimler daha yararlı ve başarılı olmaktadır.
Üreteroskopi ile üreterin alt ve orta kısmında tıkanıklığa yol açan taşların çıkarılmasında kullanılır. Üreteroskopik girişimde, çok ince bir teleskopik alet ile idrar borusundan ve mesaneden geçilerek üreterin içerisine giriliyor. Bu ince ve esnek endoskop ile üreter içerisinde ilerleyerek tıkanıklığa yol açan taşa ulaşılarak taş çıkartılır.
İlk taş olayından bir yıl sonra hastalar ultrason ve direkt film ile kontrol edilir. Bu dönemde yeniden taş hastalığı yaşamamak için hastaların özellikle sıvı alımına dikkat etmesi gerekir.

 

 

 

BÖBREK ÜSTÜ BEZİ KANSERİ

Böbrek üstü bezlerinden kaynaklanan kanserler adrenal tümör veya kanserlerdir.
Tüm kanserler içinde görülme oranı 0.5-2/1000’dir.
En nadir görülen kötü huylu endokrin (hormon) tümörlerindendir.
Genellikle 5 yaş altı ve 40-50’li yaşlarda ortaya çıkabilmektedir.
Böbrek üstü bezi tümörlerind belirtileri nelerdir? Hastalık nasıl ilerler?

Genelde böbrek üstü bezlerinden salgılanan hormonlardaki düzensizliklerin neden olduğu belirtiler ortaya çıkar. Ancak bazı durumlarda da herhangi bir aşırı hormon salınımı olmaksızın da bulgu verebilir.

Yüksek tansiyon, kilo artışı, aşırı vücut tüylenmesi, osteoporoz, diyabet (şeker hastalığı) gibi bulgular söz konusu olabilir.

Hayatta kalım beklentisi kötü olan kanserlerdir ve tek tedavi erken cerrahi girişimdir.

Başlıca aldosteron hormonu salgılarlar. Aldosteronun aşırı salgılanması sonucu primer hiperaldosteronizm gelişir.

Kadınlarda 2 kat daha fazla görülen adrenokortikal kanserlerde denen böbrek üstü bezi kanserleri, sarkom, meme ve akciğer kanserinin eşlik ettiği kalıtımsal sendromun bir parçası olarak da ortaya çıkabilir.
Hipertansiyon, baş ağrısı, potasyum düşüklüğüne bağlı halsizlik, kas güçsüzlüğü ve kramplar, çok su içme ve çok idrara çıkma gibi Primer hiperaldosteronizm bulguları ile hasta doktora baş vurabilir.
Olguların dağılımı; %75-80’inde neden böbrek üstü bezinin adrenal korteks kısmının iyi huylu tümörü, %15-25’inde iki taraflı zona glomeruloza hiperplazisi ve %1’inde adrenal korteks kanseridir.
Tedavi: Neden böbrek üstü bezinin adrenal korteks kısmının iyi huylu tümörü (aldosteronoma) veya adrenokortikal kanser ise tedavisi cerrahidir.
Adrenal korteksten kortizol salgılayan tümör ve kanserler de mevcuttur.
Böbek üstü bezinin iç tabakası olan medullanın adrenalin veya noradrenalin salgılayan tümörü de mevcuttur. Bu tümöre feokromasitoma denir. Hastalarda sıklıkla hipertansiyon atakları vardır. Nöbetler şeklinde gelen hipertansiyon atakları sırasında baş ağrısı, terleme, bulantı gibi şikayetler olur. Bu şikayetler kanda adrenalin ve noradrenalin düzeylerinin artmasına bağlı ortaya çıkmaktadır. Feokromasitoma’nın tedavisi cerrahidir. Ancak operasyondan önce hastaların hipertansiyonunun kontrol altına alınabilmesi için bir süre ilaç tedavisi almaları gerekebilir.

 

 

 

BÖBREK YETMEZLİĞİ

Böbrek yetmezliği ani (akut) veya sinsi (kronik) seyirli olmak üzere iki şekilde gelişebilir.

Akut böbrek yetmezliğinin nedenleri
1. Ağır kanama, kusma, ishal, yanık sonucu kan basıncında düşme
2. Gebelik: Kanamalar, gebelik zehirlenmesi, sağlıksız koşullarda yapılan düşükler
3. Kalp yetmezliği
4. Böbrek hastalıkları: Nefrit, böbrek damarının tıkanması
5. İdrar yollarında tıkanıklık: Kanser, prostat büyümesi, taşa bağlı tıkanma
6. Ameliyatlardan, özellikle büyük ameliyatlardan sonra
7. İlaçlar: İlaçlara bağlı akut böbrek yetmezliği sık karşılaşılan bir sorundur, bu nedenle ilaçlar kesinlikle doktor denetiminde kullanılmalıdır.
8. Depreme bağlı kas zedelenmeleri
Kronik böbrek yetmezliğinin nedenleri
1. Nefrit: Böbrek iltihabıdır.
2. Şeker hastalığı
3. Hipertansiyon
4. Taş, tıkanma, tümör gibi idrar yolu hastalıkları
5. Böbrek kistleri
6. Diğer nedenler
Belirti ve bulgular
Gece idrara kalkma, halsizlik, nefes darlığı, çarpıntı, idrar miktarında azalma, hipertansiyon, el, ayaklar ve göz etrafında şişmedir. Böbrek yetmezliğinin erken dönemlerinde belirtiler çok silik olabilir, tek belirti sık gece idrara kalkma olabilir. Gece idrara kalkma akşam çok sıvı (çay, su, karpuz…) alanlarda veya prostat hastalığı olanlarda da görülebilir. Gece idrara kalkan bir hastada başka bir neden yoksa bunun nedeni böbrek yetmezliği olabilir. Bu nedenle sık sık gece idrara kalkanların mutlaka böbrek yetmezliği yönünden araştırılmaları gereklidir. Bu amaçla kan ve idrar incelemeleri yapılmalıdır.
Tanı
Böbrek yetmezliğinin tanısı kanda üre veya kreatinin isimli maddelerin ölçülmesi ile mümkündür. İdrar incelemesi, radyolojik yöntemler, kanın biyokimyasal incelemesi ve diğer laboratuvar incelemeleri böbrek yetmezliğinin nedenini anlamaya yöneliktir.
Tedavi
Akut ve kronik böbrek yetmezliklerinde tedavi farklıdır. Böbrek yetmezliği tedavisi hastanın özelliğine ve böbrek yetmezliğine yol açan hastalığa göre değişir. Tedavi kesinlikle bir doktor denetiminde olmalıdır. Tedavide en önemli nokta eğer var ise kan basıncı düşüklüğü veya yüksekliğinin kontrol altına alınmasıdır. Beslenme, sıvı ve tuz dengesinin sağlanması ve ilaçlar diğer tedavi yöntemleridir.
Akut böbrek yetmezliği olan hastaların böbrekleri iyi ve yeterli tedavi ile genellikle düzelir. Böbrek yetmezliği ilerler ve kalıcı hale gelirse başka tedavi yöntemleri gerekir:
1. Diyaliz
2. Böbrek nakli

 

 

 

BRONŞEKTAZİ

Bronşektazi, 2 mm’den geniş çaplı bronşların duvar harabiyeti nedeniyle kalıcı genişlemesi olarak tanımlanmaktadır.1950 yılında Reid, bronşektaziyi radyolojik görünümleri ve otopsi bulgularına göre 3 sınıfa ayırmıştır ve bu sınıflama hala geçerliliğini korumaktadır.
Silendirik bronşektazi : Bronş enine kesit çapı artmıştır yani bronş basitçe genişlemiştir.
Variköz bronşektazi : Bronşların aynı bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hemde duvarları düzensiz hale gelmiştir.
Kistik bronşektazi : Bronşlar yapısal özelliklerini tümüyle kaybederek balon gibi yuvarlak kistik yapılar haline gelmiştir.
Birçok hastada ise bu tiplerden 2 ya da 3’ü akciğerin değişik alanlarında bir arada bulunurlar.
Bronşektaziye yol açan nedenler nelerdir?
Bronşektazi olgularının büyük çoğunluğunda akciğer enfeksiyonları hastalığın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Özellikle çocukluk çağı enfeksiyonlarından boğmaca ve kızamık iyi tedavi edilmediğinde bronşlarda genişlemelere neden olur. Tüm dünyada olduğu gibi Ülkemizde de kızamık ve boğmaca aşısının kitlesel olarak uygulanması ile bronşektazi sıklığı eskiye göre önemli ölçüde azalmıştır. Çocukluk çağı enfeksiyonlarının yanısıra diğer mikroplara bağlı olarak gelişen zatürre, tüberküloz gibi akciğer enfeksiyonları da iyi tedavi edilmediklerinde ya da tedavileri geç kaldığında bronşektaziye neden olmaktadırlar.
Enfeksiyon hastalıkları dışında bronşlarda daralma veya tıkanmaya neden olan her türlü hastalık, tıkanan bölümde yine enfeksiyona yol açarak bronşektazi gelişimine zemin hazırlamaktadır. Örneğin çocuklarda yabancı cisimlerin soluk borusuna kaçırılması, çocuk ve erişkinlerde iyi ya da kötü huylu tümörler, tüberküloz hastalığı bronşlarda tıkanmaya yol açarak hastalığın ortaya çıkmasına neden olurlar.
Enfeksiyon ve bronş tıkanması dışında bronşektazi daha az oranda da doğumsal bir hastalık olarak görülebilir.
Bronşektazi hastalığının belirti ve bulguları nelerdir?

Şiddeti ve miktarı hastalığın yaygınlığı ve tipine göre değişmekle birlikte öksürük ve balgam çıkarma en sık görülen semptomlardır. Genişlemiş ve yapısal özelliklerini kaybetmiş bronşlar akciğerin savunma sistemini zayıflatarak sık sık enfeksiyonlara neden olurlar. Enfeksiyon dönemlerinde ateş, balgam miktarında artma, balgamın iltihaplı sarı-yeşil görünüm kazanması, kötü kokulu soluk ve kan tükürme gibi belirtiler ortaya çıkar. Önlem alınmadığı taktirde sürekli tekrarlayan enfeksiyonlar akciğerlerdeki harabiyeti arttırarak hastalığın ilerlemesine neden olabilir. Yaygın hastalığı olanlarda nefes darlığı, siyanoz, kilo kaybı, böbrek fonksiyonlarında bozulma ve kansızlık görülebilir.

Hastalığın tanısı

Genellikle öksürük, balgam çıkarma, kan tükürme, sık akciğer enfeksiyonu geçirme yakınmaları ile hekime başvuran hastalarda daha ilk muayenede hekimi bronşektazi kuşkusuna götüren muayene bulguları olabilir. Yaygın bronşektazisi olan hastalarda parmaklarda çomaklaşma görülebilir. Fizik muayenenin ardından çekilen akciğer grafisi bazı hastalarda hiç bir bulgu vermez. Bronşektazinin kesin tanısı ince kesit bilgisayarlı tomografi ile konulur ve tomografi bulgularına göre hastalığın tedavisi planlanır. Ayrıca bronşektazi tanısı konulan olgularda lokal bir hastalık söz konusu ise ilgili bronşta tıkanmaya neden olan bir hastalığın olup olmadığını araştırmak amacıyla bronkoskopi yapılmalıdır.
Tedavi
Bilgisayarlı tomografide bronşektazik değişimlerin her iki akciğerde yaygın olarak görüldüğü olgularda medikal tedavi ve pulmoner rehabilitasyon uygulanır. Medikal tedaviye alınan hastalarda enfeksiyon ataklarının olduğu dönemlerde antibiyotikler mutlaka kullanılmalıdır. Bunun dışında balgamı sulandırıcı ve rahat balgam çıkarılmasını sağlayan ekspektoran şuruplar, kanama varlığında istirahat ve kanamaya yönelik tedaviler uygulanmalıdır. Ciddi kanaması olan ve hastalık yaygınlığı nedeniyle cerrahi girişim düşünülmeyen olgularda kanamanın durdurulmasına yönelik olarak bronşial arter embolizasyonu gibi radyolojik girişimsel tedavi yöntemleri uygulanır. Bu yöntemde bilgisayarlı tomografi cihazı rehberliğinde kanayan bronşun atardamarına bir kateter ile girilerek buraya atardamarın tıkanmasına neden olan bir madde enjekte edilir.
Belirli bir bölgede lokalize bronşektazide ise ciddi ve hayatı tehtid eden kanama, sürekli bol miktarda balgam çıkarma, sık tekrarlayan enfeksiyonlar söz konusu ise yani hastanın hayati tehlikesi varsa ya da yaşam kalitesi bozulmuş ise cerrahi girişim uygulanır. Ancak fazla yakınmaya neden olmayan lokal bronşektazilerde, yaygın bronşektazide olduğu gibi medikal tedavi yöntemleri tercih edilebilir.
Cerrahi girişim uygulanmayan bronşektazi olgularında enfeksiyon ataklarından korunmak için grip ve zatürre aşıları hekime danışılarak yapılmalıdır. Ayrıca medikal tedavi uygulanan hastalara genişlemiş bronşlar içersinde biriken balgamın çıkartılabilmesi için pulmoner rehabilitasyon ve postüral drenaj teknikleri hastalara öğretilmelidir.

 

 

 

BRONŞİT

Bronşit,Bronchitis Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Akut bronşit grip gibi hastalıklarla beraber görülebilirken, kronik bronşit daha ciddi bir iltihaplanmadır. Mutlaka tedavi gerektirir.
Akut bronşit : Genellikle grip, kızamık, boğmaca veya tifo gibi hastalıklar sırasında görülür. Sisli ve soğuk havalarda çok rahatsız olurlar. Hastalığın başlangıcında kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Mutlaka doktora danışmanız gerekir.
Kronik bronşit : Bu çeşit bronşitte; havayollarını yağlayan bezler büyümüş, iç yüzlerinde bulunan tüyler görevini yapamaz olmuştur. Mutlaka tedavi edilmesi gerekir.
Akut bronşit zamanında tedavi edilmezse bu zamanla kronik bronşite dönuşebilir. Doktorun zamanında doğru teşhis yapması bu yüzden çok önemlidir. Ayrıca her iki bronşitte de yapılacak ilk iş eğer içiliyorsa sigarayı bırakıp istirahat etmektir.
Bronşit: Akciğerde havayollarının bir zarının iltihap kapmasıdır.

 

 

 

 

BULANTI

 

Mide bulantısı veya kısaca bulantı, midede kusma isteği ile birlikte oluşan rahatsızlık veren bir durum.
Bulantı bir hastalık değildir ve genellikle mide veya mide ile ilgisi olmayan bazı rahatsızlıkların semptomlarından birisidir. Bulantı vücudun başka bir yerindeki bir değişik duruma işaret eder. Normal harekete alışkanlığı ile o anki değişik harekete bağlı olarak seyahatlerde oluşması (taşıt tutması) buna örnektir.
Tedavi sırasında;bulantı kemoterapi sırasında büyük bir sorundur ve tedaviye bir bulantı ilacı eşlik eder.Genel anestezi sonrası da bulantı büyük bir sorundur. Ayrıca gebelikde bulantı eşlik eden bir olgudur.
Diğer sebepler:
• Addison Hastalığı
• Alkolizm
• Apandisit
• Beyin tümörü
• Doymama hastalığı
• Kanser
• Genel ilaçla tedaviler
• Depresyon
• Diyabet
• Grip
• Gıda zehirlenmesi
• Gastroenterit
• Reflü
• Kalp krizi
• Böbrek yetmezliği
• Migren
• Sinirlilik
• Pankreatit
• Peptik Ülser
• Gebelik
• Sigara içme
• Denge bozukluğu
• Hepatit

 

 

 

 

BURUN AKINTISI

Özellikle soğuk havalarda insanların sıklıkla yaşadığı durumlardan biri olan burun akıntısı nedir? Burun akıntısının nedenleri ve tedavisi hakkında merak edilen tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
BURUN AKINTISI NEDİR?
Mukus burnunuzdaki sadece sümüksü bir madde değildir (aslında yararlı bir amacı da vardır). Bakterileri, diğer mikropları ve kalıntıları yakalar ve akciğerlerinize girmesini engeller. Bazı durumlarda, örneğin soğuk algınlığınız veya alerjiniz olduğunda, mukus burnunuzdan veya boğazınızdan aşağı akabilir. Mukus burundan çıktığında, burun akıntısı denir. Sıkıcı olsa da, burun akıntısı yaygındır ve genellikle kendi kendine geçer. Ancak bazı durumlarda, tıbbi müdahale gerektirebilecek altta yatan bir sağlık sorununa işarettir.

BURUN AKINTISININ NEDENLERİ
Burun akıntısının birçok potansiyel nedeni vardır. En yaygın olanlardan bazıları enfeksiyonları ve alerjileri içerir. Bazı insanlar belirgin bir nedenden ötürü kronik burun akıntısına sahiptir. Bu nonallerjik rinit veya vazomotor rinit (VMR)denen durumdur. Daha az sıklıkla, burun akıntısı polipler, yabancı cisim, tümör veya migren benzeri baş ağrıları nedeniyle ortaya çıkabilir.

Burun akıntısı nedenleri şunlardır:
– Akut sinüzit (sinüs enfeksiyonu)
– Alerjiler
– Kronik sinüzit
– Churg-Strauss sendromu
– Soğuk algınlığı
– Aşırı dekonjestan burun spreyi kullanımı
– Septum deviation (burun duvarının kayması) vb. anatomik sorunlar
– Uyuşturucu bağımlılığı (madde kullanım bozukluğu)
– Kuru hava
– Hormonal değişiklikler
– Suçiçeği
– Grip
– Burna yabancı bir cisim kaçması
– İlaçlar
– Burun polipleri
– Alerjik olmayan rinit (kronik sıkışıklık ya da hapşırma alerjiler ile ilgili olmayan)
– Mesleki astım
– Gebelik
– Respiratuar sinsitiyal virüs (RSV)
– Omurilik sıvısı kaçağı
– Tütün dumanı
BURUN AKINTISI TEDAVİSİ
Önerilen tedavi planı burun akıntısının temel nedenine bağlı olacaktır. Çoğu durumda, basit ev ilaçları kullanarak semptomlarınızı hafifletebilirsiniz. Bazı durumlarda, doktorunuz ilaç veya başka tedaviler önerebilir.
Soğuk algınlığı veya grip, burun akıntısına neden oluyorsa, tedavi seçenekleriniz sınırlı olabilir. Çoğu durumda kendi kendine iyileşir. Bol bol dinlenip bol miktarda sıvı tüketmek önemlidir. Reçetesiz ilaçlar, bazı belirtilerinizi hafifletmeye yardımcı olabilir. Grip semptomlarınız şiddetliyse doktorunuz size antiviral bir ilaç verebilir. Bu, iyileşmeniz için gereken süreyi kısaltabilir.
Uzun süre tedavi edildiği halde akıntı kesilmiyorsa nedenini belirlemek için kan ve alerji testleri, burun, boğaz ve balgam kültürü, sinüs grafisi gibi tetkiklerin yapılması gerekir.
Antihistaminikler
Antihistaminikler, alerjik reaksiyonların semptomlarını önlemeye ve tedavi etmeye yardımcı olabilecek ilaçlardır. Bazı antihistaminikler size uyku verebilir. Kullanmadan önce etiketi (prospektüs) mutlaka okuyun.
Antihistaminikler ayrıca diğer bazı ilaçlarla da reaksiyona girebilir. Özellikle kas gevşetici, uyku hapları veya sakinleştirici kullanıyorsanız, antihistaminik ilaçlar almadan önce doktorunuzla konuşun.

 

 

 

BURUN EĞRİLİĞİ

Burun deliklerinin arasında yer alan ve burun boşluğunu ikiye ayıran yapıya “septum” adı verilir. Septum kemik ve kıkırdaktan oluşmaktadır.
Burun tıkanıklığının en sık rastlanan sebeplerinden biri de septumdaki şekil bozukluklarıdır.
Normalde ince ve düz olması gereken septumun eğri olması (deviasyonu); burundan solumayı zorlaştırabilmekte veya imkansız hale getirebilmektedir.
Septumun burun tıkanıklığına sebep olacak kadar şeklinin bozulduğu durumlarda cerrahi müdahale önerilmektedir. Septum eğriliğinin düzeltildiği bu ameliyatlara; “septoplasti” denilir.
Septoplasti ameliyatı (septum deviasyonu ameliyatı) nedir?
Septoplasti; septumun şekil bozukluğunun düzeltilmesi ameliyatıdır.
Hastaya yapılan anestezi uygulamasından sonra burnun içinden septumun bir yüzüne kesi yapılır. Cerrah bu kesi yerinden septumun tıkanıklık yapan kısmını düzeltir.
Deviasyon ameliyatında; tıkanıklık yapan septum kısmı çıkartılabilir ya da tıkanıklığa neden olan septum kısmı düzeltilerek yeniden yerine yerleştirilebilir. Hangi yöntem uygulanırsa uygulansın, burnun dış görünüşü değişmez.
Kulak burun boğaz bölümümüzde septum deviasyon ameliyatı, hastanın başka bir isteği yoksa lokal anestezi ile yapılmaktadır. Ameliyat sonrasında genellikle burun tamponu kullanmamaktayız. Bu nedenle ameliyattan sonra hastalarımız kısa bir süre içinde evine ve normal yaşantısına geri dönebilmektedir.
Septoplasti (semptum deviasyon) ameliyatından sonra, Lokal anestezi altında gerçekleştirilen septum deviasyonu ameliyatından sonra hastalarımız ilk birkaç saatini hastanemizde geçirir. Doktor kontrolünden sonra evlerine dönebilirler.
Kulak burun boğaz bölümümüzde çok mecbur kalmadıkça ameliyat sonrası burun tamponu kullanılmadığımız için hastalarımız ameliyat sonrası iyileşme dönemini oldukça rahat atlatabilmektedir.
Septoplasti (septum deviasyonu) ameliyatından sonra dikkat edilmesi gerekenler:
– Ameliyattan sonra burnunuzu bir yere çarpmamaya, burnunuzu hareket ettirmeye özen gösterin.
– Sümkürmeyin. Sümkürmektense burun akıntısını genzinize doğru geriye çekmeniz daha doğrudur.
– Ameliyattan bir hafta sonra hafif hafif sümkürmeye başlayabilirsiniz.
– Hapşırığınızı tutmayın, ağzınız açık olarak hapşırmaya dikkat edin.
– Sıvıları içmek için mutlaka pipet kullanın.
– Başlangıçta çok az ve kanlı burun akıntınız olması doğaldır. Zamanla bu akıntı sarı pembe renge dönüşmektedir.
– Burnunuzdaki şişkinlik ve dolgunluk hissi bir kaç hafta içinde azalmaktadır.
– Şişlik ve dolgunluğu azaltmak için yatağa düz olarak yatmak yerine başınızı kalp hizasından 30 derece yukarı tutmanız yarar sağlayacaktır.
– Ameliyat yeri iyileştikçe burun içinde kabuklanma olabilmektedir. Bu durum en fazla 3-6 hafta sürmektedir.
– Burun akıntısını, şişkinliğini ve rahatlığını azaltmak amacıyla soğuk kompres uygulaması yapılabilir. Buz torbasını ya da buzlu su ile ıslatılmış havluyu burnunuzun üzerine bastırmadan uygulayabilirsiniz. Ameliyat sonrası ilk 72 saat içinde yapılan soğuk kompres sizi rahatlatacaktır.
– Ameliyattan sonra gerekli görülürse doktorunuzun önereceği ağrı kesicileri kullanabilirsiniz. Doktorunuza danışmadan hiç bir ilaç kullanmayınız. Aspirin gibi ilaçlar kanı sulandıracağı için kanamaya neden olabilir.
– Çok sıcak su ile duş/banyo yapmamaya özen gösteriniz.
– Ameliyattan sonra 1 hafta içinde normal hayatınıza geri dönebilirsiniz. Ancak koşma, yüzme, ağırlık kaldırma gibi egzersizler den uzak durmalısınız.
– İlaçla kontrol altına alınamayan bir ağrınız olursa ya da 38 °C’nin üzerinde ateş gözlerseniz hemen doktorunuzu arayın.

 

 

 

BURUN ESTETİĞİ

Burun şekillendirme işleminde rinoplasti yıllardan beri Estetik plastik cerrahlar tarafından kullanılmaktadır. Yakın senelerde tıpın ilerlemesi ile birlikte teknolojik olarak rinoplasti işlemini daha ince ve zarif cerrahiye dönüştüren değişik yöntemler çeşitli cerrahlar tarafından sunulmuştur. Bunlardan advanced rhinoplasty, fine rhinoplasty sayılabilir. Bu yöntemlerde cerrahi aletler daha ince tasarlanarak doku hasarını oluşturma en aza indirilme açısından planlanmıştır. Daha ince kırma aletleri planlayan cerrahlar ince cerrahilerini bu isimlerle öne sürmüşlerdir. Ancak kırma işlemi ne kadar zarif yapılırsa yapılsın kemik ve yumuşak doku üzerinde hasar oluşturmaktadır. Kemik parçalanmaları ve kırılmaları her zaman rinoplasti nin komplikasyon riskini arttırmıştır. Buda revizyon rinoplasti sayısını arttırmıstır. Yani insanlar bir yerine iki üç kez operasyon geçirmiştir. 2000li yıllarda Amerikanın ünlü cerrahlarından sayılı birkaçtanesi kırma yerine mikro-motor törpü sistemini kullanmaya başlamışlardır ve bunun daha az hasar verici olduğunu çeşitli makalelerle tıp literatürüne tanıtmışlardır. Geçtiğimiz yıllarda teknolojinin ilerlemesi ile ultra mikro-motor sistemleri icat edilmiş olup çene cerrahisi ve diş cerrahisinde başarı ile kullanılmıştır. Bu sistemlerde kesici ve törpüleyici karakterler özellik sayılmaktadır.

Benim kullandığım ultra mikro-motor sistemi kesici ve törpüleyici olarak burun estetiği nde sağladığı zariflik ve risksizlik olmakla birlikte burun tasarımı ve şekillendirmesinde yer alıp rinoplastiyi kırıcı bir ameliyattan cıkarıp şekillendirme ameliyatı olarak heykel traş sanatı gibi ince detaylara inerek ameliyat sırasında tasarım üzerinden gidiyorum. Ultra mikro-motor sisteminde mikro başlıklar kullanarak burun çatısının kemikleri kırarak değil zarif bir şekilde keserek ve törpüleyerek şekil verilmektedir. Çene cerrahisinde kullanıldıgı gibi burun estetiğindede başarılı bir şekilde tasarım yapılarak kullanıyorum. Doku kaybı ve hasarı engellemiştir ve bundan dolayı iyileşme süreci çok hızlı olup şişlik ve morluklar en aza indirgenmektedir. Oluşan şişlik ve morluk klasik rinoplasti gibi uzun süre degil iki üç gün gibi kısa süre içerisinde geçmektedir. Ultra mikro-motor sistemi çene ve yüz bölgesinin kemik cerrahisinde dünyaca tanınmış ve tıp literatürüne geçmiş ve üstünlüğü saptanmıştır. Bu sistem pahalı ve cerrahi yetenek gerektiren bir sistem olduğu için nadir cerrahlar tarafından uygulanmaktadır. Ultra mikro-motor sistemi ayrıca septum(burun orta duvarı) cerrahisinde olmazsa olmazdır. Dünyanın en ünlü burun cerrahları septum (orta duvar) cerrahisinde bu sistemden yararlanmaktadırlar. Benim kattığım yenilikler ve tasarımlar bu sistemin dahada ince bir şekilde hem nefes darlığı ameliyatlarında hemde burun estetiğinde kullanılmasına imkan sağlamaktadır.

Burun yapısı kişiye özeldir !
Yüz yapısı her kişide farklı olduğu gibi burun yapısı da yüze ve kişiye özeldir. Bu nedenle kişiye özel burun estetiği planlanmalıdır ?case-specific surgery?.

Burun güzel olmalı !
Burun yapısı yüzün ortasında yer alır ve en ön planda göz bakışına hitab eder. Herhangi bir yüze ilk baktığımızda daha estetik olan yapı başta göze çarpar. Çok güzel kaşı, gözü, dudağı, yanağı veya çenesi olan bir kişide burun güzel değil ise, ilk bakışta dikkati kendi çekerek diğer güzel bölgeleri kapatır. Burun estetiği yapıldığında diğer bölgelerin estetiği göz önüne cıkar.

Harmonide temel taş !
Yüz bölgesinin harmonisi ve uyumunda burun temel taştır. Yapısıyla, uzunluğuyla, genişliğiyle ve kalkıklığıyla yüzün diğer yapılarını birbirine bağlar ve denge sağlayıcı etki sağlar. Harmonik bir yüzde her bölgenin estetiği aynı oranda bakışı süslendirir.

İdeal burun tartışması !
İdeal burun nedir? Nasıl belirlenir? Yüz hatları ve ölçüleri ile uyumlu olup doğallığını kaybetmemiş burun ideal burundur. İdeal burun 2 boyutlu ve 3 boyutlu ortamlarda tasarlanabilir. Yüz bölgesinden çekilen ön, 45 derece, ve yan fotograflarda bilgisayar ortamında tasarım yapılması öncesi ve sonrası arasında değişimleri ortaya koyar. Ayrıca 3 boyutlu bilgisayar programlarında tasarım yapılması mümkün. Tabii ideal anlam göreceli bir konudur ancak dar bir sınır içerisinde tartışmaya açıktır.

Bilgisayarlı tasarım şart !
İdeal burun söz konusu ise, burun estetiği bilgisayarlı tasarım yapılmadan yapılmaz. Bilgisayar tasarımı sadece ameliyat sonrasını görmek için değil, cerraha yapılacak olan teknikler konusunda detaylı bir şekilde yardımcı olur. Mikroişlemler yapılacaksa işlemin türü, lokalizasyonu ve ölçüsü net bir şekilde belirlenir.

Kimler yaptırabilir !
Burun estetigi ameliyatı, burun kemiği ile ilgili bir ameliyat olduğu için yüz kemiklerinin gelişimini tam olarak tamamlaması beklenmelidir. Bu nedenle en uygun yaş, burun gelişiminin tamamlandığı Erkeklerde 18, kızlarda 17 yaştan itibaren bu ameliyat yapılabilir.

Nasıl yapılır!
Ameliyat genel anestezi altında yapılır. Burun estetiğinde kullanılan yöntemimiz mikro-rinoplasti yöntemidir. Bu yöntem Dr. Avşar? ın geliştirdiği bir yöntemdir. Ameliyat süreci 2.5 3 saattir. Ameliyat sonrası en fazla bir gece hastanede kalınır. Ameliyat sonu burun içine tamponlar ve burun üzerine plastik bir atel yerleştirilir. 8-24 saat sonra tamponlar, 4. gün sonra atel alınır. Burun içi dikişler kendiliğinden düşer. Atel alındıktan sonra 3 gün burun bandajı uygulanır.

Ağrı olur mu!
Ameliyattan sonra nerdeyse hiç ağrı olmaz, olabilecek hafif ağrı, ağrı kesici ilaçlar ile kolayca giderilebilir.

İşe dönüş!
Yapılan cerrahi işlemine göre ameliyattan 4-7 gün sonra normal yaşama dönebilir veya uçak yolculuğu yapabilirsiniz.

 

 

 

BURUN KANAMASI
Burun kanaması; kulak burun boğaz bölümüne başvurmanızı gerektiren acil durumlardan biridir.

Genellikle burun hastalıklarına bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak nedeni yüksek tansiyon gibi kalp damar sistemi ile ilgi hastalıklar da olabilmektedir.

Burun kanamasının görülme oranı yaklaşık % 10’dur. Bu vakaların sadece %1-2’si cerrahi tedavi gerektirmektedir.

“Mukoza” adı verilen ve burun boşluğunun iç yüzeyini kaplayan tabaka damar yönünden zengindir. Bu damarlarda oluşabilecek travma ya da başka etkenler kanamaya neden olabilmektedir.

Burun kanamaları ikiye ayrılır; ön burun kanamaları ve arka burun kanamaları. En sık karşılaşılan tipi; ön burun kanamalarıdır. Özellikle çocuklar ve gençlerde daha sık rastlanır. Arka burun kanmaları ise yetişkin ve ileri yaştaki kişilerde daha sık gözlenir. Bu tip kanamalarda ağızdan kan gelmesi de söz konusudur.

Burun kanamasının nedenleri

Burun kanamalarının en sık rastlanan nedenleri şöyle sıralanabilir:

• Burun karıştırılması, darbeler gibi burunda gözlenen travmalar
• Kuvvetli sümkürme burun çekme
• Soğuk ve kuru hava
• Devamlı burun spreyi kullanımı
• Yüksek irtifa
• Sinüzit, soğuk algınlığı, nezle, grip gibi hastalıklar
• Burun içindeki kemik ya da kıkırdak eğriliği (deviasyon)
• Alerjik rinit
• Yüksek tansiyon (hipertansiyon)
• Bazı hormonal hastalıklar
• Kanama bozuklukları (hemofili gibi)
• Sinüs tümörleri
• Arka burun kanamalarında ise; damar sertliği, hipertansiyon (yüksek tansiyon) gibi kalp damar hastalıkları, yeni geçirilen burun ameliyatları, kan sulandırıcı ilaçların kullanımı, hemofili gibi kanama bozuklukları, lösemi (kan kanseri) gibi hastalıklar göz önünde bulundurulmalıdır.

Ön burun kanamaları

Daha çok çocuk ve genç erişkinlerde görülür. Çoğu burun kanaması, burnun orta bölümünde bulunan kılcal bir damarın çatlaması nedeniyle tek taraflı olur. Bu bölgedeki damarlar oldukça ince ve yüzeyde olduklarından burun sümkürülmesi, çocuklarda burun ile oynama nasıl travma ve hatta ufak dokunuşuyla dahi kanayabilirler.

Sıklıkla orta ve ileri yaşlarda ve özellikle hipertansiyon hastalığı olanlarda görülür. Burnumuzun içinde arka üst bölgelerden kanama olur ve şiddeti burun ön kanamalarına göre fazladır ve sıklıkla geniz ve burundan aynı anda kan gelir.

Kanamayı nasıl ayırt edebiliriz?

Ön burun kanamaları sıklıkla kuru iklimlerde veya kış aylarında kuru ve sıcak oda havası nedeniyle burun içini kaplayan koruyucu tabakanın kuruması sonucunda oluşan kabuklanmalar ile olur. Bunu önlemek için az miktarda yumuşatıcı bir krem veya damlalar burnun içine kullanılabilir. Genellikle burun ön kısmına (burun kanatlarına burun delikleri ile burun kemiğin arasındaki yumuşak bölge) uygulanan parmak basısı ile durdurulabilirler.

Kanamanın arkadan olup olmadığı önemlidir. Arka burun kanamaları genellikle yaşlı insanlarda, yüksek tansiyon hastalarında veya burun ve yüz yaralanmalarında olur. Ağız ve boğaza doğru kanama devam eder. Bu bölgenin kanamaları daha şiddetli olur ve ciddi olarak ele alınmalıdır. Bu nedenle, mutlaka hastaneye başvurulmalı ve bir KBB uzmanı hatta İç Hastalıkları uzmanı ile hasta değerlendirilmelidir.

Burun kanamasının başlıca nedenleri

• Kaşıntıya yol açan alerji, infeksiyon veya kuruluk durumlarında burun karıştırılması,
• Kuvvetli burun sümkürme yaşlı veya genç hastalarda burun damarlarının çatlamasına yol açabilir.
• Kanama pıhtılaşma bozukluğu olan kişiler veya Aspirin ve benzeri ilaç kullanımı.
• Karaciğer hastalıkları, yüksek tansiyon,
• Burun eğrilikleri,
• Burun kırılmaları, baş ve yüz yaralanmaları ciddi durumlardır.
• Tümörler (oldukça nadir)

Ön burun kanamasını durdurmak için ne yapmalı?

Burun kanaması ile karşılaşıldığında uygulanabilecek bazı yöntemler vardır:

• Kanaması olan kişiyi sakinleştirmeye çalıştırılmalıdır. Heyecanlı ve panik halinde olanların tansiyonu yükselir ve kanamanın şiddeti artabilir.
• Baş hafifçe öne doğru eğilmeli yutularak mideye gitmesi engellenmelidir. Kanama miktarı anlaşılamadığı gibi bulantı ve kusmaya da yol açabilir.
• Burnun yumuşak olan kısmını tamamen kavrayacak şeklide başparmak ve işaret parmaklarla 5 dakika kadar sıkıştırılmalıdır.
• Dik oturulmalı veya yatmak gerekiyorsa mutlaka baş yüksekte kalacak şekilde yatılmalıdır.

Burun kanamasına evde acil müdahale nasıl yapılır?

• Ayakta kalmayın, bir yere oturun
• Burnunuzu baş parmağı ve işaret parmağınızın arasına alarak sıkın
• Başınızı geri doğru değil, öne doğru eğerek 5-10 dakika bekleyin
• Tampon yapmak için herhangi bir madde (pamuk, gazlı bez gibi) burnun içine sokmayın
• Ensenize ve burun sırtınıza soğuk kompres (buz uygulaması) yapabilirsiniz (soğuk; damarları büzüştürebileceğinden kanamanın durmasına yardımcı olabilmektedir)
• Sümkürmeyin, burun içindeki pıhtıları temizlemeye çalışmayın
• Burun kanamasının devam etmesi, kanın ağızdan da gelmesi halinde acil olarak doktora başvurmanız önemlidir.

Ne zaman doktora başvurmak gerekir?

• Tekrarlayan burun kanamalarında,
• Burun dışında başka yerlerden kanama olması durumunda (örneğin idrar ve dışkılama ile),
• Vücutta hafif darbelerle bile morarma ve çürüklerin varlığında,
• Aspirin benzeri kan sulandırıcı ilaçların kullanıldığı durumlarda,
• Pıhtılaşma bozukluğu yaratabilecek karaciğer, böbrek veya hemofili gibi hastalıkların bulunduğu durumlarda,
• Yakın zamanda kemoterapi alınmış olması durumunda mutlaka hekim ile temasa geçilmelidir.
• 10 dakika boyunca burun sıkıştırıldığı halde kanama halen devam ediyorsa,
• Kanamanın kısa süre sonra tekrarlıyorsa,
• Fenalaşma, sersemlik veya bayılma hissi varsa,
• Çarpıntı veya nefes almada zorluk varsa,
• Kan tükürülmesi veya kusma ile ağızdan kan geliyorsa,
• 38,5 derece ateş ve döküntü/kızarıklık gibi ek belirtiler varsa vakit kaybedilmeden bir hastaneye gidilmesi gerekir.

Burun kanaması tedavisi nasıl yapılır?

• Kanamanın durmadığı ön burun kanamalarında sınırlı bir tampon yapılarak veya küçük bir müdahale ile damar pıhtılaştırılarak kanama durdurulabilir.
• Kanama durmuşsa veya tampon alındıktan sonra çoğu kez yumuşatıcı ve yara iyileştirici krem veya merhemleri önerilir.
• Eğer burun kanaması tekrarlarsa, mutlaka kulak burun boğaz doktorunuza başvurmalısınız.
• Kulak burun boğaz hekimi; burun kanamasının yerini görebilmek için endoskopik muayene yapmaktadır. Ön taraftan gelen kanamalar için; ucunda kimyasal maddeler bulunan ufak çubuklarla ya da bipolar ile yakma işlemi (koterizasyon) yapılabilir.
• Durmayan kanamalarda önden ya da arkadan tampon uygulaması yapılabilmektedir. Bu tip kanamalarda hastaların 24-72 saat arasında hastanede kalıp takip edilmesi gerekebilmektedir.
• Kanama nedeni bulunduktan sonra, ek tedaviler de uygulanır. Çok ciddi olan tampon ve cerrahi yöntemlerle durdurulamayan burun kanamalarında anjiyografi rehberliğinde embolizasyon da uygulanabilmektedir.

 

 

 

BURUN TIKANIKLIĞI

Burun Tıkanıklığı Neden Olur ve Burun Tıkanıklığı Nasıl Geçer?
Burundan soluk alıp vermek, sağlıklı bir vücut ve solunum sistemi için çok önemlidir. Orta kulağın havalandırılması, koku alma fonksiyonları, havanın ısıtılıp, nemlendirilmesi bakımından da burundan nefesin önemi büyüktür. Özellikle kulak, burun, boğaz rahatsızlıklarında ve mevsim geçişlerinde sıkça rastlanan burun tıkanıklığı hem çocuklarda hem de yetişkinlerde hayat kalitesinin ve sağlığın bozulmasına neden olmaktadır. Memorial Sağlık Grubu Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Bölümü uzmanları, burun tıkanıklıklarının nedenleri ve burun tıkanıklıklarının tedavisi hakkında bilgi verdi.
Burun Tıkanıklığı Nedir? Burundan nefes almak neden önemlidir?
Nefes alma organımız olan burun sayesinde içeri giren hava, akciğerlere ulaşmadan önce ısıtılır, nemlendirilir ve temizlenir. Burnun yapmış olduğu bu arıtma ve iklimlendirme görevi, akciğer ve genel vücut sağlığı için oldukça önemlidir. Halk arasında “burun etleri” olarak bilinen ve “konka “ adı verilen, burun boşluklarının yan taraflarında bulunan oluşumların bu konuda çeşitli görevleri vardır. Buruna giren hava, konkaların arasından geçer. Bu geçiş belirli bir zaman aldığından, içeri giren hava, ağızdan alınan havaya göre daha etkili olarak ısıtılır. Ayrıca yine bu yapıları oluşturan hücrelerin üzerinde bulunan ince “titrek tüyler” sayesinde, havada bulunan tozlar, polenler ve bakteriler filtre edilmiş olur. Burada yapışkan özelliği bulunan salgılar da (mukus örtüsü) havada bulunan alerjen ve mikropların büyük çoğunluğunu tutar, akciğere gitmelerini önler. Burun tıkanıklığına bağlı olarak burun solunumun yapılmadığı durumlarda ve ağızdan nefes alındığında ise bazı sağlık sorunları ortaya çıkabilmektedir. Ağız solunumu, atmosfer havasının koşullarını değiştirmeden, içeri giren havayı doğrudan boğaz ve akciğerlere ulaştırır.
Burun Tıkanıklığı Nedenleri Nelerdir?
Burun tıkanıklığının bilinen en sık nedeni kıkırdak-kemik eğrilikleri, diğer adıyla “deviasyon” diye bilinse de aslında daha sık karşılaşılan neden, burun eti şişmesi (konka şişmesi) veya “rinit” denilen çeşitli nezle tipleridir. Bunları takiben çeşitli sinüzit tiplerine bağlı da burun tıkanıklıkları olabilir.
Halk arasında kemik eğikliği olarak bilinen, burun boşluğu orta bölmesinin bir tarafa doğru eğik olması haline septum deviasyonu denilir ve genellikle burun boşluğu yan duvarlarında bulunan yumuşak dokuların (konkaların) şişmesi ile birlikte olduğunda burun tıkanıklığı daha şiddetlidir. Kemik eğikliği burun içerisinden yapılan bir ameliyatla düzeltilmeyi gerektirebilir. Yetişkin burun tıkanıklıklarının diğer önemli sebepleri; sinüzitler, alerjik koşullar, polipler, horlama-apne sendromu ve daha nadiren iyi ve kötü huylu tümörlerdir.
Burun tıkanıklığına neden olan konka şişmeleri, hava kirliliği olan bölgelerde yaşayanlarda, sigara kullananlarda, alerjik nezlesi olanlarda, sinüzit hastalarında ve burun damlası bağımlılarında sıklıkla görülür. Son dönemlerde artış gösteren bu durumun nedenleri arasına, ofis ortamında çalışanların maruz kaldığı sağlıksız klima koşulları da eklenmiştir. Konka şişmeleri, bazen tek başlarına burun tıkanıklığı yapacak kadar etkili olabilir bazen de burun eğrilikleri ile beraber görülebilir. Özellikle burun eğrilikleri ile beraber burun tıkanıklığının görüldüğü durumlarda, deviasyon ameliyatı ile birlikte konkalara çeşitli müdahaleler yapılır. Ancak tıp teknolojisindeki gelişmeler, konkalara daha etkin yaklaşılmasını sağlayan cihazların çeşitlenmesini kolaylaştırmıştır. Bu durumda şiddetli bir burun eğriliğinin bulunmadığı hastalarda, sadece burun etlerine uygulanacak girişimlerle, burun solunumu açılabilmektedir.

Burun tıkanıklığı olan hasta şikâyetleri nelerdir?
• Burun tıkalı olduğu için sürekli ağız solunumu yapmak zorunda kalır. Bu da boğaz enfeksiyonları ve farenjiteneden olur.
• Horlama ve uyku bozuklukları gelişir.
• Akciğer ve kalp problemlerini ağırlaştırır
• Sabahları ağız kuruluğu gelişir
• Cinsel fonksiyon bozuklukları olur
• Psikolojik sorunlar gelişmesine yatkınlık olur
• Ses kalitesi bozulur ve burundan konuşma gelişir
• Çocuklarda geceleri altını ıslatma problemleri olur
• Yol yürüme, merdiven çıkma gibi olağan fiziksel hareketler güçleşir
• Spor yaparken, ağır fiziksel etkinlikler güçleşebilir
Burun tıkanıklığının kendisi başlı başına bir belirtidir ya da burun akıntısı, geniz akıntısı, burundan konuşma, koku kaybı, horlama, yüz ve baş ağrısı, çocuklarda yüzde ve dişlerde şekil bozukluğu, işitme kaybı, kişilik değişimleri gibi belirtilerle beraber bulunabilir.

Bebeklerde Burun Tıkanıklığı
Bebekler solunum yapmak için çoğunlukla burnunu tercih eder. Burunları tıkandığında ise uyarmak için hemen ağlamaya başlar. Tıkanıklık açılır açılmaz da yeniden burun solunumu yapmaya devam eder. Burundan soluk almak dışında karın bölgesi her soluk alışta dışarı doğru bombeleşir. İçgüdüsel olarak gelişen bu solunum şekli doğru bir solunum şeklidir. Derin nefes alındığında diyafram kası kasılarak akciğerlerin genişlemesine katkıda bulunur ve bu nedenle karın dışarıya doğru bombeleşir. Eğer sığ ve yetersiz soluk alıp verme işlemi yapılıyorsa bu durum gerçekleşmez. Burun solunumu ayrıca derin soluk alınabilmesine de yardımcı olur. Ağız solunumu yapanlarda yardımcı solunum kasları da devreye girer. Bu kasların çalışması, özellikle çocuklarda duruş (postür) bozukluklarına neden olabilir.
Burun Tıkanıklıklarının Çocuklardaki Nedenleri:

Bebeklerde burun tıkanıklığı çok önemli ve hayati bir belirtidir. Burun içerisi ve geniz ile ilgili bir gelişme anomalisi nedeniyle ortaya çıkabilmektedir. Bu durum doğumdan hemen sonra hastane koşullarında tanınarak gerekli önlemler alınır. Bebeklik ve çocukluk dönemi burun tıkanıklıklarının en sık rastlanılan nedeni ise halk arasında “geniz eti” denilen adenoid büyüklüğüdür. Geniz etinin burun boşluğunu tamamen tıkıyor olması ya da orta kulak ve/veya sinüslerle ilgili hastalıklara yol açması, ameliyatla tedaviyi gerektirir. Bu ameliyat teknik olarak küçük, fakat özellikli bir ameliyat olarak kabul edilir, başarısı da yüksektir. Çocuk burun tıkanıklıklarının önemli bir sebebi de çocuk sinüzitleridir. Bu durum özellikli ve sabırlı bir ilaç tedavi sürecini gerektirir. Alerjik sebepler ve bazı gelişimsel anatomik koşullarda da burun tıkanıklığı yapabilir. Çocuklarda tek taraflı burun tıkanıklığı ve akıntısı burun içerisine sokulmuş bir yabancı cisim nedeniyle olabileceği için ayrıca dikkat çekici kabul edilmelidir. Nadiren çocuklarda burun tıkanıklıkları iyi veya kötü huylu tümörlere bağlı olabilir.
Hamilelikte Burun Tıkanıklıkları
Hamilelerin yaklaşık üçte birinde alerji veya bilinen nezle-grip gibi hastalıklar olmadığı halde, burun tıkanıklığı görülebilir. Bu duruma “hamilelik nezlesi”, veya “hamilelik riniti” adı verilir. Hamilelik nezlesi genellikle hamileliğin son 6 haftasında veya 2’inci ayında ortaya çıkar ve başlangıcından iki hafta kadar sonra belirtiler tamamen ortadan kaybolur. Ancak bazı hamilelerde burun tıkanıklığı, tüm gebelik dönemi boyunca olabilir ve hatta doğum sonrası da bir süre devam edebilir.
Hamilelik nezlesinde burun tıkanıklığı ile birlikte genellikle burun akıntısı da olur. Burun tıkanıklığı nedeniyle gece ağız solunumu yapıldığından boğazda kuruluk oluşur. Ayrıca beraberinde gece nefes alınamıyormuş hissi, öksürük ve uykusuzluğa yol açabilir. Mukoza şişmesi ve sonuçta sinüs boşluklarının havalanmasında azalmaya bağlı olarak baş ağrısı da gelişebilir. Hamilelikte burun tıkanıklığı yazısına buradan ulaşabilirsiniz.

Burun Tıkanıklığı Tedavisi
Burun tıkanıklığı tedavisinde cerrahi girişim önemli bir seçenektir. Burnun orta bölmesi eğriliği ve burun yan duvar etlerinde büyümelere cerrahi yöntemle müdahale edilebilir. Ancak konka şişmesi ile ilgili nezle, rinit ve alerjik rinit gibi sorunlarda mutlaka KBB uzmanı tarafından ilaç tedavisi uygulanmalıdır. Burun tıkanıklığı ameliyatı, burun tıkanıklığının kişinin yaşam kalitesini büyük oranda etkilediği durumlarda, sürekli ağız solunumu ile horlamanın görüldüğü durumlarda yapılmalıdır. Burun tıkanıklığı tanısında endoskopik muayene çok önemlidir. Endoskopi sonrası ek patolojilerin tespiti için tomografik inceleme gereklidir.
Burun bölmesinin eğriliği; hem çevresindeki yüz kemiklerinin farklı gelişimlerine bağlı çekilmeler sebebiyle hem de doğum sırasında ve erken çocukluk döneminde oluşabilen darbeler sonucu oluşur. Eğer eğrilik, burun solunumunun engellenmesi ve horultulu solunuma, baş ve yüz ağrısına, tekrarlayan sinüs iltihaplarına, horlamaya ve orta kulağı havalandıran östaki borusu nezlesi ve orta kulak iltihaplarına eğilime sebep oluyorsa yine cerrahi işlem uygulanmalıdır.
Radyo frekans cerrahisi ile burun tıkanıklıkları çok daha sağlıklı şekilde tedavi edilebilmektedir. Yüksek frekanslı bir elektrik akımı olan radyofrekans dalgaları, dokuda, odak alanda sınırlı ve etkili bir ısı oluşturmaktadır. Lazer ve radyofrekans yardımı ile yapılan konka ameliyatları ile hastanın aynı gün taburcu edilmesi ve çoğu kez tampon kullanımının gerekmemesi gibi belirgin üstünlükler de önemli gelişmelerdir. Hasta ameliyattan bir gün sonra günlük yaşantısına dönebilmektedir.
Bu oluşturulan kontrollü yara izi yapısı, dokuda büzüşmeye ve buna bağlı olarak yumuşak damağın yukarı çektirilmesine ve de hava pasajının genişletilmesine sebep olur. Bu uygulamada, birkaç seanslık tedavi ile horlamada belirgin düzelme sağlanmaktadır. Ayrıca, basit ağrı kesicilerle giderilebilen, kısa süreli ağrı dışında hastayı kısıtlayıcı bir olumsuz etki gözlenmemektedir. Aynı uygulama dil kökündeki büyümeler için de kullanılabilmekte ve böylece apne nöbetleri engellenebilmektedir. Radyofrekansın horlama cerrahisinde bir diğer kullanım yeri burun yan etlerinin küçültülmesi (konka redüksiyonu) operasyonlarıdır. Burada da kanama riski hemen hiç olmadığı için buruna tampon koyma gereği yoktur. Ellman-Surgitron cihazıyla, muayenehane koşullarında yapılan çeşitli, uygulamalar sonucunda horlama ve apnede % 70-90 arasında başarı sağlanabilmektedir.
Burun tıkanıklıklarında kullanılan bir başka yöntem de “Holmium Yag Lazer”d,r. Bu yöntem ile alt konka küçültme cerrahisi, endoskopik bakış altında, hastanın şişmiş olan alt konkasını özellikle en fazla şiştiği bölgelerde küçültülmesidir. Konkanın kritik yerlerinde birkaç milimetre genişliğinde ve birkaç milimetre derinliğinde çalışarak, mukoza adı verilen örtücü dokuya çok zarar vermeden Holmium Yag lazer kullanılarak yapılır. 20 yılı aşkın süredir uygulanan bu yöntem oldukça başarılı sonuçlar vermektedir. Lazerle konka ameliyatı genel anestezi gerektirir ve İki taraflı burun içi çalışması yaklaşık 20- 30 dakika sürmektedir. Genellikle aynı gün taburcu olunur.
Burun Tıkanıklığına Ne iyi Gelir?
• Sigara içmeyi bırakın ve sigara içilen ortamlardan uzak durun.
• Süt içmek mukus üretimi arttıran önemli bir faktör olduğu için burun tıkanıklığı döneminde daha az içmeyi deneyin.
• Zencefil ve limonun içinde olduğu bitki çayları da burun tıkanıklığınızı rahatlatabilir.
• Deniz tuzu burun tıkanıklığına iyi geldiği için imkânınız varsa denize girin ya da deniz tuzu kullanarak burnunuza çekin ve sümkürün.
• Bulunduğunuz odayı nemli tutmak da iyi gelebilir. Bunun için odanızda kaynayan bir su bulundurabilirsiniz. Ya da buhar makinesi de kullanılabilir.
• Burun tıkanıklığı döneminde C vitamini tüketmek çok önemlidir.
• Bebekler için burun aspiratörü kullanmak da çok faydalıdır.

 

 

 

 

BÜYÜME HORMONU EKSİKLİĞİ

Büyüme hormonu eksikliği, büyüme gerilikleri, boy kısalıkları
Çocuğun yaşına ve cinsiyetine uygun büyüme eğrisindeki ağırlık ve boy değerlerine paralel büyüme göstermesine normal büyüme denir.
Çocuklar 2 yaşına kadar hızlı büyürler. Öyle ki çocuklar ilk 5 ayda doğum kilolarının iki katına, 1. yaşta doğum ağırlıklarının 3 katına ulaşırlar. 1 yaşında bir çocuk, doğum boyunun %50’si kadar (yaklaşık 25 cm) uzamıştır.
Yaşlara göre boy uzaması
Yaş: <11 cm/yıl
1-2 yaş: < 7 cm/yıl
2-3 yaş: yaş altı: < 5 cm/yıl
4-yaş- Puberte: < 4,5 cm/yıl
Puberte: < 5.5 cm/yıl
Büyüme geriliği, boy kısalığı nedir?
Boy ve ağırlığın yaşa ve cinsiyete göre hazırlanmış büyüme eğrilerinin alt sınırının altında olması veya takipte bir üst eğriden alt eğriye düşmesi büyüme geriliği olarak adlandırılır.
Boy kısalığının nedenleri nelerdir?
Boy kısalığı genetik faktörlere bağlı olabilirken, beslenme eksikliği, hormonal nedenler, kronik hastalıklar ve psiko-sosyal bozukluklar sonucu oluşabilir.
Hormonal bozukluklardan hipotiroidi, büyüme hormonu eksikliği, erken ergenlik boy kısalığına neden olur. Bunun nedeni; tiroid hormonu, büyüme hormonu, D vitamini, östrojen ve testosteronun büyüme üzerine etkili ana hormonlar olmalarıdır.
Psiko-sosyal bozukluklar arasında sayılan sevgi yoksunluğu özellikle yuva çocuklarında boy kısalığına neden olabilmektedir.
Büyüme ne zaman durur?
Büyüme kıkırdaklarının kemikleşmesi ve kapanması sonucunda durur. Bu dönem 18 yaş civarıdır. Kızlarda 15 yaşına gelindiğinde boy erişkin boyunun %80’nine ulaşılmış demektir.
Zira kızlarda adet görülmeye başlandıktan sonra ortalama 5-6 cm’lik uzama gerçekleşir.
Boy kısalığı tedavi edilebilir mi?
Boy kısalığının neden olan hormonal bozuklukların tedavisi hormon replasman tedavisi ile yapılabilmektedir.
Hipotiroidide tiroid hormonu tedavisi, erken ergenlikte yine hormonal tedaviyle ergenliğin durdurulması boy kısalığını önler.
Büyüme hormonu eksikliğine bağlı boy kısalığında ise eksik olan hormon tedaviye eklenir.
Egzersizin büyüme hormonu salgısını artırdığı bilinmektedir. Düzenli spor tedaviye eklenmelidir.

 

 

 

C HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR

 

 

CAM BEBEK/KEMİK HASTALIĞI

Cam kemik/bebek hastalığı, kemiklerde kolay ve sık kırılma, mavi sklera, diş bozuklukları ve işitme bozukluklarının birlikte görülebildiği, genetik geçişli bir hastalıktır.
Cam bebek/kemik hastalığının nedenleri
Cam bebek/kemik hastalığı kemik yapısında da bulunan tip 1 kollajenin yapı bozukluğu ile ortaya çıkmaktadır.
Cam bebek/kemik hastalığının tedavisi
Cam bebek/kemik hastalığında kırık olunca kırık tedavisi yapılmalı, gecikmiş olgularda gözlenen deformiteler düzeltilmelidir. Bunun yanı sıra gen tedavisi ve büyüme hormonu ile tedavi konularında çalışmalar sürmektedir. Son yıllarda kırık sıklığını azaltmak için osteoporozda da kullanılan bifosfonatların belli doz ve aralıklarla cam kemik hastalıklı çocuklara verilmesi ile başarılı sonuçlar bildirilmektedir. Bu çocukların mobilizasyonu konusunda fizik tedavi ve rehabilitasyona mutlak ihtiyaç vardır.

 

 

 

 

CANDİDA VAJİNİTİ

En sık görülen Candida vajiniti etkeni C.albicans’dır (%90). Normalde ağız, boğaz, barsaklar, vajina ve cilt florasında bulunurlar. Daha az olarak C.tropicalis ve C.glabrata da etken olabilir.
Epidemiyoloji
Kandidoz; diyabetiklerde, antibiyotik, kortikosteroid ya da oral kontraseptif kullananlarda, uzun süreli damar içi kateter kullananlar ve gebelerde daha sık görülür. Hücresel immünite kusuru olanlarda ise yaygın olarak kronik mukokutanöz kandidoz oluşur. Fırsatçı patojendirler ve genellikle endojen infeksiyonlara yol açarlar. Ekzojen infeksiyon daha nadir olduğu için bir cinsel temasla bulaşan hastalık olarak kabul edilmemesi eğilimi vardır.
Hastalık tabloları
Çoğu vajinitli hastada belirgin bir yakınma yoksa da cinsel ilişki sırasında yanma, kaşıntı, peynirimsi vaginal akıntı, vajinal hiperemi ve ödem görülebilir.
Tanı
Vajinal sekresyonun incelenmesi ile konur. Gereğinde %10 KOH ile sellüler elemanlar ortamdan uzaklaştırılarak görülebilmesi sağlanır.
Tedavi
Jansiyen moru ile lokal tedavi etkili olmakla birlikte hasta konforu açısından sorunlu bir tedavidir. En kolay ve çok kullanılanı, antifungal (mikonazol, klotrimazol) intravajinal krem ve suppozituvarlardır. Cinsel eşe de lokal tedavi verilmesinin etkinliği tartışmalıdır. Oral tek doz imidazol türevi (ketokonazol, flukonazol) tedavisi de önerilmektedir.

 

 

 

 

CHRON HASTALIĞI

Crohn hastalığı sindirim sistemini oluşturan yemek borusu , mide , ince ve kalın barsaklardaki bir veya birkaç bölümünü tutabilen , tutulan bölümde kalınlaşma , ülserler oluşturan bir hastalıktır. Barsaktaki kalınlaşma bu bölgelerde darlıkların oluşmasına yol açabilir. Hastalıklı bölgeler birkaç santimetre uzunlukta olabileceği gibi bir metreyi aşan uzunlukta da olabilir. Hastalık en çok “ileum” denilen ince barsakların son kısmını tutmaktadır. Kalın barsak ve anüs bölgesini de sıklıkla tutabilmektedir. Anüs bölgesinde “fissür” denilen çatlaklar ve “fistül” olarak isimlendirilen iltihapın aktığı delikler bulunabilir.
Belirtileri nelerdir ?
Crohn hastalığı tutulan bölgeye göre değişik bulgulara yol açabilir. En sık olarak karın ağrısı ve ishal olur. Barsakta ciddi derecede daralmanın oluştuğu hastalarda karında şişkinlik , ağrı , kusma , kabızlık görülebilir. Kalın barsağın tutulduğu hastalarda dışkı ile kan gelmesi de görülebilir. Crohn hastalığının aktif döneminde , hastalar yorgunluk , halsizlik hisseder ve ateşleri olabilir. Anüs çevresinde çatlak , iltihablı akıntı yapan fistüller , apseler hastalığın diğer bulgusudur.
Diğer sistem ve organları etkiler mi?
Evet. Crohn hastalarının bir kısmında gözler , cilt , ağız ve eklemlerle ilişkili yakınmalar , bulgular olabilir. Gözün dış tabakasının iltihaplanması (episklerit) veye göz merceğini kaplayan tabakada iltihaplanma (iritis) gözle ilgili başlıca rahatsızlıklardır. Ciltte en sık görülen problem , özellikle diz altlarındaki bölgelerde ağrılı kırmızı şişliklerdir (Eritema nodosum). Daha nadiren ayak bileği yakınında ülserler oluşabilir (Pyoderma). Ağızda sıklıkla normal kişilerde de görülebilen beyaz renkli küçük yaralar (aft) görülebilir. Eklemlerde , en sık olarak da dizlerde ağrılı şişmeler Crohn hastalığının aktif dönemlerine eşlik edebilir. Bazen şişlik olmadan da eklem ağrılarından yakınılabilir. Kalça ve omurga eklemlerinde hastalık aktif dönemde olmasa bile ağrılar olabilir.
Kalıtsal bir hastalık mıdır ?
Diğer bazı hastalıklarda olduğu kadar ailesel geçiş yoktur. Ancak Crohn’lu hastanın birinci derecede yakınlarında Crohn hastalığı veya benzer bir hastalık olan ülseratif kolit açısından az da olsa risk artışı söz konusudur.Bu risk çok az olduğundan çocuk sahibiolmanız açısından engel oluşturmaz.
Nedenleri nelerdir ?
Çok sayıda ve yoğun araştırmalara karşın Crohn hastalığının nedeni halen bilinmemektedir. Bulaşıcı hastalık değildir , hastalıklı kişiden sağlıklı kişiye geçmemektedir. Ancak virüs veya bakteri türü bir infeksiyöz ajanın , kişinin savunma mekanizmalarındaki yatkınlık durumlarına bağlı olarak hastalık oluşumunda rol oynadığı düşünülmektedir.
Üzüntüden ya da stresten etkilenir mi?
Crohn hastalığının oluşumuna veya aktivasyonlarına sıkıntı , üzüntünün neden olduğunu gösterecek bulgu yoktur. Doğal olarak sıkıntılı , depresif bir kişinin hastalığın bulguları ile başa çıkabilmesi daha zor olacaktır. Hastalığın yarattığı düşkünlük hali , sık sık tuvalete gitme gereksinimi , karın ağrıları kişinin kendini daha sıkıntılı , dayanıksız hissetmesine veya yakınları , çevresi ile ilişkilerinin olumsuzluğuna yol açabilir. Stress ve üzüntü hastalığın nedeni değil , sonucu gibi görünmektedir.
Diyetin hastalğın tedavisinde yeri varmıdır ?
Diyetin ve gıdaların korunmasında kullanılan katkı maddelerinin Crohn hastalığının nedeni olarak gösterilmiş bir etkisi yoktur. Crohn hastalığı olan kişilerin rafine şeker ve tahılı daha fazla tükettikleri saptanmıştır. Ancak Crohn hastalığı geliştikten sonra bu gıdaların diyetten çıkarılmasının tedaviye katkısı olmamaktadır.Aktif ve ağır hastalığı olan kişilerde “elementer diyet” olarak isimlendirilen sıvı şeklinde diyet genellikle hastane koşulları içinde bir süre uygulanabilir.Diyette bazı gıdalar rahatsızlık oluşturabşlmektedir. Rahatsızlık gösteren gıdanın türü kişiden kişiye değişebilmektedir , bu nedenle herkes için geçerli olan genel bir diyet yoktur. Hastanın rahatsızlık yaratan gıdalardan kaçınması uygun olur. İshal yakınması şiddetli olan ve barsakların bir kısmının cerrahi olarak çıkarıldığı hastalarda diyette yağ miktarının kısıtlanması ishalin azalmasını sağlayabilir.
Fizik aktivite veya iş hayatı hastalığı kötü etkiler mi ?
Hayır , fiz,k aktivite ve iş hayatı hastalığı kötü yönde etkilemez. Hastalığın alevlenme dönemlerinde hastaneye yatırma veya bir süre yatak istirahati gerekebilir. Bu dönemler dışında hasta spor da dahil olmak üzere normal fizik aktivitesini ve iş hayatını sürdürme yönünde cesaretlendirilmelidir.
Crohn hastalığı barsak kanseri midir veya barsakta kanser Gelişmesine yol açar mı ?
Crohn hastalığı barsak kanseri değildir. Düşük bir oranda ince ve kalın barsakta kanser gelişme riski olabilir. Kontrollerinizde doktorunuz bu riski gözönüne alarak gerektiğinde ek araştırmalar yapabilir.
Nasıl teşhis edilir ?
Sıklıkla haftalar-aylar süren karın ağrısı , ishal , kilo kaybı yakınmaları olan genç hastada Crohn hastalığından şüphelenilir. Basit kan tetkikleri kansızlık ve iltihaplanmanın bazı bulgularını gösterebilir. Daha ileri tetkikler ağız yoluyla verilen ilacı (baryum) takiben mide , ince barsak filmlerinin çekilmesi ya da anüsten aynı ilacın verilerek kalın barsak filmlerinin çekilmesidir. Tanı açısından en önemli tetkiklerden birikolonoskop denilen bükülebilir cihazlarla kalın barsağın ve bazı durumlarda ince barsağın son bölümünün içeriden görülerek incelenmesidir. Bu inceleme sırasında tanıda önemli olabilecek biyopsiler alınarak patolojik inceleme için gönderilebilir.
Hangi ilaçlar kullanılır ?
İshalin şiddetini azaltmak için , doktor uygun gördüğü takdirde diphenoxylate (Lomotil) veya loperamide (Lomermid) gibi ilaçlar kullanılabilir. Ancak bu ilaçların hastalığa bir etkisi yoktur. Sulphasalazine (Salozopyrin) kalın barsağı tutmuş olan Crohn hastalarında , Mesalamine (Salofalk) ince barsağı tutan Crohn hastalığında yararlıdır. Salazopyrin alan bazı hastalarda bulantı , ciltte döküntü gibi yan etkiler görülebilir. Salofalk ile yan etkiler azdır.

 

 

 

CİLT KANSERİ
Tüm kanser türleri gibi cilt kanserinin de görülme sıklığı giderek artmaktadır. Hastalığın gözlenmesinde genetik faktörler kadar çevresel faktörler de rol oynamaktadır. Özellikle zararlı UV ışınlarına maruz kalınması deri kanseri riskinin artmasına neden olmaktadır.
Deri kanserleri tüm cilt yüzeyinde ortaya çıkabilir, ancak daha çok vücudun güneş gören bölgelerinde rastlanır.
Kimler daha fazla cilt kanseri riski taşır?

• Ailesinde cilt kanseri olanlar
• Açık tenliler
• Ciltlerinde kolayca çillenme olan kişiler
• Fazla sayıda beni olan kişiler
• Fazla sayıda beni (nevüs) olanlar ve bunların değişik şekil ve boyutta olması
• Çok fazla ultraviyole ışınına maruz kalanlar (sürekli açık havada çalışanlar)
• Mor ötesi ışık ve bronzlaştırıcı ışıklara maruz kalanlar
Bunların dışında,
• Radyoterapi alan kişiler
• Uzun yıllar iyileşmeyen yaralara sahip olanlar
• Kanser yapıcı maddelere (arsenik, katran, zift, DDT) sürekli maruz kalma gibi nedenler de cilt kanseri görülme riskini artırabilmektedir.
• Cilt kanserleri hangi deri hücrelerinden kaynaklandığına göre farklı tipte olabilir. (örn: bazal hücreli kanser; epidermiste gözlenir, skuamöz hücreli kanser; skuamöz hücrelerde gözlenir..)
Benler kanserleşir mi?
Benler, yoğun pigmentli deri hücrelerinin kümeleşmesi ile oluşur. Doğuştan ya da sonradan oluşan benler; bazen deri ile aynı seviyede bazen de daha kabarıktırlar. Pek çok benin hiç bir tehlikesi yoktur ancak bazılarının kanserleşme riski bulunmaktadır.
Benler ne zaman ameliyat ile alınmalıdır?
Benler estetik açıdan kişiyi rahatsız ediyorsa, giysi ya da takılarla sürekli tahriş oluyorsa ya da en önemlisi kansere dönüşme ihtimali varsa ameliyat ile alınabilir.
Cilt kanseri nasıl tanısı
Cilt kanserlerinin en sık rastlanan tipleri bazal ve skuamöz hücreli cilt kanserleri çeşitli yapıda olabilir. Çoğunlukla karşılaşılan yapılar şöyledir:
• Yüzeyi düzgün, parlak veya çukur şeklinde,
• Kuru, pullu, kırmızı bir nokta şeklinde,
• Beyaz ve pembe renkli küçük bir kitle şeklinde,
• Kabuklu, kırmızı, yumru şeklinde, kabuklu yan yana küçük kitleler şeklinde,
• Bir yara izine benzeyen beyaz bir yama şeklinde olabilir.
2-4 haftada iyileşmeyen, kanama ve ağrı yapabilen bu türdeki lezyonların kanser olabileceği ihtimali düşünülmelidir. Daha az rastlanan cilt kanseri tipi olan malign melanoma ise genellikle bir benden kaynaklanabilir.
Herhangi bir bende ortaya çıkan bazı değişiklikler kanserleşme açısından önemli uyarı kriteri olabilmektedir:
• Asimetri
• Kenar düzensizliği
• Değişik renk tonlarında olma
• Üzerinde kabuklanma
• Kanama
• Kaşıntı
• Çevresinde kızarıklık
• Kıllanma artışı
• Boyutunda 6 mm’den daha fazla veya anormal bir artış olması.
Bu değişikliklerden biri veya birkaçı gözlenen benler ameliyat ile alınarak patolojik olarak incelenmelidir.
Cilt kanserinin erken teşhisi ve tedavisi için;
Düzenli olarak vücudunuzu kontrol etmeniz, sizi şüphelendiren bir durumda hemen dermatoloji veya plastik ve rekontstrüktif cerrahi uzmanlarına başvurmanız önemlidir. Plastik ve rekonstrüktif cerrahi uzmanları şüpheli olan yapıyı, fonksiyonel bir zara vermeden ve estetik yapıyı bozmadan ameliyatla alabilmektedirler. Ameliyat ile alınan dokunun daha sonra patolojik olarak değerlendirilmesi ile cilt kanseri olup olmadığı anlaşılabilmektedir.
Cilt kanseri nasıl tedavi edilir?
Cilt kanserinin tedavisinde izlenecek yol, kanserinin türüne, ne kadar ilerlediğine (evresine), yerleşim yerine ve hastaya bağlı olarak farklılık gösterir.
Cerrahi, medikal onkoloji ve radyasyon onkolojinin ortak yaklaşımı ile hastaya en uygun tedavi yöntemi değerlendirilir.

 

 

 

CİLT KURULUĞU

Cilt kuruluğu, cilde dokunulduğunda ya da dikkatli bakıldığında fark edilen bir cilt durumudur. Cilt kuruluğu, cildin dış hücre tabakasındaki (stratum corneum) nem oranını kaybetmesi sonucu oluşmaktadır. Neticesinde de cilt nemini ve dolayısıyla da esnekliği kaybettiği için çatlamaya başlamaktadır. Cilt kuruluğuna ayrıca kserozis ya da kseroderma da denilebilmektedir.
Cilt kuruluğu neden olur? Cilt kuruluğunun pek çok nedeni olabilmektedir ve hemen hemen herkes bu durumdan etkilenebilmektedir. Buna rağmen, bazı insanlar yüksek risk faktörleri içinde bulundukları için cilt kuruluğuna daha eğilimli bir hale gelmektedir. Cilt kuruluğu üzerinde etkisi bulunan bazı faktörler şöyle sıralanmaktadır:
• Yaş
• İklim şartları
• Sağlık koşulları
• Meslek
• Yaşam tarzı
• Diyet
Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse, cilt kuruluğunun nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür:
Yaş
İnsan yaşlandıkça cilt doğal olarak daha da incelmektedir. Bu nedenle, herşeyden daha kolay etkilendiği için daha kolay nem kaybeder. Bu, cildin kendi doğal yapısında ortaya çıkan ve cilt üzerinde, aşağıdakileri içeren çeşitli değişikliklerin yaşandığı normal bir değişikliktir:
• Sebase bezlerin aktivitesinin azalması
• Cilt üzerindeki doğal su tutucuların azalması
• Cildin koruyucu lipidlerin yenileme kabiliyetini devre dışı bırakması
• Ciltte daha az kan akışı olması
• Ciltteki sebum üretiminin azalması
Sonuç olarak, 40 yaşın üstündeki kişilerin olası cilt kuruluğunu önlemek için düzenli olarak nemlendirici kullanması gerekli görülmektedir.
İklim Koşulları
Çevredeki ortamın havası, cilt kuruluğuna neden olan önemli bir faktördür. Örnek vermek gerekirse, çöl gibi kuru iklim bölgelerinde yaşayan insanların ciltleri daha fazla nem çekmektedir, bu nedenle, kuru iklimlerde yaşayan insanların cilt kuruluğundan etkilenme ihtimali daha yüksektir.
Buna ek olarak, düşük sıcaklık ve nem seviyeleri nedeniyle, kış mevsiminde, cildin nem oranı düşme eğilimi göstermektedir. Bu aynı zamanda kışın ısıtma, ocaklar ve şöminelerin artan kullanımı ile de bağlantılı olabilmektedir. Tüm ısınma sistemleri de cildin kurumasına katkıda bulunabilmektedir.
Cildin güneşe veya aşırı rüzgârlara uzun süre maruz kalması da ciltte bulunan nemin buharlaşmasına neden olabilmektedir ve sonuç olarak da, cilt kuruluğuna sebebiyet verebilmektedir.
Sağlık Koşulları
Sedef hastalığı olarak da bilinen atopik dermatit gibi diğer cilt hastalıkları geçmişi olan kişilerin gelecekte tekrar cilt kuruluğu yaşama ihtimali bulunmaktadır. Bunun nedeni, cilt yapısında bazı değişikliklerin olması ve bu değişikliklerin cildin nemini daha kolay kaybetmesine izin vermesidir. Diğer sağlık koşulları şunlar olabilmektedir:
• Menopoz
• Hipotiroidi (Tiroid yetmezliği)
• Kronik böbrek hastalığı
• Kötü beslenme sonucu kilo verme
Meslekler
Bazı mesleklerde çalışan insanların çalıştıkları ortamlar nedeniyle cilt kuruluğu yaşama ihtimali daha yüksek olabilmektedir. Örnek vermek gerekirse, hemşirelik, tesisatçılık ya da kuaförlük gibi meslek alanlarının içinde bulunan kişilerde cilt kuruluğu daha fazla yaşanmaktadır. Bazı ciddi durumlarda, cilt hasar görebilmekte ve sonrasın çatlaklar da ortaya çıkabilmektedir.
Yaşam Tarzı
Bazı yaşam tarzı biçimleri cilt kuruluğuna neden olabilmektedir. Mesela, yüzme havuzları devamlı temizlendiği için yüksek miktarda klor içermektedir. Havuz suyunda bulunan bu klor, cilt kuruluğuna yol açabilmektedir. Diğer yandan, uzun süre duş almak ya da çok sıcak bir suyla duş almak da cilt kuruluğu ile sonuçlanabilmektedir. Kullanılan sabunlar, deterjanlar ve şampuanlar cilt kuruluğuna önemli derecede etki edebilmektedir.
Diyet
Yağsız gıdaların tüketildiği bazı diyetler, esansiyel yağ asitleri eksikliğine neden olabilmektedir. Yağ ise cildin nem oranını korumak için oldukça gereklidir. Benzer şekilde, alkol aşırı tüketimi veya bazı ilaçların büyük dozlarda reçete edilmesi de cilt kuruluğu riskini yükseltebilmektedir.
Cilt kuruluğuna neden olabilen bazı ilaçlar şunlardır:
• Oral retinoidler
• Diüretikler
• Epidermal büyüme faktörü (hücre büyümesi)
• Reseptör inhibitörleri
Cilt Kuruluğu Nedir?
Cilt kuruluğuna her ne kadar çoğu zaman ciddi bir tıbbi durum neden olmasa da, oldukça rahatsız edici bir sorun haline gelebilmektedir.
Cilt kuruluğu altta yatan bazı tıbbi nedenler sonucu ortaya çıkabilmektedir, ancak çoğu zaman bunun nedeni cildin sağlıklı yapısını zorlayan çevresel koşullardır. Çok sıcak ya da çok soğuk hava, düşük nem oranı ya da aşırı sıcak suya maruz kalma gibi koşullar cildin yapısına etki edebilmekte ve cilt kuruluğuna neden olabilmektedir.
Cilt kuruluğunu iyileştirmek için cildin nem oranını dengede tutmak çoğu zaman yeterli olabilmektedir. Bu durumda nemlendiriciler oldukça yardımcıdır. Diğer yandan, sabun gibi tahriş edicilerden de uzak durmak da fayda vardır.
Cilt Kuruluğu Belirtileri
Cilt kuruluğunun belirtileri hem hissedilebilir hem de gözle görülebilir olabilmektedir. Diğer yandan, cilt kuruluğu başlangıcında belirtiler hafif geçerken, zamanla daha da ciddileşebilir. Cilt kuruluğu belirtileri şunları içerebilmektedir:
• Kaba, kabuklanan ya da pul pul dökülen bir cilt
• Kaşıntı
• Koyu tenlilerde gri bir cilt rengi
• Zaman zaman cilt üzerinde meydana gelen çatlaklar (bazen kanamalara da neden olabilir)
• Çatlamış veya hassas dudaklar
Cilt kuruluğu çatlaklara neden olduğunda, mikroplar bu bölgelerden cilt içine girebilmektedir. İçeri giren mikroplar sonrasında enfeksiyonlara yol açabilmektedir. Cilt üzerindeki kızarıklık ve yanma hissi oluşan lekeler enfeksiyonun bir belirtisi olarak değerlendirilmektedir.
Cilt kuruluğu belirtileri fazlası için tıklayınız
Cilt Kuruluğu Tedavisi
Cilt kuruluğu nasıl geçer? Cilt kuruluğu için uygulanabilecek en iyi ve etkili tedavi yöntemi, cildin nemini kaybetmesini önleyen yumuşatıcılar kullanmaktır. Bu duruma bir nevi cildi yağ takviyesi yapmak da denebilmektedir. Cilt kuruluğu genellikle çevresel faktörler ve iklim şartları nedeniyle ortaya çıktığı için kremler ve losyonlar gibi nemlendiricilerle cildi dışarıdan tedavi etmek mümkündür.
Daha ciddi cilt kuruluğu için eczanelerde satılan bazı nemlendiriciler de, cilt neminin geri kazandırılmasına yardımcı olabilmektedir. Cilt kuruluğunun altında yatan neden tespit edildiğinde, tedavilerin esas amacı cilt üzerindeki kaşıntı ve su kaybını önlemek, diğer yandan da, cildi nemli tutmaktır.
Cilt Kuruluğu İçin Hangi Doktora Gidilir?
Cilt kuruluğu için bir cilt hastalıkları uzmanına (dermatolog) başvurabilirsiniz.

 

 

 

 

CİLT LEKELERİ

Deride meydana gelen renk değişikliğinin birçok nedeni olabilir. Bazen, can sıkıcı olmakla beraber endişe edilecek bir durum değildir. Bununla birlikte, daha tehlikeli bir duruma da işaret ediyor da olabilir.
Vücudumuzda, normal cilt renginden daha belirgin olarak ortaya çıkan lekeler yaşamımızı olumsuz etkilerken, özellikle gençlerde psikolojik sorunlara neden olabiliyor. Ciltteki lekelerin neden oluştuğu, cilt lekelerinin çeşitleri gibi cilt lekeleriyle ilgili merak ettiklerinizi haberimizi okuyarak öğrenebilirsiniz…

CİLT LEKELERİ NEDİR? NASIL OLUŞUR?
Yaşamın ilerleyen dönemlerinde gelişen koşullar, yanlış beslenme, genetik yapı, kirli hava gibi ciltte lekelerin oluşumunda etkili olan faktörlerdir.Cildimize rengini pigment melanin denilen bir madde verir. Melanin, melanosit hücrelerinde bulunan amino asit tirosinden türetilen karmaşık bir polimerdir. Melanosit hücreleri, cildimizin (epidermis) üst tabakası boyunca dağıtılan özelleşmiş hücrelerdir. Melanin üretildikten sonra, etrafındaki diğer cilt hücrelerine yayılır ve cildimize eşit bir renk görünümü verir. Bazen melanosit hücreleri, gruplar halinde veya kümeler oluşturarak, benler, çiller, yaşlılık lekeleri ve diğer cilt renklenmelerini oluşturabilirler.
Çoğu insanda melanin dengeli olarak verilen bir şeydir, ancak, bazı durumlarda, ciltte çok fazla, çok az veya hiç melanin mevcut olmayabilir. Deri renk değişimleri, anormal kan damarları, mantarlar ve cilt anatomimizin diğer yönlerinden de oluşabilir.
CİLT LEKELERİNİN ÇEŞİTLERİ
Yaş lekeleri: Karaciğer veya yaşlılık lekeleri olarak da adlandırılan lentijinler genellikle 5-20 mm çapında düz, iyi huylu lezyonlardır. Bu lekeler, kahverengiden siyaha kadar değişebilir ve genellikle tekrar tekrar güneşe maruz kalmadan kaynaklı olarak orta yaşlarda ortaya çıkar. Bu tür lentijinler güneş lentijinleri olarak bilinir. Bununla birlikte, güneşe maruz kalmadan ortaya çıkan lentijinler de vardır. Çiller ile karıştırılmaması için, lentijinler vücutta daha yaygın olarak dağılır, genellikle daha koyu renklidir ve çiller gibi kış aylarında kaybolmazlar. Lentijinler normalde hiçbir risk oluşturmaz, ancak bazen melanomlar ile karışabilirler, bu yüzden bir doktorun görmesinde her zaman fayda vardır.
Melazma: Bazen kloazma olarak da adlandırılan melazma, genellikle yüzde kahverengi lekelerin görüldüğü bir durumdur. Genellikle hormonal değişikliklerle tetiklenirler ve sıklıkla bu nedenle hamile kadınlarda görülürler. Bazen insanlar melazmaya “hamilelik maskesi” derler. Melazma ayrıca kontraseptifler, hormon replasman tedavisi ve aşırı güneşe maruz kalmaktan da kaynaklanabilir. Kadınlarda daha yaygın olmasına rağmen, erkekler de melazma görülebilir. Ciltte artan melanin miktarı epidermiste (cildin üst tabakası), dermiste (cildin orta tabakası) veya her ikisinin bir kombinasyonu bu duruma neden olabilir. Melazma tehlikeli bir durum değildir, ama şüphesiz ki yaşam kalitesini etkileyebilir. Neyse ki, en yaygın olanı, bileşen hidrokinon ile bir parlatıcı krem kullanmak suretiyle tedavi edilebilirler.
Doğum lekeleri: Doğum lekeleri, normalde doğumda bulunan cildimizdeki renkli lekelerdir. Bazen bu lekeler kırmızı renkte olabilir. Bu durumdaki lekeler, genellikle “vasküler doğum lekesi” dir. Doğum lekeleri derideki anormal kan damarlarından kaynaklanır. Diğer ana doğum lekesi türüne “pigmentli doğum lekesi” denir. Bu tür doğum lekesi doğumda bulunur ve genellikle kahverengi, siyah veya mavimsi gri renklidir. Doğum lekeleri genellikle sağlığı etkileyen riskler taşımazlar, ancak çocuğun gözünün yakınında ya da kozmetik bakımdan endişe duyulacak sorunlu bölgelerde bulunurlarsa, çıkarılabilirler.

Hemanjiyomlar: Kan damarlarının kümelenmesiyle oluşan iyi huylu lekelerdir. Genellikle deride veya bazen iç organlarda, özellikle karaciğerde görünürler. Normalde doğumda bulunurlar ve nadiren semptomlara neden olurlar. Hemanjiyomlar genellikle doğum lekelerine benzerler ve kırmızı, kırmızı-mavi ila somon rengine kadar değişik renklerde olabilirler. Birçok hemanjiyom türü, çocuk 10 yaşına gelene kadar kaybolabilir, diğer lezyonlar veya yaralarla oluşan lekeler, jel gibi ilaçlarla ya da cerrahi yöntemlerle tedavi edilirler.
Seboreik Dermatit: Kırmızı, kaşıntılı ve pullu döküntülerin tipik olarak kafa derisi üzerinde ve aynı zamanda vücudun diğer bölgelerinde geliştiği bir cilt rahatsızlığıdır. Genellikle psoriazis, egzama veya alerjik reaksiyondan kaynaklanan döküntülere benzemektedir. Kızarıklık bulaşıcı değildir, ancak genellikle uzun süreli bir durumdur. Semptomlar kepek, yağlı ve pullu cilt, kırmızı deri veya kabuklanma ve bazen kaşıntı veya batma içerebilir. Kesin neden bilinmemektedir ancak ilaç, krem, şampuan ve merhem ile veya antifungal ilaçlar veya bağışıklık sistemini etkileyen ilaçlar ile tedavi edilebilir.
Vitiligo: Derinin beyaz lekeler oluşturduğu bir hastalıktır. Melanosit hücreleri melanin üretmeyi bıraktığında ya da işlevlerini kaybettiklerinde ortaya çıkar. Durumun nedenleri belirsizdir, ancak otoimmün bir hastalık olduğu düşünülmektedir. Her yaşta ve vücudun herhangi bir yerinde görülebilir. Bazen beyaz yamalar vücudun her tarafına yayılır ve ilerleyen zamanlarda aynı büyüklükte kalırlar. Vitiligo genellikle, zamanla daha büyük bir yamaya dönüşür ya da deri üzerinde küçük soluk bir nokta olarak görülür. Vitiligo genellikle zararsızdır ve bulaşıcı değildir, ancak kozmetik görünümü, vitiligodan muzdarip olan kişilerde duygusal ve psikolojik sıkıntıya neden olabilir. Kortikosteroid kremler, depigmentasyon tedavileri ve UVA ve UVB fototerapi dahil olmak üzere vitiligo görünümünü azaltmaya yardımcı olabilecek çeşitli tedaviler vardır. Bu tedavilerden bazılarının yan etkileri bulunduğu için, tedavi seçeneklerini bir doktora danışarak belirlemek gerekir.
Albinizm: Hipoigmentasyonun bir başka aşırı şeklidir ve melanin üretiminde gerekli olan enzim olan tirozinazın yokluğuna veya yokluğuna bağlı olarak deri, saç ve gözlerdeki pigmentasyonun kısmen veya tamamen yok olmasına neden olur. Dünyada her 17.000 kişiden birinde görüldüğü tahmin edilmektedir. Doğumda tüm ırkları etkileyen bir genetik bozukluktur. Albinizm, melanin üretiminden sorumlu bir veya birkaç gendeki bir kusurdan kaynaklanır. Ne tür bir albinizm olursa olsun, hastalığı olan tüm insanlar, ışık hassasiyetleri, hizalama sorunları, zayıf görüş ve daha fazlası dahil olmak üzere görme sorunlarından muzdariptirler. Albinizm genellikle zamanla kötüleşmeyen tedavi edilemez bir durumdur. Albino olan insanlar cilt kanseri için risk altındadırlar ve korunma prosedürlerini uygulamalı ve güneşe çok dikkat etmelidirler. Hastalığın olumsuz sosyal ve duygusal belirtileri yaygındır. Tedavi olanakları sınırlıdır.
Tinea Versicolor: Pityrosporum ovale adı verilen deride bulunan doğal bir maya, kontrolden çıktığında ve cildin pigmentasyonunu değiştirmeye başladığında ortaya çıkan bir durumdur. Cilt lekeleri daha açık veya daha koyu olabilir. Tinea versicolor sıcak hava, yağlı cilt, zayıflamış bağışıklık sistemi, hormonal değişiklikler ve aşırı terleme gibi çeşitli faktörlerden kaynaklanabilir. Bu durum ergenlerde ve genç erişkinlerde, sıcak ve nemli iklimlerde yaşayan erişkinlerde ortaya çıkmaktadır. Tinea versicolor, genellikle renksiz yamalar veya lekelerin çıkarılmasında etkili olan reçetesiz anti-fungal (mantar tedavisinde kullanılan) ilaçlar ile tedavi edilebilir.
Liken sklerozus: İnce beyaz cilt lekeleri oluşturan nadir bir durumdur. Genellikle cinsel bölgeleri etkileyen lekelerdir. Menopoz dönemindeki kadınlarda sık görülür, ancak erkekler ve çocuklar da etkilenebilir. Yaygın belirtileri arasında ciltteki pürüzsüz beyaz lekeler, bir araya gelen beyaz çatlaklar ve çatlama veya ağrı, kaşıntı, kırılgan cilt, kırışık veya kalınlaşmış deri bulunur. Liken sklerozusun nedeni bilinmemekle birlikte, hormonal dengesizlikler aşırı aktif bir bağışıklık sistemi belli başlı faktörlerdir. Bu bulaşıcı değildir ve ilişki yoluyla yayılmaz. Günümüzde bu durumun tedavisi yoktur ancak belirtiler steroid kremler ve merhemler kullanılarak yönetilebilir. Doğru kullanıldığında, kremler genellikle semptomları tamamen hafifletmeye yardımcı olur.
Egzama: Atopik dermatit olarak da bilinen egzema, inflamasyon sonucu kırmızı, kaşıntılı ve kuru cilde neden olan bir cilt rahatsızlığıdır. Bazen kırmızı bir döküntü içinde beyaz lekeler oluşabilir. Bu durum genellikle çocuklarda bulunur, ancak yetişkinlik döneminde de devam edebilir. Egzama semptomları, kaşıntılı olan kuru, pullu, kalınlaşmış deriyi içerir. Özellikle koyu tenli kişilerde egzama, cildin renginin değişmesine neden olarak etkilenen bölgeyi çevreleyen deriyi daha açık veya koyu hale getirebilir. Egzamanın nedeni bilinmemektedir, ancak alerjiler, astım ve tahrişe karşı aşırı aktif bir bağışıklığın bir tepkisi olduğu düşünülmektedir. Bu durumun tedavisi yoktur. Birçok insanda egzama zamanla geçebilir. Doktorlar, semptomları hafifletmek için topikal kortikosteroid kremler ve merhemler, oral ilaçlar ve ışın tedavisi önerebilir.
Pityriasis alba: Çocuklarda ve genç erişkinlerde yaygın olarak bulunan ve ciltte soluk pembe veya kırmızı, pullu lekeler oluşturan bir cilt bozukluğudur. Terim, pityriasis (pullu) ve alba (beyaz) kelimelerinden türetilmiştir. Bu lekeler temizlendiğinde, deride iz bırakırlar. Pürüzsüz olan bu lekeler yer değiştirir. Lekeler yuvarlak, oval veya düzensiz olabilir ve özellikle de yüz ve kollarda çok sayıda yamalar oluşabilir. Durumun, egzama ile ilişkili olduğuna inanılmaktadır, bu nedenle de, aşırı aktif bir bağışıklık sistemi, şüphelenilen bir nedendir. Yamalar birkaç ay içinde temizlenebilir. Bazı durumlarda birkaç yıl sürebilir. Pityriasis alba için hiçbir tedavi yöntemi yoktur. Lekeler çoğu zaman yetişkinlikte ortadan kaybolur. Ancak, bir doktor genellikle kuruluk ve / veya kaşıntıyı hafifletmek için bir steroid veya steroid olmayan krem verebilir. Bazı durumlarda, lekeler zamanla parlayabilir ve daha fazla tedavi gerektirebilir.
İdiopatik guttat hipomelazozu: İdiopatik guttat hipomelanozis, genellikle boyun bölgesi, kolların üst arkası ve yüzde 1 ila 10 mm çapında düz beyaz lekelerin oluşmasına neden olan bir bozukluktur. Genellikle açık tenli bireylerde bulunur, ancak koyu deride de olabilmektedir. Kesin nedeni bilinmemekle birlikte, genellikle 40 yaş ve üzerindeki kişilerde ortaya çıkar. Lekeler iyi huyludur ve melanosit hücreleri öldüren güneşe maruz kaldığında oluştuğu düşünülmektedir. Genellikle tedavi gerektirmez, ancak güneş hasarının engellenmesi için önleyici tedbirler alınmalıdır. Topikal steroidler, kremler ve dermabrazyon noktaların görünümünü en aza indirgemek için kullanılabilir.

 

 

 

 

CİLTTE İLAÇ REAKSİYONLARI
Ciltte ilaç reaksiyonları; bir ilacın kullanımından sonra gelişen istenmeyen klinik bulguları kapsar ve modern ilaç sağaltımının bir bedeli olarak düşünülebilir. İlaç reaksiyonları çok farklı klinik görünümde ortaya çıkabilmektedir.

Ciltte ilaç reaksiyonlarının belirtileri nelerdir?
İlaç reaksiyonlarının en sık karşılaşılan belirtileri:
• Tüm vücutta kızamık benzeri döküntü; görülme sıklığı: %39
• Ürtiker/anjioödem; görülme sıklığı: %27
• Aynı ilaç alındığında hep aynı yerde oluşan mor leke, bazen su dolu kabarcık; görülme sıklığı: %16
• Eritema multiforme; görülme sıklığı: %5.4
Alerjik reaksiyonlar ilaçların beklenen etkilerine benzemez, çok küçük dozlarda da ortaya çıkabilir. İlaç tekrar alındığında reaksiyon da tekrar ortaya çıkar, ne kadar süreceği önceden tahmin edilemez. Alerjik reaksiyonun ortaya çıkmasında ilacın moleküler özellikleri, verilme şekli, kişinin metabolik özellikleri, yaş, genetik ve çevresel özellikler (güneş ışınları) etkili olmaktadır.
Çok hafif bir deri döküntüsünden, kurdeşene, hatta ölümcül tablolara kadar giden şekilde ortaya çıkabilir.
Ciltte ilaç reaksiyonları en sık kimlerde gözlenir?
İlaç reaksiyonlarının sıklığı dünyada %6-30 arasında değişir; kadınlarda %35 oranında daha fazla gözlenirken, çocuk ve yaşlılarda daha ender ortaya çıkar.
Kişi ne kadar çok ilaç kullanılıyorsa ciltte ilaç reaksiyonlarının gelişme riski o kadar artmaktadır.
Ciltte ilaç reaksiyonlarına neden olan ilaçlar hangileridir?
En çok sorumlu olan ilaçlar ülkelere göre farklılık göstermektedir. Örneğin İngiltere’de antiinflamatuar ilaçlar, ACE inhibitörleri, Balkanlarda bunlara ilave olarak antibiyotikler, Hindistan’da ise epilepsi ilaçları ve antibiyotikler ilk sıralardadır. Genelleme yapacak olunursa çoğundan antibiyotikler (amoksisilin, ampisilin, trimetoprim-sulfametoksazol), antienflamatuar ajanlar, ateş düşürücüler ve ağrı kesiciler sorumludur.
Ciltte ilaç reaksiyonlarının tedavisi
İlk yapılması gereken sorumlu ilacın bulunup kesilmesidir. Tedavi daha sonra klinik bulgulara göre düzenlenmektedir. İlaç reaksiyonlarının çok tehlikeli olduğu, bir reaksiyon görüldüğünde mutlaka hastaneye başvurulması gerektiği ve o ilacı bir daha kullanmadan hekime danışılmasının şart olduğu da unutulmamalıdır!

 

 

 

CİNSEL GELİŞİM BOZUKLUKLARI (ERKEN ERGENLİK, GECİKMİŞ ERGENLİK)
Kız çocuklarının 8 yaşından önce, erkek çocuklarının ise 9 yaşından önce ergenliğe girmesine yaşanan “erken ergenlik” denir.
Bu durumun nedeni genellikle bilinmemektedir.
Değişen beslenme alışkanlıkları, hormonlu gıdalar ve artan obezite başlıca tetikleyici faktörler olarak kabul edilse de; erken ergenlik nadiren enfeksiyonlar, hormonal hastalıklar, tümörler sonucu da görülebilmektedir.
Erken ergenlik kaça ayrılır?
Erken ergenliğin merkezi ya da periferal nedenlere bağlı olarak oluşabilir. Merkezi erken ergenlik nedenleri; genellikle beyin veya merkezi sinir sistemi kaynaklı tümör, doğum esnasında oluşan hidrosefali, menenjit, ansefalit olarak sıralanabilir. Periferal erken ergenliğin nedenleri; adrenal veya hipofiz bezlerindeki aşırı östrojen ve testosteron üreten tümörlerdir. Aynı zamanda östrojen ve testosteronun krem veya merhem şeklinde dışarıdan fazla miktarda alınması da periferal erken ergenliğe neden olabilir.
Kızlarda periferal erken ergenlik yumurtalık kisti ve yumurtalıkkanseri ile birliktelik gösterebilir. Erkek çocuklarda ise; Germ ve Leyding hücre tümörleri periferal erken ergenliğe neden olabilir.
Erken ergenlik belirtileri nelerdir?
Kızlarda ilk belirti meme dokusundaki büyüme ve bunu izleyen genital bölge ve koltuk altı tüylenmesidir. İlk adet kanamasının başlamasıyla da erken ergenlik süreci tamamlanır.
Erkeklerde ilk belirti testislerin büyümesidir. Testis büyümesini penis büyümesi, genital bölge ve koltuk altı tüylenmesi, seste kalınlaşma, vücut kas kitlesinin artışı izler.
Erken ergenliğin komplikasyonları nelerdir?
Ergenlik; seksüel gelişimin kazanıldığı, kemik ve kasların hızla geliştiği, vücut şeklinin cinsiyet doğrultusunda şekillendiği değişimini ve vücudun üreme yeteneğinin kazanımını içeren süreçtir.
Erken ergenliğe giren çocuk başlangıçta hızla uzar ve akranlarına göre daha uzun boylu olur fakat hızlı başlayan kemik gelişimi sonradan durur. Bunun nedeni kemik uçlarında bulunan Bu hızlı uzama döneminin sonunda ise epifizler kapanarak büyüme duruyor. Bu durum erken ergenliğe giren çocukların yetişkin olduklarında diğer erişkinlere göre daha kısa olmalarına neden olur. Erken tanı ve tedavi ile kısa boylu kalma riski ve erken ergenliğe giriş önlenebilir.
Erken ergenlik tedavisi
Erken ergenlik tedavisi iki basamakta ele alınır; hormonların etkisi ile kemik epifizlerin erken kapanarak çocuk yetişkin olduğunda boyunun kısa kalmasını engellemek ve akranlarından farklı olarak ergenliğin gelişmesi ile çocukta oluşabilecek sosyal ve duygusal problemlerden çocuğu korumak.
Tedaviye kız ve erkek çocukların ergenliğe normal girme zamanlarına kadar devam edilir. İlaç tedavisi tamamlandıktan sonra ortalama 16 ay sonra çocuk normal olarak ergenliğe girer.

 

 

 

CİNSEL İSTEKSİZLİK
Cinsel isteksizlik cinselliği başlatmak için istekli olmamak ya da partnerinden gelen cinsel uyarıya cevap verememek olarak tanımlanabilir. Hem kadınlarda hem de erkeklerde gözlenebilen bir sorundur.

Kadınlarda cinsel isteksizlik;

Cinsel isteksizlik erişkin kadınların % 43’ünde görülen yaygın bir durumdur.Kadınlarda cinsel isteksizlik birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir;

• Kadın orgazm olacak kadar uyarılamazsa cinsel isteğinin takip eden birleşmelerde azalması normaldir.
• Kadınların kültürel, ahlaki, dini değerleri cinsel isteksizliğe neden olabilir.
• Geçmişte yaşanan cinsel tacizler, tecavüz durumları cinselliği baskılar.
• Gebelik korkusu cinsel isteksizliğe neden olabilir.
• Görev olarak yapılan ilişki cinsel isteksizlik yaratır.
• Partnerlerinde sertleşme sorunu olan kadınlarda da zamanla cinsel isteksizlik görülebilmektedir.
• Cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olan durumlar da cinsel isteksizlik yaratır.
• Menopoz döneminde hormon seviyelerindeki düşüş nedeniyle görülen vajinal kuruluk ağrılı cinsel ilişkiye neden olacağından kadınlarda cinsel isteksizlik yaratabilir.
• Depresyon veya epilepsi tedavisinde kullanılan ilaçlar, doğum kontrol hapları da libidoyu azalttığından cinsel isteksizliğe neden olabilir.

Kendi bedenini tanımayan kadınların nasıl zevk alacaklarını bilemedikleri için cinsel olarak istekli olmaları mümkün değildir. Cinsel isteksizliği olan kadınların önce kendi vücutlarını ve cinsel organlarını tanımalarına yönelik egzersizlerle cinselliklerini keşfetmeleri gerekir.

Erkeklerde cinsel isteksizlik;

Erkeklerde cinsel isteksizlik; hormonlar, hastalıklar, ilaçlar, duygular, düşünceler, ilişkiye dair nedenler, sigara-alkol kullanımı ve stres gibi birçok faktör ile azalabilir. Her erkek hayatın getirdiği sorunlar nedeniyle dönem dönem cinsel isteksizlik yaşayabilir.

Erkeklerde cinsel isteksizlik nedenleri şöyle sıralanabilir;

• Erkeklik hormonlarının yetersizliği
• Anti-depresan ilaç kullanımı
• Kalp-damar hastalıkları, kalp yetmezliği
• Kronik hastalıklar (diyabet, tiroit, böbrek-karaciğer sorunları, ağrı)
• Öfkeli, endişeli, depresif yapı
• Aşırı stres
• Sorunlu ilişki
• Yaş

Cinsel isteksizlik tespiti için kişinin eski hali ile mevcut halini kıyaslama yapması gerekir. Yapılan çalışmalar cinsel istek sıklığının haftada 1-4 ya da ayda 2 kez civarında olduğunu göstermektedir. Bu sayılardan daha az oranda istek duyanlarda cinsel isteksizlik olabileceğine dikkat çekilse de asıl önemli olan kişinin kendisine ait olan verileridir.

 

 

 

 

CİNSEL SOĞUKLUK

Toplumumuzda yanlış bir algı olarak cinsel isteksizliği yaşayanların sadece kadınlar olduğu düşünülür. Oysa bilimsel çalışmalar her beş erkekten birinde cinsel isteksizliğe rastlanıldığını ortaya koymaktadır. Kadın ya da erkekte cinsel isteksizliğin nedenleri? Sizler için araştırdık…
CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDİR?
Cinsel isteksizlik, kadın veya erkekte yeterli cinsel uyarı olmasına rağmen cinsellik ile her türlü aktivitelerden, cinsel düşünce ve fantezilerden uzaklaşma sorunu olarak açıklanabilir. “frijidite” veya “cinsel soğukluk” olarak da adlandırılmaktadır. Cinsel isteksizlik, tıp dilinde ‘hipoaktif cinsel istek’ olarak da bilinmektedir.
CİNSEL İSTEKSİZLİK TÜRLERİ
Cinsel isteksizlik türleri nedene göre farklılıklar göstermektedir.
Birincil Cinsel İsteksizlik Cinsel istek durumunun ergenlik döneminden itibaren olmaması.
İkincil Cinsel İsteksizlik: Önceden cinsel istek sorunu olmayan bir kişide sonradan ortaya çıkmış cinsel istek sorunu şeklinde olabilir
Bazan de cinsel istek azlığı kişilerde yoğun iş hayatı, stres gibi nedenlere bağlı olarak “dönemsel” olarak da görülebilmektedir.

ERKEKLERDE CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Fiziksel ve psikolojik nedenler erkeklerde de cinsel isteksizlik sorununa yol açmaktadır. Sorun daha çok psikolojik kaynaklıdır.
1) FİZİKSEL CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Erkeklerdeki cinsel isteksizlik nedenleri fiziksel etkenler oldukça farklı nedenlerle ortaya çıkabilir. Bunların bazıları:
– Aşırı alkol tüketimi
– Sigara ve madde bağımlılıkları
– Aşırı kilo
– Hipotiroidi
– Şeker hastalığı (Diabet)
– Hipogonadotrapik hipogonadizm
– Depresyon ve antidepresan ilaç kullanımı
– Böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği
– Hormonal değişimler (Özellikle testosteron düşüklüğü)
– Nörolojik hastalıklar
– Kronik hastalıkların varlığı
– Geçirilen ürolojik ameliyatlar
– Yaş faktörü
2) PSİKOLOJİK CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Daha çok psikolojik nedenlerle ortaya çıkan nedenler ise:
– Depresyon (Depresyon ve depresyon tedavisinde kullanılan antidepresan ilaçlar cinsel isteksizlik oluşturmaktadır)
– Evlilik sorunları
– Aldatma, aldatılma
– İlişkide yaşanan iletişimsel sorunlar
– Yüksek stres, yoğun iş temposu, maddi problemler
– Eşi tatmin edememe korkusu, başarısızlık kaygısı (performans anksiyetesi)
– Bedeniyle barışık olamama (Kötü beden algısı)
– Çocuklukta yaşanan cinsel travmalar (Taciz, tecavüz, istismarlar vb.)
– Olumsuz ilk cinsel deneyim
– Cinselliğin tabu sayıldığı kültürde yetişme (Hiçbir şekilde cinsel bilgi verilmemesi)
– Yetiştirilme şekli (Katı, kuralcı, dini ve ahlaki değerlere bağlı yetiştirilme)
– Gizli eşcinsellik
KADINLARDA CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ NELERDİR?
Kadınlarda görülen cinsel isteksizliğin % 1’i fiziksel, % 99’u psikolojik nedenlere bağlıdır.
FİZİKSEL CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Cinsel isteksizlikte fiziksel faktörler şunlardır:
– Yaşlanma ve menopoz
– Kullanılan bazı ilaçlar (doğum kontrol hapları, antidepresanlar, kortizon içeren ilaçlar gibi)
– Alkolizm
– Böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği
– Tiroid hastalıkları (hipotiroidi)
– Kronik hastalıklar (Şeker hastalığı, yüksek tansiyon gibi)
– Nörolojik problemler (Multipl skleroz, Parkinson gibi)
– Ameliyatla rahimin alınması (histerektomi operasyonları)
– Hormonal dengesizlikler
– İlişkide ağrı hissetme
– Genital organlardaki iltihaplar
– Rahimin ters dönüklüğü
– Vajinal kuruluk
PSİKOLOJİK CİNSEL İSTEKSİZLİK NEDENLERİ
Cinsel isteksizlikte rol oynayan psikolojik faktörler:
– Aşırı stres
– Kişiler arası ilişkilerdeki sorunlar
– Evlilik sorunları
– Beden şekli ile ilgili kaygılar
– Anksiyete (İçsel sıkıntılar)
– Gizli eşcinsellik
– Geçmişte yaşanan cinsel istismarlar
– Depresyon

 

 

 

 

CUSHİNG SENDROMU

Böbrek üstü bezinin korteks bölgesinden salgılanan glukokortikoid hormonların aşırı miktarda üretilmesi sonucu ortaya çıkan klinik tablodur. Cushing sendromu aynı zamanda başka bir rahatsızlığı tedavi etmek için steroid ilaçların (kortizon) uzun süre kullanılması sonucu da gelişebilir.
Hastada oluşan başlıca belirtiler:
• Aylar içinde yüzün yuvarlaklaşması ve kırmızı yanaklı görünüm alması
• Omuzlar arasında kambura benzer yağ birikimi
• Gövdenin alt kısmında cilt üzerinde çatlaklar (stria) oluşması
• Bitkinlik ve kaslarda güçsüzlük
• Vücudun su toplanması (ödem)
• Hipertansiyon (yüksek tansiyon)
• Aşırı kıllanma
• Osteoporoz (kemik erimesi)
• Şeker hastalığının başlaması
• Cushing sendromunun tedavisi
• Cushing sendromunun tedavisi vücuttaki artmış kortizol miktarını düşürmeye yöneliktir.
Bunun için medikal tedavinin yanında Cushing sendromunun sebebi tümör ise cerrahi olarak tümörün çıkarılması gerekir.
Tümör hipofiz ya da adrenal bez kaynaklı olabilir.

 

 

 

CÜZZAM

Hastalığın etkeni Mycoplasma leprae’dir

Kültürlerde üretilemez. Asido-rezistan olup, tbc basilinin aksine alkol ile dekolorize olur, yani alkole rezistansı yoktur. Asidorezistan boyama ile tipik olarak paralel bantlar yapan bir görünümleri vardır. Rezervuarı insandır.
Hastalık tabloları:
1. Tüberküloid Lepra: Hücresel immünitesi iyi, hümoral immünitesi zayıf olanlarda gelişir. Deride vitiligoya benzer hipopigmente alanlar veya makülopapüler lezyonlarla başlar ve sonra asimetrik nöritler ve anestezik bölgelerle kendini gösterir. Anestezilerin neden olduğu posttravmatik uç atrofileri ve iskemik gangrenler gelişir. Lezyonlarda CD4+T lenfositleri bulunur. Lezyonlarda çok az basil bulunur. Lepromin cilt testi (+)’dir.

2. Lepromatöz Lepra: Hücresel immünitesi kötü, güçlü hümoral immüniteli direnci düşük kişilerde gelişen ilerleyici, malign ve nodüler formdur. Lezyonlarda bol miktarda basil bulunur ve çok bulaştırıcıdır. Simetrik, nodüler cilt ve sinir lezyonlarıyla karakterizedir. Deri ve mukozalarda Leprom denen tümöral gelişimler oluşur. Yüzdeki kitleler nedeniyle Aslan Yüzü gelişir. Sürekli bakteriyemi görülebilir ve zaman zaman ateş yükselmeleri ile kendini gösterir. Ciltte CD8 + T lenfosit (supressör) infiltrasyonu vardır. Lepromin testi (-)’dir.

3. Dimorfik Şekil: İki tablo da karışık halde, değişik oranlarda bir aradadır.

 

 

Ç HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR

 

ÇARPINTI

Eğer bir insan kalp atışlarını rahatsız edecek şekilde hissediyorsa, bu durum çarpıntı olarak tanımlanır. Kalbin çok hızlı ve kuvvetli atması (dakikada 100’ün üzerinde olması taşikardi) Kalbin düzensiz atması(aritmi) şeklinde olabilen bu çarpıntılar normal insanlarda dönem dönem rastlanan bir rahatsızlık olarak görülebilirken bazı hastalıkların da habercisi olabilirler.
ÇARPINTININ BELİRTİLERİ
Pek çok kişi uzun zaman kalp çarpıntısı yaşıyor ancak bunu önemsemiyor. Özellikle daha önceden kalp krizi geçirenlerde, kalp damar hastalığı, kalp yetmezliği, kalp kası ve kalp kapak hastalığı olanlarda çarpıntı, genellikle ritim bozukluğuna bağlı olarak gelişiyor. Kalp çarpıntısı kalp hastalıkları belirtileri arasındadır ancak bu tip hastalıklarda çarpıntının yanı sıra başka şikayetler de görülür. Göz kararması, halsizlik, göğüste sıkışma, nefes almakta zorlanma, baş dönmesi gibi belirtilerin de çarpıntıya eşlik ettiği durumlarda bir doktora başvurulması gerekir. Kalp çarpıntısına sebep olan temel faktörler psikolojik veya beslenme kaynaklı sorunlardır.
ÇARPINTININ NEDENLERİ
– Stres
– Kalp ritmi bozukluğu(Aritmi)
– İş hayatındaki yoğunluk
– Fiziksel yorgunluk
– Anksiyete
– Susuzluk
– Egzersizler
– Aşırı miktarda kahve, kola ve çay tüketimi
– Enfeksiyon
– Vitamin eksikliği
– Alkol ve sigara
– Tiroid bezinin fazla çalışması ve büyümesi
– Bazı ilaçlar
– Kansızlık(Anemi)
– Hipoglisemi(Kan şekerinin normal olmayan şekilde düşmesi)
– Hamilelik
– Kalbin damar hastalıkları(Damar tıkanıklığı)
– Diğer kalp hastalıkları(kardiyomiyopati) veya kalp krizi belirtileri…
ÇARPINTI NASIL GEÇER?
Tedavi kalp çarpıntısının sebebine göre değişir. Kalp dışında bir neden varsa(kansızlık gibi) bu tedavi edilir. Sinirsel nedenlere bağlı çarpıntılar ise hastanın duygusal sorunlarının çözülmesiyle kendiliğinden geçecektir. Çarpıntı durumunda panik yapmayın. Gevşemeye, rahat bir yere oturup dinlenmeye çalışın. Derin derin nefes almaya başlayın. Soğuk bir içecek içmeyi deneyin. Eğer kalp çarpıntınız devam ediyorsa şiddetli öksürmeye, ellerinizi ve yüzünüzü soğuk su ile yıkamaya çalışın. Çarpıntılar sık tekrarlıyorsa ve beraberinde de nefes darlığı, baş dönmesi ve göğüs ağrısı oluyorsa bunun altında yatan bir kalp probleminden dolayı hemen bir hekime başvurmalısınız.

 

 

 

ÇIBAN

Çıban, deride aniden ortaya çıkan, bakterilere bağlı oluşan, ağrılı ve mikrobik döküntüye verilen isimdir. Bu döküntü bir nevi apsedir. Genelde, bakterilerin kıl köklerine yerleşerek çoğalmasıyla oluşur. Ani kızarıklık, şişlik, ağrı ve zonklama hissi oluştururlar. Tıbbi adı, fronküldür.
Genelde, bir kıl keseciği içerisine veyahut yağ bezesi kanalına giren bakteri nedeniyle meydana gelir. Adı stafilokok olan bu bakteri, vücutta daha çok kasıklarda, koltuk altlarında ve burun deliklerinde yerleşik olarak bulunur. Bu bakteri genelde her ortamda kolayca yaşayıp çoğalabilir. Çıban da, bakterinin belli bir bölümde çoğalması ve mikrop üretmesi ile meydana gelir.
Çıbanın oluşum aşamaları şöyle gerçekleşir: Yağ dokusuna yayılan bakteriler, kan içindeki akyuvarlarla mücadele eder. Bu bakteri ile akyuvarlar arasında geçen mücadeleyi iki taraf da kazanamaz ve ölür. Ölen stafilokok mikrobu ve akyuvarlar vücut için atık niteliği taşır. Bu atıkların miktarı arttıkça, atıkların toplandığı bölgede bir kese meydana gelir. Zamanla, kandaki akyuvarlar bu kese içine dolar. Deri eğer yumuşaksa kese deriye doğru hareket eder. Deri sert ise, kese vücut içerisine doğru hareket eder. Bu şekilde çıban baş verir.
Çıban, başta sivilce sanılabilir çünkü ilk evrelerinde sivilce kadar küçüktür. Ancak zamanla, bu irinli kısım iyice büyüyerek sivilceden farklı bir görünüme kavuşur. Şişliğin içinde bulunan irinli öz, eğer çıban patlatılırsa tekrar nüksetmesine sebep olabilir. Bu nedenle, bu irinli özün muhakkak çıkarılması gerekir.
Çıban, dokunulduğu zaman sert bir his verse de, aslında içinde irin bulunur. Bu irinin birikmesi sonucu, yakında bulunan sinirler üzerinde baskı oluşur ve iltihap meydana getirir. Çıban, genellikle vücudun bir yere sürtünen bölgelerinde, örneğin boyun, yüz, kulak, kol, kaba et, bacak gibi bölümlerde ve derinin katlanan kısımlarında görülür. Ortasında beyaz veya gri renkte, fındık iriliğinde akut inflamasyon gösterir.
Eğer vücutta lokal veya sistemik nedenlerle çok sayıda çıban oluşursa bu durumun adı fronküloz olur. Çıban, çoğunlukla vücut yüzeyinde çıksa da, nadiren iç organlarda da meydana gelebilir.
Çıban Neden Çıkar?
Çıban her yaş grubunda görülmekle birlikte, genelde çocuklardan çok yetişkinlerde görülür. Kadınlarda ve erkeklerde eş oranda ortaya çıkar. Şeker hastalığı gibi bazı sistemik hastalıklarda çıbanların görülme sıklığı artar. Bununla birlikte, beslenme bozukluklarında, vitaminsizlikte ve bağışıklık sisteminin güçsüz düştüğü durumlarda da çıban daha çok görülür.
Eğer çıban vücutta sıkça çıkıyor, tedaviye rağmen tekrarlanıyorsa bu bazı hastalıkların habercisidir. Aşağıdaki hastalıklar ve durumlar vücutta çıban oluşumunu tetikler:
• Şeker hastalığı
• Tiroide bağlı aşırı terleme
• Bağışıklık sisteminin zayıflaması
• Böbrek yetmezliği
• Kansızlık
• Egzama, mantar gibi deri hastalıkları
• Beslenme bozuklukları
• Çok fazla oturmak
• Çok fazla terlemek
• Uzun süre hareketsiz kalmak, sürekli oturmak, durağan yaşam
• Dar kıyafetler
• Tahriş ve sürtünmeye sebep olan giysiler
• Sentetik kumaşlar
• Pislik ve mikroplar
• Uzun yorgunluklar
• Uzun açlıklar
• Aşırı derecede kilo kaybı
• Aşırı alkol tüketimi
• Aşırı yağlı yemek tüketimi
• Vitamin ve protein eksikliği
Bağışıklık sistemi çeşitli ilaçlarla baskılandığı için, kanser tedavisi gören hastalarda da çıbana sık rastlanır.
Çıbanın belirtileri, kızarıklık, şişme, bölgesel ateş hissi ve iltihap görüntüsüdür. Bu belirtilerle birlikte bir acı ve ağrı hissi de oluşur. İlerleyen aşamalarda ise, kızarıklık görülen bölgenin ortasında beyaz ve içi irin dolu bir cerahat kütlesi ortaya çıkar. Bu irin tabakasının altında ölü akyuvarlar ve mikroplar vardır. Cildin gerdin olduğu bir bölgeyse, ağrı ve acı hissi artacaktır.
Çıban Nasıl Tedavi Edilir?
Küçük çıbanların, kendiliğinden patlaması ve geçmesi beklenir. Bu süreç, aşağı yukarı 10 gün sürer. Bu süreçte, çıbanın çıktığı bölge daima temiz tutulmalı, herhangi bir tahrişe maruz bırakılmamalı ve antibiyotik kremler uygulanmalıdır. Çıban patlatıldıktan sonra mikrop kapmaması çok önemlidir. Bu nedenle üzeri bir süre için kapatılmalıdır. Çıban sürekli iltihaplanıyorsa, doktor kontrolünde antibiyotik ilaç alınabilir.
Çıban oluşmuş bölgeye çok fazla temas edilmemelidir. Bu hem mikrop oluşumunu önlemek hem de iltihabın yayılmasını engellemek için önemlidir.
Eğer kişi çıbanın küçük ve basit bir çıban olduğundan eminse ve çıbanın yarattığı rahatsızlık duygusundan kurtulmak istiyorsa çıbanı çok steril biçimde patlatabilir. Bunun için izlemesi gereken adımlar şunlardır:
• Öncelikle, çıbanın yeterli olgunlukta olduğundan emin olmalıdır. Çıbanın yeni oluşmuş, etrafı kızarık, üzeri sert hali olgunlaşmamış halidir ve bu durumdayken kesinlikle patlatılmamalıdır.
• Çıban ne zaman, ortası yumuşak, sarı renkli bir kesecik oluşmuş haline ulaşırsa, o zaman olgunlaşmış demektir.
• Çıban olgunlaşmamışsa, onu olgunlaştırmak için sıcak suya batırılmış havlu yardımıyla günde 3-4 kez 10’ar dakika boyunca çıban üzerinde çok hafif şekilde baskı oluşturabilir. Bu sayede hem doğal bir drenaj sağlamış olur hem de ağrıyı azaltır.
• Ardından, olgun çıbanı, ucu yakılmış steril iğne ile delebilir ancak bu aşama doktordan bilgi almadan gerçekleştirilmesi çok fazla önerilmez.
• Antibiyotik bir kremi 4-5 gün boyunca günde 2 veya 3’er kez çıbanın üzerine sürebilir.
İyileşme sürecinde, kabuk bağlayan çıbanın kabuğu kesinlikle koparılmamalıdır.
Daha büyük çıbanlar için muhakkak doktora başvurulmalıdır. Kimi zaman, derinin kalın olması, çıbanın irininin akacak yer bulamamasına sebep olur. Bu durumda çıban ancak cerrahi yöntemlerle patlatılır. Hekim, bu tip bir durumda en ideal tedavi yöntemine karar verecektir. İç organlarda meydana gelen çıbanların da cerrahi yöntemlerle temizlenmesi gerekir. Cerahat boşalmadan, cilt üzerindeki gerginlik, baskı ve acı hissi hafiflemez.
Eğer çıban cerrahi müdahale ile patlatılacaksa, bu müdahale gerçekleşene kadar üstü mikroplardan uzak tutulmalıdır. Bunun için, üst bölümü, temiz gazlı bezle kapatılmalıdır. İrinin yeniden birikmesinin önüne geçmek için bölge antiseptik solüsyonlarla da temizlenmelidir. Eğer, çıban henüz yangı aşamasında fark edilirse, antibiyotik ile oluşmadan önüne geçilme ihtimali bulunur.
Cerrahi müdahale sonrasında, çıbanın içindeki iltihap yoğun ise akmaya devam edebilir. Bu durumda bölge gazlı bezle sarılır. Doktor, iyileşme sürecini hızlandırmak amacıyla, müdahale sonrasında antibiyotik kullanımı önerebilir. Antibakteriyel nitelikte sabunların kullanılması da bu süreci hızlandıracaktır.
Yüzde ve dudak etrafında çıkan çıbanlar, diğer bölgelerde meydana gelen çıbanlara göre daha tehlikelidir. Kan zehirlenmesi olarak bilinen septisemiye yol açabilirler. Aynı şekilde, burun, kulak ve göz çevresi gibi beyne yakın uzuvlarda çıkan çıbanların da beyni etkileme ihtimali bulunur. Eğer bu tip çıbanlarla ilgili doğru zamanda önlem alınmazsa kimi zaman kanser oluşumuna dahi neden olabilirler. Bu nedenle, yüzde çıkan çıbanlar kesinlikle patlatılmamalı ve muhakkak hekime başvurulmalıdır. Bu bölgedeki çıbanlar patlatılırsa, çıbanın içindeki iltihabın büyük kan damarlarına boşalmasına, dolayısıyla beyin damarlarının tıkanmasına ve menenjit gibi mikrobik beyin zarı hastalıklarına, iltihabın tüm vücuda yayılmasına neden olabilir.
Şeker hastalarında oluşan çıbanlar daha büyük ve iltihaplı olup kolayca kapanmaz.
Çıbanların tedavisinde iyileşme süreci kişiden kişiye farklılık gösterir. Vücut direnci fazla olan bireyler iyileşme sürecine hızlıca girerken, direnci zayıf kimselerin iyileşme süreci uzayabilir.
Çıban patlatıldıktan sonra izin kalıp kalmama durumu, çıbanın büyüklüğüyle ve müdahalenin doğruluğuyla alakalıdır. Bu nedenle, doktor yardımı çok önemlidir.
Çıban ve benzeri deri rahatsızlıklarını engellemek için alınacak önlemler nelerdir?
• Tüm vücudun temizliğine, özellikle de bakteri ve mikrop üremesinin daha kolay olduğu bölgelerin hijyenine çok dikkat edilmelidir.
• Vücut, antibakteriyel sabunlar ve temizlik malzemeleri yardımıyla temizlenmelidir.
• El ve yüz için kullanılan havlular ile duş sonrası giyilen bornozlar sıkça değiştirilmelidir. Bu havlular yalnızca tek bir kişi tarafından kullanılmalıdır.
• Çarşafların ve kıyafetlerin yüksek ısıda yıkanmasına ve genel temizliğine dikkat edilerek, bu eşyaların da yalnızca tek bir kişi tarafından kullanılmasına dikkat edilmelidir.
• Herhangi bir nedenle kullanılmış sargı bezlerinin ve medikal araç gereçlerin hijyenine maksimum özen gösterilmelidir. Bu tip gereçler, ağzı bağlı poşetlerde veya kutularda tutulmalıdır.

 

 

 

ÇİÇEK HASTALIĞI

Çiçek hastalığı, her yaşta ve her cinste kişilerde görülen, irinli kabarcıklar dökerek yüzde izler bırakan, ateşli, ağır ve bulaşıcı bir hastalıktır. Variola da denir. Hastalığın aşısını İngiliz cerrah Edward Jenner’ın bulduğu kabul edilir. Bu 1700’lü yıllarda Mary Wortley Montagu tarafından İstanbul’da çiçek hastalığı aşısına öncülük eden yöntemlerin gözlemlenmesiyle gerçekleşti.
Çocuklarda daha sık görülür. Variola major ve Variola minor olmak üzere iki tipi vardır. İlkinde ölüm oranı, ikincisine göre daha yüksektir.
Belirtiler
Çiçeğin etkeni Poxvirus grubundan bir virüstür (Çiçek virüsü); hastalık yaralarının içinde bulunur ve hastanın eşyalarıyla, hastaya yaklaşmayla, sineklerle ve virüslü havanın solunmasıyla bulaşır. Kuluçka dönemi 10-14 gündür. Ani ve şiddetli belirtilerle başlayan hastalıkta baş ve sırt ağrısı, kusma, kas sertleşmesi ve 39-40 °C’ye varan ateş görülür. 3-4 gün süren bu başlangıç dönemini vücutta kırmızılıkizler, ateş düşer. Önce yüzde, ardından baş, göğüs, sırt, kol ve bacaklarda sert kabartılar durumunda küçük kırmızı lekeler belirir. Bunların içi sıvı doludur, daha sonra bunlar sivilce biçiminde cerahatli kesecikler durumuna dönüşür. Bu sırada ateş yeniden yükselir. 12. gün dolayında sivilceler patlar, 16. gün dolayında da sivilcelerin üzeri kabuklaşır. 2. ve 3. haftalarda kabuklar yerlerinde çukur bırakarak düşerler.
Gidişat
Hastalığın gidişatı değişik biçimlerde olabilir; buna göre üç tip çiçek hastalığı tanımlanır:
• Basit tip: Sivilceler birbirinden ayrıdır ve hastalığın gidişatı iyidir.
• Konflüan tip: Sivilceler bir araya gelerek yüzeysel abseler oluştururlar. Hastalığın gidişatı kötüdür.
• Hemorajik tip: Sivilcelerde, mukozalarda ve göz konjonktivasında kanamalarıngörüldüğü çiçek hastalığının en ağır ve öldürücü tipidir.
Tedavi
Çiçek hastalığının belirli bir tedavisi yoktur. Saçı kısa kesilen hasta yatırılır ve derisi %1 potasyum permanganat eriyiği ile yıkanır. Bu arada yüz sık sık yıkanarak gözlerle birlikte korunmalıdır. Hasta 6 hafta karantinaya alınır. İlaç tedavisi uygulanırken, hastaya yaklaşmış kişiler de aşılanarak gözetim altında tutulmalıdır.
Korunma
Eskiden büyük salgınlar yapan ve pek çok kişinin ölümüne yolaçan çiçek hastalığından korunmak için aşılanma yapılır. Bu arada 1-20 yıl arasında değişen bağışıklık salgılar.
1966’da WHO’nun başlattığı kampanya sonucu tüm Dünya ülkelerinde çiçek aşısı yapılarak, hastalık görünmez oldu ve çiçek aşısı zorunlu aşı programından çıkarıldı. Ancak 1976’da Etiyopya ve Somali’de iki çiçek olgusu bildirildi. Çiçek hastalığı, bildirimi zorunlu hastalıklardandır.
Yakalandığı çiçek hastalığı sonucunda güzelliği bozulan Lady Mary Wortley Montagu(d. 1689 – ö. 1762), hem çok yönlü kişiliği, hem de değişik tür ve üsluplarda yazdığı mektuplarıyla ünlüdür. Lady Montagu, İstanbul’da bulunduğu sırada çiçek aşısını öğrenmiş ve bu yöntemin İngiltere’de tanınmasına öncülük etmiştir.

 

 

 

ÇIKIKLAR

Bir eklemi oluşturan kemiklerden bir veya hepsinin birbiri üzerinde yer değiştirerek normal eklem ilişkisinin değişmesine “ÇIKIK”denir.
Çıkık ile eklem kapsülü denen eklemi çevreleyen zar bağları da yırtılabilir. Bu ise sık sık çıkıklara, burkulmalara yol açar. Çıkık olan eklemde ağrı, şişlik, hareket sınırlılığı vardır. Çıkık eklemi bükme ile eklemin tekrar eski çıkık durumuna geldiği görülür.

Dikkat Edilecekler
-Çıkık olan eklemi yerine koymaya çalışmayınız.
-Kırıkta olduğu gibi çıkık eklemi bir şekilde tespit ediniz.
-Çıkıktan şüphelendiğiniz zaman eklemde ve onun yanındaki kemiklerde kırığın, eklem bağında yırtığın da olabileceğini unutmayınız.

Yapılması gerekenler
-Çıkık eklem üzerinde yarım saat havluya sarılı buz torbası koyunuz.
-Kalp seviyesinin üzerinde tutunuz.
-En yakın sağlık merkezine götürünüz.

Tekrarlayan Omuz Çıkıkları

İlk omuz çıkığı genellikle oldukça büyük bir travmayla olur. Yeterli tedavi olmuş veya olmamış kişilerde ikinci ve sonraki çıkıklar şaşırtıcı derecede kolay olabilir. İlk çıkık sonrası tedavi kurallarına uygun yapılmış bile olsa yeniden çıkma olasılığı vardır. Özellikle ilk çıkık 20 yaş altında olmuşsa % 80 nin üzerinde yeniden çıkık olasılığı vardır. 40 yaş sonrası ilk omuz çıkığı geçiren hastalarda tekrarlayıcı çıkık oranı %20’lere iner.

İlk çıkık sırasında omuz sabitliğini sağlayan dokuların bir kısmının iyileşememesi yeniden çıkığa neden olur. Bunlardan en sık görüleni labrum denen kıkırdak desteğin kemiğe yapışma yerinden ayrılmasıdır. (omuz anatomisine bakınız) Ayrıca omuz kapsülündeki gevşemede ana nedenlerdendir. Ayrıca humerus kemiğinin başındaki defektlerde sorumlu tutulmaktadır. Bu problemlerin onarıldığı cerrahi müdahaleler sonrası bile yeniden çıkıklar görülebilmektedir.

Tekrarlayan çıkıklar omuz ekleminde bozulma ve kireçlenmelere neden olurken omuz çevresi adele ve tendonlarda kalıcı hasarlar oluşturabilir. Ayrıca beklenmeyen zamanlarda oluşan omuz çıkıkları ek sakatlıklara da neden olur. Bütün bu nedenlerle tekrarlayan omuz çıkıklarında cerrahi tedavi önerilir.

 

 

 

ÇİLLER

Çiller, güneşe maruz kalan deride düz küçük ten rengi veya açık kahverengi lekelerdir. Genellikle açık tenli, renkli gözlü, sarı ya da kızıl saçlı kişilerde görülür. Çillenme vücudun güneşten korunma mekanizmasıdır.
Çiller birçok insanda görülen bir cilt sorunudur. Güneşe maruz kaldıktan sonra daha koyu ve daha belirgin hale gelebilir ve kış aylarında hafifleyebilirler. Çiller, melanin adı verilen koyu pigment miktarındaki artış ve melanosit adı verilen pigment üreten hücrelerin toplam sayısındaki artıştan kaynaklanır. Çillerin nedenleri, türleri ve tedavisi hakkında aradığınız tüm detaylar haberimizde…

ÇİL TÜRLERİ
Ephelides (tekil: ephelis) Yunanca olan kelime çil için kullanılan tıbbi terimdir. Bu terim, bronz, hafif kırmızımsı veya açık kahverengi olan ve tipik olarak güneşli aylarda görülen 1 mm-2 mm düz noktalar olarak tanımlamaktadır. Genellikle açık tenli insanlarda bulunurlar ve bazı ailelerde kalıtsal (genetik) bir özelliktirler. Kırmızımsı saçlı ve yeşil gözlü insanlar bu çillere daha yatkındır. Güneşten korunma ve güneş koruyucularının düzenli kullanımı da dahil olmak üzere, çillerin görünümünü hafifletmeye yardımcı olur.
Lentijinler (tekil: lentigo) Mercimek için kullanılan Latince sözcükten gelir. En yaygın güneş yanığı ve güneş hasarı alanında bulunan bazı büyük pigmentli lekeler için tıbbi terimdir. Lentijinler genellikle yaygın çilden daha koyudur ve genellikle kışın solmazlar. Bu tür bir nokta, lentigo simplex veya solar lentigo olarak adlandırılır. Melanosit ve melanozomların sayısı (melanin pigmenti içeren hücresel yapılar) ve görünümü normaldir. Lentijinler nadir bir genetik sendromun parçası olsa da, çoğu zaman sadece izole ve önemsiz noktalardır.

ÇİLLERİN OLUŞUM NEDENLERİ
Çillerin, genetik yatkınlık (kalıtım) ve güneşe maruz kalma gibi etkenlerin bir sonucu olarak geliştiği düşünülmektedir. Güneş ve floresan bronzlaşma lambalarının her ikisinin de yaydığı ultraviyole ışınlar cilt tarafından emildiğinde, deri melanositleri tarafından melanin pigmentinin üretimini artıran ultraviyole (UV) ışınları yayar. Sarı veya kızıl saçlı, açık renkli gözlü ve açık tenli insanlar, özellikle UV ışınlarının zararlı etkilerine karşı hassastırlar ve çiller geliştirebilirler. Çil, aslında ciltteki bir noktada nadiren ağır bir melanin depozitinden başka bir şey değildir.
İkiz kardeşler üzerinde yapılan araştırmalar, tek yumurta ikizleri ve çift yumurta ikizleri dahil olmak üzere, her bir ikiz kardeşte bulunan toplam çil sayısında çarpıcı bir benzerlik bulmuşlardır. Bu benzerlikler, çift yumurta ikizlerinde oldukça az yaygındır. Bu çalışmalar, çil oluşumunun genetik faktörlerden etkilendiğini kuvvetle göstermektedir. Çil sayımlarındaki değişiklikler büyük ölçüde kalıtıma bağlı gibi görünmektedir.
ÇİLLERİN TEDAVİSİ
Çiller, çocukluk döneminde çıkan ve erişkinlik döneminde çıkan çiller olarak ikiye ayrılmaktadır. Çocuklarda görülen efelit tipi küçük çiller genellikle tedaviye ihtiyaç kalmadan ergenlik döneminden sonra kaybolur. Çocuk çillerinden rahatsız olmuyorsa çocuğu güneşten korumak dışında bir şey yapılmasına gerek kalmaz.
Çiller kendiliğinden kaybolmaya meyilli olsa bile güneşe karşı koruma kesinlikle ihmal edilmemelidir.
Erişkinlikte ortaya çıkan çiller ise kendiliğinden kaybolmaz. Daha sonrasında çil lekeleri oluşan kişilerin bir dermatoloğa görünmelerinde fayda vardır. Doktorunun uygun gördüğü bir şekilde tedavi olabilirler fakat her tedavi kesin sonuç vermeyebilir. Çilden kurtulmak için en çok tercih edilen tedavi yöntemlerinden birisi lazerdir. Lazer dışında kriyoterapi ve hydroquinone gibi tıbbi tedaviler de çil üzerinde etkili olabilmiştir.

 

 

 

ÇOCUK FELCİ

Bulaşıcılığı oldukça yüksek olan, polio virüsü denilen mikropla bulaşan bir hastalıktır.Kuluçka süresi 10-14 gündür.1-4 yaşlarında (% 30 ikinci yaşta) daha sık görülür.Mikrobun kaynağı hasta insanların dışkısı ve boğaz salgılarıdır.Dışkı ile kirlenmiş su ve besinlerin yenip içilmesi veya kalabalık yerlerde havaya yayılan mikropların solunması ile bulaşmaktadır.

Hastalık genellikle belirtisiz ve sinsi gidişlidir.Hafif ateş, başağrısı, baş dönmesi, bulantı-kusma gibi nezlede görülebilecek belirtiler ortaya çıkar.Kimi hastalarda hastalık bu belirtilerle sınırlı kalırken kimilerindede kalıcı felçler ortaya çıkar.Çocuk ayağa kalkmakta veya yürümekte eskisine oranla daha fazla güçlük çekmeya başlar.Felç olan bölgede (genellikle bacaklar) kaslar sert ve kasılmış değil, yumuşaktır ve duyu kaybı yoktur.Bazı vakalarda solunum kasları ve diafragmada felce uğrayıp solunum güçlüklerine neden olabilmektedir.Ölüm oranı % 2-20 arasındadır.Beyindeki solunum merkezininde etkilenmesiyle bu oranlar % 40 lara kadar çıkabilmektedir.

Hastalığın tedavisi yoktur.Ömür boyu kalıcı saakatlıklara neden olabilmektedir.

Korunma
Aşılanma ile olur.Tüm dünyada çiçek hastalığında olduğu gibi kökünün kazınabilmesi için yoğun aşılama çalışmaları yapılmış ve birçok ülkede başarılı sonuçlar alınmıştır.Yurdumuzda da hala görülen bu hastalıkla mücadele için bu yıl 26 Nisan-2 Mayıs ve 31 Mayıs-6 Haziran tarihleri arasında 5. si yapılmakta olan ULUSAL AŞI GÜNLERİ ile hastalığın kökünün kazınmasına yönelik çalışmalar başarıyla yürütülmektedir.

Ağızdan verilen ve toplumsal bağışıklamanın sağlanmasında önemli rol oynayan aşının yanında kişisel bağışıklamanın sağlanabilmesi için oldukça güvenilir ve etkin olan , enjeksiyon şeklinde uygulanan şekli mevcuttur.

En etkili aşılama şeklinin 2,3,4. veya 2,4,6. aylarda enjeksiyon tarzında yapılan ölü aşı ile 18. ayda ağızdan verilecek hatırlatma dozu olduğu kabul edilmektedir.

 

 

 

ÇOCUKLARDA ASTIM

Astım, genetik ve çevre faktörlerinin etkisiyle ortaya çıkan bir hastalıktır. Ailesinde allerjik hastalık olanlarda astım görülme olasılığı daha fazladır. Allerjenler astım atağına neden olan faktörlerden sadece biridir. Çocuklarda astımın %80’i allerjik nedenlere bağlıdır. Hastaların %20’sinde ise allerjik bir etken gösterilemez.
Astıma neden olan allerjenler nelerdir?
Ev tozu akarları, polenler, hayvan tüyleri, mantar sporları, bazı besinler (süt, yumurta, fındık, fıstık, balık), sigara dumanı, boya, cila gibi kokular ve hava kirliliği astıma neden olmaktadır.
Astım belirtileri nelerdir?
Sürekli veya ataklar halinde gelen öksürük, tekrarlayan hırıltı ve nefes darlığı astımı düşündürmelidir. Astım öksürüğü kuru, inatçı ve tekrarlayıcıdır. Öksürük nöbetler halinde gelir, sıklıkla gece ve sabaha karşı başlayıp çocuğu uykudan uyandırabilir. Hırıltı, astımın en önemli bulgularından biridir. Özellikle nefes verirken göğüsten ıslık sesine benzer bir ses duyulur. Astımlı çocuğun muayene bulguları astım atağı dışında tamamen normal olabilir.
Astım tanısı nasıl konulur?
Ailede özellikle anne, baba ve kardeşlerde allerjik hastalık varlığı, çocukta egzema, allerjik göz ve burun nezlesi gibi diğer allerjik hastalıkların bulunması astım varlığını düşündürür.
Deri testleri veya bazı kan testleri ile allerji saptanabilir.
Soluk alıp-vermeyi sağlayan akciğerlerin solunum kapasitesini değerlendirmek üzere solunum fonksiyon testleri yapılır.
Hangi çocuklarda astım gelişme riski vardır?
Birinci dereceden akrabalarında astım veya allerjik nezle olan çocuklarda, bebeklikte besin allerjisi veya egzeması olan çocuklarda ilerde astım gelişme riski fazladır.
Astım tedavisinde esas amaçlar, spor dahil normal yaşantının devam ettirilmesini sağlamak ve astım krizlerini önlemektir. Bu nedenle astım erken dönemde tanınmalı ve tedaviye erken dönemde başlanmalıdır.
Grup Florence Nightingale Hastanelerinde çocuk allerji uzmanları tarafından tüm alerji hastaları değerlendirilip tedavisi düzenlenmektedir. Bizzat çocuk alerji uzmanı tarafından yapılan alerji deri testi, gıda alerjisi deri testi yapılmaktadır. Daha küçük çocuklar da ise biyokimya laboratuarında serum RAST alerji testleri yapılabilmektedir. Ayrıca 7 yaş üzerindeki çocuklarda solunum fonksiyon testleri yapılabilmektedir.

 

 

 

ÇOCUKTA AŞI TAKVİMİ

Türkiye’de Sağlık Bakanlığı tarafından her çocuğun aşılanması zorunludur.
Sağlık Bakanlığı Aile Sağlığı Birimleri Sağlık Bakanlığı Aşı Takviminde yer alan tüm aşıları ücretsiz olarak yapmaktadır.
Bu aşı takvimi ve istenirse ek aşılar özel hastaneler tarafından da yapılmaktadır.
Aşı nedir?
Hastalık yapan mikroorganizmanın (virüs, bakteri) hastalık yapma etkisini ortadan kaldırarak ya da hastalık yapma etkisini zayıflatarak sağlam kişilere verilmesine aşı denir. Böylelikle kişi bu etkenle tekrar karşılaştığında hızlıca savunma oluşturacak, etkenin oluşturacağı hastalığı geçirmeyecek ya da zayıf atlatacaktır. Aşılar içerdikleri zayıflatılmış ya da ölü mikroorganizmalarla bağışıklık sistemi yanıtını oluşturmaktadır. Aşılardan tam sonuç alınması için uygun yaşlarda ve uygun dozda yapılmaları gerekir.
Aşı nasıl uygulanır?
Her aşının uygulanışı farklıdır. Bazı aşılar enjeksiyon şeklinde kasa uygulanırken bazıları ağızdan (çocuk felci) verilebilir. Yine bazı aşılar tek seferde, bazıları mükerrer uygulamak gerekir.
Ülkemizde ve dünyada çocuklarda aşılamanın hedefleri nelerdir?
1 yaşına gelen çocukların en az %90′ ının aşılanması
Yenidoğan tetanozun ortadan kaldırılması
Kızamık hastalığının ve bu hastalığa bağlı ölümlerin azaltılması
Çocuk felcinin yeryüzünden silinmesidir.
Aşıya bağlı yan etkiler nelerdir?
Genellikle yaşamı tehdit etmeyen, kısa süreli yan etkiler görülür. Sıklıkla görülen yan etki ateş yüksekliğidir. Ateş genellikle 12-24 saatte ortaya çıkar. Çoğu vaka da ateş 38,2 oC’ nin üzerindedir. Uyku hali, iştahsızlık, kusma gibi hafif yan etkiler de sıktır. Hepatit aşılarından sonra enjeksiyon yerinde hassasiyet ve ateş görülebilir. Kızamıkçık aşısı sonrası çok az bir oranda ( %0,5) eklem ağrısı oluşabilir. DBT aşısı sonrası uygulama alanında kızarıklık ve şişlik oluşması sıktır. Suçiçeği aşısı sonrası %7 çocukta aşıyı takip eden ay içinde hastalığın döküntüsüne benzer 2-5 adet döküntü görülebilir. Grip aşısından 12-24 saat sonra uygulama yerinde kızarıklık, şişlik, hassasiyet ve genel olarak halsizlik, ateş ve kas ağrısı görülebilir.

 

 

 

ÇOCUKLARDA DEPRESYON
Depresyonun nedenleri nelerdir?

Depresyonun tek bir nedeni yoktur. Hem genetik hem de çevresel faktörler etkili olmakla birlikte bazı çocuklar depresyona diğerlerine göre daha yatkındır. Çocuklarda depresyon bir hastalık, stresli bir olay sonrası ya da önemli bir kişinin kaybından sonra başlayabilir. Davranışsal problemleri olan ve kaygılı çocuklar da depresif olmaya daha yatkındır. Bazı zamanlarda depresyonu tetikleyen durumları teşhis etmek zor olabilir.

Depresyonun semptomları nelerdir?

• Depresyonun sık görülen semptomları aşağıda sıralanmıştır. Majör depresyon tanısının konulabilmesi için bu semptomlardan 5 ya da daha fazlasının 2 haftadan fazla devam etmesi ve çocuğun günlük hayatını etkilemesi gereklidir.
• Mutsuz hissetmek ya da gözükmek, üzgün, ağlamaklı ve hırçın olma durumu
• Arkadaşlarından ve sosyal aktivitelerinden uzaklaşmaya varacak kadar hayattan ve yaptıklarından zevk alamamak
• Kiloya da yansıyan iştahta değişme
• Normale göre çok daha fazla ya da çok daha az uyumak
• Yorgunluk ya da halsizlikte artma; enerjide azalma
• Kendini değersiz ya da suçlu hissetme
• Okul başarısının düşmesine neden olacak kadar düşünme süreçlerinde ve konsantrasyon sağlamakta zorluk
• İntihar düşünceleri ve kendine zarar verme davranışları

Çocuklardaki depresif belirtilerle ilgili şunu akılda tutmak gerekir ki; çocuklarda depresyon kendini çocuğun huzursuz ruh hali ve sürekli canının sıkılıyor olmasıyla daha çok belli eder. Yetişkinlerdeki gibi üzgün olma, sık sık ağlamayla kendini nadiren gösterir. Özellikle duygularıyla ilgili konuşmayan bir çocuksa daha çok fiziksel şikayetleri olabilir (karın ve baş ağrısı vb.).

Tedavi olunmadığında depresyon geçer mi?

Depresyonun kişiye özgü bir örüntüsü vardır. Dolayısıyla bazen iyileşebilirken bazen daha kötüye gidebilir. Distimik bozukluk daha az ciddi fakat daha uzun süren bir örüntü izlerken majör depresyon kendiliğinden iyiye gidebileceği gibi çok daha kötüye de gidebilir.. Depresyonda olan çocuklar arkadaşlarından ve aile üyelerinden uzaklaşabilir, okulda geri kalabilirler. Depresif çocukların madde kullanımı ve başlarının belaya sokma riskleri daha fazladır. En kötüsü de tedavi edilmeyen depresyon ileride intihara neden olabilir. Bir diğer dikkat edilmesi gereken nokta ise; eğer bir çocuk depresif dönem geçirdiyse ileride bir daha bu döneme girme ihtimali yüksektir ve daha şiddetli şikayetler olabilir.

Tedaviyi neler oluşturmalı?

Depresyon tedavisi hem ilacı hem de psikoterapiyi içinde barındırmalıdır. Daha hafif depresyonlarda psikoterapiyle başlamak yeterli olabilecekken orta ve şiddetli depresyonlarda mutlaka ilaç desteği de alınmalıdır. Tedaviye başlamadan mutlaka bir psikiyatriste danışılmalı ve tedavi onunla ve psikoterapistlerle birlikte planlanmalıdır.

Psikoterapi işe yarıyor mu?

Bireysel Terapi:

Bir çok terapi çeşitinin depresyonda işe yaradığı kanıtlanmıştır; fakat BDT (Bilişsel Davranışçı Terapi) kısa süreli olması açısından en çok işe yarayanlardan birisidir. BDT, çocuktaki sağlıklı olmayan düşünce yapısını değiştirerek çocuğun ruh halini yükseltir. BDT çalışan terapistler çocuklara düşüncelerin duygulara yol açtığını ve değişen ruh halinin de davranışları etkilediği açıklar. BDT süresince çocuk, zararlı düşünce örüntülerini görmeye ve ayırt etmeye başlar. Daha sonra terapist daha iyi duygu ve davranışlara yol açacak düşünce örüntülerini yerleştirmede yardımcı olur

Aile Terapisi:

Aile terapisi aile içi iletişimin ve işlerliğin gidişatına göre eğitim ve destek verir. Aile terapisi aile içindeki dinamikleri, kişiler arası ilişkileri düzene sokmaya, aile bireylerinin birbirlerini daha iyi anlamalarına yardımcı olmaya çalışır. Bunu yaparken de çekirdek aileyle çalışabileceği gibi geniş aileyi de çağırabilir.

Grup Terapisi:

Grup terapisi birkaç hasta ve en az bir terapistle gerçekleştirilen bir terapi çeşitidir. Kişilerin grup içinde daha az yalnız hissetmelerini, grubun gücünden güç kazanmaları ve daha kolay iletişim kurabilmelerini sağlar.

İlaçlar güvenli mi? İntihar riskini artırır mı?

Düzenli takip edildiğinde ve reçeteli ilaç kullanıldığında ilaçlar depresyonun tedavisinde hem güvenli hem de etkili bir yoldur. Fluoxetine gibi serotonin geri alım inhibiörleri, en etkili ve güvenli olarak kanıtlanmış ilaçlardır. Fakat tabii ki de başka ilaçların da kullanılması gereken zamanlar olabilir.

Her ne kadar ilaç kullanımı başlarda intihar düşüncelerinde ufak bir artış gösterse de antidepresanların intihar riskini arttırdığı konusunda bir kanıt bulunmamaktadır. Hatta uzun süreli kullanımda intihar riskini azalttığı, depresyon şikayetlerinin tekrarlama sıklığı ve şiddetin de azalma sağlayarak koruduğu bilinmektedir.

 

 

 

ÇOCUKLARDA GEÇ KONUŞMA
Çocuğum hala konuşamıyor, konuşmasını bizden başka kimse anlayamıyor
Endişe ettiğiniz durum normal bir süreç mi, çocuğun desteğe ihtiyacı var mı ya da altında yatan başka bir sorun var mı anlayabilmek için mutlaka uzman görüşüne başvurun.

Örneğin bir çocuk 3 yaşında ancak hala konuşmuyor ise bu sadece basit bir dil gecikmesi olarak değerlendirebileceği gibi, işitme kaybı, otizm, motor gerilik, öğrenme güçlüğü gibi sayısız nedene bağlı olarak ortaya çıkan bir sorun da olabilir bu noktada ayırıcı tanı büyük önem taşır. Panik yapmak ya da bekleyelim düzelir demek yerine olası nedenleri eleyerek ilerlemek ve desteklemek çocuk için yararlı olacaktır.
“Aile de geç konuşanlar vardı. Bekleyelim düzelir…”
Yanlış. Bekleme süreci bazen olası nedenlerin elenmesi ya da altta yatan farklı sorunların tespit edilmesi noktasında geç başvuru yapılmasına, bu durumda eğer konuşmanın gecikmesinin temelinde farklı bir sorun varsa bunun tespitinin ve düzeltimesi noktasında geç kalınmasına neden olmaktadır. Değerlendirme ne kadar erken yapılırsa sorunun tespiti ve çözüm üretilmesi de o kadar kolay olur.
Erkekler geç konuşur
Erkek çocuklarının kızlara oranla dil ve konuşma becerileri anlamında geride kaldığını destekleyen çalışmalar var. Ancak bu düşünüldüğü kadar büyük bir fark değil bir iki aydır. Dolayısıyla erkek çocuğu olması uzmana başvurmayı geciktirme nedeni olmamalıdır.
Konuşamaması işitme azlığından kaynaklı olabilir mi?
Çocuğun dil gelişiminde gerilik varsa ya da konuşmasının anlaşılırlığı zayıfsa mutlaka işitme testi yapılmalıdır. Yenidoğan döneminde işitme testi yapılmış ve bu testten geçmiş olması ömür boyu iyi bir işitmeye sahip olacağının güvencesini vermez. Dil ve konuşma becerilerinde sıkıntı varsa mutlaka işitme testi tekrar yapılmalıdır.

 

 

 

ÇOCUKLARDA GELİŞİM BOZUKLUKLARI

Çocuklarda gelişim bozuklukları dediğimiz durum, genelde okul öncesi çağda görülen ve yetersiz beslenme ve yeme güçlüğü çeken çocuklarda sık rastlanan bir durumdur. Gelişim çağındaki bir çocuğun kötü beslenmesi çeşitli sağlık sorunlarının ortaya çıkmasına neden olabilir, çocuklarda yemeği reddetme, ya da abur cubur dediğimiz türde faydasız yiyeceklerin yenmesi sonucu ortaya çıkan iştahsızlık problemi sık karşılaşılan bir durum olma özelliğini taşır. Bu sebeple öğünlerden önce çocuklara bu tip yiyecekler verilmemelidir. Kötü beslenme tarzı ya da yetersiz beslenme çocuklarda gelişim hormonlarının yeterli çalışmasını engeller ve bunun sonucunda da çocuklarda gelişim bozuklukları görülmesine neden olur.
Büyüme hormonlarını beslenmenin dışında bir de uyku etkiler. Gelişim çağındaki bir çocuk ortalama olarak günde 15 saat civarında uyumalıdır. Bir çocuğun 15 saat uyumasının sebebi gelişim ve büyüme hormonunun yalnızca uyurken salgılanmasıdır. Bu sebeple çocuklar gece uykusunun dışında gündüzleri öğleden sonra da uyutulmaya çalışılmalıdır.
Çocuklarda gelişim bozuklukları, beslenme ve uyku düzensizliği ya da yetersizliği dışında psikolojik faktörlerle de etkilenebilir. Gelişim yalnızca büyüme ile ilgili değil aynı zamanda zihinsel bir süreçtir. Çocuk fiziksel olarak geliştiği gibi zihinsel olarak da gelişmelidir o yüzden aile çocuğun gelişimini her yönden takip etmelidir. Psikolojik olarak çocuğun etkilenebileceği kötü bir olay ya da bir travma sonucu bu çocuğu olumsuz yönde etkiler ve gelişmesine engel bir durum oluşturabilir. Bu tür durumlar yalnızca büyüme ile ilgili sorunlar değil başkaca psikolojik hastalıklar doğurabileceğinden tehlikelidir ve böyle olaylarla karşılaşıldığında aksatmadan tıbbi yardım alınması tavsiye edilir.
Çocuklarda gelişim bozuklukları, bunların yanında çocuğun geçirmiş olduğu bir hastalıktan kaynaklanabileceği gibi, aileden gelen ırsi özelliklerden de meydana gelebilir, bunun araştırılarak öğrenilmesi ve duruma göre tedbir alınması önerilir. Zihinsel sorunlardan kaynaklanmayan, beslenme ve uyku tabanlı çocuk gelişim bozuklukları için kaygılanmaya gerek yoktur. Biraz dikkat ve özen sayesinde üstesinden gelinebilecek durumlardır. Alacağımız basit tedbirlerle mesela öğün öncesi beslenmeyi keserek, çocuğun hoşlandığı türde yiyeceklere ağırlık vererek ve uyku saatlerinin her gün aynı düzende olmasına özen göstererek tedbir alınabilir. Evde kendi başımıza hazırlayacağımız gelişimi güçlendiren bitkisel kürlerden faydalanabiliriz. Örnek olarak bunlardan birisi sinirli yaprak otuna dört bardak su ilave edilir ve kaynatılır. Kaynayan ve çay haine gelen karışım süzüldükten sonra her gün sabahları ve akşamları, günde iki defa çocuğa içirilir bu onun fiziksel olarak gelişimine yardımcı olacaktır.

 

 

 

ÇOCUKLARDA PERTHES HASTALIĞI
Perthes hastalığı nedir?
Perthes hastalığı çocuk ortopedisinin önemli hastalıklarından birisidir. Perthes Hastalığı, femur başı dediğimiz uyluk en üst kısmındaki top şeklindeki kemik bölgesinin kan akımının geçici olarak duraksaması ile gelişir. Bunun sonucunda, Perthes hastalığı femur başı kemiğinde nekroz dediğimiz kemik ölümü ve akabinde yeniden nekrotik kemiğin uzaklaştırılıp yeni kemik oluşumu ile giden bir süreç içerisinde seyreder.
Perthes hastalığı kaç yaşlardaki çocuklarda görülür?
Perthes hastalığı sıklıkla 4 – 10 yaş arasındaki çocuklarda görülen bir hastalıktır. Perthes hastalığı erkek çocuklarda kızlardan 4 kat daha çok görülür. Perthes hastası çocuklar, genel yapı olarak çok hareketli yapıda olup ele avuca sığmaz dediğimiz yapıda çocuklardır.
Perthes hastalığının bulguları nelerdir?
Perthes hastaları, sıklıkla aksama, kalça ve/veya diz ağrısı şikayeti ile Çocuk Ortopedistine başvururlar. Hastaların bulguları zaman zaman şiddetlenir, zaman zaman hafifler. Perthes hastalarının muayenelerinde eklem hareketleri kısıtlı olup eklem hareketleri sırasında çocuk ağrıdan şikayet edebilir. İleri olgularda bacak çapında incelme ve kısalık görülebilir.
Perthes hastalığında tanı nasıl koyulur?
Perthes hastalığında, tanı anamnez, fizik muayene ve radyografi ile koyulur. Perthes hastalığı tanısında olguların büyük kısmında MR veya tomografiye ihtiyaç duyulmaz. Buna karşın, MR tetkiki, hastalığın erken devrelerinde tanı koyulmasını sağlayabilmektedir. Radyolojik bulguların normal olması ve aksamanın 1 hafta – 10 günlük süre içinde geçmemesi durumunda MR tetkikine ihtiyaç duyulabilmektedir.
Perthes hastalığının tedavisinde ne yapılır?
Perthes hastalığında femur başının beslenmesinin bozulmasıyla femur başı kemiğinin bir kısmı ya da tamamında nekroz dediğimiz kemik ölümü görülür. Vücut tarafından, bu nekrotik kemik absorbe edilerek (ortadan kaldırılarak), yeni kemik yapımı sağlanır. Bu yeniden yapım sürecinde kemik daha yumuşak ve güçsüz olduğu için atlama, zıplama ve düşme gibi travmalarda baş kemiğinde kırık ve çökmeler görülebilir. Yeniden yapılanırken femur başı aldığı basıya göre şekil alır. Bu nedenle tedavide femur başını asetabulum dediğimiz kalça eklemini yuva kısmının içinde tutulması amaçlanır. Bu şekilde küresel yapıda gelişimi hedeflenir.
Perthes hastalığının tedavisinde ana amaç eklem hareket açıklığının korunmasıdır ki baş küresel yapıda gelişebilsin. Özellikle ağrılı dönemlerde istirahat ve antiemflamatuvar ilaçlarla tedavi önerilir. Perthes hastalığının süreci 2 – 2.5 yıl kadar sürmektedir. Bu süreçte çocuğun aşırı sportif aktivitelerde bulunması, yüksekten atlaması ve temas sporuna katılımına mümkün oldukça engel olunmalıdır. Bununla beraber çocuğun günlük aktivitelerinde kısıtlanmaya gidilmez.
Femur başı topunu yuvada tutmak için bacaklar açık posizyonda alçı uygulaması, bir takım ortezler kullanılması ve cerrahi uygulamalar Çocuk Ortopedistleri tarafından kullanılan yöntemlerdir. Hastalığın seyrinin uzun olması (2 – 2.5 yıl) çocukların alçı veya ortez tedavisine uyumunu güçleştirmektedir. Bu nedenle bir çok ortopedist gerekli olgularda cerrahi tedaviye yönelirler. Cerrahide ana amaç, femur başının küresel yapıda gelişimini sağlamak için asetabulum yuvasının içinde yerleşmesini sağlamaktır.
Perthes hastalığının seyri nasıl olmaktadır? Sekel kalmakta mıdır?
Perthes hastalığında klinik seyir hastanın yaşı ve tutulumun miktarına bağlıdır. Genel kural olarak 6 yaş altında Perthes hastalığının seyri oldukça iyidir. 8 yaş üstü hastalarda ise hastalığın seyri daha ağır geçmektedir. Hastaların önemli bir kısmı sekelsiz iyileşirken az bir kısım hastada ise kısalık, aksama ve femur başında şekil bozukluğu görülür.

 

 

 

ÇOCUKLARDA SAMAN NEZLESİ
“Saman Nezlesi” hangi durumlarda ortaya çıkar?
Hastalık herhangi bir yaşta başlayabilir. Ancak genellikle genç yaşta (1 – 20 yaş) başlar. Çoğunlukla ailede aynı hastalık mevcuttur. Anne ya da babada alerji varsa %30, her ikisinde de alerji varsa %60, oranında çocukta alerji görülecektir. Diğer alerjik hastalıkların (egzama, astım ve alerjik konjuktivit-göz nezlesi) görülmesi olasılığı fazladır. Alerjik rinit ağır bir hastalık olmamasına rağmen kişiyi son derece rahatsız edebilir; uykuyu, yemek yeme ve yaşam şeklini olumsuz etkiler; okul ve iş gücü kaybına yol açar. Kent yaşamı alerjik hastalıkların görülme oranını arttırmıştır. Bunda çevre kirliliğinin rol oynadığı düşünülmektedir. Alerjik riniti olan kişilerde sinüs enfeksiyonları, kulakta sıvı birikimi ile ortaya çıkan işitme azalmaları ve burun polipleri görülebilir. Ayrıca alerjisi olmayan kişilere oranla astım gelişme riski 4 kez daha fazladır.
Alerjiye yol açan diğer bir madde ise “mold” denen küflerdir. Moldlar ekmeği küflendirir, meyvelerin bozulmasına yol açar. Aynı zamanda kuru yapraklarda, çayırlarda, samanda, tohumlarda, diğer bitkilerde ve toprakta bulunur. Soğuğa dirençli olduklarından alerji sezonu uzundur ve karın toprağı kapattığı dönemler dışında sporları havada bulunur. Moldlar ev içindeki bitkiler ve topraklarda yaşar. Bodrum katları ve çamaşır odaları gibi nemli yerlerin yanı sıra, peynirde ve mayalanmış içkilerde de bulunur. Moldlardan korunmak için ev bitkilerinin sayısı azaltılmalıdır.
Belirtileri nelerdir?
Alerjik riniti olan hastalarda burun tıkanıklığı, hapşırma nöbetleri, sulu burun akıntısı, burun ve gözlerde kaşıntı (aynı zamanda konjuktivit), damakta ve gırtlakta kaşıntı, öksürük ve baş ağrısı görülebilir. Alerjiye yol açan polenlerin kaynağı çeşitli otlar ve ağaçlardır. Polenler havadan burun, göz ve boğazımıza yapışarak birikirler. İlkbaharda polenlerin kaynağı genellikle ağaçlar, yaz ve sonbaharda ise genellikle çayır otlarıdır. Bir bitkiye veya hayvana ait alerjen madde vücuda girerse bu istilayı önlemek için bağışıklık sistemi bir reaksiyon gösterir. Normal şartlar altında bu, yararlı ve doğal bir korumadır. Ancak bazı kişilerde bu reaksiyon aşırı boyutlarda olmaktadır. Bu kişiler alerjik olarak tanımlanmaktadır. Alerjen maddeler vücudu antikor yapmak üzere uyarırlar. Bunlar daha sonra alerjen maddelerle birleşip bazı kimyasal maddeler salgılatırlar. Bu maddeler arasında en iyi bilineni histamindir. Bu kimyasal maddeler burun içi örtüsünün şişmesine, kaşıntıya ve aşırı miktarda salgı oluşmasına neden olur.
Teşhis ve tedavi nasıl yapılır?
Alerji düşünülen durumlarda tanıyı kesinleştirmek için bazı testlerin yapılması zorunludur. Bu testler 4 gruba ayrılır: serolojik (kan) tetkik, prick-test (derideki spesifik antikorların gösterilmesi), burun sekresyonunun kimyasal analizi ve burun içine alerjen maddelerle yapılan uyarı testi. Alerji tanısı doğrulandıktan sonra uygun tedavi başlatılmalıdır. Tedavi 4 ayrı başlık altında toplanabilir:
1- Alerjen uyaranlarla temasın kesilmesi,
2- İlaç tedavisi,
3- Hiposensibilizasyon (aşı tedavisi)
4- Cerrahi tedavi
İlaç tedavisi
Alerji tedavisinde birçok ilaçtan yararlanılmaktadır. Bunlar arasında antihistaminikler, dekonjestanlar, kromolin ve kortizonlu ilaçlar vardır. Bu ilaçlar tek tek veya kombine olarak kullanılabilir. İlaç tedavisinin özelliği çok çabuk etki göstermesidir. Burun içerisine uygulanarak kullanılan kortizonlu spreylerin yan etkileri son derece azdır. Ancak bu ilaçların etki gösterecek en düşük dozda ve düzenli olarak kullanılması yararlı olmaktadır.
Hiposensibilizasyon (aşı) tedavisi
Çevre kontrolü ve ilaç tedavisine rağmen şikâyetlerin 2 yıldan fazla devam etmesi durumunda önerilir. Bu yöntemle bağışıklık sisteminin tepki mekanizması değiştirilmeye çalışılmaktadır. Etkisi yavaş görülür ve sadece aşıda kullanılan maddelere karşı iyileşme elde edilir. Uygulama, alerjen maddelerin belirli miktarda vücuda verilmesi ile yapılır. İşlem uzman gözetiminde yapılır. Tedavi 3-5 yıl süreyle uygulanır. İlk 3 yıl içinde yeterli iyileşme görülmezse tedavi sona erdirilir.
Cerrahi tedavi
Daha çok aşırı büyümüş burun etlerinin veya poliplerin tedavisine yönelik olarak yapılır. Bu yöntemler tek tek veya kombine olarak kullanılabilir. En etkili tedavi yöntemi uygulansa bile eğer alerjen maddelerle yoğun olarak karşılaşılıyorsa başarı şansı az olacaktır.

 

 

 

ÇOCUKTA ŞİŞMANLIK (OBEZİTE)

Obezite tanısı VKİ (vücut kitle indeksi) değeri 95 persentil üzerinde olması ile konur.
Bunun yanında VKİ değerinin 85-94 persentil arasında bulunması durumunda bu çocuklarda da aile kilo hikayesinin araştırılması, kan basıncı ölçümü, total kolesterol düzeyi tespiti, psiko sosyal seviye tespiti yapmak gerekir.
Çocuk obezitesinin olası sonuçları nelerdir?
Obez çocukların karşılaştıkları en sık sorunlardan biri ergenlik döneminde psikolojik travmalardır. Obez çocuklar kiloları nedeniyle arkadaşları arasında kabul görmez, alaya maruz kalır, takım oyunlarında fiziksel performans gösteremediklerinden kendilerini bu aktivitelerden uzak tutarlar.
Obezitenin sonuçlarını psikolojik açıdan değerlendirirken, diğer organ yaklaşımını unutmamak gerekir. Araştırmalar obez çocuk ve ergenlerin ¼’de insuline direnç meydana geldiğini, %3’ünde tanı konmamış diyabet hastalığı bulunabileceği öngörmektedir. Aynı zamanda araştırmalar obez ve kilolu ergenlerin yaklaşık %29’unda metabolik sendrom geliştiğini belirtmektedir. Obez çocukların yaklaşık 1/3’ü, kilolu ergen çocukların ise yaklaşık yarısı ileri dönem hayatlarında kilolu erişkin şeklinde yaşamaktadır.
Çocuklarda obezite nasıl tedavi edilir?
Obezite tedavisi bir bütündür. Sağlıklı ve dengeli beslenmeyi, uygun fiziksel aktiviteyi ve yeme davranış değişikliğini içerir. Çocuklarda elbette sağlıklı beslenme ve yeme davranış değişikliğini oturtmak zordur. Kolaylaştırmak için sağlıklı yiyecekler tüketmeyi eğlenceli hale getirmek, yiyecekleri süsleyerek tüketmek, hazırlanışı beraber yapmak uygun olur.
Sağlıklı beslenme için 5+2+1 kuralına uymak önemlidir. Bu yöntem gün içinde en az 5 çeşit sebze veya meyve tüketilmesini, hareketsiz geçen sürenin maksimum 2 saat olması ve günde en az 1 saat fiziksel aktivitede bulunulmasını içerir.
Çocuklarda büyüme devam ettiği için 2-7 yaş arası çocuğa kilo verdirmek tercih edilmez. Çocuk büyüdükçe VKİ de zaman içinde azalma meydana geleceğinden sağlıklı beslenme ve egzersiz alışkanlıklarının oluşturulması tercih edilen yaklaşımdır.
7 yaş üzeri çocuklarda ise vücut kitle indeksinin 95 persentil ve üzerinde bulunması durumunda beslenme uzmanı denetiminde kilo verdirmek doğru yaklaşımdır.

 

 

 

ÇOĞUL GEBELİK

Özellikle son zamanlarda kısırlık tedavilerinin gelişmesi ve bu tedavilerde kullanılan ilaçların etkisi ile ikiz ve daha fazla sayıda bebek taşıyan gebeliklerin görülme sıklığında belirgin bir artış vardır. Bu artış çoğul gebeliklere olan merakı arttırmakla birlikte eskiden nadir görülen bir olay artık sıradanlaşmaya başlamıştır. Medyatik kişilerin yardımcı üreme teknikleri sayesinde çoğul gebelikler yaşamaları ve bu bebekleri dünyaya getirmeleri ise ülkemizde bu gebelik şeklini daha iyi anlatma gereksinimini doğurmuştur.

İkizler tek yumurta ikizleri (monozigot) ve çift yumurta ikizleri (dizigot) olarak ikiye ayrılır. Monozigotlara “eş”, dizigotlara “fraternal” adı da verilmektedir.Dizigot ikizler kısırlık tedavisinde olduğu gibi aynı adet döneminde birden fazla sayıda yumurta hücresinin atılması ve bunların birden fazla sperm ile döllenmesi sonucu oluşurlar. Genetik olarak aslında ikiz değillerdir. Sadece aralarında yaş farkı bulunmayan kardeşlerdir.Monozigot ikizler ise döllenmiş yumurtanın ikiye ayrılması ile oluşurlar. Eğer bölünme döllenmeden sonra ilk 72 saat içinde olursa bu durumda iki bebek, iki amniyon zarı ve iki plasenta olur (diamniyotik, dikoriyonik). 4-8 günler arası gerçekleşen bölünmelerde iki bebek, iki amniyon ve tek plasenta olur (diamniyotik monokoriyonik), çünkü bu dönemde plasenta oluşmuştur. En çok görülen ikiz gebelik türü budur. 8. gün olan bölünmeler iki bebek, tek bir amniyon ve tek bir plasenta meydana getirirler (monoamniyotik monokoriyonik). Bu dönemden sonra olan bölünmelerin sonucu ise yapışık ikizler gelişir (Siyam ikizleri).Yardımcı üreme tekniklerinde ise döllenen birden fazal sayıda yumurta hücresi rahim içine bırakıldığından bu bebekler çift yumurta ikizidirler. İkizlerin 1/3’ü monozitotik, 2/3’ü dizigotik yani çift yumurta ikizleridir. Bazı çoğul gebelikelerde ise bebeklerden bazıları monozigotik bazıları ise dizigotiktir. Örneğin beşiz bir gebelikte bebeklerden ikisi gerçek ikiz yani monozigotik, diğer üçü ise polizigotik olarak bulunmuştur. Yani burada 4 yumurta hücresi 4 sperm tarafından döllenmiş ve dördüz bir gebelik oluşmuştur. Daha sonra ise bu gebeliklerden bir tanesi bölünmüş ve sonuçta 5 bebek dünyaya gelmiştir. İkizlerin tek yumurta yada çift yumurta olduklarını ayırt etmek için bazı prensipler vardır.

1. Monokoriyonik ikizler yani tek bir plasentası olan ikizler her zaman tek yumurta ikizidir.
2. Cinsiyetleri farklı olan ikizler her zaman çift yumurta ikizidir.
3. İki plasenta olan ikizler her zaman çift yumurta değildir.
4. İki plasentası olan ve cinsiyeti aynı olan ikizlerin zigositesini anlamak için tetkik yapmak gerekir.
Tanı
İkiz gebeliklerin tanısı güç değildir. Rahim büyüklüğünün beklenenden büyük olması, muayenede birden fazla sayıda fetusa ait kısımların ele gelmesi çoğul gebeliği düşündürür. Ancak çoğul gebeliğin kesin tanısı ultrason ile konur. Son adet tarihinden itibaren 6. haftada rahim içerisinde iki gebelik kesesi ayırdedilebilir. Ancak burada çok önemli bir nokta vardır. İkiz başlayan her gebelik ikiz doğumla sonuçlanmaz!

Türkçeye kaybolan ikiz olarak tercime edebileceğimiz “vanishing twin” deyimi bu gibi durumları ifade eder. Çok erken dönemde iki kese hatta iki fetus saptanmasına rağmen daha sonraki kontrollerde fetus sayısının bire indiği durumlar nadir değildir. Değişik yayınlarda bu oran %13-78 arasında bildirilmektedir. Bu nedenle erken dönemde ikiz olarak saptanan gebelikler sık ultrason tetkikleri ile değerlendirilmeli ve anormal bir durum erken dönemde saptanmalıdır. İkiz olarak başlayan bir gebelikte bebeklerden birinin kaybolmasını engellmek için yapılabilecek herhangi bir tedavi ya da korunma yöntemi yoktur.
Riskler
Çoğul gebelikler riskli gebelik sınıfında incelenir. Çünkü bu tür gebelikler hem anne hem de bebekler için birtakım sorunları da beraberinde taşıyabilir.

Çoğul gebeliklerde salgınalan hormon miktarı fazla olduğundan bulantı ve kusmalar daha fazla görülür
Gebeliğe bağlı dülusyonel anemi daha derin olur.Kan plazma hacmi tekil gebeliklere göre %10-20 daha fazla artar. Buna bağlı olarak kalp yükü de tekil gebeliklere göre daha fazla olur.
Çoğul gebeliklerde annenin besin ihtiyacı tekil gebeliklere göre 300 kalori/gün daha fazladır.
Çoğul gebeliklerde erken doğum riski daha fazladır. Buna bağlı olarak prematürite nedeni ile doğum sırasında ve doğumdan sonra deneyimli tıbbi ekip gerektirir. Bebek sayısı arttıkça doğum zamanı da erkene gelmektedir. Yapılan bir çalışmada bebek sayısı ile ilgili olarak ortalama gebelik süresi şu şekilde bulunmuştur
1 Fetus – 40 Hafta
2 Fetus – 36-1/2 Hafta
3 Fetus – 33 Hafta
4 Fetus – 29-1/2 Hafta
5 Fetus – 26 Hafta
Erken doğum ve düşük riski nedeni ile bu gebelerde fiziksel aktivite kısıtlamaı uygun olur. Bu tür gebelerin 28-30. haftalardan sonra çalışma hayatına veda etmeleri yararlı olur.
Çoğul gebeliklerde gebeliğe bağlı hipertansiyon (preeklempsi ve eklempsi) daha sık görülür. Bu artışın nedeni ise bilinmemektedir. Yapılan çalışmalarda preeklempsiye çoğul gebeliklerde tekil gebeliklere göre 3 ile 5 misli fazla rastlandığı, hastalığın daha erken dönemde ortaya çıktığı ve daha şiddetli seyrettiği saptanmıştır.
Plasenta anomalileri, plasenta previa ve abrubtio plasentaya daha sık rastlanır.
Her iki kesede yada birinde amniyon mayii fazla olabilir (polihidramniyos)
Fetal duruş bozukluğu olma ihtimali daha yüksektir. Buna bağlı olarak zor doğum sıklığı fazladır.
Rahimin fazla gerilmesi nedeni ile doğum sonrası atoni ve kanama riski daha yüksektir.
Bebekler arasındaki damarlanma nedeni ile bir bebekte fazla kan diğerinde ise kanlanma azlığı olabilir. Buna bağlı olarak bebeklerden biri büyük diğeri ise küçük olabilir. Bu duruma ikizden ikize transfizyon sendromu adı verilir.
Çoğul gebeliklerde konjenital anomali riski daha yüksektir.
Doğum şekli
Üçüz, dördüz vb gibi çoğul gebeliklerde tercih edilecek doğu şekli sezaryen iken ikiz gebeliklerde hala daha fikir birliği yoktur. Kimi yazarlar vakit kaybetmeden sezaryen yapılması gerektiğini savunurken bazı yazarlar ise her türlü tedbir alındıktan sonra normal doğum denenebileceğini ileri sürmektedirler.

İkiz gebeliklerde mutlak sezaryen gerektiren durumlar vardır. Bunlar

Monoamniyoktik ikizler
Yapışık ikizler
İkizlerden birinin ayak gelişi olması
Plasenta bozuklukları
Makat geliş
Bebeklerin kiloları arasında %20’den fazla fark olması
Bebeklerin 1500 gramdan küçük olması
800-1500 gram arasındaki bebeklerde yaşama şansı düşük olduğu için normal yoldan doğurtulması gerektiğini savunanlar vardır. Oysa günümüzde ülkemizdeki bazı merkezlerde bile 600 gram civarındaki bebekler yoğun bakım şartları ile yaşatılabilmektedir. Bu nedenle ben bu tür bebekleri lan anne adaylarının mutlaka sezaryene alınması gerektiği fikrini savunuyorum. Yine başka bir tartışma konusu ise ilk bebeğin baş geliş ikinci bebeğin makat geliş olduğu durumlardır. Burada bazı yazarlar ilk bebek normal doğurtulduktan sonra ikinci bebek için sezaryen yapılmasını önermektedirler. Kanımca bu da son derece anlamsız bir yaklaşımdır ve gereksizdir. Bu durumun tek bir istisnası olabilir. Çok erken bir gebelikte eğer ilk bebek doğduktan sonra ikinci bebek doğurtulmadan beklenebilecek ise normal doğum yapılabilir. Literatürde, dünyada ve ülkemizde bu tür doğumlar mevcuttur.

Çoğul gebelikler ister ikiz, iser üçüz, isterse daha fazla olsun her durumda riskli gebelikler sınıfında incelenir. Bu tür gebeliklerin sonlandırılmasında benim tercihim her zaman sezaryen yönündedir.

 

 

 

ÇOK UYUMAK

Çok Uyumak ,Çok fazla uyumanın pek çok nedeni vardır. Herhangi bir hastalığın göstergesi olacağı gibi depresyonun da göstergesi olabilmektedir.

Çok Uykunun Nedenleri
• Stres: Stres sürekli uyuma ihtiyacını doğurur. Çünkü stresli ve üzgün kişiler uyku sayesinde beynini meşgul eden sorunlardan uzaklaştıkları için sürekli uyumak isterler. Stres kişilerin ruhsal ve bedensel sağlıkları açısından önem arz etmektedir. Kişilerin sağlıklı bir yaşam geçirmesini engelleyen uyarıcılara karşı kişilerin fizyolojik ve psikolojik olarak gösterdiği tepkilere stres denilebilir. Kişiler beklemedikleri ve düşündüklerinin aksine gerçekleşen olaylar karşısında yetersizlik duygusu yaşamaktadır. Bu duygu stresin başlangıcına neden olmaktadır. Streste bireylerin sürekli yorgun ve uykusuz hissetmelerine neden olur. Sürekli uyuma ihtiyacını ortaya çıkarır.
• Hamilelik: Kadınların çoğu hamilelik döneminde sürekli uyku halinde olurlar. Uyku ihtiyacı ne kadar karşılanırsa karşılansın kadınlar bu dönemde her an uyuya kalabilirler. Hamilelik dönemindeki kadınlarda yorgunluk hissi de artacağından uyku ihtiyacı daha fazla görülür.
• Uyku Apnesi: Pek çok kişinin uykusunun, istediği kadar düzenli olmasına engel olan bu sorun kişi uzun süre uyuyor olsa da uyku bölünmesine neden olduğundan bir rahatsızlıktır.
• İlaç Kullanımı: Kişilerin sağlık amacıyla kullandıkları bazı ilaçlar uyku ihtiyacını da artırır. Bu bir rahatsızlık olarak ele alınmaz. Yan etkisi olan bu ilaçları kullanmanız çok uyumanıza neden olduğundan, ilaçları kullanım sıklığını değiştirmeniz gerekebilir. Elbette bunu hekime danışarak yapmanız gerekir.
• Yetersiz Beslenme: Kişilerin besinlerden gerekli vitamin ve proteinleri almaması ve sağlıksız beslenme kişinin vücut dengesini bozar. Bu da bireylerin uyku düzenini de olumsuz etkiler.
• Alkol ve sigara kullanımı: kişilerin alkolü çok fazla tüketmesi de beyni uyuşturucu etkisi nedeniyle daha fazla uyku ihtiyacına sebep olur. Aynı zamanda sigara tüketenler içinde sigaranın rahatsız edici kokusu, sürekli öksürüğe neden olması da sürekli uyanmanıza sebep olur. Bu da uyku düzensizliğine neden olduğundan sürekli uyuma hissine ve uyku kalitesinin bozulmasına neden olur.
• Narkolepsi: Sebebi tam olarak açıklanamıyor olsa da uyuma- uyanma arasındaki döngünün sağlanamaması dolayısıyla kişilerin ani olarak uykuya geçmesi ya da birden uyanması gibi açıklanmaktadır.
• Aşırı yorgunluk: Kişilerin sürekli yorgun ve halsiz olması uyku ihtiyacını artıran bir başka sebeptir. Kişiler ne kadar çok uyusa da hala uykuya doyamadıklarını belirtir.
• Kansızlık: Bazı bireylerin kansızlık sorunları nedeniyle uyku ihtiyacı çok fazla olur. Kansızlık sorunu halsizlik ve yorgunluğa neden olduğundan kişi sürekli dinlenmeye gereksinim duyar.
Çok fazla uyku hissiniz varsa bir hekime danışarak bunun asıl bedenini bulmalısınız. Gerek ilaçla gerekse evde kendi yöntemlerinizle bu sorunu aşmak için mutlaka tedavi olmanız gerekir. Çok fazla uyumak hem sizin gününüzün boşa geçmesine hem de rahatsızlığınızın giderek artmasına neden olabilir. Vücut programlanmış bir makine gibidir. En küçük bir aksaklık tüm sistemi etkiler. bu nedenle düzenli ve dengeli beslenme, su tüketimi ve sporu yaşamınızdan eksik etmemelisiniz.

 

 

 

ÇÖLYAK HASTALIĞI

Hastalığın ortaya çıkması insanlık tarihi ile birlikte zamanımızdan yaklaşık 10.000 yıl önce tarımın başladığı Orta Doğu, Mezopotamya, Anadolu topaklarına dayanır. İlk kez Kapadokyalı Aretaeus milattan önce birinci yüzyılda yazdığı kitaplarında çölyak hastalığına benzer tablodan bahsetmiştir. Hastalık öyküsünün nerede ve ne zaman başladığı, buğday ve diğer tahılların insanoğlunun diyetine girdikten sonra olup olmadığı açıklanamamaktadır.

Hastalığın bugünkü bilinen şekli ile tanımlanması önce 1887-1888’de İngiliz patolog Samuel Gee ardından hastalık ile glüten arasındaki ilişkinin bulunması Willem – Karel Dicke tarafından 2. Dünya savaşı sırasında (1941-1950) olmuştur.

Hastalık 1950’lerde özellikle Avrupa kökenli beyaz ırkta görülmekle beraber 1970’ lerde kanda hastalıkla ilişkili antrikorların saptanması ile dünyanın her yerinde benzer sıklıkla görüldüğü fark edilmiştir. Halen Pasifik Adaları, doğu Çin, Japonya hastalığın nadir görüldüğü alanlardır. Bu durumun beslenme alışkanlıkları ile ilgili olduğu düşünülmektedir.

Tarama çalışmalarında hastalığın sıklığı tüm dünyada artan bir eğri çizmektedir. Avrupa kökenli toplumlarda ortalama sıklık 1/100 iken, ülkemizde yapılan bölgesel çalışmalarda çocuklarda %1, erişkinlerde %0,8-1,3 arasında saptanmıştır. Bunun yanı sıra dünyada en sık olarak önceki bilgilerin tersine Batı Sahra Afrika’sında %5,6 olarak bulunmuştur. Çalışmalar hastalığın yaşla birlikte arttığını göstermektedir ve kadınlarda erkeklerden daha sık görülmektedir. Ayrıca tek yumurta ikizlerinde ve birinci derece akrabalar arasında sıklık 10 kat fazladır. Otoimmun bir hastalık olduğu için tip1 diyabet, tiroidit, Adisson hastalığı, osteoporoz, Down sendromu ve Ig A eksikliğinin olduğu vakalarda artmış risk vardır. İrrite bağırsak sendromu tanısı koyulmuş hastaların % 10’unda çölyak hastalığı vardır.

Hastalığın oluşmasında genetik faktörlerin önemli rolü olmakla birlikte, çevresel faktörler de önemlidir. Diyete buğday dolayısıyla glüten girmedikten sonra hastalık oluşmaz. Bu nedenle beslenmelerinde buğdayın önemli yer tuttuğu toplumlarda veya değişen beslenme alışkanlıkları nedeni ile daha önce bu hastalığa yakalanmayan toplumlarda hastalığın görülme sıklığı artmaktadır. Bu tahıllar içinde sadece yulafın toksik etkisi tartışmalıdır. Buğday, yapısı itibari ile çavdar ve arpa ile benzerlik gösterir. Dolayısı ile çavdar ve arpada toksit etki oluşturur. Yapı itibari ile farklılık gösteren yulaf nadiren toksiktir. Ancak halen çok güvenilir değildir. Etkilenen bireylerin ince bağırsaklarının iç yüzeyi bu maddelere (glüten ve gliadin) karşı farklı tepkiler geliştirir. Bu oluşumlar çölyak hastalarındaki kısıtlı savunma hücrelerini ve doku enzimlerini uyarır. Böylece ince bağırsak yüzeyinde hastanın kendi savunma hücrelerini uyarılma sonucu başlattığı bir tür iltihaplanma ince bağırsak iç yüzeyinde yıkıma neden olur. Hastalığın birinci derece akrabalar arasında sık görülmesi, glüten duyarlılığına yatkınlık (genetik şifrelenme ile teşhis edilebilir. Çölyak hastalığına yakalananların %90’dan fazlasında bu genetik şifrelenme belirlenmiştir. Sağlıklı kontrol grubunda genetik değişkenliğin görülme oranı ise %20-30’dur.

Glütene maruz kalma süresi ile hastalık başlama ve gelişme süresi de doğru orantı gösterir. Anne sütünün uzun süreli verilmesi, anne sütü verilirken ek gıdalara başlanması pek çok çalışmada yararlı bulunmuştur. Viral enfeksiyonlar, sigara, gıda katkı maddeleri gibi çevresel faktörlerin hastalığın oluşumunda olumsuz yönde etkili oldukları düşünülmektedir. Bugün için önerilen anne sütünün ideal olarak uzun verilmesi ve 4.-7. aylar arasında anne sütü alırken tahıllı ek gıdalara başlanmasıdır.

Çölyak hastalığının klinik görüntüsü

Çölyak hastalık kliniği oldukça farklı ve değişken olabilir. Hastalığın sindirim sistemi ve diğer sistemlerle ilgili belirtileri büyük oranda ince bağırsağın ilk kısmında gelişen emilim bozukluğuna bağlıdır. Yağlı, donuk görünümlü, alışılmıştan daha sık ve bol miktarda dışkı ise bu hastalığın en önemli göstergesidir. Ancak süt çocuklarında tipik hastalık belirtileri daha az görülmektedir. Bunun yanında kan testleri sayesinde çok hafif bulguları olan hastalar bile tanı alabilmektedir. Toplum taramalarında çok sayıda yakınmasız hasta fark edilebilmektedir.

1- Klasik Çölyak Hastalığı

Daha çok süt çocukları ve küçük çocuklarda yaşının 6.-24. aylarında diyete glüten eklenmesi ile ortaya çıkan tipik olarak büyüme gelişme geriliği kronik ishal veya cıvık dışkılama, kusma, karın ağrısı, karın şişkinliği, kas zayıflığı, kas kontrol güçlüğü, iştahsızlık gibi mide bağırsak sistemi bulguları ve gıda emilim bozukluğu ile karakterize durumdur. Hastalık haftalar ya da aylar içinde ortaya çıkabilir. İshal halen en sık görülen bulgudur, akut veya sinsi olabilir. Bu çocukların büyüme ve gelişmesi yaşına göre geri kalır. Vitamin D ve kalsiyum eksikliğine bağlı olarak sıklıkla rikets tablosu ile tanı alırlar. Nörolojik bulguları da olabilen bu çocuklar emosyonel olarak çekinik, huzursuz, mutsuz ve huysuz olabilirler.

2- Klasik Olmayan – Atipik Çölyak Hastalığı

Çoğunlukla 5-7 yaş üstü büyük çocuklar ve yetişkinlerde görülür. Boy kısalığı, pubertede geçikme, diş mine tabakası bozuklukları, aftöz stomatit, tedaviye cevapsız veya nedeni tam olarak bilinmeyen demir eksikliği kansızlığı, kemik erimesi ve kemik zayıflığı, kronik eklem şikayetleri, kardiyomyopati gibi kalp kası bozuklukları, karaciğer testlerinde bozukluk, nörolojik bozukluk gibi bulguların yanında tekrarlayan karın ağrısı, bulantı, kusma, şişkinlik, mide yemek borusu reflüsü gibi atipik yakınmalar olabilir. Genç erişkinlerde ciltte döküntü kızarma, kurdeşen dökme vitiligo alopesi gibi bulgular olabilir. Atipik bulguları ve yakınmaları olan bireylerin çoğunda sindirim sistemi bulguları yoktur. Nedeni açıklanamayan demir eksikliği olan yetişkinlerde hastalığa çocuklardan daha sık rastlanır. Yaşın ilerlemesi tiroit hastalığı ve nörolojik bulgu sıklığını arttırır.

3- Sessiz Çölyak Hastalığı

Sağlam görünen bir çocuk ya da yetişkinde tesadüfen tarama yapılırken hastalığın yakalanmasıdır. Bu vakalar yakınmasızdır. Bu nedenle risk grubu denilen grup taranmalıdır. Bu grupta hastalık %4-5 oranında görülmektedir. Son yıllarda sessiz çölyak hastalarının çoğunda hafif gözden kaçabilen hastalık bulgularının olduğu ve bazı psikiyatrik değişikliklerin olduğu gösterilmiştir. Dolayısıyla bu olgulara sessiz demek tamamıyla doğru olmayacaktır. Yakınmaları olan 1 olguya karşılık 7 sessiz olgu olduğu ön görülmektedir.

4- Potansiyel Çölyak Hastalığı

Kan testleri pozitif olduğu halde, ince bağırsak biyopsileri normal veya hafif değişiklik gösteren olgulardır. Önceleri hiçbir bulgu olmamasına rağmen ilerleyen yıllarda tipik hasta olma riski taşırlar. İzlenmeleri gerekir.

Kimlere test yapılmalıdır?

Yakınması olmayan hastalarda kimlere test yapılacağı tam belirlenmiş değildir. Ancak aşağıdaki gruplar taranmalıdır;

• İştahsızlık
• İnatçı, kronik ishal
• Kronik kabızlık
• Tekrarlayan karın ağrısı ve kusma
• Kalıcı dişlerde mine kaybı
• Kısa boy
• Belirgin puberte geçikmesi
• Kansızlık
• Kemik erimesi
• Yüksek riskli gruplar

Hastalığa tanı nasıl konulur?

Çölyak hastalığı tanısı kesin olmalıdır. Çünkü bir ömür boyu devam edecek bir hastalıktır ve tedavisi de yaşam boyudur.

Hastalığın tanısı ince bağırsak biyopsisinde karakteristik değişikliklerin varlığı ve glütensiz diyetle iyileşmenin görülmesi işe koyulur. Çölyak hastalığında tanının desteklenmesinde, risk gruplarının taranmasında ve glütensiz diyete cevabın değerlendirilmesinde kan testleri yararlıdır. Bu testlerin özgüllüğü ve duyarlılığı değişkendir. Tanısında tereddüt olan hastalarda genetik çalışma yapılmalıdır.

Gıda intolerans tesleri çölyak hastalığı tanısı koymak için kullanılmaz. Gıda intolansı veya gıda alerjisi tümüyle farklı hastalıkları tanımlar, çölyak hastalığı ile ilgili değildir.

Çölyak hastalığının tedavisi

Tedavi ömür boyu sürecek olan glütensiz diyettir. Bu tedaviye sıkı uyulması hastalığın gidişatı açısından önemlidir. Henüz alternatif tedavi yoktur. Sadece kararlı giden hastalarda yulafın diyete eklenmesi ile ilgili kesin kanı yoktur. Yine daha az immunolojık olan Etiyopya tahılı, akdarı, süpürge darısı, kara buğday gibi tahılların diyete sokulma çabaları devam etmektedir. Diyette ana tahıl grubunu mısır ve pirinç oluşturmaktadır. Ancak son yıllarda glütensiz buğday unu diyete girmiştir. Çölyak hastalığı dayanışma grubuna erken katılım uyumda yarar sağlar. Yakınmalar düzelene kadar sıklıkla eşlik eden laktaz yetersizliği nedeni ile laktozsuz diyette önemlidir. Hastaların hepsi mineral, vitamin eksikliği için taranmalı, kemik mineral yoğunluğu ölçümü yapılmalıdır. Eksikliler tedavi ile yerine koyulmalıdır. Çocuk doğurma yaşındaki tüm kadınlar folik asit almalıdır. Ayrıca hasta ve bakmakla yükümlü kişilere verilecek psikolojik destek tedavinin önemli bir parçasıdır.

Çölyak hastalığı nedeni ile glütensiz diyete başlayan hastaların %90 nında 2 haftalık diyet sonrası klinik düzelme başlar. Tedaviye cevapsızlığın en sık nedeni diyetteki glüten kaçağıdır. Diğer sebepler arasında enfeksiyonlar, pankreas yetersizliği, besin alerjileri ve diğer tip kolitler olabilir. Hastaların küçük bir yüzdesinde uygun diyete rağmen kalıcı bağırsak yapı değişiklikleri olabilir, farklı bir neden bulunamaz.

Çölyak hastaları bağırsak lenfoması, ince bağırsak kanseri, yemek borusu kanseri ve yutak kanseri açısından artmış riske sahiptirler, takipleri gerekir.

 

 

 

D HARFİ İLE BAŞLAYAN HASTALIKLAR

 

DALAK HASTALIKLARI

Dalak denildiği zaman ilk akla gelenler kansızlık ve kan hastalıklarıdır. Bildiğimiz anlamda dalak hastalığı genellikle dalak büyümesidir. Peki dalak neden büyür? Dalak hastalıkları neden olur? Belirtileri nelerdir ve Dalak hastalıkları nasıl tedavi edilir?
Dalak, 75-100 gr ağırlığında, 15x8x3 cm boyutlarındadır. Karın sol üstkadranında, midenin arkasında sol diyafragmanın hemen altında yer alır. Yaşam için mutlaka olması gereken bir organ değildir.
Kişinin hareketi esnasında kanın hacmini koruyan dalaktır. Lenfosit yapımı, eritrosit yıkımı kanı filtre etme, vücudu koruyucu maddeler oluşturma,kan yapımına katkıda bulunma, kan dağılımını dengeleme dalağın görevleridir.
DALAK HASTALIKLARI NELERDİR?
Tümör: Normal dalak dokusundan farklı,büyüme eğilimi gösteren,içi solid doku dediğimiz daha sert doku ile kaplı kitlelere denilmektedir. İyi huylu tümörler ve Kötü huylu tümörler olarak ikiye ayrılırlar.
Abse: Vücudumuzun diğer taraflarında olduğu gibi içi cerahatla dolu olan kitlelere denilmektedir.
Kist: Dalak içinde içi sıvı dolu iyi huylu tümörler dalak kisti olarak tanımlanır. Dalak kisti farklı şekillerde ortaya çıkabilir. Yalancı kistler, hidatik kistler, doğuştan olan kistler, damar kaynaklı kistler
DALAK HASTALIKLARININ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Kansızlık, halsizlik, aşırı terleme, karında şişlik, çabuk yorulma, sol böğrün alt kaburganın altında el ile basılınca hissedilen şişlik, dalak büyümesi, nefes kesikliği, tıkanmalar görülür.
DALAK HASTALIKLARININ TEDAVİSİ
Hastalığın gerçek sebebini öğrenmek ve tedavi için sağlık kuruluşlarına ve doktorlara gitmek gereklidir. Herhangi bir sebep bulunamaması durumunda, hasta olan kişilerin, kereviz, semizotu, enginar, havuç, pazı, üzüm, kayısı, incir, salatalık, taze ceviz, badem, lahana, pırasa, dereotu, maydanoz, mevsimlik sebze-meyve, özellikle kara üzüm ve üzüm pekmezini bol miktarda tüketmesi gerekir.

 

 

 

DAMAR İLTİHAPLARI (VASKÜLİT)

Vaskülit, damar duvarının iltihabıdır.
Vaskülitin tipine göre değişen boyda (küçük-orta-büyük boy) damar duvarı iltihaplanması, organlarda hasara ve bununla ilişkili şikayet ve bulgulara yol açmaktadır.
Vaskülitler genellikle ciddi ve ağır seyirli hastalıklardır.
Damar iltihaplarından (vaskülitlerden) sık görülenler nelerdir?
En sık görülen vaskülitler aşağıda sıralanmaktadır.
• Takayasu arteriti
• Temporal arterit
• Poliartreritisnodosa
• Wegener Granülomatozu
• Mikroskopikpolianjitis

 

 

 

DAMAR SERTLİĞİ (ATEROSKLEROZ)

Kalp krizi başta olmak üzere birçok ciddi hastalığa yol açan damar sertliği önemsenmesi gereken bir hastalıktır. Özellikle erkeklerde daha sık rastlanan damar sertliğini önlemek hayat kalitesi için büyük önem taşımaktadır. Peki damar sertliği ne demek? Belirtileri neler?
Vücuttaki kan damarlarının özellikle sigara kullanımı, şeker hastalığı, kolesterol, hipertansiyon gibi durumlarla birlikte bir kısmının veya tamamının sertleşmesi sonucu, esnekliklerini keybetmesine; halk arasında damar kireçlenmesi tıp dilinde ise Arterio Skleroz veya Atheremo denir.
Damar sertliği genellikle sessiz seyirli iken, arter duvarındaki birikmiş hücre ve yağ moleküllerinden oluşan aterom plaklarının çatlaması sonrası ani belirtiler ortaya çıkar. Eğer kalp damarları tutulmuş ise kalp krizi; beyin damarları etkilenmiş ise inme; bacak damarları etkilenmiş ise de yürüme sırasında topallama ve ileri dönemde kangrene yol açar.

DAMAR SERTLİĞİNİN BELİRTİLERİ
Yapılan bilimsel çalışmalara göre damar sertliğinde ilk belirti, % 66 oranında kalp krizi ya da ani ölüm olarak saptanmıştır. Baş dönmesi, baş ağrısı, titreme, beyinde geçici görme kaybı, yürürken sendeleme, düşünme ve öğrenme gücünde zayıflama, sinirlilik veya damarın sertleştiği bölgelerde ağrılar diğer belirtiler olarak ortaya çıkabilir.
DAMAR SERTLİĞİ NASIL TEDAVİ EDİLİR?
İlk belirtiler görüldüğünde önlem alınacak olursa, endişe verici bir durum söz konusu olmaz. Damar sertliğinin tedavisinde asıl amaç, hastalığın ilerlemesinin engellenmesi ve geriletilmesidir. Bu yüzden hastanın moralini bozmaması, ve doktorun tavsiyelerini yerine getirmesi çok önemlidir. Damar sertliği teşhisi konan kimse, perhiz yapmalı, alkol ve sigara gibi keyif verici maddeleri bırakmalı, yumurta, tereyağı ve benzeri yiyecekleri terk etmeli, aktif ve hareketli bir yaşam teşvik edilmeli, tuzu da azaltmalıdır. Bazı durumlarda aterosklerozun tıkadığı damarı açıcı tedavi uygulamaları, anjioplasti, stent, endarterektomi ya da bypass gerekli olabilir.
50 yaşından sonra yapılacak basit bir muayene ve düzenli check up’la tüm bu riskler ve beraberinde oluşacak kötü sonuçları önleyebilmek mümkündür.

BACAK DAMAR TIKANIKLIĞI TEDAVİSİ:
Kardiyolog Prof. Dr. Eralp Tutar cevaplıyor; Bacak damar tıkanıklığı tedavisi, halk arasında damar sertliği olarak bilinen aterosekleroz hangi organı besleyen damarda oluyorsa o organa ait şikayetler ortaya çıkar

KALP DAMAR TIKANIKLARI:
Kardiyolog Prof. Dr. Eralp Tutar cevaplıyor; Koroner (Kalp) damar tıkanıklıklarında stent tedavisi, kalp kaslarını besleyen coroner damarların damar sertliğine bağlı daralmaları veya tıkanıklıklarında angina dediğimiz göğüs ağrısı, kalp krizi veya ani ölüm görülebilir. Bu hastalarda amacımız göğüs ağrısını ortadan kaldırarak yaşam kalitesini arttırmak ve hastalığın ilerlemesini engellemek olmalıdır.

 

 

 

DELİ DANA HASTALIĞI

Bu hastalık “deli dana hastalığı” olarak adlandırılan bir çeşit beyin dokusu iltihabı geçiren hayvanların etinin yenmesiyle insanlara geçen bir hastalıktır. Hastalık “prion” denilen virüslerden daha basit yapıdaki mikroplarla bulaşır. İnsanlarda da yine beyin dokusu iltihabı olur. Oluşan hastalık yavaş ilerleyen, tanısı zor ve ölümlere neden olabilen karakterdedir.
Hastalığın hayvanlarda olan şekli “deli dana hastalığı” veya “bovine spongiform ensefaliti (BSE)”, insanlarda olan şekli ise Jakop-Creutzfeldt Hastalığı (JCH) olarak adlandırılmalıdır. Bu hastalık Türkiye’de fazla tanınmaz. Aslında yakın zamana kadar Avrupa’da da iyi bilinmemekteydi. Özellikle İngiltere’de bazı şüpheli ölüm olaylarının bu hastalığa bağlanması bu hastalığın hayvanlarda ve insanlarda bir salgın halini aldığını gösterdi. Türkiye’de ise bilindiği kadarıyla bu hastalık tanısı herhangi bir hastaya henüz konulmadı. Bu hastalık Türkiye’de ya yok yada tanı koymak için yeterli olanaklar yok. Hangi seçenek doğru? Türkiye’nin genel koşullarına göre hangisi doğru şu anda karar vermek çok zor olmamalı. Tanı koymak için gerekli olan testler her sağlık kuruluşunda yok. Fakat bilinen bir şey varki o da Avrupa ülkelerinin hala alarmda olduğu.

JCH, en sıklıkla etkilenmiş hayvanın etinin yenmesiyle insanlara geçer. Diğer geçiş yolu da özellikle sağlık personelinin hasta insanlara ait kanla temasıyla veya organ nakli ile olabilir. Hastalığın en nadir görülen nedeni de ailesel geçiştir. Bazı ailelerde bu hastalık genetik olarak taşınır.
Hastalığın Belirtileri
Hastalığın belirtileri haftalar ve aylar içinde yavaş olarak gelişir. Unutkanlık, konuşma bozukluğu, yazma buzukluğu, insanları tanımada bozukluk, sağ ve solu karıştırma gibi beynin çalışmasının bozulmasına ait belirtiler görülür. Hastalık bu evrede kolaylıkla Alzheimer ile karışabilir. Zaman içinde daha ağır belirtiler de görülmeye başlar. Kaslarda kasılmalar, dengesizlik, görme bozuklukları gelişir. Hastalığın başlangıcından itibaren 3-12 ay içinde ölüm görülür. Ölüm nedeni sıklıkla zatürredir. Hastalık az sayıda hastada daha uzun sürebilir. Hastalığın kesin tanısı mikrobun vücutta yarattığı bağışıklık moleküllerinin (antikorların) kanda tespit edilmesiyle konulur. Türkiye’de bu testler birçok sağlık kuruluşunda yoktur. Bu durumda akla menenjit veya ensefalit tanılarıyla kaybedilen bazı hastaların bu hastalığa yakalanmış olabilecekleri gelmektedir.
Korunma
Hastalığın bilinen kesin bir tedavisi olmadığından korunma önlemleri çok önemlidir. Hasta olduğu bilinen hayvanlara ait etler yenmemelidir. (Bu tip etler imha edilmelidir) Sağlıkçılar da hasta insanlara ait kanlı aletlerle temastan kaçınmalıdır. Bilinen sterilizasyon (mikrop öldürme) yöntemleri etkisiz olabilir. Tıbbi aletler önerilen yöntem için buharla sterilizasyondur. Hassas aletler ve cilt temizliği ise çamaşır suyu (sodyum hipoklorit) ile yapılabilir. Bundan sonra bol su ile çamaşır suyu uzaklaştırılmalıdır.

 

 

DEMİR EKSİLİĞİ ANEMİSİ

Çocuklarda kansızlık ( anemi ) nedenleri arasında, demir eksikliği başta gelir. Kanda oksijen taşıyıcı hemoglobinin yapımı için gerekli olan demir gıdalarla yeterince alınmamazsa, vücut tarafından emilemezse, kan kaybı olursa veya demir ihtiyacı artmışsa ‘ Demir Eksikliği Anemisi ‘ gelişir. Özellikle bebekler ve ergenlik dönemindeki kızlarda risk daha yüksektir.
Demir Eksikliğinin Nedeni Nedir?
Bebeklerde en sık neden anne sütünün yeterince verilmemesi, inek sütüne erken başlanması, ek gıdaya geçiş döneminde de bebeğin demirden zengin gıdaları ( kırmızı et, yumurta sarısı, tavuk, balık, kuru baklagiller, pekmez gibi ) yeterince alamamasıdır. Anne sütünün içerdiği demir vücut tarafından iyi emilmektedir. İlk 6 ay sadece anne sütü alan bebekler, 6 aydan sonra uygun ek gıdaların başlanması ve inek sütünün 1 yaşa kadar verilmemesiyle demir eksikliğinden korunacaklardır. Ayrıca, bitkisel gıdalardaki demirin çok iyi emilmediğinin, C vitaminin demir emilimini olumlu, çayın olumsuz etkilediğinin de göz önünde tutulması gereklidir. Bu nedenle, kahvaltıda yumurtanın yanında portakal suyu veya domates iyi bir seçim olacaktır. Toplumumuzda çoğumuzun tiryakisi olduğumuz çayın ise, bebek ve çocuklara içirilmemesi gerekmektedir.
Belirtiler Nelerdir?
• Soluk renkte cilt
• Halsizlik, huzursuzluk, iştahsızlık
• Büyümede yavaşlama
• Gelişim basamaklarında geri kalma
• Çabuk yorulma
• Toprak, kağıt yeme
• Davranış bozuklukları
• Sık enfeksiyon geçirme
• Katılma nöbetleri
• Dikkatini toplayamama
• Öğrenme güçlüğü, okulda başarısızlık görülebilir.
Nasıl Anlaşılır?
Bebeğin anneden aldığı demir depolarının azalmaya başladığı 6-9 ay arası dönemde yapılacak bir kan testi ile tanı konur, uygun tedavi başlanır. Eğer, düşüklük görülmezse bebek koruyucu demir tedavisine alınır.
Nasıl Önlenir?
Anne gebelik süresince demirden zengin beslenmeli, doktorun önereceği demir takviyesini kullanmalı
Bebek ilk 6 ay sadece anne sütü ile beslenmeli
Mamayla besleniyorsa, verilen mamanın demir içeren bir mama olması sağlanmalı
İnek sütü 1 yaş dolmadan başlanmamalı
1 yaştan sonra da, günlük inek sütü tüketimi yarım litreyi aşmamalı (İnek sütünün fazlası hem tokluk hissi yaratarak demirden zengin gıdaların alınmasına engel olur, hem de barsaktan gizli kanamalara yol açarak demir eksikliğine yol açar )

 

 

DEPRESYON

Herkes zaman zaman bir çökkünlük hissedebilir. Ancak haftalarca süren hüzün, umutsuzluk ya da günlük etkinliklere karşı ilgisizlik, daha ciddi bir soruna işaret edebilir. Depresyon, özellikle bir kayıp ya da hayal kırıklığı yaşandıktan sonra ortaya çıktığında, normal bir duygudurum olarak kabul edilebilir. Depresyon, enfeksiyon gibi başka bir hastalığın semptomu olarak da görülebilmektedir. Ancak 2 haftadan uzun sürmesi ve başka belirtilerin de eşlik etmesi durumunda, önemli bir sıkıntı ve işlevsel yetersizlik nedeni olan depresif hastalık olasılığı akla gelmelidir. Depresif hastalık, insanların %10-%15’inde, yaşamlarının bir döneminde görülebilmektedir.
Depresyon semptomları
Sürekli olarak hüzünlü, kaygılı ya da “boşluk” hissi ile nitelenen duygudurum.
Cinsel ilişki de dahil olmak üzere çeşitli etkinliklerden zevk almama ya da bunlara ilgi duymama.
Huzursuzluk, çabuk irkilme ve aşırı ağlama
Suçluluk, değersizlik, çaresizlik, umutsuzluk ve kötümserlik duyguları
Çok az ya da aşırı uyuma
İştah ve/ya da kilo kaybı ya da aşırı yeme ve kilo alma
Enerji azalması, yorgunluk, “yavaşlama” hissi
Dikkatini toplama, hatırlama ya da karar vermede zorluk
İntihar düşünceleri ya da girişimler
Tedavi seçenekleri
Psikoterapi : Terapistle görüşmelerin yapıldığı birkaç tedavi yönteminin etkili olduğu görülmüştür. Bu tedaviler, ilaç uygulamasıyla birlikte yürütülebilmektedir.

İlaç Tedavisi : Antidepresan ilaçlar, genellikle hastaların üçte ikisinden çoğunda etkili olmaktadır. Günümüzde hekimler birkaç tip antidepresan arasında seçim yapabilmektedir.

Elektrokonvülsif Tedavi (EKT) : Özellikle diğer tedavilere yanıt vermeyen, daha ağır depresyonu olan hastalara uygulanır.

 

 

DERMATİT (DERİ İLTİHABI)

Dermatit cilt iltihabı anlamına gelen genel bir terimdir. Farklı dermatit türleri vardır: Seboreik dermatit ve atopik dermatit (egzama). Bu bozukluğun birçok nedeni ve çok çeşitli şekilleri olsa da, genellikle şiş, kızarmış ve kaşıntılı cilt şeklinde kendini gösterir.

Dermatit cilt iltihabı anlamına gelen genel bir terimdir. Farklı dermatit türleri vardır: Seboreik dermatit ve atopik dermatit (egzama). Bu bozukluğun birçok nedeni ve çok çeşitli şekilleri olsa da, genellikle şiş, kızarmış ve kaşıntılı cilt şeklinde kendini gösterir.
Dermatit genelde bulaşıcı olmayan ve hayati tehlike içermeyen bir hastalıktır. Fakat sizi rahatsız edebilir ve utandırabilir. Dermatiti iyileştirmek için kendi kendine bakımla ilaçlar bir arada kullanılır.

Çok çeşitli dermatit türleri vardır.
• Kontakt dermatit, alerjiye neden olan örneğin zehirli sarmaşık gibi maddeler veya diğer tahriş edici maddelerle sık sık temas etme sonucu oluşan bir döküntüdür.
• Nörodermatit, cildin belli bölgelerinde görülen kronik, kaşıntılı deri rahatsızlığıdır.
• Seboreik dermatit, sık sık kepeğe neden olan yaygın bir yüz ve kafa derisi rahatsızlığıdır.
• Staz dermatit, bacakların derisi altında sıvı birikmesinin neden olduğu bir cilt hastalığıdır.
• Perioral (ağız çevresi) dermatiti, ağzın etrafındaki çıkıntılı kızarıklıklardır.
Her dermatit türünün kendine göre belirti ve işareti vardır. Yaygın belirtiler şunlardır:
• Kızarıklık
• Şiş
• Kaşıntı
• Cilt lezyonları
Doktora gitme vakti
Şu durumlarda doktora görünün:
• Durumunuz sizi uyutmayacak veya günlük rutininizi aksatacak kadar rahatsız ediyor.
• Cildiniz de ağrı var.
• Cildinizin enfeksiyon kaptığından şüpheleniyorsunuz.
• Kendi bakımınızı yaptınız, ama başarısız oldunuz.
Sebepler
Sebepler
Dermatite alerjiler, genetik faktörler, fiziksel ve zihinsel stres kaynakları ve tahriş edici maddeler neden olabilir.
Kontakt dermatit
Bu rahatsızlık alerjenler veya tahriş edici maddelerle temastan kaynaklanır.
Yaygın tahriş edici maddeler şunlardır:
• Deterjan sabunları
• Yıkanma sabunları
• Temizlik ürünleri
Olası alerjenler şunlardır:
• Lastik
• Nikel gibi metaller, takılar
• Parfüm ve kokular
• Kozmetik ürünler
• Yabani bitkiler
• Antibiyotik merhemlerde yaygın kullanılan neomisin
Alerjene kıyasla tahriş edici bir maddenin dermatite neden olabilmesi için daha fazla temas gerekir. Alerjene karşı hassassanız, küçük miktarda bir alerjene kısa süre maruz kalmak dermatite neden olabilir. Bir alerjene karşı hassasiyet geliştirdikten sonra, genellikle bu ömür boyu sürer.
Nörodermatit
Bu tip dermatit genellikle bir şey cildin belli bir bölgesinde kaşıntı yarattıktan sonra gelişir. Kaşıntı nedeniyle bu bölgeyi kaşıyabilirsiniz. Ayak bilekleri, bilekler, kolun dış tarafı, ön kol ve boynun arkası bu şekilde çok kaşınılan bölgelerdir.
Olası sebepleri şunlardır:
• Cilt kuruluğu
• Kronik tahriş
• Egzama
• Psöriyaz (sedef)
Seboreik dermatit
Bu rahatsızlık genellikle kafa derisinde sarımsı ve biraz yağlı kabuklar oluşturan bir kızarıklığa yol açar. Yağlı saçları veya cildi olan insanlarda daha yaygındır ve mevsime bağlı olarak görünüp kaybolur. Büyük ihtimalle bu hastalıkta kalıtımsal faktörler etkili olmaktadır.
Olası sebepleri şunlardır:
• Fiziksel stres
• Seyahat
• Parkinson hastalığı gibi sinirsel hastalıklar
Bebeklerde bu hastalığa beşik şapkası denir.
Staz dermatit
Cildin altındaki dokularda, genellikle bacakların alt kısmında sıvı biriktiği zaman bu hastalık meydana gelir. Rahatsızlık bacak damarlarındaki kanın kalbe düzgün bir şekilde geri pompalanmamasından kaynaklanır. Bu fazladan sıvı vücudunuzun cildinizi besleme yeteneğini kesintiye uğratır ve alttan cildinize fazladan basınç yapar.
Olası nedenleri şunlardır:
• Varis
• Bacakta kan dolaşımını etkileyen diğer kronik veya nükseden enfeksiyonlar.
Atopik Dermatit
Bu hastalık genellikle alerjilerle birlikte var olur ve zaman nezlesiyle astım görülen ailelerde ortaya çıkar. Genellikle bebeklikte başlar, hastalık şiddeti çocuklukta ve ergenlikte değişiklikler gösterir. Yetişkinlikte genelde daha az soruna neden olur. Tabii, iş yerinde tahriş edici maddelere veya alerjenlere maruz kaldığınız zaman durum değişebilir.
Olası nedenleri şunlardır:
• Kuru ve kolay tahriş olan cilt
• Vücudun bağışıklık sisteminde yanlış işleme
• Astım ve saman nezlesi gibi alerjik hastalıklara genetik yatkınlık
Stres atopik dermatiti kötüleştirebilir, ama sebebi stres değildir.
Ağız çevresi dermatiti
Bu tür bir dermatit gül hastalığı, yetişkin sivilce, ağız ve burun çevresindeki ciltle ilgili olan seboreik dermatit gibi bir hastalıkla ilişkili olabilir.
Olası nedenler şunlardır:
• Makyaj
• Nemlendiriciler
• Kortikosteroid kremler
• Florid içeren diş ürünleri
Komplikasyonlar
Komplikasyonlar
İmpetigo. Dermatitle ortaya tıkan açık yara ve çatlaklar enfeksiyon kapabilir. Stafilokokki bakterisine bağlı gerçekleşen hafif enfeksiyona impetigo denir. Atopik dermatitiniz varsa bu enfeksiyona yatkınsınız demektir.
Selülit. Cildinizde kırmızı çizgiler gördüyseniz selülitiniz olabilir, selülit cilt altındaki dokuların bakteriyel enfeksiyonudur. Selülit şiş, kırmızı ve dokununca acıyan ve ele sıcak gelen, belirsiz çizgilerle yayılan iltihaplı bir cilt görünümündedir. Bağışıklık sistemi zayıf insanlarda ortaya çıkan selülit kişinin hayatını tehlikeye sokabilir. Selülitiniz varsa mümkün olduğunca çabuk doktora görünün.
Ciltte çizgiler veya cilt rengindeki değişmeler de dermatitin potansiyel komplikasyonları arasındadır.
Muayene
Muayene
Dermatit belirti ve işaretleri varsa doktorunuzdan görüşme talep ediniz. Doktorunuz sizi cilt hastalıkları konusunda uzman (dermatolog) başka bir doktora yönlendirebilir.
Aşağıda doktorla görüşmenize hazırlanmanıza yardımcı olacak ve doktorunuzdan neler bekleyebileceğinizi anlatan bilgiler bulunmaktadır.
Görüşme öncesi toplanacak bilgiler
• Belirti ve şikayetlerinizi ve bunları ne kadar zamandır yaşadığınızı not edin. Ayrıca belirtilerinize neden olduğunu düşündüğünüz tahriş edici maddelerle tetikleyicileri de listeleyin.
• Önemli tıbbi bilgilerinizi yazın. Bu listeye tedavi gördüğünüz diğer hastalıkları, kullandığınız reçeteli ve reçetesiz ilaçları vitamin ve takviyeleri de dahil ederek yazınız. Ailenizde alerji veya astımı olan biri varsa onu da belirtin.
• İşinizin veya hobinizin bir parçası olarak maruz kaldığınız tozlar veya kimyasallar gibi cilt tahrişine neden olabilecek olası maddeleri yazın.
• Doktorunuza soracağınız soruları yazın. Doktora soracağınız soruları önceden yazmak onunla geçireceğiniz vakti çok daha iyi değerlendirmenize yardım edecektir.
Aşağıda doktora dermatit hakkında sorabileceğiniz sorular verilmiştir. Ziyaretiniz sırasında bunlara ek olarak herhangi bir soru aklınıza gelirse sormaktan çekinmeyin.
• Belirtilerimin en olası sebebi nedir?
• Başka olası nedenler olabilir mi?
• Teşhiste bulunabilmek için ne tür testlerden geçmem gerekiyor?
• Bu hastalık için ne tür tedaviler mevcut?
• Benimki gibi bir dermatitte en yaygın tetikleyiciler nelerdir?
• Şikayetlerimi azaltmak için evde kendi kendime ne yapabilirim?
• Ne tür maddelerden veya ürünlerden uzak durmam gerekir?
• Bu hastalıkla ilgili elinizde eve götürebileceğim herhangi bir çıktı var mı? Önerebileceğiniz bir web sitesi var mı?
Doktordan ne beklemeli
Doktorunuz size bir dizi soru soracaktır. Bunları cevaplandırmak için önceden hazırlanmak konuyu daha derin bir şekilde değerlendirmeye vakit bırakır. Doktorunuz şu soruları sorabilir:
• Bu belirtiler ilk olarak ne zaman ortaya çıktı?
• Belirtileri tetikleyen şüphelendiğiniz bir şey var mı?
• Belirtileriniz kaybolup yeniden mi geliyor, yoksa sürekli mi?
• Ne kadar sık duş alıyor, banyo yapıyorsunuz?
• Sabun, losyon ve kozmetik olarak ne tür ürünler kullanıyorsunuz?
• Ne tür ev temizlik ürünleri kullanıyorsunuz?
• İşiniz veya hobiniz dolayısıyla herhangi bir tahriş edici maddeye maruz kalıyor musunuz?
• Belirtileriniz hayatınızın ve uykunuzun kalitesini ne kadar etkiliyor?
• Bugüne kadar ne tür tedavilerden geçtiniz? Tedavilerin size bir faydası oldu mu?
• Başka bir tıbbi hastalık teşhisi kondu mu, herhangi bir cilt sorununuz oldu mu?
• Yağlar, merhemler, kremler, ağız yoluyla alınan ilaçlarınız neler?
• Ailenizde alerji veya astımı olan kimse var mı?
Bu sırada yapabilecekleriniz
Doktorla görüşmenize kadar olan vakitte cildinizin kaşıntılı bölgelerini kaşımamak için elinizden geleni yapın. Dermatitin iyileştirilmesinde kaşıntı döngüsünü kırmak çok önemli bir yer arz eder. İçinde en azından %1 hidrokortizon bulunan reçetesiz ilaçlar bunun için faydalı olabilir.
Reçetesiz satılan oral antihistaminler de kaşıntınızı azaltabilir. Antihistaminler belirgin bir baş dönmesine neden olabilir. Bu yüzden gündüz vakitleri için baş dönmesi yapmayan bir antihistamin bulmaya çalışın.
Tahrişi artırır görünen ürünleri kullanmaktan kaçının. Bulaşıkları yıkarken, saçınızı şampuanlarken veya diğer temizlik ürünlerini kullanırken lateks olmayan bir eldiven giymek faydalı olabilir. Ayrıca her gün yerine iki günde bir, hafif bir sabunla duş almayı deneyin.
Testler
Doktorunuz dermatiti sizinle belirti ve şikayetleriniz üzerine konuşup cildinizi inceleyerek teşhiste bulunur.
Yama testi (alerji testi)
Kontakt dermatit durumunda doktorunuz hangi maddelerin cildinizde yangıya neden olduğunu bulmak için yama testi denilen bir alerji testini yapabilir. Bu testte doktor yapışkan bir örtünün altında cildinize değişik maddelerden küçük miktarlarda uygular. Bundan sonraki diğer muayeneler sırasında bu maddelerden herhangi birine tepkiniz olup olmadığı ölçülür. Bu tür testler özel bir temas alerjiniz varsa çok faydalıdır.

Doktorunuz dermatiti sizinle belirti ve şikayetleriniz üzerine konuşup cildinizi inceleyerek teşhiste bulunur.
Yama testi (alerji testi)
Kontakt dermatit durumunda doktorunuz hangi maddelerin cildinizde yangıya neden olduğunu bulmak için yama testi denilen bir alerji testini yapabilir. Bu testte doktor yapışkan bir örtünün altında cildinize değişik maddelerden küçük miktarlarda uygular. Bundan sonraki diğer muayeneler sırasında bu maddelerden herhangi birine tepkiniz olup olmadığı ölçülür. Bu tür testler özel bir temas alerjiniz varsa çok faydalıdır.
Alternatif Tıp
Dermatit için olası tedavi yöntemi olarak bir dizi doğal seçenek araştırılmıştır. Bunlardan hiçbiri steroid ilaçlar kadar etkili olmasa da, doğal ilaçlar da genellikle aynı yan etkiler görülmez. Bu terapilerin, onları kullanmayı bıraktığınız zaman, belirtilerin nüksettiğinde daha da kötüleşmesi gibi riskleri de yoktur.
Dermatitle ilgili olarak doğal terapileri doktorunuzla gözden geçirmek isteyebilirsiniz. Şu türden seçenekleriniz var:
• Eşekotu (akşamçiçeği). Bu yağ bir tür linoleik asittir ve reçetesiz takviye olarak satılır. Eşekotu yağı atopik dermatite yetersiz yağ asidi seviyelerini yükselterek yardımcı olur.
• Omega-3 yağ asitleri. Balık yağında ve keten tohumunda bulunan bu yağların iltihap kurutucu özellikleri vardır ve cilt tahrişlerinin iyileşmesine yardımcı olabilir.
• Papatya merhemleri. Araştırmalar lokal olarak uygulanan papatya merheminin içinde %0,25 hidrokortizon içeren ürünler kadar faydalı olduğunu gösteriyor. Papatya bazlı merhemler dermatiti hafifletmeye yardımcı olabilir.
• Aynısafa çiçeği merhemleri. Aynısafa (şamdan çiçeği) cildi serinleten özelliklere sahiptir ve temasa dayalı cilt iltihabı olan kontakt dermatite iyi gelebilir. Bununla birlikte çatlak ciltte alerjik bir reaksiyon da uyandırabilir, bu yüzden cilt çatlakları varsa, kullanılması sakıncalı olabilir.
Yaşam Tarzı
Şu adımlar dermatitinizi kontrol altında tutmanıza yardım ederler.
• Etkilenmiş bölgeye bir kaşıntı kremi veya kalamin losyonu uygulayın. İçinde en az yüzde bir hidrokortizon bulunduran reçetesiz bir merhem kaşıntınızı geçici olarak engelleyebilir. Kaşıntı şiddetliyse reçetesiz satılan bir oral antihistamin yardımcı olabilir.
• Serin, ıslak baskı uygulayın. Etkilenen bölgeyi bandajlarla veya sargılarla kapatmak cildinizi korur ve kaşınmanızı önler.
• Rahat, serin bir banyo yapın. Küvetin suyuna çiğ yulaf unu, kabartma tozu koyabilirsiniz.
• Serin tutan, kaygan, pamuk giysiler giyin. Böylece etkilenen bölgeyi daha fazla tahriş etmezsiniz.
• Yatak örtülerini, kıyafetleri, havluları yıkarken parfümsüz, hafif deterjanlar kullanın. Çamaşır makinenizde fazladan durulama içeren programı kullanın.

 

 

DERİ KANSERİ

Dünyadaki en yaygın kanser tiplerinden bir tanesi deri kanseridir. ABD’de yapılan istatistiklere göre her sene yarım milyon yeni deri kanseri vakası ortaya çıkmaktadır. Deri kanseri her ne kadar vücudun her bölgesinde olabilse de yaklaşık % 80’ı yüz, kafa ve boyunda görülür. Bu sayfanın amacı sizi deri kanserinin çeşitli sebepleri ve önlenmesi için alınacak tedbirler konusunda sizi eğitmektir. Aynı zamanda deri kanserinin tanısı ve tedavisi konusunda plastik cerrahın oynadığı rol konusunda bilgi vereceğiz.

Kimler deri kanseri olur ve neden ?
Deri kanserinin en büyük sebebi güneşten gelen ultraviole radyasyondur, fakat bu radyasyon aynı zamanda suni olarak solaryumlardan da gelebilir. Araştırmacılara göre mükemmel bir ten sahibi olmaya çalışmak, açık alanlardaki aktivitelerde artma ve belki de dünyanın koruyucu ozon tabakasındaki incelme son zamanlarda gördüğümüz deri kanserlerinin artışındaki sebeplerden bazıları. Herkes deri kanseri olabilir. Deri tipiniz ne olursa olsun, hangi ırktan gelirseniz gelin, hangi yaşta olursanız olun ya da nerde yaşarsanız yaşayın deri kanseri olabilirsiniz. Ancak aşağıda sıralanmış özellikleri taşıyan insanlarda deri kanseri olma riski daha fazladır;

– Açık renkli ve çilli deriler,
– Açık renkli saç ve gözler,
– Çok fazla miktarda beni bulunan insanlar,
– Ailelerinde deri kanseri olan veya
su toplamayla seyir eden güneş yanıkları olan insanlar,
– Açık alanda çok fazla vakit geçiren insanlar,
– Ekvatora yakın yerde, yada çok yüksek yerlerde yaşayan insanlar,
– Daha evvel akne tedavisi amacıyla radyasyon alan insanlar.

Deri Kanseri Tipleri
En sık görülen deri kanseri bazal hücreli deri kanseridir. Neyse ki bu, en az tehlikeli, en yavaş büyüyen ve çok seyrek olarak etrafa yayılan bir deri kanseri tipidir. Her ne kadar bazal hücreli kanser hayatı tehdit edici olmasa da tedavi edilmezse derin dokulara hatta kemiğe kadar yayılıp buralarda önemli hasara yol açabilir. Sukuamöz hücreli deri kanseri ise ikinci sıklıkta gelir. Sık olarak duduaklar, yüz ve kulaklarda görülür. Bazen uzak bölgelere yayılabilir, lenf bezleri ve iç organları tutabilir. Eğer tedavi edilmezse bu tip kanser hayatı tehdit edici bir şekil alabilir. Üçüncü tip bir deri kanseri de malin melanom’dur. Az görülmesine rağmen, sıklığı her geçen yıl daha da artmaktadır. Malin melanom aynı zamanda en tehlikeli deri kanseridir. Eğer erken yakalanırsa tamamiyle tedavi edilebilir. Eğer çabuk tedavi edilmezse tüm vücuda yayılıp ölüme sebep olabilir.
Deri Kanserinin Tanınması
Bazal veya skuamöz hücreli deri kanserleri görünüş itibariyle değişik şekiller alabilirler. Kanser, ufak, beyaz ya da pembe çıkıntılar şeklinde başlayabilir, ya da düzgün satıhlı, parlak bir görüntü alabilirler, yada kırmızı bir nokta şeklinde ele gelen kuru bir lezyon şeklinde ortaya çıkabilirler. Ya da bazen kanayan ve iyileşmeyen bir yara şeklinde de gelişebilirler. Malin melanom ise daha önceden bulunan bir benin şeklinde, büyüklüğünde veya renginde bir değişim ile kendini gösterebilir. Vücudunuzda renk değiştiren, kanamaya başlayan ya da kaşınmaya başlayan, aniden büyümeye başlayan renkli lezyonlar malin melanom olabilir ve böyle bir durumda hemen bir plastik cerrah görmekte yarar vardır. Eğer size yukarıda anlattığımız bütün bu tarifler biraz karışık gibi geliyorsu, hatırlanması gereken en önemli şey kendi derinizi tanımak ve de onu düzenli aralıklarla muayene etmekdir. Eğer olağan dışı bir değişiklik farkedecek olursanız hemen bir doktoru görmekte yarar vardır.
Tanı ve Tedavi
Deri kanseri tanısı büyüyen bu lezyonun alınıp mikroskop altında incelenmesi ile konur. Tedavisi ise bir kaç değişik metodla olabilir, bu metodlar büyüme tipine, ne kadar ilerlemiş olduğuna ve de vücudun hangi bölgesinde bulunduğuna bağlıdır. Birçok deri kanseri cerrahi olarak alınır. Kanser ufak ve de bu işlem çabucak yapılabilecekse hemen bir doktor ofisinde lokal anestezi altında yapılabilir. Bundan sonra kalan yara izi son derece ufak ve hemen hemen görülemeyecek bir yara izidir. Küretaj yada kurutma yöntemleri kullanılabilir. Bu iki şekilde kanser sıyrılıp aynı zamanda elektrikle hücreleri yakan bir aletle de geri kalan kanser hücreleri öldürülür. Fakat bu yöntem birazcık daha büyükçe bir yara izi bırakır. Her iki tip tedavide de tedavi riskleri son derece düşüktür. Eğer kanser büyükse, yada lenf bezlerine, yada vücudun başka yerlerine yayılmışsa büyük bir ameliyat gerektirebilir. Deri kanserinin diğer tedavi yöntemleri, dondurarak yok etme yöntemi olan kriyo terapi yada radrasyon tedavisi yada lokal olarak uygulanan kemoterapi yada mohs cerrahisi ( Özel bir şekilde kanserin kat kat traşlanması) yöntemleridir.
Seçeneklerin ve Endişelerin Tartışılması
Yukarıda belirtilen tüm tedavi yöntemleri dikkatli seçildiği sürece ve de uygun birşekilde tatbik edildiği zaman neticeler bazal hücreli ve skuamöz hücreli kanserler için hemen hemen çoğunlukla tedavi edicidir. Hatta erken yakalanmış malin melanom vakaları için de büyük ölçüde tedavi edicidir. Siz tedaviden once bütün bu yöntemleri ayrıntılarıyla doktorunuzla tartışmalısınız. Kendiniz için hangi seçeneklerin var olduğunu öğrenmeli ve de bunların ne kadar etkin olduklarını anlamalısınız. Aynı zamanda her tedavi yönteminin risklerini, yan etkilerini de iyi bir şekilde anlamanız lazım. Tedavinin kozmetik ve de fonksiyonel neticelerini de tedaviden önce öğrenmeniz gerekmektedir.
Tekrarın Önlenmesi
Daha evvelden deri kanseri olmuş bir insanın tekrar deri kanseri olma olasılığı yüksektir. Bu yüzden deri kanseri olmamak için alınması gereken çeşitli önlemler bu şahıslar için çok daha önemlidir. Bu önlemleri sıralayacak olursak,

1- Uzun sure güneş altında kalmayınız. Özellikle sabah 10:00 ile öğleden sonra 14:00 arası, güneşin en keskin, en kuvvetli olduğu zamanlardır.

2- Eğer uzun zaman dışarda kalacaksanız koruyucu giysiler, uzun kollu t-shırtler, şapka gibi giymenizde yarar var.

3- Güneşe çıktığınızda güneşten koruyucu krem sürünüz.

4- Derinizi sık sık muayene ediniz.

 

 

 

DERMATOLOJİK ALERJİ HASTALIKLARI

Alerji bağışıklık sisteminin anormal bir yanıtı olarak tarif edilebilir. Alerjisi olan bireylerin bağışıklık (immün) sistemi çevredeki polen, küf, hayvan tüyleri gibi genellikle zararsız olan maddelere (alerjen) karşı aşırı bir reaksiyon geliştirir. Alerjen (alerjiye neden olan maddeler) ile karşılaşan normal bireylerde bu yanıt kontrol altındadır.
Son yıllarda ülkemizde ve tüm dünyada alerjik hastalıkların sıklığında bir artış gözlenmektedir.

Alerjinin nedenleri nelerdir?

Yapılan çalışmalarda bir kişide alerji gelişmesinde genetik yatkınlığın önemli bir faktör olduğu gösterilmiştir. Anne veya babasında alerjik hastalık olan bireylerde daha fazla alerjik hastalık gelişebilmektedir.

Genetik faktörler dışında çevresel faktörler de alerji oluşumunda rol oynayabilmektedir. Herhangi bir alerjen ile sık karşılaşma durumunda daha fazla tepki, yani daha fazla alerjik hastalık gözlenmektedir. Yaşanılan çevrede alerjenlerin yoğun olarak bulunması alerjik reaksiyonların daha sık ve şiddetli gözlenmesine neden olabilmektedir. Şehir merkezlerinde alerjenlerle karşılaşma oranı, kırsal kesimlere göre daha yüksektir. Yaşam şekli ve çevresel farklılıklara göre de alerjik hastalık gelişme oranları değişmektedir.

Alerji nasıl oluşur?

Bazı kimselerin vücutları bir takım maddelere soluyarak, yutarak veya deri teması yoluyla maruz kaldığında (polen, yiyecekler,güneş..gibi) tepki gösterir. Bu maddeye/maddelere alerjen, vücut tarafından gösterilen tepkiye ise alerjik reaksiyon denir.

Alerjik reaksiyonda vücut immunglobulin E (IgE) adı verilen özel bir tip antikor üretmeye başlar. IgE alerjen ve mast hücresi başta olmak üzere dokuda ve kanda bulunan özel hücrelere bağlanır. Mast hücrelerinden (insan savunma hücresinde görevli bir hücre)histamin ve birçok madde salınır ve bu maddeler alerji semptomlarının (döküntü, kaşıntı, ağız burun akıntısı gibi) gözlenmesine neden olur.

Türkiye’de sık rastlanan alerjenler

Ev tozu akarları, polenler, kedi-köpek gibi hayvanların tüyleri, böcek sokmaları, küfler, bazı gıdalar (örnek: yer fıstığı, inek sütü, soya, deniz ürünleri, yumurta) ve ilaçlar Türkiye’de en sık rastlanan alerjenlerdir.

Alerjik reaksiyonların belirtileri nelerdir?

Alerjik reaksiyonlarda en sık gözlenen belirtiler şöyle sıralanabilir:

• Gözlerde kaşıntı sulanma ve kızarıklık
• Burunda kaşıntı, akma
• Deride kızarıklıklar, kabarıklıklar ve kaşıntı
• Yorgun ve/veya hasta hissetme
• Öksürük
• Hırıltılı solunum

Alerjenler solunum yolu ile alındığında burun mukozasında mukus oluşumunda artış ve enflamasyon (yangı) gelişebilmektedir. Buna bağlı burun akıntısı, kaşınma ve hapşırma gibi belirtiler gözlenir. Gözlerde sulanma, batma ve kaşıntı da bu duruma eşlik edebilir. Alerjik reaksiyonlar sırasında astım da tetiklenebilmektedir. Alerjen solunup akciğerlere ulaştığında ise gelişen şişmeler nedeniyle nefes almada güçlük yaşanabilmektedir. Tüm astım atakları alerji sebebiyle olmasa da birçok astım hastasında alerji önemli bir rol oynamaktadır.

Gıdalar ile gelişen alerjilerde bulantı, kusma, ishal ve karında kramp şeklinde ağrılar eşlik edebilmektedir. Bebeklerde izlenen inek sütü alerjisinde barsak ve mide şikayetlerinin yanı sıra egzama gibi deri lezyonları da gelişebilmektedir.

Arı sokması veya diğer böcek ısırıkları sonrası gelişen alerjik reaksiyonlarda genellikle lokal şişlik, kızarıklık ve ağrı gözlenebilmektedir.

Alerjik reaksiyonlar kimlerde gözlenir?

Bir kişide neden alerjik reaksiyon geliştiği tam olarak cevaplanamamaktadır. Ancak genetik ve çevresel faktörlerin alerji gelişme riskini etkilediği bilinmektedir.
Alerji her yaş grubu ve cinsiyette ortaya çıkabilir. Çocukluk yaş grubunda daha çok gıda alerjileri, alerjik egzamalar ön plandayken yaş ilerledikçe alerjik burun ve göz nezlesi görülmekte ve bunlara astım eşlik edebilmektedir. İlaç alerjileri ve mesleki alerjiler de erişkin dönemde daha sık görülmektedir.

Anafilaksi nedir?

Alerjik belirtiler hafif, orta veya şiddetli şekilde ortaya çıkabilir. Anafilaksi hızlı gelişen ve ölüme neden olabilen ciddi bir alerjik reaksiyondur.

Semptomlar tüm vücutta izlenir:

• Soluk almakta güçlük,
• Hırıltılı solunum,
• Ses kısıklığı,
• Boğazda takılma hissi,
• Tüm vücutta kızarıklık,
• Kabarıklık ve kaşıntı,
• El, ayaklar, dudaklarda karıncalanma hissi,
• Kan basıncında (tansiyon) düşme gözlenen bu belirtiler arasındadır.
• Tüm bu bulgular hayatı tehdit edici olabilir. Bu sebeple anafilaksiye anında eve doğru müdahale edilmesi çok önemlidir.

Alerji testleri nedir?

Alerjiden korunmak için öncelikle alerjinin sebebinin aydınlatılması ve bu alerjene maruziyetin azaltılması gereklidir. Örneğin bir kişide ev tozuna karşı alerji varsa, yaşadığı ve çalıştığı ortamlarda ev tozuyla ilgili önlemleri alınmalıdır. Kan ve deride yapılan alerji testleri ile alerjenler saptanabilmektedir.
Alerji testleri genellikle alerjik rinit-konjuktivit, atopik dermatit, kontakt ürtiker, astım, böcek sokmaları, gıda ve ilaç alerjilerinde yapılmaktadır.
Alerji testleri hastanın tek başına yapabileceği testler değildir. Bu konuda uzmanlaşmış hekimler tarafından hastanın tıbbi hikayesi ve muayenesi sonrasında hangisinin yapılacağına karar verilir ve uygulanır.

Alerjiden korunma ve tedavi seçenekleri

Alerjik belirtilerin yönetiminde öncelikle saptanabiliyorsa tetikleyici olan alerjenden uzak kalma; ikinci basamakta da çeşitli sistemik ve topikal ilaçlar ve immunoterapi yer almaktadır.
İmmunoterapi yani aşı tedavisi bağışıklık sistemin alerjenlere yanıtını değiştirmeyi hedefleyen uzun süreli bir tedavidir. Hastanın duyarlı olduğu alerjenler giderek artan dozda verilerek duyarsızlaştırma (desentisizasyon) sağlanması amaçlanır. İmmunoterapi tek bir antijene karşı yapılabilen ve oldukça uzun süren bir yöntemdir. Pek çok alerjik hastalıkta birden çok alerjen rol oynadığı için immünoterapi günümüzde pek fazla kullanılabilen bir yöntem değildir. Ancak arı venomu (zehri) alerjisi gibi durumlarda uygulanabilmektedir.

 

 

 

DİABET (ŞEKER)

Şeker hastalığı (ya da tıptaki adıyla Diabetes Mellitus), vücudumuzda insülin hormonunun hiç üretilememesine, vücudun ihtiyacını karşılayacak kadar üretilememesi, ya da üretilen insülinin yeterince etki gösterememesine bağlı olarak ortaya çıkar. Toplumumuzun yaklaşık %6sı şeker hastasıdır.

İnsülin pankreas denilen midemizin arkasında yeralan bir organımızdan (şekil1) kan dolaşımına verilir. Normalde vücuda yemeklerle aldığımız besinler parçalanarak, vücudun başlıca yakıtı olan şekere dönüştürülür ve kan dolaşımına geçerek kan şekerini yükseltir. Kan şekeri yükselmesi de pankreastan insülinin kana geçmesini arttırır. İnsülinde kanda dolaşan şekerin vücudumuzdaki hücrelere alınarak kullanılmasını ve vücudumuzun ihtiyacı olan enerjinin üretilmesini sağlar.

Şeker hastalığında yediğimiz besinlerle aldığımız ana enerji kaynağı olan şekeri vücudumuz insülin eksikliği nedeniyle yeterince kullanamaz. Şeker kan dolaşımında kalarak kan şekerini yükseltir. Vücudumuz ise şeker denizi içinde yüzerken (insülin eksikliği nedeniyle kullanamadığı için) şekersizlikten, enerji üretmek için yağları ve kasları yakar. Çünkü şekeri kullanması için gerekli anahtar olan insülin eksiktir.
Nasıl teşhis edilir ?
Aşağıdakilerden en az bir tanesi varsa şeker hastalığı(Diabetes Mellitus) teşhisi konulur.

Açlık kan şekeri 126 mg/dl veya üzerinde ise,
Herhangi bir saatte bakılan kan şekeri 200 mg/dl veya daha fazla ve beraberinde çok su içme, çok idrara çıkma veya açıklanamayan kilo kaybı varsa,
75 gr glukoz içerek yapılan şeker yüklemesinden iki saat sonra kan şekeri 200 mg/dl veya daha fazla ise .
Başlıca iki tip şeker hastalığı vardır.

Tip 1 Diabetes Mellitus:
Pankreasta insülin üreten hücrelerin harap edilmesi ile ortaya çıkar. Çoğunlukla vücudumuzun kendi savunma sistemi tarafından insülin üreten hücreler harap edilir. Bunun neticesinde vücutta insülin üretilemez. İnsülin olmadığı için şeker enerji üretiminde kullanılamaz. İnsülin olmadığı sürece kan şekeri yüksek kalır. Tip 1 diayabeti olan hastalarda pankreastan kana insülin verilmesini arttıran şeker düşürücü hapların hiç bir etkisi olmayacaktır. Tip 1 diyabetin tedavisinde vücutta eksik olan insülin hormonunu dışarıdan yerine koymak gerekir. İnsülin ağızdan alındığında mide-barsak sistemimizde sindirilip etkisiz hale getirileceğinden ağızdan verilemez. Ancak cilt altına injeksiyonla verilirse insülin etki gösterebilir. Günümüzde kalem, pompa ve çok ince iğnesi olan şırıngalarla insülin tedavisi çok rahatlıkla uygulanabilmektedir. Tip 1 diyabet genellikle 35 yaş altında başlar.

Tip 2 Diabetes Mellitus:
Pankreastan kana yeterince insülin salgılanamaması veya üretilen insülinin vücutta yeterince etki gösterememesi ile ortaya çıkar. En sık görülen diyabet (şeker hastalığı) tipidir. Genç insanlarda da görülebilmesine rağmen genellikle 35-40 yaşından sonra ortaya çıkar. Tedavisi genellikle beslenme alışkanlıklarının düzeltilmesi, şişman hastalarda kilo verilmesinin sağlanması, düzenli egzersiz ve ağızdan alınan insülin salgılanması ve şekerin kullanımını düzenleyen ilaçlarla tedavi edilir. Ancak ilerleyen zaman içinde bu hastalığın tedavisi için de insülin kullanılması gerekebilir.
Belirtileri nelerdir ?
Tedavi edilmeyen şeker hastalarında aşağıdaki bekirtilerin hepsi veya sadece bir kısmı görülebilir.

Ağız kuruluğu ve çok su içme (polidipsi)(Vücuttan idrarla çok su atıldığı için vücutta su azalır ve çok su içme ihtiyacı doğar)

Çok idrara çıkma (poliüri), gece çok idrara kalkmak(Noktüri). (Kandaki fazla şeker böbreklerden idrara geçer, fazla şekeri atmak için şekerle beraber vücuttan suda atılacağı için idrar miktarı fazlalaşır)

Açlık hissinin fazlalaşması ve çok yemek yeme (polifaji) (insülin yetersizliğinden dolayı hücrelerin ihtiyacı kadar şeker hücrelere giremez, bunun sonucunda hücrelerden beyine sürekli açlık sinyali gönderilir. Yemek yenilsede şeker hücrelere alınamadığı için açlık hissi devam eder, vücut yenilen besinleri enerjiye dönüştüremez . Bunun sonucunda halsizlik, kilo verme yakınmaları da ortaya çıkar.)

Halsizlik

Zayıflama

Bulanık görme

(Kan şekerinin yükselmesi görmemizi sağlayan göz merceği ve göz sıvısının yoğunluğunun değişmesine yol açar ve bulanık görme ortaya çıkar. Kan şekeriniz, şeker hastalığınızın tedavisi ile normal değerlere gelse de görmenizin düzelmesi bir kaç hafta alabilir.)
Ciltteki yaraların veya kesiklerin yavaş iyileşmesi (Hücreler yeteri kadar beslenemedikleri için ve vücudun savunma sistemi bozuk olduğu için yara iyileşmesi geç olur)

(Kadınlarda) Vajinal kaşıntı ( Kan şekerinin yüksek olması hem vücudun direncini azaltarak hem de mayaların çoğalmasını sağlayacak uygun ortamı hazırlayarak vajinal kandidiasis-vajinal mantar oluşmasını sağlar. Kan şekeri kontrolü ile bu durum kendiliğinden geçebilir, düzelmezse doktora başvurmanız gerekir)
Diabet kontrolü nedir ?
Şeker hastalığı olmayan insanlarda kan şekeri açlıkta 70-110 mg/dl arasında, toklukta (yemekten 2 saat sonra) 140 mg/dl’nin altındadır. Diyabet tedavisinde de hedef kan şekeri değerlerinizi normal sınrlarda tutmaktır. Kan şekeri düzeyinizi normal sınırlara yakın değerlerde tutmanız, ilerleyen zaman içinde diyabetle ilişkili sağlık sorunlarından sizi uzak tutacaktır.
Ortaya çıkabilecek problemler nelerdir ?
Hipoglisemi:

Kan şekerinin normal değerlerin altına düşmesidir. Başka sağlık problemi olmayan diyabetikler için kan şekerinin 70 mg/dl’nin altına inmesidir. Kan şekerinin hedef kan şekeri değerlerinin altına inmesi arzu edilmez.

Hipoglisemi

İnsülin veya şeker düşürücü hapların dozlarının fazla uygulanmasına bağlı,
Düzenli olarak alınması gereken öğünlerin yeterince veya hiç alınmamasına bağlı,
Egzersiz sırasında ve sonrasında yapılan egzersizin arttırdığı enerji ihtiyacını dengeleyecek kadar ek gıda alınmamasına bağlı (egzersizin enerji tüketimini arttırıcı etkisinin 8-10 saat devam edeceğini ve bu dönemde alınan gıda miktarının arttırılması ve insülin dozunun azaltılması gerektiği unutulmamalıdır.)
İshal veya diğer eşlik eden besinlerin barsaktan emilmesini azaltan sağlık problemlerine bağlı, olarak ortaya çıkabilir.

Hipogliseminin Belirtileri Nelerdir:

Kan şekeriniz düştüğünde (70 mg/dl’den daha az ise) vücudunuz çoğu zaman sinyal verecektir, ancak vücudunuzun şekeriniz düştüğnde sinyal vermeyebileceğini de unutmayın.

Sinirlilik,
Titreme,
Yorgunluk,
Açlık hissi,
Soğuk terleme,
Baş ağrısı,
Bulanık görme,
Çarpıntı,
Dikkatinizi toplayamama, sizin fark edebileceğiniz belirtilerdir.

Hipoglisemide çevrenizdekiler sizdeki aşağıdaki değişiklikleri fark edebilirler, bunları genellikle siz fark edemezsiniz.

Huzursuzluk,
Genelde sakin bir insansanız saldırgan davranışlar; sinirli, saldırgan bir insansanız sakin bir hale bürünmeniz, gibi karakter değişiklikleri, Dalgınlık,
Solukluk,
Saçma konuşmalar,
Uyku hali,
Uykudan uyandırılama,
Bayılma,

Bu belirtilerden herhangi biri varsa kan şekerinizi ölçün, eğer kan şekerinizi ölçme imkanınız yoksa şekeriniz düştüğünü varsayarak ilave besin alabilirsiniz. Ancak belirtilerin yanıltıcı olabileceğini asla unutmayın.
Neler yapılmalıdır ?
Basit şeker düşmelerinde toplam 10-20 gr katbonhidrat içeren besin almak gereklidir. Bunun yarısını hızla şekeri yükseltecek çay şekeri (3 tane kesme şeker) veya glukoz tabletleri (10 gr, genellikle kutu üzereinde belirtilmiştir) ile, diğer yarısını da bir dilim ekmek içeren bir küçük sandviç ile yapabilirsiniz. Eğer 15 dk içinde kendinizi daha iyi hissetmezseniz aynı miktar besini tekrar alabilirsiniz.

Bazı şekerli besinler: (Her biri yaklaşık 10 gr şeker (karbonhidrat) içerir)

3 kesme şeker
2 tatlı kaşığı toz şeker
1/2 su bardağı meyve suyu
1/2 su bardağı normal kola

Kan şekeriniz bunlara rağmen düşükse doktorunuza veya hemşirenize haber verin. Eğer hiçbirine ulaşamazsanız en yakın acil servise başvurun.

Eğer baygın olarak bulunduysanız ağızdan bir şey verilmemesi gerekir. Acil müdahele gereklidir. Eğer Glukagen mevcutsa şekildeki (şekil veya tarif) gibi hazırlandıktan sonra cilt altına veya kas içine yapılması gerekir. 10-15 dk içinde bir değişiklik olmazsa ikinci Glukagen’i verip 112 no’lu telefondan yardım isteyiniz. Damardan şekerli serum verilmesi ve tıbbi gözlem-müdahale gereklidir. Glukagen ile ayıldıktan sonra hastanın mutlaka doktoruna haber verilmesi gereklidir. Şiddetli hipoglisemi reaksiyonları her zaman doktora bildirilmesi gereken durumlardır.

Yanınızda şeker hastası olduğunuzu belirten, doktorunuzun, ailenizin telefonlarının yazılı olduğu bir kartı taşıyın.

Glukagon: Glukagon kan şekerini yükselten bir hormondur. İnsülin kullanan şeker hastalarının ulaşılabilir bir yerde bulundurmaları gereklidir. Eğer kan şekeriniz ağızdan şekerli besinler almanıza izin vermeyecek kadar düştü ise glukagon içeren Glukagen adlı ilacın kullanılması gereklidir. Bu insülin gibi iğne olarak yapılan ve 10-15 dk’da kan şekeri yükselticiş etkisini göreceğiniz bir ilaçtır. Baygın durumda arkadaşlarınızın, iş arkadaşlarınızın, ailenizin nasıl glukagen kullanılacağını bilmeleri çok önemlidir. Şeker düşüklüğünden bayıldığınızda glukagen’in yapılması hastaneye gitmeden ayılmanızı ve ağızdan ilave şeker almanızı bu sayede tamamen düzelmenizi sağlayabilir.

Önemli:

Hipoglisemi düzeldikten sonra bu olayın niçin meydana geldiğini kendi kendinize sorun, geçerli bir neden bulamazsanız ilaç dozlarının azaltılması için mutlaka doktorunuza danışın.
Diabetliysem ne yapmam gerekiyor ?
Eğer diyabetliyseniz hayatınızın bundan sonraki döneminde kendinizi çok iyi kontrol altında tutmanız gerekecektir. Diyabetle barışık yaşamanın yolu kendinize dikkat etmekten geçer. Kan şekeri düzeylerinizi ortalama aralıklarda tutarak olabildiğince normal yaşam sürdürmeyi hedeflemelisiniz. Bu hedefe ulaşmanın en iyi yolu diet uygulamak ve egzersiz yapmaktır.
Diyabete bağlı gelişen komplikasyonlar nelerdir ?
Şeker hastası olduktan sonraki gelişen zaman içinde sürekli yüksek düzeylerde seyreden kan şekerine bağlı olarak komplikasyonlar gelişebilir. Bu komplikasyonlar önce gözleri, böbrekleri, sinirleri, ve kardiyovasküler sistemi etkiler. Bundan kaçınmak için ya da mümkün olduğunca erken fark edebilmek için şeker hastasının kendisini özenle izlemesi gerekir. Günümüzde kan şekerinin kontrolü için uygulaması çok kolay yöntemler vardır.
Kan şekerimi kendim nasıl ölçebilirim ?
Kan şekeri düzeyinizi kendiniz izlerseniz hastalığınızı kontrol altında tutmanız kolaylaşacaktır. Tüm yapacağınız parmağınızdan bir damla kan alarak testinizi yapmaktır. Kan şekerinin ölçülmesinin en fazla korkutan tarafı parmağınızın delinmesi aşamasıdır. Artk gelişmiş teknikler sayesinde parmağınızı delme işlemi hemen hemen acısız hale gelmiştir.
Ne sıklıkta kan şekeri ölçmeliyim ?
Dünya Sağlık Örgütü ve Uluslararsı Diyabet Federasyonu şeker hastalarının hangi sıklıkta şeker düzeylerinin ölçüleceğini bir bildiriyle sundu. Yoğun tedavi gören hastalar için; her yemekten önce ve yatmadan önce şeker düzeyini ölçmek gerekir. Diyabetli tüm hastalar için; günde iki defa ama farklılaştırarak çeşitli zamanlarda ölçebilirsiniz. Diyet ile kontrol edilen diyabetli hastalar için; günde bir defa kan şekerinizi ölçmelisiniz.
Ağızdan ilaç kullanan hastalar için…
Her gün kahvaltıdan önce ve kahvaltıdan iki saat sonra olmak üzere, günde iki defa kan şekerinizi ölçebilirsiniz. Hedefiniz kan şekerinizi 24 saat boyunca istenilen seviyede tutmaktır. Her gün belirli aralıklarla ölçülen şeker sonuçlarınızı kaydederek doktorunuza bildirmeniz gerekir. Böylece doktorunuz ve siz, bu bilgiler ışığında en iyi tedavi yöntemini ve programını ayarlayabilirsiniz.
Küçük bir hatırlatma…
Kan şekerinin tespit edilmesinde kendiniz kan şekerinizi tespit edebiliyorsanız, kullanmanız gereken kan, parmağınızdan alınan tam kandır. Diğer yandan damarlarınızdan alınan kanın sıvı kısmında (serum) da kan şekeri ölçülebilir. Burada bilinmesi gereken nokta tam kan ve serumda bırakılan kan şekeri düzeyleri arasında yüzde 15 oranında farklılık olabileceğidir.
Başka neler yapabilirim ?
Kan şekerinizi ölçebileceğiniz gibi idrar şekerinizi de ölçebilirsiniz. Normalde idrarda şeker çıkmaz. Ancak kanınızdaki şeker miktarı yükselirse, bunun bir kısmı idrara geçer. İdrar şekerinize bakmak son derece kolay bir işlem olmasına rağmen kan şekerinizi tam olarak saptayamazsınız.
Kan şeker ölçüm cihazının önemi nedir ?
‘Şeker hastalarının evde kendi kendilerine kan şeker seviyelerini ölçmeleri ne yarar sağlar?’ Bu soru her diyabetli hastanın kafasında önemli bir yer tutar. Sorunun cevabı şu şekilde verilebilir: Düzenli bir diyabet kontrolü ancak kandaki şeker seviyesinin belli bir düzende tutulması ile olur. Bu da kandaki şeker seviyesinin devamlı ölçülmesini gerektirir. Şeker hastalarının sağlıklı bir hayat kalitesinin temininde, bu aynı zamanda ekonomik bir yöntemdir. Hipoglisemi (şeker seviyesinin aşırı düşmesi) özellikle insülin kullanan tip 1 diyabetlerde korkulan bir olaydır. İnsülin enjekte edilince hipoglisemi oluşabilir. Bu da ancak kan şekerinin ölçülmesi ile tesbit edilebilir. Bunun yanı sıra insülin kullanmasa bile hastanın metabolizmasının yeniden bir yemeğe olan etkisi veya yapılan bir yürüğüş ya da spor sonrası gösterdiği tepkinin ölçülmesi gerekir. Spor yapmadan önce ve sonra kan şekerinin ölçülmesi özellikle Tip 1 diyabetlerde şarttır. Bu hipoglisemi olayının meydana gelmesini önler. Şeker hastalığı etkilerini uzun sürede gösteren bir hastalıktır. Düzenli bir şeker kontrolü uzun vadede meydana çıkabilecek nefropati,retinopati ve kalp damar rahatsızlıklarından hastayı korur.
Kartuşa hava girmesinin sonuçları ne olur?
Kartuşun içinde hava bulunduğu zaman, kalemin pistonun itilmesiyle hava kabarcıkları sıkıştırılacağından, insülin daha yavaş enjekte edilecektir. Bu durumda da enjekte edilen insülinin dozu doğru olmayabilir. Kalem pistonuna basıldıktan sonra iğnenin deri altında tutulması gereken 5 saniyelik süre içinde insülinin tamamı vücuda verilmeyebilir. İğne deriden çekildiğinde kalem insülin damlatmaya devam ediyorsa hasta gereken dozda insülini alamamış olabilir. İğneden bir iki damla insülin damlamasının nedeni, kalem pistonuna basma ilemi tamamlandığında sıkıştırılmış hava kabarcığının tekrar genleşmesidir.
Kısa insülin iğnelerinin avantajları nelerdir?
İntramüsküler enjeksiyonları önlemek amacıyla birçok hastanın standart uzunluğundaki iğneden kısa iğneye geçmesi önerilebilir. Bu özellikle, zayıf erişkinler, çocuklar ve ‘cilt kaldırma’ yapan hastalar için geçerlidir. Hastalar bu bölgelere standart uzunluktaki iğnelerle cildi kaldırmadan enjeksiyon yaparlarsa, insülini cilt altı dokusu yerine kas içine enjekte edeceklerdir. Sürekli olarak intramüsküler enjeksiyon yapan hastalar, intramüsküler insülinin daha hızlı emilimi ve glukoz girişi ile maksimum insülin etkisi arasındaki zaman farklılığı dolayısıyla geniş kan glikoz girişi ile dalgalanmalarına eğilimli olabilirler.
Hangi şeker hastalarının kısa insülin iğnesi kullanması gerekir?
Kısa insülin iğnesinin avantajları, insülin kullanan tüm şeker hastalarının kısa insülin iğnesine geçmesinin gerekli olup olmadığı sorusunu akla getirmektedir. Eğer hem doktor hem hasta gerek enjeksiyon tekniği, gerekse elde edilen glikoz kontrolü açısından standart uzunlukta iğne kullanımını tatmin edici buluyorlarsa, kısa insülin iğnesine geçme ihtiyacı daha az olabilir. Kısa İnsülin iğnesinin duyduğu avantajlardan; özellikle çocuklar, zayıf ve normal ağırlıktaki kişiler, iğneden korkanlar vada insülin kullanmaya yeni başlayan hastalar yararlanacaklardır. Ancak, cildi kaldırmak da dahil olmak üzere, doğru enjeksiyon teknikleri kullanılırsa, standart uzunluktaki (12.7 mm)iğnelerde aynı oranda güvenilirdirler.
Kısa iğneler, standart uzunluktaki iğnelere oranla daha mı az acı verir?
Klinik çalışmalar, hastaların acı açısından kısa ve uzun iğne arasında bir fark belirleyemediklerini göstermiştir. Ancak iğnenin görülebileceği çalışmalarda kısa iğneler, standart uzunluktaki iğnelere oranla daha az acısız olarak algılanmıştır. Bu da acı algılamasında psikolojik unsurların önemini ve kısa iğnelerin hastanın yaşam kalitesini artırdığını açıkça vurgulamaktadır.
Hastaların enjeksiyondan önce ciltlerini kaldırmaları gerçekten gerekli midir?
Yakın dönemde elde edilen bulgular, enjeksiyon esnasında ciltlerini kaldırmayan hastalarda, insülinin cilt altı dokusu yerine kaslara gittiği enfeksiyonların tahmin edilenden daha fazla olduğunu göstermektedir. Diyabetli çocuklarda yürütülen bir çalışmada, kasa giden enjeksiyonların oranı %31’e kadar çıkmıştır. Küçük yaştaki zayıf erkekler çocuklar, enjeksiyonun, neredeyse %50 si kaslara gittiği için özellikle risk altında bulunmaktadır. Aynı oranlar, yetişkinlerde daha düşük olmasına rağmen, yine de önemlidir.

 

 

DİFTERİ (KUŞPALAZI)

Corynebacterium diphtheriae’nın etken olduğu akut bir infeksiyon hastalığıdır. Hastalığın patogenezinde difteri basilinin oluşturduğu toksinin lokal ve jeneralize etkisi rol oynamaktadır.
Difteri, aşı öncesi dönemlerde salgınlar yapmış, ölümlere neden olmuş bir hastalıktır. Difteri aşısının 1923 yılında geliştirilmesi ve yaygın olarak kullanılmaya başlanmasından sonra hastalık hemen hemen görülmez hale gelmişken, son yıllarda bazı gelişmiş ülkelerde difteri salgınlarının tekrar görülmeye başlaması bu konuyu güncelleştirmiştir
Etiyoloji
C. diphtheriae; sporsuz, kapsülsüz, hareketsiz, aerop, pleomorfik boyanan, 2-6 µm boyunda ve 0,5-1µm eninde gram pozitif çomak şeklinde bir bakteridir. Boyalı preparatlarda Çin harfleri gibi duruşları tipiktir. Gram boyası yanında Neisser veya Albert boyaları gibi daha spesifik boyalarla boyandığında basil gövdesi sarı- kahverengi, basilin uç kısımlarında bulunan metakromatik cisimcikler (Babes- Ernst cisimcikleri) mor boyanır.

C. diphtheriae kanlı agarda üretilebildiği gibi; ısıtılarak koagule edilen %75 serum ve %25 buyyon içeren Loeffler besiyerinde de üretilebilir. Bu besiyerlerinde normal boğaz florası bakterilerinin üremesi inhibe olduğundan daha saf kültür şeklinde difteri basillerinin üremesi olanaklıdır. Loeffler besiyerinde difteri basilleri gri- beyaz koloniler oluşturur. Ayrıca potasyum telluritli besiyeri de C. diphtheriae için selektif bir besiyeridir. Bu besiyerinde üretildiğinde gri siyah koloniler oluşturur.

C. diphtheriae potasyum tellüritli besiyerinde oluşturduğu koloni morfolojisi, hemoliz özelliği, şeker fermentasyonu ve diğer biyokimyasal özelliklerine göre gravis, mitis, intermedius olmak üzere üç biyotipe ayrılır. Biyotiplerle bakterinin toksin salgılaması ve virulansı arasında ilişki olduğu düşünülmektedir. Şöyle ki; mitis biyotipi daha hafif seyirli difteri olgularına neden olurken, gravis ve intermedius tipleri daha ağır klinik seyirli olgulara neden olmaktadır. Diğer yandan bugün bilinmektedir ki; C. diphtheriae’ nin ekzotoksin salgılaması bakterinin toksin kodlayan genleri taşıyan (tox+) Beta fajla lizojenik infeksiyonuna bağlıdır. Bu fajın lizojenik infeksiyonunda fajın sirküler yapıdaki DNA’sı bakteri DNA’sına entegre olmakta ve böylece bakteri toksin salgılar duruma geçmektedir. Lizojenik faj içermeyen C. diphtheriae suşlarının toksin salgılamadığı gösterilmiştir.

Herhangi bir örnekten izole edilen C. diphtheriae suşunun toksin oluşturup oluşturmadığı in vitro ve invivo deneylerle gösterilebilir. İn vitro olarak Elek besiyerine, üretilen bakteriden çizgi ekimi yapılarak, belli bir aralıkla açılan bir çukura difteri antitoksini damlatılıp inkübasyondan sonra presipitasyon bandı oluşup oluşmadığı değerlendirilmek suretiyle toksin varlığı incelenir. İn vitro deney için kobay kullanılır. Kobay derisi içine sıvı besiyerinde üretilmiş incelenecek bakteri suspansiyonundan verilmek suretiyle ve diğer yandan intravenöz uygulanan antitoksinle nötralize edilerek karşılaştırmalı deri testi ile toksin aranabilir.

Difteri toksini difteri basilinin hücre dışı bir ürünü olup, protein yapısındadır; ısı, ışık ve bekleme ile toksin özelliğini yitirir, toksoid hale döner.
Epidemiyoloji
Aşılama öncesi dönemde epidemiler yapmış, ölümlere neden olmuş bir hastalık olan difteri hastalığı toksoid aşının geriştirilmesi ve yaygın olarak kullanılması ile belirgin bir şeklinde azalmıştır. A.B.D, Kanada ve Avrupa ülkelerinde 1924’den sonra aşılama sayesinde difterili olgu sayısı oldukça azalmış, yıllık insidans 1980’li yıllarda 100.000’de 0,002’nin altında saptanmıştır. Üçüncü Dünya ülkelerinde ise bazı yöreler endemik olarak kalmıştır. Örn: Brezilya, Nijerya, doğu Akdeniz Ülkeleri, Hindistan, Endonezya, Filipinler gibi.

Eski sovyetler Birliğinden ayrılan ülkelerde (Rusya, Ukrayna, Azerbeycan, Beyaz Rusya, kazakistan, Moldova, Tacikistan, Özbekistan) 1990-1993 yılları arasında difteri salgınları tekrar görülmüştür. Bu ülkelerle ilişkili olan diğer Avrupa ülkelerinde (Bulgaristan, Estonya, Almanya, Latvia, Litvanya, Polonya vs.) ve A.B.D’nin bazı eyaletlerinde difteriye bağlı küçük salgınlar zaman zaman görülmeye başlanmıştır. Ülkemizde 1987’de Elazığ’da küçük çaplı bir difteri salgını görülmüştür. Almanya, Finlandiya, İtalya, İngiltere gibi Avrupa Ülkelerinde 1990’dan sonra 20-32 arasında değişen sayıda difteri olgusu bildirilmiştir. Türkiye 1993 yılında Dünya Sağlık Örgütü’ne 69 difteri olgusu bildirmiştir.

Ülkemiz için hem özellikle eski Sovyetler Birliği’nden ayrılan ülkelere ve Doğu Avrupa Ülkelerine ticaret amaçlı ve turistik gezilerin sayısındaki artış nedeniyle, hem de aşılamanın yetersiz olduğu yörelerde zaman zaman ortaya çıkabilmesi açısından difteri önemli bir hastalıktır.

Aşılama öncesi dönemde daha çok 15 yaş altındaki çocukların bir hastalığı olan difteri, son yıllardaki salgınlarda daha çok erişkinleri tutmuştur.

Difteri bir insan hastalığıdır; insandan insana solunum yolu damlacıklarıyla solunum yolundan, solunum yolu salgıları ve deri lezyonlarına temas eden eşyalarla indirek yoldan bulaşır. Kapalı yerlerde ve kalabalıkta bulunma olasılığının artması nedeniyle soğuk havalarda daha fazla görülür.

Difteri hastalığını bulaştıran kişiler çoğu kez boğaz difterili hastalar ve asemptomatik boğaz taşıyıcılarıdır. Tropikal ülkelerdeki fakir kişiler, ılıman iklimli ülkelerde alkolikler, evsizler arasında deri difterili olgular bulaştırmada rol oynayabilirler.
Patogenez
Difteri hastalığının patogenezinden sorumlu olan difteri toksini bakterinin hücre dışı bir ürünü olup, 62.000 dalton molokül ağırlığında bir polipeptiddir. Bu toksin; A (aktif) ve B (bağlanma) olmak üzere iki alt kısımdan oluşur. B kısmı memeli hücrelerindeki reseptörlere bağlanarak, A kısmının hücreye girişini sağlar. Toksinin A kısmı toksik etkilidir, toksik etkisini ribozomlarda polipeptid molekülünün uzamasında rol alan “elongasyon faktörü 2” (EF2)yi inaktive ederek gösterir. Protein sentezinin bu şekilde durması hücrenin ölümüne yol açar. Difteri toksini güçlü bir toksindir, insan vücudunda bütün hücrelere toksik etkili olmakla birlikte; kalp (myokardit), sinirler (demiyelinizasyon), ve böbrek (tübüler nekroz) üzerine daha fazla toksintir.

Difteri basilleri solunum yoluyla sağlıklı ve duyarlı kişiye bulaştıktan sonra en fazla nazofarenkste yerleşme eğilimindedir. C. diphtheriae invazyon yapan, kana karışan bir bakteri değildir. Burada nazofarenks epitel hücreleri arasında çoğalır ve toksinini salgılar. Toksin lokal olarak mukozadan absorbe olur, dokularda nekroz yapar. Lokal doku nekrozu bakteri üremesini artırır, daha fazla toksin salgılanır. Toksinin lokal etkisi ile nekroz, inflamasyon sonucunda inflamatuvar hücrelerin toplanması, kapiller harabiyete bağlı ekstravazasyonla eritrosit ve serum sızması olur. Dökülen epitel hücreleri, lökositler, eritrositler, bakteriler ve fibrin burada altına sıkıca yapışık kirli beyaz, gri renkli bir pseudomembran oluşumuna yol açar. Yine toksinin etkisi ile çevre dokuda ödem ve lenfadenopati gelişir. Bu arada toksin kana karışarak sistemik toksik belirtilere yol açar.

Lezyon tonsiller ve farenksde ise daha çok toksin absorbsiyonu olacağından sistemik toksik belirtiler daha ön plandadır. Membran larenksde ise- larenks kanlanması az bir doku olduğundan – toksin absorbsiyonu daha az olur. Sistemik belirtilerden çok lokal obstrüktif belirtiler daha belirgindir. İster tonsiller ve farenksde isterse larenksde olsun, difteri hastalığının klinik ağırlığı ile membranın büyüklüğü arasında paralellik vardır. Membranlar boğaz ve larenks dışında; deride, burunda, gözde, vajende de gelişebilir.

Toksinin sistemik dolaşıma karışarak hedef organlara ulaşması ile miyokardit, tübüler nekroz, kraniyel ve periferik nöropatiler gelişebilir. Toksin karaciğer, adrenal bezler ve diğer dokularda da harabiyete yol açabilir. Difteri toksini bir kez dokuya bağlandımı antitoksinle nötralize edilemez, antitoksin ancak dolaşımdaki toksini nötralize eder.
Klinik veriler ve bulgular
Difterinin inkübasyon süresi ortalama 2-4 gündür. Klinik belirtiler hastalığın yerleşim yerine göre.

1- Boğaz difterisi
2- Difteri krupu
3- Diğerleri olmak üzere üç başlık altında toplanabilir.

1- Boğaz difterisi (difteri anjini, tonsillofarenjiyal difteri): Hastalık ani fakat hafif belirtilerle başlar. Genel halsizlik, kırgınlık, yorgunluk; bunu takiben hafif bir ateş, kuru öksürük, boğaz ağrısı gibi belirtilerle birlikte 24 saat içinde boğazda pseudomembran oluşur.

Tek tonsil üzerinde küçük bir membran olabileceği gibi her iki tonsili, uvulayı yumuşak damak ve farenks duvarını kaplayan büyüklükte bir membran da olabilir, kirli beyaz, gri renkte düzgün ve altına sıkıca yapışıktır. Kaldırılmak istendiğinde kanar. Ayrıca servikal lenfadenit ve çevre yumuşak dokuda şişlik olur, ağır olgularda ” boğa boynu” görünümü olur, ağız pis kokar. Bu lokal belirtiler yanında hastada genel toksemik belirtiler vardır. Vücut ısısı çok yüksek olmamasına rağmen taşikardi, filiform nabız vardır, adinami, solukluk, genel durum bozukluğu yanında aritmiler olabilir. Ağır olgularda, tedavi edilmezse 6-10 gün içinde stupor, koma ve ölüm görülür.

2- Difteri krupu (larenks difterisi): Genellikle farenjiyal difteri membranlarının larenks ve trakeaya ilerlemesiyle oluşur. Bazen de doğrudan larenks tutulumu ile başlar. Klinik olarak diğer infeksiyöz kruplardan ve akut obstruktif larenjitten ayrılamaz. Difteri krupunda plika vokalisler üzerindeki membranlar nedeniyle ses kısılır, larenks lümenindeki daralma nedeniyle solunum zorlaşır. Lezyonların mekanik etkisinin kliniğe yansımasıyla üç dönem görülür:

a) Disfoni dönemi: Bu dönemde ses kısıklığı, çatallı “havlar gibi”öksürük görülür.
b) Paroksismal dispne dönemi: Membranın genişlemesiyle solunum sıkıntısı artar. Daha çok geceleri gelen dispne nöbetleri olur, stridor vardır. Yardımcı solunum kaslarında yani supraklavikular, substernal, interkostal kontraksiyonlar (tiraj) görülür.
c)Asfiksi dönemi: Membranın lümeni giderek daraltması sonucunda; takipne, yüzeyel solunum, siyanoz, taşikardi, daha önce huzursuz, hırçın, çırpınan hastada sakinleşme, reflekslerde zayıflama, asfiksi ve ölüm görülür.

Bazen kopan membran parçalarının trakea ve bronşlara inmesi sonucu solunum yollarının tıkanması ile ani ölümler görülebilir.

3- Diğer klinik şekiller:

– Deri Difterisi: Özellikle sosyoekonomik düzeyi düşük, kişisel hijyeni bozuk, evsiz ve alkoliklerde görülür. Deride iyileşmesi geç ve güç olan lezyonlar şeklindedir. Difteri pseudomembranları keskin sınırlı ülserler şeklinde görülür. Genel toksemik belirtiler ve komplikasyonlar bu hastalarda çoğu kez görülmez. Ancak deri lezyonları diğer kişilere bulaştırma yönünden önem taşımaktadır.
– Burun difterisi: Genellikle burun deliklerinin ön kısmında lokalize lezyonlar şeklindedir. Başlangıçta tek taraflı sonra iki taraflı olabilir. Uzun süreli seröz veya seropürülan burun akıntısı ile seyreder. Genel sistemik belirtiler çok hafif olmakla birlikte burun difterisi bulaştırma yönünden önemlidir.
– Difteri lezyonları yukarıda anlatılanlar dışında nadiren konjunktiva, vajen, kulak gibi bölgelerde de yerleşebilmektedir.
Difteri komplikasyonları
Difteri toksinine bağlı en önemli koplikasyonlar miyokardit ve nörolojik toksisitedir. Miyokardit difteriden ölümlerin yaklaşık yarısının nedeni olması nedeniyle daha önemlidir.

Miyokardit: Difteride miyokardın etkilenmesi olguların üçte ikisinde söz konusu olmakla birlikte klinik olarak kalp fonksiyonlarında bozukluk saptanan olguların oranı % 10-25 arasındadır. Miyokardite ait belirti ve bulgular genellikle hastalığın ikinci haftasında ortaya çıkmaktadır. Elektrokardiyografilerde ST-T değişiklikleri ve birinci dereceden kalp blokları saptanır. Hastalık ilerledikçe sağ kalp yetmezliği, sol kalp yetmezliği, A-V blok, ventriküler taşikardi, ileti bozuklukları ve ventriküler fibrilasyon ve ölüm görülür. Klinik olarak ilerleyen halsizlik, dispne, kalpte ritm bozuklukları, kalp seslerinin kabalaşması, 1. ve 2. ses arasındaki farkın kaybolması gibi belirti ve bulgular olur. Difterili bir hastayı izlerken mutlaka EKG alınmalı ve monitorize edilmelidir. Ayrıca AST düzeyleri de yol gösterici olabilir.

Nörolojik komplikasyonlar: Hafif seyirli difteri olgularında nadiren bu komplikasyonlar görülürken ağır olguların dörtte üçünde ortaya çıkar. Hastalığın ilk birkaç gününde yumuşak damak ve posterior farenks duvarında paraliziler sonucu yenilen gıdaların burundan gelmesi ve yutma güçlüğü gelişir.

Daha sonra okulomotor ve siliyer paralizlere yol açan kraniyal sinir nöropatileri ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucunda akamodasyon bozuklukları, görmede bulanıklaşma, 6. Sinir tutulumuyla strabismus gelişebilmektedir. Fasiyal, farenjiyal, larenjiyal sinir ve nadir de olsa frenik sinir tutulumu gelişebilmekte diafragma paralizisi durumunda mekanik solunum desteği sağlanmazsa ölüm görülebilmektedir.

Hastalığın daha geç döneminde, 10 gün ile 3 ay arasında değişen sürede periferik nöropatiler gelişebilir. Periferik nöropatiler önce proksimal sonra distal kaslarda hafif güçsüzlükten tam paraliziye kadar giden değişikliklere neden olur. Duyu sinirlerinin tutulumu ile çorap ve eldiven tarzında parestesiler ve derin tendon reflekslerinde azalma da görülebilir.

Difteriye bağlı nörolojik belirtiler genellikle iki taraflıdır ve hasta hayatta kalırsa yavaş yavaş da olsa tam olarak düzelmektedir.
Difteri tanısı
Klinik olarak difteri şüphe edilen bir hastada olabildiğince çabuk bir şekilde tedaviye başlamak gerektiğinden tanı için yapılan boğaz kültürünün sonucu beklenmemelidir. Boğaz sürüntüsünden yapılan direk boyalı preparatın incelenmesi ile çin harfleri gibi duran basillerin, Neisser boyası ile metakromatik cisimciklerin görülmesi spesifik tedaviye başlamak için yeterlidir. Bu arada difteri için spesifik besiyerlerine ekim yapılarak üreyen bakterilerin koloni morfolojisi, mikroskopik incelemesi ve biyokimyasal incelemeleri ile C. diphtheriae tanımlanmalı ve toksin oluşturma özelliği in vitro ve in vivo deneylerle incelenmelidir. Normalde farenks, konjunktiva ve deride genel olarak difteroid basil denilen C. hoffmanii, C. xerosis, C.striatum gibi korinebakteriler bulunduğu için ve bunlarla difteri basili karışabileceği için toksin araştırma deneyleri önemlidir.
Ayırıcı tanı
Difteri anjini; streptokoksik anjin,infeksiyöz mononükleoz, adenoviruslara bağlı membranöz anjin, vincent anjini gibi diğer membranlı anjinlerle karışabilir.

Difteri krupu; diğer infeksiyöz kruplar (H. influenzae, viruslara bağlı), spazmodik krup, larenksin anjiyonörotik ödemi, larenksde yabancı cisim varlığı gibi hastalıklarla karışabilir. Burun difterisi; nezle, burunda yabancı cisim ve sifilitik lezyonlarla karışabilir.

Difteriye ve ayırıcı tanıda düşünülen hastalıklara ait tanı yöntemleri ile ayırıcı tanı yapılır.
Prognoz
Difteri anjini; streptokoksik anjin,infeksiyöz mononükleoz, adenoviruslara bağlı membranöz anjin, vincent anjini gibi diğer membranlı anjinlerle karışabilir.

Difteri krupu; diğer infeksiyöz kruplar (H. influenzae, viruslara bağlı), spazmodik krup, larenksin anjiyonörotik ödemi, larenksde yabancı cisim varlığı gibi hastalıklarla karışabilir. Burun difterisi; nezle, burunda yabancı cisim ve sifilitik lezyonlarla karışabilir.

Difteriye ve ayırıcı tanıda düşünülen hastalıklara ait tanı yöntemleri ile ayırıcı tanı yapılır.
Tedavi
Difteri tedavisinin temel taşını antitoksin uygulaması oluşturmaktadır. Antitoksik tedavide kullanılan serum atlardan elde edilen difteri antitoksinidir, yani heterolog serumdur. Toksin hücrelere bağlandıktan sonra antitoksinle nötralize edilemediği için, difteri antitoksini hastalıktan şüphe edildiğinde en kısa sürede verilmelidir. Antitoksin dozu difteri membranının büyüklüğüne ve hastalığın süresine göre ayarlanmalıdır. İlk 48 saat içinde başvuran larenks ve farenks tutulumunda 20.000-40.000 ünite, nazofarenks tutulumunda 40.000-60.000 ünite, üç günden sonra başvuran ağır olgularda ve boyunda şişlik olan olgularda 80.000-100.000 ünite antitoksin yavaş intravenöz veya i.m. uygulanmalıdır. Heterolog seruma karşı aşırı duyarlılık reaksiyonu olabileceğinden, hastanın alerji öyküsü sorgulanarak gereken olgularda 1/10 sulandırılan antitoksin konjunktivaya damlatılarak; 1/ 10 veya 1/ 100 lük sulandırımla intradermal test yapılmalıdır. Alerji durumunda sulandırılmış serumla başlayıp, doz giderek artırılmak suretiyle desensitizasyonla antitoksin uygulanmalıdır.

Tedavinin ikinci basamağını antibiyotik tedavisi oluşturmaktadır. Difteri tedavisinde önerilen antibiyotikler penisilin veya eritromisindir. Akut dönemde parenteral başlayan tedavi hasta iyileşince oral şekle dönüştürülerek 14 güne tamamlanmalıdır. Erişkinde günlük 10 milyon -20 milyon Ü kristalize penisilin veya günde iki kez 800.000 Ü prokain penisilin şeklinde uygulanabilir. Eritromisin günde dört kez 500 mg uygulanmalıdır. Eritromisinin çocuk dozu 30-40 mg / kg / gün’dür.

Difteri hastalığının tedavisinde destekleyici yöntemler de önemlidir. Hastalığın akut döneminde yatak istirahati, parenteral beslenme, gerektiğinde intübasyon veya trakeostomi ile mekanik solunum desteği verilmelidir. Kardiyak koplikasyonlar yakından izlenmeli, aritmiler ve kalp yetmezliği için uygun ilaçlarla tedavi edilmelidir.
Korunma
Difteriden korunmanın esasını toksoid aşı ile rutin aşılama oluşturmaktadır. Çocukluk çağının aşılama şemasında difteri-boğmaca- tetanoz (DBT) karması içinde bebek doğduktan sonra ikinci ayda başlayarak bir veya iki ay ara ile üç kez, bir yıl sonra ve okul öncesi olmak üzere iki kez daha uygulamadan sonra azaltılmış erişkin dozu içeren difteri-tetenoz (dT) karma aşısı ile on yılda bir rapellerinin yapılması gereklidir. Özellikle son yıllarda görülen salgınlarda erişkin yaş grubunda difteriye yakalanan olgularda serum antitoksin düzeyinin koruyucu miktarın (0,01 ünite/ ml) altında saptanması, erişkin aşılamasının gerekliliğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

1913’lü yıllarda difteriye karşı kişinin bağışık olup olmadığını araştırmak için Schick testi uygulanmaktaydı. Schick testi; 1/50 MLD oranında sulandırılmış difteri toksinin 0.1 ml intrakütan enjeksiyonu ile yapılır. Enjeksiyon yerinde 48-72 saatte eritem, kızarıklık, nekroza kadar giden reaksiyon oluşursa test pozitiftir. Bu durumda kişi bağışık değildir, difteriye yakalanabilir. Bugünkü koşullarda difteri antikorları serolojik yöntemlerle araştırılabilmektedir, deri testine gereksinim kalmamıştır.Salgınlar sırasında veya sporadik olgularda asemptomatik taşıyıcıların 7-10 gün süreyle penisilin veya eritromisinle tedavi edilmesi gereklidir. Diğer yandan difterili olgular kültür kontrolleriyle bakteri üretilmesi negatifleşinceye kadar izole edilmelidir.

 

 

 

DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU

DEHB genellikle erken çocukluk döneminde kendini göstermeye başlayan nörogelişimsel bir bozukluktur. DEHB’unda görülen davranışların altta yatan nedeni dikkatin zayıf oluşu, aşırı hareketlilik ve dürtüselliktir.

5 yaşının altındaki birçok çocuk dikkatsizdir ve yerinde durmakta güçlük çeker. Bu o çocukların DEHB’na sahip olduğu anlamına gelmemektedir. Dikkatsizlik ve aşırı hareketlilik aynı yaştaki diğer çocuklarla karşılaştırıldığında aşırı ise ve çocuğun okul, sosyal ve aile yaşamını olumsuz etkiliyor ise bir problem olmaya başlar.

Ne sıklıkla görülür?

Okul çağındaki çocukların %2 ile %5’i arasında DEHB bulunmaktadır. Erkek çocuklar kızlara göre DEHB’ndan daha fazla etkilenmektedir.

DEHB’na ne sebep olur?

DEHB’na neyin neden olduğu tam olarak bilinmemektedir. Genetik faktörler ve ailesel geçiş nedenleri ön planda olduğu DEHB’nda sosyal faktörler de dikkat çekmektedir. Bazen anne-babalar çocuklarını kontrol edemedikleri için kendilerini suçlanmış hissederler fakat zayıf ebeveynlik becerilerinin doğrudan DEHB’na neden olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Diğer taraftan DEHB olan çocuklarla baş etme ve onlara yardımcı olmada anne-babaların rolü büyüktür.

Belirtiler nelerdir?

DEHB yaşa, ortama (örneğin okul, ev, oyun alanı) ve hatta istekliliğe göre (örneğin çocuğun sevdiği bir aktiviteyi yapması) farklı davranışlarla kendini gösterebilir.
Tüm çocuklar, tüm belirtilere sahip değildir. Bu da DEHB’nun bazı çocuklarda kendini sadece dikkat zayıflığı belirtileri ile gösterirken diğerlerinde de sadece aşırı hareketlilikle kendini gösterebileceği anlamına gelir.
Dikkat problemi olan çocuklar, unutkan olabilirler, dikkatleri çabuk çelinir, dinlemiyormuş gibi görünür, organize olamaz, dağınıktır, bir işe başlaması yüzyıllar alabilir ve başladıklarında da o işi nadir olarak bitirebilirler.
Aşırı hareketli çocuklar ise huzursuz görünür, kıpır kıpırdır, yerinde duramaz, enerji doludur, sürekli aktif ve meşguldür. Hiç durmadan konuştukları için sesli ve gürültülü görünebilirler.
Dürtüsellik belirtileri olan çocuklar, düşünmeden hareket ederler. Oyunlarda sıra bekleme ya da kuyrukta bekleme konusunda güçlük yaşarlar ve sık sık diğerlerinin sözünü keserler.

DEHB olan kişinin başka hangi problemleri olur?

DEHB olan çocukların bunun yanı sıra öğrenme güçlüğü, otizm, davranım bozukluğu, kaygı ve depresyon gibi başka problemleri de olabilir. Nörolojik problemler, tikler, tourette, epilepi de eşlik edebilir.
DEHB olan çocuklar koordinasyon, sosyal beceri güçlükleri yaşayabilir ve organize olmakta güçlük çekebilirler.

DEHB ne kadar sürecek?

DEHB tanısı almış her 3 çocuktan 1’i büyüdükçe bu durumları kaybolabilir ve yetişkin olduklarında tedavi gerektirmeyebilir. Kendi durumlarına göre uzmanlaşmış tedavi görenler bu tedavilerden çok fayda görebilirler. Bu sayede öğrenme hedeflerini yakalayabilir, okul başarılarını arttırabilir ve arkadaş edinebilirler.

Bazıları evlerini ve işlerini kendilerine göre düzenleyerek iyi bir uyum sağlayabilirler. Fakat bazılarının da yetişkinlikte bile tedavi gerektirecek büyük problemleri olabilir. Diğer yandan ilişkilerinde, işte, duygu durumlarında ve alkol madde kullanımı ile ilgili güçlükler yaşayabilirler.

Nasıl tanı konur?

DEHB için tanı koydurucu tek ve basit bir test yoktur. Tanı koymak için genelde Çocuk Psikiyatri Uzmanı tarafından yapılan özel ve ayrıntılı bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Tanı koyarken çocuğun davranış örüntülerinden, gözlemlerden, evde ve okuldaki davranışıyla ilgili raporlardan faydalanılır. Bazı çocuklar için bu konuyla ilgili özel değerlendirme ve testlerin Klinik Psikolog tarafından uygulanmasına ihtiyaç vardır.

Nasıl tedavi edilir?

DEHB olan bir çocuğun güçlükler yaşadığı tüm ortamlarda tedaviye ihtiyacı vardır. Bu da evde, okulda, arkadaşlarıyla ve toplum içinde destek ve yardıma ihtiyacı olduğu anlamına gelir.
İlk olarak, ailenin, öğretmenlerin ve uzmanların çocuğun durumunu ve onu nasıl etkilediğini anlaması çok önemlidir. Çocuk büyüdükçe kendisinin de durumunun bilincinde olması ve nasıl baş edeceğini öğrenmesi gerekir.
Öğretmenler ve anne-babaların ödül tabloları gibi davranışla baş etme stratejileri kullanmaları gerekebilir. Ebeveynlik eğitimlerinin anne-baba ya da aileye çocuklarının aşırı hareketliliğinden kaynaklanan karşı gelme davranışlarıyla baş etmede çok yardımı olur.
Okulda, sınıftaki ve ev ödevlerindeki günlük çalışmaları için yardımcı olacak eğitimsel desteğe ihtiyaç duyabilirler. Ayrıca kendine güveninin gelişmesi ve sosyal becerilerini geliştirmek için yardıma ihtiyacı olabilir. Kendine güveninin artmasında uygulanan Oyun Terapisi’nden fayda görebilir. Hem çocuğun potansiyelinin en iyisini gerçekleştirdiğinden hem de DEHB belirtilerinin tedavi edildiğinden emin olmak için ev, okul ve çocuğu tedavi eden uzmanların çok iyi iletişim halinde olması önemlidir.
İlaçlar orta derece ile ileri dereceli DEHB’nun kontrolünde önemli bir rol oynar. İlaçlar aşırı hareketliliğin azalmasına ve konsantrasyonun gelişmesine yardımcı olur. Gelişmiş konsantrasyon becerisi çocuğa öğrenmek ve öğrendiği becerileri uygulamak için zaman ve fırsat tanır.
Çocuklar sık sık ilacın diğer insanlarla iyi geçinmelerine, bazı şeyleri daha iyi anlayabilmeyi sağlayacak şekilde daha net düşünmelerine ve kendilerini daha iyi kontrol etmelerine yardım ettiğini söylerler. DEHB olan çocukların tümü ilaca ihtiyaç duymaz, ve tedavinin Çocuk Psikyatri uzmanı tarafından yapılan ayrıntılı değerlendirme ile karar verilir.

Ebeveynler neler yapabilir?

DEHB olan çocuklar evde, okulda ve dışarıda çok zorlu davranışlarla kendini gösterebilir. Fakat her ne olursa olsun çocukların kesinlikle sınırlara ve disipline ihtiyacı vardır. DEHB’nun olması size karşı gelebileceği ya da uygunsuz davranabileceği (örneğin küfür etmesi ya da şiddet göstermesi gibi) anlamına gelmez. Sağlıklı yaşam tarzı ile birlikte dengeli beslenme ve fiziksel aktivite işe yarayabilir.

DEHB olan çocuklar dikkat sürelerinin kısalığı ve yüksek enerji seviyeleri nedeniyle kolayca hayal kırıklığına uğrayabilirler. Aşağıdaki önerilerinden bazıları bu problemle baş etmekte yardımcı olabilir:

• Basit yönergeler verin. Diğer odadan ona bağırmak yerine yakınında durun, gözünün içine bakın ve yavaşça ve sakince ne yapmasını istediğinizi ona söyleyin
• Başardığı ne kadar küçük bir şey olsa da gerekeni yaptığında çocuğunuzu övün
• Eğer ihtiyaç duyuyorsa yapması gerekenleri liste halinde yazın ve rahatça görebileceği bir yere asın (örneğin odasının kapısına, banyoya gibi)
• Ev ödevi yapmak ya da ayağa kalkmadan yemek masasında oturmak gibi yerine getirmesi gereken tüm görevleri 15-20 dakika gibi daha kısa zaman aralıklarına bölün
• Basketbol, futbol, yüzme gibi enerjisini harcayabileceği aktiviteler sunun ve bunlar için ona zaman tanıyın
• Beslenmelerini düzenleyip, katkı maddelerinden uzak durmak da işe yarayabilir. Beslenmenin bazı çocuklar üzerindeki etkilerine dair bazı kanıtlar bulunmaktadır.

Çocukların bazı gıda katkı maddelerine ve gıda boyalarına karşı hassasiyeti olabilir. Eğer anne-baba çocuğun yediği bazı şeylerin hiperaktivitesini arttırdığını fark ediyorsa bu yiyeceklerden kaçınılması iyi olur. Bu konuyu doktorunuzla ya da diyetisyeninizle konuşmanız en iyi sonucu verecektir.

Çocuklarında DEHB olsun ya da olmasın birçok anne-baba ebeveynlik eğitimlerinden fayda görmektedir. Aynı zamanda çocuklarında DEHB olan aileler için düzenlenmiş destek ve psikoterapi grupları da faydalı olabilir.

DEHB tedavisinde kullanılan ilaçlar nelerdir?

DEHB tedavisinde kullanılan ilaçlar iki ana gruba ayrılır:

Stimulanlar (örneğin Metilfenidat ve Dexamphetamine) ve Stimulan Olmayanlar (örneğin Atomoksetin).
Stimulan ilaçların kişinin kendisini daha uyanık , dikkatli ve enerjik hissetmesine sağlama etkisi vardır. DEHB olan kişide bu tür ilaçlar dikkati arttırır ve aşırı hareketliliği azaltır. Stimulan olmayan (uyarıcı olmayan) ilaçlar doğası gereği kişiyi uyanık ve canlı yapmaz. Fakat, DEHB’nda bulunan dikkatsizlik ve aşırı hareketliliği azaltırlar.
Bazen DEHB ile ilişkili uyku bozuklukları ve zorlayıcı davranışlar gibi problemlerin çözümüne yardımcı olmak için de başka ilaçlar kullanılabilir.

İlaçlar nasıl etki eder?

İlaçlar beyinde ‘Nöradrenalin’ ve ‘Dopamin’ denilen kimyasallara etki eder. Beynimizde dikkati ve davranışlarımızı kontrol eden bölümleri etkiledikleri görülmektedir. Zayıf dikkat, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtilerini kontrol etmeye yardımcı olurlar.

İlacın işe yaradığını nasıl anlarım?

İlaç işe yaramışsa;

• Çocuğunuz daha iyi ve daha uzun süre konsantre olmaya başlamıştır
• Huzursuzluk hissi ve aşırı hareketliliğinde azalma olmuştur
• Kendini daha iyi kontrol edebiliyordur

Bazen okul öğretmenleri gelişimi sizden daha önce fark ederler.

İlaçların yan etkileri nelerdir?

Birçok ilaçta olduğu gibi istenmeyen etkiler görülebilir. Fakat herkeste yan etki görülmez ve çoğu yan etki hafiftir ve kullanmaya devam ettikçe yan etkiler azalır. Doz yavaş yavaş yükseltilirse yan etkinin görülme ihtimali azalır. Bazı anne-babalar bağımlılıktan endişe eder, fakat böyle bir problem olabileceği ile ilgili kanıta rastlanmamıştır. Metilfenidatın en sık görülen yan etkileri şunlardır:

• İştahsızlık
• Uykuya dalmada güçlük
• Hafif baş ağrısı

Daha ender görülen ve dikkat edilmesi gereken yan etkiler ise şöyle sıralanabilir:

• Aşırı odaklanma, sessizlik ve bakakalma gibi belirtiler dozun yüksek olduğuna işaret edebilir
• Kaygı, sinirlilik, alınganlık ve kolay ağlama
• Karın ağrısı ya da hasta hissetme
• Baş ağrısı, baş dönmesi, sersemlik hissi
• Tikler ya da seğirmeler

Uzun vadede çocuklar sürekli metilfenidat kullandıklarında bazen gelişim yavaşlar. Araştırmalar metilfenidat kullanmanın yetişkin uzunluğunu 2 ile 5 cm arasında kısaltabileceğini göstermektedir. Bu yavaşlama ergenliğin sonuna doğru hız kzanarak normal seviyeye geldiği bilinir.

Bunlar yan etkilerin etraflıca yazılmış hali değildir. Normalden farklı birşey fark ederseniz hemen doktorunuzla temasa geçmelisiniz.

İlacı vermeden önce bilmem gereken bir şey var mı?

Herhangi bir ilacı vermeden önce doktorunuza şunlardan mutlaka bahsetmeyi unutmayın:

• Çocuğunuzda görülebilecek alerjiler
• Vitamin ve katkı dâhil diğer aldığı tüm ilaçların isimleri
• Daha büyük yaştaki kızlar için hamile kalma riski olup olmadığı
• Sizde ya da ailenizde herhangi bir kişide fiziksel sağlık problemleri olup olmadığı (örneğin yüksek tansiyon, kalp problemleri ya da tekrarlayan hareketler ve tikler)

İlaçları almadan önce ya da alırken yapılabilecek belli testler var mıdır?

İlaçları kullanmaya başlamadan önce çocuğunuz özellikle kalp atış hızı, kan basıncı, büyümesi/gelişimi ve herhangi bir tıbbi problemi olup olmadığı ile ilgili doktor kontrolünden geçmelidir. Bazen kan tahlili ya da kalbin elektriksel aktivitesini ölçmek üzere EKG yapılması gerekebilir.
İlacı alırken de doktorunuz herhangi bir yan etki görülüp görülmediğini takip etmenin yanı sıra düzenli olarak çocuğunuzun kalp atım hızını, kan basıncını, kilo ve boyunu ölçecektir.

İlacı vermekle ilgili bilmem gerekenler nelerdir?

Bilinmesinde fayda olan bazı önemli noktalar şunlardır:

Yapın

• Sadece doktorunuzun ilacı vermenizi söylediği zamanlarda ilacı verin
• İlaçla ilgili değerlendirmenin yapılabilmesi için düzenli olarak kontrol randevularınıza gidin
• İlacı güvenli bir yerde saklayın
• Çocuğunuzun ilacı yutarak kullandığından emin olun, çiğnemesin ya da kırmasın
• Çocuğunuzun yeterince sıvı aldığından emin olun, özellikle sıcak havlarda ve fiziksel aktivitesinin fazla olduğu/spor yaptığı günlerde

Yapmayın

• İlacın bir dozunu kaçırırsa diğer dozu ikiye katlamayın
• Doktorunuzla görüşmeden ilacı vermeyin
• Eğer tanıdığınız bir kişinin güçlüklerinin sizinkiyle benzer olduğunu düşünüyorsanız bile kesinlikle ilacı kullanması için başkasına vermeyin

Ne kadar süre ilaç kullanması gerekiyor?

Birçok çocuk ve genç en azından eğitimlerini ve okullarını bitirene kadar ilaca ihtiyaç duyar. Küçük bir kısmı yetişkinlikte bile ilaca ihtiyaç duyabilir. Bazı çocuklar ilaca sadece belli zamanlarda/belli sürelerle ihtiyaç duyar (örneğin, bazılarının sadece okuldayken alması yeterlidir ve hafta sonları ya da okul tatil olduğu zamanlarda alması gerekmeyebilir).
Doktorunuz ilaca devam etmeye ihtiyacı olup olmadığını kontrol edecektir.
Bu ilaçları kullanmak araba kullanmayı ve hatta orduda görev yapmak gibi belli meslek seçimlerini etkileyebilir. Çocuğun bunun bilincinde olması ve büyüdükçe bunu doktoruyla konuşması önemlidir.
İlacı bırakmak belirtilerin geri dönmesine neden olabilir ve DEHB olan gençler ilacı bıraktıklarında kendilerini eğitimlerinde, işlerinde ve sosyal yaşamlarında dürtüsel davranarak ya da alkol ve madde kullanarak riske atabilirler.

Unutmayın: Eğer ilaçla ilgili başka sorunuz olursa, doktorunuzla irtibata geçmekten çekinmeyin.

 

 

 

DİL FELCİ
Dil felci, dil kaslarının istemsiz şekilde kasılarak işlevini zamanla kaybetmesidir. Birey zamanla yemek dahi yiyemez hale gelir. Acilen dilde kasılmalar başladığında, ertelenmeden doktora başvurulmalıdır. Her hastalıkta olduğu gidi dil felcinde de erken tanı büyük önem taşımakta ve tedavi sürecinin daha rahat atlatılmasını sağlamaktadır. Her yaşta görülebilen genellikle aşırı stres ve sıkıntı sonucu meydana gelen küçük büyük ayırt etmeyen bir hastalıktır. Halk arasında inme olarak adlandırılır. Dil felci aniden birkaç dakika içerisinde meydana gelir. Dil kaslarında istemsiz, engel olamadığınız küçük kasılmalarla başlar.
Zamanla dil tamamen kontrolünüzden çıkarak işlevini yitirmeye başlar. Küçük kasılmaları dikkate almazsanız zamanla derecesi artarak sizi yemek dahi yiyemez ve konuşamaz hale gelmenize sebep olur. Dil felci, dilin bazen sadece sağ bölümü bazen sol bölümü bazen de orta kısımda kasılmalarla başlar. Felç/inme vakaları arasında en sık rastlanan türü dil felcidir. Dil ve ağız uzuvları, psikolojik durumunuzdan en çabuk etkilenen organ kısmıdır. En basitinden sıkıntılı ve korkulu bir gece geçirip uykuya daldığınızda sabah sizi uçukla dolu bir dudak karşılar. Bu nedenle en ufak şeylere sıkıntı edip kafanıza takmamanızı öneriz. Kafaya takılacak gerçekten önemli bir sorunum veya sorunlarım var diyorsanız da Mevlana’nın şu güzel öğüdünü hatırlayalım ’’bu da geçer ya hu ‘’…
DİL FELÇİ NEDENLERİ
• Aşırı üzüntü ve stres
• Merkezi sinir sistemi bozukluğu
• İstemsiz kas kasılmaları/kas işlevlerindeki bozukluklar
• Ani psikolojik çöküntüler
• Beyne giden kan damarlarında tıkanıklık oluşması
• Bazı hastalıkların yan etkisi olarak dilin ve kasların işlev kaybına uğraması
• Psikolojik rahatsızlıklar, travmalar yaşanan bir dönemden geçme
DİL FELCİ BELİRTİLERİ
• Dilde ara sıra meydana gelen kısa süreli uyuşukluk
• Yemek yemede, yiyecekleri çiğneme ve çevirmede yaşanan zorluklar
• Dilin tat alma duyusunda kayıplar meydana gelmeye başlaması
• Dilin hareketlerinde yavaşlamalar oluşması
• Bireyin konuşmasında fark edilir derecede de yavaşlamalar oluşması
DİL FELCİ TEDAVİSİ
Birey dilinde en ufak bir aykırılık hissettiğinde ilk iş ihmal etmeden, ertelemeden doktora gitmeli ve kontrolden geçmelidir. İlk müdahale doktor tarafından vakit kaybetmeden yapılmalıdır. Birçok nedeni vardır, sizdeki o anki anomaliye sebep olan etken doktor tarafından teşhis edilmeli ve bir an önce uygun tedavi yöntemi belirlenerek vakit kaybetmeden uygulamaya geçilmelidir.

 

 

 

DİL İLTİHABI

Tıp dilinde Glossit adı verilen dilin üzerinde farklı nedenlerden dolayı çıkan ağız yüzeyinde çıkan iltihaplanmadır. Genellikle ağız hijyeninin eksik olduğu durumlarda, bakımın yetersiz ve kötü koşullarda yapılması sonrası ortaya çıkabilir. Bunun dışında özellikle yoğun bakım ünitelerinde uzun süre yatan hastalarda eksik ağız bakımı yapılması sonucu ortaya çıkabilir. Konuşamayan, ağızdan beslenemeyen hastalarda dil yeme, tat alma işlevini yavaş yavaş yitirmeye başladığı için dil üzerinde kabuk tarzında lezyonlar meydana gelebilir. Bu lezyonlar temizlenmediği sürece zaman geçtikçe dil, diş, diş eti ve ağız içi enfeksiyonlarına neden olabilir. Bu durum bebek, çocuk ve yaşlılarda çok görülür. Kendi kişisel bakımını yapmakta yetersiz oldukları için mutlaka yardım almaları gerekir.
DİL İLTİHAPLANMASININ BELİRTİLERİ
• Dilde pullanma,
• Kızarıklık, yanma,
• Dilin hareketlerinde zorluk çekme,
• Dil kenarların ülserleşme,
• Dil üzerinde kabarcıklar oluşmasıdır.
Bu belirtilerin takip edilmesi, birey ev ortamında ise ve bu belirtiler her geçen gün artıyor ise mutlaka bir hastaneye ve alanında uzman bir hekime başvurması gerekir. Bu belirtiler bebekte görülüyor ise ebeveyn tarafından günlük ağız bakımı yapılmalı ve ağız içi temiz tutulmalıdır. Emzirme işleminden sonra ağız içinin temiz nemli bir bez ile hafif masaj hareketleri ile silinmesi bebeğin ağız içi mukozasını korumasına, dil ve ağız içi iltihabın önlenmesine yardımcı olur. Belirtiler yaşlılarda görülüyor ise bireye ağız içi bakımı ile ilgili eğitim verilerek bireyin kendi bakımını yapması beklenir. Birlikte yapılarak gösterme şeklinde girişimler uygulanarak birey teşvik edilir.
DİL İLTİHAPLANMASININ TEDAVİSİ
Ağız ve diş sağlığının dikkat edilmesi tantum garara kullanılması gerekebilir. Belirtiler çok ilerlemiş ise mutlak suretle hekimin görmesi ve tedavi seçeneğine karar vermesi gerekir. Okul öncesi ve okul çağındaki çocuklara ağız bakımı ve diş fırçalama eğitimleri verilerek ağız hijyeni benimsetilir. Evde de bu uygulamalar anne veya baba tarafından kontrollü bir şekilde devam ettirilmesi gerekir ki çocukta bu uygulama alışkanlık haline gelebilsin. Yetişkin ve yaşlı bireylerde ise birey kendi kendine ağız bakımı yapmayı öğrenmesi ve bunu istenilen şekilde yapması beklenir.

 

 

 

DİL ÜLSERİ

Aft ve uçuk olarak kategorize edilen ve tıptaki adı “aftöz ülser” olan dil ülseri, dil üzerinde beyaz nokta şeklindeki lezyonlar ile karakterizedir. Her 100 kişiden en az birinde meydana gelebilen dil ülseri hastalığı hakkında merak edilen tüm detayları burada bulabilirsiniz… Dil ülseri nedir? Dil ülserinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Dil ülseri Ağız bakımının yetersiz olarak yapılması, ağız enfeksiyonları ve ağız kanseri gibi pekçok nedene bağlı olarak ortaya çıkar. Beyaz olan dil ülserleri genellikle ciddi bir soruna yol açmaz, ancak iltihap nedeniyle koyu pembe renk alan ülserler kanamaya neden olabilir. Dil üzerinde görülen bu yaralar yanak ve dudak içlerinde, diş etlerinde ve damak üzerinde oluşabilmektedir. Bu ülserler tek başına veya kümeler halinde görülebilir. Dil ülserinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi ile ilgili bilinmesi gerekenler burada…

DİL ÜLSERİ NEDENLERİ
– Duygusal stres
– Uyku eksikliği
– Hormonal dengesizlik
– Gıda alerjisi
– Adet dönemleri
– Ağız hijyeni eksikliği
– Viral enfeksiyonlar
– Genetik özellikler
– Ani kilo kaybı
– Turunçgillere verilen tepki
– Zayıflamış bağışıklık sistemi
– Dili ısırma veya diş fırçası nedeniyle dilin tahriş olması
– Sodyum lauril sülfat içeren diş macunları
– B-12, demir veya folik asit eksikliği
Dil ülserine neden olan bazı hastalıklar
– Crohn hastalığı
– Ülseratif kolit
– Çölyak hastalığı
– Behçet hastalığı
Önlenebilir diğer nedenler
– Tütün çiğneme
– Sigara kullanma
– Aşırı alkol tüketimi
– Aşırı baharatlı yiyeceklerin sık tüketimi
– Aşırı çay ve kahve tüketimi
– Sert kimyasallar içeren diş macunu ve gargara suyu kullanımı
DİL ÜLSERİ BELİRTİLERİ NELERDİR?
Dil ülseri nedenine bağlı olarak farklı belirtiler gösterebilir. Genellikle dilde yanma hissi, ağrı ve iltihaplanmalar şeklinde görülebilir. Diğer belirtiler ise şunlardır:
– Yutma güçlüğü
– Boğaz ağrısı
– Dil şişmesi
– Konuşurken rahatsızlık hissi
– Dilde morarma ve kanama
Daha az görülen belirtileri ise;
– Vücutta ağrı
– Ateş
– İshal
– Deride döküntüler
– Aşırı yorgunluk ve halsizlik
– Şişmiş lenf bezleri
Eğer dil ülseri yüksek ateş, solunum bozukluğu, dilde ve gırtlakta ani şişlik ile birlikte görülüyorsa acil tıbbi yardım alınmalıdır.
DİL ÜLSERİ TEDAVİSİ
Dil ülserinin tedavisi de en az teşhisi kadar basittir. Ancak hastalığın tedavisinin yüksek başarılar verebilmesi amacıyla hastalığın ilk belirtileri görülmesi durumunda hemen doktora başvurulmalı ve gerekli tedaviye başlanılmalıdır. Dil ülseri hastalığının tedavisinde genellikle doktor tarafından reçeteli olarak yazılan ülser ilaçları verilmektedir. Dil ülseri üzerinde oldukça etkili olan bu ilaçlar sayesinde hastalık kısa sürelerde yok edilebilmekte ve hasta tedaviden bir süre sonra günlük hayatına kaldığı yerden devam edebilmektedir. Ancak çok nadiren de olsa dil ülseri hastalığının ilerlemesi durumunda ilgili doktorun gerek görmesi durumunda cerrahi müdahale gerçekleştirilebilmektedir.
Ayrıca B kompleks tabletler ve vitamin takviyesi kullanmak yaralara iyi gelebilir. Yaraların üzerine gliserin içeren krem sürmek morlukların ve iltihabın hafiflemesine yardımcı olabilir. Yaralar çok ağrılıysa doktorunuzdan ağrı kesici talep edebilirsiniz.
Tahrişi ve ağrıyı hafifletmek için evde bazı yöntemleri uygulayabilirsiniz.
Tuzlu suyla gargara yapmak ilk başta biraz acı vermekle birlikte yaraların iyileşme sürecini hızlandırabilir
– Ülser üzerine Hindistan cevizi yağı veya bal sürmek acıyı hafifletebilir
– İncir yapraklarını ezdikten sonra balla karıştırarak yaraların üzerine koyabilirsiniz
– Yeşil elma ve muz yemenin bu tür yaraların iyileşmesine yardımcı olduğu bilinmektedir
– Bağışıklık sistemini güçlendirmek için daha sık yoğurt yiyebilir ve C vitamini takviyesi kullanabilirsiniz
– Ağızda yara ve enfeksiyona neden olan bakterilerin gelişmesini engellemek için, ağzınızı her gün düzenli olarak tuzlu suyla çalkalayabilirsiniz.

 

 

 

DİRSEKTE SİNİR SIKIŞMASI (KUBİTAL TÜNEL SENDROMU)
Kubital tünel sendromu, ulnar sinirin dirseği geçtiği yerde sıkışmaya uğraması ile ortaya çıkan bir rahatsızlıktır.
Ulnar sinir, omurganızdan elinizdeki bazı kasları çalıştırmakta, küçük ve yüzük parmağınızda his duyusunun olmasını sağlamaktadır. Sinir kola inerken, dirsekte medial epikondil adı verilen kemik çıkıntılı bir bölgede öne geçer. Bu noktada yüzeye oldukça yakınlaşır. Bu alana ani bir dokunuşla, sıklıkla ulnar sinirin geçici iritasyonunu yaşayabilirsiniz.
Ağrıya neden olabilir ve elinize karıncalanmaya neden olabilir, bu yüzden bu alan genellikle “komik kemik” olarak bilinir.
Günlük hayatımız sırasında bu sinir gerilebilir ve etrafında dolaşırken dirsekteki kemik çıkıntı arasında sıkışabilir. Sinir aşırı bası altında kalırsa veya düzenli gerilirse, daha uzun süren ‘ulnar sinir’ belirtileri oluşabilir.
Elimizdeki kasların çalışması ve duyusunun hissedilmesi Median, Ulnar ve Radial sinir olarak isimlendirilen üç adet sinir tarafından sağlanır. Koltuk altından gelen Ulnar sinir, dirsek seviyesinde iç yan kısımda tünel benzeri bir yapı içerisinden geçerek ön kol bölgesine kubital-tunel girer. Ulnar sinirin cilt altında bulunan bu tünelde sıkışması ‘Kubital Tünel Sendromu’ olarak adlandırılır. Sinir tünelden geçtikten sonra elin yüzük parmağı ve küçük parmağında sonlanır.
Kubital tünel sendromu dirsek çevresindeki eski kırıklar, tünel içinde yer kaplayan kitleler, romatoid artrit gibi bağ dokusu hastalıkları sonucu gelişebilse de hastaların büyük çoğunluğunda belirgin bir neden saptanamaz. Kubital tünel sendromunun en sık rastlanılan belirtileri ulnar sinirin elde yayılımına uyan bölge olan küçük parmak ile yüzük parmağının yarısında uyuşma, ağrı ve duyu kaybıdır. İleri dönemlerde parmakları birbirine yaklaştırmada güçlük çekildiği, eli düz tutmaya çalışırken 4. ve 5. parmakların geri doğru kıvrıldığı görülür.
Kubital tünel sendromunun (dirsekte sinir sıkışması) tanısı hastaların klinik muayenesi ile konulur. Tanıyı doğrulayan standart inceleme yöntemi, EMG olarak adlandırılan elektrodiagnostik incelemelerdir. Bu incelemeler ile sinirlerin elektrik iletme gücü ölçülür, böylelikle sinirde bir sıkışma olup olmadığı ve varsa tam hangi seviyede sıkışma olduğu saptanır.
Şikayetlerin yeni oluştuğu hastalarda, siniri sıkıştıracak hareketlerden kaçınılması, dirseği dayayarak oturma alışkanlığından vazgeçilmesi ve geceleri dirseği düz bir pozisyona alacak atellerin kullanımı fayda sağlayabilir.
Kübital tünel sendromunun (dirsekte sinir sıkışması) kesin tedavisi, cerrahi olarak ulnar sinirin gevşetilmesi ve sıkışmaya neden olan dokuların serbestleştirilmesidir. Ameliyat sırasında, dirsek hareketleri ile birlikte sinirin gerilmesini önlemek amacıyla sinir dirseğin ön tarafına nakledilir. Ameliyat çoğunlukla sadece kolun uyuşturulması ile yapılır ve hastalar aynı gün hastaneden taburcu olabilir.
Dirsekte sinir sıkışmasının semptomları neler?
Aşağıdakilerden bir veya daha fazlasını yaşayabilirsiniz.
Dirsek ve el çevresinde ağrı.
Küçük parmak ve yüzük parmakta karıncalanma ve duyu kaybı.
Eldeki bazı kaslarda zayıflama.
Küçük ve yüzük parmaklarını düzeltememek.
Daha az kavrama gücü.
İyi koordinasyon zorluğu.
Dirsekte sinir sıkışmasının sebepleri neler?
Kubital tünel sendromunun birçok nedeni vardır ancak her zaman ulnar sinirin sıkışması veya tahrişinden kaynaklanmaktadır. Yaş ilerledikçe sinirlerimiz daha duyarlı hale gelir. Irritasyonun sıklıkla belirli bir faaliyete bağlı olduğu ortaya çıkarılmıştır. Uzun bir süre zarfında, ulnar siniri tekrar tekrar rahatsız eder.
Bunun örnekleri şöyledir:
Dirseğinizi uzun süre katlamak.
Dirseğinizi katlayarak uyuduğunuzda sinir dokusunun gerilmesine neden olur.
Uzun süreler boyunca, boya yapma, gitar çalma gibi dirseklerinizi tekrar tekrar eğip düzleştirme.
Dirseğin çevresinde yumuşak doku kalınlaşması.
Dirsek çevresi kemiklerde büyüme.
Siniri sıkıştıran bir darbe.
Dirseğin hareketleri sırasında sinirin altta yatan kemiğe sürtmesi.
Eklem deformitesi (artritik değişiklikler veya kırıklar dahil).
Cerrahi dışı tedavisi nelerdir?
Kübital tünel sendromunu başarılı bir şekilde tedavi edebilmek için, soruna neden olan aktiviteyi tespit edip önlemek suretiyle sinir üzerindeki baskıyı azaltmanız önemlidir. Altta yatan sorunu bulmak için günlük ve mesleki faaliyetlerinizde iş ve boş zaman da dahil olmak üzere tüm faaliyetlerinizi ayrıntılı olarak incelemeniz gerekebilir.
Belirtilerinize neden olabilecek bir etkinlik fark ettiğinizde, durumunuzu tedavi etmeye yardımcı olması için bu etkinlikleri gerçekleştirmenin başka yollarını bulmanız gerekir.
Dirsekte sinir sıkışmasının önlemi ve tedavisi nelerdir?
Dirseğinizi geceleyin katlayarak (özellikle el bileğiniz geriye doğru olacak şekilde) uzun süre eğilmiş tutmaktan kaçının.
Elinizi yastığın altına yerleştirmeden.
Tekrarlayan dirsek eğilme ve düzleştirmeyi içeren faaliyetlerden kaçının.
Kollarınızı önünüzde bağlayacak şekilde uzun süre boyunca geçirmeyin.
Ulnar sinire doğrudan baskı oluşturan aktivitelerden kaçının.
Örneğin telefonunuzdayken dirseğinize yaslanmışken, sürüş esnasında dirseğinizi araç kol dayama yerine oturtun.
Semptomlarınız geceleri kötüleşirse, ateller kullanılabilir. Bu, sinir üzerindeki gerginliği azaltmak için en iyi konumda tutmak için tasarlanmıştır. Bazen sinir üzerindeki direkt basıncı azaltmak için bir dirsek pedi takılabilir.
Belirtileriniz yukarıdaki tedavilerle daha iyi gitmezse, ulnar sinir üzerindeki basıyı gecikmeden ortadan kaldırmak için ve cerrahi seçenekleri tartışmak için bir el cerrahına yönlendirilebilirsiniz.

 

 

 

DİSFAJİ (YUTMA GÜÇLÜĞÜ)

Yutma güçlüğüne (Disfaji) özellikle yaşlılarda olmak üzere tüm yaş gruplarında yaygın olarak rastlanır. Disfaji terimi yemeklerin ve sıvıların ağızdan mideye geçmesi sırasında zorluk hissetmeyi ifade eder. Bu duruma çoğu tehlikeli olmayan ve geçici olan birçok faktör neden olabilir. Yutma güçlüğü nadiren tümör veya ilerleyici nörolojik hastalık gibi daha önemli patolojiye işaret eder. Kısa bir süre içerisinde yutma güçlüğü kendiliğinden iyileşmez ise kulak burun boğaz uzmanı tarafından değerlendirilmelidir.
Nasıl yutarız ?
İnsanlar katı yiyecekleri yemek sıvıları içmek ve vücudun ürettiği tükürük ve mukusu yutmak için günde yüzlerce kez yutma işlevini gerçekleştirirler. Yutma işlevinin dört fazı vardır:

1) Birinci faz yiyecek ve içeceklerin çiğnenerek yutmaya hazır hale getirildiği dönem.

2) Ağız fazı boyunca, dil yiyecek ve içecekleri ağızın arka bölümüne iterek yutma yanıtını başlatır.

3) Yutak fazında yiyecek ve içecekler hızlıca yutaktan yemek borusuna geçer.

4) Son faz olan yemek borusu fazında yiyecek ve içecekler yemek borusundan mideye geçer.

Birinci ve ikinci fazlar istemli kontrol altında oluşurken,üçüncü ve dördüncü fazlar kendiliğinden oluşur.
Yutma hastalıklarının nedenleri nelerdir?
Yutma işlevi sırasındaki herhangi bir kesinti yutma güçlüğüne neden olabilir. Yutma güçlüğü sağlıksız dişler, uygun olmayan takma dişler veya soğuk algınlığı gibi basit nedenlere bağlı olabilir. Yutma güçlüğünün en yaygın nedenlerinden biri mideden yemek borusuna geri kaçıştır. Bu durum mide asitinin yemek borusundan yutağa doğru yukarı hareketinin sonucu oluşur. Diğer nedenler arasında felç, ilerleyici nörolojik hastalık, trakeostomi tüpü varlığı, hareketsiz ses teli, ağız, gırtlak veya yemek borusu tümörü ile baş boyun bölgesine uygulanan cerrahi operasyonlar sayılabilir.
Yutma hastalıklarını kim değerlendirir ve tedavi eder?
Yutma güçlüğü inatçı ise ve nedeni bilinmiyor ise bir kulak burun boğaz uzmanı, söz konusu hastanın hikayesini ele alarak muayenesini yapacaktır.

Bu muayene, aynalar veya özel optik sistemle görüntüleme sağlayan endoskoplar kullanarak dilin arka bölümünün, boğaz ve larenksin incelenmesi yoluyla yapılır. Eğer gerekli ise yemek borusu, mide ve oniki parmak bağırsağı incelemesi, kulak burun boğaz uzmanı veya mide ve barsak hastalıkları uzmanı tarafından yapılır.

Bunun sonucuna göre baryumlu yemek borusu geçiş filmi ile yutma mekanizması fonksiyonlarının değerlendirilmesi gerekebilir.

Eğer özel patolojiler söz konusu ise,üst mide- barsak sistem filmi veya videofloroskopi ile beraber radyologla temasa geçilebilir. Böylece yutmanın her dört fazınında değerlendirmesi yapılır. Değişik kıvamda yiyecek ve içecekler kullanarak ve hastaya değişik pozisyonlar verdirerek, yutma yeteneğini değerlendirilebilir. Eğer yutma güçlüğü felç veya ilerleyici nörolojik hastalıklara bağlı ise nörolog tarafından değerlendirilmelidir.
Semptomları nelerdir ?
Yutma güçlüğünün semptomları şunlardır.

Ağızda tükürük artışı
Yiyecek ve içeceklerin boğaza takılması hissi
Boğaz ve göğüste rahatsızlık hissi( Mideden yemek borusuna kaçış var ise – Reflu)
Boğazda yabancı cisim veya parça hissi
Uzamış veya belirgin yutma güçlüğüne bağlı yetersiz beslenme ve kilo kaybı
Yutma sırasında kolayca geçmeyen yiyecek parçaları sıvı ve tükürüğe ve bunların akciğerlere aspire edilmesine bağlı olarak gelişen öksürük ve boğulma hissi.
Tedavi yolları nelerdir ?
Neden belirlenebilmişse, yutma güçlüğü tıbbi tedavi, yutma tedavisi veya cerrahi yöntemlerle tedavi edilebilir.

Bu hastalıkların birçoğu tıbbi tedavi ile tedavi edilebilir. Mide asit salgısını engelleyen ilaçlar kas gevşeticiler ve asit gidericiler var olan ilaçlardan birkaçıdır. Tedavi yutma hastalığının nedenine göre düzenlenir. Mideden yemek borusuna kaçış sıklıkla beslenme ve yaşama alışkanlıklarını değiştirerek tedavi edilebilir. Örneğin :

Hazmı kolay yiyeceklerden oluşan bir diyet ile sık aralıklarla ve az miktarlarda beslenmek
Alkol ve kafeinden uzak durmak
Kilo ve stresi azaltmak
Uyku vaktinden önceki üç saat boyunca yemek yemekten sakınmak
Geceleri yatağın başını yükseltmek.
Eğer bunlar yardımcı olmazsa yemekler arasında ve uyku vaktinden önce asit giderici kullanmak rahatlama sağlayabilir.
Birçok yutma hastalığı yutma tedavisinden yarar görebilir. Yutma kaslarının beraber çalışmasını sağlayan ve yutma refleksinin oluşmasını sağlayan sinirleri uyaran özel egzersizler yaptırılabilir.
Hastalara ayrıca yutma işleminin başarılı şekilde yapılmasına yardımcı olacak vücut ve baş pozisyonlarını öğretebilir.
Yutma güçlüğü olan hastalardan bazıları yetersiz beslenme problemi ile karşılaşırlar. Mesleki terapist beslenme teknikleri hakkında hasta ve ailesine yardımcı olabilir. Bu teknikler hastayı olabildiğince bağımsız kılar. Diyetisyen veya beslenme uzmanı hasta için gerekli olan yiyecek ve içecek miktarını ve ek besinlerin gerekli olup olmadığını belirler.

 

 

 

DİSTİMİ (SÜREGEN DEPRESİF BOZUKLUK)

Distimi; hafif derecede depresyon belirtilerinin en az 2 yıl süresince, arada düzelme dönemleri olmaksızın devamlı olması olarak tanımlanabilir.
Bir kaç gün , bir kaç hafta iyilik dönemleri görülebilir ancak bu iyilik dönemleri 2 ayı geçmez.
Mutsuzluk, karamsarlık hali, istek ve ilgi azlığının yanı sıra kilo değişimleri (iştahsızlık, kilo kaybı veya çok yeme), uyku alışkanlığında değişme (uykusuzluk veya çok uyuma, uyku sürekliliğinde ve kalitesinde azalma), enerji kaybı veya halsizlik, konsantrasyon güçlüğü de gözlenebilmektedir.
Umutsuzluk duyguları ön plandadır. Tüm bunlarla birlikte sosyal ortamlardan çekilme, mesleki işlevsellikte bozulmalar da söz konusudur.
Bu etkiler evlilik yaşamında bozukluklara ve kişinin yaşam kalitesinde düşmeye de neden olabilmektedir.
Distimi için kimler risk altındadır?
Distimi; toplumun %3 ila 5’ini etkilemektedir.
Kadınlarda gözlenme sıklığının erkeklerden iki kat fazla olduğu bilinmektedir.
Ayrıca düşük gelirli, hiç evlenmemiş ve genç yaş grubunda daha yaygın olarak ortaya çıkmaktadır.
Distimi nasıl tedavi edilir?
İlaç tedavisinin yanı sıra etkili bir psikoterapi ile tamamen düzelmek ve yaşama tekrar katılmak, tekrar huzurlu ve keyifli hissedebilmek mümkündür.

 

 

DİŞ AĞARTMA (BEYAZLATMA) VE PORSELEN VENERLER

Estetik Dişhekimliği, son yıllarda çok önemli gelişmeler kaydeden ve halende gelişimini sürdüren Dişhekimliği’nin özel bir ilgi alanıdır. Ülkemizde son yıllarda dış görünüşüne önem veren modern bireylerin sayısının artması ile birlikte hastalarımızdan, plastik ve rekonstrüktif cerrahi de olduğu gibi dişhekimliğinde de estetik görüntüyü ön plana çıkaran talepler gelmeye başlamıştır. Bugün, erişkin hastada estetik dişhekimliği uygulamalarını Diş Ağartma ve Porselen Vener uygulamaları altında iki ana grupta değerlendirebiliriz.

Diş Ağartma (Beyazlatma) : Diş dokusuna hiçbir müdahalede bulunmadan, dişin renginin hidrokjen peroksit yada karbamid peroksit içeren jeller ile açılmasıdır. Dişlerin renkleri, intrensek (içsel) yada extrensek (dışsal) olarak veya her ikisi birlikte olacak şekilde koyulaşır. Çok fazla sigara, kahve, çay, kırmızı şarap tüketenlerde, demir preparatları kullananlarda dişlerin renkleri zamanla sarı- kahverengi bir renk kazanmaya başlar, bu extrensek (dışsal) bir renklenmedir ve bu renklenme, hekimin küçük fırçalar ile temizleme pastası kullanarak yapacağı temizlik ile diş üzerinden rahatlıkla kaldırılır. İçsel (intrensek) renklenmenin ise çok çeşitli sebepleri vardır. Çocukluk çağında çok yoğun antibiyotik kullanımı ve yaşın ilerlemesi de dişlerin renklerinin zamanla sarı-gri bir renk kazanmasına neden olabilir ve bu renklenme dıştan yapılan temizlik ile uzaklaştırılamaz. Böyle durumlarda hidrojen yada karbamid peroksit içeren jeller kullanılarak diş ağartması yapılır. Diş ağartması, evde yapılan (home bleaching), klinikte yapılan (office bleaching) bir de ikinin kombinasyonu şeklinde olmak üzere genellikle üç şekilde uygulanır. Evde uygulanan beyazlatma da kişiye özel hazırlanmış ince silikon kalıplar içine % 8 – 18 arası karbamid peroksit içeren jeller konularak renklenmenin şiddetine göre 2-10 saat arası uygulanır. Klinikte yapılan beyazlatma da genellikle % 15- 40 arası hidrojen peroksitiçeren jeller hekim tarafından uygulanır ve bu işlem sırasında dişeti özel bir madde ile örtülür çünkü hidrojen peroksit dişeti ve ağız mukozası için oldukça yakıcıdır. Bu uygulama da yaklaşık yarım ila bir saat arası sürer ve diş renginde gözle görülür bir açılma ortaya çıkar. Önemli olan bu rengin uzun süre korunmasıdır ve bu nedenle beyazlatmaya bir gün sonra kişinin kendisinin uygulayacağı yaklaşık 2-3 hafta boyunca kullanılacak olan ev seti ile devam edilir. Hem klinik hem evde uygulanan kombine beyazlatma işlemi en çok tavsiye edilen yöntemdir çünkü kısa sürede bembeyaz dişlere sahip olmak aşırı hassasiyet sorunlarını da beraberinde getirir ki buda hiç istenmeyen bir durumdur ve kişiyi çok sıkıntıya sokar. Klinik de uygulanan beyazlatma, renk şiddetine göre 2-4 kez tekrarlanabilir ve sonrasında uygulanan hassasiyet giderici jeller ile hasta konforu sağlanır. Beyazlatma sonrası diş renginin korunması kişinin özenine bağlıdır, çok fazla çay, kahve, kırmızı şarap tüketmek rengin geriye dönüşünü hızlandırır, özel beyazlatma macunları kullanımı ile tedaviye devam edilebilir, en kötüsü sigara kullanımıdır eğer çok fazla sigara içiliyorsa diş ağartma uygulamamak en iyisidir. Internet ve diğer alışveriş portallarından elde edilerek hekim kontrolu dışında kullanılan jellerin etkinliği hakkında düşünmek gerekir zira kullanılan jeller sıcağa çok duyarlıdır ve uygun şartlarda saklanılmaz ise kısa sürede inaktif hale gelir ve hiçbir etki göstermeyebilirler. Çok uzun süre kontrolsüz olarak yüksek konsantrasyonda jel kullanımı diş mineleri üzerinde olumsuz etkilere ve çürüğe yatkın diş yüzeylerioluşumuna yol açabilir.
Porselen Venerler: Estetik diş hekimliğinde sık olarak başvurulan oldukça hassas ve genellikle ön dişlere uygulanan bir yöntemdir ve bilinen klasik kuron (kaplama) lara göre çok mükemmel estetik sağlar ve dişetlerine hiçbir zarar vermez. Diş ön yüzeylerinden ortalama yarım mm. aşındırma yapılarak özel ölçü yöntemleri ile ölçü alınır ve model üzerinde ön planlamalar yapılır. Uygun klinik durumlarda bazen hiçbir aşındırma yapılmadan da direkt ölçü alınarak hassas bir çalışma ile porselen vener uygulanabilir. Görüntülerin bilgisayar ortamına aktarılarak planlama yapılması da mümkündür. Burada uygulamayı yapacak olan hekim ve diş laboratuarının bu konuda oldukça deneyim ve bilgi sahibi olmasının büyük önemi vardır. Laboratuarda hazırlanan ince porselen yaprakların provaları yapılır, uygun form ve renk kontrolleri yapıldıktan sonra bitim yapılır çok özel adezivler ile porselen yapraklar diş üzerine yapıştırılır. Zirkonyum ve Empress materyalleri bu amaçla sık olarak kullanılan ileri düzey teknoloji ile üretilmiş ürünlerdir.

 

 

 

DİŞ AĞRISI

Diş çürüğünün ilerlediği durumlarda dişin içerisindeki sinir-damar paketi etkilenebilir ve zamanla ağrı oluşabilir.
Bazı durumlarda ise dişeti hastalıkları nedeniyle ya da travma nedeniyle dişler canlılıklarını kaybedebilir. Böyle durumlarda dişlerin enfeksiyon odağı olmadan ağız içerisinde kullanılabilmeleri için kanal tedavisi yapılması gerekebilir.
Diş ağrısı neden oluşur?
Dişte hissedilen ağrılar diş, dişeti ya da kemik kaynaklıdır. Öncelikle ağrının sebebi saptanmalıdır. Ağrı, çürük, iki diş arasına sıkışan gıdanın yapmış olduğu basınç, dişeti hastalıkları, dişte oluşmuş çatlaklar, dişeti çekilmesiyle açığa çıkan kök yüzeyi, minede meydana gelen aşınmalar ve hatta sinüzit gibi pek çok sebepten kaynaklanabilir. Ancak, diş ağrısının en sık karşılaşılan nedeni yetersiz ağız hijyeni varlığında gelişen derin diş çürükleridir.
Diş çürüğünde ağrı nasıl oluşur?
Dişin en dış katmanı olan minede sinir yoktur bu nedenle dış uyaranlardan rahatsız olmayız ancak içteki dokulara doğru ilerledikçe his artar. Çürüğe neden olan çok sayıda mikroorganizma, çürüğün ilerlemesiyle birlikte dişin içerisinde bulunan sinirlere ulaşabilir. Başlangıçta hafif olan ağrılar çürük ilerledikçe giderek şiddetlenir. Ağrı farklı şekillerde oluşabilir: Soğuk ve sıcak uyaranlara karşı gelişen şiddetli ve uzun süreli ağrı, çiğneme esnasında baskıyla oluşan ağrı veya kendiliğinden başlayıp uzun süre devam eden ağrı görülebilir.

Gece ağrısı nedir? Neden oluşur?
Gece başlayan şiddetli diş ağrısının sebebi ileri derecede çürümüş bir dişin iltihaplanmaya başlamasıdır. Bu iltihabi durum diş içindeki sinir-damar paketinde baskı oluşmasına ve özellikle gece uykudan uyandıracak şiddette zonklayıcı tarzda ağrıya sebep olur.

Diş ağrısı nasıl tedavi edilir?
Diş ağrılarının kendiliğinden geçmesi beklenmemelidir. Halk arasında uygulanan karanfil, sarımsak, alkol, aspirin vb. yöntemler işe yaramamakta hatta diş ve çevresindeki dokulara zarar verdiği için tavsiye edilmemektedir. Ağrı diş çürüğü kaynaklıysa ve çürük ilerleyerek dişin sinirine kadar ulaşmışsa ya da diş siniri başka sebeplerle (travma, diş kırığı vs.) canlılığını yitirmişse, bu dişler ‘kanal tedavisi’ ile tedavi edilebilir. Herhangi bir tedavi uygulanmadığı takdirde enfeksiyon şişliğe neden olabilir, apse oluşabilir. Sonuç olarak tedavi edilmezse dişin çekilmesi gerekebilir.

 

 

 

DİŞ BEYAZLATMA

Dişlerinin renginden memnun olmayan hastalarımıza kozmetik bir çözüm olarak önerdiğimiz diş beyazlatma; sigara, çay, kahve cola v.b içeceklerin fazla tüketilmesi , eski dolgu,protez ve kaplamalar,antibiyotik (tetracycline) veya aşırı florid alınması gibi çeşitli nedenlerle renk değiştirmiş veya kişiye özel diş rengini açmak için dişlerin yüzeyindeki gözenekli mine yapısında oluşan renkli organik ve inorganik maddelerin diş beyazlatma jelleri ile çözünmesi işlemidir.Bu lekelenmelerin giderilmesi için uygulanan beyazlatma yöntemi iki şekilde yapılmaktadır.

İlk yöntem ofis tipi bleaching dediğimiz lazer ile klinikte uzman bir hekim tarafından beyazlatıcı ilaç uygulanarak yapılan beyazlatmadır.

İkinci yöntem ise; hastanın evinde uygulayabileceği bir yöntemdir. Hasta ağızdan ölçü alınarak kalıp hazırlatılır. Hasta kendisi için hazırlanmış olan bu özel kalıbın içerisine beyazlatıcı ilacı yerleştirerek uygulanacak dişlerin üzerine hekimin tavsiye ettiği sürede uygular.

Ofis tipi ve ev tipi beyazlatma tek başına uygulanabildiği gibi hasta isteği doğrultusunda etkili bir beyazlık için kombine olarak da uygulanabilmektedir. Her iki yöntemde de elde edilen beyazlık hastanın diş minesinin yapısına, kalitesine,yeme ve içme alışkanlığa göre değişiklik göstermektedir.Hastanın istediği rengi elde edene kadar bu işlemlerin bir kaç seans olarak tekrarlanmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.

Beyazlatma sırasında gözlenmesi beklenen hassasiyet gecici olup bir iki gün içinde ortadan kaybolmaktadır.Bu beyazlatma seansları arasında çok sıcak soğuk ve renklenme yapabilecek içeceklerden uzak durmak gerekmektedir.

 

 

 

DİŞ ÇÜRÜKLERİ

Diş çürükleri dişte çürüme anlamına gelir. Bu da belli tip bakterilerin ürettiği asidin diş minesini ve altta yatan dentin tabakasını tahrip etmesiyle ortaya çıkar.
Belirti ve Semptomlar
Dişinizde çürük olduğuna işaret eden üç olası belirti diş ağrısı; tatlı, sıcak ya da soğuk yiyecek ve içeceklere karşı hassasiyet ya da çiğneme sırasında hissedilen ağrıdır.
Nedenleri
Ağzımızda farklı birçok bakteri türü yaşar ve bu bakteriler dişlerin üzerinde bakteri plağı denilen yapışkan bir tabaka oluşturur. Birşeyler yediğimiz veya içtiğimiz zaman bu bakteriler asit üretir ve bu asit de mevcut bakteri plağının altındaki dişin koruyucu tabakasını tahrip eder. Yine bu asitler diş minesinde mineral kaybına neden olur ve müdahale edilmediği takdirde bu da diş çürüğünün oluşmasına yol açar. Çürüme dişin ana kısmı olan minede başlar ve mine tahrip olduğunda çürük daha derine, önce dentine ve son olarak da sinirlerin bulunduğu pulpaya (diş özüne) kadar iner.
Teşhis
Diş hekiminiz diş yüzeyini inceleyerek diş çürüklerini teşhis edebilir ve dişin röntgenini çekerek çürüğün diş minesini aşarak dentine ya da pulpaya ulaşıp ulaşmadığını tespit eder.
Önleme
Çürükleri önlemeye yardımcı olmak için yapılabilecek birçok şey vardır:
• Her gün diş fırçalamak ve diş ipi kullanmak ağzınızdaki bakteri plağı ve bakteri miktarını azaltmaya yardımcı olur.
• Gün içinde daha az miktarda şekerli ya da nişastalı yiyecek tüketmek ağız içindeki dişlere zarar veren asitlerin miktarını azaltmaya yardımcı olur.
• Dişleri güçlendiren florürlü diş macunlarının kullanımı, diş hekiminizin uygulayacağı florür tedavileri ve diş hekiminizin almanızı önerdiği florür takviyeleri çürükleri önlemeye yardımcı olur.
• Bakteri önleyici ağız bakım suyu kullanımı çürüklere neden olan bakterileri azaltmaya yardımcı olur.
Tedavi
Yetişkinlerde: Diş hekimleri, şayet çürüme henüz diş minesini aşmamışsa, çürümeye yönelik ilk belirtileri gösteren azı dişleri üzerine bir fissür örtücü (sealant) uygulayabilir. Diş minesi geri döndürülemez biçimde tahrip olduğunda, diş hekiminizin dişe dolgu yapması gerekir. Daha ciddi durumlarda kanal tedavisi de gerekebilir.
Çocuklarda: Hem süt azı dişlerine hem de kalıcı azı dişlerine fissür örtücü uygulanabilir. Diş hekimleri ayrıca hem süt dişlerine hem de kalıcı dişlere çürüklere karşı koruma için florürlü jel /vernik uygulayabilir.
Olası Komplikasyonlar
Eğer tedavi edilmezse, diş çürüğü dişin önemli düzeyde çürümesine neden olur. Müdahale edilmeyen çürük sonunda dişi tamamen tahrip edebilir. Ayrıca çürük dişin köküne indiğinde, apseye bağlı enfeksiyon oluşma riski de ortaya çıkar.
İlgili Diğer Sorunlar
Diş çürükleri yetersiz ağız hijyeni ve diş yüzeylerindeki bakteri plağının yeterli ve doğru şekilde temizlenmemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bakteri plağı içindeki farklı tür bakteriler diş eti çizgisine yakın bir bölgede toplanır ve diş eti hastalığına neden olabilir. Diş eti hastalığını diş hekimleri ve periodontistler tedavi edebilir. Çürükler müdahale edilmezse, dişlerin sinirlerine kadar ilerleyebildiği için bazı yiyecek ve içecekleri tüketirken hassasiyet hissedebilirsiniz.

Diş çürüklerinin tedavisi
Dişlerde oluşan çürüklerin temizlenerek, kaybedilen diş dokusunun çeşitli malzemeler kullanılarak restore edilmesi işlemine ‘dolgu’ denir.
Çürükler; yapılarına, oluşum yerlerine ve oluşum hızlarına göre sınıflandırılabilirler.
Bulundukları bölgeye göre ‘mine’ veya ‘dentin’ dediğimiz daha alt tabakada bulunabilirler.
Eğer çürük içerisindeki bakteriler mine ve dentinde sınırlı kaldılarsa ve dişin ‘pulpa’ denen sinir dokusu, enfekte olmadıysa, tedavi seçeneği olarak ‘dolgu’ yapmak yeterli olacaktır.
Dişin sinir dokusu da enfekte ise veya başka sebeplerden dolayı, diş kökünde herhangi bir patoloji oluştuysa, dişe ‘kanal tedavisi’ uygulamak gerekebilir.
Ağız içindeki belirtiler ve röntgen tetkikleriyle, hekiminiz doğru endikasyonu koyup, doğru tedaviyi uygulayacaktır.
Dolguların ömrü ne kadardır?
Doğru endikasyonla ve doğru teknikle uygulandığında, dişlere uygulanan dolgular çok uzun yıllar ağızda kalabilmektedir.
Dolguların ömrüne etki eden en önemli faktörler, ağız hijyeni ve beslenme alışkanlıklarıdır.
Klinik ekipman ve cihazlar, dolgu malzemelerinin çeşitliliği, hekimin el becerisi de başarı da çok önemli faktörlerdir.
Kaç çeşit dolgu vardır?
Dolgu malzemesi olarak tüm dünyada olduğu gibi, kliniğimizde de sıklıkla ‘kompozit esaslı dolgu malzemeleri’ kullanılmaktadır.
Dişten alınan ölçüyle hazırlanan ve kimyasal ajanlarla dişlere yapıştırılan, ‘inley’ ve ‘onley’ tarzında döküm dolgular da çok başarılı sonuçlar vermektedir.
Kanal tedavisi nedir ve nasıl uygulanır?
Kanal tedavisi, basit olarak; dişin kökleri içerisinde bulunan canlı dokuların alınması ve hastalıklı dokuların temizlenmesi işlemi olarak açıklanabilir.
Diş, canlılığını yitirse bile, çekilmemesi ve hastanın kendi dişini kullanabilmesi açısından çok önemli bir tedavi seçeneğidir.
Bu işlem uygulanırken dişe anestezi uygulanır ve sanılanın aksine işlem sırasında hiçbir ağrı hissedilmez. Tedaviden sonraki ilk 2 gün hafif ağrıların görülmesi normaldir, hekiminiz gerekli durumlarda ilaç takviyesi uygulayacaktır.
Dişin tedavisi, bir veya birkaç seans devam edebilir.
Dişteki enfeksiyonun derecesi, tedavi sürecini ve süresini etkileyen en önemli faktördür.

 

 

 

DİŞ ETİ ÇEKİLMESİ

Diş eti dokusunun normal sınırı olan mine-sement birleşiminden ya da başka bir deyişle kron-kök sınırından apikal yöne, yani diş köküne doğru sıyrılmasına diş eti çekilmesi ya da diş eti atrofisi denir.
Nedenleri
1- Yaşlanma,
2- Yanlış diş fırçalama,
3- Diş taşları ve bakteri plağı,
4- Diş arkı (diş dizisi) üzerindeki diş veya dişlerin,diş arkı dışında yer almaları ve çarpık, düzensiz, rotasyona uğramış (dönmüş) olmaları,
5- Diş eti iltihabı veya periodontitis sonucunda diş eti kenarında meydana gelen iltihaplı ve dejeneratif değişimler,
6- Periodontal cepler ve büyümüş diş etlerinin ortadan kaldırılması amacıyla yapılan bazı diş eti operasyonları sonrasında,
7- Okluzal travmalar (yüksek ya da hatalı yapılmış kron, köprü, dolgulu dişlerde ve bruksizm denen diş sıkma ve gıcırdatma vakalarında,
8- Dudak, yanak kas bağlantılarının diş etlerine yakın olmaları,
9- Dişler arasına gereksiz ve çok fazla kürdan, toplu iğne vb. cisimler sokulup kurcalanması,diş etinin tahriş ve tahrip edilmesi.

Bu nedenler arasında çok önemli yer tutan diş taşları ve bakteri plağı (diş yüzeyine yapışan, gözle görülmeyen, gıda artıkları ve bakterilerin birlikte oluşturduğu yapışkan bir tabaka) detartraj da denen diş taşı temizliği veya gerekiyorsa diş eti altında, daha derinde bulunan diş taşları ve oluşumların uzaklaştırılması amacıyla yapılan subgingival küretaj işlemiyle temizlenmelidir. Dişeti seviyesindeki ya da üzerindeki görünür diş taşları çeşitli görevleri ve biçimleri olan el aletleri ya da ultrasonik cihazlar ile temizlenir. Daha derinlerdeki,diş eti altındaki, kök yüzeyindeki gözle görülmeyen diş taşları, granülasyon dokusu (bozulmuş, hastalıklı nedbe dokuları) ve nekrotik (ölü) sement dokusunun ortadan kaldırılması ve temizliği işlemine de subgingival küretaj denir ve dişe, küretaj yapılan bölgeye ve dişin yüzeyine uygun farklı şekil, büyüklük ve amaçtaki ‘küret’ denen el aletleri yardımıyla yapılır.

 

 

DIŞ GEBELİK

Dış gebelik döllenmiş bir yumurtanın rahim içi dışında bir yere yerleşmesidir. En sık fallop tüplerinde görülür (%90-95). İlk 3 ayda yaşanan anne ölümlerinin en sık sebebidir ve gebeliklerin yaklaşık % 1inde görülür. Döllenmiş olan yumurta herhangi bir nedenden dolayı tüplerden rahim boşluğuna kadar olan seyahatini tamamlayamaz. En sık tüplerde görüldüğü için ektopik gebelik denildiğinde genelde tubal gebelik anlaşılır.

Gebelik erken dönem normal gebelik bulgularını taklit eder. Adet gecikmesi, gebelik testlerinin pozitif olması, bulantı, kusmalar, memelerde hassasiyet normal gebelikde olduğu gibi dış gebelikte de görülür. Tüplere yerleşen gebelik büyümeye başlar ve belirli bir noktaya geldikten sonra tüpleri germesi neticesinde burada bir yırtılmaya ve kanamaya neden olur. Bu durum fark edilmez ve tedavi edilmez ise iç kanama sonucu anne ölümü ile sonlanabilir. Ektopik gebeliğin önemi buradan kaynaklanır.
Nedenleri
Tüplerde kısmi tıkanıklık yapan ya da tüplerin hareket kabiliyetini azaltan bütün durumlar dış gebelik için uygun zemin hazırlar. Bunlardan en sık görüleni geçirilmiş enfeksiyonlardır. Her enfeksiyon atağı dokularda bir miktar harabiyet yaratır.Enfeksiyon sayısına ve şiddetine bağlı olarak yapışıklıkların derecesi de değişiklik gösterir. Bu yapışıklık hem tüplerin içinde olur ve tüpün iç kanalını kapatır, hem de tüpün dışında meydana gelerek tüplerin doğal yapısını bozar. Eğer bu tıkanıklıklar spermin geçişini engelleyecek kadar şiddetli ise bir infertilite (kısırlık) söz konusu olacaktır. Eğer tıkanıklık kismi ise döllenme gerçekleşebilir ancak bu kez dış gebelik şansı oldukça yüksek olacaktır. Dıştan olan yapışıklıklar da hareket kabiliyetini bozarak ektopik gebeliğe uygun zemin hazırlar.

Yapışıklığa yol açan tek etken enfeksiyonlar değildir. Geçirilmiş operasyonlar da dokularda yapışmalara neden olur.En sık over kisti nedeni ile yapılan cerrahi girişimler, apandisit ameliyatları sonrası bu tür yapışıklıklara rastlanır.

Bir diğer etken tüplerde var olan doğumsal şekil bozukluklarıdır. Yine aynı mekanizma ile döllenmiş yumurtanın rahim içine ulaşması engellenir ve neticede ektopik gebelik ortaya çıkar.

Spiralerin uzun süre dış gebelik riskini arttırıp arttırmadığı tartışılmıştır. Gerçekte spiral gebelik şansını son derece azaltır. Spiral kullanan birinin gebe kalması son derece zordur, fakat bir gebelik oluştuğunda bunun bir dış gebelik olma olasılığı normale göre daha yüksektir. Yani spiral dış gebelik riskini arttırmaz. Ama eğer spiral kullanan bir kadında gebelikten şüpheleniliyor ise bunun bir dış gebelik olmadığı mutlaka tespit edilmelidir. Sadece progesteron içeren minipil türü doğum kontrol hapları tubal hareketleri azaltarak dış gebelik olasılığını arttırırlar. Benzer şekilde progesteron içeren spirallerde de risk biraz daha yüksektir. Daha önce ektopik gebelik geçirenlerde de risk normale göre daha yüksektir. Bir dış gebelik geçiren kadının sonradan yine dış gebelik geçirme şansı %10 civarındadır.
Belirtileri
Erken gebeliğin bütün belirtileri dış gebelikte de görülür. Adet geçikmesi, mide bulantıları, kan ve idrarda yapılan gebelik testlerinin olumlu olması hep normal gebelik ile aynıdır ve ektopik gebeliğin fark edilmesini engeller.Bunları daha sonra en sık alt karın bölgesinde ağrı, anormal vajinal kanama, omuz ağrısı, baygınlık hissi izler. Bu tablo ortaya çıktığında teşhis hastayı görmeden telefonda bile konabilir. Çünkü bu tabloda ektopik gebelik ürünü artık daha fazla genişletemediği tüpü yırtmış, iç kanama başlamış, tansiyon düşmüş, akut batın toblosu oturmuş ve hastanın hayatı ciddi ölçüde tehlike altına girmiştir.
Teşhis
Yukarıda sayılan türde herhangi bir bulgu vermeyen durumlarda tanı gebelik testleri pozitif olmasına rağmen ultrasonda gebeliğin rahim içerisinde görülmemesi ile konabilir. Vajinal yolla bakılan ultrasonda yumurtalık bölgesine uyan alanda gebelik ürünü saptanabilir. İç kanama ortaya çıktığında yine ultrasonda karın boşluğu içerisinde kan saptanabilir. Yine bu gibi hallerde vajinal yoldan bir iğne vasıtası ile karın boşluğuna girilerek yapılan aspirasyonda pıhtılaşmayan kan gelmesi tipikdir. Kanama belirtilerinin olmadığı hallerde ise kanda bhCG değerlerinin değişimine bakılarak tanıya varılmaya çalışılır. bhCG değerlerinin yüksek olmasına rağmen transvajinal ultrasonografide kesenin saptanamaması teşhisi kuvvetlendirir.

Ayırıcı tanıda erken gebelik, düşük tehdidi, tam olmayan düşük, akut apandisit, akut pelvis iltihabı, dejenere olmuş myom düşünülmelidir. Çok nadiren bir normal gebelik ve bir dış gebelik birarada olabilir.
Tedavi
Eğer bir yırtılma meydana gelmişse ve iç kanama mevcuttsa tek tadavi cerrahi girişimdir. Burada laparoskopi ile yada açık cerrahi ile var olan dış gebelik temzilenir. Uygun vakalarda tüp korunabilir ancak bazen dış gebeliğin geliştiği tüp alınmak durumunda kalınabilir.

Yırtılmanın meydana gelmediği vakalarda eğer gerekli bazı şartlar sağlanıyorsa yakın takip altında beklenebilir. Buna bekle ve gör yaklaşımı adı verilmektedir. Tubal gebeliklerin bir kısmında gebelik ürünü tüpleri yırtacak ve kanamaya neden olacak büyüklüğe ulaşamadan canlılığını yitirmekte ve bir süre sonra vücut tarafından ya absorbe edilmekte ya da bir vajinal kanama ile dışarıya atılmaktadır. Bu tür vakalarda beklemek hastayı cerrahi bir girişimden kurtarmakta, bu sayede hem operasyona bağlı gelişebilecek yapışıklık riski ortadan kaldırılmakta hem de tüpün alınması gibi bir komplikasyon yaşanmamaktadır. Bekle ve gör tedavisine alınacak hastalar çok iyi seçilmeli, hasta durumu hakkında detaylı olarak bilgilendirilmeli ve bilinçlendirilmeli, iç kanamaya ait belirtiler hasta ve yakınlarına iyice öğretilerek ortaya çıkmaları durumunda hiç vakit kaybetmeden hastaneye ulaşmaları sağlanmalıdır. Bu tedavi grubundaki hastalar her gün ya da gün aşırı kontrollere çağırılmalı, her seferinde ultrason ve bhCG testi ile takip edilmelidir. bhCG değerleri düşmeye başladıktan sonra artık iç kanama ve diüer komplikasyonların gelişme riski son derece azalmıştır. Değerler gebelik öncesi değerlere düşene kadar bu takiplere devam edilir.

Bazı durumlarda ultrasonda tüp içerisinde gebelik ürünü görülebilir. Eğer bebeğe ait kalp atımları saptanmıyor ise bu durumda bir cerrahi girişime gerek kalmaz. Yukarıdaki şartlarda takip yeterli olur.

Bir diğer tedavi yaklaşımı ise kemoterapi uygulanmasıdır. Yine belirli kriterlere göre dikkatli seçilmiş vakalarda bebek canlı bile olsa kemoterapi uygulayarak gebeliğin iç kanamaya neden olmadan sonlandırılması mümkün olmaktadır.
Nadir şekilleri
Dış gebelik nadiren tüpler dışında bölgelerde de yerleşebilir. Bazen tüp içinde yerleşen gebelik bir süre sonra düşükle sonuçlanır ve materyal karın boşluğu içine düşer. Canlılığını henüz kaybetmediği için burada yeniden yerleşir ve gelişmeyi sürdürür. Literatürde karın boşluğuna yerleşen ve miada kadar ulaşan gebelikler mevcuttur. Tüpler dışında yumurtalıklarda, rahim ağzında da dış gebelik görülebilir.

Dış gebeliğin en talihsiz şekli heterotopik gebelik adı verilen durumdur. Burada aynı anda hem bir dış gebelik hem de normal rahim içi gebelik aynı anda bulunur. Ultrasonografide rahim içinde normal gelişmekte olan bir gebelik görüldüğünden ektopik çok rahat bir şekilde atlanabilir.

Ektopik gebeliğinin tehlikelerinden korunmanın en kolay yolu adet gecikmesi olduğunda vakit kaybetmeden doktora gitmektir. Bu sayede en erken zamanda saptanan dış gebelik kadına ve tüplere zarar vermeden tedavi edilebilir.

 

 

 

DİŞ GICIRDAMA (BRUXİZİM)

Çene eklem rahatsızlıkları farmakolojik, fizik tedavi, elektron, ultrason gibi çeşitli konservatif tedavilerle tedavi edilmiş olsa da en etkili sonuç cerrahi tedavi olan artrosentez ile alınmaktadır.

Kondil-disk kompleksinin yapısal ve fonksiyonel bozuklukların giderilmesi için uygulanan en basit girişimsel yöntem olan artrosentez, eklem boşluğunun irigasyonu yapıldıktan sonra hyaluronik asit enjeksiyonu ile daralmış eklem boşluğunun yüzeyini açarak yapışmaları çözer ve kronik ağrıya neden olan maddelerin salınımını ortadan kaldırır.Bu basit ve kısa süren işlem hastaların var olan ağrılarını geçirerek ağız açma kısıtlılığını ortadan kaldırır.

 

 

 

DİŞ İLTİHABI

İltihap ; derin çürüğün sinire kadar ulaşmasıyla bakterilerin ve toksinlerinin burada bulunan damar ve sinirin harabiyetine neden olması sonucunda oluşur. Burada oluşan bakteri üre – mesi ve ödem ( sıvı toplanması ) iltihabı daha da arttırır. Bunun sonucunda iltihap dişin dışına , kök ucundan etrafa doğru yayılır. Bu sırada çok şiddetli ağrılar oluşur . Özellikle…. ” gece ağrısı ” iltihabın başlangıcının belirtisidir. Daha sonra yüzde şişlik olacak kadar iltihap yayılabilir. İltihap bu yayılma sırasında etrafındaki dokulara hasar verir ve çene kemiğini eritmeye başlar.
İltihap belirtileri
Ağız içerisinde veya yüzde şişlik
Şiddetli ve sürekli diş ağrısı
Dişin üzerine basınca ağrı oluşması
Dişte uzama hissi (ağzı kapatınca bir dişe baskı olması)
Kanal tedavisi
Öncelikle anestezi yapılarak hastanın canının yanmaması garantiye alınır.

Daha sonra çürük temizlenip , dişin sinirinin olduğu yere ( pulpa ya ) ulaşılır .

Pulpaya ulaşıldıktan sonra dişin içerisindeki birikmiş olan iltihap dışarı çıkar ve böylece şiddetli ağrıyı oluşturan basınç ortadan kalkmış olur.

Sinir tamamen ölmüşse veya ağrı olmaksızın müdahale etmek mümkünse , kanal içerisindeki sinir ve doku artıkları temizlenip , çıkarılır . Böylece iltihabı yaratan bakterisel ” odak ” yok edilmiş olur .

Eğer ağrı nedeniyle sinir çıkarılamıyorsa , siniri öldürücü etkisi olan bir madde diş içerisine konularak geçici dolgu ile diş kapatılır. Ertesi gün bu madde sayesinde sinir tamamen ölmüş olacağından daha rahat çalışılır.

Kanal içerisinde bulunan doku artıkları temizlendikten sonra kök ucundaki iltihabın daha kolay dışarı çıkabilmesi amacıyla kök ucuna kadar ulaşılmaya çalışılır.

Kök ucuna kadar diş kanalı genişletilmelidir. Bu işlem hem iltihabın kolay dışarı çıkmasını hem de bakterilerin yerleştiği kanal duvarlarının temizlenmesini sağlar.

Bir kaç seans süresince kanal içerisine çeşitli dezenfektan maddeler uygulanarak kanal içerisindeki bakteriler yok edilmeye ve iltihap azaltılmaya çalışılır.

İltihabın üremesinin durduğu anlaşıldıktan ve kök ucundan iltihap gelmesi sona erdikten sonra kanal içerisi özel bir dolgu maddesiyle , kök ucuna kadar doldurulur.

Üstüne geçici bi dolgu yapılarak bir süre beklenir . Bir kaç haftalık beklemenin ardından üst dolgu yapılarak tedavi bitirilir.

Kanal tedavisi yapılmış dişler , canlılığını yitirdikleri için zamanla kuru ve kırılgan bir hale gelirler . Basit bir kuvvetle bile kırılabilirler. Bu nedenle kanal tedavisi yapılmış dişlerin tedavi bitiminden sonra bir kaç ay içerisinde porselen kron ile kaplanması önerilir.

Kanal tedavisinden sonra dişin üzerine basınca ağrı varsa veya dişin yanında hafif bir şişlik , baloncuk varsa bu tedavinin başarılı olamadığı anlamına gelir.

Kök ucundaki iyileşme ancak 6 ay sonra röntgen de görülebilir. Bu nedenle kanal tedavisinden 6 ay sonra mutlaka röntgen çekilmelidir. Eğer bu rötgende kök ucunda hala bir lezyon görülüyorsa kanal tedavisi yenilenmelidir. Eğer yenilenmesi mümkün olamıyorsa diş çekilmelidir.

 

 

 

DIŞ KULAK YOLU ENFEKSİYONU

Dış kulak yolunda bulunan bezler tarafından üretilen kulak salgısı; kulağı, toz, bakteri, mantar gibi yabancı maddelere ve organizmalara karşı korumaktadır. Ayrıca dış kulak yolunun asidik olması pek çok zararlı organizmanın bu bölgeye yerleşmesini engellemektedir.
Bununla birlikte; dış kulak yolundaki derinin ince olması, karanlık ve nemli ortam, dış kulak yoluna kulak pamukları gibi yabancı cisimlerin sokulması bu bölgede enfeksiyon gelişmesine neden olabilmektedir.
Dış kulak yolu enfeksiyonu (Yüzücü kulağı/Eksternal Otit) belirtileri nelerdir?
Yüzücü kulağı da denilen dış kulak yolu enfeksiyonunda; belirtiler nemli kulakta kaşıntı ile başlamaktadır. Sonra kulakta belirgin bir hassasiyet ve şiddetli ağrı gözlenir. Kulakta dolgunluk, işitme kaybı, dokunma ile ya da çene hareketleri ile ağrı oluşumu,kızarıklık, dış kulak yolunda ödem (şişme) kulak çevresinde bulunan lenf bezlerinde şişlik ve ağrı ortaya çıkabilen diğer belirtilerdir.
Dış kulak yolu enfeksiyonu (Yüzücü kulağı/Eksternal Otit) nasıl tedavi edilir?
Dış kulak yolu oldukça ağrılı bir hastalık olabilmektedir. Bu nedenle tedavisinde ağrı kontrolü önem taşır.
Tedavide seçenekleri şöyle sıralanabilir:
Kulak damlaları; antibiyotikli, ödem gidermek için kortizonlu, dış kulak yolunu asidik yapmak için asidik olanlar sıklıkla kullanılmaktadır.
Kulak tamponu uygulamaları; Dış kulak yolunda ödem (şişkinlik) fazla ise damla şeklinde olan ilaç uygulamalarını kolaylaştırmak ve enfeksiyonun tahliye edilmesini sağlamak için ufak kulak tamponları uygulanabilmektedir.Yerleştirilen kulak tamponları 48 ila 72 saat arası tutulmaktadır.
Sistemik antibiyotik kullanımı; Özellikle kulak çevresindeki lenf bezlerinde şişkinlik gözlendiyse ve enfeksiyon yayılım gösteriyorsa sistemik (tüm vücudu etkileyen) antibiyotik kullanımı söz konusu olabilmektedir.

 

 

 

DİŞ SIKMA

Çağımızın hastalığı (diş sıkma-bruksizm) çok erken yaşlarda stres ile beraber başlamakta bununla beraber ileri yaşlarda da görülebilmekte ve tedavi edilmediği takdirde ağızı hiç açamama gibi majör problemler doğurabilmektedir.

Bu hastalıkların hepsinin şikayetleri birbiriyle çok benzemektedir. Eklem problemi olan hastalarda ağız açıp kapatmada görülen ağrı, sabah uyandıklarında ki baş ağrısı,yemek yemede zorluk çekme,ağız açıp kapatırken eklemden gelen ses,sakız çiğnemeden sonra çenede görülen ağrı,gün içerisinde de görülen ağrı,ekleme yapılan muayene sırasındaki ağrı,ağız açma sırasında etkilenen tarafa doğru kayma gözlenmektedir.

Bruksizm önceleri sadece alt üst çene uyumsuzluklarından kaynaklandığı düşünülse de günümüzde alt üst çene kapanışı sorunsuz olan hastalarda bile diş sıkma,diş gıcırdatma problemleri ile de ortaya çıktığı kabul edilmiştir.

Eklem rahatsizligi olan hastalar sakiz cignerken,yemek yerken ve sonrasinda gorulen siddetli agrilarla mucadele etmektedirler.Uzun sure devam eden bu agrilar cigneme sirasinda ceneden gelen klik sesleri ile karakterizedir. Hastalarin agrilara karsi kullandiklari ilaclar,etken ortadan kaldirilmadigi surece sikayetlerini gecirmemektedir.

Oysa diş sıkma sonucu oluşan ağrıların nedeni; çene ekleminin kapsül ile eklem içi sıvı arasındaki ağrı ve hassasiyetin yansımasıdır. Etyolojisinde alt ve üst çenenin kapanış bozuklukları, geçirilen travma hikayesinin olması,kondil disk düzensizlikleri,rejeneratif eklem hastalıkları ve iltihapsal eklem hastalıkları bulunmaktadır.
Cene rahatsizligi olan hastalarimizin sikayetleri maalesef baska rahatsizliklarla da karisabildiginden bas ve kulak agrisi nedeniyle hastalar oncelikle kulak burun bogaz, noroloji kliniklerinde care aramaktadirlar. Oysa ki mutlaka uzman dis hekimleri tarafindan eklem muayeneleri yapilarak tedavilerinin gerceklestirilmesi gerekir.

 

 

DİYABET KOMASI

Diyabet koması tip 1 diyabetlilerde kan şekeri yüksekliği kontrol edilemez ve kan şekeri yükselmeye devam ederse görülür. İnsülin yokluğunda, metabolizmanın yağları kullanmasına bağlı olarak asit ve keton cisimleri ortaya çıkar ve bunların birikimi tedavi edilmediğinde, ölümcül olabilen ketoasidoz koması riski oluşur.
Yeni tanı alan tip 1 diyabetlilerinde %12’si diyabet koması ile baş vurur. Diyabet komasında kan şekeri yüksekliği yanında kanda ketonlar ve aseton artar, bunun sebebi insülinin yok denecek kadar az olmasıdır. Diyabet ketoasidozu insulin dozu yetersiz geldiğinde veya ameliyat, ağır bir hastalık, ruhi stres gibi durumların varlığında ortaya çıkar.
Diyabet koması belirtileri
• Şuur kaybı
• Derin ve hızlı solunum
• İştah kaybı
• Mide bulantısı, kusma
• Yorgunluk, halsizlik
• Nefeste aseton kokusu
• Karın ağrısı

Diyabet koması tedavisi
Diyabet koması hastane şartlarında tedavi edilir. Acil bir durumdur. Damardan insülin tedavisi yapılır. Bir süre sonra hastanın şuuru açılır. O zaman yavaş yavaş ağızdan beslenmeye geçilir ve insülin cilt altından yapılmaya başlanır.

 

 

DİYAFRAM HASTALIKLARI
Karın ile akciğer boşluklarını birbirinden ayıran kas ve tendon yapısından oluşan yapıya diyafram denir.

Diyafram hastalıkları içinde en sık görüleni ‘karın zarı yüksekliği’ diye adlandırılan diyaframın yüksek yerleşim gösterdiği durumdur. Bu durum göğüs boşluğuna bası yapar ve kişide nefes darlığına neden olur.

Karın zarı yüksekliği operasyonla normal seviyeye getirilir. Bu operasyon açık ya da kapalı yöntemlerle yapılabilir. Bu operasyonda diyafram kası daha aşağıya indirilip sabitlenir ve böylece akciğerlerin içine daha fazla hava çekebilmesine ve hastanın nefes darlığının düzelmesine yardımcı olunur.

Diyaframda fıtıklar olması diğer bir hastalık grubundandır. Fıtıklar ya doğumsal veya edinseldir. Edinsel fıtıklar, başka bir hastalığa veya travmaya bağlı gelişirler.

Diyafram fıtıklarında karın organlarının akciğer boşluğuna kaçması ve orada sıkışma yaratması sonucunda nefes darlığı, kalp problemleri görülebileceği gibi, yer değiştiren karın organının ani sıkışmasıyla akut batın denen ciddi bir tablonun meydana gelmesi de söz konusudur.

Diyafram fıtıklarında tedavi cerrahi düzeltmedir ve operasyon esnasında yer değiştiren organlar eski yerlerine yönlendirildikten sonra diyaframdaki delik ya dikişlerle ya da yamalarla onarılır.

 

 

 

DİZANTERİ

Dizanteri, insanda sık ve kanlı ishal, genellikle şiddetli karın ağrısı, gerekmediği halde dışkılama isteği duyma, bağırsak yaraları, hayvanda makattan kan ya da kanlı dışkı gelmesi gibi belirtiler gösteren hastalıklara verilen ad.
Patolojik dizanteri belirtileri amipli dizanteride, basili dizanteride ve kanamalı rektokolitte görülür.
Dizanteri çeşitleri
Amipli dizanteri ya da bağırsak amibiazı
Sıcak ülkelerde çok sık olarak görülen yerleşik bir hastalıktır. Bazen nedeni bilinmeyen akut bir nöbetle başlar. Tedavi edilmezse süreğenleşebilir. Başlıca karmaşası karaciğer apsesidir, ama başka organlarda da apse yapabilir. Teşhis taze dışkının incelenmesiyle konur: muayene sonucunda minuta, hatta hemotofaj biçiminde dizanteri amibi (Entamoeba histolytica) bulunur. Bağırsak ambiazı, gerekirse bir antibiyotik(tetrasiklin, spiramisin veya paromomisin) eklenerek metronidazol ile yapılır.
Basilli dizanteri
Shigella cinsinden olan Shigella dysenteriae bakterisinin nedeniyle oluşur. Shigella dysenteriae ekzotoksini ishale neden olur. Dışkı yayılmasını kolaylaştıran kötü sağlık koşulları yüzünden gelişmekte olan ülkelerde sık sık görülür. Kolistin ya da trimetoprim-sulfametoksazol içeren bir antibiyotik tedavisi iyileşmeyi hızlandırır.
Dizanteriye yol açabilen bulaşıcı hastalıklar
Sığır ve domuz vebası, şarbon, leptospiroz, salmonelloz, geviş getirenlerde bağırsak zehirlenmeleri.
Asalakların yol açtığı dizanterilerin en çok görülenleri köpekte ankilostomiyaz, geviş getirenlerde koksidiyozlardır. Maden ya da bitki zehirlenmelerinin birçoğu da (civa, kuduzböceği, sultanotu, sütleğen, kartallı eğrelti, acı çiğdem vb.) dizanteri belirtisi yaratır.

 

 

 

Doğum Sancısı
Doğum sürecinde 18 saatlik sürede annenin yaşadığı ağrılı kasılmalara doğum sancısı denir.
Hamileliğin 37. Haftasından sonra, Fetal baş pelvis kemiği girişine uyum sağlamaya başladığı sırada rahimde kasılmalar görülür. Bu kasılmalar doğuma hazırlık kasılmalarıdır. Braxton Hicks kasılmaları adı verilen bu kasılmalar aslında “Yalancı Doğum Sancısı” olarak da adlandırılmaktadır.

40 haftalık bir süre olan gebelik dönemi, son haftalarda rahimde ara ara başlayan kasılmalarla ilk sinyalleri verir. Bu hissedilen kasılmalar aslında bebeğin doğum pozisyonunu alarak anne karnındaki yerini değiştirmesi ve hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu dönemlerde çoğu zaman anne karnının görünümü sivrilir ya da yayvanlaşarak farklı şekiller olur. Bu değişimi anne dışında dışardan da görmek mümkündür.
Gerçek Doğum Sancısı Nedir, Nasıl Anlaşılır?
Hamilelik dönemini son 2-3 haftasında bebeğin doğuma hazırlanma süresindeki pozisyon değiştirmeleri ile başın aşağıya doğru getirerek şekil alması olayı ara ara sancılar, kramplar, ağrılar şeklinde anneye kendini hissettirmektedir. Ancak bunlar gerçek doğum sancılarının başlayacağının habercisi olan Braxton Hicks kasılmalarıdır. Annenin bu sancılardan tedirgin olmaması ve oturma ya da yatma pozisyonlarını değiştirerek karnındaki bebeğin pozisyon değiştirmesine yardımcı olmalıdır.
Doğum olayı ne kadar sürede gerçekleşir?
Doğum denildiğinde, annenin doğumhaneye alındığı ve doğum gerçekleştikten sonra doğumhaneden çıkarılarak odasına getirildiği süre olarak sınırlanmamalıdır. Çünkü yalancı doğum sancıları olarak 3 hafta öncesinde başlayan karın kasılmaları artık doğuma 24 saat kala farklı boyuta geçmektedir. Aslında bu süre yani normal bir doğumda doğum 18 saat kadar sürmektedir. Bu sürenin sadece 1 saati doğumhanede geçer, diğer 17 saati ise doğum öncesi aralıklı gelen ve her geldiğinde bir önceki sancıdan daha fazla olan sancılarla sürekli sıklaşan kramplar şeklinde geçer. Bu süre hem anne için hem de bebek için en zor olan saatlerdir.
Doğum nasıl başlar, Hastaneye ne zaman gidilmelidir?
Doğumun çok yakınlaştığı, sancıların çok sıklaşması ve şiddetinin artması gibi belirtiler ile anlaşılır. Doğum sancıları, 10 dakikada 3 kere ve her biri 1 dakika kadar sürecek biçimde, dayanılmaz hal aldığında doğum doktorunun alttan muayenesi için annenin doğum odasına alınmasını ile başlar çatı adı verilen gelişmenin tamamlanması beklenip10-12 cm açılma görüldüğünde bebek doğurtulur.
Bu gelişmeler her zaman böyle olmayabilir. Örneğin halk arasında su gelmesi, kanama başlaması ve vajina akıntıları olarak da doğumun çok yaklaştığını haber vermektedir. Böyle durumlarda hemen hastaneye gidilmeli evvelce hazırlanmış olan hastane çantasını almayı unutmamalıdır. Aslında vajina akıntısı ile küçük kanamalar pek önemli değildir. Fakat suyun azar azar gelmesi yerine bir anda boşalması ve yoğun kanama görülmesi bebek sağlığı için çok önemli olacağından hastaneye zaman kaybetmeden gidilmelidir.
Suyun Gelmesi Ne Demektir?
Suyun gelmesi demek, amnios zarının yırtılması demektir. Bu gibi durumlar bebeğin enfeksiyon kapmasına neden olabileceğinden, doğum hızlandırılmalı ve bebek alınmalıdır. Su gelmesi aslında doğumun başladığının habercisidir ve az az su gelmesi anneyi rahatlıkla hastaneye götürme süresi tanır. Ancak suyun bir anda boşalması bebeği sıkıntıya sokacağından hastaneye yetişmek acillik gerektirmektedir.
Yalancı Sancıları Normal Doğum Sancılarından Ayıran Farklılıklar Nelerdir?
Yalancı sancılar aslında gerçek doğum sancılarının ön habercileridir ve karındaki farklı kasılmalar şeklinde kendini gösterir. İlk kez doğum yapan anneler bunu doğum sancısı sanarak telaşlanırlar.
o Yalancı sancı; Düzensizdir, farklı zamanlarda farklı sürelerde gelişir.
o Doğum sancısı; Düzenlidir, belli aralıklarda ve sıklaşarak üstelik şiddetini artırarak devam eder.
o Yalancı sancı; Yatış ve oturuş pozisyonunu değiştirince geçebilir.
o Doğum sancısı; ne yaparsanız yapın geçmez aksine artar.
o Yalancı sancı; Kasılma ve sancı sadece karın bölgesindedir,
o Doğum sancısı; Karın, kasık, sırt ve belde kendini hissettirir.
Doğum sancısı ve anne
İlk kez doğum yapacak anne adayları için “doğum sancısı” düşüncesi bir kâbus gibidir.
Doğum sancıları olarak adlandırılan doğuma yakın olan evre kimi hamile kadının rahat geçirdiği bir süre olsa da çoğu hamile kadın özellikle de ilk doğum ise zor katlanırlar. Kısaca kolay ve az ağrılı doğum yapan anneler olduğu kadar, çok zor, ağrılı ve dayanılmaz acılar içinde doğum yapan annelerde vardır. Bu durum annenin fiziksel yapısı ile alakalı olabileceği gibi genetik yapı sonucu olarak da yansımaktadır. Tüm bu nedenlerden dolayı genç anneler sezaryen doğumu tercih etseler de doktorlar ve tıp dünyası zorunlu haller dışında sezaryen yapılmaması gerektiğini savunmaktadırlar.
Doğum Sancısını Azaltmak İçin Tıbbi Yöntemler Var mıdır?
Doğum sancısını bir kâbus gibi gören anneler hem normal doğum yapmak isterler, hem de doğum ağrılarını duymadan doğum yapmak isterler.
Böyle durumlarda halk arasında “ağrısız doğum” olarak bilinen “epidural analjezi” uygulaması yapılabilmektedir. Annenin özel bir durumu yoksa ve doktorlar ağrısız doğum yapmasında bir sakınca olmadığına karar vermesi durumunda uygulanan bir yöntemdir.
Ayrıca “TENS” adı verilen sinir uçlarının uyarılması tekniği de uygulanmaktadır. Sinirlerin uyarılması yöntemi de doğum sancılarını hafifleteceğinden bu yöntem de tercih edilen yöntemler arasındadır.
Gaz ve hava sistemi de doğum anında sancıyı hafifleten uygulamalardır. “Entonox” denilen bu yöntem sancı arasında verilmez. Baş ağrısı, mide bulantısı gibi bazı belirtiler gösterse de bebek için olumsuz etkisi yoktur.
Bir başka doğum sancısını azaltma yöntemi de, anneye kalçadan morfin vermektir. Ancak bu uygulama bebek üzerinde bazı sakıncalar doğurabileceğinden annelerin de doktorların da tercih ettikleri bir yöntem değildir.
Kısaca tüm bu sancı azaltacak olan yöntemlerin olumlu ve olumsuz yanları bulunmaktadır. Olumlu yanlarından anne etkilenirken olumsuz yanlarından bebek etkilenmektedir.

 

 

DOLAMA
Dolama (pronişi) sıklıkla manikür, tırnak yeme yada tırnak ucu derisinin travması sonucu meydana gelir. Genellikle bakterilerden kaynaklanan en yaygın tırnak enfeksiyonlarından biri olan dolama hakkında bilmek istediğiniz tüm detayları bu metinde bulabilirsiniz. Dolama nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında merak ettiğiniz her şey metnimizde…
Akut ve kronik olalarak iki tür dolama vardır. Akut dolama genellikle sadece bir tırnakta görülür. Kronik dolama ise tek tırnakta birkaç kere görülebilir. Kronik paronişi ya iyileşmez ya da tekrar oluşmaya devam eder. Peki dolama nedir? Dolama nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
DOLAMA NEDİR?
Tırnağın veya ayak tırnağının kenarı boyunca gelişen bir enfeksiyona dolama denir. Parmak iltihabı olarak da bilinir. İltihaplanan parmak şişer ve ağrımaya başlar. Bazen iltihap kemiğe kadar işler. Dolama yeri ve görünümü ile onikomikoz ve herpetik beyazlık gibi diğer enfeksiyonlardan ayrılır.
DOLAMA NEDENLERİ
Genellikle bakteriyel enfeksiyon neden olur, ancak herpetik virüs olarak adlandırılan herpetik dolama ve daha nadiren mantarlar da dolamaya neden olabilir. Dolamaya çoğunlukla, sık görülen deri bakterilerinden olan stafilokok bakterilerin, tırnak yeme, parmak emme, bulaşık yıkama veya kimyasal irritanlara maruz kalma ve travma ile zarar görmüş olan tırnak etrafındaki deriye girmesinden kaynaklanır. Mantar enfeksiyonu aynı zamanda kronik paronişiye neden olabilir ve özellikle tekrarlayan enfeksiyonu olan kişilerde sık görülür.
Herpetik Dolama
Elin çok nadir görülen viral enfeksiyonudur. Herpetik dolama herpes tip I ve tip II virüsünün el üzerinde olan hasarlı bölgelerden geçişi ile olmaktadır. Enfeksiyon primer oral veya genital herpesi olan bölgelerden direkt bulaşma ile olmaktadır. Bulaşıcılığı çok fazla olduğu için temastan kaçınılmalı ve tekrarlayabileceği hastaya mutlaka anlatılmalıdır.

DOLAMA BELİRTİLERİ
– Enfekte olan parmak sonunda zonklama ağrısı
– Başparmak veya işaret parmak dolamadan en çok etkilenen parmaklardır
– Enflamasyon
– Kızarıklık görünümü
– Şişkinlik gelişimi
– Etkilenen bölgede ağrı ve hassasiyet yaşanabilir
– Enfeksiyon yaygınlaştıkça ciltte kızarıklık gelişir ve genellikle ısınır
– Yorgunluk
– Ağrılar ve kas ağrıları
– Enfekte bölgede cildin parlak, gergin ve sıkı görünümü
– Genel hastalık hissi
– Titreme
– Anormal terleme
DOLAMA TEDAVİSİ
Parmaktaki dolama enfeksiyonu antibiyotik, yüksekte tutma ve hareketsizlik ile çabucak iyileşmesi beklenir. Tedavi sırasında şunlar tavsiye edilir:
– Elinizi kalp seviyesinde veya üstünde tutun. Bu şişkinliği azaltır.
– Uygulanan bir bandaj veya aparatla elinizi yukarıda tutmanız kolaylaştırılabilir.
– Düzenli antibiyotik kullanmak önemlidir. Hastanedeyken bunlar genellikle intravenöz olarak uygulanır (“damla” yoluyla). Durumunuz düzeldikten sonra tablet veya kapsül antibiyotikler kullanılır.
– Sigara kullanmaktan uzak durulmalıdır. Sigara, eldeki kan akışını % 42 oranında azaltır; Eğer sigara içerseniz, enfeksiyonla savaşma ve iyileşme kabiliyetinizi azaltabilirsiniz.
– Zonklama ağrısı için gereken ağrı kesici ilaçları alın.
Cerrrahi tedavi
Dolamanın tedavisi genellikle basit yöntemlerle yapılabildiği gibi, günlük hayatı oldukça zorlayan ve özellikle virüs nedeniyle oluşmuş olan bazı vakalarda, cerrahi tedavi gerekebilir.
Dolamanın sebebinin virüs kaynaklı olduğu görülürse, hekim parmakta oluşan iltihabı, cerrahi müdahale ile akıtma yoluna gider. Parmakta dolama patlatma olarak da bilinen yöntemde genellikle iltihap biriken deriye bisturi kullanarak kesik atmak yeterlidir. En kesin çözüm olarak görülen bu tedavi yöntemi, sebebi belirsiz vakalarda son çare olarak görülürken, virüs kaynaklı vakalarda ilk olarak yapılacak tedavidir.
DOLAMAYA İYİ GELEN YÖNTEMLER
Tuzlu sıcak su uygulaması
Tuzlu sıcak suda parmaklarınızı 15 dakika bekletirseniz, paronişinin neden olduğu rahatsızlığı azaltabilirsiniz. Mümkünse epsom tuzu kullanın. Su teninizi yakmayacak kadar sıcak olmalı. Sıcak su sayesinde ağrı ve şişme azalır, iltihabın bir kısmı boşalabilir.
Zeytinyağı ve çay ağacı yağı
Bu iki yağı eşit oranlarda karıştırın. Bakteri kaynaklı olan parmak iltihabının çevresine bu karşımı 15 dakika süreyle uygularsanız antibakteriyel içerikleri sayesinde iltihabın bir kısmından kurtulur ve parmak iltihabının artmasını önlersiniz. Bu uygulamayı günde iki kere sabah akşam iltihap iyileşinceye kadar yapabilirsiniz.
Buz torbası uygulaması
Parmağınızın üzerine bir parça bez koyarak buz torbası uygulayın. Sinirleri uyuşturarak ağrıyı dindirir, şişmeyi ve parmak iltihabını azaltır.

 

 

 

DONMA
Donma: Vücudun şiddetli soğuğa maruz kalması sonucunda (-13 ºC altında görülmesi) kangrene kadar gidebilen çeşitli belirtilerin görülmesine yol açar.
Donmanın yanıkta olduğu gibi üç derecesi vardır.
1-) Deri yüzeyinde kızarıklık
2-) Şişme ve kabarcıkların meydana gelmesi
3-) Ölüm
Vücudun donması en çok eller, ayaklar, parmaklar, burun ve kulaklarda meydana gelir. Donma bir defa başladıktan sonra hızla devam eder.
Donmanın ilk işareti donan kısım uyuşuk ve beyaz bir hal alır ve sonrasında şiddetli bir ağrı başlar. Zaman geçtikçe uyuşukluk artar ve donan bölge hissizleşmeye başlar.
Donma belirtileri
• Deride soğukluk, solukluk
• Uyuşukluk ve halsizlik
• Kızarıklık ve iğnelenme hissi
• Sonrasında donan bölgede gerginlik hissi oluşur.
• Ödem ve şişkinlik olur. İçi su dolu kabarcıklar (büller) meydana gelir.
• Su toplaması siyah kabuklara dönüşür.
• En son deri, geri dönülmez bir şekilde hasara uğrar.

Donmada ilk yardım Nasıl Yapılır?
• Hasta veya yaralı ılık bir ortama alınır.
• Donan yer ısıtılır.
• Donan kısmı hemen sıcağa maruz bırakmaz damarlarda hasar bırakabilir. Bu nedenle önce oda sıcaklığında bir yerde, sonra daha sıcak yerde bulundurulabilir.
• Kabarcıklar patlatılmamalı, steril gazlı bezle örtülmelidir.
• Kuru giysiler giydirilir.
• Sıcak içecekler içirilir.
• Donuk bölge ovulmaz, kendiliğinden ısınması beklenir.
• El ve ayaklar yukarı kaldırılır.
• Tıbbi yardım istenir (112).

 

 

DOWN SENDROMU
Kromozomlar genlerin demetleridir ve vücudumuzda doğru sayıda olmak zorundadır. Down sendromlu insanlar ekstra bir kromozomla doğarlar. Down sendromlu bu ekstra kromozom, bireyi hem zihinsel hem de fiziksel olarak etkileyen bir dizi soruna yol açar. Yani kısaca; İnsanda genetik düzensizlik sonucu, fazladan bir 21. kromozomun bulunmasına Down Sendromu denir. Down sendromu ömür boyu süren bir durumdur.
DOWN SENDROMU NE KADAR YAYGINDIR?
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yaklaşık her 700 bebekten bir tanesi Down sendromuyla doğar ve Down sendromu en sık görülen kromozomal durumdur. Ülkemizde ise yılda yaklaşık 800 Down sendromlu bebek dünyaya geliyor. Türkiye’de yaklaşık 100.000 Down sendromlu kişi olduğu tahmin ediliyor.
DOWN SENDROMU NE ZAMAN KEŞFEDİLDİ?
Yüzyıllar boyunca, Down sendromlu insanlar sanat, edebiyat ve bilimde yer almışlardır. Ancak on dokuzuncu yüzyılda, İngiliz doktor John Langdon Down, Down sendromlu bir kişinin doğru tanımını yayımladı. Diğer insanlar daha önce sendromun özelliklerini tanımış olsa da, durumu ayrı ayrı bir varlık olarak tanımlayan Down olmuştur.
1959’da Fransız doktor Jérôme Lejeune, Down sendromunu kromozomal bir durum olarak tanımladı. 2000 yılında, uluslararası bilim insanları ekibi, 32 kromozom üzerindeki 329 genin her birini başarıyla tanımlamış ve kataloglamışlardır. Bu başarı, Down sendromu araştırmasında büyük ilerlemelere kapı açmıştır.
TRİZOMİ 21
Normalde insanda 23 çift (46 adet) kromozom bulunmaktadır. Down sendromu; 21 numaralı kromozomun bir çift değil de fazladan bir tane kromozom eklenmesi sonucu üç kromozomlu bir hale gelmesiye toplam kromozom sayısının 47 olması sonucunda gelişen bir sendromdur. Kromozom hastalıklarının en sık görülen tipidir ve orta dereceli zeka geriliklerinin en sık izlenilen genetik nedenidir. Trizomi 21 veya mongol çocuk da denilmektedir.
MOZAİK DOWN SENDROMU
Mozaik Down sendromu, Down sendromunun nadir bir şeklidir. Down sendromu, kromozom 21’in bir kopyasına neden olan genetik bir bozukluktur. Hücrelerin bir kısmında (hepsinde değil) fazladan 21 kromozom vardır. Down sendromu olan kişilerin yüzde 1 veya 2’sinde Mozaik Down sendromu görülür. Bu tarz down sendromu zihinsel engelinin ve belirli fiziksel özelliklerin daha hafif düzeyde görüldüğü bir formdur.

OTİZMLİ ÇOCUKLARDA KONUŞMA TERAPİSİ: Otizmli çocuklarda iletişim davranışlarının geliştirilmesi kendi potansiyellerinin maksimumuna erişmeleri açısından çok önemlidir.

TRANSLOKASYON DOWN SENDROMU
Bu tipte 21. kromozomun bir parçası koparak başka bir kromozoma bağlanır. Bu tipi diğer tiplerden ayıran en önemli özellik kalıtımsal özellik gösterebilmesidir. Eğer kalıtımsal özelliği anne taşıyorsa yeni doğan çocuğun Down Sendromlu olma olasılığı %20 civarında, eğer kalıtımsal özelliği taşıyan baba ise yeni doğan çocuğun Down Sendromlu olma olasılığı %5 civarındadır. Down Sendromlu bireylerin yaklaşık olarak %3’ü bu tip içerisinde yer alır.
DOWN SENDROMLU BİREYLERİN ÖZELLİKLERİ
– Hafif ve orta derece zeka geriliği görülebilir.
– Badem şeklinde göz ve kemerli burun yapıları vardır.
– Kalın enseye sahiptirler.
– Avuç içi çizgileri tektir.
– Parmakları kısadır. Ayak baş parmağı ile yanındaki parmak arasında büyük boşluk bulunur.
– Down Sendromlu bireylerin büyük bir kısmında çeşitli derecede kas gevşeklikleri görülür.
– Boyları kısadır.
– Metabolizmaları yavaş çalışır. Doğru beslenme alışkanlıkları edinmezlerse kilo problemi yaşarlar.
DOWN SENDROMUNUN TEDAVİSİ
Down sendromu için bir tedavi yoktur, ancak hem hastaya hem de ailelere yardımcı olabilecek çok çeşitli destek ve eğitim programları vardır. İyi bir tıbbi destek ve doğru seviyedeki bir destekle down sendromlu insanlar arkadaş edinebilir, okula gidebilir, iş edinebilir ve kendi hayatları ve gelecekleri için karar verebilirler.

 

 

DUDAK ÇATLAMASI

Mevsim geçişlerinde özellikle sonbahar ve kış aylarında sıklıkla görülen dudak çatlaması nedir? Dudak çatlamasının nedenleri ve tedavisi…
Sık sık çatlayan dudaklar hem görünüş açısından rahatsızlık verici hem de fiziksel olarak acı verici olabilir. Dudak çatlaması ile ilgili bilmeniz gereken tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
DUDAK ÇATLAMASI NEDİR?
Genellikle soğuk havalarda görülen ve hafif çatlaklardan ağır çatlaklara kadar gidebilen ve ağrılara neden olan bir problemdir. Müdahale edilmediğinde çatlayan dudaklar kanayan yaralara dönüşebilmektedir.
DUDAK ÇATLAMASININ NEDENLERİ
Güneş ışığı en önemli nedenlerden biridir. Özellikle yaz aylarında güneş ışınları vücudumuzdaki nemi buharlaştırarak dudaklarımızı kurutur ve çatlatır. Gün içinde yeteri kadar su tüketilmediğinde hücrelerin susuz kalması dudak kuruluğuna ve çatlaklarına neden olur.
Dudak çatlaması güneş ışığına maruz kalmak veya özellikle çoğu zaman soğuk algınlığı gibi ateşli hastalıklar durumunda ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle hastalığın geçmesi durumunda normale dönebilir.
Dudak çatlaması bazı kan hastalıklarının habercisidir. A, B2 ve B3 vitaminlerinin eksiklikleride dudak çatlamasına neden olur.
Sürekli olarak ıslatılan dudaklar da çatlar. Tükürük çok hızlı buharlaşma özelliğine sahiptir. Sürekli tekrar edildiğinde dudaklarda kuruluk ve yaralar oluşabilir.
Birçok diş macunu sodyum loril sülfat isimli bir bileşen içerir. Bu bileşen kuruluğa ve dudaklarda çatlamaya neden olur. Eğer dudak çatlamasından şikayetçiyseniz, başka bir diş macununa geçebilirsiniz.
Genellikle uyurken ağızdan alınan nefes dudak kuruluğuna ve çatlamasına neden olan faktörlerdendir. Burun tıkanıklığı yüzünden ağızdan nefes alan kişilerin dudakları kurur ve çatlar.
Sedef hastalığı ve tiroid yetmezliği de dudak kuruluğu ve çatlamasına neden olur.
Perleş, diyabet, Down sendromu ve kilitis hastalıkları da çatlamaya sebep olabilir.
Bu nedenlere ilave olarak, kullanılan bazı kozmetik ürünleri de dudaklarda çatlamaya sebebiyet verir. Sağlıksız kozmetik ürünleri dudak yapınıza zarar vererek mikrop kapmanıza neden olabilir.

DUDAK ÇATLAMASI NASIL GEÇER?
Eğer dudaklarınızda devamlı olarak çatlama problemi yaşıyorsanız aşağıdakiler sizin için etkili olabilir:
– Güneşli havalarda dışarı çıkarken dudaklarınıza bir nemlendirici ve koruyucu sürün.
– Soğuk, rüzgarlı havalarda ise krem veya eczaneden alacağınız vitaminli dudak stickleri etkili olmaktadır.
– Eğer ruj kullanıyorsanız nemlendirici rujları tercih etmenizde fayda var.
– B vitamini yönünden zengin olan gıdalar bol miktarda tüketilmeli.
– Dudağınızda çatlaklar oluştuktan sonra dudaklarınızı ısırmamalı ve çatlakları koparmamalısınız.
– Dudaklarınızı nemli tutmaya, vücudun susuz kalmamasına dikkat edin, aşırı sıcaktan ve güneşten sakının, yeterli ve dengeli beslenin.
Unutmayın! Dudak çatlamasının tedavisi altta yatan nedeni anlamak ile başlar. Eğer dudak çatlaması sorunundan uzun zamandır şikayetçiyseniz ve dudağınızı yeterince nemlendirmenize ve korumanıza rağmen bunu geçiremiyorsanız, bir dermatoloğa başvurun.

 

 

 

DUDAK VE DAMAK YARIĞI

Anne karnında bebeğin gelişiminin ilk haftalarında, dudak ve damak şekillenmeye başlar. Öncelikle damak ve dudakların sağ ve sol kenarları oluşur sonrasında iki kenar birleşerek tam dudak ve damak yapısını oluşturur. Ancak bazı bebeklerde (her 1000 bebekte 1) bu birleşme düzgün olarak gerçekleşemez; yarık dudak ve yarık damak dediğimiz durum ortaya çıkar.
Bu şekilde doğan bebeklerde en büyük sorun, beslenme zorluğuna bağlı olarak gelişimin yavaş olmasıdır. Ayrıca yarık damak sorunu olan bebeklerde solunum yolu enfeksiyonları oldukça sık gözlenir.
Dudak ve damak yarığı ile dünyaya gelen çocukların tedavisinde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bölümümüzde de uygulanan multidisipliner yaklaşım sayesinde, çocuklarınızın en iyi şekilde tedavi edilmeleri ve tamamen normal, sağlıklı ve mutlu bir hayat sürmeleri sağlanabilmektedir.
Dudak ve damak yarığı olan çocuklarda bu rahatsızlığa bağlı olarak beslenme, diş gelişimi, işitme, psikolojik gelişimde bazı sorunlar ortaya çıkabilmektedir. Bu sorunların çözümünde; plastik cerrah, çocuk hastalıkları uzmanı, kulak burun boğaz hastalıkları uzmanı, psikolog, diyetisyen, hemşireler ve danışmanlar birlikte çalışabilmektedir. Bu nedenle anne ve babaların tüm bu desteği alabileceği kapsamlı merkezlere baş vurmaları önemlidir.
Dudak yarığı cerrahisi
Dudak yarığı çeşitli boyutlarda olabilir; bazı bebeklerde sadece üst dudakta ufak bir yarık bulunurken bazı bebeklerde burun tabanına kadar uzanan derin bir yarık söz konusu olabilir. Bununla birlikte yarık tek tarafta ya da dudağın her iki yanında da olabilir.
Dudak yarığı cerrahisi için en uygun zaman genellikle bebeğin 6- 10 haftalık olduğu dönemdir. Dudak yarığının boyutu ve konumuna göre cerrahi planlanır. Cerrahi işlemde kas, ağız mukozası ve cilt onarımı da yapılmaktadır. Bu sayede kaslar işlevlerini kazanacak aynı zamanda da normal dudak şekli oluşacaktır.
Dudak yarığı onarımı ameliyatından sonra bebeğim hemen iyileşir mi? Ameliyat izi ne zaman geçer?
Oldukça sık sorulan sorulardan biridir. Ameliyattan 5 gün kadar sonra dikişlerin alınması (ya da kendiliğinden erimesi) söz konusudur. İlk bir kaç hafta ise beslenmesi ile ilgili bazı konulara dikkat etmeniz gerekebilir. (Bu bilgiler doktorunuz tarafından size detaylı olarak anlatılacaktır). Ameliyat izi, ilk birkaç haftalık dönemde daha kırmızı ve geniş bir hale gelecektir. Bu görünüm zamanla azalacaktır.
Ameliyat izinin tamamen ortadan kalkması mümkün değildir. Ancak ilerleyen zamanda pek çok çocukta bu iz zorlukla fark edilir hal almaktadır.
Damak yarığı cerrahisi
Damak yarıklarının da boyutları dudak yarıklarında olduğu gibi farklılık gösterebilir. Bazı damak yarıkları sadece küçük dili etkileyen minik bir çentik kadarken, bazıları dudak bölgesine kadar genişleyebilmektedir.
Hastadan hastaya farklılık gösterebilmekle birlikte damak cerrahisi için en uygun dönem 3-12 ay arasıdır.
Cerrahi işlem sırasında kenarlardaki dokular orta kısma doğru yaklaştırılarak damak bütünlüğü sağlanır. Bu işlem sırasında kas onarımı da yapılmaktadır. Bu sayede çocuğun doğru beslenmesi ve konuşması sağlanabilmektedir.
Ameliyat sonrası ilk bir kaç gün içinde çocuğunuzda huzurluklar gözlenmesi normaldir. Bir kaç haftalık dönemde doğru beslenmesi için doktorunuz neler yapmanız gerektiğini anlatacaktır. Ayrıca gerekli durumlarda damar yolu ile destek de sağlanabilmektedir.

 

 

 

DÜŞÜK TANSİYON

Düşük tansiyon ya da hipotansiyon, düşük kan basıncı demektir; sistolik kan basıncının (büyük tansiyon) 90 mmHg’dan az olmasıdır.
Normal kan basıncının alt limitleri bireyden bireye değişmekle birlikte, sistolik 90, diastolik (küçük tansiyon) 60 mmHg kabul edilmektedir. Düşük tansiyonun nedeni parasempatik sinir faaliyetinin artması ya da başka rahatsızlıklardır ve genelde halsizlik sendromu göstermektedir. Vücuttaki sodyum ve iyonların dengesizliği ve yetersizliğinde de baş göstermektedir. Tansiyon düşüklüğünde sık görülen şikayetler baş dönmeleri, kulak çınlaması ve bayılmadır.

 

 

 

DÜZ TABANLIK (TABAN ÇÖKMESİ)

Düz tabanlık; taban çökmesi diye de bilinir.
Düz tabanlık, ayağın normalde olması gereken iç uzun kavsinin kaybolarak topuğun dışa doğru kayması ile karakterize bir ayak deformitesidir. Düz tabanlık denildiğinde genellikle akla çocuk ayağı gelir, fakat düz tabanlık sadece doğuştan olan bir durum değildir.
Yürümeye başlayan çocukta bu durum ayak iç tarafında ağrı ve bunun sonucu içe basma aileleri endişelendirir. Bu şekildeki çocuklarda takviye ve tabanlıklar işe yaramayacağı gibi çocuğun öz güvenini de sarsar.
Doktorun ağrılı ve patolojik ayağı ayırt etmesi önemlidir. Ameliyat sınırlı sayıda hastaya gerekir.
Erişkin yaşa kadar normal bir ayağa sahip olan erişkinlerde 30’lu 40’lı yaşlardan sonra da düz tabanlık gelişebilir. Bunun nedeni romatolojik hastalıklar olabileceği gibi, altta yatan hiçbir hastalık olmaksızın da, aşırı kilo ve/veya aşırı uygunsuz kullanım sonucunda da gelişebilmektedir.
Erişkinde düz tabanlık beyin felci, kas ve sinir hastalıkları ya da doğumsal kemik anormallikleri ile birlikte de görülebilir. Bu hastalarda sıklıkla ameliyat gereklidir.

 

 

EGZAMA

Egzama, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ve deride kızarıklık, şişme, veziküller, kaşıntı gibi belirtilerle görülen daha çok psikosomatik nedenli deri hastalığı. Başlıca özelliği, kızarık deri üzerinde beliren kabarcıklardır. Akut, kronik, yaş ve kuru egzama gibi türleri vardır.[1]
Egzama çeşitleri
Kenarlı hebra egzaması
kasıklarda ve uylukta görülen mantar hastalığı. Bir dermatofitondan (Epidermophyton floccosum, Tricadan rubrum, T. interdigatele) ileri gelen kenarlı egzamalar erkeklerde daha sık görülür. Kaba etin iç yüzeyinde, kenarları grintili çıkıntılı, ortası daha soluk ve kırmızı lekeler ortaya çıkar. Lekeler bir yan da ya da iki yanda olur, kaşıntılıdır ve kenarları kabarcıklarla sınırlıdır. Mantar ilaçlarıyla tedavi edilir.
Seboreik egzama
Seborenin görüldüğü bölgelerde yerleşen kırmızı, pullu, yağlı görnümlü lezyonlarıiçeren deri hastalığı. Seboreli egzama, saçlı deride ve bunun kenarlarında, alında (seboreli kask), kaşların üzerinde ya da aralarında, burun-yanak oluklarında, kulak arası girintilerde, kulak yolunda, göğüs kemiğinin orta yerinde (seboreli madalyon) görülür. Bazı egzamamsı (egzamatit) deri hastalıkları ile sınırları pek belirsizdir. Tedaviden kolaylıkla sonuç alınabilir (indirgenler özellikle yerel kortikoitler) fakat bu egzama tipi bir hastalıktan fazla bir durumu belirtiğinden yinelemeler her zaman olasıdır.
Egzama en sık görülen deri hastalığıdır
Şekiller ne olursa olsun, üstderide dokusal bir birime her zaman rastlanır: egzoseroz ve sponijoz (süngerleşme). Maphigi mukoza cisimcikleri oluşan sıvıyı emer, hücreleri birbirinden ayırır, sonra desmoslarda hücreleri birleştiren bağları koparır ve üsderinin içinde kabarcık oluşmasına yol açar.Böylece egzama birçok evreden geçer: kızarıklık, kabarcıklanma, akıntı ve (kabarcıklar kuruduktan sonra) parlaklık ve pullanma.
Fakat bu evrelerin hepsi birden bulunmayabilir, çoğu zaman bunlardan biri üstün durumdadır. Egzama akut olabileceği gibi (genellikle akıntılı ve çok kaşıntılı) süreğen de (kronikleşme) olabilir. (o zaman daha çok kızarıklık ve pullu, zaman zaman kabarcıklı ve değişik şiddetle kaşıntılı).
Yer yer madeni para biçiminde olabileceği gibi yaygın da olabilir. Bazı yerleşim bölgeleri karakteristiktir.
Ellerde disidroz görünümündedir. Memelerdeki egzama her zaman çift taraflıdır ve çoğu zaman bir uyuz belirtisidir. Memede, bir yanda egzamaya benzer bir deri hastalığı görüldüğünde Paget deri hastalığı akla gelmelidir (kanser hastalığı).
Edinsel egzama
Edinsel egzama ya bir iç etmene karşı duyarlılıktan (nispeten ender rastlanır, çünkü iç etmenlerden doğan deri hastalığı çoğunlukla kurdeşen biçiminde ortaya çıkar) ya da bir dış etmene karşı duyarlılıktan gelebilir.
Temas egzaması
Aslında ayrım kesin değildir, çünkü temas egzamasının ortaya çıkması için genellikle önceden hazırlıklı bir bünye gerekir. Temas egzaması genellikle meme çocuklarında görülen egzama tipidir. 3 aylığa doğru ortaya çıkar ve ilk olarak yüzden başlar. Evrim belirsizdir. 2 ya da 7 yaşlarında kesin olarak iyileşebildiği gibi, büyük çocuklukta ve yetişkinde yavaş yavaş süreğen hale de gelebilir. Bazen astım gibi başka alrjik hastalıklar buna eşlik edebilir. Temas egzaması sayıca çok azdır ve çoğunlukla mesleklere bağlıdır.
Egzamayı oluşturan etkenler
Egzama, zamansız uygulanan bir ilaç yüzünden de ortaya çıkabilir (kükürt, civa, antihistaminikler, sülfamitler, penisilin, vb. ile yapılmış tozlar ya da merhemler).
Ev kadınlarında görülen egzama (el egzaması) çamaşır suyundaki potasyum bikromata, çeşitli çamaşır sularına, hatta lastik eldivenlere bağlıdır.
En sık görülen temas egzamalarından biri kozmetiklerden ve saç boyasından (para grubu) ileri gelir. Güzellik müstahzarları, özellikle kokulu oldukları zaman, sayısız yüz egzamalarına neden olabilirler. Tırnak cilasının özel bir yeri vardır, tırnaklarda egzama yapmaz, ama göz kapaklarında yapar.
Giysilerin yaptığı egzamalar genellikle kauçuktan ve sentetik dokumalardan ileri gelir (oysa, aslı nedeni boyadır, özellikle siyah,mavi ve yeşil renkli boyalar, yoksa hep söylendiği gibi kumaş değil). Boyundaki egzama çoğunlukla yüksek yakalı hırka giyilmesinden ileri gelir. Ayak egzaması ayakkabıdan ileri gelebilir (deri boya, cila ya da yapıştırıcı). Madenler (özellikle nikel) bir temas egzamasına neden olabilir (saat bileziği, zincir vb.). Deri testleri bazen temas egzamasının nedenini ortaya çıkarabilir.
Enfeksiyon egzamaları mikrop ya da mantar kökenlidir. Ama enfeksiyon mu egzamaya neden olmuştur, yoksa enfeksiyon mikrop kapan egzamanın mı sonucudur, kestirmek zordur.
Tedavisi
Egzama tehlikeli sayılabilecek ağır bir hastalık değildir; ama rahatsızlık verebilir. Egzamalıların rahat etmek için almaları gereken önlemlerin başında yarayı kaşımamak gelir.
Kronik egzama zaman zaman tekrar edecektir.Stresten uzak durmak, uykusuz kalmamak, yüzü temiz tutmak iyi gelecektir.

 

 

ENDOMETRİOZİS

Endometriozis nedir?
Endometriozis üreme çağındaki kadınlarda görülen bir hastalıktır. Hastalık adını rahimin iç tabakasını döşeyen ve her ay adet döneminde kalınlaşıp dökülen ”endometrium” dokusundan almaktadır. Endometriozis’te normal olarak rahim iç tabakasında bulunması gereken endometrium dokusu rahim dışında vücudun diğer bölgelerinde de bulunmaktadır.
Rahim dışındaki bu endometriozis odakları ağrı, kısırlık ve diğer bazı sorunlara neden olabilmektedir. Endometriozisin en sık görülme yerleri, karın boşluğunda özellikle yumurtalıklarda, rahime ait tüplerde, rahimi destekleyen bağlarda, vajina adını verdiğimiz döl yatağı ve anal kanal arasındaki alanda, rahim dış yüzeyinde, pelvis denilen karın boşluğunun yüzeyindedir ve adet döngüsünü yöneten hormonlara yanıt vermektedirler.
Adet döneminde rahim içerisinde olduğu gibi bu alanlarda kalınlaşma, yıkılma ve kanama olmaktadır. Buna rağmen rahimi döşeyen tabakanın aksine rahim dışındaki endometriumun adet kanı şeklinde vücudu terk etme olanağı bulunmamaktadır. Bu nedenle kendi içine kanama ve bu odaklardan dökülen dokunun ve kanın çevre dokuları hasara uğratması, çevre dokularda iltihabi gelişme ve bağ dokusu oluşumuyla sonuçlanmaktadır.
Böylelikle odakların yerleşim yerine göre beklenmedik hasarlar oluştururlar. Endometriozis yumurtalık üstünde yerleşir ve kist halini alır ise buna endometrioma (çikolata kisti) denir.
Endometriozis belirtileri nelerdir?
• Sürekli kasık ağrısı
• Adet döneminde ağrı
• Cinsel ilişki sırasında kasık ağrısı
• Gebe kalamama
• Adet öncesi lekelenme tarzı kanama
• Kabızlık – ishal
• Büyük abdest yaparken ağrı,
• Yan ağrısı, sırt ağrısı
• Sık idrara çıkma ve idrarda kan görülmesi endometriozis belirtileri arasında sayılabilir.
Endometriozis tedavisi
Endometriozis tedavisi ilaç ve cerrahi tedavi olarak iki şekilde yapılır:
İlaç tedavisi: Erken evre hastalıkta adet dönemlerindeki ağrıları önlemek, adetleri düzene sokmak ve endometriotik odakları baskılamak amacı ile kullanılan başlıca ilaç grupları; doğum kontrol hapları, progestinler, danazol ve GnRH analoglarıdır.
Cerrahi tedavi: Endometrioziste ağrıyı azaltmak ve fertilite (üreme) potansiyelini arttırmak için cerrahi de yapılabilinir. Cerrahide endometriyotik dokular uzaklaştırılarak yapışıklıklar serbestleştirilir ve normal anatomi sağlanmaya çalışılır. Cerrahi sonrası birçok kadında ağrı şikayeti geçmesine rağmen %40-80 vakada 2 yıl içinde ağrı tekrar ortaya çıkabilmektedir.
Çocuk istemi olan olgularda konservatif cerrahinin yeterli olmadığı durumlarda üremeye yardımcı tedavi yöntemi olarak tüp bebek uygulaması gerekli olabilir.

 

 

ENDOMETRİUM KANSERİ

Risk faktörleri nelerdir ?
Endometirum kanseri normal, atrofik, ya da hiperplazik endometriumda gelişebilir.Nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte progesteron ile karşılanmamış östrojen ana risk faktörüdür.Bazı kadınlarda ise östrojen ya da hiperplaziden bağımsız olarak oluşur. Genel olarak östrojene bağımlı tümörler daha iyi gidişatlıdır.Diğer risk faktörleri olarak yumurtalıklarla ilgili problemler, şeker hastalığı, hiç çocuk doğurmamış olmak, erken yaşta adet görmeye başlamak, menopoza geç yaşta girmek, kilo fazlalığı, yüksek tansiyon, atipili endometrial hiperplazi sayılabilir. Enteresan olarak sigara endometrium kanseri riskini azaltır.
Belirtiler nelerdir ?
Erken evrede pek fazla bulgu vermez. En sık rastlanan yakınma anormal vajinal kanama ve akıntılardır. Kanamaların büyük bir kısmı menopoz sonrası kanamalardır.Hastalık ilerledikçe ağrı ve bası bulguları ortaya çıkabilir.Özellikle menopoz sonrası dönemde bütün kanamalar mutlaka araştırılmalıdır.
Tanı belirtileri nerlerdir ?
Endometrium kanserinin kesin tanısı, biopsi ve patolojik incelemeler ile konur.Smear’ın tanıda yeri yoktur. Vajinal ultrasonografi oldukça yardımcı bir yöntemdir. Menopoz sonrası dönemde ultrasonda endometrium kalınlığının 5 mm’den fazla olması biopsi alınmasını gerektirir.Yine endometriumun ultrasonda düzensiz görünmesi habaset lehine olarak yorumlanabilir. Bilgisayarlı tomografi tanı konmuş endometrium kanserlerinde hastalığın yayılımının değerlendirilmesi açısından önem kazanır.
Evreleme ve prognoz
Hastalığın uygun tedavi seçeneğinin belirlenmesi için hastalığın evresinin yani yayılımının bilinmesi elzemdir. Endometrium kanserinde evreleme klinik değil cerrahi olarak yapılır. Hasta ameliyata alınır rahim ve yumurtalıklar çıkartılır, karın içindeki sıvılardan ve şüpheli alanlardan örnek alınır. Bunların değerlendirilmesi sonucu evreleme yapılır. Bütün kanserlerde olduğu gibi endometrium kanseri evreleri de 1 den 4’e kadar sıralanır. Evre 1 en erken evre 4 ise en ileri evreyi temsil eder. Hastalığın gidişatı, yani prognozu hücrelerin tipine, evresine, yayılım alanlarına, lenf nodu tutulumuna bağlıdır.Son yıllarda bazı genlerin varlığı ya da yokluğunun da prognozu etkilediği öne sürülmektedir.
Tedavi yöntemleri nelerdir ?
Uzun yıllardır u kanser türünde tedavi olarak rahim ve yumurtalıkların bir arada çıkartılması uygulanmaktadır.Hastaların büyük bir kısmı Evre 1 de yani olay rahim dışına ulaşmadan yakalandığından bu tedavi yeterli olmaktadır. Eğer risk faktörleri varsa veya şüpheli alanlar görülürse lenf nodları da çıkartılabilir.Bazı yazarlar seçilmiş vakalarda operasyon sonrası radyoterapi önermektedirler.Evre 2 de tümör servikse de yayılacağından prognoz biraz daha kötüdür.Günümüzde geçerli olan tedavi yaklaşımı basit histerektomi, yumurtalıkların alınması ve lenf nodlarından biopsi alınmasıdır.Lenf nodu metastazı yok ise ameliyat sonrası radyoterapi gerekmez. Evre 3 ve 4 vakalarda ise kanserli dokuların tamamının çıkartılması mümkün olmayabilir. Cerrahın tekniği ve tecrübesine göre rahim, yumurtalıklar çıkartılır ve bunlara ilave olarak karın zarı (omentum), barsakların tutulmuş kısımları ve etkilenmiş organlar çıkartılabilir.Bu hastalarda ameliyat sonrası ilave kemoterapi ve radyoterapi gerekir.
Sağkalım oranı nedir ?
Evre 1 endometrium kanserinde 5 yıllık sağkalım oranları % 90 civarındadır. Bu oran Evre 2 olgularda bir miktar düşüşle %69*83 arasında bulunmuştur. Evre ilerledikçe sağkalım %40lar civarına iner. Nüks olursa bu ilk 2 yıl içinde en fazla oranda görülür. 5 yıldan sonra nüks son derece nadirdir.

 

 

ENFARKTÜS

Tıpta enfarktüs bir arterin (kan pıhtısı veya aterom yüzünden) tıkanması sonucu nekroz oluşumudur. Enfarktüsler en sık aterosklerozdan kaynaklanırlar. Bir aterosklerotik plak yırtıldığında üstünde bir kan pıhtısı (trombüs) oluşur, bu kan akışını tıkar ve bazen bir emboli oluşturup daha uzaktaki başka damarların da tıkanmasına neden olur.
Enfarktüsler meydana gelen kanama miktarına bağlı olarak iki tipe ayrılırlarlar:
• Beyaz (anemik) enfarktüs, kalp, dalak, böbrek gibi sert organları etkiler. Tıkanma çoğu zaman trombositlerden oluşur ve organ açık renk veya beyaz olur.
• Kırmızı (kanamalı) enfarktüs genelde akciğerleri etkiler. Tıkanma alyuvarlar ve fibrin iplikçiklerinden oluşur.
Diğer enfarktüslerden faklı olarak akciğer enfarktüsü kanamalı (hemorajik) olur.
Enfarktüs olan hastalıklar arasında şunlar bulunur:
• Miyokardiyal enfarktüs (kalp krizi)
• Pulmoner embolizm (“akciğer krizi”)
• İskemik beyin kazası (inme – %80 enfarktüsten kaynaklanır)
• Periferik tıkayıcı arter hastalığı (en ciddisi kangrendir)
• Antifosfolipit sendromu
• Sepsis
• Dev hücre arteriti
• Renal enfarktüs

 

 

 

EPİLEPSİ

Epilepsi (Sara olarak da bilinir), beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı bir elektro-kimyasal boşalma yapması sonucu ortaya çıkan nörolojik bozukluk, hastalıktır. Beynin normalde çalışması ile ilgili elektriğin aşırı ve kontrolsüz yayılımı sonucu oluşur. Sıklıkla geçici bilinç kaybına neden olur.
Epilepsi nöbetleri farklı şekillerde ortaya çıkar. Bazı nöbetlerden önce korku hissi gibi olağan dışı algılamalar ortaya çıkarken, bazı nöbetlerde kişi yere düşebilir, bazen ağzı köpürebilir.
Nedenleri
Semptomik epilepsi:
• Beyin tümörü
• İskemik lezyon: Beyne giden kan akımı azaldığında (iskemi), beyin dokusundaki besin maddeleri ve oksijen azalır. Bu da hücre hasarına ve epilepsi nöbetine yol açar.
• Konjenital malformasyon: Doğuştan gelen bozukluklar.
• Gebelik döneminde annenin ilaç ve alkol alımı, bebeğin gelişimini etkileyecek mikrobik hastalıklar epilepsi nedeni olabilir.
• Doğum sırasında oluşabilecek beyin zedelenmesi, kanaması, beynin oksijensizkalması epilepsiye neden olabilir.
• Doğum sonrası menenjit, beyin iltihabı gibi rahatsızlıklar epilepsiye neden olabilir.
• Febril konvulziyon: Ateşe bağlı istem dışı şiddetli kasılmalar.
• Enfeksiyon: Tüm vücudu etkileyen ya da şiddetli olan enfeksiyonlar febril konvulziyon’a neden olabilir.
• Tiroid hastalıkları: Tiroid bezi vücuttaki sıvı dengesinin kontrolünde önemli bir rol oynar. Sıvı dengesi ise epilepsi eğilimini belirleyen bir faktördür. Genellikle tiroid sorununun tedavi edilmesiyle epilepsi de düzelir.
• Beslenme: Bazı insanlarda epilepsi’nin nedeni olarak B6 vitamini eksikliği saptanmıştır.
İdiyopatik epilepsi:
• Genetik: Aileden gelen, mutasyona uğramış gen.
Çeşitleri
Basitleştirilmiş şekliyle epilepsi nöbeti kısa süreli beyin fonksiyon bozukluğuna bağlıdır ve beyin hücrelerinde geçici anormal elektrik yayılması sonucu ortaya çıkar.
Epilepsi nöbetlerinin çok değişik çeşitleri mevcuttur. Kırkın üzerinde nöbet tipi tanımlanmıştır. Herkes tarafından epilepsi veya sara dendiği zaman anlaşılan ve iyi bilinen tonik-klonik nöbetin yanı sıra başkalarının hiç farketmeyeceği kadar hafif nöbet çeşitleri de vardır. Tanımlanmış bu mevcut nöbet tiplerine rağmen herkesin geçirdiği nöbet kendine özgü bazı farklılıklar gösterebilir. Bu durumlar bazı hastalarda epilepsi tanısının konulmasını güçleştirir ve çok çeşitli karışıklıklara neden olur. Ne yazık ki pek çok hastaya tanı konulamaz ve kendilerindeki problemin ne olduğunun açıklığa kavuşması yıllar alabilir. Bazı kişilerde ise başka bir bozukluğun yol açtığı belirtiler yanlış olarak epilepsi tanısı alabilir. Gelişen tanı yöntemleri sayesinde yanlış tanılar giderek azalmaktadır. Yeni yapılan sınıflandırmalar ile farklı nöbet isimlerinin ortaya konması konunun daha karmaşık hale gelmesine neden olmuştur. Bu nedenle aynı nöbet farklı isimlerle adlandırılabilir. Bu bölümde çok teknik ayrıntılara girmeden elden geldiğince geniş bilgi verilmeye çalışılmıştır.
Temelde akılda tutulması gereken nöbetlerin iki çeşit olduğudur; parsiyel (yani beyinde bir bölgeye sınırlı başlayan nöbetler) ve jeneralize (beyinde yaygın olarak başlayanlar). Yaygın başlangıç daha kötü ve şiddetli bir nöbet anlamına gelmez. Buradaki gruplama sadece nöbeti oluşturan nedenin farklılığı ile bağlantılıdır ve tibbi nedenlerle bu isimler verilmiştir.
Nöbet anında yaşananlar (nöbet belirtileri) beyin aktivitesindeki değişikliğin nereden başladığına ve ne kadar hızla yayıldığına bağlıdır. Parsiyel nöbetler isminden de anlaşıldığı gibi beynin bir kısmından başlarlar. Elektriksel deşarj ya o bölgede kalır ya da beynin diğer bölgelerine yayılma gösterir. Jeneralize nöbetler (tonik-klonik, absans, ve myoklonik gibi çeşitleri vardır) tüm beyne yayılırlar.
Ne tür nöbet olduğunun bilinmesi büyük önem taşımaktadır. Çünkü muhtemelen bu hangi epilepsi ilacının daha etkili olacağı konusunda yol göstericidir.
Basit parsiyel nöbetler
En önemlisi bu hastalığı kendine kabullenmektir.Bu nöbetlerde hasta nöbet geçirirken tek bir bulgusu vardır, vücudun belirli bir bölgesini tutar. Örneğin bir ayakta ya da kolda kasılmalar nitelikli epilepsi türüne basit parsiyel motor nöbetler denir. Bu türde nöbet başladığı yerde kalabildiği gibi belirli bir düzene göre ilerleyerek vücudun yarısını tutabilir. Örneğin elde başlayan konvülziyonlar sırasıyla ön kola, üst kola, yüze ve dile, sonra da alt ekstremitelere(bacaklara) yayılabilir. Eğer vücudun diğer yarısına geçerse bilinç bozulabilir. Nöbet durduktan sonra kasılmaların geliştiği tarafta kuvvetsizlik olabilir. Bunun dışında basit duyusal nöbetler gelişebilir bu türde bir ekstremitede, genellikle elde ve parmaklarda uyuşma-karıncalanma, yanma ve nadiren ağrı gibi kısa süren belirtiler oluşabilir. Bu belirtiler lokal olabileceği gibi vücudun bir yarısını sarabilir. Deri yüzeyinde renk değişiklikleri (kızarma-solma), sesler duyulması, kan basıncı değişiklikleri, sadece bilinç bulanıklığının eşlik ettiği birçok çeşit parsiyel epileptik nöbetler oluşabilir.
Kompleks parsiyel nöbetler
Basit parsiyel nöbetlere bilinç bozukluğu eşlik ettiğinde kompleks parsiyel nöbetler teriminin kullanılması önerilir. Duyusal nöbetlerde parsiyel epileptik nöbetlerden farklı olarak hissedilenler basit ışık çakması veya şekilsiz bir görüntü yerine hastanın geçmiş yaşamından bir sahne, görüntüleri, sesleri, kokuları, lezzetleri, duygularıyla tekrar yaşanır. Fakat hastalar hissettikleri şeylerin gerçekle bağdaşmadığının bilincindedirler.
Jeneralize epileptik nöbetler
Jeneralize epileptik nöbetleri birkaç başlık altında toplamak mümkündür. Petit mal dediğimiz ve ani bilinç kaybı ile birlikte konuşma yürüme, yeme gibi motor aktivitelerin kesilmesiyle niteli şekli en sık görülenidir. Nöbet sırasında vücut pozisyonu korunur ve hasta yere düşmez, gözler bakakalmış gibidir, iletişim kuramaz ve hasta etrafının farkında değildir. Ani iletişim bozukluğu, tek bir kasta veya kas grubunda ani, kısa süreli kasılmalar v.b. şekillerde ortaya çıkabilir. Hastada bilinç kaybı oluşur.
hasta o sırada yaptığı şeylerin farkında değildir.
Epilepsinin acil müdahale gerektiren epileptik nöbetlerin aralarında normal dönem olmadan, art arda birbirlerini izlemesi şeklinde ortaya çıkabilir. Normal koşullarda epilepsi tanımına uygun olarak, ilk epileptik nöbeti izleyen bir yıl içinde en az bir nöbet daha geçiren hastalara antiepileptik tedavi başlanır. Kullanılacak ilaç nöbet tipine göre seçilir. Tedavide bazen tek ilaç kullanımı yeterli gelmediğinde çoklu ilaç kullanımı uygulanabilir. Tedavide ilacın kullanımından çok bu ilacın kan seviyesi tedavide önemlidir. Bazı ilaçların yeterli kan seviyesine ulaşması 14-30 gün alabilir. Tedavide asıl amaç nöbetlerin durdurulmasıdır ve verilen ilaç tedavisi ile yüksek oranda nöbetler durdurulmaktadır. Nöbetleri tam olarak durdurulmuş hastalarda tedaviye aynı ilaç ile ortalama 3-5 yıl devam edilebilir. Bu nedenle doktor tavsiyesi olmadan kullanılan ilaç kesilmemelidir. Bu sürenin sonunda ilaç kesildikten sonra tekrar nöbet geçirme riski %25 kadardır. İlaç kullanmaya başladıktan sonra ilk haftalarda ilaca bağlı vücutta bazı tepkiler görülebilir. Tedavinin başlangıcında deri döküntüleri olabileceği akılda tutulmalıdır. Tedavinin ilk bir ayı içinde birkaç kez tam kan sayımı ve karaciğer fonksiyon testlerinin kontrolü için doktora başvurulmalıdır. Tedavinin en uygun ilaç ile uygun dozda, sürede yapılması hastalığın tedavisinde çok önemlidir. Bu nedenle tedavinin her aşaması uzman hekim tarafından takip edilmelidir.
Belirtileri
Epilepsi belirtileri her kişide farklı seyreder. Belirtilerin hepsi görülmeyebilir.
Bazıları:
• Bilinç ve %30 hafıza kaybı,
• Aşırı unutkanlık,
• Stres,
• Kendini yaralama ve etlerini yolma,
• Belli mesafede ara verme ve yeni döneme girme,
• Çift görme ve baş dönmesi,
• Bayılma,
• Bunalıma girme,
• Duygusal hareketler,
• Titreme, yere düşme,
• Halüsinasyon,
• Radyasyon ortamda durma tehlike ve nöbetinde %40 tekrar edilmesi (Uzak durulması nöbetin süresini şiddetini azaltır ve hafifletir),
• Otururken uzaklara dalma,
• Nefes darlığı, nefes kesilmesi,
• Dokularda ve yüzde morarma,
• Aşırı tükürük salgılanması,
• İdrar kaçırma,
• Hareketlerini kontrol edememe,
• Kriz sonrası şaşkınlık, uyku hâli,
• Korku aşırı, sinirlilik, dalgınlık,
• Burun akıntısı ve kanaması,
• Dudakta ve ağız içinde uçuklamalar,
• Kokuya hassasiyet,
• Sigara ortamında kalınması sonucu yaşanabilecek damar tıkanıklığı.
Ayrıca, durumu kritik olanların araca binmesi beyindeki zedelenme veya hasar gören noktanın beyin fonksiyonlarının yer değiştirmesine ve zedelenen noktanın çalışmamasına sebep olur.
Tedavi
Epilepsi, mutlaka doktora başvurulması ve doktorun gerekli gördüğü sürece kontrol altında kalınması gereken bir hastalıktır. Bu durum, epilepsinin ömür boyu devam edeceği şeklinde algılanmamalıdır. Epilepsinin bazı türleri hasta belli yaşlara geldiğinde kendiliğinden tamamen düzelebilir ve ilaç tedavisine gerek duyulmayabilir. Ancak bu hassaslık derecesine de bağlı olabilir ve ne yapılacağına ilişkin kararı doktor vermelidir.
Nöbetlerin tekrarlaması ve status epileptikus hali, beyinde oksijensiz kalmaya bağlı bazı etkilere yol açabilir. Her nöbet bir sonrakinin ortaya çıkmasını kolaylaştırabilir. Tedavisiz kalan küçük nöbet türlerinin bir süre sonra büyük nöbetlere dönüşme olasılığı vardır. Bu nöbetlerde hastanın maruz kalabileceği merdivenden düşme, kişi sokakta ise trafik kazası, suda boğulma gibi tehlikeler vardır.
Bu nedenlerle epilepsiye mutlaka müdahale edilmelidir. Epilepsinin en önemli tedavi şekli ilaç tedavisidir. Epilepside kullanılan ilaçlar beyin hücrelerinin aşırı uyarılma durumununa baskı uygulayarak nöbetlerin oluşunu engeller. Bu ilaçlar her gün, önerilen dozda ve saatlerde çok düzgün bir şekilde kullanılmalıdır. Doktor çocuğun yaşını, kilosunu, nöbet tipini göz önüne alarak ilaçları seçer. Tedavide kullanılan başlıca ilaçlar fenobarbital, fenitoin, epixx, depakin, epitam, karbamazepin, valproik asit ve ethosüksimiddir. İlaçları düzenli ve doktorun tarif ettiği gibi kullanmak çok mühimdir. Kullanılan bu ilaçlar hastalığı tamamıyla geçirmez ama nöbetleri engeller veya sayısını azaltır.
Epilepsi tedavisinin düzgün bir biçimde sürdürülmesi halinde de nöbetler devam edebilir. Tıbbın dev adımlarla ilerlediği dünyamızda hiçbir hekim epilepsili bir çocuğun anne-babasına tedavi ile nöbetlerin %100 kaybolacağını garanti edemez. Nitekim dünya istatistiklerine bakılacak olursa uygun tedavi şartlarında hastaların %60’ında nöbetlerin tümüyle ortadan kalktığı, %20’sinde tüm tedavi seçeneklerine rağmen nöbetlerin devam ettiği görülmektedir. Ebeveynlerin hiç aklından çıkarmamaları gereken bir nokta, epilepsi çağdaş tıbbi tedavi yöntemleriyle yeterince kontrol altına alınamıyorsa orta çağın büyücülük yöntemleriyle hiç durdurulamaz.
Halen ilaçla tedaviye cevap vermeyen belli epilepsi türlerinde Türkiye’de cerrahi tedavi olanakları geliştirilmektedir.
Cerrahi müdahale, ilaçlara yanıt vermeyen hastalarda uygulanmalıdır ve epilepsi cerrahisi konusunda uzmanlaşmış özel tıp merkezlerinde yapılmalıdır. Ameliyat sırasında nöbetlere neden olan beyin bölgesi çok incelikli bir şekilde alınır. Tedaviden sonra hastaların %90’ı göze batacak şekilde gelişme göstermektedir.
Epilepsi hastalarına uygulanan bir diğer cerrahi tedavi yöntemi de ayrık beyin ameliyatı da denilen corpus callosumun kesilmesi işlemidir. Fakat bu işlem birçok disfonksiyona neden olduğundan pek fazla tercih edilmemektedir.
1990’lı yıllarda nöbetleri kontrol etmenin güç olduğu durumlarda, diğer bir seçenek olarak yeni bir tedavi yöntemi bulunmuştur. Bu yeni yöntemde, boynun yan tarafında uzanan vagus siniri aracılığı ile beyne uyartılar gönderilir.
İlkyardım
1. Kişi güvenli bir yere yatırılır. Etrafındaki eşyalar çarpma tehlikesine karşı uzaklaştırılır.
2. Başı yere çarpmasın diye el yardımıyla desteklenir.
3. Kesinlikle soğan, kolonya gibi şeyler koklatılmaz.
4. Kişinin hareketleri durdurulmaya çalışılmamalıdır. Bilinçsiz yapıldığından ne kadar uğraşılsa da bir yararı olmayacaktır.
5. Üzerindeki sıkı giysiler gevşetilir, çıkarılır.
6. Ayıltmak için uğraşmanıza gerek yoktur. Kişi yavaş yavaş kendine gelir. Ancak kişiyi kendi haline bırakmak kendini yaralamasına sebep olabilir.
7. Kişi kendine geldikten sonra yorgunluk, geçici olarak bilinç kaybı, sersemlik olabilir. Bu yüzden bir süre dinlendirilmelidir. Kendine geldikten sonra hastaneye götürülmelidir.
8. Kişi dişlerini sıkıyorsa ağzına elinizi kesinlikle uzatmayınız sert ve temiz bir cisimle dilinin solunum yolunu tıkamasını önleyiniz.

 

 

ERGENLİK SİVİLCELERİ

Ergenlik sivilcesine ne iyi gelir? Ergenlik sivilcesi nedenleri ve tedavisi…
Ergenlik dönemi kızlarda 11-16, erkeklerde ise 14-18 yaşları arasında yaşanıyor. Genellikle gençlerin yüzde 85’inde bu tür sivilceler çıkar. Ergenlik döneminin dışında, stres, güneş ışınları ve kozmetikler ergenlik sivilcesi oluşumunda etkili. Peki ergenlik sivilcesi nedir? Ergenlik sivilcesinin nedenleri ve tedavisi hakkında bilmeniz gereken tüm detayları burada bulabilirsiniz…
Akne; sivilce veya ergenlik sivilcesi olarak da tanımlanır. Özellikle yüzde, omuzlar ile sırtın üst kısmı ve dekolte bölgesinde pilosebase yapılardan zengin deri bölgesinde görülmektedir. Ergenlik döneminin en belirgin sorunlarından biri olan ve bazen ciltte kalıcı izlere neden olan bu sivilceler kişinin pskolojisini de bozabiliyor. Peki, Ergenlik sivilcesi nedir? Ergenlik sivilcesi nedenleri ve tedavisi hakkında merak edilenler için haberimize göz atmanız yeterli…
ERGENLİK SİVİLCESİ (AKNE VULGARİS) NEDİR?
Akne, genellikle ergenlerde sık olmak üzere her yaşta görülebilen, deride bulunan yağ bezlerinin ve kıl köklerinin düzgün çalışmaması sonucu, belirli vücut bölgelerinde ortaya çıkan bir inflamasyondur. En sık karşılaşılan türü genellikle ergenlik döneminde ortaya çıkan ‘akne vulgaris’tir. Akne Vulgaris, halk arasında “Ergenlik Sivilcesi” diye anılır.
Klinik olarak kendisini bu anatomik alanlarda sebore (yağlanma artışı), genişlemiş gözenekler, iltihaplı olmayan komedonlar, deride yüzeyel iltihaplı papül ve püstüller, derin iltihaplı nodül, kist ve abseler ile göstermektedir. Akne iyileşme sürecinde deride skar (iz) bırakmaktadır.
Kadın ve erkeklerde eşit sıklıkla gözlenmektedir. Erkeklerde kadınlara göre süreç daha ağır seyretmektedir. Dünya ırkları arasında fark bulunmamaktadır.
Akne hastalarının yaklaşık %60’ında akne kısa sureli ve hafif tedavilerle kontrol edilebilmesine ve kendini sınırlamasına karşın, %40’ında ileri erişkin yaş döneminde de devam edebilmektedir.

ERGENLİK SİVİLCESİNİN NEDENLERİ
Aknenin nedenleri çok tartışmalıdır. Kesin olan yanı yağ bezlerindeki büyüme ve aşırı çalışmadır. Gelişimindeki üç ana faktör; Yağ salgısında (sebum) artış, deri hücrelerinin anormal gelişmesi ve dökülerek kanalı tıkaması, yerleşik bir bakteri olan Propionibacterium Acnes’tir.
Aknede genetik faktörler etkendir. Anne, baba, abla ve ağabeyinde sivilce olanlarda, akne görülme riski fazladır. Özellikle “nodulokistik akne” olarak tanımlanan aknenin ağır formunda ailesel yatkınlık daha sık gözlenmektedir. Bazı genetik problemlerde örneğin -XYY gibi Y kromozomu fazlalığında akne daha ağır seyretmektedir.
ERGENLİK SİVİLCELERİNDE TEDAVİ
Akne tedavi edilebilen bir durumdur; ancak her sivilce aynı şekilde tedavi edilmez. Bu nedenle sivilce tedavisinin dermatolog tarafından planlanması ve izlenmesi en uygun olandır.
Hafif aknelerde cildin aşırı yağını temizleyici ve bakteri üremesini engelleyici ürün kullanılması çoğu kez yeterlidir. Ancak hekzaklorofen içeren antibakteriyel sabunların kullanımı deterjan akne denilen özel bir sivilceye neden olur. İkinci aşamada ciltteki yağ salgısını azaltan krem, jel, losyonlar kullanılır. İyileşme olmazsa, yerel antibiyotikler, ağız yoluyla antibiyotikler, doğum kontrol hapları denenebilir. En dirençli ve şiddetli akne formunda ise A Vitamini türevi kapsüller kullanılmaktadır.
Sivilcenin türüne göre; bu tedavilerin yanında, doktor tarafından uygun görülürse, belli zamanlarda siyah nokta çıkartma, kimyasal soyma işlemleri, kistlerin boşaltılması ve içlerine kortizon enjeksiyonu, izler üzerine lazer tedavileri gibi yöntemler tamamlayıcı tedavi seçenekleri olarak uygulanabilmektedir.
Ergenlik sivilceleri (akne), kesinlikle bir dermatolog kontrolünde, titiz, sabırlı ve hastayla iyi bir işbirliğiyle uzun sürede tedavi edilebilir. İyileşme süresi en az 6 aydır. İki ayın sonunda % 30-40, 6 ayın sonunda % 80-90 iyileşme beklenmelidir.

 

 

EZİKLER

Eziklerde en etkin tedavi, darbeden hemen sonra, bölge henüz kızarıkken yapılanıdır.
Evde Tedavi
Eziklerde en etkin tedavi, darbeden hemen sonra, bölge henüz kızarıkken yapılanıdır.
• Hızlı iyileşmeyi sağlamak ve şişmeyi önlemek için buz torbası veya donmuş bir bezelye paketini, vurulan bölgenin üzerine 20 ile 30 dakika arası uygulayabilirsiniz. Buzu cilt üzerine doğrudan koymamaya özen gösterin. Bunun için buz torbasını bir havluya sarabilirsiniz.
• Eziğin bacak veya ayak üzerinde kapladığı alan büyükse bacağı, kaza sonrasındaki ilk 24 saat içinde mümkün olduğu kadar yukarıda tutmak gerekir.
• Asetaminofen (parasetamol) veya ibuprofen etken maddeli bir ağrı kesiciyi prospektüste tavsiye edilen şekilde kullanabilirsiniz. Aspirin almayın. Aspirin, kanın pıhtılaşmasını yavaşlattığı için iç kanamayı uzatabilir.
• Eziğe neden olan darbeden yaklaşık 48 saat sonra eziğe günde 2-3 kez ılık suyla ıslatılmış bir havluyla 10 ar dakika ısı uygulamak, ezik bölgeye kan akışını hızlandırarak cildin kanı daha hızlı geri emmesini sağlar. Sonuç olarak morluğun rengi giderek açılır.

Tıbbi Tedavi
Hekimlerin ezikler için yukarıda bahsedilenler dışında uyguladığı özel bir tedavi yoktur. özetle, önce buz tedavisi ve ardından ısı uygulamak, reçetesiz satılan ağrı kesicilerden kullanmak ve morarmış bölgeyi yukarıda tutmak gibi evde yapılan tedaviler genelde yeterlidir. Ev içi şiddete maruz kaldığından şüphelenilen mağdur kişi, bir sosyal hizmet görevlisine yönlendirilebilir.

 

 

 

FABRY HASTALIĞI

Fabry hastalığı ( Anderson-Fabry hastalığı, Angiokeratoma corporis diffusumve alfa-galaktosidaz A eksikliği olarak da bilinir) nadir görülen X’e bağlı resesif kalıtılan lizozomal depo hastalığıdır. Geniş bir yelpazede sistemik semptomlara neden olabilir.[1] Hastalık, ismini kaşiflerinden biri olan Johannes Fabry’den (1 Haziran 1860- 29 Haziran 1930) almaktadır.
Belirtileri
Belirtileri genellikle erken çocukluk döneminde anlamak zordur.
Ağrı
Tüm gövdede veya ekstremiteler de lokalize, mide ve bağırsaklarda da sık görülür.
Böbrek tutulumu
Böbrek fonksiyonlarına hastalığın yaygın ve ciddi bir etkisi vardır; hastaların hayatları boyunca böbrek yetmezliği gelişebilir. Proteinüri genellikle böbrek tutulumunun ilk işaretidir. Erkeklerde son dönem böbrek yetmezliği genellikle yaşamın üçüncü on yılı içinde meydana gelir ve hastalığa bağlı ölümün sık bir nedenidir.
Kalp belirtileri
Kardiyak komplikasyonlar glikolipitlerin farklı kalp hücrelerinin birikmesine bağlı oluşur, kalp ile ilgili etkileri yaşla birlikte kötüleşebilir ve kalp hastalığı riskinin artmasına yol açabilir. Hipertansiyon ve kardiyomiyopati sık gözlenir.
Dermatolojik bulgular
Angiokeratomlar (küçük, ağrısız papüller ) sık görülen bir belirtisidir. Anhidrosis (terleme eksikliği) sık görülen bir belirtisidir ve daha az sıklıkla hiperhidroz (aşırı terleme) görülebilir. Ayrıca hastalarda Raynaud hastalığı -benzeri semptomlar görülebilir
Göz bulguları
Göz tutulumu ile keratopati görülebilir
Görülen diğer oküler bulgular, konjonktival anevrizmalar, katarakt, papilla ödemi, makula ödemi, optik atrofi ve retinal vasküler dilatasyon.
Diğer belirtiler
Yorgunluk, nöropati ( özellikle yanma tarzı ekstremite ağrısı ), serebrovasküler etkileri inme riskinin artmasına neden olur, tinnitus (kulak çınlaması), vertigo, mide bulantısı, ve ishal sık görülen belirtiler.

 

 

FARANJİT

Faranjit; farenksin (yani yutağın) enfeksiyonuna verilen isimdir. Yutak ağız ve burun boşluğunun arkasında yer almaktadır.
Faranjitin en sık karşılaşılan nedeni üst solunum yolu hastalıklarıdır. Soğuk algınlığı, nezle, grip gibi hastalıklara neden olan virüs ve bakteriler farenkse (yutağa) geçerek iltihaplanmaya neden olabilirler.

Faranjitin diğer nedenleri şöyle sıralanabilir:
– Hava kirliliği
– Kuru, tozlu hava
– Reflü
– Burun yapısındaki deformasyonlar nedeniyle gözlenen burun tıkanıklığı
– Alerji
– Sigara kullanımı
– Alkol
– Çok sıcak ya da çok soğuk içecekler tüketilmesi
Faranjit belirtileri nelerdir?
Akut (ani başlangıçlı) ve kronik (uzun süreli, tekrar eden) farenjitin sık rastlanan belirtileri şöyledir:
Akut faranjit için;
– Boğaz ağrısı
– Boğazda kızarıklık
– Ses kısılması
– Öksürük
– Yüksek ateş
– Yutkunma zorluğu
– Geniz akıntısı
– Baş ağrısı
– Eklem, kas ağrıları
– Halsizlik
– Lenf bezlerinin şişmesi
– Kulak ağrısı
Kronik farenjitte ise akut farenjitteki gibi ateş, halsizlik gibi şikâyetler pek görülmez. Boğaz ile ilgili şikâyetler daha hafiftir ancak ya hiç kaybolmaz ya da çok kolay ortaya çıkar. Boğazda kuruluk hissi, gıcık, yanma, kuruluk, yabancı cisim hissi, takılma, hafif yutkunma zorluğu en çok yakınılan durumlar arasındadır.
Faranjit nasıl tedavi edilir?
Akut farenjit bakteri kaynaklı ise antibiyotik kullanımı, alerji kaynaklı ise antihistaminik kullanımı önerilebilmektedir. Bu ilaçların yanı sıra şikayetlerin azalmasını sağlayacak; ağrı kesiciler, ateş düşürücüler, öksürük kesiciler, burun açıcı spreyler kullanılabilmektedir.
Kronik farenjit tedavisi ise biraz daha güçtür. Bu tedavide doktorun önereceği ilaçların kullanımının yanı sıra hastaların da dikkat etmesi gereken durumlar söz konusudur. Uygun tedaviyi belirlemek için öncelikle kronik farenjitin nedeni ortaya çıkartılmalıdır.
Faranjit tedavisinde hastaların dikkat etmesi gerekenler ise şöyledir:
– Dinlenmek
– Bol sıvı tüketmek
– Sigaradan ve içilen ortamlardan uzak durmak
– Kirli ve tozlu havadan kaçınmak
– İçecekleri ve yiyecekleri aşırı sıcak ya da aşırı soğuk olarak değil ılık tüketmek
– Alerji durumu söz konusu ise, alerjiye neden olan etkenlerden uzak durmak
– Reflü şikayeti varsa; aşırı çay kahve tüketiminden, baharatlı ve asitli yiyecek içeceklerden uzak durmak

 

 

 

 

FARENKS KANSERİ (YUTAK KANSERİ)

Yutak kanserleri için risk faktörleri nedir?
Risk faktörlerinin başında sigara ve diğer tütün ürünlerinin kullanımı gelir. Kanseri bulunan kişilerin % 85-90’ı sigara kullananlardır ve sigara içen kişilerde kanser gelişme riski içmeyenlere göre % 5-35 kat daha fazladır. Aşırı alkol kullanımı da risk faktörlerindendir.
Humman papilloma virüsü (HPV) de yutak kanserlerine neden olabilir. Ayrıca yutak kanserlerine wilson hastalığı, kronik burun enfeksiyonları, tütsülenmiş gıda tüketimi, kötü beslenme, genetik yatkınlık, konserve gıda tüketimi gibi etkenler yutak kanserlerine sebep olabilen etkenlerdir.
Yutak (farenks) kanseri nasıl semptom verir?
Yutak kanserleri genellikle boğaz ağrısı, boğazda yabancı cisim hissi, yutma zorluğu ve yutkunma sırasında ağrı, boğazda şişlik, kilo kaybı, öksürük, kulak ağrısı, ses değişikliği, boyunda şişlik, koku alma ve işitme kaybı, çift görme ya da şaşılık, içilen sıvıların burundan gelmesi, boyunda kitle, yüzde uyuşukluk gibi belirtilerle bulgu verir.
Nasıl tanı konur?
Tanı kulak, burun, boğaz cerrahisi veya baş, boyun cerrahisi uzmanının yapacağı fizik muayenede yutağın iç yüzünün ağız içinden bir ayna yardımı ile ya da endoskopi ile görüntülenmesi ile başlar. Yutak kanserinin etkilediği lenf bezleri boyun muayenesi ile kontrol edilir.
Radyolojik olarak şu tetkikler tanıda yardımcı olur;
Bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme yöntemleri
Baryumlu röntgen filmi
Ultrasonografi tetkiki
Biyopsi
Virüslere bağlı olabileceği düşünüldüğünde kan tahlilleri de istenir.
Yutak (farenks) kanseri tedavisi nasıl yapılır?
Yutak kanserleri tedavisinde öncelikle kanserin yutakta yerleştiği bölge, kanserin büyüklüğü ve yayıldığı bölgeler, biyopsi sonucu, hastanın yaşı ve genel sağlık durumu değerlendirilerek tedaviye karar verilir. Tedavide kemoterapi (ilaç tedavisi), radyoterapi (radyasyon tedavisi) ve cerrahi tedavi (ameliyat) uygulanır.

 

 

 

FEMUR BAŞI AVASKÜLER NEKROZ

Femur başı avasküler nekroz; femur başının kanlanmasında bozulma sonucu oluşan bir hastalıktır. Hastalığın femur başında görülmesinin nedeni femur başını besleyen sınırlı sayıda damar olmasıdır. Bu damar yolunda duraksama ile kanlanma bozulacağından femurda kemik yapımı süreci bozulur, kemik yenilenmesi olmaz ve kemik kaybı oluşur. Bu kayıpla ilerleyen evrelerde hastalarda kemik ağrısı, kalça ekleminde artroz (kireçlenme) görülür.
Femur başı avasküler nekroz hastalığının nedenleri
Femur boynunun kırıkları,
Uzun süreli steroid tedavisi,
Alkolizm,
Gut hastalığı,
Pıhtılaşma hastalıkları,
Orak hücreli anemi femur başı avasküler nekroz hastalığının nedenleri arasında sayılabilir.
Femur başı avasküler nekroz hastalığının belirtileri nelerdir?
Femur başı avasküler nekroz hastalığının en önemli bulgusu ağrıdır. Hasta sıklıkla 30 lu yaşlarda erkek hastadır. Ağrı; kasıkta, kalça önü veya arkasında hissedilebilir. Hastalarda yürürken aksama ve zor yürüme sonucu yürüyüş mesafesinde kısalma da görülür.
Femur başı avasküler nekroz hastalığının tedavisi
Kemiğin kanlanmasını arttırmaya yönelik girişimler yapılır. Foraj denilen kemikte delikler açma işlemi ve ‘core decompresyon’ denilen kemikte 1 cm çaplı bir tünel açma işlemi ile kemik kanlanması arttırılır.
Uygun olgularda bu tünellerin içine kemik greftleri uygulanır. İleri evrelerde ise yani femoral osteotomi denilen kemiğin kesilmesi ve yönlendirilmesi ameliyatı yapılır. Bazı hastalara kalça protezi ameliyatı gerekebilir.

 

 

 

FERÇ KAŞINTISI

Ferç kaşıntısı kadınların yaşadığı sorunlardan bir tanesidir ve üreme organını etkilemektedir. Üreme organının dış kısmında meydana gelen kaşıntıya ferç kaşıntısı husule gelir. Özellikle de iç çamaşırın cinsi ve sabun gibi faktörler ferç kaşıntısına yol açar. Ferç kaşıntısının ortaya çıkması durumunda birçok hususa dikkat edilmelidir.
Ferç kaşıntısı tedavisi süresince iç çamaşırın hijyenine dikkat edilmelidir. İç çamaşırı hijyenine dikkat edilmesinin yanı sıra, iç çamaşırın cinsi de önemlidir. Ferç kaşıntısından kurtulmak için mutlaka pamuklu iç çamaşırları kullanılmalıdır.
Ferç kaşıntısı aynı zaman bölgeyi sabunla yıkamaktan da kaynaklı olabildiği için, kesinlik bölgeye sabun vs gibi temizlik ürünleri değdirilmemeli, sadece su kullanarak bölge temizlenmelidir. Cinsel ilişki sonrasında da temizliğe dikkat edilmelidir. Ferç kaşıntısı geçene kadar cinsel ilişkiden uzak durulmalıdır. Aksi durumda bu sorun partnerinize de geçer ve daha sonra ferç kaşıntısı sorununuz geçse bile eşinizden yeniden bulaşır. Tüm bu hususlara dikkat edilmesi durumunda ferç kaşıntısından kurtulamadıysanız bir uzman yardım isteyin.

 

 

FİBROADENOM

Memenin en sık görülen iyi huylu tümörüdür. 20-40 arası yaşlarda görülür ancak bazen daha ileri yaşlarda da ortaya çıkabilir.

Toplumda görülme sıklığı yüzde 10 civarıdır. Bir kısım hastada birden fazla, hatta her iki memede oluşabilir.

Nedeni bilinmemektedir. Yağdan zengin beslenme ile ilişkili olabildiği yönünde görüşler vardır.

Kendiliğinden kaybolabilir veya gerekli görülürse çıkarılabilir.

 

 

FİBROKİSTİK MEME DEĞİŞİKLİKLERİ

Kadınların yaklaşık yüzde 60′ında görülen fibrokistik meme hastalıkları 30-50 yaş aralığında sık görülür.
American Cancer Society (Amerikan Kanser Derneği) verilerine göre kadınların en az yarısında yaşamlarının bir bölümünde memede fibrokistik değişimler tespit edilmektedir. Fibrokistik değişimi olan kadınlar tipik olarak periyodik meme ağrıları çekerler çünkü bu durum meme dokusunun vücuttaki aylık östrojen ve progesteron hormon değişimleriyle direkt olarak ilintilidir.
Menopoz sonrası ve doğum kontrol hapı kullanan kadınlarda fibrokistik meme hastalıkları daha nadir görülür. Bu durum yumurtalık hormonlarıyla ilişkisinin olduğunu düşündürtmektedir.
Fibrokistik meme değişiklikleri için risk etmenleri arasında başta kalıtım ve beslenme (aşırı yağlı beslenme, fazla kahve tüketimi) gelmektedir. Fibrokistik meme değişimlerinde en sık rastlanan tablo şu şekilde özetlenebilir:
• Kistler (içi sıvı dolu keseler)
• Fibrosis (ölü hücre dokusu)
• Şişlik veya kitleler
• Memede kalınlaşmış ve sert bölgeler ve hassasiyet.
Fibrokistik meme değişimine sahip kadınlarda olası bir kanserin mamografi ile teşhisi zordur. Bu nedenle bu kişilerde ultrasonografi ile tarama da gerekebilir.
Fibrokistik meme değişimlerinde tedavi:
Ekstra destekleyici sütyen, doğum kontrol hapı kullanımı, az yağlı – bol sebze, tahıl ve meyve yeme alışkanlığının edinilmesi, göğüslerin sıcak tutulması; tuz, çay-kahve alımının azaltılması, diüretik, Vitamin E, B6, niacin kullanımı şeklinde olabilir.
Ağrılı kist durumunda ağrının giderilmesi amacı ile kist içindeki sıvı ince iğne aspirasyon biyopsi yöntemi ile çekilebilir. Nadir de olsa, doktor kitleleri cerrahi müdahale ile alabilir.

 

 

FİBROMİYALJİ

Fibromiyalji, geceleri yeterince uyumanıza rağmen sabah kalktığınızda kendinizi hiç uyumamış gibi hissettiren yumuşak doku romatizmasıdır. Genellikle yaşam tarzının değiştirilmesi ile tedavi edilebilen Fibromiyalji, stres devreye girdiği an yeniden tekrarlayabiliyor. Kronik ağrı ve yorgunluk sendromu olarak da bilinen “Fibromiyalji sendromu” hakkında Memorial Sağlık Grubu Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü uzmanları bilgi verdi.
Fibromiyalji Nedir? (Fibromiyalji Sendromu, Fibromiyalji Noktaları)
Fibromiyalji sendromu, uyku bozukluğu, kaslarda yaygın ağrı ve hassasiyet, aşırı yorgunluk, halsizlik ve sabah tutukluğu ile kendini belli eden kronik yumuşak doku romatizmal ağrı sendromudur. Özellikle vücudun belli noktalarından aşırı hassasiyet ile kendini belli eder. Toplumun yüzde 3’ünde görülen fibromiyalji sendromu hastaların yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Romatizmal hastalıklar içerisinde en sık karşılaşılan ikinci hastalık olan Fibromiyalji kadınlarda erkeklere göre üç kat daha sık görülmektedir. Yapılan araştırmalar, ülkemizde yaklaşık 1,3 milyon fibromiyalji hastası olduğunu göstermektedir. Fibromiyalji belirtilerinin farklı hastalıklarla karşılaştırılma olasılığı ise çok yüksektir. Doğru teşhis konulamadığında fibromiyalji şikayetleri azalsa da bir süre sonra yeniden başlama riski çok fazladır. Fibromiyalji tedavi edilmediğinde yaşam kalitesinde düşüş ve işgücü kaybına neden olur.
Fibromiyalji Belirtileri
Fibromiyalji belirtileri çok keskin olmamakla birlikte en önemli belirtisi vücudun belli yerlerinde görülen hassasiyettir. Bunu yanı sıra fibromiyalji özellikle ağrı ve sabahları zor uyanma ile kendini belli eder. Nefes almada zorlanma ve kulak çınlaması da en büyük fibromiyalji belirtilerindendir.
Fibromiyalji sendromu olan kişilerin özel bir karakteri vardır. Kendilerinden beklentileri çok yüksektir, mükemmeliyetçidir, çok titizdir ve duygu durumları çok çabuk değişir. Bu kişilerin stresli zamanlarında ağrılarının artma ihtimali çok yüksektir. Özellikle bel ve boyun ağrıları, kronik yorgunluk sendromu, depresyon, hipotiroidi ve uyku bozuklukları ile karşılaştırılan fibromiyaljinin belirtileri şöyle sıralanabilir;
• Herhangi bir ağrıyı normalden daha fazla algılamak.
• Ağrı yapmayan uyarıcıları da ağrı gibi hissetmek.
• El ve ayaklarda karıncalanma hissi ve uyuşma
• Çarpıntı
• Egzersize karşı dirençsizlik
• Kabızlık, ishal ve gaz şikayetleri
• Depresyon hali
• Hafıza problemleri
• Gün boyunca yorgunluk hissi
• Dinlenemeden uyanmış olma hissi
• Uyku kalitesinde azalma
• Noniseptif uyarılar nedeniyle, ağrının azaltılması ile hissedilen genel hassasiyet
• Konsantrasyon bozukluğu, yeni şeyler öğrenme zorluğu
• Kişiye göre değişen ödem hassasiyeti
• Hastaların % 30-50’si eklem hipermobilitesine sahiptir.
• Vücudun üst kısmı ile sınırlı olan kızarma eğilimi
• Vücudun belli noktalarından aşırı hassasiyet de bu hastalığın en belirgin özelliği sayılır.
Fibromiyalji Nedenleri
Fibromiyaljinin nedeni çok iyi bilinmese de yapılan araştırmalar genetik faktörlerin çok önemli olduğunu gösteriyor. Buna bağlı olarak 1. derece yakınlarında fibromiyalji görülen kişilerin bu hastalığa yakalanma riski 8 kat artıyor. Aynı zamanda çevresel faktörler de fibromiyalji sendromuna neden olan önemli nedenlerden biri. Özellikle çocukluk çağlarında geçirilen fiziksel ve duygusal travmalar fibromiyalji için büyük risk faktörleri arasında kabul edilir.
Fibromiyalji aynı zamanda psikolojik boyuta sahip bir hastalıktır. Depresyon hastalarında, uyku bozukluğu alanlarda ve anksiyetesi yüksek olan kişilerde fibromiyalji çok daha fazla görülüyor. Genellikle 25-55 yaş aralığındaki kadınlarda daha sık görülen Fibromiyalji sendromu (yumuşak doku romatizması)erkeklerde ve çocukluk döneminde de görülebilmektedir. Hastalık özellikle eğitim ve ekonomik düzeyi ortalamanın üzerinde olan kişilerde daha sık görülmektedir. Mükemmeliyetçi ve işkolik kişilik yapısı da fibromiyalji hastalığına yakalanma nedenleri arasında gösterilebilir. Gazetecilik, Mimarlık, Finans Sektörü gibi meslekler ile uğraşanlarda fibromiyalji sıklıkla görülür. Ayrıca işini sevmeyen kişilerde de fibromiyalji görülür. Mutsuzluk ağrıları artıran bir faktör olduğu için yaptığı işten memnun olmayanlar da en az stresli mesleklerde çalışanlar kadar fibromiyalji olma riskine sahiptir.
Genel olarak bakıldığında Fibromiyalji nedenleri uyku bozukluğu, ağrı algılama bozukluğu, santral sinir sisteminde nörotransmitter denilen maddelerin dengesizliği, sinir sistemi ve hormonal sistem bozukluğu, kas ve kas işlevlerinde bozukluk, sempatik sistemin aşırı çalışması olarak sıralanabilir.
Fibromiyalji İçin Hangi Doktora Gidilmeli?
Fibromiyalji belirtileri fark edilir edilmez teşhis için tam donanımlı bir hastanenin romatoloji uzmanına, tedavi içinse fizik tedavi ünitelerine başvurmak gerekir. Oldukça karmaşık bir hastalık olan fibromiyalji için multidisipliner bir tedavi uygulanır. Psikolog ve fizyoterapist dışında pek çok branştan da destek alınabilir.
Fibromiyalji Teşhisi
Fibromiyalji teşhisi hastanın öyküsü, hastalık belirtileri ve fiziki muayene ile konur. Fibromiyalji teşhisi için üç ay şikayetlerin ve belirtilerin devam etmesi gerekir. Fibromiyalji muayenesinde tender point denilen vücudun 18 hassas noktasından yaklaşık 11’inde bu ağrılı noktaların bulunup bulunmadığı tespit edilir. Bu referans noktalarında hastanın aşırı hassas olması temek şart kabul edilir. Fibromiyaljinin sadece kan tetkiklerinde ortaya çıkmasını beklememek gerekir. Ancak kan tetkikleri ayırıcı tanı için istenebilir. Sık sık başka hastalıklarla karıştırılan fibromiyaljide, bu karışıklığı önlemek için yapılacak tetkikler büyük önem taşır.
Fibromiyalji Tedavisi Nasıl Yapılır?
Fibromiyaljinin tedavisinde istikrar çok önemlidir. Doğru teşhis konulmaz ise farklı bir hastalığın tedavisine başlanmış olur ve hasta gereksiz bir ilaç yükü altında ek sorunlarla karşılaşabilir. Bu durum fibromiyaljinin kronikleşmesine de neden olur. Sürekli doktor değiştirmek, tedavisi yarıda kesmek ve farklı tedaviler arayışında olmak da fibromiyalji tedavisini olumsuz etkiler. İlaçla tedavi edilebilen fibromiyalji hastalığında özellikle tedaviyi sürdürülebilir kılmak çok önemlidir.
Fibromiyalji hastalarının ilaç tedavisine ek olarak günlük hayatlarında da birtakım değişiklikler yapması gerekmektedir. Stresten arındırılmış, düzenli bir yaşam, dengeli beslenme ve düzenli uyku tedavinin en önemli anahtarlarıdır. Vücut dinlenemediği sürece kişi, günlük yaşamda karşılaştığı en ufak bir olaya bile aşırı tepki verecektir.
Fibromiyalji tedavisinde en önemli prensip hasta-hekim işbirliğidir. Kişiye özel uygulanan tedavi seçenekleri arasında PRP uygulamaları, fizik tedavi ve rehabilitasyon yöntemleri, egzersiz programmlarından biri ya da hepsi birlikte uygulanabilir. Özellikle son dönemlerde PRP yöntemi ile fibromiyalji hastalığında asıl sebep olan fibrozitleri (ağrılı kas düğümleri) yok etmek çok daha kolay. Fibromiyalji tedavisinde kişiye bağlı olarak değişebilecek bazı fizik tedavi seçenekleri şöyledir;
• Bölgesel Enjeksiyonlar,
• Ozon Tedavisi,
• Elektroterapi Uygulamaları (Tens, Ultrason Tedavisi, Enterfrensiyel Akımlar, Biofeedback, Hvgs),
• Sıcaklık Ajanları,
• Doku Masajı,
• Klasik Masaj,
• Germe Gevşeme Eğitimleri
• Prp (Trombositten Zengin Plazma),
• Nöralterapi,
• Proloterapi,
• Manipülasyon.
Fibromiyalji Egzersizleri
Fibromiyalji egzersizleri tedavi sürecinin en önemli kısımlarından biridir. Yorucu ve stresli bir iş günü sonrasında haftada en az 3 kez spor yapmaya vakit ayırmak gerekir. Özellikle uzun saatler masa başında çalışmak ve hareketsizlik, kasların gelişimini olumsuz yönde etkiler. Spor sayesinde kişinin hem kasları çalışmakta hem de kendini iyi hissetmektedir. Sadece ilaçla bu hastalığın tedavisinin mümkün olmadığı unutulmamalıdır.
Fibromiyalji tedavisinde amaç, ağrı ve yorgunluktan şikayet eden, fiziksel ve sosyal yaşamı etkilenmiş kişinin sıkıntılarına yönelik tedavi seçeneklerini hazırlamaktır. İlaç tedavisinde ağrı kesiciler ve kas gevşeticiler tercih edilir. Ancak ilaç tedavisine ek olarak hasta eğitimi de önemlidir. Uzun süreli oturma, ayakta durma, stres, uzun süre yazı yazma, ağırlık kaldırma, kolların gergin pozisyonda çalışmasının şikayetleri artıracağı unutulmamalıdır.
Fibromiyalji için yapılan egzersizler ile kondisyon artışı sağlanır, travmalar ve dışardan gelen zararlı uyaranlar azaltılır ve ağrı döngüsü kırılmış olur. Fibromiyalji hastalarının özellikle aerobik, duruş, germe, pilates, yoga ve yüzme egzersizleri yapmaları çok önemlidir. Bunun yanı sıra, sıcak tedaviler, elektrik simülasyonları, kaplıca ve masaj gibi fizik tedavi uygulamaları oldukça etkilidir. Fibromiyalji hastaları her ne kadar egzersiz yapmakta zorlansa da hafif şiddette başlayıp, hafif şekilde devam edildiğinde haya kalitesinde büyük artış gözlenir.
Fibromiyalji İlaçarının Kullanımı
Fibromiyaljide her hasta ayrı ayrı ele alınıp tedavisi yapılmalıdır. İlaç ile tedavi edilen fibromiyalide uzun süre ilaç kullanımı da zararlı olabilir. Fibromiyalji sendromunda antidepresan grubu ilaçlar da kullanılabilmektedir. Bu ilaçlar hem uykuyu düzenlemekte hem de kronik ağrılı durumlara iyi gelmektedir. Ancak bu ilaçları uzu süre kullanmak kişilerde bağımlılık yaratabilir. Bu da fibromiyaljinin tedavi edilmemesine neden olmaktadır. Psikiyatrik ilaçların ancak eşlik eden psikolojik bir rahatsızlık durumunda kullanılması tavsiye edilir. Fibromiyalji ağrıları için kullanılan ağrı kesicilerin kullanımında ise böbrek, mide ve tansiyon problemlerine dikkat edilmelidir.
Fibromiyaljiden korunmak için bunlara dikkat edin!
Fibromiyalji her ne kadar hayatı tehdit eden bir hastalık olmasa da hayat kalitesini son derece etkilediği için titizlikle takip edilmelidir. Tedavisi uzun sürebilen fibromiyalji bulgularında düzelme olana dek hekim kontrolü şarttır. Fibromiyaljiden korunmak için bunlara dikkat etmek gerekir;
• Düzenli olarak egzersiz yapmak çok önemlidir. Özellikle gevşeme egzersizleri, germe egzersizleri, kardiyovasküler kondüsyon egzersizleri, düşük yoğunlukta yürüyüş, yüzme ve bisiklete binme, su aerobiği gibi aktiviteler faydalıdır.
• Fibromiyalji tedavisi için kullanılan ilaçlar, ağrıyı azaltmak, uykuyu düzenlemek ve depresyonu tedavi etmeye yöneliktir. Antidepresanlar, ağrıı kesiciler, uyku düzenleyiciler ve kas gevşetici ilaçlar mutlaka doktor kontrolünde kullanılmadır.
• Uyumadan önce çay, kahve, alkol, kola gibi maddelerden uzak durmak gerekir.
• Fizik tedavi uygulamalarından sıcak uygulama, derin ısıtıcılar ve elektriksel stimülasyon, masaj ve kaplıca kürleri tavsiye edilir.
• Sıcak ve kuru hava fibromiyaljiye iyi gelebilir.

 

 

FİBRÖZ DİSPLAZİ

Fibröz displazi, kemikte fibröz doku gelişmesi ile oluşur. Fibröz dokunun kemik içinde gelişerek kemik dokunun yerini alır ve bunun sonucunda fibröz kemik zayıflar. Zayıf kemikte şekil bozukluğu ve kırıklar gelişir.
Fibröz displazi hangi kemikleri tutar?
Fibroz displazi, vücudun herhangi bir kemiğinde görülebilir. Sıklıkla tutulan kemikler: femur, tibia, pelvis (uyluk) kemikleri, kaburgalar, kafatası, humerusdur.
Fibröz displazi belirtileri nelerdir?
Ağrı, kemik deformiteleri nedeniyle yürüme güçlüğü sık görülen bulgulardır. Kemik kırıkları oluşabilir.
Fibröz displazide oluşan kemik deformiteleri nasıl bulgu verir?
Kemik deformiteleri displazinin tuttuğu kemiğe göre farklı bulgu verir. Uyluk kemiği tutulumu ile kemikte çoban asası, omurga tutulumu ile kişide skolyoz görülür. Yüz kemikleri tutulumunda görme bozukluğu ve işitme kaybı, eklem tutulumunda artrit görülür.
Fibröz displazi tanısı
Tanı için sıklıkla, direk radyografi, Bilgisayarlı Tomografi, MR tetkikleri yapılır. Bunun yanı sıra kemik sintigarafisi de gerekebilir. Tanı için iğne biyopsisi de yapılabilir.
Fibröz displazi tedavisi
Hastanın şikayeti, deformitesi yoksa ilk aşamada hastalık sadece takip edilir. Bulgu ve deformite gelişiminde osteoporozda kullanılan bifosfonat grubu ilaçlar kullanılarak kemik kaybı önlenmeye çalışılır. İleri olgularda cerrahi tedavi ile fibröz displazi lezyonu çıkarılır ve yerine kemik greftleri koyulur.

 

 

FİL HASTALIĞI (LENFÖDEM)

Tıp dilinde lenfödem olarak bilinen yaygın olmayan bir hastalık türü olan fil hastalığı nedir? Fil hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında merak ettiğiniz her şey burada…

Lenfödem, genellikle kollarda ve bacaklarda şişliğe neden olurken nadiren gövdede de şişliğe neden olabilir. Fil hastalığı bulaşıcı olmamakla birlikte genetik geçişli bir hastalık da değildir. Fil hastalığı (lenfödem) nedir? Fil hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi ile ilgili bilinmesi gereken tüm detayları burada bulabilirsiniz…
FİL HASTALIĞI (LENFÖDEM) NEDİR?
Fil hastalığı, lenf sıvısının miktarındaki artış sonucunda deri altında ve doku aralıklarında yayılarak birikir. Bu nedenle kollarda, bacaklarda veya gövdede şişlikler meydana gelir.
Lenfatik sistem, hüceler arasındaki sıvıyı süzerek kana karışmasını sağlar. Böylece hücreler arasındaki sıvı dengesinin korunmasına yardımcı olur. Lenf sıvısının taşınmasını lenf kanalları ve lenf düğümlerinin hasara uğraması veya doğuştan kusurlu olması durumunda lenf sıvısı vücutta birikir. Ancak biriken sıvı miktarı lenfatik sistemin taşıma kapasitesini aşarsa lenfödem adı verilen fil hastalığı ortaya çıkar.

FİL HASTALIĞININ NEDENLERİ
Bazı lenfödemlerin nedeni kesin olarak bilinmemekle birlikte edinilmiş lenfödem vakalarında cerrahi müdahalenin, radyasyonun, enfeksiyonun veya travmanın neden olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca meme kanseri gibi bazı kanser türlerinin tedavisinde lenf düğümlerinin alınması lenfödem riskini arttırır.
Lenf sistemindeki yapısal bozukluktan kaynaklanan fil hastalığının temelinde asalak solucanların üremek için bıraktıkları larvaların, sivrisineklerle taşınması sonucunda insanlara geçmesi yatar. Buna bağlı olarak lenf damarları tıkanır ve iltihaplanma meydana gelir. Bunun sonucunda ise kollarda veya bacaklarda şişlikler meydana gelir.
Fil hastalığının oluşumunda rol oynayan etkenlerden bir diğeri ise kanser dokusunun lenf yollarını tıkanmasının yanı sıra radyoterapi veya ameliyatta lenf yollarının hasar görmesidir. Lenf yollarının hasar görmesi sonucunda lenf sıvısı deri altında veya doku aralıklarında yayılma göstererek birikir ve şişliğe yol açar.
FİL HASTALIĞININ BELİRTİLERİ
Fil hastalığının en tipik belirtisi deride, deri altı dokularında ve lenf bezlerinde meydana gelen aşırı kalınlaşma ve büyümedir. Olası diğer belirtiler şunlardır:
– Kol veya bacakta dolgunluk hissi, deride gerginlik, el bileği veya ayak bileği ve parmakların hareketliliğinin azalması
– Giysi, bilezik, saat, yüzük, ayakkabı, çorap, gibi eşyaların dar gelmesi ve iz bırakması
– Ateş, titreme
– Genel sağlık durumunda bozulma, halsizlik
– İdrarda süt kıvamı, beyazlama
– Penisin deri gerisinde kalması, esnekliğini kaybetmesi, ağrıması, yanması
– Vajinanın kalça ile birleştiği yerde büyüme, şişme
– Bazı kadınlarda göğüste büyüme
– Dalak veya karaciğerde büyüme
Zamanla bu semptomlar, enfeksiyon ve nadiren de olsa kanser dahil olmak üzere başka sorunlara yol açabilir.

FİL HASTALIĞININ TEDAVİSİ
Lenf ödem için bilinen bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır. Tedavinin amacı ise, etkilenen bölgede oluşan şişliğin azaltılması ve hissedilen acının kontrol altına alınmasıdır. Fil hastalığının çeşitli tedavi türleri bulunur. Bunlar;
İlaç Tedavisi
Fil hastalığında insan vücudunda gelişebilen solucan ve kurtlara karşı etkili antelmintik ilaçlar kullanılır.
Egzersizler
Hastalıktan dolayı etkilenmiş uzvun hafif egzersizlerle hareket ettirilmesidir. Bu egzersizler, lenf sıvısının boşaltımını kolaylaştırabilir ve bireyin gündelik işlerinde yardımcı olabilir.
Pnömatik kompresyon
Bir diğer tedavi yöntemi ise, pnömatik kompresyon cihazlarının kullanımıdır. Bireyin ayak ve el parmaklarından yukarıya, gövdeye doğru bir basınç yapılması ile lenf sıvısı vücudun diğer yerlerine aktarılabilir.
Tam dekonjestif tedavi
Bu tedavi yöntemi, bazı yaşam tarzı değiştirici terapilerin kombinasyonunu içerir. Genel olarak, bu terapi yüksek kan basıncı, diyabet, felç, kalp yetmezliği, kan pıhtılaşması ya da akut enfeksiyonları olan insanlara tavsiye edilmez.
Eğer şiddetli lenf ödem vakası gözlemleniyorsa, doktor koldaki ya da bacaktaki şişliği azaltmak için dokunun cerrahi yöntem ile alınmasını düşünebilir.
Cerrahi Müdahale
Fil hastalığının neden olduğu geniş alana yayılmış büyük su toplanmaları ameliyatla yok edilebilir. Cerrahi operasyon, testisleri etkileyen fil hastalığı vakalarında da etkili bir yöntem olmaktadır.

 

 

FİSTÜL

Dünya Sağlık Örgütüne göre her yıl 50.000 ile 100.000 insanda görülen fistül nedir? Fistül nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında tüm detaylar burada…
FİSTÜL NEDİR?
Bir fistül, genellikle birbirine bağlı olmayan iki organı veya damarları bağlayan anormal bir bağlantı veya geçittir. Bağırsak ile deri arasında, vajina ile rektum ve diğer yerler arasında herhangi bir yerde gelişebilir. Bazı fistüller şunları içerir:
İdrar Yolu Fistülleri:
İdrar yolu organında anormal açıklıklar veya bir idrar yolu organı ile bir başka organ arasındaki anormal bağlantı.
– Vezikouterin fistül mesane ile uterus arasında oluşur.
– Vezovavajinal fistül, mesane ile vajina arasında bir deliğin geliştiği yerdir.
– Üreterovajinal fistül, üretra ve vajina arasındadır.
Anal Fistüller:
Anal kanalın ve epitelyal cildin epitelize yüzeyi arasındaki anormal bağlantı.
– Anal kanal ile anal açıklığın çevresindeki deri arasında anorektal fistül oluşur.
– Rektovajinal veya Anovaginal Fistül rektum veya anüs ve vajina arasında bir delik geliştiğinde ortaya çıkar.
– Kolovaginal Fistül, kolon ve vajina arasında oluşur.
Diğer fistüller ise:
– Enteroenteral Fistül, bağırsağın iki kısmı arasında oluşur.
– Enterocutaneous veya Colocutaneous Fistula, ince bağırsak ve deri veya kolon ve deri arasında sırasıyla oluşur.
Tedavi edilmemiş fistüller travmatik, zayıflatıcı olabilir ve vücudunuza ek zararlar verebilir. Sinir hasarı, enfeksiyon ve böbrek yetmezliği fistüller ile ilişkilidir.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), her yıl 50.000-100.000 yeni fistül vakası olduğunu tahmin ediyor. Afrika gibi yerlerde, obstetrik fistüller, obstetrik (doğum ve doğum sonrası) bakım eksikliğinden dolayı sıklıkla tekrar eden fistülllerdir.
Fistülleri önleme en iyi tedavidir. İyi bir beslenme alışkanlığının sürdürülmesi, sağlıklı dokuyu korumak ve fistülleri önlemek için mükemmel bir yoldur. Ek olarak, sigara içmekten kaçınmak, fistül iyileşmesini teşvik etmek için önemlidir.
FİSTÜL NEDENLERİ
– Çocuk doğurmak. Doğum yapmak vajinal dizimde yırtıklara neden olur. Bu yırtıklar rektum boyunca gittiğinde fistül oluşur.
– Fistüller, genellikle bir yaralanma veya ameliyatın sonucu oluşurlar.
– Divertikülit, cinsel yolla bulaşan hastalık ve tüberküloz gibi bazı hastalıklar ve enfeksiyonlar fistüllere neden olabilir.
– Kanser tedavisinin nadir bir yan etkisidir. Daha az yaygın olarak, kanser büyümesi nedeniyle gelişir.
– Crohn hastalığı
FİSTÜL BELİRTİLERİ
Fistülün türüne bağlı olarak, bazı belirtiler şu şekildedir:
– Vajinadan sürekli idrar kaçağı
– Dış kadın genital organlarında tahriş
– Sık idrar yolu enfeksiyonları (UTIs)
– Vajina içine gaz ve / veya dışkı sızması
– Vajinadan sıvı drenajı
– Mide bulantısı
– Kusma
– İshal
– Karın ağrısı
Bu belirtilerden bir veya daha fazlasına sahipseniz, derhal bir uzman doktora görünmelisiniz.
FİSTÜL TEDAVİSİ
Fistül tedavisi için hastalar jinekolog, ürojinekolog veya kolorektal cerrahlardan tavsiye alabilirler. Fistül teşhisini takiben, uzman doktor yeri, büyüklüğü ve durumuna bağlı olarak en iyi tedavi planına karar verecektir. Bazı fistül tedavilerinde sadece bir kateter ile semptomları kontrol altına almak yeterli olabilir. Daha ciddi fistül vakalarında ameliyat gerekebilir.
Kateterler:
Fistülleri boşaltmak için kullanılır. Kateterler genellikle enfeksiyonu kontrol altına almak için küçük fistüllerde kullanılır.
Fibrin yapıştırıcısı:
Fistülleri kapatmak için kullanılan özel bir tıbbi yapıştırıcı. Bu genellikle fistülü doldurmak için kullanılan bir kolajen matrisidir.
CERRAHİ TEDAVİ
Transabdominal cerrahi: Fistüle, karın duvarı insizyonu ile girilir.
Laparoskopik cerrahi: Bu, küçük bir insizyon ve fistülü onarmak için kamera ve küçük aletlerin kullanımını içeren minimal invaziv bir ameliyattır.
FARMASÖTİK TEDAVİ
Antibiyotikler veya başka ilaçlar da fistül ile ilişkili herhangi bir enfeksiyonu tedavi etmek için kullanılabilir. Ancak, günümüzde fistüllerin ortadan kaldırılması için farmasötik (her türlü tıbbi ilaç) bir çözüm yoktur.
Cerrahi operasyonları gözünüzde büyütmeyin
Günümüzde cerrahinin amaçlarından biri hastanın kesisini küçültmektir. Klasik cerrahi yöntemler büyük kesilerle yapıldığı için hastalara ameliyat sonrası ağrılı bir dönem yaşatmaktadır.

 

 

 

FITIK

Fıtık, karın kaslarının iç tabakalarının zayıflaması veya yırtılması sonucu gelişen şişliklerdir. Karnı çevreleyen zarın, zayıflamış karın duvarından dışarı itilmesi nedeniyle oluşan keseleşmelerdir. Bu durum bağırsakların ve karın içi dokuların oluşan kese içerisinde yer almasına neden olur. Aşırı yük kaldırma, akciğer hastalıkları vb. hastalıklarda uzun süre devam eden öksürük, şiddetli kabızlık nedeniyle süregelen ıkınma gibi nedenlerle kas zarları zayıflayıp fıtık oluşabilir. Fıtık ağrı yapabilir ve boğulma, ya da içindeki bağırsak bölümünün çürümesi (kangreni) gibi nedenlerle, acil ameliyat gerektiren ciddi sorunlarda yaratabilir. Kadınlarda, erkeklerde ve çocuklarda gelişebilir. Fıtık doğuştan olabilir veya sonradan gelişebilir. Zamanla gerilemez veya kendiliğinden yok olmaz.
Vücudun en sık fıtık rastlanılan bölgeleri hangileridir?
Kasık kanalı, uyluk kanalı, göbek bölgesi, ameliyat kesileri Genel Cerrahi alanını ilgilendiren ve en sık olarak rastlanılan fıtık türleridir. Genel Cerrahi alanının dışında, bel veya boyun fıtıkları da görülmektedir.
Fıtık nasıl anlaşılabilir?
Fıtıklaşmaları en sık gördüğümüz alanlar kasık, göbek ve daha önceki ameliyatın yapıldığı kesi yerleridir. Fıtığın fark edilmesi genellikle zor değildir. Deri altında dikkat çeken bir şişlik oluşur. Ağır yükler kaldırmakla, uzun dönem öksürmekle, ıkınmakla ve uzun süre oturmak veya ayakta kalmakla ağrı hissedilir. Ağrı aniden başlayan ve keskin olabileceği gibi gün içerisinde giderek artan ve yeri hasta tarafından net olarak tanımlanamayan şekilde de olabilir. Fıtık bölgesinde sürekli ve şiddetli ağrının eşlik ettiği bir duyarlılık veya kızarıklık, fıtık içeriğinin boğulduğunun veya yaşayabilirliğini kaybettiğinin habercisi olabilir. Bu bulguların varlığı mümkün olan en kısa zamanda doktora başvurma zorunluluğu anlamına gelir.
Tedavi seçenekleri nelerdir?
Fıtık tedavisinde cerrahi teknik olarak çok fazla seçenek ileri sürülmüş, ancak yıllar içerisinde teknikler evrensel olarak standartlaşma yoluna gitmiştir. Fıtık bağlarının, ilaçların veya alternatif tıp yöntemlerinin anlamlı olmadığı ve tek etkin tedavinin ameliyat ile onarım olduğu kabul edilmektedir. Günümüzde fıtık ameliyatları başlıca iki yöntemle yapılmaktadır. İlki fıtığın olduğu kasık bölgesinde dışarıdan yapılan bir kesi ile gerçekleştirilen açık veya geleneksel olarak adlandırabileceğimiz yöntem ve ikincisi ise laparoskopik fıtık onarımıdır.
Açık fıtık onarımı nasıl yapılır?
Dışarıdan yapılan kesi yardımıyla cerrah, deri ve derialtını geçerek fıtıklaşmanın olduğu düzeye ulaşır. Fıtığa gerekli girişim yapıldıktan sonra sadece delik alanına veya bölgeye cerrahi yama konularak tamir tamamlanır. Bu yöntemin lokal (bölgesel) anesteziyle yapılabilmesi ve görece olarak daha ucuza mal olabilmesi gibi avantajları vardır. Ancak laparoskopik onarımla karşılaştırıldığında ameliyat sonrası daha fazla ağrı oluşturması ve iyileşme sürecinin daha uzun olması gibi dezavantajları vardır.
Erişkin yaş grubunda ki tüm hastalarda yama kullanılması uygun mu?
Cerrahi yama kullanılmadan sadece dikişle gerçekleştirilen onarımlar artık terk edilmektedir. Yama kullanımının standart hale gelmesi eğiliminde hem sonuçların daha başarılı olmasının hem de yamaların uzun dönemde hastalarda ret veya enfeksiyon gibi eskiden sık rastlanılan sorunları çok ender olarak yarattığının belirlenmesinin rolü vardır. Sık kullanım nedeniyle de yama teknolojisinde son yıllarda ciddi gelişmeler elde edilmiştir. Hala sık olarak kullanılan düz emilmeyen sentetik yamaların yanı sıra, bir kısmı zamanla emilebilen ve sonunda hastada daha az yabancı cisim kalmasını sağlayan yamalar ve önceden şekillendirilmiş yamalar da kullanılmaya başlanmıştır. Laparoskopik onarımda kullanılan, önceden şekillendirilmiş ve üç boyutlu tasarlanmış yamalar cerrahi uygulamaların daha hızlı ve rahat olmasını sağlamıştır.
Laparoskopik fıtık onarımı nasıl yapılmaktadır?
Laparoskopik fıtık onarımı, üç adet küçük kesi, laparoskopi teknolojisi ve yamanın kullanıldığı yeni bir yöntemdir. Bu yöntemde içi boş bir boruya benzetebileceğimiz kanülün içinden yerleştirilen ve özel bir kameraya bağlanmış olan teleskop, cerrahın fıtık ve çevre dokuları bir monitörden görebilmesini sağlamaktadır. Cerrahın içeride çalışabilmesini sağlamak için iki adet daha kanül yerleştirilmektedir. Fıtık, karın duvarı arkasından onarılmakta ve böylelikle yama karın içindeki bağırsaklar ile temas etmemekte ve buda ileride gelişebilecek yapışıklık ve buna bağlı bağırsak düğümlenmesi risklerini ortadan kaldırmaktadır. Fıtıklaşan alana cerrahi yama konulmakta ve özel küçük vidalar yardımıyla da yama tespit edilmektedir. Birçok merkez için maliyetin daha yüksek olması ve yöntemin genel anesteziyle yapılma zorunluluğu yöntemin dezavantajları gibi görülmektedir. Buna karşın daha az ağrı ve daha hızlı iyileşme ve işe erken geri dönebilme (3-4 gün) gibi avantajları nedeniyle hem cerrahlar hem de hastalar tarafından giderek artan oranda yeğlenmektedir. Şu an kuzey Amerika ve kuzey Avrupa ülkelerinde her dört fıtıktan birinin laparoskopik olarak tedavi edildiği bilinmekte ve yakında laparoskopik fıtık onarımlarının aynı sayıda yapılacağı öngörülmektedir. Ülkemizde ise bu konuda deneyimi olan cerrahlar tarafından giderek artan sıklıkta uygulanmaktadır.
Laparoskopik fıtık onarımı herkese yapılabilir mi?
Daha önce yapılmış olan karın ameliyatları ve bazı yandaş hastalıklar laparoskopik yöntemin öncelikli olarak düşünülmemesine neden olabilir. Daha sonra cerrahın ve hastanın bu ameliyata yönelik beklentilerini tartışıp, yönteme birlikte karar vermeleri en akılcı yol olacaktır.
Ne gibi hazırlıklar gereklidir?
Hastanın yaşına ve tıbbi durumuna göre ameliyat öncesi yapılması gereken değerlendirmeler farklılık gösterir. Hangi tetkiklerin ve konsültasyonların yapılacağı ameliyat öncesindeki görüşmede belirlenir. Ayrıca hastanın kullanmakta olduğu ilaçların gözden geçirilmesi de ani sürprizlerini önleyebilir. Örneğin son güne kadar kullanılan bazı kan sulandırıcı ilaçlar kanama riskini arttırabilir. Özellikle genel anestezi alacak hastalarda hastanın ameliyattan önceki son altı saatte tam açlık gereklidir. Laparoskopik fıtık onarımı ameliyatında yeğlenen anestezi şekli genel anestezi olmakla birlikte bu ameliyatın uygun koşullarda lokal anesteziyle de yapılması mümkündür.
Eğer ameliyat laparoskopik yöntem ile tamamlanamaz ise ne olur?
Laparoskopik olarak gerçekleştirilen ameliyatların hepsinde, düşük bir oranda, açık cerrahiye değişme olasılığı vardır. Laparoskopik fıtık onarımında bu riski artıran nedenler şişmanlık, yoğun yapışıklıklara neden olan geçirilmiş karın ameliyatları ve ameliyat sırasında ortaya çıkan kanamalardır. Açığa dönme kararını verme sürecinde ki temel nokta hasta güvenliğidir.
Fıtıklarda laparoskopik yöntemin üstünlükleri nelerdir?
1. Çift taraflı kasık fıtıklarında üç adet küçük delikten her iki tarafın fıtıklarının da onarılabilmesi ve hatta bazı özel durumlarda aynı deliklerden göbek fıtığının da onarılabilmesi (üç fıtığın aynı anda üç delikten onarılabilmesi üstünlüğü)
2. Nüks fıtıklarda yapılması avantajlıdır.
3. Daha az ağrılı olması
4. Hastanın işine daha erken dönebilmesi
Ameliyat sonrası dönem nasıldır?
Fıtık ameliyatlarının çoğunda hasta ameliyat gecesi hastanede kaldıktan sonra ertesi gün taburcu olabilmektedir. Hastanın gecelemeden, aynı gün taburcu edilmesi giderek artan sıklıkta yeğlenmeye başlamıştır. Hastaların ameliyat sonrası dönemlerinde ağrı pek sorun olmamaktadır. Laparoskopik fıtık onarımı sonrası etkin ağrı kontrolünün sağlanması ve hareketlenmenin cesaretlendirilmesiyle günlük aktiviteye çok erken geri dönülebilmektedir. Hastalar artık 24 saat içerisinde banyo dahil tüm hijyenik gereksinmelerini kendi başlarına halledebilir, 2-3 gün içerisinde günlük işlerini yapar ve 5-7 gün içerisinde aktif iş yaşantısına döner hatta araba kullanır noktaya gelirler.
Laparoskopik fıtık onarımının komplikasyonları nelerdir?
Cerrahide her ameliyatın kendine has bir komplikasyon listesi ve bu komplikasyonların görülme oranı vardır. Laparoskopik fıtık onarımında çok daha az görülen kanama ve infeksiyon ise yaklaşık olarak tüm ameliyatlarda görülebilecek komplikasyonlarındandır. Damarların, sinirlerin, sperm kanalının, mesanenin ve bağırsakların yaralanması nadir de olsa bildirilen komplikasyonlarıdır. Ameliyat sonrası ilk idrarın yapılmasında da sıkıntı olabilir. Onarılmış olan fıtık nüks edebilir, bu oran hem açık cerrahide hem de laparoskopik cerrahide %1’in altında olmakla birlikte ameliyat öncesi bu olasılığın hasta tarafından bilinmesi uygundur.
Kaynak : Prof.Dr. Korhan Taviloğlu www.taviloglu.com

 

 

 

FRENGİ (SİFİLİZ)

Frengi (Sifiliz), spiroket bakterisi Treponema pallidum pallidum alttürünün sebep olduğu cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyondur. Bulaşmanın başlıca rotası cinsel temastır; aynı zamanda anneden cenine, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir, bu doğuştan gelen frengi ile sonuçlanır. Treponema pallidum ile alakalı olarak insanlarda görülen diğer hastalıklar arasında veremdutu (pertenue alttürü), pinta(carateum alttürü) ve endemik frengi (endemicum alttürü) bulunmaktadır.
Frenginin bulgu ve belirtileri, ortaya koyduğu dört aşamaya göre değişkenlik gösterir (birincil, ikincil, latent ve üçüncül). Hastalığın ilk aşamasında klasik olarak şankr/çıban (sert, ağrısız, kaşıntısız bir deri ülseri) ortaya çıkar, ikincil frengide, çoğu zaman avuç içleri ve ayak tabanlarında yayılmış döküntü görülür, latent frengi az belirti gösterir ya da hiç göstermez, üçüncül frengi ise frengi kabarcıkları, nörolojik veya kardiyolojik belirtiler sergiler. Fakat, bu hastalık, sıklıkla görülen atipik görüntüler ortaya koyduğu için “büyük kopyacı” da olarak bilinmektedir. Teşhis genellikle kan testleri yoluyla konulur; ancak bakteriler mikroskop altında da görülebilir. Frengi, antibiyotikler ile etkili bir şekilde tedavi edilebilir, özellikle kas içi penisilin G (nörosifiliz için damar içi olarak verilen) tercih edilir, yoksa seftriakson kullanılır, penisiline karşı şiddetli alerjisi olanlarda ise oral doksisiklin ya da azitromisin uygulanır.
Frenginin 1999 yılında dünya çapında 12 milyon insana bulaştığına inanılmaktadır ve vakaların %90’dan fazlası gelişmekte olan ülkelerde görülmüştür. 1940’larda penisilinin yaygın bir şekilde bulunması sayesinde çarpıcı biçimde azalan hastalık oranları, milenyumun başında insan bağışıklık eksikliği virüsü (HIV) ile kombinasyon halinde birçok ülkede artmıştır. Bu artış, erkeklerle veya kadınlarla seks yapan erkekler, kadınlarla veya erkeklerle seks yapan kadınlar arasındaki korunmasız cinsel uygulamalar, artan rastgele cinsel ilişkide bulunma, fuhuş ve bariyer yöntemleriyle korunmanın azalması ile ilişkilendirilir.
Belirtiler ve semptomlar
Frengi, dört farklı aşamadan birinde kendini gösterebilir: birincil, ikincil, latent ve üçüncül, dahası ırsi de olabilir. Frengi, kendini farklı görüntülerle ortaya koyduğu için Sir William Osler tarafından “büyük kopyacı” olarak adlandırılmıştır.
Birincil
Birincil frengi genellikle başka bir kişinin bulaşıcı lezyonları ile cinsel temas yoluyla bulaşır..[7] İlk maruziyetten yaklaşık olarak 3 ila 90 gün sonra (ortalama 21 gün), temas noktasında şankr/çıban adlı bir deri lezyonu ortaya çıkar. Bu, klasik olarak (%40 oranda), sağlam tabanlı ve 0,3 ila 3,0 cm boyutlarında keskin sınırları olan tek, katı, ağrısız ve kaşıntısız bir deri ülseridir. Ancak lezyon hemen hemen her şekli alabilir.Tipik şeklinde, makülden papüle evrim geçirir ve nihayetinde aşınma ya da ülsere dönüşür.  Zaman zaman, birden fazla lezyon olabilir (~%40), birden fazla lezyon, HIV ile birlikte bulaştığında daha yaygın olur. Lezyonlar ağrılı ya da hassas olabilir (%30), ve genital organların dışında meydana gelebilir (%2–7). En yaygın görülen yer kadınlarda rahim boynu (%44), heteroseksüel erkeklerde penis (%99) ve nispeten yaygın olarak erkeklerle seks yapan erkeklerde anal yolla ve rektaldir(%34). Enfekte olan alanın etrafında sıklıkla Lenf bezi büyümesi görülür (%80), ve şankr oluşumundan 7 ila 10 gün sonra meydana gelir. lezyon tedavi edilmeden üç ila 6 hafta kadar sürebilir.
İkincil
İkincil frengi, ilk bulaşmadan yaklaşık olarak dört ila on hafta sonra oluşur. İkincil hastalığın birçok farklı şekilde kendini gösterdiği bilinirken, en yaygın belirtileri arasında deri,muköz membranlar ve lenf düğümleri bulunmaktadır. Gövdede, el ve ayaklarda, avuç içi ve ayak tabanları da dahil olmak üzere, simetrik, kırmızımsı pembe ve kaşıntısız döküntü olabilir. Döküntü, makülopapüler ya da pustularhale gelebilir. Mukoza zarında kondilom latum olarak bilinen düz, geniş, beyazımsı, siğil benzeri lezyonlar oluşturabilir. Bütün bu lezyonlar bakteri barındırır ve bulaşıcıdır. Diğer semptomlar arasında ateş, boğaz ağrısı, halsizlik, kilo kaybı, saç kaybı ve baş ağrısı yer alır. Hepatit, böbrek hastalığı, eklem iltihabı, periostit, optik nörit, üveit ve interstisyel keratit nadir görülen belirtiler arasındadır. Akut semptomlar genellikle üç ila altı hafta sonra ortadan kalkar; ancak, insanların %25’inde ikincil belirtiler tekrar görülebilir. İkincil frengisi olan birçok kişide (kadınların %40-85’i, erkeklerin %20-65’i) daha önce tipik birincil frengi şankrı rapor edilmemiştir.[9]
Latent
Latent frengi, hastalık belirtileri olmadan serolojik enfeksiyon bulgusu olarak tanımlanır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nde, erken (ikincil frengiden sonra 1 yıldan az) ya da geç (ikincil frengiden sonra 1 yıldan fazla) olarak tanımlanmıştır.[11]Birleşik Krallık, erken ve geç latent frengi için iki yıllık bir geçirim kullanır.Erken latent frengide semptomlar nüksedebilir. Geç latent frengi semptomsuzdur ve erken latent frengi kadar bulaşıcı değildir.
Üçüncül
Üçüncül frengi, ilk bulaşmadan sonra yaklaşık 3 ila 15 yıl sonra oluşur ve üç farklı şekilde sınıflandırılabilir: frengi kabarcığına benzeyen frengi (%15), geç nörosifiliz(%6,5) ve kardiyovasküler frengi (%10). Tedavi olmadan, enfekte kişilerin üçte birinde üçüncül hastalık gelişir. Üçüncül frengili kişilerin hastalığı bulaşıcı değildir.
Frengi kabarcığına benzeyen frengi ya da geç iyi huylu frengi genellikle ilk bulaşmadan 1 ila 46 yıl sonra, ortalama 15 yılda, oluşur. Bu aşama, kronik frengi kabarcıklarının oluşmasıyla ayırt edilir, bu kabarcıklar yumuşak, boyutları değişkenlik gösteren, tümöre benzer iltihaplı toplardır. Bunlar en sık olarak deri, kemik ve karaciğeri etkiler ancak her yerde oluşabilir.
Nörosifiliz, merkezi sinir sistemini içeren bir enfeksiyona işaret eder. Bu, semptomsuz ya da frengili menenjit formunda erken veya meningovasküler sifiliz, genel felç ya da bacak ve ayaklarda zayıf denge ve yıldırım ağrılarla ilişkilendirilen omurilik zafiyeti formunda geç oluşabilir.Geç nörosifiliz, ilk bulaşmadan sonra genellikle 4 ila 25 yıl sonra oluşur.Kent08 –> Meningovasküler sifiliz, hissizlik ve felç, bunama ile genel felç ve omurililk zafiyeti olarak kendini gösterir.[4] Ayrıca, kişi yakındaki nesnelere odaklandığında kısılan ancak parlak ışığa maruz kaldığından kısılmayan iki yönlü küçük göz bebekleri Argyll Robertson göz bebekleri görülebilir.
Kardiyovasküler firengi genellikle ilk bulaşmadan 10-30 yıl sonra ortaya çıkar. En yaygın komplikasyon, anevrizma oluşumuyla sonuçlanabilen frengili aortittir.
Konjenital
Konjenital firengi hamilelik ya da doğum sırasında ortaya çıkabilir. Frengili bebeklerin üçte ikisi semptom göstermeden dünyaya gelir. Yaşamın ilk birkaç yılında gelişen yaygın semptomlar şunlardır: hepatosplenomegali (%70), döküntü (%70), ateş (%40), nörosifiliz (%20) ve akciğer iltihabı (%20).Tedavi edilmezse, %40’ında geç konjenital firengi oluşabilir, semptomları şunlardır: semer burun bozulması, Higoumenakis belirtisi, kılıç kaval kemiği ya da Clutton eklemleri.
Sebep
Bakteriler
Treponema pallidum alttürü pallidum spiral şekilli, Gram-negatif, son derece hareketli bir bakteridir. İnsanlarda görülen diğer üç hastalığın sebebi ilgili Treponema pallidumdir, bunlar verem dutu (alttür pertenue), pinta (alttür carateum) ve endemik firengiten oluşmaktadır (alttür endemicum). Alt tür pallidumun tersine, sinir hastalığına sebep olmazlar. İnsanlar, pallidum alttürünün bilinen tek doğal konağıdır. Bu alt tür, konakçı olmadan ancak birkaç gün yaşayabilir. Bunun sebebi, küçük genomunun (1.14 MDa), makro besinlerinin çoğunu yapması için gerekli olan metabolik yolağını kodlayamamasıdır.30 saatten daha fazla bir iki katına çıkma süresi vardır.
Bulaşma
Frengi, öncelikle cinsel temas yoluyla ya da hamilelik sırasında anneden ceninegeçerek bulaşır; spiroket, sağlam müköz membranlardan veya riskli deriden geçebilir. Bu yüzden, lezyona yakın bir yerin öpülmesi ile bulaşabilir, aynı zamanda oral, vajinal ve anal seksle de geçebilir. Birinci ya da ikincil frengiye maruz kalan kişilerin %30’u ila %60’ına hastalık geçecektir. Bulaşıcılığı, yalnızca 57 organizmayla aşılanmış bir bireye bulaşma şansının %50 olmasıyla örneklendirilebilir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki yeni vakaların çoğu (%60), erkeklerle cinsel ilişkiye giren erkeklerde görülmektedir. Kan ürünleri yoluyla bulaşabilir. Ancak, pek çok ülkede test edilir ve bu sebeple bu risk düşüktür. İğne paylaşımından bulaşma riskinin sınırlı olduğu görülmektedir. Frengi klozet, günlük aktiviteler, jakuzi ya da yemek kabı veya giysilerin paylaşılması ile bulaşmaz.
Tanı
Frengiye, kendisini ilk gösterdiği anlarda klinik olarak teşhis koymak zordur. Kan tahlili ya da mikroskopi kullanılarak doğrudan gözle muayene yoluyla teyit edilir. Daha kolay uygulandıkları için kan testleri daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak tanısal testler, hastalığın aşamalarını ayırt edememektedir.
Kan tahlilleri
Kan tahlilleri treponemal olmayan ve treponemal testler olmak üzere ikiye ayrılır. İlk olarak treponemal olmayan testler uygulanır, bunlar zührevi hastalık araştırma laboratuvarı (VDRL) ve rapid plasma reagin testlerini içerir. Ancak, bu testler zaman zaman yanlış pozitifler olduğu için, treponemal palidum partikül aglütinasyonu(TPHA) ya da floresan treponemal antikor absorbsiyon testi (FTA-Abs) gibi bir testle teyit edilmesi gerekir. Treponemal olmayan testlerdeki yanlış pozitifler suçiçeği ve kızamık gibi viral enfeksiyonların yanı sıra, lenfom, tüberküloz, sıtma, endokardit, bağ dokusu hastalığı ile hamilelikte de oluşabilir. Treponemal antikor testleri genellikle ilk bulaşmadan iki ila beş hafta sonra pozitif hale gelir.Nörosifiliz, bilinen bir frengi enfeksiyonu ortamında, çok sayıda lökosit (baskın olarak lenfosit) ve omurilik sıvısında yüksek protein seviyeleri bulunarak teşhis edilebilir.
Doğrudan test
Bir şankrdan serum Karanlık zemin mikroskopisi, çabuk tanı koymak için kullanılabilir. Pri2008 –> Ancak, hastanelerde her zaman ekipman ya da tecrübeli personel bulunmayabilir, tahlilse numuneye erişimden sonra 10 dakika içinde yapılmalıdır. Duyarlılıkın yaklaşık %80 olduğu bildirilmiştir, bu yüzden bir tanıyı elemek için değil yalnızca teyit etmek için kullanılabilir. Pri2008 –> Diğer iki test, şankrdan alınan bir numuneyle uygulanabilir: direkt floresan antikor tahlili ve nükleik asit amplifikasyonu tahlilleri. Direkt floresan testi, belirli sifiliz proteinlerini içine alan floresin ile etiketlenmiş antikorları kullanırken nükleik asit amplifikasyonu, belirli sifiliz genlerini saptamak için polimeraz zincir reaksiyonu gibi teknikleri kullanmaktadır. Bu tahliller, teşhis koymak için canlı bakterilere ihtiyaç duymadıklarından zaman duyarlı değildir.

 

 

GANGLİON (EL BİLEK KİSTLERİ)

Elde ve el bileğinde gelişen yaygın kitlelerdir. Kistler genellikle el bileği sırtında, ön yüzünde, parmak tabanında ve parmak eklemleri üzerinde görülür.

Ganglion kistleri genellikle tendon kılıfından veya eklemlerin yanından çıkar. Spesifik bir nedeni yoktur. Özellikle ilk görüldüğünde ve elin sürekli ve ağır işlerde kullanıldığı durumlarda ağrılı olabilir. Büyüklüğü zamanla değişebilir ve tamamen kaybolabilir. Bu kistler kötü huylu değildir.

El bilek kistleri (Ganglion) tanısı nasıl konulur?

Ganglion kistinin tanısı genellikle görüldüğü yer ve şekle dayanır. El cerrahınız ilişkili problemleri dışlamak için görüntüleme (röntgen-MR..) önerebilir.

El bilek kistleri (Ganglion) tedavi yöntemleri nelerdir?

Ganglion kistlerinin ilk tedavisi basit izlem olabilir. Ancak kist ağrılı ise, aktivite ile şikayetler artıyorsa, hasta için kabul edilebilir değilse diğer tedavi seçenekleri önerilebilir. Tedavi kist içerisinden sıvı çekmek (tekrarlama olasılığı fazladır) veya el bileğini hareketsiz tutmak için splint kullanmak olabilir. Cerrahi olmayan tedaviler başarısız ise el cerrahınız tarafından kistin cerrahi olarak çıkarılması önerilebilir.

Tedavide amaç kistin kaynağını çıkarmaktır. Bu tendon kılıfının ya da kist ile ilişkili eklem kapsülünün bir kısmının çıkarılmasını da gerektirebilir. Ganglion el bileğinden çıkarılırsa cerrahi takibinde el bileği splintleri-atelleri önerilebilir. Bazı hastalar cerrahi bölgesinde diğer hastalara göre daha uzun süren gerginlik, huzursuzluk ve şişlik hissedebilir. Tedavide en yüksek başarı cerrahi olarak bu kistlerin çıkarılması iken bu kistler tekrarlayabilir.

 

 

 

GASTRİT

Hastaların genel olarak midede ekşime, yanma ve ağrı şikayetleri ile tarif ettikleri gastrit, mide iltihabı ile eş anlamlı kullanılan bir terimdir. Gastrit, midenin en iç tabakasında teşkil eden mide mukozasının iltihabi bir reaksiyonudur. Mide mukozasında çok zaman bölgesel veya yaygın bir kızarıklık şeklinde görülür. Çok sık rastlanılan gastritin kadın ve erkeklerde görülme oranı hemen hemen eşittir.
Nedenleri nelerdir ?
Çok çeşitli nedenler sonucu ortaya çıkan gastrit, beslenme alışkanlıkları da dahil olmak üzere alkol, sigara, çeşitli ilaçlar, vs.. etkenlerle ortaya çıktığı gibi Helicobakter Pylori adı verilen bakteri ve stres sonucu da ortaya çıkmaktadır. Alkol ve kötü beslenme alışkanlıkları direkt olarak mide mukozasını tahriş ederek gastrite neden olabilir. Stres ve nikotin de mide siniri olan Vagus’un uyarılması sonucu fazla asit salgılanmasıyla gastrite neden olur. Son yıllarda ise gastrit ve mide ülserinin nedeni olduğu iddia edilen Helicobakter Pylori adı verilen bir bakteri tesbit edilmiştir. Gastrit şikayeti olan hastaların % 60’ında bu bakteri tespit edilmiştir.

Gastrit tedavi edilebilir bir rahatsızlıktır. Teşhisinde mide röntgeninin pratik bir değeri yoktur. Gastroskopi ile kesin teşhis konur.

 

 

 

GAZ SIKIŞMASI
Gaz sıkışması belirtisi genellikle gaz geçişi, karın şişkinliği, ağrı ve geğirme ile birlikte ortaya çıkan bir belirtidir. Gazın çıkarılması çoğu zaman rahatsız edici bir kokunun yayılmasına da neden olmaktadır.
Gaz sıkışması nasıl anlaşılır? Gaz sıkışması belirtileri şunları içerebilmektedir:

Gaz
Gün içinde gaz sıkışması yaşamak oldukça normaldir. Mide-bağırsak sisteminde belirli miktarda gaz bulunmaktadır. Bu gaz günün herhangi bir zamanında vücuttan çıkabilmektedir. Ortalama bir insanın gün içinde yaklaşık olarak 10 kez gaz çıkardığı tahmin edilmektedir. Bunun 20-25 katı kadarı da normal karşılanmaktadır. Diğer yandan, bu ortalamadan daha fazla gaz yaşamak normalin dışında olabilmektedir.

Geğirmek
Yemek sırasında ya da yemekten sonra kişinin geğirmesi oldukça normaldir. Bunun nedeni, midenin dolu olduğunda gaz üretmesidir. Diğer yandan, kişi çok fazla geğiriyorsa, midede serbestçe dolaşabilen hava yutmuş olabilir. Bazı insanlar geğirme hissini rahatlamak için hava yutmaktadır. Bunun geğirmeye yardımcı olacağını düşünülmektedir, ancak durumu daha da can sıkıcı bir hale getirebilmektedir.
Çok fazla geğirmek, peptik ülser hastalığı, gastroözofageal reflü hastalığı (GÖRH) veya gastroparezi gibi daha ciddi bir mide-bağırsak hastalığının bir belirtisi olabilmektedir.
Abdominal Şişkinlik (Karın Şişkinliği)
Gaz sıkışması olduğu zaman bunun abdominal şişkinliğe neden olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte, gaz sıkışması nedeniyle abdominal şişkinlik yaşayan kişilerdeki gaz oranı da normal karşılanmaktadır. Gaz miktarı kişiden kişiye göre farklılık gösterebilmektedir.
Yağlı gıdaları içeren bir diyetle beslenmek, midenin normalden daha geç boşalmasına yol açabilmektedir. Bu da, şişkinliğe ve rahatsızlığa neden olmaktadır. Bu her zaman çok fazla yağ olduğu anlamına gelmemektedir.
Abdominal operasyon geçirmiş olan kişiler, gaz sıkışmasına daha yatkın olduğu için abdominal şişkinliği daha sık hissedebilmektedir.
Gaz Sancısı
Bazı insanlar gaz sıkışması nedeniyle ağrı yaşamaktadır. Bu ağrı kolonun sol tarafında ortaya çıktığı zaman, kalp hastalıklarıyla karıştırılması söz konusu olabilmektedir. Gaz sancısı nedeniyle gelişen ağrı, kolonun sağ tarafında hissediliyorsa, safra taşları ya da apandisit ağrısı gibi davranabilmektedir.
Doktora Başvurulması Gereken Gaz Sıkışması Belirtileri
Gaz sıkışması genellikle ciddi bir durum değildir ve bazı yöntemlerle kontrol altına alınabilmektedir. Diğer yandan, sürekli olarak devam etmesi ya da kişinin hayatını olumsuz yönde etkilemesi durumunda, altta yatan nedenin teşhisi için bir doktora başvurulabilmektedir.
Doktora başvurulması gereken bazı belirtileri şunlardır:
• Israrla devam eden karın ağrısı ve şişkinlik
• Tekrarlayan ishal veya kabızlık atakları
• Açıklanamayan kilo kaybı
• Bağırsak inkontinansı
• Dışkıda kan görme
Yukarıda sıralanmış olan belirtilere ek olarak, yüksek ateş, kusma, titreme, eklem ve kas ağrısı gibi enfeksiyon belirtilerinin yaşanıp yaşanmadığına da dikkat edilmelidir.
Gaz Sıkışması Nedir?
Kişi yemek yediğinde, içecek içtiğinde hatta yutkunduğunda bile küçük miktarlarda hava da yutmaktadır. Bu hava sonrasında bağırsaklarda birikmektedir. Sindirim sistemin oluşan gaz esasında nitrojen ve oksijenden oluşmaktadır.
Gıdaların sindirilme işleminde hidrojen, metan ve karbondioksit şeklinde gaz oluşmaktadır. Oluşan bu gaz biriktikçe ağzından ya da anal geçitten çıkmaktadır.
Gaz sıkışması ise, sindirim sistemindeki gazın birikmesi nedeniyle karın rahatsızlığı yaratmasıdır. Gaz sıkışması yaşayan pek çok insan beraberinde karın şişkinliği de yaşamaktadır.

Gaz Sıkışması Nedenleri
Gaz sıkışması neden olur? Gaz sıkışması normal sindirim sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkabilmektedir. Bununla birlikte, sindirimi etkileyen diğer faktörlerden de kaynaklanabilmektedir. Genel olarak, gaz yapan gıdaların sık tüketilmesi, sindirimi zor olan gıdaların sık tüketilmesi ve sık hava yutma gibi basit nedenlerden kaynaklanmaktadır.
Gaz sıkışmasına yol açabilecek diğer sindirim sistemi rahatsızlıkları ise şunlar olabilmektedir:
• Kabızlık
• İrritabl bağırsak sendromu
• Çölyak hastalığı
• Laktoz intoleransı
• Gastroenterit (mide gribi)
• Malabsorpsiyon
Gaz Sıkışması Tedavisi
Gaz sıkışması nasıl geçer? Gaz sıkışması genellikle, diyet ve yaşam tarzı değişiklikleriyle tedavi edilebilmektedir.
Diyet Değişiklikleri
• Günlük olarak yiyecek ve içecek günlüğü tutmak, neyin gaz sıkışmasına neden olduğunu tespit edip o yiyeceklerden kaçınmak
• Süt ürünlerinde kısıtlamalar yapmak, yoğurt gibi laktozu düşük ürünleri tercih etmek
• Kızarmış yiyecekler ve gazlı içeceklerden kaçınmak
• Yüksek lifli gıdaların tüketimini geçici olarak azaltmak
Yaşam Tarzı Değişiklikleri
• Daha küçük porsiyonlarla yemek
• Yiyecekleri yavaş yemek ve iyice çiğnemek
• Sakız çiğnemekten, sert şekerlemeleri emmekten ve pipetle içecek içmekten kaçınmak
• Ağız protezlerinin tam ve sağlam oturtulması
• Sigarayı bırakmak
• Düzenli egzersiz yapmak
Gaz Sıkışması İçin Hangi Doktora Gidilir?
Gaz sıkışması tanısı ve tedavisi için gastroenteroloji bölümüne başvurulmaktadır.

 

 

 

GEBE KALAMAMA (İNFERTİLİTE)

Fertil olan, yani gebelik oluşturma potansiyeli olan bir çiftin korunmasız bir siklusta yeterli sayıda ilişkide bulunması durumunda kadının gebe kalma şansı yanlızca yaklaşık %20-25’tir. Böylece gebeliği planlayan bir çiftin bunu 4-5 ayda başarması gerekir. Ancak elbette her kadında bu süre içerisinde gebelik oluşmaz. Böyle bir durumda en muhtemel etken bu çiftte bir problem olması değil, çiftin bu %20-25’lik şansı yakalayamama “şanssızlıklarıdır”. Çift deneme süresini artırdığında muhtemelen gebelik oluşacaktır.

Denemelerine karşın gebelik oluşturmayı başaramayan çiftlerin bir kısmı ise “subfertil” kategorisinde yeralırlar. Burada subfertil kelimesi, “fertilitesi”, yani “gebelik oluşturabilme kabiliyeti nispeten daha düşük”, basit bir anlatımla “zor gebe kalan” anlamında kullanılmaktadır. Böyle bir çift korunmasız bir siklusta düzenli olarak ilişkide bulunsa da kadının siklus başına gebe kalma olasılığı %2-3 civarına kadar inebilmektedir. Böyle bir çift tedavi edilmediğinde muhtemelen ancak 4-5 senelik bir deneme süresi içinde gebelik oluşacaktır.

Diğer bir grup çift ise gebe kalma açısından %0 kategorisindedir. Böyle bir çiftte gebeliğe engel olan etkenler tedavi edilmediğinde gebelik oluşma olasılığı yoktur.

Bu %0 kategorisi “infertil” çiftlerin çok ufak bir kısmını oluşturur ve muhtemel nedenler kadında her iki Fallop tüpünün tıkalı olması, kadında döllenecek yumurta oluşmaması, erkeğin sperm sayısının çok düşük olması ya da hiç spermi olmaması, ya da tüm bunların bir kombinasyonudur.
“İnfertilite”nin tanımı

İnfertilite (“kısırlık”) 12 siklus (siklus: kadında bir adetin ilk gününden, sonraki adetin ilk gününe kadar geçen süredir) boyunca, korunmadan ve yeterli sayıda cinsel ilişkide bulunulmasına karşın gebelik oluşmamasıdır. Önceden hiçbir şekilde gebelik oluşmaması durumunda primer (birincil) infertilite, daha önceden en az bir kez gebelik oluşmuş olması durumunda ise sekonder (ikincil) infertilite sözkonusudur. Türkçe’de “kısırlık” olarak tabir edilmesine karşın bu yazıda infertilite deyimi kullanılacaktır.

İnfertilitenin tanımından da anlaşılacağı gibi kendinizde ve/veya eşinizde bir kusur olduğundan şüphelenmeden önce 12 siklus (yaklaşık bir yıl) denemenizde ve bu süre sonunda doktora başvurmanızda yarar vardır. Bu bir yıllık bekleme süresinde gebe kalma şansını yakalayabilir ve infertilite için yapılan tetkiklerin getireceği psikolojik, fiziksel ve maddi yüklerden kurtulmuş olursunuz.

12 siklus beklemeden başvurması gereken çiftler de vardır: Anne adayının 35 yaş ve üzerinde olması, çiftlerden birinde gebeliğe engel olacağı bilinen bir durumun varlığı söz konusu olduğunda bu çiftlerin doktora daha erken başvurmasında fayda vardır.
Gebe kalamama nedenleri

Gebelik oluşmaması durumunda en sık görülen nedenin aylık %20-25’lik şansı “bir türlü yakalayamamak” olduğundan bahsetmiştik.

Elbette ki deneme süresini uzattıkça gebelik şansını yakalayabilirsiniz. Belli bir süre sonunda (en az 12 siklusluk deneme sonunda) gebelik oluşmadığında doktora başvurmalısınız. Yapılacak muayene ve değerlendirmeler gebelik oluşmamasının neden(lerin)i ortaya çıkarmak için gereklidir.
Gebelik oluşturmayı başaramayan bir çiftte infertilite nedenleri araştırıldığında ve bir problem saptandığında %40 durumda problem kadında, %40 durumda erkekte, %20 durumda da hem kadın hem de erkekte bulunmaktadır.

İnfertilite için tetkik yapılan çiftlerin yaklaşık %10’unda ise gebelik oluşmaması için bariz bir neden bulunamaz. Bu çiftlerde tetkikler yumurtlama olduğunu göstermesine, Fallop tüpleri açık bulunmasına ve spermiyogram normal olmasına karşın gebelik oluşmamaktadır. Bu durumda “açıklanamayan” infertilite tanısı konur. Açıklanamayan infertilite kategorisine giren çiftlerin oranı giderek azalmaktadır. Çünkü teknoloji geliştikçe, yeni bilimsel ilerlemeler kaydedildikçe “açıklanamayan” olgularının bir kısmı aydınlanmaktadır.

Yaşın etkisi

25 yaşında olan 100 kadın ile, eşleri de “uygun yaşlarda” olan 100 erkekten oluşan ve tesadüfen seçilmiş 100 çifti ele alalım. İstatistiksel verilere göre bu çift korunmasız olarak düzenli ilişkide bulunduğunda kadınların %50’si 5.5 ayda gebe kalır. Yine istatistiklere göre kadının yaşındaki her 5 yıllık artışa karşın gebe kalma süresi iki katına çıkar. Erkeğin yaşı ise bu rakamları ancak hafifçe etkiler. Bu rakamlara göre 30-34 yaş grubunda olan her 7 kadından biri, 35-39 yaş grubunda her 5 kadından biri, 40 ve ileri yaşlarda bulunan her 4 kadından biri bir yıllık bir deneme sonunda gebe kalamama problemiyle karşılaşacaktır. Demek ki kadının yaşı gebelik oluşması açısından önemli bir etkendir.

Cinsel ilişki sıklığı

İstatistikler haftada bir kez ya da daha az ilişkide bulunanlarda, haftada en az iki kez düzenli olarak ilişkide bulunanlara göre gebeliğin daha uzun bir zamanda oluştuğunu göstermektedir. Haftada üç ya da daha fazla düzenli olarak cinsel ilişkide bulunan sağlıklı bir çiftte gebelik oluşma olasılığı en üst seviyeye çıkmaktadır. Bu sıklıkta ilişkide bulunan bir çiftin, kadının periovulatuar dönemini (yumurtlama olmadan önceki birkaç gün ve yumurtlama gününden oluşan en “verimli” dönem) atlamasına imkan yoktur.

 

 

GECE İŞEMESİ

Halk arasında gece işemesi olarak bilinen, tıbbi adıyla Enürezis Nokturna dünyada olduğu gibi ülkemizde de sık görülen bir sorundur. Aşağıda bu konuyla ilgili kısa bir bilgi sunulmuştur.
Enürezis Nokturna (EN) 5 yaşından büyük çocuklarda geceleri tıbbi bir neden olmaksızın yinelenen idrar kaçırmalarıdır. Sağlıklı çocuklar da uyku öncesi aşırı sıvı aldıklarında gece idrar kaçırabilirler. EN’dan bahsedebilmek için idrar kaçırma sıklığının ard arda gelen 3 ayda haftada 2 kereden fazla olması veya idrar kaçırmanın sıkıntı verici ya da işlevselliği (örn. okulda) bozucu etkilerinin olması gereklidir.
İdrar kaçırma sadece gündüzleri de olabilir (Enürezis Diürna). Bir de hem gece hem gündüz olan tipi vardır.
Enüretik çocukların %80’i mesane kontrollerini hiç kazanmamışlardır, bir başka deyişle bebekliklerinden beri idrar kaçırmaktadırlar (Birincil EN). Kalan %20’si ise idrar kaçırma sorunlarının olmadığı bir dönem (en az 1 yıl) sonrasında idrar kaçırmaya başlarlar (İkincil EN).
EN ülkemizde çocuk ruh sağlığı birimlerine en sık başvuru nedenleri arasındadır. Beş yaşındaki çocukların yaklaşık %15’inde EN görülmektedir. Kendi kendine de düzelebilen EN’nın sıklığı yaş ilerledikçe azalmakta, erişkin yaşlarda %1 oranında devam etmektedir.

Nedenleri

Oluş nedenlerinde birden çok etken üzerinde durulmaktadır. Bu etkenlerin başında ailesel yatkınlık gelmektedir. Enüretik çocukların birinci derece yakınlarında küçükken idrar kaçırma oranı %75’dir. Ayrıca, bu çocuklarda mesane kapasitesinin düşük olduğu ; gece idrarın azalmasını sağlayan hormonun bu çocuklarda normal düzeyine geç ulaştığı gibi araştırma sonuçları da vardır. Bir de psikososyal etkenlerin çok önemli olduğu durumlar söz konusudur. Özellikle ikincil EN’sı olan çocuklarda idrar kaçırmanın zorlu yaşam olayları (kardeş doğumu, okula başlama, taşınma, hastaneye yatma, anne babanın boşanması, anne ya da babanın bir nedenle uzaklaşması gibi) sonrasında başlayabildiği görülmektedir.

Tedavi

EN kendi kendine düzelen bir durum olmakla birlikte idrar kaçırmanın çocuğa ve aileye sıkıntı vermesi, çocuğun kendine güvenini azaltabilmesi, birlikte başka davranış ve duygulanım sorunlarının olabilmesi nedeniyle tedavi önerilmektedir. Tedaviye başlamadan önce çocuk hekimi tarafından çocuğun fiziksel muayenesi yapılmalı, idrar kaçırmaya yol açabilecek diğer nedenler (idrar yolu enfeksiyonu, ürolojik sorunlar, şeker hastalığı, epilepsi gibi) gözden geçirilmelidir. Eğer idrar kaçırma fiziksel bir nedenle açıklanamıyorsa tedaviye uyku öncesi alınan sıvının kısıtlanması, uyku sırasında çocuğun uyandırılıp tuvalete götürülmesi, idrar kaçırmadığı günler için ödüllendirme ile başlanır. Sadece bu önerilerle yakınmaları çok azalan, hatta geçen çocuklar vardır. Bunlara yanıt alınamazsa ilaç tedavisi denenir. Birincil EN tedavisi çocuk hekimlerince de yapılabilir. Ancak olgular tedaviye dirençliyse, birlikte davranış ve duygulanım sorunları varsa, zorlu yaşam olaylarından sonra başlayan ikincil EN söz konusu ise bir çocuk ruh sağlığı birimine başvurmak gereklidir.

Aileye öneriler

Eğer çocuğunuz idrar kaçırıyorsa telaşa kapılmayın. İdrar kaçırmaya neden olabilecek bir tıbbi sorunu varsa bu sorunun tedavisi ile idrar kaçırmanın geçeceğini, eğer tıbbi bir sorun yoksa Enürezis Nokturna’nın kendi kendine düzelebilen bir durum olduğunu unutmayın. İdrar kaçırdığında çocuğunuza kızmayın, onu utandırmayın, başka çocukları örnek göstermeyin, cezalandırmayın. Çocuğunuza bu sorunun çok da önemli olmadığını ama onu etkilediğini düşündüğünüz için bir doktora götürmek istediğinizi, tetkik ve tedavi süresince ona destek olacağınızı anlatın ve öncelikle bir çocuk hekiminden randevu alın.

 

 

 

GECE KÖRLÜĞÜ (TAVUK KARASI)

Tavuk karası ya da tıptaki adıyla retinitis pigmentosa, bir göz kusurudur.Herediter(kalıtsal) göz hastalıkları arasında en sık rastlanılandır. Genetik olarak otosomal resesif, otosomal dominant, X ‘e bağlı resesif tipleri vardır. Otosomal domaninant şekli en sık görülen tipidir. Pigmentosada en önemli belirgin özelliği görmeyi sağlayan fotoreseptör(özellikle basillerin) hücrelerinin ve retina pigment epitel hücrelerinin harabiyeti sonucu ortaya çıkar. Küçük yaşlarda fazla belirgin olmayan hastalık yaş ilerledikçe kendini iyice göstermeye başlar. Maküla(sarı nokta) bölgesi sağlam kalana kadar görme devam eder. Maküla bölgesi etkilendikten sonra zamanla körlük ortaya çıkar. Hücre ölümü durana kadar devam eder. 07.06.2008 tarihinden İngiliz bilim adamlarının açıkladığı bilgilere göre biyonik göz yapma çalışmaları sonuç vermiş ve ilk denemelerini 18 yaşındaki bir hastaya uygulamışlardır. Olumlu sonuç alan bilim adamlarının açıklamalarına göre net olmasa dahi cisimlerin hatlarını algılayabilmekte olduklarını kaydetmişlerdir. Genetik sebeplerle ortaya çıkan bir rahatsızlıktır.

 

 

 

GEĞİRME VE HAZIMSIZLIK

Geğirme, mide veya özofagusdaki havanın karın kaslarının kasılmasıyla zorlu bir biçimde ağızdan çıkartılmasıdır. Geğirme sıklıkla mide ülseri, midenin kardia bölümü bozuklukları veya safra yolları ve kesesi hastalıklarında ortaya çıkan bir belirtidir. Hazımsızlık, yemek yedikten sonra mide bölgesinde hissedilen bir rahatsızlıktır. Hazımsızlık, beslenme bozukluğunun işareti olduğu gibi bir sindirim sistemi hastalığının da işareti olabilmektedir. Mide ülserinde, mide kanserinde, gastritlerde, safra kesesi ve yolları hastalıklarında hazımsızlık gelişmektedir.

Geğirme, midede biriken aşırı gazın yemek borusuna oradan da ağız yoluyla geri atılması ile oluşur. Hızlı yemek yemek, içecekleri kamış kullanarak içmek, sakız çiğnemek, şeker emmek, sigara içmek ve gevşek takma diş kullanmak hava yutmayı kolaylaştırır. Yutulan bu hava midede fazla miktarda gaz birikimine ve kronik geğirmeye neden olur. Geğirme, rahatsız edici ve kalın bağırsakta oluşan hidrojen ve karbondioksit gazlarının neden olduğu bir şikâyettir. Bağırsakta tam olarak emilemeyen karbonhidratların kalın bağırsakta bakteriler tarafından parçalanması sırasında gaz oluşur. Buğday, yulaf, mısır, patates ve bazı sebze ve meyve içindeki karbonhidratlar kalın bağırsağa kadar tam olarak sindirilmez ve emilmez.

Midede dolgunluk hissi, midede ağrı ve yanma, karında şişlik, geğirme, gaz çıkarma, kabızlık, nadir durumlarda ishal hazımsızlığın belirtilerindendir. Hazımsızlığın birinci sebebi, yiyeceklerin ağızda iyi çiğnenmemesidir. Bir diğer sebebi ise bol yağlı ve nişastalı yemeklerle beslenmedir. Bunlar hazmı zor yiyecekler olup, mide ve bağırsaklarda fazla beklemektedirler. Kabızlığın sebebi de bunların bağırsaklarda fazla beklemesidir. Bağırsak tembelliği dediğimiz hastalığın ortaya çıkış sebebi de yine hazmı zor yiyeceklerle beslenmedir. Hazımsızlıktan korunmak için; yağlı ve unlu yemekler tıka basa yenilmemeli, sofrada mutlaka sebze yemeği ve yeşillik bulundurulmalı, yemek sonunda mümkün mertebe unlu tatlılar yerine taze meyve yenilmelidir.

Hazımsızlık fazla mide salgısından kaynaklanıyorsa, yemeklerden bir-iki saat sonra midede ağrı, yanma, kazıntı ve basınç oluşur. Ekşi geğirmeler, ağız ve boğazdan gelen gazlardan dolayı yanmalar, bazen de ekşi kusmalar fazla mide asidinin belirtileridir. Mide asidini artıran tuzlu, şekerli, baharatlı yemeklerden, et konserveleri, kızartmalar, çay, kahve, sigara ve alkolden uzak durulmalıdır. Et, yumurta, taze peynir, süt gibi proteinli yiyeceklerle tuzsuz ve az yağlı yemekler perhiz için faydalı gıdalardır. Hazımsızlık yetersiz mide salgısından kaynaklanıyorsa, yemeklerden sonra bir-iki saat sonra midede ağırlık hissi duyulur, ishal, ateş nöbetleri ve baş ağrısı görülebilir. Ekmek, bayat ve kızarmış halde yenmeli, çorba yağsız ve bol tuzlu olmalıdır. Çay, kahve, baharat serbesttir. Beden hareketleri, kısa yürüyüşler ve temiz hava da çok faydalıdır.

 

 

 

GENİTAL ENFEKSİYONLAR
Genital enfeksiyonlar nedir?

Genital organ enfeksiyonları, birçok mikrobun bir arada oluşturduğu, üreme fonksiyonunu tehlikeye sokan ve doku harabiyeti yapan, doktorların günlük hayatta çok önem verdikleri bir konudur.

Anatomik olarak bakıldığında kadın genital sistemi dış dünya ile karın içi ortamını birleştiren bir yoldur. Dolayısı ile basit bir genital enfeksiyon bile, tedavi edilmediği takdirde karın boşluğuna yayılarak ciddi bir tablo oluşmasına neden olabilir.

Vajinanın asidik ortamı, her ay dökülen rahim içi tabakası, rahim ağzında geçişi zorlaştıran salgıların bulunması, vajinanın içini döşeyen hücrelerin yapısı ve doğal florada bulunan laktobasil isimli bakteriler, mikropların bu bölgelere tutunup enfeksiyon oluşturmasına karşı vücudun doğal bariyer mekanizmalarıdır.

Genital enfeksiyonu kolaylaştıran faktörler nelerdir?

Bazı faktörler enfeksiyon oluşmasını kolaylaştırabilmektedir:

• Doğum
• Düşük geçirmek
• Operasyonlar,
• Hamilelik
• Antibiyotik kullanımı
• Sentetik iç çamaşırları
• Hijyen sorunları

Genital bölgede bakteri enfeksiyonu
Genital bölgede gözlenen bakteri enfeksiyonlarının en sık rastlanan etkeni; gardnerella vaginalistir ve bunun oluşturduğu tablo bakteriyel vajinozis olarak adlandırılır.

Sarı- yeşil, kötü kokulu (balık kokusu) akıntı eşlik eder.

Vajinoziste kötü koku cinsel ilişkiden sonra genelde artar. Gebelik varlığında düşük ihtimalini artırabilir.

Hap veya fitil şeklinde antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Eş tedavisi gerekli değildir.

Genital bölgede klamidya enfeksiyonları
Cinsel temas yolu ile geçen hastalıkların en sık görülen ve en önemli olanlarından biridir.

Klamidya enfeksiyonları kadınlarda kokusuz sarı renkli akıntı, adet dönemlerinin ortasında kanama, cinsel ilişki sırasında ağrıya neden olabileceği gibi hiç bulgu vermeden ilerleyerek tüplerde tıkanıklık ve yapışıklıklar oluşturarak gebe kalmada sorunlara neden olabilir.

Gebe kadınlarda ise düşük ve erken doğum ile ilişkisi olduğu bilinmektedir.

Erkeklerde enfeksiyon olduğunda ise peniste beyaz akıntı olabilir.

Kesin tanı vajinal kültür ile konur. Tedavi için antibiyotik kullanılması gereklidir.

Genital bölgede mantar enfeksiyonları
Genital bölgede oluşan mantar enfeksiyonları;

Genellikle gebelerde, antibiyotik kullananlarda, doğum kontrol hapı kullananlarda, şeker hastalarında ve havuz sonrası ıslak mayo ile uzun süre kalanlarda daha sık görülür.

Çoğu zaman peynir veya süt kesiği gibi beyaz bir akıntı ve kaşıntı ile birliktedir. Vulvit (vulva enfeksiyonu) eşlik edebilir.

Antimikotik haplar, fitiller ve kremler ile tedavi mümkündür. Eş tedavisi gerekli değildir.

Genital bölgede parazit enfeksiyonu
Genital bölgede gözlenen parazit enfeksiyonlarının en sık karşılaşılan etkeni; Trikomonas Vajinalistir ve cinsel ilişki ile bulaşır.

Yeşil renk, kötü kokulu akınıtı ile birlikte genellikle idrar yaparken yanmaya da neden olur.

Anti parazitik hap ile tedavisi olan bu enfeksiyonda eş tedavisi de gereklidir.

Genital bölgede üreoplazma ve mikoplazma enfeksiyonları
Kadın ve erkekte genellikle herhangi bir bulguya yol açmayan bu mikroorganizmaların düşük riskini arttırdığı bilinmektedir.

Gerekli laboratuvar incelemeleri ile tespit edilen enfeksiyonlar antibiyotik ile tedavi edilebilir.

 

 

GENİZ ETİ BÜYÜMESİ

Geniz eti (adenoid) nedir?
Üst boğaz adı da verilen geniz boşluğu; burnun arkasında yer alır. Burundan geçen hava genize gelir, buradan boğaza, gırtlağa ve nefes borusuna geçer. Ayrıca geniz boşluğunda orta kulağa hava taşıyan östaki kanalları bulunur. Bu kanallar sayesinde orta kulak basınç değişikliklerinden zarar görmez.
Geniz eti (adenoid) geniz boşluğunun üst kısmında (tavanında) bulunan bir savunma dokusudur. Yabancı organizmalar ve mikropları tutar ve onlarla savaşarak, vücuttan uzaklaştırır. Girintili çıkıntılı bir yapıya sahip olan geniz eti özellikle çocukluk çağında oldukça etkin çalışır.
Geniz etinin neden büyür?
Bazı çocuklarda, sık hastalık geçirmeye bağlı olarak ya da genetik yapılarından kaynaklı olarak geniz eti büyüyebilmektedir.
Normalden büyük geniz eti hangi rahatsızlıklara neden olur?
Soluk almada zorluk: Aşırı büyüyen geniz eti burundan gelen havanın yolunu tıkar ve nefes borusuna gitmesini zorlaştırır. Bu durumda çocuklar ağızları açık uyurlar, yemek yerken zorlanırlar ve genelde ağızları hep açıktır. Bu durum pek çok yönden çocukların yaşam kalitesini ciddi anlamda düşürür.
Uyku sorunları: Rahat nefes alınamadığı için çocuklar oldukça huzursuz uyurlar. Sık uyanma, aşırı terleme, alt ıslatma gözlenir. Gündüz ise ya uyku hali ya da hiperaktivite söz konusudur. Bunun yanı sıra bu çocuklarda dikkat dağınıklığı, konsantrasyon bozukluğu, öğrenmede zorlanma sorunları ortaya çıkabilir. Bazı çocuklarda uyku apnesine (uykuda solunum durması) rastlanır. (çocuklarda rastlanan uyku apnesinin en sık karşılaşılan nedeni geniz eti ve bademciklerdir) Tedavi edilmeyen uyku apnesi büyüme geriliğinden, kalp yetmezliği, beyin felci, hatta ani ölüme kadar uzanabilen ağır hastalıklara yol açabilmektedir.
İştahsızlık: Normalden büyük geniz etine bağlı zorluklar yaşayan çocuklarda iştahsızlıkla sık karşılaşılmaktadır. Bununla birlikte bazı çocuklarda fazla kilolu olabilmektedir.
Büyüme geriliği: Büyüme hormonu büyük oranda uykuda salgılanır. Geniz eti sorunu olan çocuklarda ise uyku bozuklukları nedeniyle uykuda salınan büyüme hormonu seviyesi azalır. Bu durum çocuklarda büyüme geriliğine yol açar.
Diş yapısında ve çene kemiklerinde bozukluklar: Geniz eti büyümesine bağlı olarak burun tıkanıklığı olan çocuklar mecburen ağızdan nefes almak zorunda kalırlar. Uzun süre ağızdan nefes almak; damak, üst çenede daralma, öne doğru gelişememe, orta yüzde basıklık gibi gelişimsel bozuklukların gözlenmesine neden olabilmektedir. Bu çocukların yüzleri tıpta “geniz eti yüzü” (facies adenoides) olarak adlandırılır. Dişlerde yapısal bozukluklar ve çürükler de sık gözlenen etkilerdendir.
Sinüzit: Geniz eti büyümesi yaşayan çocuklarda kronik sinüzit karşılaşılan bir diğer sorundur. İlaç tedavileri ile kısmen iyileşseler de, en küçük bir soğuk algınlığı ya da yorgunlukla yeniden hastalığın ortaya çıkması söz konusudur.
Orta kulak hastalıkları: Geniz boşluğunda orta kulağa açılan östaki kanalları bulunur. Geniz eti büyümesi sonucu bu kanallar tıkanabilir ya da geniz etinde bulunan mikroplar östaki kanalından orta kulağa giderek enfeksiyona neden olabilir.
Geniz eti büyümesi nasıl tedavi edilir?
Geniz eti büyümesinin önlenmesi için koruyucu bazı yöntemler uygulanabilmektedir. Bunlar; çocuğun hastalanmasını engellemek (ki kreş okul gibi ortamlarda çocuklar daha sık hastalanmaktadır. Kreşten almak bir önlem olarak değerlendirilebilir), ilaç kullanmak (buruna kortizonlu sprey kullanımı) ve zamana bırakmak olarak sıralanabilir.
Sık hastalanmalarının önüne geçmek için çocukları kreşten almak bazı çocuklarda yarar sağlayabilirken bazılarından önemli bir değişime neden olmaz. Ayrıca ne kadar bir süre için çocuğun kreşten/okuldan uzak tutulacağını kesin söylemek mümkün değildir. Bu süre; birkaç hafta olabileceği gibi birkaç ay da olabilir.
Burundan kullanılan kortizonlu spreylerin geniz etini küçülttüğüne dair kesin kanıtlar olmamakla birlikte yararı olduğuna dair bazı görüşler de bulunmaktadır.
Çocuklar büyüdükçe, geniz eti aynı hızda büyümemektedir. Dolayısıyla, geniz eti zamanda küçük kalacaktır. Ancak bu süreç yıllar alabilmektedir. Ancak yakından izlenebilecek ve geniz etinin aşırı tıkayıcı ya da sorunlu olmadığı çocuklarda zamana bırakmak uygun bir seçenek olarak değerlendirilebilir.
Geniz eti büyümesinin kesin tedavisi ise ameliyat ile geniz etinin alınmasıdır. Büyüyen geniz eti nedeniyle sık hastalanan ve/veya geniz etinden kaynaklanan tıkanıklık sorunları yaşayan çocuklarda uygulanan geniz eti ameliyatı büyük yarar sağlamaktadır.

 

 

GENİZ KANSERİ (NAZOFARENKS)

Geniz kanseri olan hastalar genellikle boyunda şişlik veya çift görme şikayetleri ile hekime başvurmaktadır. Erken evrelerde tedavi şansı yüksek olduğundan hastalığın erken tanısı önem taşımaktadır.
Tümörün çevre dokulara yayılımının izlenmesi için radyolojik incelemelerin yapılması önemlidir.
Tedavi nasıl yapılır?
Geniz kanserinde ilk tedavi seçeneği ışın tedavisidir ve hastaların %70’inde ilk başvuruda servikal lenf nodu metastazı saptanmaktadır. Primer bölge tedavi edilirken boyun bölgesi de ışın tedavisi alanı içine alınır.
Kemoterapi
Geniz kanserini diğer baş boyun malignensilerinden ayıran farklı özelliklerden biri de yüksek oranda uzak metastazların görülmesidir. Işın tedavisinin yanı sıra uzak metastazların varlığında kemoterapinin kullanılması gündeme gelmiştir.

 

 

GIDA ZEHİRLENMESİ

Gıda zehirlenmesi nedir? Belirtileri, ilk yardım ve tedavisi
Gıda zehirlenmesi, bozulmuş ya da mikroplu yiyecekler yendiğinde metabolizmanın ağır şekilde etkilenmesi sonucunda oluşan ciddi bir sağlık sorunudur. Bakteriler, virüsler, parazitler ve bunların toksinleri, gıda zehirlenmesinin en yaygın nedenleridir. Belirtileri arasında, kusma, ishal, karın ağrısı, baş dönmesi, bulantı ve kramplar bulunur. Eğer bu belirtilere; ateş, dışkıda kan, sıvı kaybı eşlik ediyor ise veya kişide düzelme olmuyor ise mutlaka bir acil servise gidilmesi gerekir. Gıda zehirlenmesinde en etkili tedavi bol sıvı alımıdır. Çoğu (basit) gıda zehirlenmesi kendi kendine iyileşir ancak bazı vakalar ölümcül düzeyde tehlikeli olabilir.

Gıda zehirlenmesi nedir?
Gıda zehirlenmesi, toksin, kimyasal veya bakteri, virüs veya parazit içeren gıdaların tüketilmesi sonucunda oluşan ve ciddi sağlık riskleri yaratabilen bir hastalık durumudur. Mikroplar veya bunların toksinleri, herhangi bir işlem veya üretim noktasında gıdaları kirletebilir. Evde iyi temizlenmeyen ya da eksik pişirilen gıdalar da zehirlenmeye neden olabilir. Genellikle, kısa sürede kendiliğinden düzelirler ama bazen böbrek hasarına ve ölüme neden olabilir

Gıda zehirlenmesi belirtileri
• Kusma
• İshal
• Mide bulantısı
• Karın krampları
• İştah kaybı
• Hafif ateş
• Halsizlik
• Baş ağrısı
• Gıda zehirlenmesi belirtileri ve ortaya çıkma süresi, enfeksiyon kaynağına bağlı olarak değişebilir. Bazı zehirlenmeler 1 saat içerisinde kendini gösterirken bazıları 20 gün belirti vermeyebilir.

Zehirlenme durumunda ne zaman doktora gitmeliyim?
Potansiyel olarak hayatı tehdit eden gıda zehirlenmesinin belirtileri arasında şunlar bulunur, bu belirtilerden herhangi biriyle karşılaşırsanız, derhal doktorunuza başvurmalısınız:
• Üç günden fazla zamandır devam eden ishal
• 38,5 C°’den yüksek ateş
• Görme ve konuşma zorluğu
• Ağız kuruluğu ve az idrara çıkma gibi ciddi sıvı kaybı (dehidratasyon) belirtileri
• Kanlı ishal

Gıda zehirlenmesi neden olur?
Çoğu gıda zehirlenmesi aşağıdaki üç ana nedenden biri sebebiyle oluşur:
Bakteriler
Bakteriler gıda zehirlenmesinin en yaygın nedenidir. Tehlikeli bakteriler denildiğinde genelde E. coli, Listeria ve Salmonella gibi isimler akla gelir. Ciddi gıda zehirlenmesi vakalarında en sık görülen bakteri Salmonella‘dır. Çiğ veya kontamine et, kümes hayvanları eti, süt veya yumurta sarısında bulunur. Campylobacter ve C. botulinum, daha az bilinen ve potansiyel olarak öldürücü bakterilerdir.
Campylobacter, hayvan dışkısı temas etmiş et, pastörize edilmemiş süt ve kirlenmiş suda bulunur. C. botulinum ise konserve edilmiş gıda ürünleri, tütsülenmiş veya tuzlanmış balıklar, alüminyum folyoda pişirilen patatesler ve sıcakta tutulan yiyeceklerde görülür.
Parazitler
Parazitler, gıda zehirlenmesine bakteriler kadar yaygın sebep olmazlar. Ancak gıda yoluyla yayılan parazitler yine de çok tehlikelidir. Toksoplazma, gıda zehirlenmesi vakalarında en sık görülen parazittir. Genellikle kedilerin tuvalet kumu kutularında bulunur. Parazitler sindirim sisteminizde yıllarca fark edilmeden yaşayabilirler. Bağışıklık sistemi zayıflamış kişiler ve hamile kadınlar, parazitlerin bağırsaklarına yerleşmeleri durumunda çok ciddi sorunlar yaşayabilirler.
Virüsler
Gıda zehirlenmesine bir virüs de neden olabilir. Norwalk virüsü olarak da bilinen norovirüs, her yıl 19 milyondan fazla gıda zehirlenmesine neden olur. Nadir durumlarda ölümcül olabilir. Sapovirüs, rotavirüs ve astrovirüs benzer belirtilerle görülürler, ancak daha az yaygındırlar. Hepatit A virüsü gıda yoluyla bulaşabilen ve ciddi sağlık sorunlarına neden olabilen bir virüstür. Bu virüsler çoğunlukla çiğ, hazır tüketilen ürünlerde ve kirlenmiş sudan gelen kabuklu deniz ürünlerinde bulunur.
Gıda zehirlenmesi nasıl teşhis edilir?
Doktor enfeksiyon türünü teşhis edebilmek için belirtilerin başladığı zamanı ve ne kadar sürdüğünü sorar. Ardından hastanın alışık olmadığı türden gıdalar alıp almadığını öğrenmek için seyahat edip etmediğini sorabilir. Fizik muayenede hastanın kan basıncı, nabız sayısı ve vücut sıcaklığına bakılır.
Kusma ve ishalden başka semptom yoksa genellikle rutin kan testleri yapılmaz. Vücudunda ciddi oranda sıvı kaybı (dehidrasyon) olan hastalarda sağlık uzmanı kandaki elektrolit seviyelerini ve böbrek fonksiyonlarını kontrol etmek isteyebilir. Hemolitik üremik sendromla ilgili endişeler varsa, kırmızı kan hücrelerini, beyaz kan hücrelerini ve trombosit sayısını kontrol etmek için tam kan sayımı (hemogram, CBC) istenebilir. Hepatithakkında endişe varsa, karaciğer fonksiyon testleri istenebilir.
Bir bakterinin ya da bir parazitin neden olduğu enfeksiyonla ilgili endişeler varsa veya hastada kanlı ishal görülüyorsa dışkı örneği almak yararlı olabilir.

Gıda zehirlenmesinde ilk yardım ve evde tedavi
Eğer gıda zehirlenmesinin deniz mahsullerinden veya yabani mantarlardan olabileceğini düşünüyorsanız ve kişi ciddi oranda susuz kalmışsa mutlaka 112 acil servisi arayın!
Mide bulantısı ve kusmayı kontrol altına alın
• Kusma sona erene kadar katı gıdalardan uzak durun.
• Sonra tuzlu kraker, muz, pirinç veya ekmek gibi hafif ve yumuşak yiyecekler yiyin.
• Azar azar ama sık sık sıvı almak da kusmayı önlemeye yardımcı olabilir.
• Kızartılmış, yağlı, baharatlı veya tatlı yiyecekler yemeyin.
• Doktorunuza sormadan anti-bulantı veya ishal karşıtı ilaç kullanmayın. Yan etkileri olabilir ve bazı ilaçlar ishali kötüleştirebilir. Gerektiğinde doktor size ilaç verecektir.
Dehidrasyonu önleyin (su kaybı)
• Küçük yudumlarla başlayarak ve giderek daha fazla içerek, temiz sıvı tüketin.
• Eğer kusma ve ishal 24 saatten fazla sürerse, oral rehidrasyon solüsyonu içilebilir.
Doktor ne zaman çağrılır?
Eğer yaşlı ya da gebeyseniz, üç günden fazla zamandır ishal devam ediyorsa, 38,5 C°’den yüksek ateş, ciddi dehidrasyon, görme-konuşma zorluğu ve kanlı ishal varsa mutlaka doktor yardımı almanız gerekir.
Gıda zehirlenmesine bitkisel tedavi
Elma sirkesi
Elma sirkesinin antibakteriyel özellikleri, E. coli gibi gıda kaynaklı bakterilere karşı çok etkilidir ve aynı zamanda, gıda zehirlenmesi sonrasında vücudunuzu stabilize etmede yardımcı olabilecek zengin bir mineral ve enzim kaynağıdır. Bir bardak ılık suya bir veya iki yemek kaşığı elma sirkesi ekleyin. İyice karıştırın ve hemen tüketin. Bu karışımı günde 2 – 3 kez içmelisiniz.
Kekik yağı
Kekik yağı, gıda zehirlenmesinin tedavisinde harikalar yaratabilir. İçerdiği Karmacrol ve timol sayesinde sahip olduğu antimikrobiyal özelliği ile gıda zehirlenmesinden sorumlu patojenleri ortadan kaldırabilir. Bir bardak suya bir damla kekik yağı ekleyin ve iyice karıştırıp için. Bu karışımı belirtilerde iyileşme görene kadar günde 1 -2 kez içmelisiniz.
Ballı zencefil
Zencefil pek çok alanda kullanılan şifalı bir bitkidir. Antimikrobiyal özelliklere sahip olan ve gıda kaynaklı patojenlerle savaşmaya yardımcı olan gingerol adı verilen bir bileşik içerir. Ayrıca balın, iyileşmenizi hızlandırabilecek antimikrobiyal özellikleri ile birliktezencefil ve bal gıda kaynaklı hastalıkların olağan semptomları olan mide bulantısı vekusmaya iyi gelir. Bir bardak suya 2-3 cm büyüklüğünde zencefil ekleyin ve kaynatın. 5 dakika pişirin ve süzün. Biraz soğuyunca çaya bal ekleyin ve için. Ayrıca birkaç damla zencefil suyunu balla karıştırıp tüketebilirsiniz. Zencefil parçaları da çiğneyebilirsiniz.
Sarımsak
Sarımsak, gıda kaynaklı patojenleri yok etmeye yardımcı olabilecek güçlü antibakteriyel, antiviral ve antifungal özelliklere sahiptir. Aynı zamanda ishal ve mide ağrısını rahatlatabilir. En az günde 1 kez olmak koşuluyla 2-3 diş sarımsağı ciğneyebilirsiniz ya da sarımsağı balla karıştırarak tüketebilirsiniz.
Greyfurt çekirdeği ekstresi
Greyfurt çekirdeği ekstresi antimikrobiyal ve antioksidan özelliklere sahiptir. Bu özellikler gıda zehirlenmesinden sorumlu patojenlerle savaşır ve daha hızlı iyileşmenize yardımcı olur. Bir bardak suya 8-10 damla greyfurt çekirdeği ekstresi ekleyin, iyice karıştırın ve günlük olarak tüketin. Bu karışımı 3-5 gün içmelisiniz.
Limon suyu
Limon suyu, zengin bir antioksidandır. Gıda zehirlenmesine neden olan bakteriyel patojenlerle savaşmaya yardımcı olabilecek olağanüstü bakterisit aktiviteler sergiler. Limon suyu ayrıca sindirime ve daha hızlı iyileşmenize yardımcı olur. 1 bardak suyu yarım limon suyuyla karıştırın. Lezzet için biraz bal ekleyin ve günde 2-3 kez içebilirsiniz.
Ballı fesleğen
Fesleğen, gıda kaynaklı patojenleri mükemmel antimikrobiyal özellikleriyle öldürdüğü bilinen bir başka bitkidir. Ayrıca midenizi sakinleştirerek gıda zehirlenmesi ile ilişkili semptomları azaltabilir. Bir miktar fesleğen yaprağını ezin ve suyunu çıkarın. Bir çay kaşığı bal ile bir çay kaşığı fesleğen suyunu karıştırın ve hemen tüketin. Alternatif olarak, bir bardak suya bir damla fesleğen yağı ekleyip günde 3-4 kez içebilirsiniz.
C vitamini
C vitamini antioksidandır ve vücudunuzdaki bakterileri ve toksinleri ortadan kaldırmaya yardımcı olur. Bu özelliğiyle, gıda zehirlenmesi belirtilerini hafifletecektir. 1000 mg C vitamini takviyesi alabilirsiniz. İlk tedaviden sonra semptomlarınız düzelmezse, günde 3 ila 4 kez devam edebilirsiniz. Ek takviye almak istemiyorsanız C vitamini açısından zengin yiyecekler tüketebilirsiniz.
Muz
Muz lif ve potasyum açısından zengindir. Vücudunuzda kaybettiğiniz potasyumu telafi ederek size tekrar enerji verir ve gıda zehirlenmesinin semptomlarını hafifletmeye yardımcı olur. Her gün bir muz yiyin ayrıca sütle karıştırıp günlük olarak tüketebilirsiniz.

Gıda zehirlenmesinden nasıl korunuruz?
• Ellerinizi özellikle çiğ ete dokunduktan sonra, yemek pişirmeden ve yiyecekleri temizlemeden önce mutlaka yıkayın.
• Çiğ et, kümes hayvanları, balık veya yumurta ile temas eden bulaşıkları temizleyin.
• Pişirirken bir termometre kullanın. Sığır eti en az 71 °C, kümes hayvanları en az 73.8 °C ve balık en az 62.7 °C’de pişmeli.
• Pişirilmiş etleri veya balıkları, kap tamamen yıkanmadıkça çiğ olarak koyduğunuz kaplara tekrar koymayın.
• Çabuk bozulan yiyecekleri veya yemek artıkları 2 saat içinde takrar buzdolabına koyun. Buzdolabını yaklaşık 4.4 °C’de ve dondurucunuzu da -18 °C altında tutun.
• Buzdolabında 1 ya da 2 günden uzun süre beklemiş çiğ et, kümes hayvanı veya balığı pişirip yemeyin.
• Dondurulmuş gıdaları son tüketim tarihinden önce tüketin.
• Günü geçmiş, kutusu yırtılmış, eğer konserveyse kutusu şişmiş ya da delinmişgıdaları kullanmayın.
• Alışılmadık bir kokusu veya bozuk bir tadı olan gıdaları yemeyin.
• Arıtılmamış ya da klorlanmamış akarsulardan veya kuyulardan su içmeyin.
• Eğer küçük çocuklarla ilgileniyorsanız, ellerinizi sık sık yıkayın ve bebek bezlerini, diğer yüzeylere veya insanlara temas etmeyecek şekilde dikkatle atın.
• Evde konserve yiyecek yapıyorsanız, botulizmi önlemek için uygun konserve tekniklerini uyguladığınızdan emin olun.
• Balı 1 yaşın altındaki çocuklara vermeyin.
• Yabani mantar yemeyin.
• Temizliğinden emin olmadığınız yerlerde seyahat ederken, sadece sıcak, taze ve pişirilmiş yiyecekler yiyin. Sadece kaynamış su için. Çiğ sebze veya soyulmamış meyve yemeyin.
• Kırmızı gelgitlere maruz kalan kabuklu deniz mahsulleri yemeyin.
• Hamileyseniz veya bağışıklık sisteminiz zayıfsa yumuşak peynir yemeyin.
• Başka insanlar da sizi hasta eden yiyeceklerden yiyebilir, onları haberdar edin. Bir marketten aldığınız veya bir restoranda yediğiniz gıdaların sizi hasta ettiğini düşünüyorsanız, mağazaya ve yerel sağlık bölümüne bildirin.

 

 

GİLBERT HASTALIĞI

Doğumsal ve ailevi bir hastalıktır. Nadiren görülür. Hafif olan olgularda hastalığın farkına varılmaz. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, karaciğer hücreleri kandaki bilirubini alamamaktadır. Bazı hastalarda karaciğer içerisine giren bilirubinin ancak bir kısmı konjüge hale çevrilebilir. Bu durumda indirekt bilirubin 10 mg a kadar çıkabilir.

Hafif derecede bilirubin artışı ile seyreden bir hastalıktır. Serumda indirekt bilirubin değerlerinin arttığı gözlenir. Toplam bilirubin düzeyi 2-5 mg civarındadır.

Doğuştan olmakla birlikte, 15-45 yaşlarında ve erkeklerde sık olarak görülür. Zararsız bir sarılık türüdür.

Hastalarda bilirubinin arttığı dönemlerde hafif bir halsizlik, bulantı ve karın üst kısmında ağrılar meydana gelebilir. Karaciğer ve dalakta büyüme olmaz.

Karaciğer testleri ve SGOT, SGPT değerleri normaldir. Karaciğer biyopsisi normaldir. Hemolitik anemi hastalığı ile karışabilir, ancak kan sayımı ile kolayca ayırt edilebilir.

Hastalık şiddetlenme ve hafifleme şeklinde seyreder. Yorgunluk, açlık, heyacan ve üzüntülerin sarılığın ortaya çıkışında ve alevlenmesinde etkili olduğunu gösteren çalışmalar vardır.

Tedavi gerektirmez, sarılık bir kaç günde kendiliğinden kaybolur. Uzun süren sarılıklarda barbitüratlar verilebilir.

 

 

 

GIRTLAK KANSERİ

Daha yaygın görülen diğer kanserlere oranla nadir rastlanan gırtlak kanserleri, tüm dünyada sigara içme oranlarındaki artışa bağlı olarak daha fazla önem kazanmaya başladı.
Üst, orta ve alt olmak üzere üç bölümden oluşan gırtlak bölgesi, konuşma, nefes alma ve yutma işlevlerinde görev alır. Kanser, gırtlak bölgesindeki hücrelerin mutasyona uğrayarak kontrolsüz büyümesi sonucu gelişir. Gırtlağın herhangi bir bölgesinde ortaya çıkabilen kanserin neden kaynaklandığı kesin olarak bilinmemekle birlikte sigaranın hücrelerin mutasyona uğraması ve kanserin gelişmesinde çok büyük etken olduğu düşünülmektedir. Kadınlara oranla erkekleri daha fazla etkilediği bilinen gırtlak kanserinin sigara içen erkeklerde gelişme riski 5-35 kat arasında artabilmektedir.
Hızla ilerleme özelliğinde olan gırtlak kanserlerinin erken evrede tanı konması, tedavi şansını yükselttiği gibi hastanın yaşam kalitesini de korumak mümkün olabilmektedir.
Gırtlak kanseri için risk faktörleri nelerdir?
Tütün kullanımı: Gırtlak kanseri oluşmasında riski artırıcı birincil etken tütün kullanımı ve sigara. Araştırmalar, kanser tanısı almış kişilerin yüzde 90’ının sigara kullandığını göstermektedir. Tiryakilik süresi ne kadar uzunsa risk de o denli artmaktadır. Gırtlak kanseri dahil olmak üzere tüm baş ve boyun kanserlerinde sigara kullanımı ve tütün çiğneme kanser oluşumunda risk oluşturmakta ve riski artırmaktadır.
Alkol kullanımı: Kadın ve erkeklerin aşırı alkol kullanımı da gırtlak kanserinin gelişmesindeki risklerden biridir. Özellikle sigara ve alkolün bir arada kullanımı riskin yükselmesine neden olmaktadır.
Kötü beslenme: Meyve sebzeden yoksun sağlıksız ve kötü beslenme de gırtlak kanseri oluşumunda rol oynar.
Cinsiyet: Gırtlak kanseri erkekleri kadınlara oranla 5 kat daha fazla etkilemektedir.
Yaş: Birçok kanserde olduğu gibi gırtlak kanseri de yaşlanmayla birlikte özellikle 60 yaşın üzerindeki kişilerde daha fazla ortaya çıkmaktadır.
Kimyasal maddelere maruz kalma: Aspest, nikel ve sülfürik asit gibi kimyasal maddelerin yoğun olarak kullanıldığı, petrol ürünleri, boya sanayii gibi iş kollarında çalışanlarda gırtlak kanserine daha fazla rastlanmaktadır.
Ailede genetik yatkınlık, HPV enfeksiyonuna maruz kalma ve gastroözofageal reflü hastalığı (GÖRH)’nın da gırtlak kanserinin ortaya çıkmasında rolü olabileceği düşünülmektedir.
Gırtlak kanserinin belirtileri nelerdir?
Kanser larenks bölgesinde hangi alanda tutulduysa belirtiler de bu yönde farklılaşabilmektedir. Bazı durumlarda kanserin tutulum bölgesi ve yapısına bağlı olarak klinik belirtiler gözlenene kadar bir süre geçebilmektedir. Semptomlar kişiden kişiye değişmekle birlikte çok spesifik olmaması hastanın hekime gitmesini geciktirebilmektedir. Her ne kadar ortaya çıkan belirtiler gırtlak kanserinin kesin teşhisi için yeterli olmasa da, özellikle risk grubunda yer alan kişilerin aşağıda belirtilerden bir ya da birkaçını bir arada yaşadığında mutlaka bir KBB uzmanına görünmesinde fayda var.
Gırtlak kanserinin en sık görülen belirtisi ses kısıklığı, seste çatlama, ses kalitesinde değişikliktir. Kanserin türüne göre bu belirti erken ya da geç dönemde ortaya çıktığı için iki haftadan uzun süren ses kısıklığında mutlaka hekime başvurmak gerekir.
Yutma güçlüğü ve yutma sorunları.
Boğazda rahatsızlık yaratan takılma hissi ve kulaklara vuran ağrı ve öksürük.
Açıklanamayan kilo kaybı, iştahsızlık ve halsizlik.
İleri evrelerde nefes almada güçlük, yutmada güçlük ve kanlı tükürük ya da balgam.
Özellikle lenf bezlerine yayılım göstermiş kanserlerde boğazda şişlik.
Gırtlak kanseri tanısı nasıl konur?
Gırtlak kanseriyle ilgili belirtiler gösteren kişilerde tanı hekim muayenesiyle başlar. Fizik muayeneyle birlikte hastanın tıbbi geçmişi ve yaşam alışkanlıklarının değerlendirdiği muayene sonrasında hekim şüphe duyarsa tanı için ayrıntılı testlere başvurulur. Boğazı yakından görmek ses tellerini incelemek için laringoskopi yöntemi kullanılır. Kuşku duyulacak herhangi bir durum ya da normal dışı bir oluşum saptanırsa lokal ya da genel anestezi altında biyopsi işlemi gerçekleştirilir. Kanser tanısı biyopsi sonrası patolojik inceleme ile kesinleşen hastalarda, bölgesel ve uzak organ tutulumu olup olmadığı görüntüleme yöntemleri ile tespit edilir. Boyun ultrasonu, bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans görüntüleme (MRG), pozitron emisyon tomografisi (PET) gibi görüntüleme yöntemleri kullanılmaktadır.
Gırtlak kanseri nasıl tedavi edilir?
Tedavide tümörün boyutu, yerleşim yeri, yakın ya da uzak bölgelere yayılım gösterip göstermediği, hastanın yaşı, genel sağlık durumu, eşlik eden hastalığı olup olmadığına göre farklı seçenekler kullanılmaktadır. Cerrahi, radyoterapi ve kemoterapi tek başına ya de birlikte kullanılır.
Cerrahi: Tümörün yüzeyde ve ses telleriyle sınırlı olduğu erken evre gırtlak kanserinde tümör ağız içinden endoskopla girilerek lazer yardımıyla kesilir.
Tümörün yayılım durumuna bağlı olarak tümörle birlikte larenksin bir bölümü (parsiyel larenjektomi) ya da larenksin tümünün (total larenjektomi) alınması söz konusu olabilmektedir.
Gırtlak kanserinin boyun bölgesinin derinine yayıldığı durumlarda ise tümörün tamamı ve lenf bezleri de alınabilmektedir (boyun disseksiyonu).
Cerrahi işlem sonrasında hastanın daha rahat nefes almasını sağlamak için trakeostomi denilen işlem gerçekleştirilerek boynun ön kısmından nefes borusuna giden bir delik açılır. Genellikle ameliyat bölgesi iyileştikten sonra açılan delik kapatılır. Sadece total larenjektomi yapılan hastalarda delik kalıcıdır.
Kemoterapi: Gırtlak kanserinde kemoterapi, tümörü küçültmek veya cerrahi ya da radyoterapi işleminden sonra kullanılmaktadır. Kemoterapi genellikle diğer tedavilerle kombine şekilde kullanılır.
Radyoterapi: Gırtlak kanserinde radyoterapi tedavisinde yüksek enerjili ışınlar kullanılarak hücreleri öldürmek ve küçültmek hedeflenir. Özellikle erken evreli gırtlak kanserinde etkilidir. İleri evre kanserde ise cerrahi ile kombine şekilde kullanılır.
Tedavi sonrası rehabilitasyon
Gırtlak kanseri tedavisi sonrasında yaşanabilecek komplikasyonlar nedeniyle hasta destek tedavilerine ihtiyaç duyabilmektedir. Yeme ya da yutma zorluğu, konuşma problemleri, boyunda sertlik ve ağrı gibi sıkıntılarla karşılan kişiler bu konularda hekimden yardım istemelidir.
Tedavi sonrasında hastaların kendi bakımlarına dikkat etmeleri de çok önemlidir. Dinlenmeli, egzersiz yapmaya çalışmalı ve sebze ve meyve ağırlıklı sağlıklı bir beslenme rejimi uygulamalıdır. Tanı konduğu andan itibaren ve tedaviden sonra kesinlikle sigara ve alkol kullanılmamalı. Düzenli hekim kontrolleri de ihmal edilmemelidir.

 

 

GİZLİ ŞEKER

Gizli şeker (Prediyabet);
• Açlık kan şekerinin (kişinin açken kanında bulunan şeker miktarı) 100-125 mg /dl arasında ya da
• Şeker yüklemesinden (oral glukoz tolerans testi/OGTT) sonra 2.saat 140-199 mg /dl arasında ya da
• Kandaki hemoglabin A1c’nin (hemoglobin A1c; kandaki şekerin kırmızı hücrelerde bulunan hemoglobinle etkileşimi sonucu ortaya çıkan bir protein) 5.7-6.4 arasında olmasıdır
Diyabeti, mutlaka diyabet öncesi dönemde yani gizli şeker döneminde veya erken klinik dönem denilen hastalığın henüz ortaya çıktığı dönemde saptamak gereklidir. Çünkü diyabet öncesi dönem ve yaşam kalitesini etkileyecek düzeyde organ bozukluğunun ortaya çıkmadığı şikayetsiz dönem denilebilecek toplam 10-15 yıllık süre göz önüne alındığında yaygın olarak görülen Tip 2 diyabet çok sinsi seyreden bir hastalıktır.

Gerek Türkiye gerekse dünyada diyabetin hızlı artışı düşünüldüğünde bu dönem büyük önem kazanmaktadır. Unutmamak gerekir ki, diyabetin önlenebileceği tek dönem erken ve henüz hastalığın belirti vermediği bu dönemdir.

 

 

GLOKOM (GÖZ TANSİYONU)

Glokom, göziçi basıncının yükselmesi nedeniyle görme sinirinin giderek zayıflamasına ve böylece görme kaybına yolaçan ciddi bir hastalıktır. Birçok glokom çeşidi vardır. Fakat en sık görülen glokom tipi açık açılı glokomdur.
Glokom nasıl teşhis edilir ?
Özellikle, kronik açık açılı glokom adı verilen en sık görülen glokom çeşidinde, eğer göziçi basıncı çok yüksek seviyelerde değilse hastalık hiçbir belirgin belirti vermeden sinsi olarak seyreder. Bu nedenle hastalığın teşhis edilmesi, ilerlemiş dönemlerinde yapılır.
Glokom, çoğunlukla başka bir nedenle, sıklıkla da sıradan bir gözlük muayenesi veya basit nedenlerle doktora başvuran hastalarda yapılan muayene sırasında tesadüfen teşhis edilir. Bu nedenle göz muayenesi sırasında göz tansiyonunun ölçülmesi ihmal edilmemelidir.

Ayrıca, bir kısım hastada akut glokom krizi denilen ve göziçi basıncının ani olarak çok yüksek düzeylere yükselmesiyle ortaya çıkan, şiddetli göz ağrısı, başağrısı, gözün kıpkırmızı olması, bulantı, kusma gibi gürültülü bir tabloyla kendini gösterir. Bu durumda teşhis çok kolaydır ve acil tedavi gerekir.

Glokom teşhisinde göz doktorlarının klasik olarak birlikte aradıkları üç bulgu gereklidir. Bunlardan birincisi, göziçi basıncının yüksek olmasıdır. Normalde göziçi basıncı 10-20 mm. civa basıncı düzeyindedir. Göz içi basıncının 20 mm civa basıncının üzerinde bulunması çoğunlukla glokom lehindedir, ancak sadece göziçi basıncının yüksek bulunması,glokom teşhisi için yeterli değildir. Çünkü göziçi basıncı 20 mm civanın üzerinde olduğu halde normal olan gözler olduğu gibi, göziçi basıncı 20 mm civanın altında olmasına rağmen glokomlu olan gözler de mevcuttur. Glokom teşhisi için ikinci olarak aranılan bulgu, gözdibi muayenesinde görülen göz siniri tahribatıdır. Üçüncü bulgu da, görme alanı muayenesinde, görme sinirindeki tahribatı gösteren görme alanı bozulmalarıdır. Glokomlu hastalar, göziçi basıncı düzeyi, görme sinirinin ve görme alanının durumu birlikte değerlendirilerek izlenirler ve yine bu bulgulara bakılarak ilaç tedavisine veya ameliyata karar verilir.
Glokom erken teşhis edilmezse ne olur ?
Glokom, sinsi bir hastalıktır. Çoğunlukla ileri dönemlere kadar hiçbir belirti vermez ve doktor muayenesi olmadıkça ortaya çıkarılması güç bir hastalıktır. Glokom yavaş seyreden, fakat sürekli ilerleyen ve giderek göz siniri tahribatına yani görme kaybına yolaçan karakteristik bir belirtisi bir belirtisi olmayan kronik bir göz hastalığıdır. Tedavi edilmediğinde kesinlikle görmenin tümüyle kaybına neden olan bir hastalık olduğundan, teşhis edildiğinde hastalığın niteliği ve ciddiyeti, doktor tarafından hastaya ve hasta yakınlarına tüm açıklığıyla anlatılmalıdır. Çünkü hasta, hastalığın ciddiyetinin tam bilincinde olmadığında çoğunlukla tedaviyi sürdürmemekte, bu da görme kaybıyla sonuçlanmaktadır.
Glokomun değişik tipleri var mıdır ?
Glokom başlıca açık açılı ve kapalı açılı glokom olmak üzere iki tipte görülebilir.

AÇIK açılı glokom: Glokomların %85-90’ı bu tiptedir. Açık açılı glokomlu hastalarda hastalık belirgin bir belirti vermeden sinsi seyrini sürdürür ve hasta, hastalığının farkında olmaz. Ancak son döneme yaklaştıkça görmesinin bozulduğunu ve azaldığını farkeder ve doktora başvurur. Fakat bu durumdaki bir hastada, göz siniri büyük oranda tahrip olmuş ve görme alanı çok daralmıştır. Yapılacak tedavi ancak mevcut görmeyi korumaya yardımcı olur. Kaybolan görme geri çevrilmez. Glokom görülme sıklığı özellikle 40 yaşından sonra artış gösterir. Tüm glokomların %90’ı 40 yaşın üzerinde kişilerde görülmektedir. Bu nedenle, 40 yaş üzerindeki kişilerde göz muayenesi sırasında, göziçi basıncının ölçülmesi göz doktorları için bir kural haline gelmiştir. Özellikle ailesinde glokomlu olanlar, kendilerinde glokom olma olasılığının daha yüksek olduğunu bilerek 40 yaşından sonra hiç olmazsa yılda bir kez göz muayenesi olup göz tansiyonlarını ölçtürmelidirler.

KAPALI açılı glokom: Glokomlu hastaların %5-10 kadarını oluşturur. Bu tip glokom yukarıda anlatılan ve çoğunluğu oluşturan sessiz gidişli, belirti vermeyen, sinsi glokom tipinin tam tersine çok gürültülü bir tabloyla ortaya çıkar. Açı kapanması glokomu veya akut glokom krizi olarak isimlendirilen bu tabloda, birden gözde şiddetli ağrı, kızarıklık, görmenin bulanıklaşması ve azalması, ışığa hassasiyet, bulantı, kusma belirtileri ortaya çıkar. Bu tabloyla doktora başvuran hastanın göz tansiyonu genellikle 40-50 mm veya daha yüksek civa basıncı gibi çok yüksek düzeylerde bulunur. Bu yüksek göz tansiyonunun acilen ilaç tedavisiyle düşürülüp hastanın ameliyata alınması ve probleminin halledilmesi gerekir. Aksi halde, hasta doktora başvurmakta gecikirse bu yüksek göz tansiyonu ile birkaç gün içinde tam görme kaybı oluşur. Bu belirtilerin görüldüğü hastanın ağrı kesicilerle ağrıyı azaltmaya çalışmadan, bir an önce doktora başvurması gerekir.

En çok görülen bu iki glokom tipinden başka bir de sekonder glokom adı verilen bir glokom türü mevcuttur. Sekonder glokomda, gözde göziçi basıncının yükselmesine neden olan bir hastalık vardır. Bu, değişik nedenlerle oluşan göziçi kanamaları, göziçi iltahapları, şeker hastalığı, göze gelen darbeler (travma), ileri dönemdeki katarakt gibi çok değişik sebeplerle olabilir.
Glokom tedavi edilebilen bir hastalık mıdır ?
Glokom teşhis edildikten sonra tedavisi mümkün olan bir hastalıktır. Ancak, zamanında teşhis edilmeyip hastalık göz sinirinde tahribat yapar ve görme derecesini düşürdükten sonra teşhis edilirse, yapılan tedavi ancak mevcut görmeyi korumaya yardımcı olur. Kayıpların geriye getiremez. Bu nedenle hastalar, görme kayıpları oluşmadan, göz siniri tahrip olmadan erken dönemde yakalanırsa görme kaybına engel olunarak kolayca tedavi edilir.
Glokomun tedavi yolları nelerdir ?
İlaç tedavisi: Glokomun ilaçla tedavisinde kullanılan birçok damla mevcuttur. Bu damlalar değişik mekanizasyonlarla göziçi basıncını düşürürler. Göziçi basıncı düşürülmeye çalışılır. Başarılı olunamazsa, ikinci damla eklenir. Yine göz tansiyonu düşmezse tedaviyi yapan doktorun anlayışına göre üçüncü damla eklenir (bu tartışmalıdır) veya diğer tedavi yöntemlerine başvurulur.
Damla tedavisine başlamadan önce hastada kalb-akciğer rahatsızlığı olup olmadığı araştırılmalıdır. Çünkü glokom tedavisinde kullanılan damlaların bazıları, solunum zorluğuna ve kalbde ritm bozukluklarına yolaçabilir. Bu nedenle bu tür ilaçlar dikkatle kullanılmalıdır. Yine bazı tür glokom damlaları da görme bulanıklığına, gözde ağrıya, başağrısına allerjik reaksiyonlara neden olabilirler. Glokomlu bir hastada göziçi basıncı damla tedavisi ile normal düzeyde seyrediyorsa ve sürekli bu düzey korunuyorsa, hasta bu damlaları sürekli ve düzenli olarak hayat boyu kullanmak zorundadır.

LASER tedavisi: Glokom tedavisinde, ilaç tedavisine yeterli cevap alınamayan hastalarda laser, ameliyattan önce uygulanabilen bir tedavi seçeneğidir. Laser tedavisi çok yüksek olmayan göziçi basınçlarını normal düzeye indirebilir. Etki süresi genellikle 2-3 yıl kadardır. Sonra göziçi basıncı tekrar yükselebilir. Uygun hastalarda laser, etkili bir tedavi alternatifi olabilir.

CERRAHİ tedavi (Ameliyat): Eğer, glokomlu bir hastada göziçi basıncı kullanılan bütün ilaçlara rağmen normal düzeye indirilemiyorsa, göz siniri tahribatı giderek ilerliyor ve görme alanı giderek kötüleşiyorsa ameliyat gerekli olur. Ameliyat gerekli olduğu halde ertelenirse hasta görmesini günden güne kaybeder. Glokom ameliyatı lokal anestezi ile yapılır. Ameliyatta yapılan işlem, gözdışına çıkmakta zorlanan ve böylece göziçi basıncının artmasına neden olan göziçi sıvısının çıkışını kolaylaştırmaktır. Bunun için değişik teknikler mevcuttur. Glokom ameliyatları, eğer hasta bebek veya çocuk ise genel anestezi ile, erişkin hastalarda ise lokal anestezi ile yapılır. Ameliyattan sonra hastanın yatması gerekli değildir. Bazen ameliyattan sonra, göziçi basıncı tekrar yükselebilir. O zaman ikinci kez glokom ameliyatı yapmak gerekebilir. Bazı inatçı glokom türlerinde standart ameliyat teknikleriyle sonuç almak mümkün değildir. Bu durumda da göze bazı tüpler (valfler) yerleştirerek, yüksek göziçi basıncı düşürülmeye çalışılır.

 

 

GLUTEN ENTEROPATİSİ (ÇÖLYAK HASTALIĞI)

Çölyak Hastalığı (Celiac Disease) ; Hastalık bağırsaklardaki sindirimi sağlayan villus denilen yapıların bozulmasına sebep olmakta ve dolayısıyla da yiyeceklerdeki besinin emilmesini engelleyen ve ince bağırsakta hasarlar oluşturan bir sindirim hastalığıdır.

Çölyak hastası olan kişiler buğdayda arpada çavdarda ve yulafta* bulunan ve gluten olarak adlandırılan bir proteinine tahammül edememektedir.

Çölyaklı hastalar gluten içeren yiyecekler yediklerinde, onların bağışıklık sistemleri bunu ince bağırsaklara zarar vererek yanıtlar.Özellikle çok küçük ve parmak şekline benzeyen villus olarak adlandırılan ince bağırsaktaki emilimi sağlayan yapılar kaybolur(düzleşir ve görevini yapamaz hale gelir.)

Yiyeceklerdeki besinler bu villuslardan geçerek kan dolaşımı içine emilirler.Villuslar olmadan kişi ;her ne kadar yiyecek yerse yesin; beslenemez.

Vücudun kendi bağışıklık sistemine zarar vermesinden dolayı çölyak hastalığının otomatik bağışıklık sistemi rahatsızlığı olarak düşünülmektedir.Bununla birlikte ,yiyeceklerin emilememesinden dolayı sindirim rahatsızlığı olarak ta sınıflandırılabilmektedir.

Çölyak hastalığı ayrıca gluten entropatisi , celiac disease ,celiac sprue , nontropical sprue ve gluten sensitive entropathy olarak da bilinmektedir.

Çölyak hastalığı genetik bir hastalıktır,bunun anlamı kişinin ailesinde de bu hastalığın çıkması söz konusudur.Bazen hastalık bir ameliyat ,çocuk doğumu , hamilelik , viral enfeksiyon yada şiddetli duygusal stresten sonra , tetiklenebilir ;yada ilk seferde aktif olabilir.

Çölyak hastalığı kişinin yaşamının her hangi bölümünde ortaya çıkabilmektedir . Çölyak kimi kişilerde çocukluk, kimilerinde ergenlik, kimilerinde ise orta yaş grubunda ortaya çıkabilmektedir.
Belirtileri nelerdir ?
Çölyak hastalığı insanları çok değişik şekillerde etkilemektedir.Bazı insanların belirtileri çocuklukta , bazılarının yetişkinliklerinde gelişmektedir görülmektedir.

Çölyak hastalığının oluşumunda rol oynadığı düşünülen faktörlerden biriside kişinin anne sütüyle ne kadar zaman beslendiğidir.Uzun süre anne sütüyle beslenen kişilerde çölyak hastalığını belirtileri daha geç ortaya çıkmaktadır.Diğer bir faktör ise gluten içeren yiyeceklerin yenilmeye hangi yaşta başlandığı ve ne kadar gluten yenildiğidir.

Belirtiler sindirim sisteminde var olabilir yada olmayabilir. Örneğin bir kişide ishal ve karın ağrısı olabilirken diğer bir kişide aşırı sinirlilik, öfke ,veya depresyon olabilmektedir.Aslında aşırı öfke ve sinirlilik çocuklarda görülen en yaygın belirtilerden biridir.

Çölyak hastalığının belirtileri aşağıdaki maddelerden birini yada bir kaçını içerebilir;

Çok sık tekrarlanan karın ağrıları
Kronik ishal
Kilo kaybı
Açık renkli, kötü kokulu dışkı
Anemi (kırmızı kan hücrelerinin düşüklüğü)
Gaz
Kemik Ağrısı
Davranış değişiklikleri
Kaslarda kramp meydana gelmesi
Yorgunluk
Büyüme geriliği
Bebeklikte gelişim,büyüme bozuklukları
Eklemlerde ağrılar
Felç
Bacaklarda uyuşma,karıncalanma(sinirdeki hasardan)
Ağız içerisindeki açık yaralar (aphthus ulcers)
Ağrılı deri hastalığı (dermatitis herpetiformis)
Diş bozuklukları yada mine kaybı
Haddinden fazla kilo kaybından dolayı oluşan adet düzensizliği
Anemi, büyüme geriliği ve kilo kaybı beslenememenin işaretleridir. Yeterince besin alınamamaktadır. Besin alınamama herkes için çok ciddi bir problemdir ama özellikle çocuklar için böyledir. Çünkü onların düzenli gelişmesi için yeterli besine ihtiyaçları vardır. Çölyaklı bazı kimselerde söz konusu belirtiler olmayabilir. Onların ince bağırsaklarının hasarsız kısmı yeterince besin alabildiğinden belirtilerin çıkmasını önlemektedir. Bununla birlikte belirtisi olmayan insanlarda çölyak hastalığının komplikasyonlarının riski hala mevcuttur.
Nasıl teşhis edilir ?
Çölyak hastalığını teşhis etmek çok zor olabilmektedir. Çünkü hastalığın belirtilerinden bazıları diğer hastalıkların belirtileri ile aynıdır.(Bu hastalıklar ; Bağırsak hastalıkları, Crohn’s hastalığı , ülseratif kolit, bağırsak enfeksiyonları, kronik yorgunluk sendromları ve depresyon).

Son zamanlarda araştırmacılar çölyak hastalarının kanlarında kimi antikorların normal seviyesinden daha yüksek olduğunu keşfettiler. Vücut algıladığı yabancı maddeleri yok etmek için karşılık olarak bağışıklık sisteminden antikorları üretir. Çölyak hastalığının teşhisinde doktorlar glutene karşı oluşan antikorların seviyesi ölçmek için kan testi yapabilmektedirler. Bu antikorlar antigliadin, anti-endomysium ve antireticulin’ dir.

Eğer test sonuçları ve belirtiler çölyak hastalığını işaret ediyorsa, doktor villuslardaki hasarı kontrol etmek için ince bağırsaktan çok küçük bir doku parçası alabilir.bu yapılan işlemin adı biyopsi’dir.Biyopsi işlemi ; endoskop olarak adlandırılan ince bir tüp ağız ve mideye doğru ince bağırsağa içine sokulur ve aletin yardımıyla küçük bir doku örneği endoskopa alınır. İnce bağırsak biyopsisi çölyak hastalığını teşhis etmenin en iyi yoludur.

Çölyak hastalığının araştırılması ve hasta olabilecek kişilerin bulunabilmesi için belirti göstermeyen kişilerinde glutene karşı olan antikorların araştırılması gerekmektedir.Bununla birlikte çölyak hastalığı kalıtsal olduğundan aile üyeleri -özellikle birinci derece akrabalar- hastalık için test yaptırmalıdırlar. Çölyak hastasının birinci derece akrabalarının-ana, baba, kardeş, yada çocuklar gibi – yaklaşık %10 ‘unda ileride bu hastalık çıkması söz konusudur.

Kişinin kendisini herkesden daha iyi bildiği bir gerçektir.bu yargıya göre kesin tanı koyma aşamasına gelinmeden önce eğer kişi çölyak belirtilerin birkaçını kendinde görüyorsa bir hafta süreyle kısmen de olsa glutenli gıdalardan uzak durması kendisinin çölyaklı olup olmadığı konusunda bir fikir verebilir.Kesin tanı konma aşamasından önce doktorlar bu ; kolay ,kısa ve etkili yolu öncelikle tercih edebilmektedirler.Ama elbette kesin tanının bilinmesi, konulması şarttır.Bu da bağırsak biyopsisi ile ortaya çıkacaktır.
Tedavi yolları nelerdir ?
Çölyak hastalığı için tek tedavi glutensiz diyet uygulamaktır. Glutensiz diyet gluten içeren tüm gıdalardan sakınmak ve onları tüketmemektir. Bir çok insan için aşağıda verilen diyet hastalık belirtilerini durduracaktır, bağırsakların zarar gören kısımlarında iyileşme gerçekleşecektir ve bağırsakların daha fazla zarar görmesi önlenecektir. Diyetin başladığı günler içerisinde iyileşmelerde başlar ve ince bağırsak genellikle tam olarak iyileşir. Bunun anlamı villusların hiç zarar görmemiş gibi olması ve (üç ile altı ay içinde) çalışmasıdır. (Bu süre yetişkinler için iki yıla kadar çıkabilmektedir.)

Glutensiz diyetin yaşam boyu sürmesi gerekmektedir. Ne kadar az olursa olsun gluten ve dolayısıyla glutenli gıdalar tüketmek bağırsaklara zarar verir.Bu çölyak hastası olan herkes için böyledir. (Çölyak hastası olan kişilerde dikkate değer bir belirti olmasa bile.) Hastalığın ilerlemesi yada glutensiz diyetin uygulanmaması çölyaklar için oldukça vahim sonuçlar doğurabilmektedir. Bu sonuçların herhalde en vahimi bağırsak kanserine yol açabilmesidir

Kişinin tanı anındaki yaşına bağlı olarak bazı problemler örneğin büyüme geriliği ve diş bozuklukları iyileşmeyebilir.

Çölyak hastalarının küçük bir yüzdesi glutensiz diyetle iyileşmeyebilir. Bu kişiler bağırsaklarına aşırı derecede zarar vermişlerdir. Öyle ki diyetlerinden gluteni yok etseler bile iyileşme olmaz.Onlar bağırsaklarından yeterli derecede besin ememediğinden toplam damar içine ilave besin almaya ihtiyaçları vardır. Kökleşmiş çölyak hastalığı için ilaç tedavisi tercih edilmektedir.

Eğer bir kişi glutensiz diyete yanıt veriyorsa doktor çölyak hastalığının tanısının kesin olduğunu bilecektir.
Unutulmaması gerekenler
Çölyak hastaları için ;buğday,arpa, çavdar, yulafda bulunan protein ,gluten, zehirden farksızdır ve vücut tarafından tahammül edilmemektedir.
Çölyak hastalığı küçük bağırsağa zarar vermekte ve vücudun besin alınımını engellemektedir.
Çölyak hastaları için tedavi çok önemlidir.Kanser, osteoporosis, Kansızlık, seizure (hastalık nöbeti,kriz) gibi hastalıklara yol açabilmektedir.
Çölyaklı kişide belirtiler olabilir yada olmayabilir.(illaki belirtiler olması gerekmemektedir.)
Kesin tanı için biyopsi ve kan testleri gereklidir.
Çölyak hastalığı kalıtsal olduğundan çölyaklı kişinin aile fertlerinin de test yaptırmaya ihtiyaçları vardır.
Çölyak hastalığı glutensiz diyet ile tedavi edilmektedir.Çölyaklılar için glutensiz diyet ömür boyu gereklidir.

 

 

 

GONORE (BEL SOĞUKLUĞU)

Neisseria gonorrhoeae (gonokok) adı verilen bakterinin yol açtığı bir enfeksiyondur. Cinsel yolla bulaşan hastalıkların en sık görülenidir.

A.B.D.’de her 30 saniyede bir kadının bel soğukluğuna yakalandığı ileri sürülmektedir. Bu kişiler 3-5 gün süren kuluçka dönemi süresince ileri derecede bulaştırıcı olmaktadırlar. Gonoreli bir erkek ile ilişki kuran her kadın enfekte olmaz. Sadece %60-90 kadında enfeksiyon gelişir. Kadından erkeğe bulaşma ise daha zordur.

Gonoreli bir kadınla ilişkide bulunan erkeklerin %20-40’ı enfekte olur.

Kadınlarda en çok rahim ağzında yerleşir.

Dokuların yapısı nedeni ile vajina dokusunda gonore bakterisi yerleşemez. Rahim ağzı (serviks) dışında sırasıyla ürethtra ve vajinanın hemen girişinde her ki yanda yer alan bartholin bezlerini tutar. Kadınların %80’inden fazlası asemptomatik kalır yani hiçbir belirti olmaz. Bu kuluçka döneminin değişken olabileceğinin belirtisidir.
Belirtileri
Bel soğukluğunun en sık yarattığı yakınma vajinal akıntıdır. Bu akıntı sarı-yeşil renkli ve kötü kokuludur. Sümüğümsü bir yapısı vardır. Beraberinde nadiren kaşıntı da olabilir. Bu tabloya idrar yaparken yanma da eşlik edebilir. Akıntıdan sonra en sık görülen yakınma ise kasık ağrısıdır.Genelde her iki tarafta da ağrı olur. Öğleden sonra ve akşam çıkan ateş görülebilir. Bartholin bezi tutulmuş ise vajina girişinde oldukça ağrılı bir şişlik yani bartholin absesi olabilir. Mikroorganizma kan dolaşımına geçer ise eklemlerde de enfeksiyona neden olabilir.Eklem ağrıları ve şişlikleri görülür. Tek bir eklemde belirtiler olmaz. Ağrılar gezici tiptedir. Bir eklem düzelir belirtiler bir diğerinde başlar. Buna gezici eklem ağrıları adı verilir. Nadiren gonokoka bağlı boğaz enfeksiyonları gelişebilir. Doğum esnasında anneden bebeğe geçerek yenidoğanın gözlerinde konjuktivite yol açabilir.

Gonorenin en önemli komplikasyonu pelvik iltihabi hastalıktır. Enfeksiyonun tüplere ve yumurtalıklara kadar ilerlemesidir. Kısırlık dahil pekçok komplikasyon yaratır.
Tanı
Servikal ve vajinal akıntının incelenmesi ile konur. Vajen kültürü alınmasının en faydalı olduğu durum gonoredir. Kültürde gonokokların üretilmesi tanı için yeterlidir.Klinik olarak tanı konmuş olsa bile bunun kültür ile doğrulanması gerekir.
Tedavi
Bel soğukluğu tedaviye son derece duyarlı bir hastalıktır. Antibiyotik tedavisi ile genelde iyileşme sağlanır. Antibiyotik kullanımından bir hafta sonra kültürler tekrarlanarak enfeksiyonun geçtiği teyid edilmelidir.

 

 

GÖBEK FITIĞI (UMBLİKAL HERNİ)

Doğumdan sonra göbek kanalının tam olarak kapanmaması sonucu oluşur .%25–50 oranında gözlenir. Yüksek ailevi yatkınlık vardır. 3 yaşına kadar %90’ı tedavi gerektirmeden kendiliğinden düzelir.
Nasıl Tanınır?
Ağlama ıkınma ile göbekte gelip geçici şişlik olur. Bebek rahatladığında kendiliğinden kaybolur.
Tedavi Prensipleri
Kızlarda 3 yaşına, erkeklerde 4 yaşına kadar geçmemişse
Bir kez bile boğulma oluşmuşsa
Çapı 1.5cm ve üzerinde ise düzeltilmelidir.
Oluşturabildiği Sorunlar
Ağrı
Beslenme bozukluğu
Şekil bozukluğu
Fıtık boğulması
Bulguları
1.Huzursuzluk, ağrı.
2.Şişlik kaybolmaz, giderek artar ve üstündeki deri kızarmaya başlar.
3.Önceleri yediklerini kusar daha sonra da sarı – yeşil kusmaları başlar.
4. Karında şişlik, kanlı kaka yâda kaka yapamama.
Fıtık boğulması çocuğunuzun hayatını tehlikeye sokan bir durumdur. Acil cerrahi tedavi gerekir.
Anne karnındaki cenin göbekten çıkarak, anneye uzanan damarlar ile yaşamını sürdürür. Doğumdan bir süre sonra düşen göbek kordonu içinde yer alan bu damarların geçebilmesi için karın duvarında bir açıklık vardır. Birçok yeni doğan bebekte bu açıklıktan karın içi organlar dışarı çıkarak, göbekte bir şişlik oluştururlar. Bu durum Umblical herni (göbek fıtığı) olarak anılır. Umblical hernimi bebeklerde ilk iki yaş içinde bir tedaviye gerek yoktur. Herni dışarıdaki şişlik zamanla büyüse bile, karın duvarının gelişimi ile büyük olasılıkla kendiliğinden iyileşir. Göbeğe bozuk para yapıştırmak veya göbek bağı bağlamak gibi yöntemler iyileşme olasılığını yükseltmediği için uygulanmamalıdır. İki yaşına gelen çocukta hala Umblical herni var ise hekime başvurulmalıdır.

 

 

GÖĞÜS BÜYÜTME

Her kadın, güzel görünümlü memelere sahip olmak ister. Gelişme problemi ya da gebelik sonucu hacim kaybeden memeyi, dolgunlaştırmaya yönelik yapılan meme büyütme ameliyatında estetik ve güzel görünümlü meme oluşturmak mümkündür. Büyütmenin oranı, kişinin arzusu, mevcut memenin durumu ve göğüs kafesinin ölçüleri dikkate alınarak belirlenir. Doğum sonrası orta ve ileri derecede sarkması olan memelerde protezin yerleştirilmesi ameliyatına ek olarak meme dikleştirme ameliyatı da yapılmalıdır.
Ameliyat genel anestezi altında yapılır ve tercih edilen tekniğe göre 1.5-3 saat sürer. Hasta 1 gece hastanede kalır. Özel meme korsesi 1 hafta süre ile giydirilir. Meme çevresinde şişlikler ve morluklar oluşabilir ve 7-10 gün içinde geçer. Yönteme göre işe dönebilme süresi değişebilir ve 5-10 gün dür. 5-7 gün ameliyattan sonra uçak yolculuğu yapılabilir.

MEME PROTEZLERİ
Meme büyütmek için kullanılan materyal, silikon protezlerdir. Silikon vücut için zararlı bir madde değildir. Silikon inert bir maddedir, yani vücut içine yerleştirildikten sonra organizma ile kimyasal reaksiyona girmez, moleküler yapısı değişmez. Silikon ile meme kanseri arasında herhangi bir ilişki olmadığı bilimsel bir gerçektir.

PROTEZ İÇERİĞİ
Serum fizyolojik içeren protezler dışı silikondan üretilmiş bir kapsülün içinde serum fizyolojik içerirler. Serum fizyolojik içeren protezler herhangi bir sebepten dolayı (trafik kazası, kesici-delici alet batması, ateşli silah yaralanmaları vb.) delinir, patlar ya da sızıntı yaparsa dışarıya sızan serum, vücut tarafından emilebilir, vücut için zararlı bir etki oluşturmaz. Koheziv jel içeren protezlerin dış kılıfı silikondan üretilir ve içi akıcı olmayan jel silikondur. Akıcı özellikte olmadıkları için, herhangi bir sebepten dolayı delinirse, sızarak bulunduğu bölgeye yayılması söz konusu değildir. Kıvamının daha koyu olmasından dolayı daha şekilli göğüsler elde edilir. Diğer bir kategori ise kombine protezlerdir, yarı jel yarı serum fizyolojik; bu protezler teknoloji ürünü olaraktan protezin daha doğal durmasını sağlar.

PROTEZ ŞEKLİ
Yuvarlak protezler yarım küre şeklindedirler. Yerleştirildikten sonra memenin üst yarısında da dolgun bir görünüm oluştururlar. Anatomik protezler damla şeklindedirler. Şekilleri, memenin doğal şekline daha uyumludur. Yerleştirildikten sonra memenin alt yarısında dolgun bir görünüm oluştururlar.

PROTEZ YUVASI
Meme, yağ dokusu ve süt bezlerinden oluşmuştur. Memenin altında, meme ile göğüs kafesinin arasında göğüs kası bulunur. Protezler, ya meme ile göğüs kasının arasına yani kas üzerine, ya da göğüs kası ile göğüs kafesi arasına yani göğüs kası altına yerleştirilebilir.
Göğüs kasının üzerine yerleştirildiğinde hızlı bir iyileşme sağlanır. Kas altına yerleştirilen protezler kadar doğal bir görüntü oluşturulamaz, elle muayene edildiğinde, protez hissedilebilir. Göğüs kasının üzerine yerleştirildiğinde protez kenarlarının dışarıdan bakıldığında fark edilmesi ya da elle muayene edildiğinde hissedilmesi daha zordur. Bu nedenle daha doğal bir görünüm kazandırılmış olur. Kapsüler ihtimali daha azdır. Göğüs kasının pozisyonu değiştiği için göğüs kasının kasılmasını sağlayan omuz ve kol hareketleri ile ilk birkaç gün ağrı hissedilebilir. Bu nedenle iyileşme süresi birkaç gün daha uzun zaman alabilir.

PROTEZ YERLEŞİMİ İÇİN GİRİŞ YERLERİ
Protezler göğüs bölgesine 4 farklı yerden girilerek yerleştirilebilir:
1- Meme başı çevresi
Ameliyat kesisi, meme başı çevresinin koyu renkli bölgesinin çevresinde, yaklaşık 4 cm. uzunluğunda yarım çember şeklindedir. Meme başı çevresinden kesi yapıldığında protezin yerleştirileceği bölgeye, süt bezleri kesilerek ulaşılır, protezin yerleştirileceği bölgeye ulaşmak için süt bezlerinin kesilmesi, olası bir doğumdan sonra emzirmeyi olumsuz etkileyebilir, meme başının duyusunu sağlayan sinir etkilenebilir, bu durumda meme başında geçici ya da kalıcı uyuşukluk oluşabilir. Ameliyat kesisi, meme başının çevresinde silik bir iz bırakarak iyileşir.

2- Meme altı kıvrım çizgisi
Meme altı kıvrım çizgisi üzerinden, ya da bu kıvrımı oluşturacak çizgi üzerinden 4-5 cm. uzunluğunda kesi yapılır. Ameliyat kesisi, meme altı kıvrım çizgisinde silik bir iz bırakarak iyileşir. Meme altı kıvrım çizgisinden girerek protez yerleştirildiğinde süt bezleri zarar görmez, olası bir doğumdan sonra emzirme problemi oluşmaz, meme başının duyusunu sağlayan sinirin etkilenme ihtimali daha azdır. *

3- Koltuk altı
Koltuk altında, derinin katlandığı çizgiler üzerinden protez türüne göre 2-4 cm. uzunluğunda bir kesi yapılarak, memenin altına doğru uzanan bir tünel hazırlanır ve protez bu tünelden yerleştirilir. Protezler, bu yolla genellikle göğüs kasının altına yerleştirilir. Ameliyat kesisi koltuk altında olduğu için, meme bölgesinde ameliyat izi olmaz. Koltuk altındaki ameliyat izi ise kıvrım çizgileri içinde kaldığından dolayı zamanla kaybolur. Bu yolla yapılan girişimin süt bezlerine hiçbir etkisi yoktur. Olası bir doğumdan sonra emzirme sorunları ortaya çıkmaz. Meme başının duyusunu sağlayan sinirin etkilenme ihtimali çok azdır. Bu nedenle meme başının uyuşukluğuna sık olarak rastlanmaz.

4- Karın germe sırasında göbek altından
Karın germe esnasında memenin altına doğru uzanan bir tünel hazırlanır ve protez bu tünelden yerleştirilir. Protezler, bu yolla genellikle göğüs kasının üzerine yerleştirilirancak kas altına yerleştirmek ayrıca mümkün. Ameliyat kesisi olmadığı için, meme bölgesinde ameliyat izi olmaz.

 

GÖĞÜS DİKLEŞTİRME

Mastopexy veya meme dikleştirme, doğum sonrası sarkan meme dokusunun dikleştirilmesi ve dolgunlaştırılmasını hedefleyen bir ameliyattır. Ameliyatın tekniği memenin sarkıklık derecesine göre değişmektedir.

Hafif sarkıklığı olan olgularda meme başı normal pozisyonuna taşınır ve meme başı çevresindeki bollaşmış olan fazla deri çıkarılır. Bu teknik uygulandığında sadece meme başı çevresinde halka şeklinde bir ameliyat izi oluşur. Sarkıklık fazla ise ayrıca memenin alt yarısından da bollaşmış derinin çıkarılması gerekir. Bu durumda meme başının çevresindeki ameliyat izine ek olarak meme başından alt kenara doğru dikey olarak uzanan bir iz daha oluşur. Bu uygulamalar ile meme başı normal pozisyonuna taşınıp bollaşmış olan fazla deriler de çıkarılarak meme dik ve diri görünümünü kazanır. Aynı girişim sırasında memeye dolgunluk kazandırmak için silikon protezler de yerleştirilebilir. Ameliyatı takip eden yıllarda doğum yapıldığında süt bezleri ve süt kanalları zarar görmemiş olacağı için silikon protez uygulanan olgular da dahil olmak üzere herkes bebeğini emzirebilir.

Ameliyatta uygulanan tekniğe bağlı olmaksızın açık tenli ve yara iyileşme fizyolojisi normal olan kişilerde kalan ameliyat izleri çok belirgin değildir. Ancak izlerin belirginliği yine de kişinin yaşına, genetik yapısına ve derinin yapısal özelliklerine göre değişebilir.

Ameliyat genel anestezi altında yapılır, ortalama süresi 2-3 saattir. Hastanede kalış süresi 1 gündür. Ameliyat sonrası kişiyi rahatsız edecek derecede ağrı olmaz. Hissedilen ağrı, ağrı kesici ilaçlar ile rahatlıkla kontrol altına alınabilir. 4-7 gün sonra işe dönülebilir ve uçak yolculuğu yapılabilir. Yapılan ameliyatın etkisinden dolayı memelerde birkaç hafta süren şişlik olabilir. Ameliyat izleri aylar içinde azalır ve belirsiz hale gelir.

 

 

 

GÖĞÜS DUVARI TÜMÖRLERİ

Göğüs duvarı kanserleri, göğüs kafesini oluşturan kaburgalar ve iman tahtası kemikleri, kıkırdaklar ve kas, bağ dokularından köken alan tümörleri ifade eder. Bunlar içinde kemik ve kıkırdaklarda oluşan tümörler sıklıkla görülürken, kaburgalar en sık tutulan yerdir.
Birincil göğüs duvarı tümörleri iyi ve kötü huylu olmak üzere ikiye ayrılır. İyi huylu tümörler yumuşak doku, kemik veya kıkırdaklardan kaynaklanabilir.
Malign (kötü huylu) tümörler hızlı büyür, ağrılı ve ele gelen şişlikler ile kendini gösterir. Kemik dokudan kaynaklananların çoğu kaburgalardan köken alır. Yumuşak doku sarkomlarında ise genellikle ağrı görülmez ve diğer kötü huylu tümörlere göre daha iyi bir süreç izlenir.
Göğüs duvarı tümörlerinde tedavi
Göğüs duvarı tümörlerinde yapılan göğüs tomografisi incelemesinde tümörün çapı, kemiklerde yarattığı invazyon, çevre yumuşak doku tutulumu gibi yayılım gösterme belirtilerine bakılır.
Göğüs duvarı tümörlerinin bazılarının tedavisi cerrahi dışıdır ve hastalara radyoterapi ve/veya kemoterapi uygulanır.
Tedavisi cerrahi olan bir göğüs duvarı tümörü varlığında ise amaç geniş sınırlarla tümörün çıkarılması ve göğüs duvarının gerekirse yapay platin ve yamalarla desteklenmesidir.

 

 

 

GÖRME KUSURLARI
Miyopi
Miyop, tedavi edilebilen, gözlerin yakını rahat görebildiği, uzağı net olarak göremediği bir göz rahatsızlığıdır. Latince’de kısık göz anlamına gelen miyop, kişilerin uzağı görememesi nedeniyle göz kaslarını kısarak kullanması sonucu bu adı almıştır. Genellikle kalıtımsal özellik gösterir. Kalıtımsal olduğu düşünülen durumlarda çocuklar 1 – 3 yaşlarında mutlaka kontrole götürülmelidir. Ayrıca gözlerin az ışıkta kullanılması, beslenme bozuklukları, sürekli okuma bu rahatsızlığa neden olabilir.
Miyop Tedavisi Nasıl Yapılır?
Kontakt lens ve gözlük kullanmak tedavi seçenekleridir. Excimer Lazer yöntemi ise rahatsızlığı kesin olarak tedavi eder. Lazer tedavisi yapılabilmesi için gereken koşullar aşağıdaki gibidir.
• 18 yaş üzerinde olmak
• Miyop numarası 10’un altında olması
• Son bir yıl içerisinde göz numarasının değişmemiş ya da çok az değişmiş olması
• Retina, Keratokonus gibi hastalıkların olmaması
• Romatizma, şeker gibi sistematik rahatsızlığa sahip olunmaması
Hipermetropi
Hipermetropide göze giren ışık retina üzerine düşmek yerine daha geriye odaklanır. Hipermetroplar uzağı net görebilirken yakın mesafeleri görmekte zorlanırlar. Çocuk hipermetrop hastalarda lensin odaklamasına yardımcı olan kaslar kuvvetli çalıştığından yakın görüş de nettir. Ancak ilerleyen yaşla beraber bu odaklama mekanizması zayıflar ve yakın görmede problem ortaya çıkar.
Astigmat
Astigmatizma, çoğu kez korneadaki şekil bozukluğuna bağlıdır. Basitçe korneanın yumurta biçiminde olma durumudur. Bu durum iki eksende farklı kırılmaya yol açar ve kişide bulanık veya gölgeli (çift) görmeye sebep olur. Düzeltilmesinde silindirik camlar kullanılır.
Astigmat nedenleri nelerdir?
• Kalıtım
• Göz kapağında kist, şekil bozukluğu
• Korneada geçirilmiş enfeksiyona bağlı izler
• Keratokonus hastalığı
• Presbiyopi
Miyop, Hipermetrop, Astigmat’ın Lazer ile Tedavisi
• Miyoplarda 8 derece, hipermetrop ve astigmatlarda dereceleri 5’e kadar olan kişiler lazer göz ameliyatı için uygun adaylardır.
• Lazer göz ameliyatları son 20 yıldır başarıyla uygulanmaktadır ve kullanılan teknoloji, gözün yapısı ve cerrahın tecrübesiyle orantılı olarak sonuçlar farklılıklar gösterebilir.
• Lazer göz tedavisinde amaç gözlük ve kontakt lenslerden kurtulmaktır. Bazı hastalarda bir miktar gözlük kullanma kusuru kalabilir. Bu hastalara ikinci bir lazer tedavisi başarı ile uygulanabilir.
• Lazer tedavisi gebeler ve emziren anneler için uygun değildir. Ayrıca lazer operasyonuna girecek hastaların gözlük numaralarında son bir yılda bir değişim olmamalı, hastada aktif bir göz enfeksiyonu bulunmamalıdır.
Lazer göz tedavisinin riskleri nelerdir?
LASIK ve PRK operasyonu uygulanmış gözlerde göz kuruluğu olabilir. 3 – 4 ay suni göz yaşı damlaları kullanılarak bu durum önlenebilir. Göz kuruluğu nadiren kalıcı olabilir.

 

 

 

GÖZ AĞRISI

Gözün ağrılarını, göze ait olan ve göze ait olmayan ağrılar diye ikiye ayırmak gerekir. Gözde basit bir iltihaplanma, göz içindeki iltihaplanmalar, arpacık denilen kapak iltihapları veya gözün kendisine ait hareketle ilgili ağrılar, göze ait ağrılar olarak değerlendirilir. Bu tür ağrılarda gözde kızarıklık, kaşıntı veya çapaklanma vardır. Bunlar uzmanlar tarafından tedavi edilmektedir.
Gözde hissedilen ağrıların bazıları göz dışı nedenlerle olur. Sinüzit, özellikle hava boşluklarının bozulması ve gözün ağırlığını hissetmemiz nedeniyle göz ağrısına neden olabilir. Bir diğer unsur diş iltihaplarıdır. Özellikle üst çene kemiğinde meydana gelen diş iltihapları, gözde ağrı yapabilir. Aynı şekilde gözün arkasındaki dokularda meydana gelen iltihaplar veya baş ağrılarında da ilk olarak gözde ağrı hissedilebilir. Hipertansiyonu olan kişilerde ani hipertansiyon ataklarında, yani kol tansiyonunun yükselmesinde, özellikle şakaklar üzerine basan ağrı hissedilebilir.

Göz Ağrısının Nedeni Psikolojik Olabilir mi?
Psikolojik olarak da göz ağrır fakat psikolojik göz ağrısı diyebilmek için diğer sebeplerin bir şekilde atılmış olması gerekir. Göz ağrısı olan kişilerde gözyaşı eksikliği yoksa belirti olarak seyirme vardır. Halk arasında seyirme olarak bilinen üst ve alt kapakta meydana gelen titremeler, özellikle heyecanlı yapıda olan kişilerde heyecanlandıkları zaman ortaya çıkar. Bu da seyirmenin yoğunluğuyla beraber bir şekilde ağrıya neden olabilir.
Nadir de olsa bazı kişilerde, yine psikolojik olarak göz kapağını kısma ihtiyacı meydana gelir. Gözkapağını kısma ihtiyacı, sanki ışıktan rahatsız olurmuş gibi kapak kısılmasına, artan seyirmelere ve özellikle kapak kenarında titremeyle beraber kısık göze neden olur. Göz hekimleri ve psikiyatristler ortak olarak tedavi uygular. Gözkapağı spazmı, ufak enjeksiyonlarla açılır.

Çocuklarda Göz Ağrısı Neden Görülür?
Bir çocuk akşam okuldan eve geldiğinde göz ağrısından şikayet ediyorsa, yatmadan önce başım veya gözüm ağrıyor diyorsa mutlaka doktora başvurunuz. Gizli hipermetrop denilen durumda yakın ve uzak görmede meydana gelen bozukluk, çocuk tarafından fark edilemeyeceği için ilk olarak göz yorgunluğu veya göz ağrısı olarak karşımıza çıkabilir.
Göz Ağrısı Nasıl Tedavi Edilir?
Hastanın önce göz çevresi, kapakları, gözün içi ve retinası detaylı olarak incelenir. Tedavi, ağrıya neden olan şeye yöneliktir. Ağrıya sinüzitin neden olduğu düşünülüyorsa KBB hekim görüşüne başvurulur. Eğer göz ağrısı kirpik gibi iltihabındansa, biraz uzun sürmekle beraber kirpik gibi hijyeni ve tedavisi yapılır. Eğer gözün enfeksiyon nedeniyle ağrısı varsa, damla şeklindeki gözyaşı ilaçlarıyla enfeksiyonla mücadele ederiz. Gözün içinde bir iltihap varsa bunun vücuttaki sebebi de aranıp değerlendirme yapılır.

Göz ağrıları içinde önemlilerinden bir tanesi, aniden başlayan ve ışıklar etrafında haleler görerek ortaya çıkan ani göz tansiyonu krizleridir. Buradaki ağrı çok fazladır ve hastaya bulantı, kusma da yapabilir, görmeyi ani olarak düşürür. Ani olarak gelen bu göz tansiyonu için bir kanal açarak lazerler aracılığıyla tansiyon düşürülür ve önce ağrı giderilir, daha sonra da göz tansiyonu tedavilerine geçilir. Göz ağrılarının tedavisinde en önemli şey, hastanın doktora zamanında başvurmasıdır.

 

 

 

GÖZ ENFEKSİYONU

Gözde kızarıklık, sulanma, yanma, batma, bazen de çapaklanma gibi belirtilerle ortaya çıkan göz enfeksiyonu hakkında merak edilenleri burada bulabilirsiniz… Göz enfeksiyonu nedir? Göz enfeksiyonunun nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

Halk arasında “göz enfeksiyonu veya göz nezlesi” olarak bilinen, tıbbi olarak ‘konjonktivit’ veya ‘pembe göz’ olarak adlandırılan göz enfeksiyonu nedir? Göz enfeksiyonunun nedenleri, belirtileri ve tedavisi ile ilgili bilmek istedikleriniz tüm detayları ile burada…
GÖZ ENFEKSİYONU NEDİR?
Gözlerinize bakteri, mantar veya virüslerden bulaşabilir. Göz enfeksiyonları gözün farklı bölgelerinde oluşabilir ve sadece bir gözü veya her ikisini de etkileyebilir. İki yaygın göz enfeksiyonu çeşidi:
Konjonktivit: Aynı zamanda pembe göz olarak da bilinir. Konjonktivit genellikle bir enfeksiyondan kaynaklanır. Çocuklarda sıklıkla görülür ve çok bulaşıcıdır.
Arpacık: Göz kapağındaki oluşan şişlik. Cildinizdeki bakterilerin kirpiğin saç folikülüne girdiğinde meydana gelen şişliktir.
Diğer göz enfeksiyonu türleri ise:
Blefarit: Kirpik diplerindeki yağlanmalardır. Yoğun bir şekilde kaşınır.
Orbital Selülit: Bakteriyel enfeksiyon göz çevresindeki dokulara enfekte olur ve bu durum kalıcı sorunlara yol açabilir.
Keratit: Bu kornea enfeksiyonudur. Sudaki bakteri, virüs veya parazitlerden kaynaklanabilir. Kontakt lens kullanan kişiler için yaygın bir problemdir.
Dakriyosistit: Gözyaşı kanalında oluşan bir enfeksiyon çeşididir.

GÖZ ENFEKSİYONU BELİRTİLERİ
Enfeksiyonunuz olduğunda bir veya iki gözde semptomlarınız olabilir. Bunlar:
– Ağrı veya rahatsızlık
– Gözde kaşıntı
– Işık hassasiyeti
– Gözlerde yanma
– Göz kapağınızın altında veya kirpiklerinizin tabanında yapışkan bir salgı birikimi
– Rahatsız edici bir batma hissi
– Gözlerde sulanma
– Gözlerde tahriş
GÖZ ENFEKSİYONUNUN NEDENLERİ
Göz enfeksiyonunun çeşitli nedenleri vardır:
– Virüsler
– Bakteriler (örneğin gonore veya klamidya)
– Şampuanlar, kir, duman ve havuz kloru gibi tahriş edici maddeler
– Toz, polen veya bazı kontakt lens kullanıcılarını etkileyen alerji gibi alerjenler
– Bazı bakterilerden ve virüslerden kaynaklanan göz enfeksiyonu, kişiden kişiye kolaylıkla yayılabilir, ancak derhal teşhis edildiğinde ciddi bir sağlık riski taşımaz. Bununla birlikte, yeni doğan bebeklerde gözlerdeki kırmızılık, görmeye engel olabilecek bir enfeksiyon olabileceği için acilen doktora başvurmak gerekir.

GÖZ ENFEKSİYONU TEDAVİSİ
Göz enfeksiyonunun tedavisi enfeksiyonun nedenine göre değişir. Eğer alerjik sebepli göz enfeksiyonunuz varsa en yaygın bakteri göz enfeksiyonları, özellikle reçeteli antibiyotik göz damlaları, merhemler ya da kompresler gibi hızlı tedavilerle temizlenir.
Birçok ortak viral göz enfeksiyonu kendiliğinden çözülür. Şiddetli viral göz enfeksiyonlarında, antiviral bir göz damlası yapılabilir. Bazı viral göz enfeksiyonları, ilgili iltihaplanmayı azaltmak için dikkatli steroid göz damlası uygulanmasını gerektirir.
Doktorunuz, göz enfeksiyonunuzun altında yatan sebebe bağlı olarak, oral yoldan alınan antibiyotikler veya antiviral ilaçlar da reçete edebilir.
Kuru göze bağlı olarak bir enfeksiyon yaşıyorsanız suni gözyaşı ile gözlerinizi nemlendirebilirsiniz. Göz enfeksiyonu tedavisinde geç kalınmışsa ya da hasta tedaviye düzenli gelmemişse durum ciddileşir ve cerrahi yönteme başvurmak gerekir. Eğer göz korneasında bir lekenme oluşmuşsa lazerle tedavi edilir ya da yeni bir kornea nakli yapılır.
GÖZ ENFEKSİYONUNDAN KORUNMA YOLLARI
– Ellerinizi sürekli yıkayın,
– Enfeksiyon kapmış kişilerin havlu, makyaj malzemesi ve yastık gibi eşyalarını kullanmayın.
– Havuzların bakımlarının titizlikle yapılmış olduğunu kontrol edin ve enfekte kişilerin girdiği havuza girmeyin.

 

 

GÖZ KANLANMASI

Toplumlarda en sık rastlanan göz rahatsızlıklarından biri de göz kanlanması sorudur. Genellikle tehlikeli bir göz sorunu olarak bilinen göz kanlanması sorunu çeşitli nedenlere bağlı olarak ortaya çıkmakta ve genellikle çoğu zaman kendilinden geçmektedir. Hemen her yaş bireylerde sık görülebilen göz kanlanması sorunu her ne kadar tehlikesiz bir göz sorunu olarak görülebilse de özellikle etkisini uzun süreler devam ettirdiği takdirde gözlerde çeşitli rahatsızlıkların oluşmasına zemin hazırlayabilmekte ve bunun akabinde bireyin başta sosyal ve iş aktivitelerini olmak üzere birçok günlük faaliyetlerini ciddi anlamda olumsuz etkileyebilmektedir.
Uzmanlar göz kanlanması sorununun özellikle ağrı ve sulanmayla birlikte etkisini gösterdiği takdirde bireylerin vakit kaybetmeden bir göz doktoruna başvurması gerektiğinin altını önemle çizmektedir. Göz içerisinde yer alan küçük damarların genişlemesi sonucu ve bunun akabinde kan toplaması sonucunda meydana gelebilen göz kanlanması çeşitli nedenlere bağlı olarak kendini göstermekte ve nadiren de olsa etkisini uzun müddetler boyunca sürdürebilmektedir.
Göz sorunları arasında en basit rahatsızlıklardan biri olan göz kanlanması sorununun tedavi de oldukça basit yöntemlerle yapılmakta ve bu tedaviler sonucunda göz kanlanması sorunu çok kısa süreler içerisinde etkisini tamamen kaybetmekte ve bunun akabinde birey günlük aktivitelerine kaldığı yerden devam edebilmektedir.
Göz Kanlaması Sorunun Nedenleri Nelerdir?
Göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde çeşitli faktörler rol oynamaktadır. Bunlar;
Göz tansiyonu hastalığı: Önemli bir göz hastalığı olan göz tansiyonu özellikle de göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde etkin rol oynayabilmektedir.
Gıdalara karşı alerjik reaksiyonlar: Yumurta, süt ve benzeri yiyecek ve içecek gıdalarına gösterilen aşırı alerjik reaksiyonlar da göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde etkin rol oynamaktadır.
Sigara ve alkol: Birçok hastalığın oluşumunda etkin role sahip olan sigara ve alkol maddeleri ayrıca göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde de etkin rol oynamaktadır.
Kirpik altlarında oluşan iltihaplanmalar: Göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde etkin rol alan faktörlerden biri de çeşitli nedenlere bağlı olarak kirpiklerin köklerinde meydana gelen çeşitli iltihaplanmalardır.
Gözyaşı kanallarının kapanması: Göz kanlanmasının oluşmasına neden olan bir diğer faktör ise çeşitli nedenlere bağlı olarak gözyaşı kanallarında meydana gelen tıkanmalardır.
Göz kuruluğu: Birçok göz hastalıklarının meydana gelmesinde etkin rol alan göz kuruluğu hastalığı aynı zamanda göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde de etkin rol oynamaktadır.
Güneş ışınları: Güneşin saçtığı zararlı ultra viyole ışınları birçok göz hastalıklarının meydana gelmesinde etkin rol alabildiği gibi aynı zamanda göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde de etkin rol oynamaktadır.
Kontakt lensler: Birçok göz rahatsızlıklarının meydana gelmesinde etkin rol alan göz içi kontakt lensler aynı zamanda göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde de etkin rol alabilmektedir.
Kornea hastalıkları: Göz kanlanmasının önemli nedenlerinden biri de kornea rahatsızlıklarıdır.
Tiroid hastalığı: Göz kanlanmasında etkin rol alan bir diğer neden ise tiroid hastalığıdır.
Gözlerin çeşitli darbelere maruz kalması: Göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde etkin rol alan bir diğer neden ise; gözün çeşitli darbe ve kazalara maruz kalmasıdır.
Göze yabancı cismin kaçması: Göz kanlanması sorununun oluşmasına neden olan bir diğer etken ise göze yabancı maddelerin girmesidir. Bunun sonucunda başta kornea olmak üzere bazı göz kısımları zedelenmekte bunun sonucunda da gözlerde bulunan küçük damarların genişlemesi sonucu göz kanlanması sorunu meydana gelmektedir.
Uyuşturucu maddeler: Genel sağlığı ciddi anlamda tehdit eden uyuşturucu maddeler aynı zamanda göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde de etkin rol oynamaktadır.
Kalitesiz uyku alınması: Göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde etkin rol alan bir diğer neden ise kalitesiz uyku çekilmesi durumudur. Özellikle günde 6 saatten az alınan bir uyku kalitesiz bir uyku olarak nitelendirilmekte ve bunun sonucunda göz kanlanması durumu ortaya çıkabilmektedir.
Stres faktörü: Birçok hastalığın oluşumunda etkin rol oynayan stres aynı zamanda göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde de etkin rol oynamaktadır.
Hiper tansiyon: Başlı başına bir hastalık olan hiper tansiyon aynı zamanda göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde de etkin rol alabilmektedir.
Sinir hastalıkları: Göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde etkin rol alan faktörlerden biri de sinir hastalıklarıdır.
Psikolojik rahatsızlıklar: Başta aşırı kaygı olmak üzere bazı psikolojik rahatsızlıklar aynı zamanda göz kanlanması sorununun meydana gelmesinde de etkin rol alabilmektedir.
Göz Kanlanması Sorununda Ne Zaman Doktora Başvurulmalıdır?
Yukarıda da belirtildiği üzere genellikle basit bir göz sorunu olarak nitelendirilen göz kanlanması sorunu özellikle sık tekrar etmesi ve bunun akabinde gözlerde ağrı ve sulanma gibi olumsuz durumların görülmesi durumunda hemen bir göz doktoruna başvurulması gerekmektedir. İlgili doktora hissedilen şikayetler hakkında bilgi verilmelidir.
Göz Kanlanması Sorununun Tedavisi Nasıl Yapılmaktadır?
Göz kanlanması sorununun tedavisi de oldukça basittir. Rahatsızlığın tedavisinde genellikle kanlanma ve ağrı giderici ilaç ve damlalar kullanılmaktadır. Özellikle göz damlaları sayesinde gözlerde biriken kanlanma durumu kısa sürede etkisini tamamen kaybetmekte ve bu sayede bireyin rahat bir nefes almasına neden olmaktadır.
Basit bir göz vakası olan göz kanlanması sorununun tedavisi genellikle 1 veya 2 gün sürebilmekte ve bu sorunu yaşayan birey 1-2 günlük tedavi sonrasında günlük aktivitelerine kaldığı yerden devam edebilmektedir. Göz kanlaması sorununun meydana gelmesinde etkin rol oynayan tüm faktörlerden uzak durulması başta genel sağlık olmak üzere ve bunun akabinde göz kanlanması sorununun tekrar etmemesi bakımından hayati bir önem taşımaktadır.

 

 

GÖZ KAŞINTISI
Gözde kaşıntının en sık nedeni göz alerjisidir. Bu alerjiye vücut alerjisi eşlik edebilir ya da etmeyebilir. Vücutta hiç bir alerji olmadığı halde bile gözlerde alerjik problemler oluşabilir ve tatlı tatlı kaşınabilir. Fakat gözler kaşınırken gözleri ovmamak gereklidir.
Ayrıca göz kaşınmasının diğer nedenleri arasında göze yabancı cisim kaçması, aşırı ışıklı ortamlar, uykusuzluk, iltihabi göz hastalıkları, arpacık (it dirseği), kornea zedelenmesi, ortamda bulunan kimyasallar, göze kaçan sıvılar, grip, sinüzit, nezle gibi hastalıklar, bazı mantarlar ve göz kapağı bozuklukları gibi bazı sorunlar da gözlerde kaşıntıya yol açabilir.
GÖZLERİ KAŞIMAK GÖZLERE ZARAR VERİR Mİ?
Gözleri bir yumurta gibi düşünür isek, yumurtayı ovalarken belki hiç bir şey olmaz. Ancak bir an vardır ki, bir anda yumurta kırılabilir. Bu tür bir problem gözleri ovarken de oluşabilir. Çünkü gözlerde 12 adet tabaka bulunmaktadır.
Gözlerde kornea, endotel hücreleri, ezis, mercek, pupil, lens, retina gibi birçok tabaka vardır ve bu tabakalar birbirine çok ince bağlar ile bağlıdır. Gözleri sert bir şekilde ovarken retina yırtılabilir ve ciddi ameliyat gerektiren bir tablo ortaya çıkabilir.
Ayrıca gözlerin kaşınması sonucu keratokonus denilen kornea incelmesi gibi bir problem oluşabilir. Eğer gözlerde bir kaşıntı var ise bunun nedeninin araştırılması için mutlaka bir göz hekimine gitmek gerekir. Kaşıntı alerjik ise antialerjik damlalar ile mutlaka tedavi edilmelidir. Alerjik göz kaşıntısı tedavi edilmez ise gözleri kaşıma sonucu viral ya da bakteriyel konjonktivit gelişebilir. Bu nedenle gözlerdeki kaşıntı mutlaka tedavi edilmelidir.
GÖZ KAŞINTISI İÇİN DOKTORA GİTMEK GEREKİR Mİ?
Basit bir göz kaşıntısı oluyor ve bu durum gözleri kaşımadan, ovmadan, soğuk su ile yıkandığında geçiyor ise bunun için göz doktoruna gitmek çok fazla gerekli olmayabilir. Fakat gözlerdeki kaşıntı sürekli tekrarlıyor ve rahatsız ediyor ise mutlaka doktora gidilmelidir.
Özellikle bahar aylarında polenlerin gözü rahatsız etmesi nedeni ile göz kaşıntısı oluyor ise alerjik olabileceği için mutlaka tedavi edilmesi gerekir. Eğer tedavi edilmez ise gözler sürekli kaşınır ve ovulur ise gözlerde daha önemli sorun oluşmasına neden olabilir. Özellikle çocuklar yumrukları ile gözlerini ovuyor ise mutlaka doktora götürülmelidir.
GÖZLERDE KAŞINTININ TEDAVİSİ NASIL YAPILIR?
Gözlerde kaşıntının geçmesi için neden alerjik ise alerjik damlalar verilir. Gözlerde kaşıntı aralı aralı oluyor ise gözleri ovmak yerine soğuk su ile göz kapakları yıkanmalıdır. Fakat lens olan gözler kesinlikle çeşme suyu ile yıkanmamalıdır. Çünkü lens olan gözlerde çeşme suyu çok tehlikeli hastalıklara sebebiyet verebilir. Lens olmayan gözlerde su ile bol bol yıkamak kaşıntı hissini bastırır.
Gözlerdeki kaşıntı sık sık oluyor ise mutlaka göz doktoruna gidilmeli ve neden araştırılmalıdır.Göz kaşıntısı genellikle alerjiktir ve vücudun diğer bölgelerinde de alerji olabilir. Bu gibi durumlarda antialerjik damlalar ve antialerjik ilaçlar verilir. Özellikle bahar ayalarında alerjiler mutlaka tedavi edilmelidir. Alerjik sorunların kesin tedavisi yoktur. Ancak tedaviler ile alerji atakları daha kolay atlatılabilir.
GÖZ KAŞINTISI NASIL ÖNLENİR?
Göz kaşıntısını engelleyebilmek için bazı önlemler alınabilir. Örneğin, güneş gözlüğü kullanılmalı, gözler ovmaktan kaçınılmalı, gün içerisinde özellikle bilgisayar başında iş yapanlar gözlerini aralı aralı kırpmayı unutmamalı, göz kaşıntısına alerjik bir besin neden oluyor ise o besini takip edip bulmalı ve o besin ya da besinlerden uzak durmalı, göz yaşı kanallarına masaj yapılmalı ve göz kapağı rahatsızlıkları veya kusurları, alerjik problemler var ise tedavi olmalı, yüz her sabah mutlaka yıkanmalı, eller başka yerleri değdikten sonra gözler kaşınmamalı gibi önlemler alınarak göz kaşıntısını engellemek mümkün olabilir.

 

 

 

GÖZ SULANMASI

Göz sulanması, tıpta epifora adı ile adlandırılır. Göz sulanmasının birçok nedeni ve tedavi yöntemleri mevcuttur.
Gözün zararlı dış etmenlerden korunması ve gözün berraklığının, kayganlığının sağlanması için gözyaşına ihtiyacı vardır.
Gözyaşlarının ihtiyaçtan az üretilmesi durumunda göz kuruluğu meydana gelirken göz kapaklarından taşacak kadar fazla üretilmesinde ise göz sulanması meydana gelmektedir.
GÖZ SULANMASININ NEDENLERİ
Göze kaçan yabancı cisimler, göz ve göz kapağındaki bozukluklar, göz içinde iltihaplanma, nezle, özellikle çocuklarda göz tansiyonu yüksekliği ve gözyaşı kanallarındaki darlık ya da tıkanmalar göz sulanmasına neden olabilir.
Ayrıca; ağlama, heyecan, yorgunluk, sıcak, soğuk ya da ışık da gözün yaşarmasına neden olabilmektedir.
HAYAT KALİTESİNİ ETKİLER
Bu durum sağlık açısından çok ciddi görünmese de hayat kalitesini olumsuz etkileyen bir sorundur. Bu sorunu yaşayanlar her ortamda ellerinde mendille gözlerini sürekli silmek ve meraklı gözlere ağlamadıklarını açıklamak zorunda kalmaktadırlar.
Bu yüzden siz de bu sorunu yaşıyorsanız en kısa sürede tedavi olmanız gerekir.
TEDAVİ YÖNTEMİ
Göz sulanmasının tedavisi nedene yönelik olmalıdır. İlk önce yapılması gereken gözün neden sulandığının tespit edilmesidir.
İltihabi ya da mekanik neden tespit edildikten sonra uygun tedavi yöntemi uzman göz doktoru tarafından uygulanmalıdır. Göz doktorunun uygun göreceği damlalar ile göz sulanması kısa sürede iyileşecektir.

 

 

GÖZ TANSİYONU (GLOKOM)

Glokom optik sinirin fonksiyon kaybı ile karakterize olan görmeyi tehdit eden ciddi bir hastalıktır.
Glokom tedavi edilmezse görme kaybına neden olabilir. Glokomun en sık karşılaşılan sebebi göz tansiyonu yüksekliğidir.
Glokomun belirtileri nelerdir?
En sık gözlenen glokom şikayetleri:
• Sabahları belirginleşen baş ağrıları,
• Zaman zaman bulanık görme,
• Geceleri ışıkların etrafında ışıklı halkalar görülmesi
• Göz etrafında ağrı olarak sıralanabilir.
Glokom tanısı nasıl konur?
Eğer göz içi basıncı çok yüksek seviyelerde değilse hastalık hiçbir belirti vermeden sinsi olarak seyredebilir. Bu nedenle glokomu olan pek çok hastaya tanı ilerlemiş dönemde konulur. Glokom, çoğunlukla başka bir nedenle göz muayenesine başvuran hastalarda tesadüfen teşhis edilir. Ayrıca, bir kısım hastada akut glokom krizi denilen ve göz içi basıncının ani olarak çok yüksek seviyelere çıkmasıyla ortaya çıkan; şiddetli göz ağrısı, baş ağrısı, gözde kızarma gibi bir tabloyla kendini gösterir. Bu durumda acil tedavi gerekir.
Normalde göz içi basıncı 10-20 mm Hg (milimetre civa) düzeyindedir. Göz içi basıncının 20 mm Hg’nın üzerinde bulunması çoğunlukla glokomu düşündürür, ancak sadece göz içi basıncının yüksek bulunması, glokom teşhisi için yeterli değildir. Çünkü göz içi basıncı 20 mm civanın üzerinde olduğu halde normal olan gözler olduğu gibi, göz içi basıncı 20 mm civanın altında olmasına rağmen glokomlu olan gözler de mevcuttur.Burada kesin tanı görme alanı ve OCT testleri yoluyla konur.Takip için ise, testlerin 3-6 ay aralıklarla tekrarlanması gerekir.
Glokom riskini artıran faktörler nelerdir?
• Ailede glokom varlığı
• Uzun süren kortizon tedavisi
• Göz içi iltihabı (üveit)
• İleri yaş
• Şeker hastalığı (diyabet)
• Yüksek ya da düşük vücut tansiyonu
• Yüksek miyopi ya da hipermetropi
• Göz yaralanmaları
• Migren
• Kansızlık (anemi)
Kaç tip glokom vardır?
Açık açılı glokom: En sık karşılaşılan glokom tipidir. Açık açılı glokomda; göz sıvısının kan damarlarına ulaşmasını sağlayan kanalcıklarda normalde olmaması gereken bir tıkanıklık durumu söz konusudur. Bu tıkanıklık nedeni ile göz sıvısı birikir ve göz içi basıncını arttırır. Göz içi basıncının yüksek olması göz sinirine zarar verir ve tedavi edilmediği takdirde körlüğe kadar giden görme kaybına neden olabilir.
Kapalı açılı glokom: Glokomlu hastaların %5-10 kadarını oluşturur. Bu tip glokom çok gürültülü bir tabloyla ortaya çıkar. Açı kapanması glokomu veya akut glokom krizi olarak isimlendirilen bu tabloda; aniden gözde şiddetli ağrı, kızarıklık, görmenin bulanıklaşması, azalması, ışığa hassasiyet, bulantı, kusma belirtileri ortaya çıkar. Bu şikayetlerle doktora başvuran hastalarda göz tansiyonu genellikle 40-50 mm civa veya daha yüksek seviyelerde bulunur. Bu yüksek göz tansiyonunun acilen ilaç veya cerrahi düşünülmesi gerekir.tedavisiyle düşürülüp hastanın ameliyata alınması ve probleminin halledilmesi gerekir. Aksi halde, hasta doktora başvurmakta gecikirse bu yüksek göz tansiyonu ile birkaç gün içinde tam görme kaybı oluşur.

Sekonder glokom: Sekonder glokomda, göz içi basıncının yükselmesine neden olan bir hastalık durumu söz konusudur. Göz içi kanamaları, göz içi iltihapları, şeker hastalığı, göze gelen darbeler (travma), ileri dönemdeki katarakt gibi farklı nedenler sekonder glokoma yol açabilir.
Glokom tedavisi
İlaç Tedavisi
Öncelikle hastanın göz tansiyonu, ya gözdeki sıvının üretimini kısarak ya da çıkışını arttırarak düşürülür. Bu iki yöntem için kullanılan ilaçlar vardır. Bu ilaçlar, her gün belirli aralıklarla alınan ve de hayat boyu kullanılan ilaçlardır. İlaç tedavisine rağmen hastanın göz tansiyonu düşmüyor ve görme alanı daralıyorsa; uygulanacak tedavi yöntemi ameliyattır.
Cerrahi Tedavi
Ameliyatla, gözün beyaz kısmında göz içi sıvısının drenajını kolaylaştıracak bir delik açılır. Dışarıdan görünmeyecek kadar küçük olan bu delikle, gözün içindeki fazla sıvı tahliye edilir. Ameliyat sonrası çoğunlukla glokom hastalığı ortadan kalkabilmektedir. Bu durum tüm hastalarda mümkün olmamaktadır.
Lazer Tedavisi
Göz tansiyonu tedavisinde lazer ışını iki şekilde kullanılabilir. Birincisi; akut glokom krizi tedavisinde ve diğer gözün glokom krizine girmesinin engellenmesi amacı ile uygulanır. İkinci olarak; kronik glokom vakalarında, göz içinde yapılan sıvının dışa çıkışını kolaylaştırmak için süzgeç benzeri dışa akım kanallarına uygulanır.

 

 

 

GÖZ TİKİ

Tikler aniden meydana gelen ve ritmik olmayan ve sürekli tekrarlayan ses ve davranışlardır. Göz tiki sıklığı ve şiddeti kişiye bağlı olarak konsantrasyona, istirahate ve kendi isteğine bağlı olarak azalabilir ve çoğalabilir. Bazı kişilerde uykuda bile tik görülebilir ve tiklerin devam etme süreci bazen birkaç dakika olabileceği gibi bazen de saatlerce sürebilir. Özellikle de çocuk hastalar ve bazı yetişkin hastalarda tikler, kontrol edilemez ve engellenemez bir hale gelebilirler. Tiklerin meydana çıkışı psikolojik ya da organik nedenlere bağlı olabilir. Organik nedenler sonucu meydana gelen tikler genellikle kalıcıdır ve zaman içinde bu tiklere bağlı olarak Tourette bozuklukları meydana gelebilir. Psikolojik nedenlerle meydana gelen tikler genellikle strese bağlıdır ve geçicidir.
Zaman içinde bu tür tikler kendiliğinden ortadan kalkar. Özellikle de stres dönemlerinde bu tarz tikler oluşabilir. Stres nedeni ile oluşan tiklerin ortaya çıkması hakkında kesin bir kanı olmamasına rağmen stres tikleri tetikler. Basit motor tikleri, tekrarlayıcıdır ve hızlıdır. Bu tik çeşitleri içine göz kırpma, burun karıştırma, tek kaş kaldırma, yüz kaslarını hareket ettirme ve omuz sallama gibi tikler girer. Bu tik türleri, tek bir kas grubunu ilgilendiren ve belli bir bölge ile lokalize olan davranışlar olarak meydana çıkar. Karışık motor tikleri ise yavaş, törensel ve belli bir amaca yönelik ortaya çıkan bir tiktir.
Tik hastalığının belirtileri, genetik yatkınlık olarak ortaya çıkar. Tourette hastalarının yakınlarında obsesif kompulsif bozukluk ve dikkat eksikliği ve hiperaktive bozukluğuna daha çok rastlanır. Tourette hatalarında yüzde 60 oranında dikkat eksikliği ve hiperaktive, yüzde 40 oranında ise obsesif kompulsif bozukluk olduğu ortaya çıkıyor. Hastalığın belirtileri çok küçük yaşlarda özellikle de 7 yaşlarında meydana çıkar. Fakat 2 yaşında semptomları meydana gelen hastalar da bulunuyor. Bu hastalığın teşhisini koyabilmek için belirtilerin 18 yaşından önce başlaması gerekir. Hastalığın belirtileri sürekli olabileceği gibi zaman zaman da kendisini gösterebilir. Motor tikler genelde yüz bölgesinden başlar ve zamanla vücuda v, kollara ve bacaklara yayılır. Bu hastalık genellikle unutkanlık, sinirlilik ve dalgınlığa da neden olabilir. Hastalığın tedavisinde genellikle ilaç kullanılır. Tek başına psikoterapinin hastalıklara faydalı olduğu gözlemleniyor ve psikolojik destekle ilaç tedavisi daha etkili bir tedavi yöntemi olarak uygulanıyor.

 

 

GÖZ BEBEĞİ İLTİHABI

Toplumlarda en sık görülen göz hastalıklarından biri de göz bebeği iltihabı hastalığıdır. Özellikle tedavi edilmediği takdirde bireyin görme potansiyelinde ciddi düşüşlere yol açabilen göz bebeği iltihabı yine tedavi edilmediği takdirde bireyin başta sosyal faliyetleri olmak üzere birçok günlük aktivitelerini ciddi anlamda olumsuz etkileyebilmektedir. Uzmanların göz bebeği hastalığına karşı özellikle erken tanı konusunda bireyleri uyarmakta ve hastalığın ilk belirtileri görüldüğü takdirde vakit kaybedilmeden bir göz doktoruna mutlaka muayene olması gerektiğinin altını önemle çizmektedir.
Taşıdığı riskler nedeniyle sıradan bir göz rahatsızlığının ötesinde olan göz bebeği iltihabı çeşitli nedenlere bağlı olarak kendini gösterebilmekte ve çoğu zaman etkisini uzun zamanlar sürdürebilmektedir. Yaşa ve cinsiyete bağlı olmaksızın ortaya çıkabilen göz bebeği iltihabı hastalığının tedavisinin verimli geçebilmesi için uzmanlar özellikle hastalığın ilk aşamada bulunduğu konum itibariyle doktora başvurulması gerektiğini önemle belirtmektedir.
Tıp dalındaki adının ”iritis” olduğu göz bebeği iltihabı aynı zamanda önemsenmemesi durumunda ve buna bağlı ileri aşamalara geçmesi durumunda göz işlevlerinde ciddi tahribatlara yol açabilmekte ve nadiren de olsa gözün görme fonksiyonlarının ciddi zararşar görmesine neden olabilmektedir. Nadiren de olsa kaza ve tavma sonrasında meydana gelebilen göz bebeği iltihabı rahatsızlığı özellikle çıplak ve hijyenik olmayan el ile göz bebeğine aşırı temas sonucu ve romatizmalı bireylerde kış aylarında üşütme sonucu ortaya çıkabilmektedir. Ayrıca çok nadiren de olsa diyabet ve burun içi hastalıklarına bağlı olarak da ortaya çıkabilen göz bebeği iltihabı hastalığı ayrıca nadiren de olsa frengi hastalığına maruz kalan bireylerde de görülebilmektedir.
Göz Bebeği İltihabı Hastalığının Belirtileri Nelerdir?
Birçok göz hastalığında olduğu gibi göz bebeği iltihabı hastalığının da birçok belirtileri bulunmaktadır. Bu belirtiler şunlardır;
– Göz bebeği ciddi anlamda tahriş olduğundan hasta ışığa bakmakta aşırı zorlanır ve birkaç saniye içinde gözlerini kapatmak durumunda kalmaktadır.
– Gözlerde veya da gözlerin hemen üst bölgesinde şiddet ağrılar meydana gelmeye başlamaktadır.
– Gözün iç kısımlarında ve çevresinde kızarıklık meydana gelir.
– Özellikle gözlerde aşırı sulanma durumu meydana gelmektedir. Bu durum göz bebeği iltihabı hastalığının başlıca belirtisidir.
Ayrıca göz bebekleri orijinal rengini zamanla kaybedebilmektedir. İltihaplanan göz bebeğinin iç kısmı ve etrafı koyulaşmaya başlamaktadır.
Göz Bebeği İltihabının Nedenleri Nelerdir?
Göz bebeği iltihabının meydana gelmesinde etkin rol oynayan birçok sebep bulunmaktadır. Bunlar;
– Şeker hastalığı
– Göz içinde oluşan enfeksiyonlar
– Frengi hastalığı
– Bazı göz rahatsızlıkları
– Temiz olmayan çıplak eller ile göze temas edilmesi durumu
– Bazı göz ilaçlarının bilinçsizce kullanılması
– Doktor tedavisi dışında evde uygulanan bazı tedavi yöntemleri
– Soğuk hava iklimleri göz bebeği iltihabı hastalığının en belirgin sebepleridir.
Göz Bebeği İltihabı Hastalığının Teşhisi Nasıl Yapılmaktadır?
Özellikle göz hastalıklarının tümünde erken teşhisin önemi büyüktür. Buna bağlı olarak göz bebeği iltihabı hastalığının başarılı tedavi edilebilmesi için ve tedavisinin daha kısa sürede sonuç verebilmesi amacıyla hastalığın ilerlemesini engellemek adına erkenden müdahale edilmesi oldukça önemlidir.
Göz bebeği iltihabı hastalığının teşhisinin ilk aşamasında ilgili doktor tarafından göz içi muayene gerçekleştirilmekte bu sayede hastalığın hangi aşamada olduğu kolayca tespit edilebilmektedir. Doktor tarafından yapılan bu detaylı muayene sonrasında ise göz içi tomografileri çekilmektedir. Bu tomografiler sayesinde ise iltihaplanma düzeyi ve hangi kısımda yoğunlaştığı saptanmaktadır. Bu aşamalardan sonra iltihaplanmanın tespiti yapıldıktan sonra ise tedavi için gerekli prosüdürlere geçilmektedir.
Göz Bebeği İltihabı Hastalığının Tedavisi Nasıl Yapılmaktadır?
Göz bebeği iltihabı hastalığının tedavisi genelde göz damlaları ile yapılmaktadır. Sıradan göz bebeği iltihaplanmalarında oldukça başarılı sonuçlar verebilen göz damlaları özellikle göz bebeği içerisinde meydana gelen iltihaplı kısmın kısa sürede yok edilmesinde oldukça etkili bir tedavi yöntemidir. Bunun yanı sıra göz damlaları tedavisi ile birlikte hastalığın aşaması ve nedenlerine bağlı olarak ilgili doktor gerek görmesi durumunda steroid ilaçlar da yazılmaktadır.
Çok nadiren de olsa bu her iki tedavi yöntemi yanıt verememesi durumunda ise göz çevresine steroid iğne uygulaması yapılabilmektedir. Ancak birçok göz bebeği iltihabı vakaları genellikle göz damlaları veya steroid ilaçlar sayesinde kısa sürede etkisini kaybederek tamamen ortadan kalkmaktadır. Göz rahatsızlıklarının hemen hepsi taşıdığı hassasiyetler nedeniyle ciddi rahatsızlıklardır. Bununla birlikte göz bebeği iltihabı hastalığı da önemsenmesi gereken göz hastalıklarındandır. Dolaysıyla hastalığın henüz ilk belirtisi görüldüğü takdirde vakit kaybedilmeden bir göz doktoruna başvurulması gerekmektedir. Ayrıca başta göz enfeksiyonları ve göz bebeği iltihabı hastalığı olmak üzere birçok göz hastalıkları yakın temas sonucu ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle çok gerekmedikçe çıplak eller ile gözlere temas edilmemelidir.

 

 

 

GRİP

Grip ve soğuk algınlığı sonucu oluşan enfeksiyonlarda
etken %90 virüslerdir. Grip, soğuk algınlığına neden olan
200 kadar değişik virüs tanımlanmıştır.

En sık görülen virüsler,

Rninovirüsler %15-40
Coronavirüsler %10-20
Parainfluenza virüsü %5-10
Respiratuar sinsial virüsler %6

Nezle ve grip kişiden kişiye bulaşır. Başlangıçda bu
bulaşmanın “damlacık enfeksiyonu” ile yani aksırma,
öksürme ile etrafa saçılan damlacıkların içindeki virüslerin
havada kalması ile olduğu sanılmaktaydı. Ancak şimdi
mevcut kanıtlar bulaşmanın virusu almış hastanın elinden
hassas insanlara geçmesi ve hassas bireylerin de nazal
(ağız-burun) mukozalarına sürmeleri ile olduğu yönündedir.
Bu nedenle soğuk algınlığı ve nezlenin bulaşmasını
engellemenin yolu ellerin sık yıkanmasıdır.

Yapılan araştırmalar havanın soğukluğunun grip ve soğuk
algınlığı hastalığının başlaması ve seyretmesi ile ilintili
olmadığını göstermiştir. Üstelik bu araştırmalara göre
psikolojik stres, üst solunum yollarını etkilleyen alerjiler
ve adet dönemlerinin hastalığa yakalanma riskini artırdıkları
saptanmıştır.

Grip ve soğuk algınlığına bir çok virüs sebep olabileceği
için de vücut hiçbir zaman bu virüslerin tümüne direnç
geliştiremez. Bu sebeple her sene tekrar tekrar soğuk
algınlığı geçirilebilir.

Grip, soğuk algınlığında,

-Grip soğuk algınlığı tanısını koyup var olan
belirtileri belirlenmelidir.

-Belirtilere göre tedavi yapılmalıdır.
Belirtileri nelerdir ?
Başlıca belirtileri,
Ateş
Baş ağrısı
Eklem ve kas ağrısı
Yorgunluk hissi,
Akan ya da dolu burun
Hapşırma
Bogaz ağrısı
Gögüs doluluğu dur.
Ne yapılmalıdır ?
Grip ve soğukalgınlığı için aşağıdaki durumlardan herhangi
birinin görülmesi halinde ve belirtilerin 7-10 gün içinde
geçmemesi durumunda mutlaka doktora başvurmak
gerekmektedir.

• 39 C’yi geçen ateş
• Sürekli yada çok kıvamlı balgam üreten öksürük
• Nefes alırken ağrı
• Devamlı kulak ağrısı
• Şişmiş lenf bezleri
• Yutkunurken zorlanma
Tedavi yolları nelerdir ?
Grip ve soğuk algınlığında belirtiler giderilerek hasta
rahatlatılır. Bazı ilaçlar birden fazla etken madde
içermektedirler. Bu maddelerin ne olduklarını bilip sadece
ihtiyaç duyulan etken maddeleri içeren ilaçları kullanmak
gerekir.

Ateşi düşürmek ve ağrıyı azaltmak için antipiretik ve
analjezikler yani ağrı kesici ve ateş düşürücüler
kullanılmaktadır. Hafif ve orta dereceli ateşlerin düşürülmesi
için tüm dünyada 124 yıldır parasetamol güvenle
kullanılmaktadır.

Hapşırık ve kaşıntı semptomlarını azaltmak için
antihistaminikler kullanılmaktadır. Antihistaminikler birinci
ve ikinci kuşak antihistaminikler olmak üzere iki grupda
incelenmektedir. Birinci kuşak antihistaminikler uyku
(sedasyon) yapma özelliğinde olduğu için çalışanların
özellikle de trafikde bulunan kişilerin,dikkat gerektiren
işlerde çalışan kişilerin kullanmadan önce dikkat etmeleri
gerekmektedir. İkinci kuşak antihistaminikler
uyku hali yapmadıkları için daha güvenle tercih edilebilir.
Grip ve soğukalgınlığı tedavisi için, içinde uyku hali
yapmayacak antihistaminik bulunan Duact kullanılması hem
iş gücü kaybını önleyecek hem de kısa sürede tedaviyi
sağlayacaktır.

Burun tıkanıklıklarının giderilmesi ve üst solunum yollarındaki
konjesyonu (tıkanıklığı) azaltmak için dekonjestanlar
kullanılmalıdır. GlaxoSmithKline’ın grip ürünleri
içindeki dekonjestan madde ppa (fenilpropanolamin) değil
pseudoefedrindir.

İki farklı türde öksürük vardır. Eğer balgamlı bir öksürük var
ise balgamın sulandırılıp solunum yollarından atılabilmesi için
ekspektoran içeren bir öksürük şurubunun kullanılması
gerekir. Dünyada en yaygın olarak kullanılan ekspektoran
madde guaifenesindir.

Eğer kuru, gıcık yapıcı türde ve özellikle
akşamları rahatsız eden bir öksürük var ise antitüssif
özellikteki ilaçların kullanılması uygundur. Antitussifler
beyindeki öksürük merkezini baskılayarak öksürüğün kısır
döngüsünü kırar ve öksürüğün sayı ve şiddetini azaltırlar.
Dekstrometorfan içeren antitussifler kuru öksürüğün
sayısını azaltan etkin madde olarak kabul edilmektedir.

 

 

GUATR

En sık görülen tiroid bozukluklarından biri olan guatr nedir? İyot eksikliğinin başlıca neden olduğu guatrın belirtileri, tedavi yolları ve merak ettiğiniz tüm ayrıntıları haberimizde…
Kadınlarda erkeklere göre daha yaygın olarak görülen, tiroid fonksiyonlarını etkileyen guatr hakkında merak ettiğiniz herşeyi haberimizde bulabilirsiniz. Guatr nedir? Guatr nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
GUATR NEDİR?
Guatr, boynun şişmesine neden olan genişlemiş bir tiroid bezidir. Tiroid bezi büyüme ve metabolizmayı düzenleyen hormonların üretilmesinden ve salgılanmasından sorumludur. Tiroid bezi boynun ön tarafında, nefes borusunun her iki yanında birbirine bağlı iki lob şeklinde yer alır. Toplam ağırlığı ortalama 20 gramdır. Çok büyük guatrlar gözle ve elle muayene ile kolaylıkla saptanabilirler. Guatr herkeste görülebilir ancak kadınlarda erkeklere göre daha yaygındır.

GUATR TÜRLERİ
Guatrların birçok nedeni ve buna bağlı olarak farklı türleri vardır. Bunlar şunları içerir:
Kolloid Guatr (Endemik)
Kolloid guatr, tiroid hormonlarının üretimi için gerekli olan bir mineral olan iyot eksikliğinden kaynaklanır. Bu tip guatrı olan insanlar genellikle iyotun az olduğu bölgelerde yaşamaktadır.
Zehirsiz (Sporadik)
Toksik olmayan bir guatrın nedeni genellikle bilinmemektedir, buna lityum gibi ilaçlar neden olabilir. Lityum, bipolar bozukluk gibi duygudurum bozukluklarını tedavi etmek için kullanılır. Toksik olmayan guatr iyi huylu olup tiroid hormonunun üretimini etkilemez.
Toksik Nodüler veya Multinodüler Guatr
Tıp literatüründe, tiroid bezinde birden çok nodül olması multinodüler guatr olarak adlandırılmaktadır. Bu tip guatr, büyüdükçe bir veya daha fazla küçük nodül oluşturur. Nodüller kendi tiroid hormonlarını üretirler ve hipertiroidiye neden olurlar. Genellikle de ileri yaştaki insanlarda görülmektedir.
GUATRIN NEDENLERİ
Tiroid bezinin büyümesine ve guatr tablosunun oluşumuna sebep olan başlıca nedenler şu şekilde sıralanabilir:
– İyot eksikliği: İyot eksikliği, guatrın ana nedenidir. Tiroidin tiroid hormonları üretmesine yardımcı olmak için iyot gereklidir. Yeterince iyot almamışsanız, tiroid hormonu yapmak için fazla çalışmamakta ve bu da bezin büyümesine neden olmaktadır. İyot eksikliğinden meydana gelen guatr endemiktir; yani bölgeye özgüdür. Türkiye’de iyot tüketimi az olduğu için guatr sık görülmektedir.
– Tiroid bezinin normalden fazla çalışması: Tiroit bezinin kendi başına, kandaki tiroit hormonu düzeyi ile ilişkisiz olarak, devamlı ve vücut gereksinimden fazla tiroit hormonu üretmesine hipertirodi denir.
– Tiroid bezinin normalden az çalışması: Tiroitin az çalışması durumu ‘’hipotiroidi” olarak adlandırılmaktadır
– Tiroid bezinde içinde ve üzerinde oluşan küçük şişlikler (nodüller): Tiroid bezi, bazen nodül yüzünden de büyüyebilir. Nodül içeren guatrlara nodüler guatr denir.
– Tiroid kanseri: Tiroid kanseri de tiroid bezinin içinde bir şişlik meydana getirir.
– Tiroid bezi iltihaplanması: Bezde bulunan iltihap da tiroid bezini büyütür.

GUATR BELİRTİLERİ
– Büyümüş tiroid bezi, boynunuzun tabanında belirgin bir şişme ile sonuçlanır ve tıraş olduğunuzda veya makyaj uyguladığınızda özellikle belirgindir.
– Boğazda baskı hissi
– Yutma güçlüğü
– Öksürme
– Ses kısıklığı
– Nefes darlığı
Tiroid hormonlarının normalden fazla salgılanması durumunda baş ağrısı, baş dönmesi, çarpıntı, titreme, sinirlilik, bulantı, kusma ve ishal görülebilir. Tiroid bezinin salgıladığı hormonların normalden az olması sonucunda ise kilo alma, kabızlık, halsizlik, ciltte kuruma, saç dökülmesi gibi söz konusu olabilir.
GUATRDA RİSK GRUPLARI
– Ailede tiroid kanseri, nodüller ve tiroidi etkileyen diğer problemlere ilişkin hikaye.
– Beslenmeede yeteri kadar iyot alınmaması.
– Vücutta iyot eksikliğine yol açan bir durum.
– Kadınlar erkeklerden daha fazla guatr riski taşırlar.
– 40 yaş üzerinde görülme sıklığı fazladır. Yaşlanma tiroid fonksiyonlarını etkilemektedir.
– Hamilelik veya menapoz. Bu risk faktörleri kolayca anlaşılamamaktadır, ancak gebelik ve menopoz tiroid problemlerini tetikleyebilir.
– Boyun veya göğüs bölgesinde radyasyon tedavisi. Radyasyon tiroidinizin işlevlerini bozabilir.
GUATR TEŞHİSİ NASIL YAPILIR?
Guatr tanısı boyun bölgesinin hekim tarafından muayene edilmesinin ardından kanda tiroid hormon düzeylerinin ölçümü ve ultrasonografik inceleme ile konulabilmektedir. Ayrıca gerektiğinde sintigrafi ve tiroid bezinden yapılacak ince iğne biyopsileri tanıda yardımcı olabilmektedir.
GUATR TEDAVİSİ
Guatr tedavisinde ilaç tedavisi, radyoaktif iyot tedavisi ve cerrahi tedavi olmak üzere 3 farklı yöntem vardır. Hormon eksikliği olan hastalar tiroid hormonu ilaç olarak verilmektedir. Hormon fazlalığı olan hastalara hormon yapımını baskılayacak ilaçlar verilerek hormon düzeyi normale çekildikten sonra ameliyat veya radyoaktif iyot tedavisi yapılır. Hormon seviyelerinin normal olduğu ve genelde nodüllerin görüldüğü durumlarda genellikle cerrahi tedavi uygulanır. Cerrahi tedavide tiroid bezinin bir bölümü veya tamamı çıkarılmaktadır. Ameliyatta tiroid bezi komşuluğundaki dokuların korunması önem taşımaktadır. Ayrıca ameliyat bölgesinde iz bırakmamak için özen göstermek gerekir.

 

 

GUİLLAİN BARRE SENDROMU

Diğer Adları

Enfeksiyöz polinörit

Akut inflamatuvar demyelinize edici polinöropati

Yükselen Landry felci

Nedir?
Guillain-Barre sendromu (GBS) ilerleyici kas zayıflığı veya felciyle seyreden akut bir hastalıktır. Vücudun bağışıklık sisteminin kendi sinir sistemine saldırıp sinir kılıfını (miyelin kılıfı) zedeleyerek iltihaplanmaya yol açtığı bir otoimmün bozukluktur. Bu hasar (miyelinsizleşme denilen) sinir iletilerini yavaşlatır veya durdurur. Kaslara giden sinir iletilerinin bozulması kas zayıflığı, felç,…

Testler

Tanıda hasta öyküsü önemlidir. Tipik olarak felç ayaklar veya ellerden başlayıp vücudun yukarı kısımlarına doğru ilerler. Olguların yaklaşık %50’sinde ayrıca yakın zamanda geçirilmiş boğaz ağrısı, grip veya diyare gibi hafif bir enfeksiyon öyküsü mevcuttur. Hastalığa tanı koymak veya hastalığı doğrulamak, bazen hastanın toparlanma dönemini izlemek için sıklıkla birkaç testten yararlanılır.
• Sinir ileti hızı – iletilerin bir siniri kat etme hızıdır. Sinir ileti hızı için çevre sinirler üzerine yerleştirilen elektrotları kullanarak iletinin elektrotlar arasını kat etme hızı ölçülür.
• Elektromiyografi (EMG) –kas liflerinin elektriksel aktivitesini ölçer. EMG testi, deri yolu ile doğrudan kas lifleri içine yerleştirilen bir iğne elektrodu ile o kasın elektriksel aktivitesini ölçer. Genellikle bir sinir ileti hızı testiyle birlikte yapılır.
• Beyin-omurilik sıvısının (BOS) değerlendirilmesi – protein düzeylerindeki artışı tanımlamak için uygulanır. Bu test için omurlar arasına bir iğne sokulup biraz sıvı çekilir. Normalde bir miktar protein mevcut olmasına rağmen BOS içindeki beyaz kan hücrelerinde (WBC-lökosit) artış olmaksızın protein miktarında artış GBS’ye işaret edebilir.

Tedavi

Guillain-Barre sendromu genellikle kendi kendine geçer. Olguların çoğunda bulgular stabilize olacak ve daha sonra haftalar veya aylar içinde tersine dönecektir. Ancak hastaların % 30 kadarı 3 yıl sonra bile kendilerini güçsüz hissedecektir. Tedavinin hedefleri hastalık belirtilerinin şiddet derecesini azaltmaya, iyileşmeyi hızlandırmaya, komplikasyonları engellemek ve/veya en alt düzeye indirmeye yardımcı olmaya çalışmaktır. Birçok hastanın dikkatli izlem ve destekleyici bakım için hastaneye yatması gerekebilir. Bulgular şiddetliyse hastanın solumak için cihaza ihtiyacı olabilir.
Hastalığın erken evresinde, hastalığın şiddet derecesini azaltmak ve toparlanmayı hızlandırmak için bazen iki yaklaşım kullanılır. Her ikisi de miyelin kılıfına saldıran antikorların etkinliğini azaltmayı amaçlar. Plazmaferez’in (hastadan kan alınması, otoimmün bozuklukta rol alabilen antikorları içeren sıvı plazmayı süzme ve sonrasında kırmızı ve beyaz kan hücreleri hastaya iade etme işlemi) etkili olduğu kanıtlanmıştır. Hasar veren antikorların aktivitesini bloke etmek için bazı hastalar için immünoglobülin enjeksiyonları yararlı olabilmiştir.
Derlenme döneminde hastaların çoğu kas gücünü yeniden kazanmaya yardımcı olmak için fizik tedavi görürler.

 

 

 

GUT HASTALIĞI

Halk arasında “zengin” ya da “padişah” hastalığı olarak da bilinen gut hastalığının, genellikle yeme-içme alışkanlıkları nedeniyle ortaya çıktığı düşünülür. Geçmişte bazı padişahların da gut hastalığı yüzünden vefat etmesi nedeniyle de “padişah hastalığı” olarak da bilinir. Oysaki gut hastalığı; sadece yeme ve içme ile ilgili bir hastalık değildir. Kişinin metabolizmasında bozukluk olması, çeşitli hastalıklar ya da yeme alışkanlığındaki düzensizlikler neticesinde de gelişebilir. Ülkemizde görülme sıklığı yüzde 2-3 olan gut hastalığı nedenleri, belirtileri ve tedavi yöntemleri hakkında Memorial İç Hastalıkları Uzmanları bilgi verdi.
Gut Hastalığı Nedir?
Gut hastalığı sebep olduğu durumlar dikkate alındığında romatizma hastalığı sayılmasına rağmen aslında bir metabolizma hastalığıdır. Sağlıklı bir vücutta, vücuttan atılması gereken maddeler, ürik aside dönüştürülerek vücuttan uzaklaştırılmaktadır. Özellikle protein yapısındaki maddelerin vücuttan atılım şekli olan ürik asitlerin atılmasında bir sorun varsa ya da çok fazla üretimi söz konusu ise vücutta birikir ve kanda oranı artar. Ürik asidin eklemlerde birikmesi sonucu iltihaplanmalar oluşur; bu soruna “gut hastalığı” denir. Çok fazla miktarda ürik asit, vücutta özellikle eklemlerde bazen de böbreklerde birikmektedir. Böbrekte birikmesi, taş hastalığına yol açabilir ya da taş oluşturmadan da böbrekleri harap edebilmektedir.
Gut Hastalığı Belirtileri
Gut hastalığı genellikle sabaha karşı eklem ağrıları ile kendini göstermektedir. En sık görülen gut hastalığı belirtileri ise şöyle sıralanabilir.
• Eklemler şişer ve ağrılar başlar. Genellikle sabaha karşı vücutta asit iyonları biriktiğinde meydana gelir.
• Gece, ağrılar sebebi ile uyanmalar yaşanabilir.
• Eğer böbreklerden kaynaklanan bir gut hastalığı var ise; karın ve bel ağrıları, idrarda kan, taş gibi belirtiler de olabilir.
• Ağrıların kronikleşmesi, sürekli şişen eklemlerde deformeler yaratabilir.
Gut ataklarını tetikleyen nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
• Aşırı alkol tüketimi
• Hatalı ve aşırı beslenme (aşırı kırmızı et tüketimi)
• Ani, şiddetli hastalık halleri
• Yanlış diyet uygulanması
• Eklem travmaları
• İlaç tedavileri (aspirin, idrar söktürücü ilaçlar)
• Geçirilen cerrahi operasyonlar
Gut Hastalığı Evreleri
Gut hastalığının akut atak, interkritik dönem, kronik gut, tofüslü gut gibi evreleri bulunmaktadır. Bu evrelerin özellikleri şöyledir;
• AKUT ATAK: Eklemde ani başlayan sıklıkla 5-10 gün süren şişme ve ağrı.
• İNTERKRİTİK DÖNEM: Şikayetlerin olmadığı tamamen iyileşmenin olduğu bir dönem ve bunun ardından tekrar şiddetli alevlenme.
• KRONİK GUT: Pek çok alevlenmeden sonra, hastalık içinde tedavi edilmediği takdirde kronikleşir ve bir veya daha fazla eklemde kalıcı ağrı, şişlik ve hareket kısıtlılığı oluşur. Romatoid artrit denilen iltihaplı eklem romatizması ile karışabilir.
• TOFÜSLÜ GUT: Tofüs denilen ürik asit kristallerinin bir araya toplanarak cilt altında ya da dokularda çökmesi ile oluşan birikintilerin olduğu dönem.
Gut hastalığı ilerledikçe ürik asit kristalleri eklem ve eklemlerin çevresindeki dokularda birikim yapmaktadır. Bu kristallerin aşırı birikimlerine ”tofüs” denilmektedir. Özellikle ayak başparmağının birinci tarak kemiğinde sık görülür. Bunun dışında el, dirseklerin yanında, parmakların üstünde, büyük eklemlerde de ortaya çıkabilmektedir.
Gut herkesi aynı şekilde etkilemez. Bazı insanlar hayatları boyunca bir tek atak geçirirler ve bundan başka hiçbir problem oluşmaz. Bazılarında ise zamanla eklemlerde hasara ve ağrıya yol açan şiddetli kronik ataklar görülür. Gutun kesin kür sağlanan bir tedavisi yoktur ancak iyi bir tedavi ile tamamen hastalık önlenebilir.
Gut Hastalığı Nedenleri
Gut hastalığının nedenleri hastalığın tedavisinde izlenecek yol için oldukça önemlidir. Vücudun fazla ürik asit üretmesi ya da üretilen ürik asidin böbrekler tarafından yeterli bir şekilde dışarıya atılamaması kanda ürik asit düzeyinin yüksek olmasına sebep olur. Ürik asidin kandaki normal sayılabilecek en yüksek düzeyi 7 mg/dl’dir. Gut hastalığında ise bu düzey 7-9 mg/dl’ye ulaşmaktadır. Yapılan tetkiklerde sadece ürik asidinin yüksek çıkması gut hastalığının olduğu anlamına gelmemektedir. Eklemler için film çekilmesi, eklemlerden sıvı alınması gerekebilir.
Gut hastalığının bir diğer nedeni de kişinin metabolizmasında bir bozukluk olmasıdır. Bazı hastalıklara bağlı olarak da ortaya çıkabilen gut hastalığı özellikle diyabet, metabolik sendrom, obezite gibi hastalıklar ürik asidin vücutta çok üretilmesine ve dolayısıyla gut hastalığına sebep olabilir.
Yaş ve cinsiyet de gut hastalığının gelişmesinde önemli bir faktördür. Nedeni çok bilinmemekle birlikte gut hastalığı daha çok erkeklerde görülen bir hastalık türüdür. Erkeklerde özellikle 30 yaşından sonra görülen gut hastalığı menopoz sonrası kadınlarda da sıkça görülebilir.
Gut hastalığı gelişiminde genetik faktörler de önemlidir. Doğuştan gelen bazı hastalıklar gut hastalığına neden olabilmektedir.
Gut Hastalığı Tanısı
Gut hastalığı tanısı için ilk olarak kanda ürik asit miktarının yüksek olmasına bakılır. Ancak sadece ürik asit miktarının yüksek olması, gut hastalığının tanısı için yeterli değildir. Kan testi dışında gut hastalığı tanısı için özel bir kan testi bulunmamaktadır. Bunun yanı sıra film çekilmesi şişliklerin görülmesini sağlayacaktır. Kesin tanının konulması için şişmiş ve ağrılı olan eklemlerden sıvı alınması ve ürik asit kristallerinin varlığını tespit etmek gerekir.
Gut Hastalığı Tedavisi
Gut hastalığı ilerledikçe ürik asit kristalleri eklem ve eklemlerin çevresindeki dokularda birikim yaparak deri altında şişlikler oluşturur. Gut hastalığının tedavisi yapılmazsa eklemlerde hasar oluşturabilir. Bu şişlikler genellikle hasta eklemlerin içinde veya çevresinde, dirseklerin yanında, parmakların üstünde, ayak başparmağında ve kulak kıvrımında oluşmaktadır.
Gut hastalığı tedavi edilmezse hastalık ilerledikçe ürik asit kristalleri eklem çerçevesindeki dokularda birikim yapmaya başlar.
Gut hastalığının tedavisi akut ataklar sırasında ve ataklar arasında ayrı şekillerde yapılır. Ağrılı durumlarında; yani akut atak zamanlarında “antienflamatuar” ilaçlar kullanılır. Gut hastalığında kullanılan ilaç tedavisi kişinin hastalık seyrine göre ayarlanmaktadır. Eğer ürik asit seviyeleri oldukça yüksekse idrarla atılmalarını sağlayan ilaçlar da verilebilmektedir.
Aşırı yorgunluk atakları tetikleyebilir. Ağrılı dönemlerde zaten spor yapamaz; ama kronikleşmiş hastalığı varsa kendini çok yoran sporlar yapmamalıdır. Ağrılı dönemde istirahate ihtiyaç duyabilirler. Gut hastalığında tuz kristallerinin çözünmesi arttırması açısından su tüketimi de önemlidir. Böylece böbrek taşı oluşmasının da önüne geçilir.
İltihaplı eklemlere buz koymak; ağrı ve şişliğin azalmasında etkili olabilir; ancak bunun dışında tedavi edici bir etkisi yoktur. Gut tedavisi mutlaka doktor kontrolünde yapılmalıdır. İltihaplar için doktor tavsiyesi dışında asla ilaç kullanılmamalıdır.
Gut Hastalığı Diyeti
Gut hastalığında diyet oldukça önemli bir konudur. Kandaki ürik asit yükselmesine bağlı olarak ortaya çıkan gut hastalığı da etin kısıtlanmasını gerekir. Aşrı et tüketimine bağlı olarak hastalarda gut krizleri yaşanabilmektedir. Bu nedenle gut hastaları bayramda eti, mümkün olduğu kadar küçük porsiyonlarda tercih etmelidir. Bununla birlikte ürik asit dengesini sağlayan süt ve yoğurt gibi yiyeceklerle birlikte etin tüketilmesi gut hastaları için tavsiye edilmektedir.
Gut hastalığında kesinlikle alkol tüketilmemelidir. Bunların dışında, gut hastalarının aspirin türü ilaçları kullanmaması gerekir. Bilinçsizce alınan ilaçlar yarardan çok zarara sebep olmaktadır. Akşam alkol ve ağır yemekler almış ise gece ağrılar artabilir.

Hastalığın ilk seyirlerinden itibaren kişilerin besin tüketimine dikkat etmeleri, azar azar ve sık sık beslenmeleri, ara öğün kaçırmamaları ve hafif tempolu yürüyüş hareketleri ile yaşam kalitelerini arttırmaları gerekmektedir. Gut hastalarının dikkat etmesi gereken durumları şu şekilde sıralanabilir:
• Gut hastaları için önerilen günlük et miktarı 2 avuç içi kadar büyüklükte olan 60 gramlık et büyüklüğüdür.
• Dalak, işkembe, yürek, sucuk, pastırma, salam, sosis, ördek ançüez (balık ezmesi), sardalye, kabuklu deniz ürünleri, ördek eti, kaz eti, küçük balıklar ve tam yağlı peynirlerin tüketilmemesi önerilmektedir. Yağı az olan kuzu eti, dana eti, hindi, tavuk ya da balıketi tüketimi günlük önerilen miktar düzeyinde olmalıdır.
• Gut hastalığında kuru baklagiller ve bazı sebzelerin tüketimi de büyük önem taşır. Özellikle mercimek, kuru fasulye, nohut gibi baklagillerin bir öğünde en fazla 6-7 yemek kaşığı kadar tüketilmesi gereklidir. Ispanak, karnabahar gibi sebzelerin 8 yemek kaşığı kadar, bezelye, mantar ve kuşkonmaz 2 yemek kaşığı kadar tüketilmelidir. Diğer sebzelerden istenildiği kadar tüketilebilir.
• Maya ve kuruyemişler yasaklılar arasındayken, tuz, nane, maydanoz, sirke tüketilebilir. Meyvelerde hiçbir sıkıntı bulunmadan kişiler istedikleri meyveleri tüketebilir.
• Tam yağlı süt ürünleri, tam yağlı yoğurt ve karbonatlı yiyeceklerden esmer ekmekler, çavdar yulaf, tam taneli ve kepekli ürünlerden kaçınılması gerekmektedir. Zayıflamanın esas olduğu bazı gut durumlarında ise diyetisyenler ürik asit dengesi ve vücudun diğer kronik durumlarını göz önünde bulundurarak esmer ürünlere geçiş yapabilirler ancak gut diyetlerinde tam yağlı yiyecekler, et türevleri ve esmer gıdalar yer almamalıdır.
• Gut hastalığında kızarmış yumurta önerilmemektedir. Ancak iki günde bir rafadan veya haşlanmış bir adet tüketilebilir. Margarin tereyağı katı yağlar ve iç yağlar en büyük yasaklılar listesindedir.
• Gut takibinin sürdürülmesi gereken ileriki dönemlerde böbrekleri yorabilecek önemli bir hastalıktır. Bu hastalığın tedavisinde ilaç tedavisi kadar beslenme tedavisi oldukça büyük önem taşır. Sadece beslenme alışkanlıkları değişerek ürik asit düzeylerinde olumlu düşüşler yaşanmış hastaların sayısı oldukça fazladır.

 

 

GÜL HASTALIĞI

Halk arasında gül hastalığı olarak bilinen rozase; kronik, dirençli, yanak, burun, çene ve alnı etkileyen, tekrarlayıcı kızarma, ateş basmaları, sivilce benzeri kabarıklıklar, iltihaplı kabarcıklar ve telenjiektazi adı verilen yüzeysel damar genişlemeleri ile karakterize bir deri hastalığıdır.

Gül hastalığı ile ortaya çıkan lezyonlar genellikle simetrik yerleşim gösterirler. Gül hastalığı öncesi hastalarda “pre-rozas” adı verilen yüzde genel bir kızarıklık durumu gözlenebilir.

Gül hastalığı belirtilerine göre farklı tipleri mevcuttur:

Kızarıklık ve telenjiektaziler (yüzeysel damar genişlemeleri) birlikte görülürse “eritematotelenjiektazik rozase”
Kızarıklık ve ödem birlikte görülürse “ödematöz rozase”
Akne benzeri deri belirtilerine kistler eşlik ederse “rozase fulminas” (rozase fulminas rozasenin en şiddetli formudur ve bazen kistik akne ile karıştırılabilmektedir) adını alır.
Rozasede, rinofima adı verilen, burun üzerindeki yağ bezlerinin aşırı büyümesine bağlı gelişen burunun büyümesi durumu da gözlenebilmektedir. Gül hastalığında en sık görülen lezyonlar ise kızarık bir zeminde ortaya çıkan akne benzeri kabarıklar ve püstüllerdir (iltihaplı kabarcık).

Şiddetli olgularda ileri dönemlerde kistler “granulom” denilen sert nodüller, izler ve rinofima ortaya çıkabilir. Nadir olarak, kalıcı lenf ödem gelişen bir alan görülebilir (Morbihan hastalığı).

Gül hastalığı (rozase) kimlerde, neden gözlenir?

Gül hastalığı (rozase) genellikle 30 yaşlarında, daha çok kadınlarda özellikle sarışın, açık tenlilerde ortaya çıkan bir deri hastalığıdır. Kadınlarda görülme sıklığı yaklaşık % 10’dur.Erkeklerde daha ender olmakla birlikte, kadınlara göre daha ağır seyreder. Rozase lezyonları genellikle stresle birlikte artmaktadır.

Gül hastalığının neden oluştuğu tam olarak açıklanabilmiş değildir. Bu konuda öne sürülen farklı hipotezler mevcuttur.

Akne vulrgarisin (sivilcenin) aksine bu hastalıkta artmış sebum (yağ salgısı) yapımı, folikül (kıl kesesi) ağızlarının tıkanması veya kıl folikülüne yerleşmiş bakteriler söz konusu değildir.

Gül hastalığında ana sorunun derinin küçük damarlarında olduğu düşünülmektedir. Kan damarları genişlemiştir. Genişlemiş kan damarları ve kızarıklık-sıcaklık, derinin dermis tabakasına sıvı sızmasına ve sonucunda bir yangısal reaksiyonun gelişmesine neden olur. Gül hastalığına (rozase) yol açabilecek pek çok faktörün sıralanması mümkündür:

• Sindirim sistemi hastalıkları
• Safra yollarındaki problemler
• Demodeks folliculorum (bir çeşit parazit)
• Genetik özellikler
• Sıcak ve güneş ışınları
• Alkollü içecekler
• Psikolojik faktörler
• Aşırı sıcak içecekler
• Sıcak su banyoları
• Çevre ısı değişiklikleri

Gül hastalığının (rozase) belirtileri nelerdir?

Gül hastalığı (rozase) yüz bölgesini (yanak, burun, çene ve alın) etkileyen bir deri hastalığıdır ve hastalığın şiddetine göre farklı şikayet ve belirtiler gözlenebilmektedir.

Gül hastalığı (rozase) öncesi dönem:

Yüzün orta hattında, güneş ışınları, stres, sıcak ve soğuk içeceklere, ısı değişimlerine karşı ani kızarıklık atakları ve ardından solmalar olur. Zamanla kızarıklığın gerilemesi daha uzun süre alır. Bu evrede genelde nemlendiricilerle, güneşten koruyucularla deri belirtileri yatıştırılmaya çalışılır.

• Evre 1: Daha önceki evrede tanımlanan kızarıklık kalıcı hale geçer, saatler hatta günlerce kalabilir. Telenjiektaziler yani kılcal damar genişlemeleri ortaya çıkabilir. Ciltte aşırı hassasiyet ve yanma hissi vardır.
• Evre 2: Haftalarca sürebilen papül (kabarıklık) ve püstüller (içi iltihaplı kabarıklıklar) gözlenebilir. Kızarıklık iyice belirginleşmiştir. Tüm yüzde ve saçlı deride de tutulum olabilir. Saçlı deride kıl diplerine yerleşmiş kaşıntılı iltihaplı kabarıklıklar vardır ancak bunlar sterildir. Göz tutulumu başlangıcı olabilir.
• Evre 3: Doku hiperplazisi (dokuyu oluşturan hücrelerin sayıca artması), büyük yangısal, ağrılı olabilen nodüller gözlenebilir. Rinofima (burun üzerindeki yağ bezlerinin aşırı büyümesine bağlı gelişen burunun büyümesi durumu) gelişebilir.

Gül hastalığının kalıcı ödemi: Öncelikle alın, iki kaş arası, burun ve yanaklarda olan, gode (çukur) bırakmayan ödem söz konusudur. Çok sık gözlenen bir durum değildir.

Göze lokalize gül hastalığı (rozase): Gül hastalığı göz tutulumu yaygındır. Göz tutulumu olan rozase; “oftalmik rozase” olarak da adlandırılır. Hastalık direkt gözden başlayabilir ve bu nedenle tanıda gözden kaçabilir. Gözde ciddi sorunlara neden olabilmektedir.

Gül hastalığı (rozase); yüze yerleşen bir deri hastalığı olduğu için bazı kimselerde ciddi boyutlarda psikolojik sorunlara da neden olabilmektedir. (Gül hastalığında ortaya çıkan ve uzun süre devam eden kırmızı kabarıklıklar; utanç hissi, anksiyete (kaygı durumu), öz güven eksikliği ve sonunda depresyona neden olabilmektedir)

Gül hastalığı (rozase) tedavisi

Bir çok kronik hastalıkta olduğu gibi Gül hastalığı (rozase) da uzun süreli tedavi gerektirebilmektedir.
Gül hastalığının (rozase) tedavi prensipleri nedene yönelik ve gözleme dayalı olarak belirlenmektedir. Bundan dolayı da tedavi alternatifleri birden fazladır.
Hastaların çoğunda gül hastalığı (rozase) başarılı bir şekilde tedavi edilebilmektedir.
Tedavide kullanılan ilaçlar kadar güneş, sıcak, alkol gibi tetikleyici nedenlerden uzak durmak önemlidir. Bu nedenle hastanın da tedaviye katkısı büyüktür.

Gül hastalığı (rozase) tedavisinde kullanılan ilaçlar;

• Sadece papül (kabarıklık) ve püstül (iltihaplı kabarcık) gözlenen kişilerde haricen uygulanan ilaçlar; metranidazol, klindamisin, permetrin krem, tretinoin krem,ve azeleik asit krem olarak sıralanabilir.
• Eğer deri lezyonları daha yaygın ve şiddetli ise tetrasiklin, ampisilin, metronidazol, kloramfenikol, eritromisin gibi oral antibiyotikler de kullanılabilmektedir. Ancak bu ilaçların yan etkileri olabilmektedir. Oral tedaviler başlangıçta haricen kullanılan ilaçlar ile birlikte kullanılır. Zaman içinde gül hastalığının (rozase) durumu düzelmeye başlayınca oral tedaviler kesilir ve iyilik hali sadece haricen kullanılan ilaçlar ile korunmaya çalışılır.
• Çok şiddetli ve dirençli rozase hastaları; 13-cis-retinoic acid tedavisine ihtiyaç duyabilirler. Ancak bu tedavi yönteminin önemli yan etkileri bulunmaktadır. En sık görülen yan etkiler; deride kuruluk, hassasiyet, mukozalarda kuruma, gözlerde kuruma, kaşıntı, dermatit, kas ağrısı, karaciğer testlerinde bozulma, kan kolesterol ve trigliserid düzeylerinde artış olarak sıralanabilir. Sakat doğuma neden olabileceği için hamilelerde asla kullanılmamalıdır.
• Gül hastalığında (rozase) meydana gelen kızarıklığı ve sıcaklığı önlemek için hipotansif ilaçlar da kullanılabilmektedir.

Gül hastalığının (rozase) tedavisinde telenjiektaziler (yüzeysel damar genişlemeleri) için lazer tedavisi ve yüz masajı gibi yöntemler alternatif tedavi olarak uygulanabilmektedir.
Rozase sık görülen bir deri hastalığı olmakla birlikte hangi klinik tipte ne tür tedavinin seçileceği veya kombine edileceği konusu tartışmalıdır. Seçeneklerin fazlalığı ve etkinlikleri konusundaki farklı veriler karışıklığa yol açabilmektedir. Bu nedenle her hastaya özel kişisel tedavi yaklaşımı izlenmeli ve amaç hastanın yaşam kalitesini maksimumda tutmak olmalıdır.
Gül hastalığı (rozase) tedavi edilmezse psikolojik rahatsızlıkların yanı sıra yüz gibi çok göz önünde olan bir bölgede kalıcı izlere de yol açabilmektedir.

Gül hastalığına (rozase) nasıl tanı konulur?

Gül hastalığının (rozase) ayırıcı tanısı klinik özelliklerine göre farklılık gösterebilmektedir.
Gül hastalığının (rozase) tanısı klinik bulgulara göre yapılır, laboratuar yardımcıdır. En yararlı yöntem histopatolojik incelemedir.

 

 

GÜNEŞ ÇARPMASI
Güneş Çarpması Nedir, Nasıl Oluşur?
Güneş çarpması özellikle öğle vakti, güneş ışınlarının dik geldiği zamanlarda oluşmaktadır. Aşırı sıcak havalarda, beden ısısını ayarlayan mekanizmanın bozulmasıyla gelişen güneş çarpması, daha çok çocuklarda görülse de hemen hemen tüm yaş grupları için tehlikelidir. Rüzgarsız günlerde güneş çarpması riskinin arttığı da unutulmamalıdır. Uzun süre yüksek sıcağa maruz kalmak ve vücudun normal sıcaklığına dönebilmek için yeterince sıvı kaybedememesi güneş çarpmasını da beraberinde getirmektedir. Vücut sıcaklığı organları tahrip edecek derecede çok yüksek seviyelere ulaşabilir. Özellikle 40 derecenin üzerindeki sıcaklıklarda ortaya çıkangüneşçarpması, çocuk ve yaşlılarda daha düşük sıcaklıklarda da görülebilir.
Güneş Çarpması Nedenleri
Güneş çarpmasının en büyük nedeni çok yüksek sıcaklıklara maruz kalmaktır. Hem tatil amaçlı deniz kıyısında geçirilen vakitler hem de normalin üzerinde sıcaklık seviyesine sahip ortamlarda çalışmak güneş çarpmasının en büyük nedenlerinden biridir. Bunun yanı sıra nemli hava da soğutma mekanizmasını azaltarak güneş çarpmasına sebep olabilir. Yüksek sıcaklıklarda fazla alkol tüketmek, kalın giyinmek ve aşırı besin tüketmek de güneş çarpmasını tetikleyebilir.
Sıcak havada insan vücudu kan akışını deri yüzeyine doğru artırır. Terleme ve soluk verme ile kendisini fazla ısıdan kurtarır. Terleme ve soluk almanın tam olarak gerçekleşemediği durumlarda sıcak bitkinliği ve güneş çarpması da kaçınılmaz hale gelir. Sodyum ve klor kaybı ile birlikte güneş çarpması belirtileri de görülmeye başlar.
Güneş Çarpması Belirtileri
Güneş çarpmasının en yaygın belirtileri; baş ağrısı, bulantı, kusma, yüksek ateş, terleyememe, sinir sistemi bozuklukları (sersemlik, yürümede bozukluk vs…), ruhsal durum bozuklukları ve bilinç kaybıdır. Havale, solunumda düzensizlik ve 41 derece üzerinde ateşle birlikte deride kızarıklık da varsa “sıcak koması” görülme ihtimali yükselmektedir. İleri safhalarda oldukça tehlikeli olabilen güneş çarpmalarında, ciddi oranda yaşam kaybı riski olduğu da unutulmamalıdır. Öte yandan, güneş çarpması sonrası iyileşen kişilerin dahi sinir sistemlerinde kalıcı hasarlar oluşabilmektedir. Bu nedenle ilk belirtide tanı konulması ve kişi bilincini yitirmeden gerekli müdahaleye başlanması gerekmektedir.
Sıcak çarpmasında görülen en belirgin belirtiler ise şöyledir;
• Yüksek ateş,
• Kuru –sıcak-ağrılı cilt,
• Şiddetli baş ağrısı,
• Bulantı,
• Kusma ve baş dönmesi,
• Kas krampları,
• Çarpıntı
• Uykuya eğilim,
• şuur bulanıklığı ve komaya kadar varabilen ciddi klinik tablolar görülebilir.
Güneş Çarpmasında Kimler Risk Altındadır?
Özellikle kronik hastalıkları olan hastalar ( yüksek tansiyon, şeker hastalığı, kronik böbrek yetmezliği olanlar), kanser hastaları, aşırı kilolu veya kaşektik olan kişiler, psikiyatrik rahatsızlığı olanlar, 65 yaş üzeri kişiler, 5 yaş altı çocuklar, gebeler sıcak yaz aylarında çok daha dikkatli olmalıdır.
Güneş Çarpmasında İlk Yardım
Güneş çarpmasına maruz kalan kişi hemen serin olan bir yere alınarak üzerinde sıkı giysiler varsa gevşetilir ve kusma riskine karşı yan yatırılır. Vücut ısısını düşürmeye yönelik başına göğsüne ve koltukaltlarına soğuk su ile ıslatılmış bez koyulabilir veya soğutucularla soğutmaya çalışmak gerekir. Kan dolaşımını başa doğru yönlendirmek kişinin için ayaklarını yükseltmek, kol ve bacaklara masaj yapmak, duş aldırmak da gerekebilir. Kişinin bilinci açıksa sıvı alımının sağlanması, bilinç kapalı ise kesinlikle içmesi için sıvı verilmemesi takip ve tedavi amaçlı en yakın sağlık kuruluşuna ulaştırılması gerekir.
Güneş çarpması durumunda bunları yapmayın.
• Hastanın bilinci yerinde değilse su içirilmemelidir.
• Alkol koklatılmamalıdır.
• Katı yiyecekler çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle kesinlikle verilmemelidir.
Güneş Çarpmasında Teşhis Nasıl Yapılır?
Güneş çarpması teşhisi hastanın semptomları gözden geçirildikten, kan basıncı ve sıcaklık değerleri ölçüldükten sonra konur. Bunun için öncelikle ağız içi sıcaklığı yerine rektal sıcaklık ölçülür. Gerekirse hastadan kan ve idrar örneği de istenir.
Güneş Çarpması Tedavisi
Güneş çarpmasında tablo kötüye gidiyorsa tuz ve elektrolit seviyelerini belirlemek için kan testleri kullanılır. Kan testi sonucuna göre de hastaya sıvı terapisi uygulanabilir. Güneş çarpması sonrasında oluşabilecek komplikasyonlar nedeniyle böbrek yetmezliği gibi durumlara karşı hasta birkaç hafta takip edilir. Sıvı ve tuz dengesi ile sıcaklık değişimleri gözlem altında tutulur.
Güneş Çarpmasından Nasıl Korunmalı?
Güneş ve yüksek sıcaklığın zararlı etkilerinden vücudumuzu korumak için;
• Mecbur kalmadıkça güneşin yoğun olduğu saatlerde dışarıya çıkılmamalı,
• Terletmeyen ince, açık renkli ve bol giysiler tercih edilmeli,
• Mutlaka güneş gözlüğü, şapka ve şemsiye gibi güneş ışığından koruyacak aksesuarlar kullanılmalı,
• Güneşe çıkmadan yarım saat önce güneş koruyucu kremler sürülmeli
• Günde en az 2,5-3 lt sıvı tüketilmeli (ayran soda su vb.)
• Sindirimi kolay hafif yiyecekler tercih edilmeli
• Fırsat buldukça ılık duş alınmalı
• Uzun ve ağır egzersizlerden kaçınılmalıdır.
Çocuklarda Güneş Çarpmasına Karşı Dikkat Edilmesi Gerekenler
Çocukların cildi, yaşamın ilk yıllarında çok ince olduğu için güneşe karşı hassastır. Çocukları dışarı çıkarırken mutlaka güneş koruyucu sürmek gerekir. Güneş kremi seçerken de mineral filtre içermesi ve bebeğe alerji yapmayacak özellikte olmasına dikkat edilmelidir. Kimyasal filtre içeren güneş kremlerinde alerji riski daha yüksektir. 1 yaş altı bebeklerin cildi büyük çocuklara göre daha hassastır ve uygulanan her türlü kremin emilimi daha fazladır. Bu nedenle 1 yaş altı güneş kremi seçerken mutlaka doktora danışılmalıdır.
Çocuklarınızı Güneşe Çıkarmadan Önce…
Çocuk güneşe çıkarmadan 15 dakika önce koruyucu ürün uygulanmalıdır. Çok açık tenli, renkli gözlü çocuklar ile 1 yaş altı bebeklerde 50 faktör ve üzeri güneş kremleri tercih edilmelidir. Ten rengi koyu, esmer çocuklarda ise 30 faktörlü güneş kremi yeterli olur. Çocuklar dışarı çıkarılmadan en az 15-20 dakika önce krem sürülmelidir. Güneş kreminin koruma süresi en fazla 3-4 saattir. Eğer çocuk yarım saatten fazla dışarı zaman geçirecekse güneş kreminin sık sık yenilenmesi gerektiği unutulmamalıdır.
Güneş Kremlerini Test Edin
Bazı güneş kremleri çocuklarda cilt alerjilerine sebebiyet verebilir. Bunun için test edilmelidir. Güneş kremi güneşe çıkmadan bir gün önce çocuğun koluna küçük bir alana sürülür ve yara bandı ile kapatılır. Ertesi gün dışarı çıkıldığında, güneşin altındayken yara bandı çıkarılır. Eğer 15 dakika içinde o bölgede kızarıklık, şişlik ya da kaşıntı olmuyorsa bu güneş kremi kullanılmaya devam edilebilir. bir önceki yıldan kalan güneş kremleri ise kesinlikle kullanılmamalıdır.
Çocukların Güneşe Çıkma Saatine Dikkat!
Güneş ışınlarının dik geldiği, dolayısıyla en etkili olduğu 10.00-16.00 saatleri arasında asla güneşe çıkılmamalıdır. Hava bulutlu bile olsa güneş kremi mutlaka sürülmelidir. Güneşin olmaması zarar vermeyeceği anlamına gelmemektedir. Bu nedenle bu saatlere dikkat etmek ve her havada gerekli önlemleri almak önemlidir.
Çocukların kıyafet seçimine dikkat!
Yaz aylarında çocuklara ince, hafif ve pamuk giysiler giydirilmelidir. Terleme ihtimalleri çok yüksek olduğu için de sık sık kıyafetleri değiştirilmelidir. 1 yaş altı bebekler özellikle baş bölgesinden çok terleyebilir, üşür korkusuyla kalın şapkalardan kaçınılmalı, bahar ve yaz dönemleri için sadece rüzgarı engelleyecek pamuklu şapkalar tercih edilmelidir. Giysiler kadar bebek arabalarının veya oto koltuklarının kumaşlarının da terletebileceği dikkate alınmalıdır.
Güneş çarpmalarına karşı bol sıvı tüketilmeli
Yaz aylarında uzun süre güneş altında kalan çocuklarda güneş çarpmaları olabilir. Çocukların ateşi yükselir ve halsizlik gözlenir. Terleme sonucu sıvı kaybı oluşur ve güneş çarpması olan çocuğun sıvı ihtiyacı artar. Bu nedenle bol bol su içirilmeli, vücut sıcaklığı normalin üzerindeyse ateş düşürücü ilaçlar kullanılmalıdır. Yaz aylarında güneşin vurduğu araç içinde çocuklar uzun süre bırakılmamalıdır. Özellikle 1 yaş altı bebekler için bu ısı tehlikeli sonuçlar doğurabilir.

 

 

 

GÜNEŞ YANIĞI

Güneş yanığı derinin güneş ışığına kısa sürede ve yoğun olarak maruz kalması sonucu oluşan deri rahatsızlığıdır. Uzun süre güneşe maruz kalındığında ultraviyole ışınları; ciltte önce kızarıklık, daha uzun süreli hasarlarda da içi su dolu baloncuklara sebep olur. Kızarıklık, ağrı, şişme güneşten 2-4 saat sonra başlar, 24 saatte maksimuma ulaşır. Bu birinci derece yanıktır. İçi su dolu kabarcıklar olduğunda yanık artık ikinci derece olmuş demektir. Üçüncü derece yanıklarda kabuklanmalar olur, güneş üçüncü derece yanığa sebep olmaz.
Güneş Yanığının Nedenleri
Güneş yanığının nedeni derinin aşırı miktarda ultraviyole ışınlarına maruz kalmasıdır. Ultraviyole ışınları 3 farklı ışın üretir. Bunlar UVA, UVB ve UVC ışınlarıdır.
UVA Işınları
UVA ışınları UVB ışınlarından daha az etkili ancak derinin daha alt katmanlarına kadar etki edebilir. Deriye elastikiyet kazandıran doku yani dermiş tabakasını tahrip eder. Uzun süre UVA ışınlarına maruz kalmak deriyi vaktinden önce yaşlandırır.
UVB Işınları
UVB ışını derinin epidermis adı verilen üst kısmını etkiler. Deri yüzeyinde fazla miktarda maruz kalınan UVB ışını ile kızarma, şişme ve ağrıya oluşur.
UVC Işınları
UVC ışınlar diğer iki ışına göre tehlikesiz ışınlardır. Atmosfer tarafından filtre edildiği için ekstra koruma mekanizmasına gerek yoktur.
Güneş yanığına neden olan UVA ve UVB aynı zamanda deri kanserine neden olmaktadır. Güneş ışınları dışında güneş yanığına solaryum ve fototerapi gibi ultraviyole ışını üreten diğer kaynaklarda neden olabilir.
Güneş yanığı oluşmasına etki eden diğer faktörler, hastanın deri rengi ile ifade edilen deri tipi, ışığın etki süresi ve şiddeti, deniz kenarı ve yüksek rakımlı yerler, ışığın yansıması, çocukluk çağı olarak sayılabilir. Güneş ışını hasarı birikici özellik gösterdiğinden çocukluktan itibaren fazla maruz kalmak ve güneş yanığı geçirmek, ileriki yaşlarda deri kanseri riskini birkaç kez arttırır. Açık ten, renkli göz, sarı-kızıl saçlı kişiler güneş yanığına özellikle duyarlıdır. Her 300 metre yükseklikte enerjide %5 artış olur. Güneş enerjisi, su ve ıslak giysilerden geçer. Asfalt, kum ve kar ile enerji yansıması artar.
Güneş Yanığı Belirtileri
Güneş yanığının belirtileri kişiden kişiye değişebilir. Belirtilerin farklılaşmasını derinin cinsi, ultraviyole ışınlarına maruz kalınma süresi etkiler. Özellikle beyaz tenli ciltlerin koyu tenli ciltlere göre güneş yanığı olma riski daha fazladır. Koyu renkli deri de çok fazla UV ışınına maruz kalırsa güneş yanığı olabilir. Yine de koyu renkli deri daha fazla melanin pigmenti bulunması nedeniyle beyaz tenli deriye göre güneş ışığını yanık olmadan daha fazla tolere edebilir. Güneş yanığı belirtileri aniden ortaya çıkmayabilir, belirtiler kişiden kişiye göre değişebilir.
Güneş yanığının en belirgin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz;
• Kızarık ve ağrılı deri yüzeyi (eritem)
• Normalden daha sıcak ve gergin bir deri.
• Birkaç güne pullanıp, soyulmaya başlayan deri.
Güneş yanığı, aşırı UV teması sonrası gelişen kızarıklık, yanma, ağrı, su dolu kabarcık oluşumu ve inflamasyon ile karakterize bir tablodur. Yeterli süre ve dozda UV maruz kalma 2-6 saat sonra başlar, 12-24 saat içinde maksimum düzeye ulaşır. Birinci haftanın sonunda deride soyulma görülür, daha sonra pigmentasyon ve lentigo adı verilen kahverengi lekeler gelişebilir. Şiddetli güneş yanığı ise aşağıdakilere belirtilere neden olabilir:
• Deride sertleşme
• Deride şişme(ödem)
• Üşüme
• Yüksek ateş (38 derece ve yukarısı)
• Halsizlik
• Hızlı nabız ve nefes alma
• Susuzluk hissi
• Gözlerin ışığa hassas hale gelmesi
• Mide bulantısı ve baş ağrısı
Bebeklerde Güneş Yanığı
Çocukların cildi, yaşamın ilk yıllarında çok ince olduğu için güneşe karşı hassastır. Ailelerin çocukları dışarı çıkarırken mutlaka güneş koruyucu sürmeleri gerekir. Güneş kremi seçerken de mineral filtre içermesi ve bebeğe alerji yapmayacak özellikte olmasına dikkat edilmelidir. Kimyasal filtre içeren güneş kremlerinde alerji riski daha yüksektir. 1 yaş altı bebeklerin cildi büyük çocuklara göre daha hassastır ve uygulanan her türlü kremin emilimi daha fazladır. Bu nedenle 1 yaş altı güneş kremi seçerken mutlaka doktora sorulmalıdır.
Bebeklerde Güneş Kremi Kullanımı
Çok açık tenli, renkli gözlü çocuklar ile 1 yaş altı bebeklerde 50 faktör ve üzeri güneş kremleri tercih edilmelidir. Ten rengi koyu, esmer çocuklarda ise 30 faktörlü güneş kremi yeterli olur. Çocuklar dışarı çıkarılmadan en az 15-20 dakika önce krem uygulanmalıdır. Güneş kreminin koruma süresi en fazla 3-4 saattir. Eğer çocuk yarım saatten fazla dışarı zaman geçirecekse güneş kreminin sık sık yenilenmesi gerektiği unutulmamalıdır.
Bazı güneş kremleri çocuklarda cilt alerjilerine sebebiyet verebilir. Bunun için test edilmelidir. Güneş kremi güneşe çıkmadan bir gün önce çocuğun koluna küçük bir alana sürülür ve yara bandı ile kapatılır. Ertesi gün dışarı çıkıldığında, güneşin altındayken yara bandı çıkarılır. Eğer 15 dakika içinde o bölgede kızarıklık, şişlik ya da kaşıntı olmuyorsa bu güneş kremi kullanılmaya devam edilebilir. Geçen seneki tatilden kalan güneş kremleri ise asla kullanılmamalıdır.

Güneş Kremi Seçerken Nelere Dikkat Edilmeli?
• Bebek ve çocuklarda 20-30 koruma faktörü yeterlidir.
• Çok açık tenlilerde 30 faktör uygundur.
• Ürün, kısa ve uzun ultraviole ışınlardan korumalıdır. (UVB ve UVA)
• Ürünlerdeki bazı maddeler alerjik cilt cevaplarına yol açabilmektedir. Bunlar PABA içeren ürünlerdir. Alerjik reaksiyon olup olmayacağını kontrol etmek için şu testi uygulayın: Çocuğunuzun ön kolunda bir santimetrelik alana bir gün öncesinden üründen bir parça sürün. Üzerine yara bandı yapıştırın. Bir gün sonra yara bandını çıkarın ve çocuğunuzu güneşe çıkarın (Vücudunun diğer bölgeleri giysi ile korunurken). Herhangi bir kızarıklık gelişirse o bölgede başka bir ürün kullanın.
• Suda koruma için ürünlerde 2 özellik vardır. “Waterproof” 4 kere 20 dakikalık suya girmede koruma sağlamaktadır. “Waterresistant” 2 kere 20 dakikalık suya girmede koruma sağlamaktadır
Güneş Kremi Nasıl Kullanılmalı?
• Güneş kremi güneş altında değil, güneşe çıkmadan önce vücuda uygulanmalıdır.
• Yaşamın ilk altı ayında bebeklerin doğrudan güneş ışığına maruz kalmamalarına dikkat edilmelidir. Doktora danışılmadan güneş kremi sürülmemelidir.
• Güneşe çıkmadan 15-30 dakika önce daha büyük çocuklara güneş kremi sürülmelidir. Özellikle giysilerin korumadığı alanlara dikkat edilmelidir.
• Çocuklar ilk başta birkaç dakika, daha sonra 20 dk’ya kadar doğrudan güneş ışığına çıkarılabilir.
• Bebeğiniz altı aylık olduktan sonra çantanızda mutlaka güneş kremi bulundurmalısınız.
• Güneşe maruz kaldığında çocuğunuza gölgelikli şapka takın. Bunun dışında denize bile girse vücudunun üst kısmını koruyacak bir giysi giydirin. Giysiler hafif ancak sık dokunmuş olmalıdır.
• Çok sıcak havalarda dışarıdaki kalışınızı günün erken veya geç saatlerinde yapın. Mümkün oldukça günün ortasında dışarıda bulunmayın.
• Su ile oynayan çocuklarınıza suya dayanıklı güneş kremi sürün. Oyun bitince kurulayın ve tekrar güneş kremi sürün.
• Çocuğunuz herhangi bir ilaç kullanıyorsa ışığa duyarlılık yaratmadığından emin olun.
• Çocuğunuz için en iyi örneği siz oluşturun ve kendinizi de güneşten koruyun.
Güneş Yanığı Cilt Kanserine Neden Olabilir
Cilt kanserininen önemli nedeni, çocukluk çağındaki güneş yanıklarıdır. Hayatında bir kere su toplamış güneş yanığı olan bir çocuğun, cilt kanserine yakalanma riski yanığı olmayanlara göre iki kat fazladır. Her yanık ile bu risk iki kat artar. Cilt kanserinden korunmanın en iyi yolu, cilt yanıklarını önlemektir.
Güneş Yanığı Nasıl Geçer?
Güneş yanığında ağrı ve sıcaklık hissi, 48 saat sürer. Nemlendirici kremler günde üç kere uygulanırsa kişiyi rahatlatır. Bu kremlere iki gün devam edilmelidir. Çok kalın, yağlı merhemler kullanılmamalıdır. Bu durum kişiyi daha sıcak tutarak terlemesini engeller.
• Soğuk banyo yaptırılabilir ve yanık yerler günde birkaç kez soğuk su ile ıslatılmış steril bir bezle silinebilir. Küçük bir havluyu su ile ıslatın ve yanık olan alanlara hafifçe uygulayın. Bunu 15 dakika kadar uygulayın ve gün içinde 4-5 kere tekrarlayın.
• Yanıklar olduğunda çocuğa bol su içirilmelidir. Bu durum, hastalık hissini önler.
• Bir hafta içinde soyulmalar başlar, deriye nemlendirici kremler sürmek gerekir. Vazelin uygulamayın çünkü bu hava temasını önler ve hava teması iyileşme için gereklidir.
• Deri su toplar ve patlarsa, üzerindeki ölü deriyi temiz, küçük bir makasla temizlemek gerekir. Sonra da antibiyotikli bir krem sürülmelidir.
• Merhemi günde üç kez yıkayıp, tekrar sürmek gerekir. Derinin su topladığı durumlarda, bir sağlık kuruluşuna başvurulup tedaviye başlanmalıdır.
Güneş yanıklarında yapılan sık yanlışlıklardan biri; yanık yerine, diş macunu, yoğurt veya yoğun merhemler sürmektir. Bunların hem faydası yoktur, hem de temizlenmesi zordur. Diğer bir hata da güneşten koruyucu losyonlarla, bronzlaştırıcı losyon veya yağları karıştırmak, koruyucu yerine bronzlaştırıcı kullanmaktır.
Güneş Yanığı Nasıl Geçer, Tedavisi Nedir?
Güneş yanığı tedavisi ilk müdahale çok önemlidir. 2. ve 3. derece yanıklarda ise vakit kaybetmeden en yakın hastane kuruluşuna başvurulmalıdır. Güneş yanığı durumunda yaranın acısını alıp kişiyi rahatlatacağı düşüncesi ile yanık bölgesine yoğurt ve diş macunu sürülmesi son derece yanlış bir uygulamadır. Tıbbi etkisi bilinmeyen ve bakteri üremesine yol açabilecek bu maddelerin yanık sahasında sürülmesinden mutlaka kaçınılması gerekmektedir. Bunun yerine doktorun önereceği ilaçlar ve uygulamalardan faydalanılmalıdır.
İkinci derece yanıklar su toplaması ile karakterlidir ve birinci derece yanıklardan daha derin bir yanık yaralanmasına işaret eder. Su toplaması olan güneş yanığı sahaları açık yara olarak kabul edilmelidir ve bir plastik cerrah tarafından yapılacak değerlendirmenin ardından kimi hastalarda kapalı pansumana geçilmesi gerekebilmektedir. Su toplaması olan sahanın genişliği arttıkça, bu durumun vücut için daha belirgin zarara yol açacağı unutulmamalıdır. Özellikle kronik böbrek yetmezliği, alkolizm, kalp hastalığı gibi ek hastalıkların ya da durumların varlığında, geniş yüzeyleri kaplayan ikinci derece yanıklarda damar içi yoldan serum tedavisi gerekebilmektedir. Güneş yanığı olan hastalarda sıklıkla 5-7 gün içerisinde tam iyileşme beklenmektedir.

 

 

HALSİZLİK VE YORGUNLUK

Sürekli yorgunluk, halsizlik gibi belirtiler ciddi bir hastalığın belirtileri olabilir. Toplumda sık rastlanan bu problem hem sosyal hayatta hem de iş yaşamında sorunlar yaratır. Önemli veya önemsiz birçok sebebi vardır. Sizler için halsizlik ve yorgunluğun nedeni, belirtileri ve tedavi yolları ile ilgili bir yazı hazırladık. Eğer aşağıdaki belirtilerle karşı karşıyaysanız yapmanız gerekenler…

Halsizlik pek çok nedene bağlı olarak gelişme gösteren bir durumdur. En sık anksiyete ve depresyona bağlı olarak görülür.
HALSİZLİK (YORGUNLUK) NEDİR?
Çoğu zaman yorgunluk, bitkinlik, uyuşukluk ve kayıtsızlık olarak da tarif edilen ‘halsizlik’ fiziksel veya zihinsel; ya da her ikisinin birden görüldüğü bir yorgunluk ve zayıflık halidir. Fiziksel ya da psikolojik olarak kendini gösterir.
FİZİKSEL HALSİZLİK
Fiziksel halsizlikte bir kişinin kasları, normalde yaptıkları şeyleri kolayca yapamaz. Merdiven çıkmak ya da çarşı torbalarını taşımak her zamankinden çok daha yorucu gelir. Fiziksel halsizlik kas zayıflığı, zayıflık ya da güç eksikliği olarak da bilinir.
PSİKOLOJİK HALSİZLİK
Psikolojik halsizlikte ise, dikkati belli bir konuya vermek güçleşir.Belirtiler ciddileştiğinde kişi, yataktan kalkmakta veya günlük aktivitelerini yapmakta isteksizlik duyabilir. Kişi uykulu ve dalgındır.
HALSİZLİĞE NEDEN OLABİLECEK HASTALIKLAR NELERDİR?
Halsizlik birçok hastalık ve durumda görülen genel bir şikayettir. Fiziksel halsizlik kas zayıflığı, zayıflık ya da güç eksikliği olarak da bilinir.
Stres ve endişe genel olarak halsizliğe yol açan iki duygudur.
Yas tutuma, yeme bozuklukları, uyuşturucu kullanımı, anksiyete (kaygı), ev değiştirme, can sıkıntısı ya da boşanma gibi nedenler psikolojik olarak halsizliğe yol açabilecek nedenlerdir.

Yukarıda saydığımız sebeplerden başka;
Uykusuzluk
Uyku apnesi
Kansızlık (anemi)
Tiroid hastalıkları
İdrar yolları enfeksiyonu
Böbrek hastalıkları
Karaciğer hastalıkları
Kalp hastalıkları
Akciğer hastalıkları
Vitamin eksiklikleri
Kanser
Fibromiyalji
Lupus hastalığı
Romatoid artrid
Obezite
Kemoterapi
Radyoterapi
İnsülin direnci
İlaç kullanımı
Yetersiz beslenme sonucu enerji azlığı
Zayıflayan bağışıklık sistemi
Aşırı kafein tüketilmesi
Yeterli su içilmemesi
Aşırı egzersiz
Aşırı alkol tüketimi kişiyi halsiz bırakan nedenler arasındadır.

HALSİZLİK TEDAVİSİ NASIL OLUR?
Halsizliğin tedavisi için öncelikle, halsizlikten şikayet eden bir hastada öncelikle altta yatan başka bir sistemik hastalık(Anemi, tiroid bezinin az yada çok çalıştığı hastalıklar, pek çok sistemi ilgilendiren kronik hastalıklar ve hatta kanser) olmadığından emin olmak için detaylı tetkik ve uygulama yapmakta fayda vardır. Kansızlık yüzünden halsizlik yaşadığınız tespit edilirse, kan takviyesi yapılır veya tiroid bezleriniz az çalıştığı için halsizlik yaşıyorsanız, tiroid bezlerinizi daha hızlı çalıştıracak tedaviye geçilir.
Bazen mevsim değişiklikleri, bazı ruhsal bozuklukların yaşandığı geçici zaman dilimleri, yetersiz uyku aldığınız zamanlarda halsizlik görülebilmektedir. Aklınızda bulunsun.

 

 

HARARET

Suyun önemli görevlerinden biri, vücut ısısını korumaktır. Vücutta yeterli su varsa soğutma mekanizması iyi çalışır
Vücudumuzun soğutma sistemi, bir arabanın soğutma sisteminden çok farklı değildir. Arabanın soğutma sisteminde su az ise motor fazla ısınıp hararet yapar. Vücuda yeterli su alınmaz ise de vücudun soğutma sistemi iyi çalışmaz.

Vücut ısısının denetimi ve korunmasında su çok önemlidir. Su, sindirim kanalından, damarlara, kan damarlarından ter bezlerine, ter bezlerinden son olarak buharlaştığı deriye geçerek soğutma işlemini gerçekleştirir. Vücut ısısı aşırı yükselince vücutta performans düşer, ısı yükselmeye devam ederse kramplar, sıcak bitkinliği ve sıcak çarpması gözlenir.

Vücut ısısı yükselince vücutta kızarma, kramplar, baş ağrısı, hızlı nabız, güçsüzlük ve bayılma ortaya çıkar. Sıcak çarpması ise tehlikelidir ve acil tedavi gerektirir.

Özellikle spor esnasında yeterli sıvı alınmaması, uygun olmayan, hava geçirmeyen ve çok kapalı kıyafetler ısı bozukluğuna sebep olur. Böyle bir durumda tıbbi yardım çağrılıncaya kadar kişi en kısa sürede soğutulmalıdır. Bunun için kişi;
Gölgeye alınmalı
Soğuk duş veya havuz imkânı varsa kullanılmalı
Bilinci yerinde ise soğuk su içirilmeli, soğuk su ile yıkanmalı
Fazla giysileri çıkarılmalı
Ense, boyun, bilekler ve diz arkasına buz uygulanmalı.
Sıcak bitkinliği ve sıcak çarpmasına karşı her zaman önlem almalı, günün en sıcak saatlerinde spor yapılmamalı. Havanın kişinin bedeninde serbest dolaşmasını sağlayacak hafif ve bol giysiler giyilmelidir. Yeterli miktar ve sıklıkta suyla serinleme sağlanmalıdır. Havanın sıcaklık ve nemine dikkat edilmeli, yüzde 97 üzerinde nemli havada kesinlikle spordan kaçınılmalıdır.
Hava sıcaklığını takip edin
10 – 16o ise ; uygun egzersiz ortamıdır ve önlem almaya gerek duyulmaz.

18 – 20o ise; terleme ile su kaybı oluşur.

25 – 30o ise; her 30 dakikada bir dinlenme ve sıvı kaybı karşılanmalıdır.

30o üstü ise; günün serin saatlerinde ince ve bol giysilerle spor yapılmalıdır.
Terleyerek kilo kaybedilmez
Sıcak havalarda sporcular terle kolaylıkla 2 – 3,5 kilo kaybedebilirler. Kilodaki bu azalma yaÇ değil, su kaybına bağlıdır. İdrar ve kilodaki değişiklikleri izlemenin yanı sıra kendinizi nasıl hissettiğiniz de önemlidir. Eğer kronik yorgunluk, baş ağrısı, uyuşukluk hissediyorsanız kronik dehidrasyon (susuzluk) sorunu yaşıyor olabilirsiniz. Bu duruma yaz aylarında daha çok rastlanır. Çok terleyen bir sporcu yeterli sıvı tüketip dengeyi sağlamazsa ertesi günün sabahı idrarı az ve koyu olabilir. Bu kronik dehidrasyon belirtileri fark edilirse egzersiz kısa tutulmalı ve sıvı desteği artırılmalıdır.
Terle kaybolan sıvıyı karşılamak gerekir
Egzersiz yapan kişinin terle kaybettiği ve gerçekten yerine koymaya gerek duyduğu en önemli şey sudur.

Terle kaybolan sıvıyı yeterli miktarda tüketip tüketmediğinizi anlamanın en pratik yolu, idrar renk ve miktarını dikkatlice izlemektir. Eğer idrar koyu renk ve az ise artık ürünlerden yoğun ve kokuludur. Bu durumda daha çok sıvı tüketmeniz gerekir. İdrar açık sarı renge döndükçe vücudun su dengesi de normale dönüyor demektir.

Eğer vitamin hapı kullanılıyorsa idrar rengi koyu olabilir. Bu durumda idrarın renginden çok, miktarı iyi bir gösterge olabilir. Terle sıvı kaybını izlemenin bir diğer yolu, egzersiz öncesi ve sonrası tartılmaktır. Her yarım kilo kayıp için en az iki su bardağı sıvı tüketilmelidir.

Terlemek iyidir
Vücuttan ısıyı uzaklaştırma ve vücut ısısını sabit tutma (37 derece), terlemeyle sağlanır. Yoğun egzersiz sırasında kaslar, dinlenme durumuna göre 20 kat daha fazla ısı üretir. Bu ısı, ancak terle uzaklaştırılır, ter buharlaştıkça deri soğutmaktadır. Bu soğuma kanı, kan ise vücudu soğutmaktadır. Terleme olmazsa ve vücut ısısı 41 derece üstüne çıkarsa hücreler hasar görür. 42 derece üzerinde hücre proteinleri koagüle olmakta (yumurta beyazının pişirildiği zaman uğradığı değişim gibi) ve hücre ölümü gerçekleşmektedir. Çok sıcak havada egzersizi sınırlamanın nedenlerinden biri de budur.

Erkek sporcular, vücutlarını soğutmak için daha çok terlemek zorundadır. Çünkü ter damlacıkları daha iri olduğundan deriden buharlaşmadan akmakta, böylece deriyi soğutma etkinliği azalmaktadır. Kadınlarda ise ter daha etkin bir soğutma sağlamaktadır.

Gerek erkek, gerekse kadın sporcular terle kaybolan sıvıyı hızlıca yerine koymaya çalışmalıdırlar.

 

 

HAŞİMATO

Son yıllarda adını sıkça duyduğumuz Haşimato hastalığı, bağışıklık sisteminin bakteri, virüs, mantar ve parazit gibi vücuda zarar veren antikorları tiroit bezine yönlendirerek yok etmeye çalışmasıdır. Haşimato hastalığı tüm dünyada yaygın olarak görülen hipotiroidinin ve pek çok başka rahatsızlığın başlıca sebebidir ve ne yazık ki genellikle çok geç teşhis edilir. Memorial Ataşehir Hastanesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Erol Bolu, tiroit nodülleri, haşimato hakkında bilgi verdi.
Haşimato Hastalığı Nedir?
Haşimato, tiroit bezinin otoimmün; yani kişinin kendi koruma mekanizmasını, tiroit dokusunu bir yabancı olarak tanıması ile ortaya çıkan bir tiroit hastalığıdır. Bu durum tiroit hormon fazlalığı yani hipertiroide yol açabilmekle beraber yıllar içinde tiroid hormon yetmezliğine de neden olabilmektedir. Haşimato hastalığı 1912 yılında Japon bilim adamı Akira Haşimato tarafından tanımlandığı için bu ismi almıştır.
Haşimato hastalığı durumunda vücut tiroit bezini yok etmek için çok miktarda anti-TPO antikoru ve anti-tiroglobulin antikoru üretir. Bu antikorlar tiroit bezine bağlanarak tiroit hücrelerini harap eder. Bu arada tiroit bezine birçok iltihap hücresi birikir. İltihap sonucu tiroit hücreleri tahrip olur ve tiroit hormonu azalmaya başlar. Tiroit bezinin küçülmesiyle ortaya hormon yetmezliği çıkar. İlk dönemde hastada ufak bir guatr ve kanda anti-TPO antikor yüksekliği varken TSH, T3 ve T4 hormonları normaldir. Daha sonra zaman içinde hastalık ilerledikçe önce başlangıç halinde tiroit yetmezliği sonra tam tiroit yetmezliği gelişir.
Haşimoto Hastalığı Belirtileri Nelerdir?
Haşimatoyu gösteren bir klinik bulgu yoktur. Haşimato hastalığının oluşturduğu tiroit hormon fazlalığı ve daha sıklıkla tiroit hormon yetmezliğine bağlı bulgular kişileri doktora götürmektedir. Haşimato da görülen belirti ve bulgular hastalığın kendine özgün değildir. En belirgin haşimato belirtileri ise şöyledir;
• Sıklıkla kilo alma,
• Cilt kuruluğu,
• Kolay üşüme,
• Yorgunluk,
• Kramplar,
• Seste değişiklik
• Ve kabızlıktır.
Bu belirtiler pek çok hastalıkta da görülebileceği için genellikle haşimatoyu tespit etmek zordur. Haşimato belirtilerinden nabız sayısında düşüklük, hareketlerde yavaşlama, unutkanlık, işe odaklanmada zorluk, yavaş konuşma, gözaltlarında yüzde şişme, saç dökülmesi, solukluk, iştahsızlık, depresyon, sinirlilik, dilde büyüme, adet düzensizlikleri de hastalarda sıklıkla görülebilir.
görülebilmektedir. İleri düzeyde hipotirodi olan hastalarda; akciğer ve kalp zarlarında sıvı toplanması, karpal tünel sendromu, uyku apnesi, göğüslerden süt gelmesi veya bu olmaksızın prolaktin hormonunda yükselme, cinsel istekte azalma ve kan sodyum düşüklükleri de haşimato belirtilerinden sayılır.
Haşimato hastalığında kolesterol düzeyi genelde yüksek olur. Bu nedenle hasta da kalp damar hastalıkları da görülebilir. İlerlemiş haşimato vakalarında kalp zarında(perikardit), akciğerde(plörezi) ve karında su toplaması(asit) görülebilir.
Haşimato Nedenleri Ve Risk Faktörleri
Haşimato hastalığının temel nedeni bağışıklık sisteminin yanlış bir algılama ile kendi dokularını yabancı olarak tanımlaması ve o dokulara karşı (tiroit) müdafaa yapmaya çalışmasıdır. Bu mekanizma ile tiroit dokusu tahrip olmaya başlar. Bu grup hastalıklara otoimmün hastalıklar denilmektedir. Hedef alınan organ tiroit olduğunda en sık karşımıza çıkan “Haşimato tiroidi” olmaktadır. Bu tahrip olma sırasında ilk önce sağlıklı tiroit hücreleri parçalanır ve dolaşıma kimi zaman yavaş yavaş kimi zaman daha hızlı bir şekilde tiroit hormonu boşalır. Başlangıçta tiroit hormon fazlalığı daha sonra tahrip olan dokuların giderek artması ile tiroit hormon yetmezliği oluşur.
Haşimato, özellikle kadınlarda daha sık görülmektedir. Östrojen ve genetik yatkınlık risk faktörleri arasındadır. Genç-orta yaş grubunda daha sık görülmekle birlikte her yaşta ortaya çıkabilir. Tiroit hormon yetmezliği ya da tiroit hormon fazlalığı bulgularının oluşma hızı ile de ortaya çıkma yaşı değişebilir. Çocuklarda da görülmesi mümkündür. Erkeklerde daha seyrek olmakla beraber, erkeklerdeki tiroit hormon yetmezliği sebeplerinin ilk sıralarındadır. Gebe veya gebelik planlayan kadınlar, tekrarlayan düşük ve ölü doğum hikayesi olanlar, tip 1 diyabetli hastalar, otoimmün hastalığı olanlar (vitiligo, sjögren sendromu, sistemik lupus eritematozus, romatoid artrit vb.), down sendromu, turner sendromu ve ailede otoimmün tiroit hastalığı öyküsü olanlar, guatr ve/veya anti-TPO pozifliği olanlar, lityum, amiodaron, IF-α, sunitinib, sorafenib gibi ilaçları kullananlar, açıklanamayan hiperprolaktinemi, açıklanamayan hiperkolesterolemi, açıklanamayan kansızlık, kalp yetmezliği olan kişilerde haşimoto araştırılmalıdır.
Haşimato Testleri
Haşimato hastalarının büyük bir kısmında tiroit hormonları (FT3, FT4, TSH ) normal seviyededir. %10 civarı hastada ise hipotiroidi gözlenir.(FT3, FT4 düşük, TSH yüksek). Hastaların çoğunda yaşam boyu Anti TPO, Anti TG antikorları bulunur. Bu antikorlar ilk zamanlarda olmasa bile ileriki dönemlerde hipotiroidi gelişeceğini haber verir. Haşimato hastalığı kandaki tiroit ve antikor değerleri ile ultrasonografi ile teşhis edilebilir. Tespit edilen nodüllerin iyi huylu olup olmadığını anlamak için ultrasonografi altında iğne biyopsisi yapılması gerekebilir.
Guatr, Tiroit ve Haşimato Hastalığı Arasındaki Farklar Ve İlişki Nedir?
Tiroit boynumuzda solunum ve yemek borusunun önünde tiroit hormonu üreten birbiriyle bağlı iki parçadan oluşan endokrin bir organdır. Vücudumuzdaki metabolik faaliyetlerden, beyin ve sinir sistemi ile ilişkili faaliyetlerden, büyüme ve gelişmeden, üreme fonksiyonlarının gelişiminden ve devamından sorumludur. Guatr sebep ne olur ise olsun tiroit bezinin büyümesidir. Haşimato hastalığı ise bu tiroit bezinin vücudumuzdaki müdafaa sistemi tarafından yabancı bir organ olarak tanımlanıp orta ve uzun dönemde tiroit bezinin hormon üretme yeteneğinin kaybına dolayısı ile yüzde 85-90 tiroit hormon yetmezliği ile sonuçlanan otoimmün bir hastalıktır. Haşimato hastalığında zaman zaman tiroit hormon üretiminin arttığı dönemler de olur.
Haşimato Hangi Hastalıklara Neden Olur?
Haşimoto hastalığı eğer hipotiroide yol açtıysa hipotiroidin şiddetine ve süresine bağlı olarak kilo fazlalığı, kabızlık, cilt kuruluğu, saç dökülmesi, tırnak bozulmaları, kan yağlarında yükseklik (kolesterol, trigliserid) ve dolayısı ile kalp damar hastalıklarına giden süreci hızlandırır. Uykuya meyil zihinsel faaliyetlerde yavaşlamaya neden olur. Haşimoto hastalığı ile birlikte ve birbirlerine eşlik edebilecek hastalıklar olarak tüm otoimmün hastalıklar sayılabilmektedir. Bunların bir kısmı endokrin organlara bağlı (böbreküstü bezi; diyabet) bir kısmı kas iskelet sistemi hastalıkları (romatizmal hastalıklar) bir kısmı depresyona kadar gidebilecek psikiyatrik hastalıklar olabilir. Yine haşimoto hastalığında tiroit bezinin yapısında bozukluklar neticesinde hem geçici hem de gerçek takibi gereken tiroit nodülleri olabilir. Tiroit nodülleri mutlaka takip edilmelidir.
Haşimato Hastalığında Beslenme Nasıl Olmalıdır?
Haşimato hastalığı ile ilgili özgün bir diyet yoktur. Ancak sağlıklı beslenmek her hastalıkta olduğu gibi haşimato için de çok önemlidir. Ortamda iyot fazlalığının bu hastalıkları tetiklediğine dair çalışmalar olmakla beraber şu ana kadar bunun doğruluğu gösterilememiştir. Selenyum alımı ile düzeldiğine dair yayınlar da vardır. Selenyum, haşimato hastalığında yükselen antikorları azaltabilmekte ancak hastalığın klinik olarak tiroit hormon yetmezliğine gidişini değiştirememektedir. Kısacası kesin bir faydası görülememektedir. Bu dönemde glutensiz beslenme önerilmektedir. Bunun da direkt olarak haşimato hastalığının gidişini değiştirdiği gösterilememiştir. Beslenme ile ilgili söylenmesi gereken en önemli husus; hipotiroidi nedeni ile tiroit hormonu başlanmış olan hastaların ilaçlarını aç karnına almaları ve beraberinde tiroit hormon ilacının emilimini bozabilecek kepekli, yoğurt ve süt gibi emilimi bozacak gıdaları aynı öğünde almamaları olmalıdır.
Haşimato Hastaları Nasıl Tuz Kullanmalıdır?
Haşimato hastalarının nasıl tuz kullanmaları gerektiği çok merak edilen bir konudur. Hastalığı iyodun tetiklediği söylenmekle beraber bu tümüyle doğrulanamamış bir konudur. İyodun, ortaya çıkmış tanısı konulmuş bir haşimato tiroidinin klinik gidişinde olumlu ya da olumsuz bir etkisi yoktur. Zaten iyot yetmezliği yaşanan ülkemizde genel olarak tuz kullanımını kısıtlama yönünde bir eğilimin de giderek arttığı bir dönemdeyiz. Haşimato tiroidinin anne adayı genç hanımlarda da daha sık görüldüğü düşünülürse genç nesillerin iyot eksikliği ile tekrar karşılaşmaması için iyotsuz tuz kullanılmalı gibi bir mesaj vermek doğru olmaz. İyotlu tuz kullanılabilir.
Haşimato Tedavisi
Haşimato hastasının tiroit hormon eksikliği ve fazlalığı ile ilgili klinik yakınmalarını bilmesi önemlidir. Bu klinik belirtiler aynı hastada farklı zaman dilimlerinde bulunabilir. Bu durumunda doktora danışılmalıdır. Eğer tiroit hormon yetmezliği (hipotiroidi) ve hekim tiroit hormonu başlamış ise TSH hormonu normal sınırlar içine çekilinceye kadar 6-8 hafta aralar ile doz ayarlaması yapılır. Normal sınırlar içine girdikten sonra doz ayarlama yapılmaktadır. 4-6 ay ara ile kontrollere devam edilmelidir. Çünkü hastanın beslenmesi, kilo alımı ve hastalığın aktivitesi ile dozda devamlı değişiklik olması gerekebilir. Özellikle çocuk sahibi olma çağındaki hanımların bu kontrole titizlikle uyması ve bebek sahibi olmadan önce ve gebelikleri sırasında 4-6 haftada bir takiplerini yaptırmaları bebek sağlığı açısından önemlidir. Bazı haşimato hastalarında tiroit nodülü gelişme eğilimi fazladır. Bu hastalarda da tiroit nodül takibi 6 ayda bir yapılmalıdır. Bir değişim yoksa takip süresi bir yıla kadar çıkarılabilir.
Hashimoto hastalığının zararları oluşturduğu klinik tabloya göre değişmektedir. Hafif olgularda saç dökülmesi, kilo kontrolünde güçlük, üşüme gibi yakınmalar olabileceği gibi hastalık ilerledikçe ve tedavi edilmedikçe kan yağlarında yükselme, kalp damar hastalıkları, kan basıncında yükselme gibi daha sistemik şikayetler görülebilir. Çocuk sahibi olmada güçlük, kansızlık gibi tablolar da eşlik edebilmektedir.
Haşimato Hastalığı Ve Gebelik
Haşimato hastalarında genellikle hipotiroidi gelişme riski yüksektir. Gebe kalmayı düşünen kişilerde belirgin bir hipotiroidi varsa bu kişilerin yumurtlama düzenleri bozulur ve gebe kalmakta güçlük yaşarlar. Tiroit hormonu tedavisi ile bu durum düzelmektedir. Gebeliğin ilk 3 ayında kısmi bir tiroit yetmezliği olan anneler, gebelik devam etse bile bebeklerinin özellikle zihinsel fonksiyonlarının gelişiminde sorunlar yaşayabilir. Bu nedenle anne adayının tiroit fonksiyonları gebe kalmadan önce ve gebelik süresince (4-6 haftada bir) takip edilmeli ve yeterli tiroit hormonu verilmelidir. Genellikle gebeliğin 6. ayına kadar doz artabilir. Unutulmaması gereken bir başka konu gebelerin yeterli iyot alımlarının da sağlanmasıdır. Gebelik boyunca tiroit hormonu kullanılmasının ne bebeğe ne anne adayına olumsuz bir etkisi yoktur. Tedaviler kesilmemelidir.
Haşimato Hastaları Nasıl Kilo Verebilir?
Haşimato hastalarında kilo almaya eğilim vardır. Bunun birinci sebebi bu hastalarda zaman zaman tiroit hormon fazlalığı dönemlerinin yaşanabilmesi ve bu dönemlerde iştah artışı ile birlikte kilo alınmama dönemlerinin rahatlığı ile hastaların kontrolsüz fazla beslenme eğilimi göstermeleri. İkincisi ise bu hastalarda kalıcı hipotiroidi riskinin yüksek olması (metabolizma yavaşlaması)ve geçici tiroit hormonu fazlalığı döneminde artmış olan iştahlarının devamı sebebi ile aldıkları fazla kalorilerin kilo olarak kendilerine dönmesidir. Bir de hipotiroit döneminde uykuya eğilim, hareketsizlik, konstipasyon, adet düzensizlikleri tabloya eklendiğinde kilo alımı kaçınılmaz bir hal alır. Ama yine de bu kilo alma bir kader değildir. Hasta hastalığını bilir ve davranışlarını buna göre değiştirme eğiliminde olur ise kilo alımı sınırlandırılabilir. Zayıflamanın birinci basamağı haşimato hastalığına bağlı olarak ortaya çıkmış olan hipotiroidinin doğru bir şekilde ve dozda ilaç kullanılması ile düzeltilmesi ve hastanın bilinçli bir şekilde yeme davranışını düzelterek egzersiz kapasitesini arttırması ile mümkündür.

 

 

HAVA YUTMA

Yemek yerken ya da tükürüğü yutarken sindirim sistemine aşın hava girmesi. Normal koşullarda, besinlerle mideye giren az miktardaki hava bu organın üst kısmında toplanarak, “mide kabarcıgY’nı oluşturur; yutulan havanın bir bölümü daha sonra bağırsaklara geçer, bir bölümü ise geğirti ile çıkarılır. Yanlış beslenme alışkanlıkları olanlarda (aşın ve hızlı yiyen ya da az ve kötü çiğneyenler) ve sıkıntılı kişilerde, yutulan hava miktan büyük boyutlara ulaşabilir; midede aşırı dolgunluk ve şişkinlik hissi, hava noksanlığı hissi ve kalp ritmi bozuklukları gibi bazı rahatsızlıklara neden olabilir. Bu bulgular genellikle geğirme İle kaybolur. Midedeki hava miktarının artması mide ya da başka karın içi organların hastalıklarına bağlı olarak da görülebilir.

 

 

HAVALE

Tıptaki adıyla konvulsiyon ya da febril konvulsiyon, çocuklarda vücut ısısının çok yükselmesi durumunda yaşanan nöbet halidir. Genellik 6 ay ile 3 yaş arasındaki çocuklarda görülür ve ebeveynlerde paniğe yol açabilir.
Ancak havale genellikle zararsız bir durumdur ve hemen hemen tüm çocuklar havaleden sonra tamamen eski haline döner ve hasar almaz. Ancak önlem olarak havale anında çocuğunuzu hastaneye götürmekte fayda var.
Havale esnasında çocuğunuzun bilinci kapanabilir, titremeler ve kollarında, bacaklarında kasılmalar görülebilir. Çocuğun gözleri kayabilir, nefesi birkaç saniyeliğine durabilir hatta kusabilir, tuvaletini altına kaçırabilir. Nöbet esnasında çocuğu sakatlanmalardan korumak önemlidir.
Havale nöbetleri genelde 1-3 dakika kadar sürer. Havaleden sonra çocukta uyku hali görülebilir. Bu durumda çocuğunuzun uyumasına izin verebilirsiniz ancak belli aralıklarla nefes alıp almadığını ve nasıl göründüğünü kontrol edin. Havaleden sonra kafa karışıklığı görülebilir ancak 1 saat içinde çocuk normale dönecektir.
Bebeklerde ve çocuklarda havale belirtileri nelerdir?
Havale belirtileri hafiften ağıra kadar değişik şiddetlerde olabilir, vücutta titreme ve kas kasılmaları görülebilir. Havale geçiren bir çocukta şu durumlar yaşanır:
 Ateş 38 derecenin üstündedir.
 Bilinç kaybı yaşanır.
 Kollarda ve bacaklarda titreme ve kasılma görülür.
Havale, basit ve komplike konvulsiyon olarak iki türe ayrılır:
 Basit febril konvulsiyon: En sık görülen havale türüdür ve birkaç saniye ya da 15 dakika kadar sürebilir. Bu tür havaleler 24 saat içinde tekrar etmezler ve vücudun tek bir kısmını değil tümünü etkilerler.
 Komplike febril konvulsiyon: Bu havale türü 15 dakikadan fazla sürebilir ve 24 saat içinde tekrar edebilir. Çocuğun vücudunun yalnızca bir tarafında görülür.
Havale çoğunlukla ateş yükselmesinin ilk gününde görülür ve çocuğunuzun hasta olduğunun belirtisidir. Çocuğunuz ayrıca kusabilir, ağzında köpük görülebilir, gözleri dönebilir.
Havale nedenleri
Havalenin temel sebebi yüksek ateş yani vücut ısısının fazla (38 derece ve üzeri) yükselmesidir. Buna yol açan durumlar ise şunlardır:
1) Enfeksiyon
Havaleye yol açan yüksek ateşin sebebi çoğunlukla viral enfeksiyonlardır. Bakteriyel enfeksiyon daha az görülür. Grip, suçiçeği, bademcik iltihabı, orta kulak iltihabı, isilik gibi enfeksiyonlar beraberinde ateş ve havale gibi sorunlara yol açabilirler.
2) Aşı sonrası gelişen havaleler
Çocukluk döneminde yapılan, difteri, tetanos ve kızamık gibi rutin aşılamalar da havale riski oluşturabilir. Aşıdan sonra çocuğun vücut ısısı normalden biraz yükselebilir. Havaleye yol açan aşı değil bu yüksek ateştir. Bu nadir görülen bir durumdur.
3) Risk faktörleri
Havale geçirme riskini artıran faktörler şunlardır:
 Genç yaş. Havale genellikle 6 ay – 3 yaş arası çocuklarda görülür. 6 aylıktan küçük çocuklarda havale görülmesi sık rastlanan bir durum değildir. Ayrıca 3 yaşından sonra da havale görülmesi nadir bir olaydır.
 Ailede havale geçmişi. Bazı çocuklar kalıtsal olarak, ateşlendikleri zaman havale geçirmeye daha yatkındır. Ayrıca yapılan araştırmalarda bazı genlerin havale geçirme ihtimali ile bağlantısı olduğu ortaya çıkmıştır.
Havale durumunda ilk müdahale nasıl olmalıdır?
Eğer çocuğunuz havale geçiriyorsa sakin olup aşağıdaki yöntemleri uygulayın:
 Çocuğunuzu yere, yan şekilde yatırın. Bu kusmuğunu ya da salyasını yutmasını engeller ve boğulmasını önler.
 Elbiselerini gevşetin.
 Çocuğunuzun ağzına asla bir şey koymayın.
 Sakin olmaya çalışın ve çocuğunuzu yavaşça konuşup sakinleştirin.
 Nöbetin ne kadar sürdüğünü kontrol edin ve zamanı not alın, doktora bildirin.
 Çocuğunuzun etrafındaki keskin ve sert objeleri uzaklaştırın.
 Çocuğunuzun hareketlerini önlemeye çalışmayın, ona sıkmayın, tutmayın ve sarmaya çalışmayın.
 Eğer havale anında çocuğunuzun ağzında bir şey vardıysa hemen çıkarın.
 Havale 10 dakikadan uzun sürerse ambulans çağırın ya da en yakın hastanenin acil servisine başvurun.
Havale nasıl tedavi edilir?
Havaleler genellikle birkaç dakika içinde kendiliğinden durur. Eğer çocuğunuzun havale nöbeti 10 dakikadan uzun sürerse ya da tekrarlayan havaleler geçiriyorsa hemen acil yardım almalısınız.
Eğer havale 15 dakikayı geçerse doktorunuz durdurmak için ilaç tedavisi uygulayabilir. Eğer havale tekrarlarsa ya da ciddi bir enfeksiyonla beraber görülürse ve enfeksiyonun kaynağı saptanamazsa doktorunuz çocuğunuzun hastaneye yatırılmasını talep edebilir. Basit havale nöbetlerinde ise hastane tedavisi gerekmez.
Havale ne gibi sonuçlara yol açar?
Birçok havale nöbeti kalıcı sorunlara yol açmamaktadır. Basit havaleler beyin hasarına, zihinsel engelliliğe ya da öğrenme bozukluğuna yol açmazlar.
Havale, epilepsi (sara) hastalığının bir belirtisi değildir, epilepsi beyindeki anormal elektrik sinyallerinden kaynaklanır.
Havalenin yol açtığı en yaygın komplikasyon tekrarlayan nöbetlerdir. Eğer çocuğunuzun ilk havalesi hafif yüksek ateşten kaynaklandıysa, ateş aniden çıktıysa, aile geçmişinde havale varsa, ilk havalesini geçirdiğinde 15 aylıktan küçükse tekrarlayan havale geçirme olasılığı daha yüksektir.

 

 

 

HAVAYOLU (TRAKEA) DARLIKLARI VE TÜMÖRLERİ
Trakea darlığı, nefes borusunda darlık anlamına gelir.
Trakea darlığı ne demektir?
Trakea darlığı, nefes borusunda darlık anlamına gelir.
Ana hava yolu göğüsün ortasında sağ ve sol akciğere doğru giden iki bronşiyal yapıya ayrılmadan önce tek bir uzantı olarak devam eder.
Ana hava yolunda bir darlık kişide boğazda büyük bir şey varmış gibi rahatsızlık yaparak nefes darlığı yapar.
Darlık doğru zamanda teşhis ve tedavi edilmezse nefes borusu zamanla tamamen tıkanabilir ve hasta ancak trakeostomi denilen gırtlağa tüp takılmak suretiyle ya da bronkoskopik tedavi uygulanarak nefes alır seviyeye gelir.
Trakea darlığı neden olur?
Trakea darlığı, iyi ya da kötü huylu tümörler sonucunda gelişebilir.
Ayrıca kişi hayatının bir döneminde solunum cihazına bağlanmışsa o dönemde içinde gelişen nefes borusu duvarı tahribatına bağlı olarak da gelişebilir.
Kronik astım ve nefes darlığı tedavisi gören hastalarda da arka planda bu durum yatıyor olabilir.
Trakea darlığı nasıl teşhis ve tedavisi nasıl yapılır?
Nefes borusunda daralmadan şüphelenilirse bilgisayarlı tomografi çekilir.
Trakea hastalıklarını en güzel gösteren yöntem ise bronkoskopik incelemedir. Bu sayede hastalığın boyutu, yeri tam görülebildiği gibi alınacak biyopsilerle tanısı da koyulabilir.
Bazı durumlarda trakea daralmasına sebep olan hastalık için operasyon söz konusudur. Bu operasyonda hastalığın daralttığı bölge çıkartılır ve hava yolunun sağlam uçları uç uca getirilerek birleştirilir.
Bronkoskopik yaklaşımlar ise ameliyat edilemeyen trakea tümörleri, yoğun bakım sonrası oluşan darlıklar ve iyi huylu trakea tümörü tedavisinin temelini oluşturur.
Merkezimiz bu konuda ileri düzeyde deneyim sahibidir ve tüm tedavi yaklaşımları başarıyla uygulanmaktadır.

 

 

HEMATOLOJİK HASTALIKLAR (KAN HASTALIKLARI) NELERDİR?

Hematoloji kan hastalıkları ile ilgilenen tıp dalıdır. Kan hastalıklarını selim hastalıklar (iyi huylu/kanser olmayan) ve malign hastalıkla (kötü huylu) r olarak temelde ikiye ayırmak mümkündür. Kanın selim hastalıkları arasında; TTP (trombotik trombositopenik purpura), ITP (idiopatik trombostopenik purpura) hemofili, akdeniz anemisi.. gibi hastalıklar yer alır.

Hematolojinin ilgilendiği malign hastalıkları (kötü huylu) ise şöyle sıralamak mümkündür:

Lösemiler; kan kanseri olarak da anılan lösemi; kan hücrelerinin anormalleşmesi, aşırı çoğalması sonucu fonksiyonlarını yerine getirmemesi olarak tanımlanan kötü huylu hastalıklardır. Lösemiler hastalığın seyrine göre; “akut” veya “kronik”; etkilenen kan hücre tipine göre; “lenfoid” veya miyeloid” olmak üzere sınıflara ayrılır.

Akut lenfoblastik lösemi (ALL)
Akut miyeloid lösemi (AML)
Kronik lenfositer lösemi (KLL)
Kronik miyeloid lösemi (KML)

Lenfoma; lenfosit denilen kan hücrelerinde görülen kanser tipidir. Hodgkin ve Non Hodgkin (Hodgkin dışı) olarak ikiye ayrılır.
Multipl miyelom (MM); normalde kemik iliğinde bulunan hücreler olan plazma hücrelerinden kaynaklanan bir kemik iliği kanseri tipidir.
Miyelodisplastik sendrom (MDS); kemik iliğinde yapılan kan hücrelerinin olgunlaşamaması ve kemik iliğindeki kan hücrelerinin anormal gelişimi ile ortaya çıkan kötü huylu bir hastalıktır.

 

 

HEMİPAREZİ

Hemiparezi ya da tek taraflı (“hemi”) güçsüzlük (“parezis”), felaket ya da vücudun bir tarafını hareket ettirmeme yeteneğine neden olan, 10 ölüden yaklaşık 8 kişiyi etkiliyor. Tek taraflı güçsüzlük kollarınızı, ellerinizi, bacaklarınızı ve yüz kaslarınızı etkileyebilir. Tek taraflı zayıflığınız varsa, yemek, giyinme ve tuvaleti kullanma gibi günlük aktivitelerde sorun yaşayabilirsiniz. Rehabilitasyon tedavileri, evdeki egzersizler ve yardımcı cihazlar, dolaşım ve kurtarma konusunda yardımcı olabilir.
Hemiparezlik vücudun bir tarafında zayıflıktır. Vücudunuzun etkilenen tarafını hareket ettirebilirsiniz ancak kas gücü azalır. Fizyoterapistler ve mesleki terapistler gibi sağlık profesyonelleri hemipareziden kurtulmanıza yardımcı olmak için büyük bir rol oynamaktadır. Tedavi, günlük hayatınızı daha iyi yönetmenize izin vererek duygu ve motor becerilerini geliştirmeye odaklanmıştır.
Kolların, ellerin, yüzün, göğüs, bacaklar veya ayaklarda tek taraflı güçsüzlük neden olabilir:
• Denge kaybı
• Yürüme zorluğu
• Nesneleri kavramakta yetersizlik
• Hareket hassaslığında azalma
• Kas yorgunluğu
• Koordinasyon eksikliği
Beyninizde inmenin meydana geldiği yer vücudunuzdaki güçsüzlüğü nerede bulacağınızı belirleyecektir. Beynin sol tarafına, yani dil ve konuşmayı kontrol eden yaralanmalar sağ taraflı zayıflamaya neden olabilir. Sol taraflı zayıflık, beynin sağ tarafındaki yaralanmadan kaynaklanır, bu da sözsüz iletişimimizi ve belirli davranış türlerini kontrol eder.

 

 

HEMOFİLİ

Hemofili çoğunlukla genetik geçiş gösteren, vücutta kanın pıhtılaşma sisteminde rol alan ve pıhtılaşma faktörleri olarak adlandırılan proteinlerin eksikliği veya yokluğu nedeniyle ortaya çıkan ve pıhtılaşma bozukluğu yaratan ve X kromozomundaki çekinik bir gen ile taşınan bir tür kanın pıhtılaşamaması hastalığıdır.
Kanın vücutta dolaşmasını sağlayan kan damarları atar,toplar ve kılcal damarlardan oluşur. Bu da damarlardan herhangi bir tanesinde hasar meydana gelmesi durumunda iç kanama meydana gelir. Normal şartlarda kan damarı hasar gördükten hemen sonra travmanın damar üzerine etkisiyle damar duvarı kasılır ve “Trombosit” adı verilen kan hücreleri devreye girerek hasarlı bölgede “Trombosit Tıkacı” adı verilen geçici bir tıkaç oluşturur. Damardaki yırtılma küçükse, bu tıkaç kan kaybını tek başına durdurabilir, fakat delik büyükse kanamayı durdurmak için Trombosit tıkacına ek olarak kanın pıhtılaşması da gerekmektedir. Bu aşamada, pıhtılaşma faktörlerine ihtiyaç vardır. Pıhtılaşma faktörlerinin devreye girmesiyle oluşan Fibrin İplikçikleri, Trombositleri, kan hücrelerini ve plazmayı da içine alarak kan pıhtısını oluşturur.
Hemofili’de ise yeterince güçlü bir kan pıhtısı oluşamamaktadır. Bu nedenle bir Hemofili hastasında vücut içi veya vücut dışı ciddi bir travma meydana gelirse, hastaya genellikle pıhtılaşmanın sağlanması için tıbbi müdahale gerekir. Hemofili hastalarının kanamaları normal bir insandan daha hızlı kanamaz, fakat kan kaybının süresi uzundur.
Orta şiddette kanamalar
Eklem içi kanamalar
Eklem içi kanamalar en sık ayak, el bileklerinde ve dizlerde görülür. Bunun nedeni, bu bölgelerin hareket anında en fazla yüklenilen, hareket eden ve darbelere maruz kalan bölümler olmalarıdır. Bu kanama türünde oluşan basınç nedeniyle hastalarda şiddetli ağrılar görülür. Zamanında tedavi edilmeyen eklem içi kanamalar kalıcı hasarlar bırakabilirler. Bu kanamaların en önemli belirtileri eklemlerde hareket sırasında ağrı ve ısı artışıdır.
Kas içi kanamalar
Travma veya burkulmaya bağlı kas içi kanamalar da en sık ortaya çıkan kanamalardır. Bu tür kanamalar belli bir nedene bağlı olmaksızın da gerçekleşebilir. Bu kanamaların en önemli belirtileri kol veya bacaklarda hareket zorluğu, hareket sırasında ağrı ve söz konusu bölgelerde ısı artışıdır.
Doku içi kanamalar
Doku içi kanamalar özellikle hemofili hastalarının ilk teşhisleri aşamasında önemli bir ipucudur. Bunlar genellikle yüzeysel deri kanamaları olduklarından ve morartı, çürük gibi belirtilerle kendilerini gösterirler. Birkaç gün içinde kendiliklerinden düzeldikleri için genellikle özel bir tedavi gerektirmezler. Başta koyu mavi veya mor olup zamanla yeşil, kahverengi ve sarıya dönüşerek yok olan ezik ve çürükler eğer büyümeye devam eder ve renkleri gittikçe koyulaşırsa en kısa zamanda bir hekime başvurulmalıdır.
Orta şiddette kanamalar görüldüğünde travma veya kanama bölgesi gözlem altında tutulmalıdır. Eğer bu alanda kötüleşme görülürse yine en kısa zamanda bir hekime başvurulmalıdır.
Hafif şiddette kanamalar
Burun kanamaları
Kısa süreli burun kanamaları burunun soğuk suyla yıkanması veya oturur durumda olan hastanın 5-10 dakika parmakla burun kanatlarını sıkıca sıkarak tampon etmesiyle genellikle durdurulabilir.
Hafif kesik ve sıyrıklar
Herhangi bir travmaya bağlı olarak deride sıyrık oluştuğunda veya deri hafifçe kesildiğinde sızıntı tarzında kanama varsa yarayı temizleyip 10 dakika kadar temiz bir sargı beziyle tampon etmek genellikle yeterlidir.
Hemofili hastalarının günlük hayatının bir parçası olan ve genelde faktör 8uygulaması gerektirmeyen bu kanamalarda eğer kanama durdurulamazsa en kısa zamanda bir hekime başvurulmalıdır.
Bariton sesli insanlarda hemofili görülme olasılığı düşük olmakla beraber, larinx bölgesi kaslarında sigara içilmesine bağlı olarak atrofi ve ses tellerinde partiküller gözlenebilir.

 

 

 

HEMOROİD

Türleri nelerdir ?
1-Dış hemoroid:Anal kanalın dışındaki deri altındaki görülen şişmiş toplar damarlardır.Genellikle deri ile aynı renkte küçük bir şişlik şeklinde görülürler.Damar tıkanıp,dolaşım bozulunca daha fazla şişip şikayetlere neden olurlar.

2-İç hemoroidler:Son barsağın anal halkaya yakın kısmında gelişen şiş ve dolaşımı bozulmuş damarsal oluşumlardır.İç hemoroidler şiştiği zaman anüsten dışarıya çıkabilirler.
Belirtileri nelerdir ?
En sık görülen belirti,tuvalet kağıdında kırmızı parlak rekli veya tuvalette kan damlası görmektir.Tıkanmış hemoroidlerde pıhtı bulunur ve ağrılıdır.
Yanma
Anüste rahatsızlık
Kaşıntı
Hemoroidler nasıl gelişir ?
Hemoroidler çok sıktır.50 yaş civarındaki insanların yarısından fazlasında hemoroid vardır.Hemorodlerin olması her zaman şikayetin olmasını gerektirmez.Büyük abdest yaparken ıkınma sonucunda basıç artarak hemoroid oluşumunu kolaylaştırır.Hamile kadınlarda hemoroidler çok soktır.Bebeğin son barsak alanındaki baskısına bağlı basıç artması nedeniyle meydana gelmektedir.Müzmin kabızlık ve ishal (devamlı ıkınma ve gaita geçerken tahrişe bağlı olarak) hemoroidlerin oluşumuna katkıda bulunur.
Hemoroidlerin teşhisi nasıl yapılır ?
Anüsten kan geldiğini söyleyen tüm hastalarda anüs muayene edilmeli,parmakla muayene edilmeli,daha sonra anal kanala ve rektuma ışıklı bir cihaz sokularak anal kanal içi ve rektum gözlenmelidir.(Rijid Anoskopi-Rektoskopi)
Tedavi yolları nelerdir ?
Kabızlıktan korunmalıdır.(Kabızlık konusuna bakınız)

Dışkılama sırasında ıkınmaktan kaçınmak gerekir

Alkol,acı biber,baharatlı yiyeceklerden kaçınmak gerekir.

Uzun süre hareketsiz oturarak yada ayakta kalmamalıdır.

Düzenli egzersiz yapmalıdır.

Bir çok fitil,merhem,krem mevcuttur.Bınlar şişmiş damar ve çevresinin şişliğini azaltmağa yardımcı olurlar.

Özellikle dışkılamadan sonra günde bir kaç defa ılık oturma banyoları (şiddetli kanama sırası hariç ) yararlıdır.
Diğer tedavi yolları nelerdir ?
Aşırı kanama olduğu zaman ve çok ağrı varsa,tıbbi tedaviye rağmen rahatlamıyorsa şu yöntemlere başvurulur.
Skleroterapi nedir ?
Hemoroidal damarların ve dokunun büzüşmesine neden olacak bazı kimyasal maddeleri şiş olan hemoroid pakesine iğne ile enjekte etme yöntemidir.Genellikle 1.-2. derecede kanamalı hemoroidlerin tedavisinde kullanılır.
Band ligasyon nedir ?
Hemoroid pakelerin lastik band ile bağlanması sonucunda bir müddet sonra boğulan parçadüşer ve yeri büzüşerek alttaki damarsal yapıların şişmesi önlenmiş olur.2.-3. derecede iç hemoroidlerde uygulanır.
Cerrahi müdahele 
Hemoroidlerin ameliyatla çıkarılması işlemidir.Daha geniş bilgi i.in genel cerrahi ile ilgili bir siteye başvurulması önerilir.

 

 

 

HEPATİT A

Hepatit A virüsü (HAV) fekal ve oral yollardan bulaşır. Kontamine sular sık rastlanan bir enfeksiyon kaynağıdır. HAV göl sularında 4 haftaya kadar enfeksiyöz olma özelliğini korur. Kuluçka süresi 14-15 gündür. Parenteral bulaşma istisnadır. Yaşam standardının yükselmesi ve hijyen koşullarının iyileşmesine bağlı olarak toplumun kontaminasyonu geçtiğimiz on yıllar içinde önemli ölçüde azalmıştır. Hepatit A’ya karşı antikorlar 18 yaşın altındakilerin % 5’inden azında, ve 70 yaşın üzerindekilerin % 75’inden fazlasında bulunur.
Tanı
Antijen: Hepatit A virüsü, prodrom döneminde dışkıda gösterilebilir. Kanda genellikle gösterilemez çünkü aşikar hastalık döneminde virüs replikasyonu sona ermiştir. Bu nedenle söz konusu antijen için dışkıda veya kanda yapılan elektron optik veya immunolojik testler bilimsel çalışmalar dışında endike değildir.
Antikorlar: IgM sınıfı spesifik antikorlar infeksiyon sonrasında 14 gün daha saptanabilir. IgM sınıfı antikorlar birkaç gün sonra ortaya çıkar. Bir kural olarak, IgG ve IgM sınıfı antikorlar aynı zamanda gösterilir. Bunlar mevcutsa ve hepatitin klinik kanıtları varsa, varlığı hepatit A’yı gösteren IgM sınıfı antikorlar için bir test yapılır.
Klinik
Olguların % 99’dan fazlasında hepatit A 3 ay içinde spontan olarak iyileşir. Olguların % 0.1’inden azında fulminan hepatit görülür. Sarılık, olguların % 90 kadarında vardır. Yüzde 95’inden fazlasında transaminaz eğrileri bir zirve yapar ve hızla normale döner. Fulminan hepatitten sonra gürültüsüz bir karaciğer sirozu gelişebilir.
Tedavi
Spesifik tedavi yoktur. Fulminan hepatitte yoğun tıbbi tedavi endikedir. Komplike olmayan olgularda medikal zeminde kesin yatak istirahati gerekli değildir.
Profilaksi
Endemik bölgelere seyahat edenler için aktif aşılama ile profilaksi yapılabilir. Başlangıçta 1ml enjeksiyonu takiben 2-4 hafta ve 6-12 ayda enjeksiyonlar uygulanır. Aşılamanın başarı oranı %95’in üstündedir. Gamma globulin preparatları ile pasif inokülasyon (0.1 ml/kg vücut ağırlığı veya 5.0 ml im) bugün nadiren endikedir. Enfeksiyon ortaya çıkmış olduğundan ev koşullarında bu uygulama genellikle başarılı olmaz. Bulaşmayı önlemek için hijyen koşullarını düzeltici önlemlere derhal uyulması önerilir. Hijyen önerilerine sıkı bir şekilde uyulması ve aktif aşılama en iyi profilaksidir.

 

 

HEPATİT B

Hepatit B, insanların bazen ağır bir biçimde hastalanmasına neden olabilen ve yaşamı tehdit edici hale gelebilen ciddi bir bulaşıcı hastalıktır. Dünyada, önde gelen ölüm nedenleri arasında dokuzuncu sırada yer alır ve yaklaşık 350 milyon kişi bu virüsü taşımaktadır. Hepatit B infeksiyonu ülkemizde de çok sık olup ortalama %5-7 oranında rastlanmaktadır. Buyüzden hastalığa yakalanmış ya da yakalanma riski altında olabilirsiniz.
Hepatit B’nin tedavisinde uyulması gereken diyetler ve kullanılabilecek ilaçlar vardır. Bu hastalık konusunda bilgilenmek de iyi bir yaklaşımdır, çünkü böylece korunma ve tedavi konusunda doktorunuzla işbirliği yapabilirsiniz.
Hepatit B beni nasıl hasta eder?
Hepatit B karaciğerinize hasar vererek hastalanmanıza yol açar. Karaciğerinizi, vücudunuzun besinleri işlemesine yardım eden bir fabrika gibi düşünebilirsiniz. Karaciğeriniz uygun biçimde çalıştığında, yediğiniz besinlerin enerjiye dönüştürülmesine yardımcı olur. Ayrıca, karaciğeriniz vücudunuzun ürettiği atık ürünleri parçalayarak, bunların size zarar vermesini önler.
Ancak, eğer Hepatit B’niz varsa, karaciğerinizin bir bölümü zarar gördüğünden uygun biçimde işlev göremez. Eğer karaciğerinizin büyük bir kısmı zarar görmüşse, siroz olarak adlandıran ciddi bir durum gelişebilir.
Hepatit B’ye yol açan nedir?
Hepatit B, Hepatit B virüsü olarak bilinen bir virüsün herhangi bir yolla bulaşması nedeniyle oluşur. Hepatit B virusu ilk kez bulaştığı zaman erişkin kişi iseniz %90 vucut buna karşı bağışıklık kazanıp virusu kandan uzaklaştırır. Vakaların %10’u ise kronikleşir. Bu durumda virüs karaciğeri etkiler.
Virüs nedir?
Virüs tıpkı bakteri gibi, insanların ya da hayvanların içinde yaşayabilen çok küçük bir mikroptur. Hepatit B virüsü gibi bir virüs insanın içine girdiğinde çok hızlı çoğalır. Sonuçta, virüsün bulaştığı kişide milyonlarca virüs oluşabilir.
Kimler Hepatit B’ye yakalanır?
Hepatit B’ye yakalanma riski en yüksek olanlar şunlardır:
• Hepatit B’nin çok yaygın olduğu bölgelerde, örneğin Çin, Güneydoğu Asya, Kuzey Kanada ve Afrika’nın büyük bölümünde yaşayanlar.
• Bu ülkelerde çocukların çoğu, doğumda anneleri Hepatit B virüsü ile enfekte olduğu için bu virüse maruz kalır. Hepatit B’nin çok sık görüldüğü ülkelerde yaşayan insanlar virüsü birbirlerine bulaştırabilirler.
• Korumasız birden çok eşle cinsel ilişkiye giren kişiler. Yetişkinlerde en sık bulaşma yolu budur.
• Enjeksiyon yoluyla madde kullananlar.
• Virüs bulaşmış kana ya da kazayla iğne batması yaralanmalarına maruz kalan sağlık çalışanları.
• Hijyenik olmayan aletlerle kulak deldirme, dövme yaptırma.
• Hemodiyaliz hastaları.
Daha nadir geçiş yolları:
• Isırma olmuşsa tükrükle geçebilir.
• Öpmekle geçtiği halen bildirilmemiştir.
• Virus taşıyan kanın verildiği kişiler. Bu olasılık artık çok yüksek değildir. Çünkü kan bankaları artık kanları kontrol etmekte ve eğer virüs tespit edilirse kan imha edilmektedir.
Hepatit B virüsünün bulaşabilir seviyede olduğu sıvılar:
• Meni
• Vajinal sekresyonlar
• Tükrük
• Kan
Hepatit B virüsünün bulaşabilir seviyede olmadığı durumlar:
• Göz yaşı
• İdrar
• Gayta
• Anne sütü
HBV su, yemek yada temas etme yoluyla yayılmaz.
Virüs bana nasıl bulaşır?
• Hepatit B virüsü taşıyan bir anneden doğan çocuklara virüs geçer. Çoğu kişi virüsü henüz bebekken alır: Hepatit B olan 10 bebekten 9’u erişkinlik çağına ulaştıklarında hala enfekte durumda olacaktır.
• Virüs taşıyan bir kişiyle kondom kullanmadan cinsel ilişkiye girmekle.
• Virüs taşıyan bir kişiyle aynı enjeksiyon iğnesini, tıraş bıçağını, hatta diş fırçasını kullanmakla.
• Virüs taşıyan bir kişide kullanılan ve iyice temizlenmeyen aletlerle dövme yapılması ya da vücudun bir yerinin delinmesiyle.
Hepatit B virüsüne maruz kalmış olabilirim. Ne yapmalıyım?
Hepatit B virüsü alıp almadığınızı söyleyebilecek tek kişi olan doktorunuzu görmelisiniz. Bu çok önemlidir. Kendinizi iyi hissetseniz bile, sonradan hastalanmamak için tedavi görmeniz gerekebilir. Böylece, aile üyelerinize ve diğer kişilere virüsü bulaştırmadığınızdan da emin olabilirsiniz.
Doktorum Hepatit B olup olmadığımı nasıl söyleyebilir?
Tanı koymak için doktor, Hepatit B virüsünü araştırmak üzere kan örneği alacaktır. Bazen doktorunuz karaciğer biyopsisi de yapabilir. Bu, doktorunuzun bir iğneyle karaciğerinizden çok küçük bir örnek alarak gerçekleştirdiği bir testtir. Doktor aldığı örnekte Hepatit B virüsü ve karaciğer hasarı olup olmadığını araştıracaktır.
Doktorum bende Hepatit B olduğunu söyledi. Çocuklarımda da olup olmadığını nasıl bilebilirim?
Çocuklarınıza Hepatit B virüsü bulaşıp bulaşmadığını öğrenmenin tek yolu onları doktorunuza ya da bir kliniğe götürmektir. Belirtileri kontrol ederek bunu anlayamazsınız, çünkü enfekte bebeklerin ve çocukların çoğu son derece iyi görünürler.
Hepatit B ile enfekte olan bir kişiye dokunmak güvenli midir?
Evet güvenlidir. Virüsle enfekte bir kişiye dokunabilir ve ona sarılabilirsiniz. Bu yolla virüs bulaşmaz.
Hepatit B ile enfekte olan birisiyle birlikte çalışmak güvenli midir?
Evet güvenlidir. Bütün bir gün yanında dursanız yıllarca birlikte çalışsanız bile virüs size bulaşmaz.
Hepatit B her zaman kendinizi hasta hissetmenize yol açar mı?
Enfekte olan bazı kişiler kendilerini hasta hissederken, bazıları da iyi hissederler. Kendinizi hasta hissedip hissetmemeniz virüsü ne kadar uzun süredir taşıdığınıza ve kaç yaşında aldığınıza bağlıdır.
Geçen birkaç ay içinde ilk kez virüse maruz kalan kişilerde akut Hepatit B olarak bilinen bir durum gelişir. Akut Hepatit B’si olan bazı kişilerde, özellikle bebekler ve çocuklarda herhangi bir enfeksiyon belirtisi görülmez. Ancak bazılarında da, birkaç hafta boyunca belirsiz bir dizi belirti görülebilir.
Akut Hepatit B’nin belirtileri nelerdir?
Eğer akut Hepatit B’niz varsa kendinizi:
• “Grip” olmuş gibi hissedebilirsiniz.
• Halsiz ve yorgun hissedebilirsiniz.
• Bulantı ve kusma olabilir.
• İshal olabilirsiniz.
• Derinizde döküntü yada eklem ağrısı olabilir.
Bir ya da iki hafta sonra:
• Gözlerin ve derinin sarardığı ve sarılık olarak bilinen bir durum da gelişebilir.
• Dışkınız açık renkli olabilir.
• İdrarınız koyu sarı bir renk alabilir.
Akut Hepatit B’si olan çoğu kişi birkaç hafta sonra kendini yeniden iyi hisseder ve virüs onların yeniden hastalanmasına yol açmaz. Bu kişilerde virüse karşı bağışıklık veya korunma gelişmiştir.
Hepatit B virusu ile temas edildiği durumlarda ne yapmalı?
• Kişi daha önce aşı yaptırmamışsa ve Hepatit B’yi atlatmamışsa herhangibir test yaptırmaksızın 1 doz hepatit B immun globulin ve beraberinde hepatit B aşısı 1. dozunu yaptırmak hastalığa yakalanmayı önler.
• Her ikisi de maruziyetten sonra 7 gün içinde yapolması gereklidir.
Kronik Hepatit B nedir?
Bazı kişilerde Hepatit B, virüsüne karşı bağışıklık gelişmez ve enfekte durum aylar ya da yıllar boyunca devam eder. Bu kişilerde kronik Hepatit B olarak bilinen durum gelişir ve bunlar kronik taşıyıcılar olarak bilinirler. Kronik Hepatit B’si olan birçok kişi uzun bir süre herhangi bir rahatsızlık hissetmez. Ancak, birkaç yıldan sonra kendilerini giderek daha hasta hissederler ve bazen de tedavi edilmemiş Hepatit B nedeniyle ölebilirler. Eğer kronik Hepatit B’niz varsa, ne durumda olduğunuzu görmek için doktorunuz zaman zaman kontrole gelmenizi isteyebilir.
Kronik Hepatit B’nin belirtileri nelerdir?
Başlangıçta kronik Hepatit B, akut Hepatit B’yle aynı belirtileri gösterebilir; yorgunluk hissi ya da mide rahatsızlığı gibi. Ayrıca, kas ve eklemlerinizde ağrı olabilir ya da kendinizi halsiz hissedebilirsiniz. Bu belirtiler birkaç hafta ya da ay sürebilir. Kronik ya da akut Hepatit B olup olmadığınızı sadece bir doktor söyleyebilir.
Birkaç yıldan sonra kendinizi çok hasta hissetmeye başlayabilirsiniz. Sürekli olarak mide rahatsızlığınız olabilir ve vücudunuzun sağ tarafı ağrıyabilir. Ayrıca siroz olarak bilinen ciddi bir durumda gelişebilir.
Sirozlu hastalarda aşağıdaki belirtiler görülebilir:
• Gözlerde ve bazan deride sarılık
• Kaşıntı
• Vücutta sıvı tutulması
• Mide ve özofagusta kanama
• Konfüzyon, letarji ya da koma
• Avuç içlerinde kızarıklık
• Karında şişme
• Derideki küçük arterlerin örümcek bacağına benzer bir şekilde dallanarak yayılması.
Kronik Hepatit B’si olan çok az sayıda kişide ileride karaciğer kanseri gelişir.
Hem siroz hem de karaciğer kanseri, sadece yıllardır Hepatit B virüsüyle enfekte olanlarda gelişir. Siroz da, karaciğer kanseri de öldürücü olabilir.
Kronik Hepatit B’si olan herkes çok hasta mı olur?
Hayır. Kronik Hepatit B’si olanların çoğu hiçbir zaman kendini kötü hissetmez. Ancak, kronik Hepatit B’si olan bazı kişilerde çok ciddi hastalıklar gelişebilir. Eğer kronik Hepatit B enfeksiyonunuz varsa, doktorunuz sizi daha çok hastalanmadan tedavi etmek isteyebilir.
Hamileyim. Bebeğimin hastalanmaması için yapabileceğim bir şey var mı?
Evet. Çocuğunuza, doğduktan hemen sonra Hepatit B aşısı yapılacağından emin olmak için doktorunuzla konuşun. Aşılama, çocuğunuzun sağlıklı kalmasına yardım edecektir.
Aşı, üç enjeksiyon halinde yapılır. İlk enjeksiyon çocuğunuzun doğumundan sonraki 12 saat içinde yapılmalıdır. İkinci enjeksiyon, çocuğun doğumundan 1 ay sonra yapılmalı. Üçüncü enjeksiyon ise 1. aşıdan en az 4 ay sonra yapılmalıdır. Aşının işe yaraması için çocuğunuzun her üç enjeksiyonu da yaptırmış olması çok önemlidir.
Eğer annede Hepatit B varsa doğumda bebeğe test yapılmaksızın HBIG ve hepatit B aşısının 1.si yapılmalıdır. Aşının 1 ve 2. si arasında en az 1 ay olmalıdır. 1. aşı ile 3. aşı arasında da en az 4 ay olmalıdır.
Diğer insanlara Hepatit B virüsü bulaştırmamak için yapabileceğim bir şey var mı?
Evet. Aşılama daha büyük çocukları ve erişkinleri de Hepatit B virüsüne karşı koruyabilir. Sağlıklı kalmaları için, evinizdeki herkesin 3 enjeksiyondan oluşan aşı serisini yaptırmalarını sağlamak üzere doktorunuzla konuşun.
Çevrenizdeki kişileri korumak için yapabileceğiniz başka şeyler de vardır.:
• Diş fırçanızı, tıraş bıçağınızı ya da üzerinde kan kalabilecek herhangi bir şeyinizi başkalarıyla ortak kullanmayın.
• Cinsel ilişki sırasında kondom kullanın.
Hepatit B nasıl tedavi edilir?
Neyse ki, kronik Hepatit B ilaçla tedavi edilebilmektedir. Günümüzde başta interferonlar olmak üzere pek çok ilaç bu hastalığın tedavisinde başarıyla kullanılmaktadır. Bugün için ruhsatlı kullanılan ilaçlar Pegile interferon, lamivudin, adefovir ve entecavir ‘dir. Bununla birlikte bir kaç yeni antiviral ilaç da ruhsat almak için beklemektedirler.
İnterferon ve antiviral ilaçlar konuyu bilen emin ellerde hastanın hastalığının durumuna göre planlanıp verilir ve takip edilir.

 

 

HEPATİT -C

C hepatiti ,Hepatitis C virusunun (HCV)’nin neden olduğu bir karaciğer enfeksiyonudur.Önceleri non-A non-B (ne A nede B) hepatiti olarak adlandırılan C hepatiti,1970’lerin ortalarında bulundu.1989 yılına kadar kendine özgü antikorları tespit eden (Anti-HCV gibi) bir test olmadığından , mevcut testlerle gösterilemediğinden ,varlığı bilinmesine rağmen non-A non-B ( ne A ne de B) hepatiti deniyordu.ABD’de yılda yaklaşık 35.000 kişinin C Hepatit virusu ile karşılaştığı düşünülmektedir.( Türkiye için ne yazık ki böyle bir istatistiki bilgi yok).Kronik karaciğer hastalığı ve Siroz’aneden olması,B hepatitinden daha sıktır.Önceleri Akut C hepatitinin yarısının kronikleşeceği ( müzmin hastalığa yol açacağı) tahmin edilirken,şimdi bu oranın % 80 ‘i aşabileceği tahmin edilmektedir.Bunlardan bazılarında siroz gelişebilir.Siroz gelişen olgulardan bazılarında karaciğer kanseri de gelişebilir.Tedaviden yarar görebilecekleri belirlemek için uzun süreli çalışmalar çok merkezli olarak sürdürülmektedir.
Hepatit-C için riskli olanlar kimlerdir?
Kan transfüzyonu yapılan kişiler ( kan verilen)

Kan ürünleri (Plazma,eritrosit süspansiyonu, v.s.) verilen kişiler.( 1992 Temmuz ayından sonra birçok ülkede kan vericileri C hepatit virüsü yönünden araştırılarak kan gereken kişilere verildiğinden,bu ülkelerde 1992 den önce kan verilmiş olanlar önemlidir.Bizim ülkemizde 1999 yılında bile hala birçok hastanede C hepatit virüsü tespit eden testler yapılmadan kan alınıp verilmektedir.Bu konuda Sağlık Bakanlığı yetkililerin daha duyarlı olması gerektiğine inanıyoruz.)

İV (damardan) ilaç kullanan kişiler,İV eroin kullanımı,(C hepatitli hastada kullanılmış bir enjektör ile başka bir hastaya ilaç verilmesi.

Hemodiyaliz hastaları ( Şu anki rutin uygulamada; Hepatit C ve B’li hemodiyaliz hastaları- ki daha önceden saptanır-bu virüs bulaşmış kendinelerine özel makinalarda ayrı olarak hemodiyalize girerler.Bu virüslerin araştırmasından sonra kendilerinde virüs bulunmayan hastalar ayrı makinalarda hemodiyalize girerler.)

Hemofili hastası olanlar.(Çok sık kan ve kan ürünleri verilmek zorunluluğu olduğundan)

Diğer: vucudu kesici-delici bir cisimle kesilenler ( örneğin operatör doktorlara ameliyat sırasında sılıkla ellerine iğne batmaktadır.),tatuaj (döğme yaptırmak),kokain çekmek de risk faktörlerindendir.
Hepatit-C virüsü nasıl bulaşır?
Virüs kanda bulunur.Bu yüzden kan yolu ile bulaşır.Fakat,cinsel yolla da bulaşma riski vardır,bu yüzden prezervatif kullanılması önerilmektedir.Bu şekilde bulaşma muhtemelen deri lezyonları ve yaralarla olduğu sanılmaktadır.

Virüsün meni veya tükrük yolu ile gerçekten bulaşıp bulaşmadığına ait kesin kanıtlar yoktur.

Anne sütünden HCV’nin geçtiğini gösteren bir kanıt da yoktur.

Enfekte bir kişide kullanılan ustura,traş makinası,hatta berber makasları,dövme yaptırma,vücudun kesici-delici bir cisimle yaralanması,akapunktur iğneleri ile HCV’yi bulaştırmak olasıdır.

C Hepatitli tüm kişiler potansiyel olarak bulaştırıcılardır.Sadece Amerika’da 4 Milyon taşıyıcı bulunduğuna inanılmaktadır.Hepatit A ve B’nin aksine enfeksiyon geçirmek bağışıklık sağlamaz.

Kanla bulaşan hepatit olgularının % 90’ından HCV sorumludur.Ancak günümüzde ( eğer yapılırsa) test yaparak kan verildiğinden bu şekilde çok zordur.

C Hepatitli bir anneden bebeğine HCV’nin geçişi % 5’den azdır.Geçiş muhtemelen annenin kanındaki virüs miktarı ile doğrudan ilişkilidir.Enfekte annelerden doğan bebekler test ve kontrol edilmelidir.
Hepatit C için aşı yoktur
Hepatit B ve A için yapılan aşılar Hepatit C’ye karşı bağışıklık sağlamaz.Bir çok hepatit C virüs tipi vardır ve bunlar mutasyona ( değişikliğe ) uğramaktadır.Sonuç olarak bir aşı geliştirmek zor olacaktır.( Virüs sürekli olarak kendini değiştirdiğinden ,aşı yapılsa bile değişikliğe uğramış virüse faydası olamayacağından).Ayrıca .C Hepatitine karşı etkili bir immun globulin (koruyucu bağışıklanmış serum) da yoktur.
Hepatit-C nin belirtileri nelerdir?
C Hepatitli bir çok kişinin HERHANGİ BİR YAKINMASI YOKTUR ve NORMAL YAŞAMLARINI SÜRDÜRMEKTEDİRLER.Kuluçka süresi değişiktir.Ortalama 7-8 haftadır.Karaciğer fonksiyon testleri yıl boyunca,haftadan haftaya değişik değerlerde yükselmiştir.Enfekte kişiler karaciğer fonksiyon testleri normal bile olsa ,virüs onların kanındadır ve karaciğer hücre hasarı oluşturabilir.

Belirtiler varsa ,bile çok hafif olabilir ve gribe benzer(bulantı,kırıklık,halsizlik,iştahsızlık,ateş,baş ağrısı,karın ağrısı gibi)

Birçok hastada sarılık yoktur.Fakat bazen seyir boyunca koyu renkli idrar görülebilir.
Hepatit-C li olup olmadığımı nasıl bilebilirim?
HCV enfeksiyonu,basit ve özgül bir kan testiyle ( Anti-HCV ) belirlenebilir.Fakat; akut veya kronik enfeksiyon olup olmadığı ayırdedilemez.Bu test rutin ( devaml ve düzenli olarak mutlak yapılan işlemler) değildir.Bu yüzden kişiler,doktorlarından bir HCV testi istemelidir.Eğer ilk test (+) ise ,tanıyı doğrulamak için 2. kez bir test yapılmalı ve karaciğer fonksiyon testleri alınmalıdır.Halen kullanılmakta olan (EİA) testlerinde kronik hepatit C lilerin yaklaşık %95’inde anti- HCV (+) dir.Yani duyarlı bir testtir.Antikor ( Anti- HCV ) olguların % 30’unda enfeksiyonun ilk 4 haftasında (+) olmayabilir.HCV ile karşılaşmadan 5-8 hafta kadar erken,olguların % 60’ında anti- HCV testlerinde pozitiflik saptanabilir.
İyi Olacakmıyım?
C Hepatitli kişilerden çok azı kanlarından virüsü temizleyebilir.Tamamen iyileşmek için virüsün kandan temizlenmesi gerekmektedir.Olguların % 80’inden fazlasının kronikleşeceği (müzminleşip uzayıp gitmek) bildirilmektedir.( İlk akut enfeksiyondan en az 6 ay sonra karaciğer enzimlerinin ( SGOT-SGPT) yüksek kalması durumunda kronikleşme olduğundan söz edilebilir.)

SGOT ve SGPT ( ALT – AST) karaciğer hücre harabiyeti meydana geldiğinde salınırlar.Enfeksiyonun kronik olduğunu gösteren testler de vardır.Kronik Hepatit; Kronik Persistan Hepatit ve Kronik Aktif Hepatit formlarında görülür.Kr.Persistan Hepatit daha hafif şeklidir.Bazan Siroz gibi daha şiddetli karaciğer hastalığına ilerleyebilir.
Kronik Hepatit-C ne demektir?
Kronik HCV ,akut enfeksiyondan 6 ay sonra temizlenmeyen enfeksiyon demektir.Hastalık dereceli olarak 10-14 yıldan fazla bir süre boyunca ilerleyebilir.Yüksek SGOT,SGPT değerleri karaciğer hasarının halen devam etmekte olduğunun bir göstergesidir.Karaciğer biopsisiyle hasarın tipi,derecesi ve hastalığın şiddeti belirlenebilir.Kronik Hepatit C’li hastaların % 20’sinde siroz gelişeceğine inanılır.Siroz karaciğer hücrelerinin ölümünden sonra karaciğerde meydana gelen skar (sert,işe yaramaz,fonksiyon görmez bir dokudur) dokusu meydana gelir.Sirozlu hastaların % 25’inde ( tüm olguların % 5’i) karaciğer yetmezliği meydana gelebilir (enfeksiyondan 30-40 yıl sonra bile).Siroz gelişen Kronik Hepatit C’li hastalarda karaciğer kanseri gelişmesi riski büyüktür.Bu ilk enfeksiyondan 10-40 yıl sonra meydana gelebilir.
Hepatit-C nin Tedavisi nasıldır?
Son zamanlarda; 3 interferon tipi ve İnterferon+Ribavirin birlikte kullanıldığı tedavi şemaları vardır.Tedavi için hastaların seçimi için hastalık belirtilerinin varlığı yada yokluğu değil,biyokimyasal,virolojik ve karaciğer biyopsisi bulguları belirleyici olmaktadır.

İnterferon tek başına kullanılabilir.İnterferonun bazı yan etkileri vardır.Grip benzeri şikayetler,baş ağrısı,ateş,kırıklık,iştahsızlık,bulantı kusma,saç dökülmesi yanısıra,kemik iliği depresyonu sonucu beyaz kan hücreleri( Lökosit) ve kan plaketcikleri (Trombosit) ‘nde azalma meydana gelebilir.Bu yüzden kan testleri ile izlenmelidir.

Ribavirin ile ani ve şiddetli anemi ( kansızlık) meydana gelebilir.Doğumsal anomaliler görülebileceği için ,hamilelerde kullanılmamalıdır.Tedaviden sonraki 6 ay sonraya kadar hamile kalmaktan korunmalıdır.Yan etkilerinin şiddeti ve tipi kişiden kişiye değişir.Çocukların HCV enfeksiyonu tedavisi halen araştırlmaktadır.

Olguların %50-60’ında ilk tedavisinde ,tedaviye yanıt verirken,yaklaşık %10-40 olguda virus geç olarak temizlenebilir.Bu yüzden tedavi sonucu için hemen karar verilmez.Tedavi uzatılabilir ve ilk tedaviden sonra nüks ( tekrarlama) görülenlerde 2. kez tedavi verilebilir.

Tek başına İnterferon kullanımı: Nüks görüldükten sonra ,tekrar tedavi edilmiş olanlarda dahil olguların % 58’inde virüsün temizlendiği bildirilmektedir.Yan etkileri vardır ancak iyi tolere edilir.

İnterferon+ Ribavirin tedavisi : Her iki ilacın yan etkisiyle birlikte,nüks görülenlerin tekrar tedaviye alınan olguların % 47’sinde virüslerin temizlendiği bildirilmektedir.

Son dönem Hepatit C’si olan hastaların karaciğer transplantasyonundan sonra 1/3 – 1/4 ‘ünde tekrar enfeksiyon meydana gelir.Yeni transplante edilen karaciğerde ( karaciğerin çıkarılıp kadavra karaciğerinin takılması -organ bağışı) de enfeksiyon meydana gelmesi riski oldukça fazladır.Diğer taraftan bu durum genellikle ikinci bir transplantasyonu gerektirmez.

Hepatit C’li hastalara Hepatit A ve Hepatit B aşısı yapılmalıdır.Bu kişiler alkol almamalıdır.

Hastalığın iyileşmesi yada kötüleşmemesini sağlayan ( alkol hariç) özel bir diyet yoktur.Yaşamı normal sürdürmek için gerekli,dengeli bir diyet yeterlidir.(Karaciğer yetmezliği buna dahil değildir)

Kişileri yorgun düşürecek işlerden kaçınılmalı,yaşamı belirlenen ölçülerde devam etmesi planlanmalıdır.Kendni yorgun hissettiğinde dinlenmelidir.
Hepatit-C den nasıl korunulur?nasıl önlenir?
Halen Hepatit C için aşı yoktur.Enfeksiyonlu kişilerin kanları ile bulaşık jilet,ustura,makas,tırnak makası,diş fırçası,temizlik kağıtları gibi her şey için tedbir alınmalıdır.

Çamaşır suyu ile sıçramış kanlar temizlenmelidir.

HCV nin cinsel yolla geçişi çok nadir olmasına rağmen,güvenli sex yapılmalı (prezervatif kullanımı,çok eşli cinsel yaşamın terki gibi)dır.

HCV’li hastalar gittikleri her hangi bir doktora ve diş hekimlerine HCV’li olduklarını bildirmelidirler.

Bu hastalık hakkında her geçen gün araştırmalar çoğalmakta,çare için arayış sürdürülmektedir.

 

 

HIÇKIRIK

Gün içerisinde konuşmaktan nefes almaya kadar birçok eylemi negatif yönde etkileyen hıçkırık, çeşitli türlerde karşımıza çıkabiliyor. Geçici, dirençli, kronik ve inatçı hıçkırık şeklinde farklı türleri olan bu problemin en kısa sürede yok edilmesi istenir.
Geçici hıçkırık herhangi bir hastalığa ya da komplikasyona bağlı olmaksızın meydana gelir ve kısa bir süre içerisinde kendiliğinden geçer. İnatçı hıçkırık ise 2 günle 1 ay arasında sürebilir ve geçici hıçkırık kadar kolay kaybolmaz. Bir aydan daha uzun süren hıçkırıklara dirençli hıçkırık denir. Kronik hıçkırık ise bir hastalık yüzünden meydana gelen ve tedavi edilmediği sürece hayatın her anında gözlenebilen oldukça uzun süreli bir problemdir.
Hıçkırık Nasıl Oluşur?
Diyafram kasının bir miktar kasılması neticesinde hıçkırık meydana gelir. Diyafram kası kasıldıkça vücut daha çok hava almaya başlar. Daha sonra bu havanın ses tellerine ulaşması neticesinde hıçkırık oluşur. Neredeyse her insanda belirli dönemlerde görülen bu problem genelde kendiliğinden oldukça kısa süre içerisinde geçer. İlk etapta büyük bir problem olmasa da uzun süre devam ettiği halde rahatsız edici bir noktaya varabilir.
Hıçkırık Neden Olur?
1. Fazla yemek
Hıçkırık neden tutar diye merak ediyorsanız genelde en çok aşırı yemek tüketildiğinde hıçkırık oluşumuna rastlandığını söyleyebiliriz. Bir de yemeği hızlı hızlı tüketiyorsanız hıçkırık ile karşılaşma ihtimaliniz oldukça fazladır. Her ne kadar mutlu ya da stresli dönemlerde yemek yemeye karşı büyük bir istek duyulsa bile aşırı tüketim neticesinde meydana gelen sindirim problemleri çeşitli komplikasyonları doğurabilir. Fazla yemek yedikten sonra mide şişer ve mideye yakın konumda yer alan diyafram bu durumdan olumsuz etkilenir. Buna bağlı olarak da hıçkırık ortaya çıkar.
2. Alkol ve gazlı içecek tüketmek
Fazla alkol tüketimi sindirim sistemine zarar verip vücutta çeşitli negatif etkilere yol açarak hıçkırık oluşumuna neden olabilir. Aynı şekilde çok fazla gazlı içecek tüketmek, vücuda aşırı asit girişine sebep olacağı için hıçkırık oluşumuna neden olur.
3. Stres
Zorlu hayat koşulları, yoğun geçen iş hayatı, aile içi problemler, sınav kaygısı, trafik gibi birçok sebep yüzünden stres düzeyi oldukça artış göstermekte. Fakat stres sadece psikolojik bir yük getirmez, aynı zamanda vücudun birçok bölgesinde rahatsızlıklar oluşmasına sebep olabilir. Birçok hastalığa davetiye çıkartan stres, kanser ve verem gibi çok ağır sonuçlara neden olabildiği gibi hıçkırık gibi daha basit görünen problemlerin de sebepleri arasında yer alır.
4. Sinirlerin zarar görmesi
Vücut içerisinde diyaframla bağlantısı bulunan sinirler kimi sebepler yüzünden yıpranabilir ve zarar görebilir. Bu zararlar yüzünden kronik hıçkırık gibi hiç istenmeyen bir durumun oluşması da muhtemeldir.
5. Bazı hastalıklar
Hıçkırık, bazı hastalıkların ortaya çıkardığı bir komplikasyon da olabilir. Her hastalık farklı bir semptom ortaya koyduğu gibi, her bünye de hastalıklara farklı reaksiyon gösterebilir. Genelde merkezi sinir hastalıkları yaşayan bazı insanlar bunun bir getirisi olarak hıçkırık probleminden şikayetçi oluyorlar.
6. İlaçların yan etkisi
Bazı hastalıklardan kurtulmak için kullanıyor olduğunuz ilaçlar birçok yan etkiye sahip olabilir. Bu yan etkilerden biri de hıçkırıktır. Eğer hıçkırık şikayetleriniz belli bir ilaç kullanımıyla beraber başladıysa ve rahatsız edici bir boyuttaysa doktorunuza danışarak alternatif bir tedavi yönteminin sürdürülebilme ihtimalini sorgulamanız gerekir.
7. Uzun süre gülmek
Komik bir olay yaşandığında ya da sinir krizi geçirildiğinde çok uzun süre boyunca kahkahalar atarak gülmeniz, çok fazla hava yutmanıza neden olabilir. Bu kadar çok hava yutunca diyafram havayla dolar ve bunun bir sonucu olarak hıçkırık başlar.
8. Hamilelik
Hamilelik süresince bebek, anne karnında geçirdiği her gün boyunca biraz daha büyüyerek gelişmeye devam eder. Bebeğin büyümesiyle beraber diyafram üzerindeki baskı artış gösterir. Diyaframın bu baskıdan etkilenmesiyle beraber hıçkırık ortaya çıkabilir.
Hıçkırık Nasıl Tedavi Edilir?
1. İlaç
Eğer 48 saatten daha uzun süren bir hıçkırık şikayetiniz varsa ve “Uzun süren hıçkırık nasıl geçer?” diye düşünüyorsanız kesinlikle bir doktora görünmeniz gerekebilir. Doktor, durumunuza göre size kas gevşetici türden ya da sakinleştirici özellikte bir ilaç verebilir.
Genelde uzun süreli hıçkırıkların tedavisinde yaygın olarak kullanılan ilaçlar şunlardır: Baklofen, metoklopramid ve klopromazin.
2. Masaj
Boyna masaj yapmak, bu bölgede yer alan karotis adlı damarın rahatlamasına katkı sağlar. Bu sayede hıçkırık şikayetinden kurtulmak mümkün olabilir. Boyun hassas bir bölge olduğu için masaj uygulamasının profesyonel biri tarafından yapılması daha doğru olacaktır.
3. Cerrahi müdahale
Masaj ve ilaç tedavisine rağmen hıçkırık inatla devam ediyorsa inatçı hıçkırık nasıl geçer diye düşünmeniz ve endişe etmeniz son derece doğaldır. Her ne kadar çok fazla rastlanmasa da böylesine ciddi hıçkırık vakalarında hıçkırığın cerrahi bir müdahale ile yok edilmesi söz konusu olabilir.
4. Hipnoz
Eğer hıçkırık psikolojik bir sebepten kaynaklanıyorsa bir uzman eşliğinde hipnoz terapisine başvurulabilir.
5. Basit yöntemler
Daha çok kısa ve orta süreli basit hıçkırık şikayetleri için evinizde uygulayabileceğiniz bazı basit yöntemler de mevcuttur.
• Nefes tutma: Yaklaşık on saniye kadar nefesinizi tutmayı deneyin. Bu on saniyenin ardından nefesinizi yavaş yavaş verin. Yeniden nefes vermeden önce bir bardak su için. Bu işlemi tekrarlayarak gün içerisinde hıçkırık sorunundan kurtulabilirsiniz.
• Kağıt torba yöntemi: Bir kağıt torbanın içerisine doğru nefes alıp vermek de hıçkırık problemini ortadan kaldırmak için uygulanan yöntemlerden birisidir.
• Limon: Limonu yuvarlak bir halka dilimi şeklinde kesin ve dilinizin üzerinde bekletin. Bu dilimi dil üzerinde bekletirken suyunu emmeye çalışın.
• Gargara: Genelde boğaz ağrısı ve ağız içi yaraları ortadan kaldırmak için uygulanan gargara yöntemi hıçkırığa da iyi gelir. Ağzınızda gargara yaparken sıvının boğazınıza kaçmamasına dikkat etmeniz gerekir.
• Nane çayı: Nanenin içindeki rahatlatıcı maddeler, hıçkırık başta olmak üzere birçok sağlık sorunuyla mücadelede iyi sonuçlar verir. Taze naneyi direkt olarak çiğneyebileceğiniz gibi çayını içerek da hıçkırıktan kurtulabilirsiniz. Nane çayını gün içerisinde birkaç defa içmeniz yeterli olacaktır.
• Göğse baskı yapmak: Oturma pozisyonu alın ve dizlerinizi göğsünüze kadar çekmeye çalışın. Beş dakika süresince bu pozisyonda kalmaya devam edin. Göğse dizlerinizle yapmış olduğunuz baskı sayesinde kısa süre içerisinde hıçkırıktan kurtulabilirsiniz.

 

 

 

HİDROSEFALİ

Hidrosefali, beyin omurilik sıvısının tıkanıklığı, emilim dengesinin bozulması nedeniyle, beyin odacıklarında genişleme , basınç artışıyla omurilik sıvısının birikmesi durumudur.
Hidrosefalinin görülme sıklığı ve sebepleri nelerdir?
Hidrosefali her 500 çocukta bir rastlanana bir hastalıktır. Hidrosefalinin birçok sebebi olmasına karşın en yaygın olanı erken doğuma bağlı beyin kanamasıdır. Hidrosefalinin sonradan gelişmesine sebep olan durumlar;
• Erken doğum,
• Enfeksiyon,
• Tümörler,
• Doğum yaralanmaları,
• Bebeğin beyninde kanama şeklinde sıralandırılabilir.
Hidrosefali belirtileri nelerdir ?
Hidrosefalinin bebeklerde ve çocuklarda belirtilerini ayrı ayrı ele almak gerekmektedir.
Hidrosefalinin bebeklerde belirtiler şunlardır :
• Bebeğin bıngıldağında yumuşak şişlik,
• Bebeğin baş çevresinde artış,
• Nöbet geçirme,
• Tiz çığlık atma,
• Beslenme düzeninin kötüleşmesi,
• Sinirli olma,
• Bebeklerde hareketsizlik,
• Kusma,
Hidrosefalinin çocuklardaki belirtileri şunlardır :
• Zihinsel algılamada zorluk,
• Baş ağrısı ,
• Kusma,
• Görmede bulanıklık,
• Yürüme ve denge kurmada zorluk
Hidrosefalide klinik tablo nasıldır?
Hidrosefali,2 yaş ve altı çocuklarda baş çevresi büyümesinin en önemli bulgularından biridir. Yenidoğan döneminde bebeklerde beklenen baş çevresi büyümesi haftalık 1cm’dir.Ancak haftalık 2 cm ve üzeri artış durumunda hidrosefalinin diğer belirtilerini gösteriyor ise bu hastalığı düşündürebilir. Yenidoğan döneminde bir bebeğin baş çevresinin ortalama olarak 33-36 cm olması beklenmektedir.1 yaşın sonuna kadar baş çevresinin göğüs çevresinden yaklaşık 1 cm daha büyük olması kabul edilmektedir.
Hidrosefali tanısı nasıl konur ?
Hidrosefali tanısı genellikle beyin ultrasonu ile konulmaktadır. Kafatasındaki birleşmeden sonra ise en iyi tanı MR ya da bilgisayarlı tomografi yöntemleri ile konur.
Hidrosefali nasıl tedavi edilir ?
Hidrosefali tedavisinde beyindeki dokuya zarar vermemek adına beyin içindeki sıvı ve basıncın normal seviyelerde tutulması hedeflenir.Tedavide beyin cerrahları,beyinde biriken aşırı sıvıyı şant yardımıyla karın boşluğuna yönlendirmektedir.Hidrosefali tedavisinin bu aşamasından sonra ise hasta takip edilir.
Hidrosefali sonrası fizyoterapi neden önemlidir?
Hidrosefali sonrası bebek ve çocuklarda, beyindeki basıncın artışı nedeniyle fiziksel problemler oluşabilmektedir. Hidrosefaliden sonra oluşan bu problemler, motor gelişimini denge ve koordinasyonunu ve bunun gibi bir çok fonksiyonunu etkileyebilmektedir. Bu nedenle hidrosefaliden sonra fizyoterapi desteğinin uzman bir ekip tarafından sağlanması önemlidir.
Hidrosefalisi olan çocuklara verilmesi gereken diğer destekler nelerdir?
Hidrosefali tanısı konan çocuklar riskli bir grupta değerlendirilir ve bu nedenle tüm gelişim alanlarının dikkat ile değerlendirilmesi ve bu konuda titiz davranılması gerekmektedir. Hidrosefali tanısı koyulmuş çocuklarda fiziksel ve bilişsel becerilerin takibi ve desteği sağlanmalı rutin değerlendirmeler yapılıp aileye durum hakkında bilgi verilmelidir. Hidrosefali tanısı koyulan çocuklarda erken müdahale desteği verilmesi önemlidir.

 

 

 

HİPERMETROPİ

Hipermetropi, kelime köken anlamı, aşırı görme olan bir göz kusurudur. Hafif hipermetropların uzağı çok iyi görmeleri nedeniyle halk arasında böyle isimlendirildiği düşünülmektedir. Göz ya normalden daha kısa ya da korneası daha düz (kırıcılığı normalden daha az) olduğu için göze yakın cisimlerden gelen diverjan, birbirinden uzaklaşan ışınlar retinanın arkasında sanal bir noktada odaklanır. Bu durumda retina üzerinde oluşan görüntü bulanıktır.

Bulgular
Düşük derecede hipermetropisi olan kişilerin, yakın iş yaptıklarında gözleri yorulur ve yakını net göremezler, eğer hipermetropi miktarı yüksekse hem yakında hem de uzakta net göremezler. Akomodasyon gücü ve hipermetropi derecesi görme kusuru ile ilişkilidir. Akomodasyon ile telafi edilebilen hipermetropi miktarına bağlı olarak kişilerin görmesi uzakta net olabilir, bunun için normalde yalnızca yakına bakarken kullanılan akomodasyon hipermetrop kişi tarafından uzak bakış için kullanılmaktadır. Ancak hipermetropi miktarı akomodasyon gücünden fazla ise hem yakında hem uzakta görme bulanıktır. Hipermetropi yaşla birlikte artış gösterir, bunun nedeni yaşla beraber akomodasyon gücünde meydana gelen ilerleyici azalmadır.Hipermetrop görüntünün retina arkasında odaklanması sonucunda bulanık görme yaratır. Bunun sebebi gözün ön-arka boyunun kısa olması, daha ender olarak da korneanın veya göz merceğinin kırma kuvvetinin az olmasıdır. Hipermetropun derecesi ve kişinin yaşına bağlı olarak bazı hipermetroplar uzağı ve bazen de hem uzak hem yakını iyi görebilirler. Bu nun sebebi uyum gücünün genç yaşlardaki kuvvetidir. Fakat bu yorgunluk ve ağrı verebilir ve yaşla kuvvet gittikçe azalır. Toplumun %10 unudan fazlası gözlük veya başka bir şekilde düzeltmeye ihtiyaç duyan hipermetroplardır.(Toplam %30) Hipermetropların miyopun tam tersi olarak uzağı iyi gören fakat yakını göremeyen olduğu sanılır. Uyum gücünün fazla olduğu genç yaşlarda böyle gibi görünebilir hatta yakında bile şikayet olmayabilir fakat yaş ilerledikçe uyum gücü azalır ve belirtiler önce yakında daha sonra uzakta da ortaya çıkar. Aslında bir hipermetrop ne yakını ne uzağı eforsuz göremeyen kişidir ve bir miyop her yaşta yakını iyi görebilirken uyum gücünü kaybetmiş 50 yaş üstü bir hipermetrop hem uzak hem yakın içi düzeltme ihtiyacı hissedecektir.
Tedavisi
Kırma kusurlarının en yaygın tedavisi gözlük kullanılmasıdır. Hipermetrop kişilerin gözlük camları, ışığın retinada odaklanmasını sağlayan ve gözün kırma gücünü arttıran ince kenarlı –dışbükey- merceklerdir. Aynı optik özelliklere sahip kontakt lensler de kırma kusurunu düzeltmek için kullanılabilir. Kornea üzerine yapılan fotorefraktif keratektomi (photorefractive keratectomy, PRK) ve lazer eşlikli in situ keratomileusis (Laser Assisted In Situ Keratomileusis, LASIK), kondüktif keratoplasti(Conductive keratoplasty) veya gene kornea üzerine uygulanan diğer bazı cerrahi yöntemler de tedavi amaçlı olarak araştırılmaktadır, ancak hipermetropinin refraktif cerrahisi henüz miyopi kadar başarılı değildir.

 

 

 

HİPERTANSİYON (YÜKSEK TANSİYON)

Hipertansiyon (yüksek tansiyon)  nedir? Nedenleri, belirtileri ve tedavisi
Hipertansiyon (yüksek tansiyon), kan dolaşımı için damarlarımızda gerekli olan kan basıncının normal değerlerin üzerinde olması durumudur. Yüksek tansiyon ülkemizde her üç kişiden birinde görülen yaygın ve önemli bir sağlık sorunudur. En yaygın belirtileri; baş dönmesi, baş ağrısı, kalp ağrısı, kulak çınlaması, nefes darlığı, çift veya bulanık görme, burun kanamaları ve düzensiz kalp atışlarıdır. Hipertansiyon ilaç, egzersiz ve doğru beslenme ile kolayca kontrol altına alınabilir. Ancak tedavi edilmediğinde; kalp yetmezliği, kalp büyümesi, damarlarda daralma, felç, böbrek yetmezliği ve körlük gibi ciddi sorunlara neden olur.
Hipertansiyon nedir?
Hipertansiyon kan damarlarındaki basıncın normal değerlerin üzerinde yükselmesi durumudur. Kanın damarlarda dolaşması için gerekli olan basınca normal kan basıncı denir, bu değer bireyden bireye değişmekle beraber, sistolik için 120 mmHg ve diastolik için 80 mmHg olarak kabul edilmektedir. Hipertansiyon kavramı için saptanan değerler zaman içinde değişmiş ve en son büyük tansiyon için 130 mm Hg ve küçük tansiyon için ise 85 mm Hg değerlerinin üzeri hipertansiyon olarak kabul edilmiştir. Yüksek tansiyon tanısı için bu değerlerden birinin yüksek olması yeterlidir.
Arteriyel Sistolik, kalp kasıldığında kalbten damarlara doğru atılan kanın damar duvarında yaptığı basıntır; Diastolik değer ise kalp gevşediğinde hala damar duvarında mevcut olan basınçtır. Öncelikle tansiyonunuzun bir kez yüksek çıkması sizde yüksek tansiyon olduğu anlamına gelmez. Tansiyonunuz gün içinde inip çıkar, ölçümü sırasında endişeli veya gergin hissediyorsanız bu da tansiyonunuzda yükselmeye neden olur. Bu nedenle, emin olmak için tansiyonunuzu ayda bir ölçmeniz gerekir.

Normal kan basıncı ne olmalı?
Normal kan basıncı değerleri bireyden bireye değişkenlik göstermekle beraber; 18 yaşını geçmiş erişkin bir bireyde, istirahat halinde,
– Normal Sistolik (Büyük tansiyon) en çok 120 mm Hg
– Normal Diastolik (Küçük tansiyon) için ise en çok 80 mm Hg olmalıdır.
Sınırda normal değerleri nedir?
• Sınırda Sistolik kan basıncı için 130-139 mm Hg,
• Sınırda Diastolik kan basıncı içi ise 85-89 mm Hg dır.
Hipertansiyon sınırı (yüksek tansiyon) ise
Sistolik kan basıncı için 140 mm Hg
Diastolik kan basıncı için ise 90 mm Hg dır.
Günlük yaşamda vücudun gereksinimlerine uyumlu olarak düşen ve yükselen kan basıncı değişikliklerinin yeterli süre izlenmemesi sebebiyle yanlış teşhise bağlı olarak tedavi alan hastalar yalancı hipertansif hastalar olarak adlandırılıyor.
Hipertansiyonun nedenleri
Tansiyonun yükselmesinde iki önemli etken vardır. Bunlardan bir tanesi, “genetik faktörler”. Bir diğeri de “çevresel” dediğimiz faktörlerdir. Eğer birinci derece akrabanızda, hipertansiyon varsa, sizde de olma ihtimali çok yüksektir. Çevresel faktörler; Stresli hayat, Sigara, beslenme tarzımız, kilolarımız ve kötü yaşam alışkanlıkları hipertansiyona neden olabilir. Çevresel faktörlerde en önemli etken ise tükettiğimiz besinlerdir. Hastaların % 90-95’inde yüksek tansiyona neden olabilecek altta yatan başka bir hastalık yoktur.
Birincil (temel) hipertansiyon nedenleri
Birincil hipertansiyonun çoğu yetişkin için tanımlanabilir bir nedeni yoktur. Primer hipertansiyon olarak adlandırılan bu yüksek tansiyon tipi, yıllar boyunca kademeli olarak gelişir.
İkincil hipertansiyon nedenleri
İkincil (sekonder) hipertansiyon olarak adlandırılan bu yüksek tansiyon tipi, altta yatan bir nedene bağlı olarak gelişir. Aniden ortaya çıkma eğilimindedir ve primer hipertansiyondan daha yüksek tansiyona neden olur. İkincil hipertansiyona neden olan durumlar ya da ilaçlar:
• Çok tuzlu gıdaların tüketilmesi (özellikle tuza hassas kişilerde)
• Aortun kalpten çıktığı bölgedeki darlık
• Kafa içi basıncının yüksek olması
• Böbrek hastalıkları
• Böbreküstü bezinin kabuk bölümündeki hastalık nedeniyle kortizon ya da aldesteron hormonlarının fazla salgılanması sonucu görülen Cushing ve Crohn hastalığı,
• Böbreküstü bezinin iç kısmının (medul-la) tümörü (feokromositom)
• Böbrek damarlarının daralması
• Doğuştan büyük atar damarın (aortun) bir bölümünün dar olması (aort koarktasyonu)
• Böbrek dokusu ve böb¬rek atardamarlarında yerleşen hastalık¬lar (akut ve kronik böbrek iltihabı, poli-kistik böbrek),
• Tiroid bezi hastalıkları (Hipertiroidi, hipotiroidi)
• Doğum kontrol hapları, soğuk algınlığı ilaçları, dekonjestanlar, reçetesiz ağrı kesiciler ve bazı reçeteli ilaçlar
• Kokain ve amfetamin gibi yasadışı ilaçlar
• Romatizma ve depresyon tedavisinde kullanılan bazı ilaçlar
Hipertansiyon risk faktörleri
• Ailenizde yüksek tansiyon öyküsü
• 40 yaşın üzerinde olmak
• Şişman olmak
• Sigara kullanmak,
• Şeker hastalığı veya ailede şeker hastası olması
• Gebelik
Hipertansiyon belirtileri
• Baş dönmesi ve baş ağrısı
• Kalp ağrısı ve düzensiz kalp atışları
• Burun kanamaları
• Kulak çınlaması,
• Halsizlik, yorgunluk,
• Nefes darlığı,
• Bacaklarda şişlik
• Çift veya bulanık görme,
• Sık idrara çıkma, gece uyanıp idrar yapma
Yüksek tansiyonunun zararları
Yüksek tansiyonun en çok etkilediği organlar; kalp, beyin, böbrekler, büyük atardamarlar ve gözlerdir. Hipertansiyon bu organları etkileyerek uzun süre içerisinde kalıcı sakatlıklara ve ölümlere yol açabilir. Tansiyon yüksekliği kalbin iş yükünü artırır ve atar damarlarda geri dönüşü mümkün olmayan zararlara yol açar. Zaman içerisinde özellikle atar damarlarda harabiyet oluşur.
• Kalp yetmezliği, kalp büyümesi, kalbi besleyen damarlarda daralma (koroner arter darlığı), kalbi besleyen damarlarda tıkanma (kalp krizi)
• Beyin kanaması, felç, beyin damarlarında daralma ve tıkanma
• Böbrek yetmezliği, böbrek fonksiyonlarında bozulma
• Görme azalması ve körlük
• Büyük atardamarlarda genişleme, bu genişlemelerin yırtılması, bu damarlarda tıkanma. Bunların sonucu, kangren veya ani kanamalara bağlı ölüm
• Felç yani inme
• Boyun ve bacak damarlarında tıkanma
Tansiyon yükselten gıdalar
• Tuz ve tuzlu besinler: Hipertansiyonlu kişilerin yemeklerine tuz ilave etmemeleri ve tuzlu yiyeceklerden kaçınmaları gerekir.
• Şeker ve şekerli besinler: Tüketim miktarına bağlı olarak tansiyonu yükseltip kalp hastalıklarını da tetikleyebilir.
• Çay ve kahve: Çay ve kahvenin yoğun tüketimi tansiyonun yükselmesine neden olur.
• Kolalı içecekler: İçeriğinde bulunan hem yüksek oranda şeker hem de meyankökünden dolayı vücutta sodyumun tutulmasına neden olabilmekte ve bu nedenle tansiyonu yükseltmektedir.
• Margarin ve tereyağı: Margarin ve tereyağının direk tansiyonu yükseltici bir etkisi yoktur ama araştırmalar doymuş yağ oranı yüksek olan bu yağlar yerine zeytin yağı tüketenlerde hipertansiyonun daha düşük seviyede olduğu gözlenmiştir.
• Alkol ve Sigara: Hipertansiyonunuz var ve düzenli alkol veya sigara tüketiyorsanız bu alışkanlığınızdan da yavaş yavaş uzaklaşmanızda fayda var.
Hipertansiyon ilaçsız tedavi
Öncelikle tansiyon yüksekliği olan bütün hastalara yaşam tarzı değişiklikleri önerilir.
• Kişi sağlıklı olduğu kiloyu bilmeli ve o kiloda kalmalıdır. Vücut kütle indeksiniz 25 kg/m2’nin üzerinde ise kilo vermeniz gerekir
• Tuz tüketimi kısıtlanmalıdır
• Alkol tüketiminden kaçınılmalıdır
• Meyve ve sebze tüketimi artırılmalı, doymuş ve total yağ tüketimi azaltılmalıdır
• Tansiyon ilaçları düzenli alınmalıdır
• Kesinlikle sigara içilmemelidir
• Düzenli fiziksel aktivite ve egzersiz yapılmalıdır
Sadece yaşam tarzı önlemleriyle takip edilen hipertansif hastalarda uzun dönemde uyum düşük olduğundan, bu hastalar da zamanla ilaç tedavisine başlamak gerekebilir.
Tansiyonu ne düşürür?
• Önce soğuk su uygulaması yapılmalıdır. Ancak çok soğuk su kullanmayın. Ellerinizi, kollarınızı ve ayaklarınızı normal musluk suyu ile yıkayın.
• Tansiyon yükseldiğinde hızlıca bir limon sıkın ve biraz sulandırarak yavaşça için.
• Tuzsuz ayran ve yoğurt da yüksek tansiyon için kullanılabilir. Fakat dikkat etmeniz gereken nokta tuzsuz olmasıdır.
• Eğer bulabiliyorsanız nar suyu için.
• Greyfurt’da tansiyonun düşürülmesine yardımcı meyvelerden birisidir.
• Sarımsak halk arasında en çok bilinen tansiyon düşürücüdür. Bu özelliği birçok uzman tarafından doğrulanmıştır.
• Kekik de özellikle geçici olarak yükselmiş olan tansiyonun düşürülmesinde yardımcı olur.
Hipertansiyon ilaçları
Hipertansiyon tedavi kılavuzları, sistolik kan basıncı 140 mm Hg’nın ve/veya diyastolik kan basıncı 90 mm Hg’nın üzerinde değerlerde tedavi önermektedir. Kılavuzlarda Antihipertansif ilaç tedavisinin faydasının kullanılan ilacın cinsinden bağımsız olup, büyük ölçüde düşen kan basıncının kendisine ait olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle tekli veya kombinasyon tedavisi olarak
• Tiyazid tipi di-üretikler,
• Kalsiyum kanal blokerleri,
• Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE) inhibitörleri,
• Anjiyotensin reseptör blokerleri (ARB)
• Beta-blokerlerin
hepsi tedaviye başlarken, uygulama sırası fark etmeden kullanılabilmektedir. Kılavuzlara göre bu beş grup ilaç da ilk tedavi olarak kullanıldıklarında kan basıncında yeterli düşüş sağlayıp kardiyovasküler riski azaltabilmektedir. Bu ilaçların hepsi farklı mekanizmalar kullanarak kan basıncını kontrol ederler. Bunlardan en uygun olan bir ya da birkaç tanesi hekim tarafından hastanın yaşı, cinsiyeti, yüksek tansiyonunun nedeni, tansiyon değerleri ve diğer hastalıkları göz önüne alınarak hastaya reçete edilir.
Hangi saatlerde alınması gerektiği, başka ilaçlar kullanıyorsa bunlarla birlikte tansiyon ilacını nasıl kullanacağı hastaya anlatılır. Hipertansiyon kronik yani süregen bir hastalık olduğu için hayat boyu belirli aralıklarla hekim gözetimi ve ömür boyu tedavi gerektirir. Bu nedenle hekimin yönlendirmesi ve hastanın uyumu daha başarılı bir tedavi için şarttır.
İlaç tedavisine bir kez başlandığında, ömür boyu devam etmek her hastada gerekli olan bir durum değildir. Çoğunlukla böyle bir durum söz konusu ise de hafif hipertansiyonu olan hastalarda bir takım genel önlemlere dikkat etmek koşuluyla (beslenme, zayıflama, düzenli egzersiz, yaşam tarzı değişikliği gibi) hekiminizin kararı doğrultusunda ilaç tedavisine bir süre ara vererek kan basıncı değerlerini izlemek ve normal değerler saptanırsa ilaç kullanmamak söz konusu olabilir.
Hipertansiyon diyeti
• Günlük tuz tüketimi olabildiğince azaltılmalıdır, yemeklere ayrıca tuz koymayın
• Kalsiyumdan zengin beslenmeye dikkat edilmelidir. Başlıca kaynak olan süt ve süt ürünleri tüketilirken yarım yağlı veya light olanların tercih edin
• Potasyum alımının artmasıyla hipertansiyon riski düşmektedir. Bu alımı arttırmak için bol miktarda sebze ve meyve tüketimi gerçekleştirilmelidir.
• Kandaki magnezyum seviyesinin düşük oluşu da yüksek tansiyon riskini belirleyen faktörler arasındadır. Magnezyum içeren gıdalar tüketin.
• Doymuş yağlardan yüksek bir beslenme tarzı da tetikleyici faktörler arasındadır. Doymamış yağdan (zeytinyağı) zengin beslenme tansiyonu düşürür.
• Alkol kullanımı da özellikle kadınlarda hipertansiyona yol açmaktadır.
• Ekmeklerin tuzsuz olanlardan seçilmesi de tuz tüketimini büyük ölçüde azaltacaktır
• Sarımsak tüketiminin de tansiyona olumlu etkileri vardır.
• Balık yağı kullanımı da kan basıncının kontrolünde faydalıdır.
• Sakatatlar, kuru meyveler, bezelye, enginar gibi sebzeler, konserve besinler, turşu, zeytin gibi yiyeceklerin tuz oranı yüksek olduğundan az tüketmek gerekir.
Hamilelikte yüksek tansiyon
Bazı kadınlar zaten gebelikten önce yüksek tansiyona sahiptirler, bazılarında ise bu durum gebelikle beraber başlayabilir. Bu yüzden gebelik boyunca tansiyonun düzenli olarak takibi çok önemlidir. Eğer yüksek kan basıncı gebeliğin ikinci yarısında olursa gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Bu tip kan basıncı bebek doğduktan sonra kaybolur. Gebelikte tansiyon yüksekliği anne rahmine yeterli kan gitmemesi ile bebeğin beslenmesi bozulabilir. Bazı durumlarda bebeği erken doğurtulabilir.
Hamilelikte Yüksek Tansiyon Tedavisi
Eğer kan basıncı hafif yükseliyorsa ve gebelik süreci sonuna yakın değilse yatak istirahati kan basıncını düşürebilir. Eğer kan basıncı tehlikeli değerlere kadar yükselmiyorsa (hafif preeklampsi) doğum başlayana dek gebeliğin devamına izin verilebilir. Bazen tansiyon düşürücü ilaçlar kullanılabilir. Eğer şiddetli preeklampsi veya eklampsi gelişirse tek tedavi doğumdur. Doğum kararı anneye ait riskler ve bebeğin anne karnında taşıdığı riskler ile doğum sonrası karşılaşacağı riskler dikkate alınarak verilir. Bazen sezaryen gerekebilir.
Yüksek tansiyon ve egzersiz
Kan basıncı ilaçlar ile kontrol altına alındıktan sonra, egzersiz programına başlanabilir.
Düzenli Egzersizin Faydası Nedir?

• Kullanılan ilacın dozunu azaltabilir veya ilaca gereksinimi ortadan kaldırabilir.
• Kalp hastalığı ve diğer kronik hastalıklara yakalanma riskini azaltır.
• Kişiyi enerjik kılar; stresi azaltır.
• Kilo vermeye yardımcı olur.
• Kasları ve kemikleri güçlendirir.
• Yaşam kalitesini artırır.
• Düzenli egzersiz kan basıncını azaltır. Araştırmalar düzenli egzersizin hafif ve orta derecede hipertansiyonda kan basıncını ortalama 10 mmHg düşürdüğünü göstermektedir. Bu miktar kan basıncı ilaçları ile elde edilen etki ile aynıdır.
Egzersiz Uygulanırken Dikkat Edilmesi Gereken Konular:
• Önce ısınma egzersizleri (10-15 dakika) yapılmalıdır.
• Isınma ve soğuma sırasında esneklik egzersizleri yapılmalıdır.
• Egzersiz yapılırken kalp atım hızı izlenmelidir. (Kalp atım hızı sayılarak veya kalp atım hızını gösteren aletler kullanılarak izlenebilir)
• Yapmaktan zevk alınan aktiviteler, grup halinde uygulanmalıdır.
• Egzersizlerin sonunda aktivite düzeyi yavaş yavaş azaltılmalıdır (5-10 dakika soğuma).
• Egzersiz sırasında nefes tutulmamalıdır. Egzersiz sırasında nefesi tutmak, kanın kalbe geri dönüşünü azaltır.
Yüksek tansiyonda aerobik egzersizler
Kalp hızını veya nefes alış verişini hızlandıran uzun süreli hareketler, aerobik (oksijen alarak yapılan) egzersizler olarak düşünülür. Merdiven çıkma, yürüyüş, hafif koşu, bisiklete binme ve yüzme aerobik aktivitelere örnek olarak verilebilir.
Yürüyüş: Organizmanın temel fiziksel aktivitesidir. Herkes tarafından, her zaman ve her yerde yapılabilir. Yürüyüş, bacaklarda kan dolaşımını artırır ve kalp kasını kuvvetlendirir. Kemik ve kaslar için çok az yaralanma riski oluşturur. Hızlı ve tempolu yürüyüş aerobik egzersizdir. Hızlı adımlarla yürüyüş, aynı mesafede, en az koşu kadar kalori yakar.
Koşu: Kasların ve kalp-solunum sisteminin kapasitesini dereceli olarak güçlendiren bir fiziksel aktivitedir. Yaralanmalardan korunmak için bilinçli bir programın uygulanması gerekir. 40 yaş üzeri iseniz, spor geçmişiniz olsa bile bir hekim kontrolünden geçerek ve düzenli bir antrenman programı uygulamalısınız.
Yüzme: Koşu gibi, yüzmeye de dereceli olarak başlamak gerekir. Başlangıçta en fazla 500 m yüzülür ve dinlenilir. Mesafe azar azar artırılır. Havuz kurallarına ve güvenlik tedbirlerine dikkat edilmesi gerekir.
Bisiklet: Bisiklet, bacakları ve ayakları, vücudun ağırlığından kurtaran bir koşulda uygulanır. Bacaklar, koşudakinden çok daha az yaralanma ve burkulma riski ile karşı karşıyadır. Bisiklet çevirme kalp-solunum kapasitesinin geliştirilmesi için önerilir. Evde sabit bisiklet kullanımı, bacak, uyluk ve kalça kaslarınızı çalıştırır.
• Aerobik tipteki egzersizler, haftanın çoğu gününde, her seferinde en az 30 dakika olarak uygulanmalıdır.
• Eğer bir seferde bu kadar zaman ayrılamıyorsa, aktivite süresi gün içinde daha kısa sürelere bölünebilir.
• Egzersizi düşük-orta düzeyde ve tahmini en yüksek kalp hızında (220-yaş) [%60-80’inde] yapınız. Bu seviyenin düzenlenmesinde fizyoterapisten yardım alınmalıdır.
Günlük Yaşamla İlgili İpuçları
• Asansör kullanmak yerine merdivenlerden inip çıkınız.
• İşyerinize giderken araba ile gitmek yerine yürüyün veya otobüsten bir veya iki durak önce ininiz.
• İşyerine geldiğinizde arabanızı park yerinin en uzak bölgesine park ediniz.
• Sizinle birlikte egzersiz yapacak birini bulunuz. Bu sayede daha istekli egzersiz yapabilirsiniz.
Egzersiz sırasında aşağıdaki uyarıcı belirtilerden birini hissettiğinizde, hemen egzersizi bırakınız ve doktorunuza başvurunuz:
• Göğüs ağrısı veya rahatsızlık hissi,
• Baş dönmesi veya bayılma,
• Kol veya çenenizde ağrı,
• Ciddi nefes alamama hissi,
• Düzensiz kalp atımı,
• Aşırı yorgunluk

 

 

 

HİPOFİZ ADENOMU

Hipofiz bezi vücuttaki hormonların merkezi kontrolünü düzenleyen ana salgı bezi olarak görev yapar. Hipofiz adenomları bezin içindeki muhtelif hücrelerden kaynaklanır ve tipik olarak yavaş büyürler. Hipofiz adenomları nispeten sık olup erişkinlerde 1/1000 oranında görülür.
Hipofiz kaynaklı tümörlerin büyük çoğunluğu iyi huylu olup adenom olarak adlandırılır.
1- Bu adenomlar tipik olarak yavaş büyürler,
2- İyi huylu olmalarına rağmen komşu dokulara yayılabilir,
3- Kanserleri nadirdir.
Adenomlar boyutlarına göre 2 ye ayrılır. 1 cm den küçük çaplı olanlara mikroadenom, büyük olanlara makroadenom denir. Hipofiz tümörleri genellikle hormon yapan ya da yapmayan olarak değerlendirilir. Hormon üreten tümörler aşırı miktarda aktif hormon yaparlar. Hastalar genellikle hormon dengesizliği ile ilgili bulgular gösterir. Hormon salgılamayanlar boyutlarına bağlı olarak komşu dokulara yaptığı baskı ile ilgili bulgular verir. Büyük tümörler normal hipofiz bezini baskılayarak hipofiz yetersizliğine yol açar. Hormon salgılayan büyük tümörlerde hormon bulgularına ilaveten beyin basısına bağlı bulgularda görülür.
Hormon salgılayan hipofiz adenomları en sık görülenler prolaktin salgılayan adenom; prolaktinom olup kadınlarda adet görememe ve memelerden süt gelmesine yol açar. Growth hormon (büyüme hormonu) salgılayan adenom erişkinlerde akromegaliye çocuklarda gigantizme yol açar. ACTH salgılayan adenom cushing hastalığını yapar. Tiroidi uyaran hormon salgılayan adenomlar hipertiroidizme neden olur.
Büyük hipofiz tümörlerinin kitle etkisinden kaynaklanan bulgular şunlardır;
Tümör yukarı doğru büyüdüğünde görme alanının dış kısımlarında görme kaybına yol açabilir.
Öne doğru büyüdüğünde görme sinirini sıkıştırdığı için görme azalmasına, renkleri algılamada bozukluğa yol açabilir.
Tümör normal hipofizi baskıya uğrattığı için hastalarda cinsel fonksiyon bozukluğu,
Cinsel isteksizlik,
Düşük kan basıncı,
Halsizlik,
Strese karşı dayanıksızlık,
Tiroid fonksiyonlarında azalma görülebilir.
Stalk etkisi tümör beyin ile hipofiz bezi arasındaki stalk denen bağlantıya bası yaparak prolaktin hormonu düzeyinin yükselmesine neden olur. Bu durum ise kadınlarda adet durmasına değil de adet düzensizliğine yol açar. Bu durum prolaktinom ile stalk etkilenmesini ayırt etmede önemlidir.
Hipofizer apopleksi
Hipofiz adenomları aniden içine kanayarak ani boyut artışına neden olur. Bu durum genellikle aniden şiddetli baş ağrısı ve görme kaybı ile başlar. Acil cerrahi gerektirir. Hormon salgılayan tümörlerde endokrinolojik destek gereklidir. Cushing hastalığının tanısı çok zor olup özel hormon testlerin yapılması gerekir. Özel hipofiz protokolu ile mrg de 4 mm.den büyük adenomlar saptanabilir.
Tedaviyi belirleyen faktörler şunlardır;
1- Eğer varsa tümörün hormon üretimi
2- Tümörün boyutu
3- Tümörün komşu yapılara yayılıp yayılmadığı
4- Hastanın yaşı ve genel sağlık durumu.
Medikal tedavi
Hormon salgılayan tümörler bir endokrinolog ile birlikte tedavi edilmelidir. Prolaktinomlar sıklıkla sadece medikal tedavi gerektirir. Medikal tedavi akromegali ve cushing hastalığında önemli rol oynar. Cerrahi öncesi mevcutsa hipofiz yetmezliğinin tedavisi önemlidir. Yetersiz kortizol veya tiroid düzeyi yaşamsal önemde olduğundan tedavi edilmelidir.
Cerrahi tedavi
Hipofiz adenomlarının büyük çoğunluğu burundan endoskopik ve mikrotekniklerle en iyi şekilde çıkarılabilir.
Radyoterapi
Stereotaktik radyoterapide tümöre yüksek doz radyasyon verilirken normal hipofiz bezi hariç çevre beyin dokusu sadece bir miktar radyasyon alır. Bu nedenle radyoterapinin ana sakıncalarından birisi geç dönemde hipofiz yetmezliğine yol açmasıdır. Tipik olarak bu durum tedaviden yıllar sonra olur ve eksik hormonların yerine konmasını gerektirir. Radyoterapi cerrahi olarak kür elde edilemeyen ve ilaç tedavisi ile kontrol altına alınamayan tümörler için yedekte tutulmalıdır.

 

 

HİPOFİZ BEZİ KANSERİ

Hipofiz bezi beynin ön kısmının altında, gözlerin arkasında yer alır. Vücudunun çalışması için çok önemi olan, fasülye büyüklüğünde çok küçük bir bezdir.
Hipofiz bezi vücut organlarının ve bezlerinin çalışmasını düzenleyen hormonları üretmekten sorumludur. Tiroid bezi, adrenal bezler, overler ve testisler hipofizden komut alır. Hipofiz bezi bu diğer vücut sistemlerin kontrolünü sağlaması nedeniyle ana bez olarak bilinir.
Hipofiz bezinin çoğu tümörü iyi huyludur. Tümörlerin çoğu işlevseldir ve hormon üretirler.
Hipofiz bezi kanseri görülme ihtimali çok düşüktür. Amerikan Kanser Derneği (American Cancer Society) (ACS) tarafınca şimdiye kadar sadece birkaç yüz hipofiz kanseri vakası bildirilmiştir. Vakaların çoğu yaşlı kişilerdir.
Hipofiz bezi tümörü, kanserinde nasıl belirtiler görülür?
• Kana ekstra hormon salınımı mevcuttur.
• Hastada yüz kızarması görülür.
• Kaslarda ve kemiklerde zayıflama mevcuttur.
• Yüksek kan basıncı, düzensiz kalp atımı, baş ağrısı ve görme kaybı oluşabilir.
• Bazı hastalarda el ve ayakların aşırı büyümesi (akromegali) söz konusu olabilir.
• Memeden süt gelmesi ya da emzirirken sütün kesilmesi durumları görülebilir.
Ayrıca kişide şu şikayetler de gelişebilir; adet düzensizlikleri, cinsel isteksizlik ve impotans, vücut tüylerinde dökülme, kilo alma, vücudun çarpma ya da travma sonrası çabuk morarması, iritabilite, anksiyete, depresyon, bulantı ve kusma, baş dönmesi, konfüzyon.
Hipofiz kanserinde tanı nasıl konur?
Hormon seviyelerin belirlemek için kan ve idrar testleri kullanılabilir. MRG veya BT taramaları hipofiz bezinde tümörleri saptayabilir.
Hipofiz kanserinin en çok hangi organlara yayılım yapar?
• beyin
• omurilik ve meninksler (beyin ve omuriliği kaplayan tabaka)
• yakın kemik
Tedavi nasıl planlanır?
Çoğu kanserde tümör tanı anında evrelendirilir. Evre tümöre ait tedavi planı oluşturmak için kullanılırken prognozu belirlemeye de yardımcı olur. Ancak hipofiz kanserleri nadir görüldükleri için evrelendirmelerine yönelik bir kılavuz yoktur. Hipofiz kanserinin tedavisi tümörün büyüklüğüne ve yayılıp yayılmadığına bağlıdır.
• mikroadenom mu (10 mm altında) yoksa makroadenom mu (10 mm üzerinde)
• hormon üretiyor mu
• başka yerlere yayılım var mı soruları tedavinin belirlenmesinde önemlidir.
Tedavi nasıl yapılır?
Tedavide cerrahi olarak hipofiz bezi çıkarılır. Bundan sonra hastaya genellikle radyasyon tedavisi uygulanır. Radyasyon cerrahi tedavi sonrası geride bırakılmış olması muhtemel mikroskopik tümör hücrelerini öldürür. Bazı durumlarda tümörü küçültmek veya imha etmek için ilaç tedavisi kullanılır.

 

 

 

HİPOGLİSEMİ (KAN ŞEKERİ DÜŞÜKLÜĞÜ)

Hipoglisemi, yani kan şekeri düşüklüğü diyabetin en sık rastlanılan komplikasyonudur. Kan şekeri seviyesinin 50 mg/dl altına düşmesidir ancak hipoglisemide belirtiler kişiden kişiye değişir. Bazı hastalar 60 mg/dl altı değerlerde de hipoglisemi belirtileri gösterirler.
Diyabeti olmayan bir kişinin kan şekeri seviyesi hiçbir zaman 50 mg/dl altına düşmez, çünkü doğal olarak control sistemi uyarılır, insulin salgılanması durur; glukagon, adrenalin, kortizol gibi kan şekerini yükselten hormonlar salgılanarak hormone tablosunu dengeler. Kişi kendini aç hissetmeye başlar ve birşeyler yiyerek kan şekerini yükseltir. Eğer insulin yapılır veya insulin salgısını arttıran bir ilaç kullanılır ve hiçbir şey yenmezse hipoglisemi gözlenir. Bazen de hata ile fazla doz insulin yapılır, bu da kan şekeri düşüklüğüne yol açar.
Hipoglisemi belirtileri nelerdir?
Terleme, titreme, kalp çarpıntısı, baş ağrısı, açlık hissi, sinirlilik ve bayılma hipoglisemi belirtileridir. Beynin normal çalışabilmesi için glukoz gereklidir, bu nedenle hipoglisemi de beynin çalışma kapasitesi azalır. Hipoglisemiyi ortaya çıkarıcı durumları engellemek, hipoglisemi ile başa çıkmanın en iyi yoludur. Yeni tanı almış diyabetlilelere ilk öğrettiğimiz şey, hipoglisemi belirtileridir ve en korktuğumuz olayın hipoglisemi olduğundan bahsederiz. Disiplinli bir diyabet hastasında hipoglisemi çok az gözlenir. Uygun doz ve zamanda insülinini yapan, yemeklerinin saatlerini atlamayan, öğün atlamayan hastalar riski en aza indirirler. Düzenli kan şekeri ölçümleri yapılmalıdır.
Sık sık hipoglisemi nöbetleri geçirenlerin beslenme düzenlerinin yeniden ayarlanması ve insülin dozlarının yeniden hesaplanması gerekir. Eğer insülin iğnenizi yapmış ve herhangi nedenden dolayı yemek yiyememişseniz, yanınızda bulundurduğunuz şekerleme veya bisküvi gibi karbohidratlı gıdaları tüketin. Ani ve aşırı biçimde hareket etmeyin; mesela otobüse yetişmek için koşturmak, ek öğün almadan futbol oynamak gibi. Alkol almak, karaciğeri yorduğundan ve karaciğer alkolü parçalamak için çalıştığından, yeterli glukoz üretilemez ve hipoglisemiye yol açar.
Hipoglisemi atağı ardından sıklıkla, bir cevap olarak hiperglisemi gelişir. Bunun nedeni, organizmanın düzenleyici mekanizmalarınınhızla devreye girmesi ve glukozun depo edildiği karaciğerden, kana karışmasıdır.
Uygun tedavi uygulanmadığında, orta derecede bir hipoglisemi bilinç bulanıklığı belirtisi ile hipoglisemik komaya dönüşebilir. Bu durumun acil tedavisi gerekir. Bilinç kaybı riski nedeniyle diyabet hastaları üzerlerinde diyabetli olduklarını ve kullandıkları tedaviyi belirten bir kart taşımalıdır. Hipoglisemi koması yaşlılarda daha ağır olabilir ve insülin ile birlikte sulfonamide cinsi antidiyabetik kullananlarda daha sık görülür. Ayrıca insulin dozunun fazla yapılması, öğün atlanması, az miktarda yemek yenmesi ve aşırı fizik aktivite de hipoglisemiye yol açar.
Hipoglisemi nasıl tedavi edilir?
Hipoglisemi belirtileri saptandığında, hafif ataklarda limonata veya ağıza atılan iki,üç kesme şeker kan şekerini yükseltir. Diyet içeceklerde şeker yerine suni tatlandırıcılar kullanıldığı için bunları tüketmenin faydası yoktur. Diyabetlilerin yanında, çantalarında şekerleme, meyve suyu ve bisküvi bulunması yararlı olur. Özellikle spor yapanlar ve araba kullananlar için bu daha da önemlidir. Sütün kana karışması daha yavaş olduğu için, ani hipoglisemi atağında kullanılması uygun değildir.
Aniden kan şekeri düşerse, eğer limonata ve şeker gibi kan şekeri yükselticileri kullanacak vakit bulunamazsa, belirtiler ağırlaşabilir ve hasta havale geçirebilir. Bu durumda yapılacak en önemli şey glukagen isimli iğneyi kol veya kalçadan yapmaktır. Diyabetlilerin glukagen isimli ilacı acil durumlar için yanlarında bulundurmaları faydalıdır. Glukagen insüline zıt etki yapıp kan şekerini yükseltir. Tabii bu mümkün olmazsa hemen hastaneye başvurulmalıdır.
Özellikle tip 1 diyabetli çocuklarda en korktuğumuz hipoglisemi atağı, gece uykuda olandır. Gece saat 3-4 civarında terleme, huzursuzluk gibi belirtiler ortaya çıkarsa kan şekerinin ölçülmesi gerekir. Aslında yeni diyabetlilere de bu tavsiye edilir. Eğer gece kan şekerleri düşüyorsa insülin dozu yeniden ayarlanır, akşam yatarken ki öğün saati yeniden değerlendirilir.
Her diyabetli kan şekeri düşüklüğüne aynı şekilde mi cevap verir?
Özellikle 60 mg/dl altındaki kan şekeri değerlerine bazı diyabetliler farklı cevap verirler. Yani hipoglisemi belirtilerini daha az fark edebilirler. Örneğin 45 kan şekeri ile herhangi birşey yokmuş gibi dolaşabilirler.
Bu durumun neden kaynaklandığı tam olarak bilinmemekle birlikte uzun insülin kullananlarda daha sık görülmesi, pankreasın kan şekerini yükselten glukagon isimli hormonu salgılamasında sorun olması veya beyindeki algılama merkezlerinin eşiklerinde değişiklik neden olarak düşünülmüştür. Özellikle insan insülini kullanılmaya başladıktan sonra ‘hipoglisemik farkındalık’ gözlenmeye başlamıştır. Eskiden hayvan insülini kullanırken bu durum daha az görülüyordu.

 

 

 

HİSTERİ

Histeri, diğer adıyla isteri hislerde yoğunluk, davranışlarda taşkınlık, tepkilerde aşırıya kaçma, ani zihinsel ve ya fiziksel değişimler olarak kendini gösteren, genel olarak abartı durumu olarak tanımlanabilecek nevrotik bir durumdur. İlk olarak ismi Hipokrat tarafından verilmiştir ve kökeni Yunanca hysterikos kelimesine dayanmaktadır. Başlarda kadınlara özgü bir hastalık olarak tanımlansa da bu durum tam anlamıyla gerçeği yansıtmamakla birlikte sadece histerinin daha çok kadınlarda görüldüğü bilgisi doğrudur. Genellikle 30 yaş altındakilerde görülen bu durum hayal gücüne bağlı olarak, bilinç altındaki düşüncelerden dolayı ya da korkudan, vb durumlardan kaynaklanan ani krizler şeklinde kendini gösterir ve bu kriz hali devamlılık süresi kesin olmamakla birlikte geçicidir. Hasta, anormal tavırlar sergilese de bu durumun herkeste görülebileceğini, normal olduğunu düşünmektedir ve bu yüzden hasta olduğunun farkına varamaz.

Histeri belirtileri nelerdir?

Ani ataklarla gelişen krizler dışında kısa vadeli ve ya uzun süreli, hafif ya da yoğun şekilde kendisini gösteren diğer histeri belirtileri ise; kasılmalar, nefes darlığı, acıya olan dayanıksızlık, titreme, felç, konuşma, görme, duyma ve genel olarak davranış bozuklukları ve hafıza kaybıdır. Daha ileriki safhalarda uyur gezerlik, teşhircilik gibi belirtilerin yanı sıra mitomani, kleptomani, nemfomani gibi manik durumlar da ortaya çıkabilmekedir.Histerinin farklı bir boyutu olan toplumsal histeride ise bireysel olarak değil de kitlesel bir açıdan belirli bir grubu etkileyen olayların o grup tarafından abartılı bir şekilde algılanması ve toplu olarak aşırı tavırlar sergilenmesi halidir.

Histerik kişilik bozukluğuna sahip kişiler ilgi odağı olmak isterler ve bunun için aşırıya kaçan tavırlar sergilemekten çekinmezler. “Mutlu olmanın tek yolu ilgi çekmektir.” diye düşündüklerinden ilgi kendilerine yönelmiş durumda değilse sıkılır, mutsuz olurlar. Kendileri dışında ilgi odağı başka biri ve ya başka bir şey olduğu takdirde ilgiyi kendilerine çekmek için yüzeysel davranışlarda bulunabilirler. Konuşmaları derinlik içermez, tamamen ilgi çekme amaçlıdır. Cinselliği ve teşhirciliği dikkat çekmek için kullanırlar. Gösteriş, hızlı değişen düşünce ve davranışlar, kurulan ilişkilerde sürekli sorun çıkarmak da histerik kişilik bozukluğuna sahip kişilerin diğer özellikleridir.

Histeri tedavisinde hangi yollar izlenmektedir?

Histeri tedavisi her şeyden önce kişinin sergilediği bu tavırların normal.olmadığını kabul etmesiyle başlar ki bu süreç kolay bir süreç değildir çünkü kişi zaten olması gerekenin bu olduğunu haliyle kendisinin de normal.olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle terapi ve ilaç tedavisini kabul etmeyebilir. Tedavi gerçekleştirildiğinde ise hastanın daha da mutsuz olma olasılığı vardır çünkü kendisini beslediği ilgi üzerinden gideceği için mutsuzluğa kapılabilir. Psikoterapi ve düşük dozla devam edilen ilaç tedavisi çoğu zaman işe yaramakta, hastanın içinde bulunduğu bu nevrotik durum ona yansıtılarak tavırlarının normal olmadığını farketmesi ve buna uygun davranışlar sergilemesi sağlanmaktadır.

 

 

 

HODGKİN LENFOMA

Hodgkin (Hoçkin) hastalığı olarak da bilinen Hodgkin Lenfoma, tedaviye yanıt veren bir lenf bezi çoğalması ile seyreden kronik (süregen) bir hastalıktır. Aslında bir çeşit iyi huylu kanserdir ve nedeni bilinmemektedir.

Boyunda ve mediastende (göğüste) lenf bezi büyümeleri olur. Hastalık hızlı ilerleyebileceği gibi yavaş da ilerleyebilir, hatta herhangi bir bulgu olmadan sessiz bile kalabilir.

Çeşitli safhaları vardır, buna göre tedavisi de değişir. Hemen hemen bütün hastalar kemoterapi (ilaç tedavisi) ve radyoterapi (ışın tedavisi) ile iyileşebilir.

Hodgkin hastaları özellikle enfeksiyonlardan uzak durmalıdır. Grip, nezle; boğaz, kulak,idrar yolu,akciğer vs enfeksiyonuna yakalanmamak için çok dikkatli olmalıdır. Hasta olmamak için; bağışıklık sistemini güçlü tutmak gerekir. Bol C vitamini almalı, soğuktan korunmalı, gripli kişilerden uzak durmalıdır. Enfeksiyon kapabileceği kalabalık ortamlardan uzak durmalıdır.

 

 

HORLAMA

Horlama nasıl tedavi edilir? Horlama tedavi yöntemleri…
Aslında horlama, uyku sırasında dokuların titreşmesine neden olan türbülanslı hava akışından kaynaklanan bir sestir. Diğer tüm sesler gibi horlama da, havadaki parçacıkların ses dalgaları oluşturmasına neden olan titreşimlerden kaynaklanır. Tıbbi adı “obstrüktif uyku apnesi” adı verilen ve uykuda solunumun zaman zaman durması ile kendini gösteren ciddi bir hastalığın belirtisi de olabilen horlama nasıl tedavi edilir?

Nefes alırken, burnumuz ya da ağzımızla akciğerlerimiz arasında düzenli bir hava akışı olur. Otururken ve sessizce nefes alırken nispeten az ses çıkar. Egzersiz yaptığımızda, hava daha hızlı hareket eder ve soluduğumuzda bazı sesler üretir. Bunun nedeni, havanın burnun içinde ağızdan daha hızlı hareket etmesi ve bu durumun da hava akışının daha fazla türbülans ile burun ve ağızdaki dokuların bazı titreşimleri ile sonuçlanmasıdır.
Uyuduğumuzda, boğazın arkasındaki bölge bazen kaslar gevşerken ve hatta geçici olarak kapanırken daralmaktadır. Bu küçük açıklıktan daha hızlı geçen aynı miktarda hava, açıklığı çevreleyen dokuların titreşmesine neden olabilir ve bu da horlama seslerine neden olabilir. Horlayan insanların daralma için farklı sebepleri vardır. Daralma burun, ağız veya boğazda olabilir. Palatal horlama bir kişinin ağzından nefes alması veya burun tıkanıklığının olması durumunda daha kötüdür.
Kadınlara göre erkeklerde daha fazla görülen ve gece boyunca solunum için harcanan güç dolayısıyla vücutta yorgunluğa, gündüz halsizlik ve uykusuzluğa neden olabilen horlama nasıl tedavi edilir? İnsanlar neden horlar?
HORLAMA İÇİN TIBBİ TEDAVİLER
Hekiminiz veya kulak burun boğaz doktorunuz aşağıdaki gibi bir tıbbi cihaz veya cerrahi prosedür önerebilir:
Sürekli Pozitif Havayolu Basıncı (CPAP): Uyku sırasında hava yolunuzu açık tutmak için, başucunuzdaki bir makine basınçlı havayı, burnunuza veya yüzünüze taktığınız bir maskeye üfler.

Lazer destekli uvulopalatoplasti (LAUP): Uvulayı (boğazın arkasındaki asılı yumuşak doku) kısaltmak ve damağın her iki tarafına küçük kesikler atmak için bir lazer kullanır. Kesikler iyileştikçe, çevredeki dokular horlamayı tetikleyen titreşimleri önlemek için sertleşir.
Palatal implantlar veya Pillar prosedürü: Yumuşak damak içine küçük plastik bir implantın yerleştirilmesidir. Bu da, yumuşak damağın horlamaya neden olabilecek şekilde çökmesini önlemeye yardımcı olur.
Somnoplasti: Horlama sırasında titreşen uvula ve yumuşak damak dokularını temizlemek için düşük radyofrekans ısısı kullanır. İşlem lokal anestezi altında gerçekleştirilir ve yaklaşık 30 dakika sürer.
Özel olarak takılan diş cihazları ve alt çeneli pozisyonerler: Alt çenenizi veya dilinizi uyurken öne getirerek hava yolunuzu açmanıza yardımcı olur. En iyi sonuç için, bu cihazlarda uzmanlaşmış bir diş hekime danışmanız gerekir.
Uvulopalatopharyngoplasty (UPPP): Termal Ablasyon Palatoplasti (TAP), tonsillektomi ve adenoidektomi gibi cerrahi prosedürler, dokuları cerrahi olarak çıkartarak veya anormallikleri düzelterek solunum yolunuzun genişliğini artırır.

HORLAMANIN NEDENLERİ
Horlama, ağzınızın ve sinüslerin anatomisi, alkol tüketimi, alerjiler, soğuk algınlığı ve kilonuz gibi çeşitli faktörlerden kaynaklanabilir.
Hafif bir uykudan derin bir uykuya geçip ilerlediğinizde, ağzınızın çatısında (yumuşak damak), dil ve boğazda kaslar gevşer. Boğazınızdaki dokular, solunum yolunuzu kısmen tıkayarak ve titreşirken yeterince rahatlayabilirler.
Hava yolunuz ne kadar daralırsa, hava akışı o kadar zorlaşır. Bu, horlamaya neden olan doku titreşimini artırır.
Aşağıdaki koşullar hava yolunu etkileyebilir ve horlamaya neden olabilir:
HORLAMAYI ÖNLEMEK İÇİN YAPILACAKLAR
Horlamayı önlemek veya azaltmak için şunları yapabilirsiniz:
– Aşırı kiloluysanız, kilo verin. Aşırı kilolu kişiler boğazda horlamaya katkıda bulunan fazladan dokulara sahip olabilirler. Kilo vermek horlamayı azaltmaya yardımcı olabilir.
Sırt üstü uzandığınızda, diliniz boğazınıza geri çekilerek, hava yolunuzu daraltarak hava akışını kısmen engeller. Gece sırt üstü uyumayı engellemek için, pijamanızın arkasına bir tenis topu dikmeyi deneyin.
Yastığınızı yükselterek başınızın bedeninizden yüksek olmasını sağlamak horlama ihtimalini azaltır.
Burun köprüsüne uygulanan yapışkan bantlar birçok kişinin burun geçiş alanını genişleterek daha rahat nefes almasına yardımcı olur. Burun dilatörü, burun delikleri boyunca dışarıdan uygulanan, hava akımı direncini azaltan, daha kolay nefes alabilmenizi sağlayan, sertleştirilmiş bir yapışkan şerittir. Bununla birlikte, burun şeritleri ve dış burun dilatörleri OSA’lı kişiler için etkili değildir.
Alerjiye veya eğri bir septuma sahip olmak burnunuzdaki hava akışını sınırlayabilir. Bu, sizi ağzınızdan nefes almaya zorlar ve horlama olasılığını artırır.
Yatmadan en az iki saat önce alkol almayı bırakın ve sakinleştirici ilaçlar kullanmadan önce doktorunuzu horlama şikayetiniz ile ilgili haberdar olmasını sağlayın. Yatıştırıcılar ve alkol, merkezi sinir sisteminize baskı yaparak boğazınızdaki dokular da dahil olmak üzere kasların aşırı rahatlamasına neden olur.
Sigarayı bırakmak horlamayı da azaltabilir.
Yetişkinler, en az yedi saat uyumaya çalışmalıdır. Çocuklar için önerilen uyku saatleri yaşa göre değişir. Okul öncesi çocuklar günde 10 ila 13 saat uyumalıdır. Okul çağındaki çocukların ise günde dokuz ila 12 saat uykuya ihtiyacı vardır ve gençler de günde sekiz ila 10 saat uyumalıdır.

İNSANLAR NEDEN HORLAR?
Dinlenirken nefes almak için burun içinden nefes almak idealdir. Burun, gelen hava için nemlendirici, ısıtıcı ve filtre görevi görür.
Ağzımızdan nefes aldığımızda, akciğerlerimize giren havadaki bu değişiklikler daha az oranda gerçekleşir.
Burun, burun kenarları olarak adlandırılan, her iki tarafta bir tane olmak üzere iki paralel geçitten oluşur. Bunlar, nispeten düz bir kıkırdak duvarı, kemik ve astar doku (burun mukozası olarak adlandırılır) olan ince bir duvarla (septum) ayrılır. Her pasajın lateral tarafında (burnun yanaklara daha yakın olan duvarı), burun tabanına yaklaşık olarak paralel uzanan uzun, silindirik biçimli yapılar olan üç burun konisi vardır. Türbinler, hava akışını düzenleyen birçok küçük kan damarı içerir. Türbinatlardaki kan damarları büyürse, bir bütün olarak türbinat yükselir ve hava akışı azalır. Kaplar daralırsa, türbinler küçülür ve hava akışı artar.
Hemen hemen herkesin genellikle her 2 ila 6 saat arasında solunumun çoğunu yapan tarafı değiştirecek doğal bir burun döngüsü vardır. Örneğin, eğer doğru burun türbinatları şişmişse, havanın çoğu sol burun geçişine girer. Yaklaşık 6 saat sonra, sağ nazal konkalar (her burun deliğinde üçer tane bulunan konka adlı etler) daha küçük hale gelir ve sol nazal konkalar şişer, solunumun çoğunluğunu sağ burun geçidine kaydırırlar. Soğuk algınlığınız olduğunda veya kronik (uzun süreli) tıkalı bir burnunuz varsa bu döngüyü görebilirsiniz. Konkalar ayrıca alerjik reaksiyonlardan veya soğuk hava veya kir gibi dış uyaranlardan da şişebilir.

 

 

 

HPV ENFEKSİYONLARI

HPV nedir?
HPV, rahim ağzında ve mukozalarda (örnek:ağız içi ve vajina içi dokusu mukozadır) infeksiyon yapan ve kondilom adı verilen siğil şeklinde kitlelerin oluşumuna neden olan bir virüstür. Cinsel temasla bulaşır. Vücuda girdiğinde hücreler içine yerleşir, kişinin vücudunun zayıf düştüğü zamanlarda (stres, uykusuzluk, beslenme bozukluğu gibi) infeksiyonundan yıllar sonra bile alevlenerek rahim ağzı kanserinin gelişmesinde büyük rol oynar. Bu yüzden HPV enfeksiyonunun erken teşhisi çok önemlidir.
HPV nasıl bulaşır?
Cinsel yolla bulaşır. Özellikle, çok sayıda cinsel partneri olan kişilerin ve bu kişilerin eşlerinde yaygındır. Oldukça bulaşıcı bir virüstür. Erkekten kadına, daha çabuk bulaşmaktadır. Virüs, oral ve anal ilişkiyi de içeren tüm şekilleriyle yayıldığından cinsel yönden aktif herkese bulaşabilir.

HPV’nin yaklaşık 80’e yakın farklı tipi vardır. Bunlardan bazılarını biz yüksek risk grubu diye ayırıyoruz ki, alındığında kadında rahim ağzı kanseri oluşumunda rol oynadığı görülmüştür. 16-18-31-33 numaralı tiplerin alt genital sistem dediğimiz vajina, vajinal dudaklar ve rahim ağzı kanserlerinde rol oynadığı belirtilmiştir.

Yapılan araştırmalarda HPV’nin yüksek risk tipleri serviks kanserleri vakalarının %95’inde tespit edilmiştir ama virüs tek başına bir kanser etkeni kabul edilmemektedir, yanında sigara, yaş, gebelik önleyici hapların kullanımı ve bu gibi yan faktörler de gerekmektedir.

HPV virüsü alındığında enfekte olan bölge tamamen normal kalabilir ve vücut enfeksiyonu kontrol edebilir veya bu bölgede kondilom dediğimiz genital siğiller oluşur. HPV hücre içine yerleştiğinde bazı tipleri hücrenin genetik yapısını etkileyerek, hücrelere olan etkileriyle hücrenin kendi kendine hızla ve kontrolsüzce çoğalmasına neden olur.Hücrelerin kontrolsüzce çoğalması ise kanser oluşma riskini beraberinde getirir. Her virüs yara veya kanser yapmamaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi kişinin direnç sistemi de çok önemlidir.

HPV bulaştıktan sonra belirli bir kuluçka devresinden sonra rahim ağzı ve anüs etrafında sayıları ve büyüklükleri değişken siğillerin oluşması ile belirti verir. Özellikle kadınlarda bazı durumlarda vajina-anüs arası bölgeyi, anüsü veya vajinayı tümüyle dolduran karnıbahar görünümlü dev kitlelere de rastlamak mümkündür. Oral seks (ağız yoluyla) uygulamalarında ağız mukozasında da siğiller ortaya çıkabilir.

Türkiye’de de son 10 yıldır daha yaygın bir hale gelmektedir.
HPV Testleri
1- Smear testi ( bakınız PAPSMEAR nedir? ),

2-Kolposkopik muayene (kolposkop optik bir cihaz olup bununla rahim ağzındaki dokulara bakılıyor- kabaca bir çeşit mikroskop gibi değerlendirebiliriz)

3-Hybrid capture HPV DNA testi (pap-smear testi gibi ucu pamuklu bir çubuk ile rahim ağzından sürüntü alınır ve laboratuvarda yeni bir DNA testi ile servikal hücrelerde ve dokularda HPV DNA’sını yakalanmaktadır, bu HPV testi görülebilir hücre değişiklikleri olmadan bile HPV’nin varlığını gösterebilir ve mevcut HPV tipini düşük risk veya yüksek risk olarak tanımlayabilir.)

Korunmada prezervatif ve tek eşlilik önemlidir, genital bölgelerinde siğil gibi lezyonların bulunduğu kişilerle ilişkiye girmekten kaçınılmalıdır. Herhangi bir şikayetiniz olsun olmasın rutin olarak genel kadın sağlığınız içinde gerekli olan 6 ayda bir doktor kontrolüne gitmek en idealidir.

Tedavide vücuttaki virüs yok edilemez. Sadece oluşturduğu yaralar tedavi edilebilir.
Son gelişmeler
Konuyla ilgili aşı çalışmaları vardır. birkaç yıl içinde tamamlanması beklenmektedir, cinsel yaşam başlamadan önce kadınlara kanser yapan tiplerinin aşılarının yapılması gibi planlamalar vardır.

HPV bulunan herkes hasta veya kanser olacak diye bir kural yoktur ama bu kişiler doktor kontrolü altında olmalı, 3-6 ayda bir kontrol edilmelidir.

 

 

HUZURSUZ BACAK SENDROMU

Huzursuz Bacak Sendromu (HBS) bacaklarda rahatsızlık hissi ile ortaya çıkan ve bazen ailevi özelliği de olan bir hastalık grubudur.

Huzursuz bacak sendromunun görülme sıklığı ülkeden ülkeye değişir. Doğudan batıya doğru sıklığı artar. Ülkemizde yapılan çalışmalarda huzursuz bacak sendromunun toplumda görülme sıklığının %3 civarında olduğu tespit edilmiştir.

Hastalığın ortaya çıkış yaşı çok değişkendir. Ailevi formlarda yakınmalar sıklıkla genç yaşlarda, hatta çocukluk çağında ortaya çıkabilir.

Hastalar genellikle yakınmalarını tam tarif edememekle birlikte bacaklarda rahatsızlık, karıncalanma, germe hissi, ağrı ve uyuşmadan şikayet ederler. Akşamüstü ve gece yatarken bacaklar hareketsizken ortaya çıkan bu yakınmalar, hasta kalkıp dolaştığında, bacaklarını hareket ettirdiğinde veya masaj yapıldığında rahatlar.

Hastalar genellikle bu yakınmalarının başka sebeplere bağlı olduğunu zannedebilirler. Yıllardır uykusuzluk çeken uykuya dalmakta sorun çeken hastaların bir kısmında huzursuz bacak sendromu olabilir ve tedavi ile birlikte yakınmaları tamamen geçebilir.

Bacak varisleri olan hastalar yakınmalarını bununla ilişkili zannedip huzursuz bacak tanısı atlanabilir ve yıllarca tedavisiz kalabilirler. Bir grup hasta ise bu yakınmalarını romatizmadan kaynaklandığını düşünüp hekime başvurmayabilir. Hatta bazı çocuklar bacaklarını devamlı oynattıklarından “hiperaktif çocuk” tanısı bile alabilirler. Bazen çocukların ifade ettikleri bacak ağrıları yanlışlıkla “büyüme ağrısı” olarak değerlendirildiklerinden hastalar tedavisiz kalabilirler.

Bazı hastalarda yakınmaların şiddeti ve sıklığı o kadar fazladır ki gece uykuya dalmakta zorlanırlar ve uyku kaliteleri bozulur. Kalitesiz ve yetersiz uyku sonucunda da hastaların günlük yaşamı etkilenmeye başlar. Oturularak yapılan uzun süreli yolculuklarda, sinema, tiyatro, konser ya da iş toplantıları gibi sosyal ortamlarda hastalar oldukça sıkıntı duyarlar.

Huzursuz bacak sendromu belirtileri nelerdir?

Huzursuz bacak sendromu olan kişilerde aşağıdaki yakınmaların tümü vardır.

• Bacaklarda huzursuzluk hissine bağlı hareket ettirme ihtiyacı
• Bu yakınmaların oturma ve yatma gibi istirahat durumlarında ortaya çıkması
• Bu yakınmaların akşam saatlerinde ya da gece ortaya çıkması ya da artması
• Bacakları hareket ettirmekle bu huzursuzluk hissinin bir süreliğine azalması veya kaybolması

Huzursuz bacak sendromunun en sık nedenleri nelerdir?

İdyopatik (birincil) tip ve ikincil tip olmak üzere iki grupta ele alınır.

İdyopatik tip olanlar, ailevi olan ve olmayan olarak iki gruba ayrılır. Bu grupta huzursuz bacak sendromuna neden olabilecek başka bir hastalık bulunmaz.

İkincil tip olanlar ise bir hastalık veya etkenler sonucunda ortaya çıkan gruptur. Bunların arasında; Parkinson hastalığı, böbrek hastalığı, polinöropati (sinir ucu iltihabı), demir eksikliği, vitamin ve mineral eksikliği, gebelik, bazı romatolojik hastalıklar sayılabilir. Depresyon, psikoz ve alerji ilaçları hastalığın çıkmasında veya şiddetinin artmasında etken olabilir. Ayrıca kafein, alkol ve sigaranın da huzursuz bacak sendromu bulgularını kötüleştirebileceği akılda tutulmalıdır. Gebelikte olan huzursuz bacak sendromu ile ilgili yakınmalar ilk kez ortaya çıkabilir ya da gebelik öncesi var olan yakınmalar artış gösterebilir. Özellikle gebeliğin son aylarında yakınmalar şiddetlenebilir.

Huzursuz bacak sendromu uykuda da olur mu?

Huzursuz bacak sendromu olan hastaların bir kısmında, gece uykudayken belli sürelerle tekrarlayan ve şiddetli durumlarda uykunun yapısını bozabilen, bacaklarda atma, irkilme şeklinde hareketler ortaya çıkar. “Uykuda periyodik bacak hareketi bozukluğu” adı verilen bu sendrom, huzursuz bacak sendromu olan hastaların yaklaşık %80’inde mevcuttur.
Hastalar genellikle bu hareketlerden habersiz oldukları için hasta yakınının ifadesine başvurulur. “Gece yatakta tekme atıyor”, “Aniden bacağı sıçrıyor, irkiliyor” şeklinde hasta yakınından bilgiler alınır.

Huzursuz bacak sendromuna nasıl tanı konulur?

Hastalığın tanısı, uyku hastalıkları ile ilgili uzman hekimlerin ayrıntılı hastalık öyküsünü alması ve muayenesi sonucunda konur. Huzursuz bacak sendromuna yol açabilen diğer nedenleri dışlamak için de bazı kan tahlilleri ve gerektirdiğinde elektrofizyolojik testler istenebilir.

Huzursuz bacak sendromu tedavi edilebilir mi?

Huzursuz bacak sendromunun tedavisinde birçok ilaç kullanılmakla birlikte ilk olarak eşlik edebilen hastalıkların ve metabolik bozuklukların saptanması ve tedavisi gerekmektedir.
Hastaların çoğunda kolaylaştırıcı nedenler tedavi edilse de (anemi, vitamin eksikliği vb.) yakınmalar devam edebilmektedir.
Hafif şiddette yakınmalar masaj, sıcak-soğuk uygulama, egzersiz, tetikleyen ilaçlardan ve kafeinden uzak durma ile gerileyebilir.
Huzursuz bacak sendromunun orta ve şiddetli düzeyde seyrettiği hastalarda ise ilaç tedavisi başlanır. Yakından takip edilen bu hastalarda doz ayarlaması yapılarak hastalığın aktivitesi baskılanır. İlaç tedavisi ile hastaların çoğunda oldukça yüz güldürücü sonuçlara ulaşılması mümkündür.

Huzursuz bacak sendromu kendiliğinden geçer mi?

Gebelik dönemi ve bazı sekonder (ikincil) nedenlere bağlı olan grup dışındaki hastalarda hastalığın kendiliğinden gerileyip geçmesi nadirdir. Hastalık hayat boyu, alevlenme dönemleri ile dalgalı bir seyir izleyebilir. Hastalar bazen yakınmalarının azaldığını hatta kaybolduğunu da ifade edebilirler. Ancak bir süre sonra hastalık bulguları tekrar ortaya çıkabilir. Kandaki demirin eksilmesi, stres, aşırı egzersiz, alkol, sigara ve kafein hastalığın şiddetinin artmasında ve tetiklenmesinde rol oynayan etmenler arasındadır.

 

 

 

İDRAR KAÇIRMA

Kadınlarda idrar kaçırma, hayat kalitesini olumsuz etkileyen ve hastayı sosyal yaşamdan uzaklaştıran önemli bir sağlık sorunudur. Özellikle kadınlarda ileri yaş, çok sayıda doğum yapmak ve aşırı kilo gibi nedenlerle ortaya çıkan idrar kaçırma, önemli hastalıkların belirtisi de olabilir.
İdrar kaçırma sosyal yaşamdan uzaklaştırır
İdrar kaçırma sorunu kadınlarda erkeklere oranda daha sık ortaya çıkmaktadır. Yaş ilerledikçe artan idrar kaçırma problemi 40 yaş üstü kadınların % 50’sini etkilemektedir.
Ağır kaldırmak, hapşırmak ve merdiven çıkmak gibi aktiviteler ile stres anında ortaya çıkmaktadır. Bazı hastalarda günlük aktiviteleri sırasında idrar kaçırma sorunu görülmez. Ancak bu hastalar sık idrara çıkma ve tuvalete yetişememe gibi sorunlar yaşamaktadır.
Günde 10- 15 kez idrara çıkan bir kadının yaşam kalitesi de olumsuz etkilenmektedir. Çünkü bu sorunu yaşayan her kadın sosyal hayattan da uzaklaşmaktadır.
Zor ve travmalı doğumlar idrar kaçırma riskini artırır
Zor ve travmalı doğumlar, vajinal yollarda ortaya çıkan sorunlar idrar kaçırma riskini artırırken, sezaryen veya normal doğumun idrar kaçırma üzerinde etkisi bulunmadığı bilinmektedir. Fazla sayıda doğum yapmak idrar kaçırmaya neden olur.
Kilo vermek idrar kaçırma sorununu ortadan kaldırabilir
Toplumun en önemli ve tedavi edilmesi gereken sağlıklı sorunlarından biri de obezitedir.
Aşırı kilolar, idrar kaçırmaya neden olan faktörlerin başında gelmektedir. Çünkü aşırı kilo ile karın içindeki basıncın artışı, idrar yollarını olumsuz etkiler. Kasları geliştirmek için düzenli egzersiz yapmak önemlidir. Genel olarak kasların güçlü olması, idrar tutan organlar da olumlu etki sağlar. Su, kahve, çay gibi sıvıların aşırı tüketimi de idrar kaçırma sorununu artırmaktadır. Sıvı tüketimlerini normal seviyeye düşürmek, idrar kaçırmanın sorun haline gelmesini engeller. Özellikle ileri yaşlarda ortaya çıkan idrar kaçırma sorunu mutlaka tedavi edilerek, hastaya yaşam konforu sağlanmalıdır.
Cerrahide askılama yöntemi
Günümüzde modern ameliyatlarla idrar kaçırma sorunu tedavi edilebilmektedir. İdrar kaçırmada cerrahi yöntemlerden biri olan “Askı ameliyatları”, her hastaya uygulanmamakla birlikte, uygun hastalarda ve tecrübeli ellerde başarılı sonuçlar vermektedir.
İdrar kaçırma önemli hastalıkların belirtisi olabilir
İdrar kaçırmalarda altta yatan başka sorunlar araştırılmalıdır. Sorun, basit bir idrar kaçırma gibi görünse de bazen altta yatan neden, şeker hastalığı ve çeşitli sinir sistemi hastalıklarının habercisi olabilir. Eğer kanda şeker seviyesi yüksekse kişi sık idrara çıkmakta ve idrar kaçırma riski de artmaktadır. Özellikle şeker hastalığı, idrar kaçırma sorunu olan hastalarda araştırılması gereken nedenlerden biri olabilir. Çünkü hasta uzun süredir diyabet sorunu yaşıyorsa ve şeker seviyesi de kontrol altında değilse, vücudun birçok bölgesindeki sinirler olumsuz etkilenmekte ve özellikle mesane sinirleri de işlevini yerine getiremez duruma gelmektedir.

 

 

İDRAR TUTUKLUĞU

İdrar tutukluğu nedir? İdrar neden yapılamaz? İdrar tutukluğuna ne iyi gelir? İşte tedavisi
İdrar, insanların günlük hayatta tükettikleri içeceklerin süzülerek bir torbada birikmesi ile gerektiğinde vücuttan atılması işlemidir. Peki idrar yolu hastalıklarından biri olan erkek ve kadınlarda da görülen idrar tutukluğu nedir? İdrar neden yapılamaz? Erkeklerde idrara çıkamama. Kadınlarda idrar yapamama nedenleri nelerdir?

İdrar yolu hastalıklarından biri olan idrar tutukluğu kısaca; mesaneyi tam olarak boşaltamamak olarak tanımlanır. Akut ya da kronik idrar tutukluğu olarak iki şekilde görülür. Akut idrar tutukluğu hiç idrar yapamama durumudur. Bu tür hastalara acil tıbbi yardım yapılması gerekir. Hastalığın bir diğer çeşidi olan kronik idrar tutukluğunda ise hasta idrara az da olsa çıkar fakat mesaneyi tam olarak boşaltamaz.
İDRAR NEDEN YAPILAMAZ?
Günlük olarak tüketilen içecekler ve kanın süzülmesi sonrasında tüm bu maddeler insan vücudunda bulunan mesane yani idrar torbasında biriktirilir. Bu torba dolaya yakın kişinin sinir sistemi ile beyne sinyal gönderilir ve kişinin en kısa zamanda idrarını yapması gerekir. Bu sistemin işlemesinde meydana gelen en küçük bir sorun kişinin idrar yapamamasına yol açar.
İDRAR TUTUKLUĞUNUN NEDENLERİ
Böbreklerden gelen bir taş parçasının idrar yolunu tıkaması veya doğuştan idrar yolunun yapısının düzgün olmaması, idrar tutukluğu sebeplerinden birkaçıdır. İdrarın dışarı atılacağı yolu ya böbrekteki taş yüzünden tıkalı ya da prostat büyümesi sebebiyle sorunludur.
ERKEKLERDE İDRAR TUTUKLUĞU NEDENLERİ VE BELİRTİLERİ
Erkekte idrar kesesinin ağzında, içinden idrar borusu geçen prostat bezi vardır. Prostat bezi genç bir erkekte ortalama 20 gramdır. 50 yaşından sonra genellikle bir çok erkekte büyüme gösterir. Bu büyüme iyi ya da kötü huylu olabilmektedir. Erkeklerde idrar yapamama durumu yaşlı erkelerde daha çok görülen bir durumdur. Erkeklerdeki idrar tutukluğunun nedenleri olarak; Psikolojik nedenler, alınan ilaçlar, enfeksiyonlar, prostatın yaşlılığa bağlı büyümesi, prostat veya idrar kanalı iltihabı, sSinir sistemi hasarları, idrar retansiyonu, anüri ve mesane ve üretranın patolojik hastalıkları olarak sayılabilir.

KADINLARDA İDRAR YAPAMAMA NEDENLERİ NELERDİR?
Bazı kadınlar rahat idrar yapamama ve idrarı tam boşaltamadan yakınırlar. Buna işeme bozukluğu da denir. Çok çeşitli nedenleri vardır: neden yatabilir. Mesane sarkması, idrar tutma kasının aşırı kasılı olması, menapoza bağlı vajen kuruması, multipl skleroz, Parkinson veya Alzhemier gibi sinirsel bozukluklar en sık izlenen rahatsızlıklardır.
Kadınlarda işeme bozuklukları ve idrar kaçırma durumlarında şu belirtiler gözlemlenir:
• Alt taraf iyice gerginleşmiştir,
• Karnın alt tarafı oldukça genişlemiştir,
• Dokununca şiddetli ağrı bulunur,
• İşemede zorluk başlar,
• Tamamen mesane boşalmasında güçlük oluşur,
• İdrar akımındaki zayıflık, damla damla gelir ya da bir salya gibi akar,
• Gün boyunca idrar çok az gelir, gelse de çıkamaz,
• Mesanenin dolduğu hissedilir ama boşaltılamaz,
• Karın basıncı artar,
• İdrara çıkmada dürtü eksikliği, yani idrara çıkma isteği yok olur,
• Gece idrar dürtüsü ile sık sık uyanma gerçekleşir.
İDRAR TUTUKLUĞU TEDAVİSİ VE İLAÇ!
İdrar yapamamaktan şikayet etmekteyseniz bir Üroloji doktoruna görünmeniz gerekmektedir. Yapılacak idrar testi ve ultrason sizdeki idrar tutukluğunun tespiti yönünde doktorunuza tanımlayıcı bilgiler verecektir ve gerekli tedaviye başlayacaktır. Ayrıca günde 10-12 bardak su içmeniz bu hastalığın tedavisinde yardımcı etkendir. Bilmeniz gereken bir diğer husus; kullandığınız bazı ilaçlar sinir sinyallerini engelleyerek idrar tutukluğuna neden olabilmektedir. İdrar yapamama durumu antihistamikler, mide ve kas krampları için kullanılan ilaçlar, antispazmodikler, antidepresanlar ve idrar kaçırma tedavisinde kullanılan bazı ilaçlardan da kaynaklanabilmektedir. Bu durumlarda düzenli kullandığınız bu tip ilaçlarınız varsa doktorunuza başvurarak başka ilaç yazmasını isteyin.
KADINLARIN YAYGIN SORUNU: İDRAR KAÇIRMA
Birçok kadın bu sorunu yaşıyor ancak dillendiremiyor. Kimisi bir çözümü yok sanıyor, büyük bir çoğunluğu ise doktora gitmeye utanarak bütün hayatını bu soruna göre organize etmek zorunda kalıyor. Ancak uzmanlara göre bu sonuçların çoğu bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor.

 

 

 

İDRAR YOLLARI TAŞ HASTALIKLARI
Böbrek Taşı
Böbrek taşı, böbreklerin içerisinde çeşitli maddelerin kristalizasyonu (taşlaşması) sonucu oluşan maddelerdir.
Taşların çoğunluğunu kalsiyum oksalat taşları oluşturmakla beraber, bazıları da kalsiyum fosfat, ürik asit veya diğer kimyasal maddelerden oluşabilirler. Bu taşlar böbrekte kalabilir, büyüyebilir veya böbrekten hareket ederek böbrekleri mesaneye bağlayan üreterlere düşebilir.
Böbrek taşları en çok kimlerde oluşur?
Erkeklerde kadınlara göre daha sıklıkla oluşur; oran 3:1’dir. Böbrek taşları dünyada her yerde ve her iklimde görülebilirse de sıcak mevsimlerde daha sık oluştuğu gözlenmektedir. Bunun nedeni sıcak mevsimlerde vücudun su kaybının daha fazla olmasıdır.
Diyetin taş oluşumunda önemli bir faktör olduğu kabul edilmiş olmakla beraber bazı taşların oluşumunda daha fazla önem kazanmaktadır.
Kimlerde, neden taş oluştuğu sorularının cevapları oldukça karışıktır . Birçok karmaşık faktör çeşitli kimyasal maddelerin böbrek içerisinde kristaller oluşturarak taşlaşamaya neden olabilmektedir. Bunların arasında anlaşılması en kolay olan faktör vücudun su içeriğinin değişiklikleridir. Vücudu, böbrek taşı yapmaya yatkın olan birisi, vücudundan su kaybederse, idrar daha yoğun olacak ve içerdiği kimyasal maddeler de daha kolayca kristalleşebilecektir.
Bunun tam tersi olarak da sıvı alımı yeterli seviyede olan bir kişide taş oluşumu oldukça zordur. Taş oluşumunda etkili diğer faktörleri vücud metabolizması, diyet veya hastalık olarak sıralayabiliriz.
Böbrek taşı şikayetleri nelerdir?
Böbrekte yerleşmiş bir taş dayanılmaz derecede ağrı yapabileceği gibi çok az ağrı da yapabilir. Taş üreter borucuklarına düşebilir ve bu durumda şiddetli ağrı yapma ihtimali daha artar. Hangi taşların daha az hangilerinin ise daha fazla ağrıya neden olabileceğini tahmin etmek zordur. Ağrı gelip geçici olabilir. Genellikle belin alt tarafında ve taşın olduğu yan tarafta olur ve bazen karna doğru yayılabilir.
Nasıl tedavi edilir?
Birçok taş kendiliğinden düşer. Küçük boyuttaki taşların çoğuna kendi kendilerine düşebilmeleri için şans tanınmalıdır. Genellikle taşların tedavisi ilgili taşın yerleşimi ve boyutuna göre değişmektedir. Acil olmayan şartlarda taşın tam olarak görüntülenebilmesi için ilk etapta IVP adı verilen film istenir. Acil durumlarda ise ilaçsız üriner BT yapılması gerekir. Tedavi yöntemi taşın büyüklüğüne göre seçilmektedir.
ESWL (Taş kırma makinesi)
Bu tedavi metodunda, şok dalgaları vücut dışından sıvı ortama geçirilerek, taşa uygulanır ve taşın kırılması sağlanır. Taş, vücuda hasar vermeden kırıntılar haline getirilir ve vücut bu ufak parçacıkları atar.
Üretereskopi
Bu teknik, idrar borusunda mesaneye ve buradan da dar olan üreterlere teleskop ile girilerek direk görüş altında buradaki taşın parçalanması veya direkt olarak çıkarılması işlemidir.
Perkütan taş kırma
Sırttan teleskop ile böbreğe ciltten girilmesi ile görüş altında taşa müdahale edilmesi işlemini içerir. Bu teknik genellikle büyük taşlar için kullanılmaktadır.
Açık cerrahi
Günümüzde yukarıda kullanılan yeni teknikler sayesinde daha az oranlarda açık taş cerrahisi uygulanmaktadır.

 

 

 

İDRAR YOLLARI ENFEKSİYONLARI

Her beş kadından biri hayatının herhangi bir döneminde idrar yolu enfeksiyonuna (İYE) yakalanır.

Bu kadınlardan dörtte biri de 18 ay içinde yeni bir İYE atağı geçirir. İdrar yolu enfeksiyonları hafif ve kolay tedavi edilebilen hastalıklar olmasına rağmen, ihmal edildiğinde böbreklere kadar uzanabilir ve kalıcı hasarlar bırakabilir. İdrar Yolu enfeksiyonu geçirmiş olan kişiler bunun oldukça ağrılı bir durum olduğunu bilirler. Aniden gelen idrar hissi kişiyi gece yataktan kaldıracak kadar kuvvetli olabilir. Apar topar tuvalete gidildiğinde sadece birkaç damla idrar yapmak bu esnada da şiddetli yanma hissetmek hiç de hoş olmayan bir durumdur. Zaman zaman idrarda kan görülmesi de çoğu zaman kişiyi oldukça endişelendirir. İdrarın koyu, bulanık ve kötü kokulu olması kişinin moralini oldukça bozar.

Kişiyi korkutan bu tür belirtiler eğer tedavi edilmez ise enfeksiyonun böbreklere kadar yayılmasına ve kalıcı, hatta zaman zaman hayatı tehdit edici komplikasyonlara neden olabilir.

İdrar yolları alt ve üst yollar olmak üzere 2 bölümde incelenir.Üst idrar yollarında 2 böbrek, böbrekler ile mesane arasındaki bağlantıyı sağlayan ve üreter adı verilen tüpler bulunur. Alt idrar yolu dendiğinde ise mesane ve mesanenin dışa açılımını sağlayan ürethra anlaşılır. Alt idrar yollarının enfeksiyonu daha sık görülür.

Alt idrar yolu enfeksiyonları
Eğer tek şikayet idrar yaparken yanma hissi ise muhtemelen sorun ürethranın enfeksiyonudur.Buna ürethrit adı verilir. Bel soğukluğu en sık olmak üzere genelde cinsel yolla bulaşan milroorganizmalar tablodan sorumludur. Cerrahi girişim, sonda takılması, kullanılan vajinal krem, kayganlaştırıcı gibi maddelere karşı gelişen allerjik durumlar ürethrite neden olabilir. Eğer mikroorganizmalar yukarıya doğru tırmanmaya devam eder ise mesane de olaya katılır ve tablo sistite döner. Sistit mesane iltihabıdır ve en sık görülen idrar yolu enfeksiyonudur. Sistit sık tekrarlama eğiliminde olan bir enfeksiyondur. Ürethrit ve sistit çoğu zaman birarada görülür.

Üst idrar yolu enfeksiyonları
Tedavi edilmeyen alt idrar yolu enfeksiyonları mesaneden daha yukarılara doğru ilerleyebilir. Böbreklerin de olaya katılması ile tablo pyelonefrit adını alır. Bu durum acil tıbbi müdahale gerektiren ciddi bir hastalıktır.Şikayetler çok daha şiddetlidir ve kasık ağrısının yanısıra yan ağrıları görülür. Sistit belirtilerine ek olarak ateş, titreme, bulantı ve kusma ortaya çıkar. Müdahale edilmez ise durum kronikleşebilir ve böbrek hasarı hatta böbrek yetmezliği ile sonlanabilir.

Kadınlar Neden İdrar Yolu Enfeksiyonlarına Daha Meyillidir ?
İdrar yolu enfeksiyonlarına kadınlarda erkeklere göre 25 kat fazla rastlanır.Bu oran 20-50 yaş arasında 50 misline kadar çıkabilir. Menopoz sonrasındaki ilk yılda da İYE eğilimi oldukça fazladır. Peki bu neden böyledir. İYE’nın kadınlarda daha sık görülmesinin en başta gelen nedeni kadın ile erkek anatomisi arasındaki farktır. İdrar yolu enfeksiyonları dışarıdan gelen bakteriler tarafından yapılır.İdrar nomalde sterildir. Yani hiçbir mikroorganizma içermez. Ürethradan dışarıya doğru akarken burada birikmiş olan ve yukarılara çıkmaya çalışan mikroorganizmaları temizler. Ancak bazen bu mekanik temizleme yeterli olmaz ve enfeksiyon etkenleri yukarılara doğru sızabilir.Örneğin normalde barsaklarda bulunan E.coli isimli bir bakteri (koli basili) makattan vücudu terk ettikten sonra yeniden ancak bu kez ürethradan vücuda girer ve mesaneye kadar ulaşarak sistite yol açar. İşte anatomik fark burada devreye girer. Kadın ürethrası erkeğinkine göre çok daha kısa olduğundan katetmesi gereken mesafe ve bu iş için geçen süre çok daha azdır. İdrar yapma ile birlikte mekanik bir temizleme de olduğu için bakteriler erkek mesanesine ulaşamadan yeniden vücut dışına atılırlar. Bir diğer etken tuvalet alışkanlıklarıdır. Tuvalet sonrası temizliğin arkadan öne doğru yapılması anus çerverindeki organizmaları vajinaya taşır. Ayrıca anus çevresi ne kadar temiz tutulursa tutulsun iç çamaşırda yerleşen bakteriler vajinaya kadar ulaşabilir. Cinsel ilişki esnasında meydana gelen mikroskopik travmalar da enfeksiyona olan eğilimi arttırır.

İlk kez cinsel ilişkide bulunan ya da her zamankinden daha yoğun cinsellik yaşayan pekçok kadında 12-24 saat içinde yanma başlar. Özellikle balayında görülen bu durum nedeni ile tabloya “balayı sistiti” denmektedir.

Doğum kontrolünde kullanılan bariyer yöntemler prezervatif de dahil olmak üzere dokularda irritasyon ve dolayısı ile enfeksiyona meyil yaratır. Bazı spermisid maddeler vajinada normalde bulunan ve diğer bakterilerin aşırı çoğalmasını engelleyen mikroorganizmaları da öldürerek enfeksiyon nedeni mikroorganizmaların üremesini kolaylaştırır. Yine sünnetsiz erkeklerde sünnet derisi içinde yerleşen organizmalar da ciddi enfeksiyon kaynağıdır. Gebelik esnasında meydana gelen hormonal değişimler tüm düz kaslarda olduğu gibi idrar yollarında da yavaşlamaya yol açar.Bu yavaşlamanın bir sonucu olarak mesane tam boşaltılamaz ve bir miktar idrar sürekli mesanede kalır. Bu durum idrar yollarında enfeksiyona yol açan mikroorganizmalar için bulunmaz bir fırsattır. Gebelerin %15 kadarı sistit olduklarını fark edemezler.Tedavi edilmeyen idrar yolu enfeksiyonları zarların açılmasına ve erken doğuma yol açabilir. Bu nedenle kontrollerde gebenin herhangi bir yakınması olmasa dahi idrar tetkiki yapılmalıdır.

Mesane boşalmasının bozulduğu bir diğer durum da menopozdur. Yaşlanmaya bağlı olarak dokular elastikiyetini kaybeder ve tam boşalamaz. Gebelikte olduğu gibi biriken idrar enfeksiyon için uygun zemin hazırlar. Yaş ile birlikte şeker hastalığı görülme sıklığı da artar.
Belirtileri
Sık sık ve azar azar idrara çıkma
İdrar yaparken yanma
Kasık ağrısı
Kötü kokulu idrar
Bulanık idrar
Kanlı idrar
Ateş
Böğür ağrısı
Tanı
İdrar yolu enfeksiyonlarının tanısı oldukça kolaydır. Yapılan bir idrar tetkiki ve idrar kültürü pekçok zaman tanı için yeterli olur. İdrar tetkikinde lökosit ve bakteri görülmesi tipiktir. Burada çok önemli bir nokta idrar örneği verirken idrarın herhangi bir yere değip kirlenmesini engellemektir. Bu amaçla ürathra çevresi temiz bir gazlı bez ile silinir, idrar yapmaya başladıktan sonra ilk gelen idrar boşa akıtıldıktan sonra bir miktar idrar kabına yapılır. Buna orta akım idrar örneği denir. Kültür ve antibiyogram yapılmasındaki amaç ise enfeksiyonun hangi tür bakteri tarafından yapıldığının ve bu bakteriye karşı hangi antibiyotiklerin etkili hangilerinin etkisiz olduğunun ayırdedilmesidir. Bu sayede gereksiz ve etkisiz antibiyotik kullanımının önüne geçilir. Sık tekrarlayan veya tedaviye dirençli olan enfeksyonlarda altta yatan ek bir patolojinin saptanması amacı ile idrar akımı ölçüm testleri (sistometri), sistoskopi (ışıklı bir boru ile mesanenin inclenmesi) IVP (ilaçlı böbrek filmi) gibi tetkikler yapılabilir.
Tedavi
Alt idrar yolu enfeksiyonu vakalarının yaklaşık %80’i antibiyotik tedavisine yanıt verir. Bu amaçla gerek kültür almadan gerekse kültür sonucuna göre pekçok değişik gruptan ve markada antibiyotik kullanılabilir. Ağrıyı gidermek amacı ile spazm çözücüler ve ağrı kesiciler kullanılabilir. Bol sıvı alımı mekanik temizlik yaparak tedavinin etkinliğini arttırır. Üst idrar yolu enfeksiyonlarında ise hastaneye yatarak damardan antibiyotik tedavisi gerekli olabilir. Tekrarlayan enfeksiyonlarda altta yatan nedeni düzeltmek için (sistosel gibi) ameliyat gerekli olabilir. Kronik sistit problemi olan ve bu konuda az çok tecrübe kazanmış olan hastalar doktor kontrolüne gidene ve idrar tetkiki yaptirana kadar ellerinde bulunan ağrı kesici ve antibiyotikleri kullanabilirler. Ayrıca kasık bölgesine sıcak uygulaması faydalı olur. Ürethra bölgesinin dışarı atılmak için bekleyen idrardan daha sıcak olması idrar yaparken duyulan yanma hissini azaltır. İdrar yolu enfeksiyonunu taklit eden durumlar Bazı durumlarda var olan şikayetler idrar yolu enfeksiyonlarını taklite etmesine rağmen İYE dışında başka bir nedene bağlı olarak ortaya çıkar.

Şikayet Olası nedenleri
Sık idrara çıkma Sıvı alımının fazla olması
Alkol alımı
Kafein içeren çay, kahve gibi içecekler
Stres
Gebelikte görülen fiziksek değişiklikler
Mesaneye bası yapan kitleler

Ağrılı idrar yapma Vajinal enfeksiyonlar
Aktif genital herpes ya da cinsel yolla bulaşabilen enfeksiyonlar
Kimyasal irritasyon (dar pantolonlar, sentetik çamaşırlar, sprey veya pudralar)
Geçirilmiş operasyonlar

İdrar yolu enfeksiyonlarını önleyebilmek için bazı doğal tedavi yaklaşımları ortaya atılmıştır. Bir takım otların kaynatılarak içilmesi veya idrarı asidik yapacak meyve sularının faydası olabileceği iddiaları ortaya atılmıştır.

Günde 6-8 bardak su içilmesi sadece idrar yolları açısından değil genel sağlık koruması açısından oldukça faydalıdır. Alkol ve kafein içeren maddelerin daha az tüketilmesi, tuvalete gitmek için idrar hissinin gelmesinin beklenmemesi, her 3-4 saatte bir idrara çıkılması, genital bölgenin temiz tutulması ve temizlik sırasında arkadan öne doğru değil önden arkaya doğru temizlik kuralına dikkatli uyulması, genital bölge temizliği için sentetik kimyasal maddelerin kullanılmaması, mensler sırasında tampon ve pedlerin sık aralıklarla değiştirilmesi, naylon içerikli yerine pamuklu çamaşır kullanılması gibi basit önlemler ile İYE önlenebilir.

 

 

 

İDRARDA KAN GÖRÜLMESİ

İdrarda kan hücresi görülmesi birçok hastalığın belirtisi olabilir. En sık, idrar yolu enfeksiyonları, üriner sistem taş hastalıkları gibi selim huylu hastalıklarla görülmekle beraber gözle görülen veya tekrar eden mikroskopik kanamaların mutlaka ileri tetkiklerle araştırılması gerekmektedir.
Şunu en başta belirtmek lazım ki tıpta “kum” diye bir hastalık yoktur. Yan ağrısı, idrarda yanma sızı, idrarın koyu renkte çıkması gibi şikayetlerle doktora başvurulduğunda yapılan idrar tetkikinde kan hücresi (eritrosit) ve/veya kristallerin görülmesi sonucu hastaya “kum döküyorsun” denir. Hem hasta tanı konduğu için rahatlamış olur hem de başka bir araştırmaya ihtiyaç duyulmadan tedaviye başlanır.
Ancak hematüri (idrarda gözle veya tahlilde kan görülmesi) üriner sistem taş hastalığı dışında birçok hastalığa işaret edebilir. İdrarın kırmızı renkte olması rengi kırmızı olan bazı meyve sebzelerin (şalgam, pancar, siyah üzüm, siyah dut vs) yenmesinden sonra, kurşun ve civa zehirlenmelerinde, fenolfitalein içeren bazı müsil ilaçların kullanımında, compazine içeren bazı antipsikotik ilaç alımı, aspirin, kumadin gibi kan sulandırıcı ilaçların kullanımı ve bazı antibiyotiklerin (rifampin gibi) alımından sonra da görülebilmektedir. Bu nedenle idrarda kanama mı var yoksa renk değişikliği mi söz konusu bunun ayrılması gerekmektedir. Bu nedenle yapılacak olan tam idrar tahlilinde bazı yazarlara göre 3 bazılarına göre ise 5’ten fazla kan hücresi (eritrosit) görülmesi “idrarda kan var” diyebilmek için yeterlidir.
İDRARDA KANAMA SEBEPLERİ NELERDİR?
• İdrar yolu taş hastalıkları,
• İdrar yolu enfeksiyonları,
• Glomerulonefritler,
• Polikistik böbrek hastalığı,
• Nörojen mesane,
• İyi huylu prostat büyümesi,
• Böbrek kistleri,
• Travma,
• Böbrek kanseri,
• Mesane kanseri,
• Prostat kanseri,
• Üreter veya üretra kanseri,
• Hematolojik bozukluklar,
• Damarsal anomaliler,
• Egzersiz,
• Ateşli hastalıklar
İLK ÖNCE ŞİKAYETLER SORGULANMALIDIR
İdrarında kanama saptanan hastanın ilk önce şikayetleri sorgulanmalıdır. Ağrı, ateş, bulantı, idrar yaparken yanma, idrarda pıhtı olup olmadığı, hastanın kullandığı ilaçlar, mevcut hastalıkları vs. kaydedilmelidir. Ardından muhtemel sebeplere yönelik tetkikler yapılmalıdır. Yan ağrısıyla beraber idrarda kanama daha çok taş hastalıklarına işaret ederken, idrar yaparken yanma ve idrar tahlilinde lökosit görülmesi ise idrar yolu enfeksiyonunu desteklemektedir. Hasta genç ise ve şikayetleri idrar yolu enfeksiyonu lehine ise ileri tetkik yapılmaya ihtiyaç duyulmayabilir, tedavi sonrası kontrol idrar tahlili yapılarak kanamanın devam etmediği görülmelidir.
Gözle görülür kanama, tekrarlayan mikroskopik kanama ve/veya kanser için risk faktörlerinden en az biri var ise mutlaka ileri radyolojik tetkikler ve sistoskopi yapılmalıdır.
İDRARDA KANAMAYA BAĞLI ÜROLOJİK KANSERLER İÇİN RİSK FAKTÖRLERİ
• 35 yaşından büyük olmak,
• Sigara içmek veya sigara dumanına maruz kalmak,
• Boya ve/veya kimyasal maddelere (benzen, aromatik aminler vb) kronik maruziyet,
• Kronik sistit veya irritatif işeme bulguları,
• Pelvik radyoterapi öyküsü olmak,
• Siklofosfamid gibi kemoteröpedik ilaçlara maruziyet,
• İdrar yollarında uzun süre kalan yabancı cisim (sonda vb. gibi)
• Ağrı kesicilerin uzun süre suistimal edilmesi.

Kanda üre/kreatinin değerinin bakılması ve eğer enfeksiyon düşünülüyorsa idrar kültüründen sonra bu hastaların idrar yollarının radyolojik tetkiklerle görüntülenmesi gerekmektedir. Her ne kadar ilk görüntüleme olarak ultrasonografi pratikte en çok kullanılmakta ise de otörler ilk seçeneğin ilaçsız tüm batın tomografisi olması gerektiğini savunmaktadırlar. Açıklanamayan gözle görülür idrarda kanama, tekrarlayan mikroskopik kanama ve/veya kanser için risk faktörlerinden biri var ise ultrasonografi veya ilaçsız batın tomografisi ve sistoskopi yapılması gerekliliği vardır. Hastanın kanamasının sebebi taş ise tomografi ile %99’un üzerinde tanı konabilmektedir.
Gözle görülen veya mikroskopik hematürisi olan 1930 hasta üzerinde yapılan bir çalışmada hastaların %12’sinde mesane kanseri, % 0,7’sinde böbrek tümörü saptanmıştır. Buradan da anlaşılıyor ki idrar kanaması önemsenmeyecek bir durum değildir.
SİSTOSKOPİ ALTIN STANDART OLARAK KABUL EDİLİR
Mesane, prostat ve üretranın (alt idrar kanalı) en iyi görüntüleme yöntemi sistoskopidir. Sistoskopi lokal veya genel anestezi altında fiberoptik cihazlarla üretradan içeriye girilerek gerçek görüntülerle alt idrar yolu organlarının görüntülenmesidir.
Başka bir sebebi olsa bile gözle görülen pıhtılı kanaması olan her hastaya sistoskopi yapılmalıdır. Görüntüleme yöntemleriyle sebebi izah edilemeyen ve özelliklede üriner kanser için risk faktörleri var ise sadece tahlilde görülen kanaması olsa bile sistoskopi yapılmalıdır. Eğer bu yöntemlerle (usg, CT, sitoloji ve sistoskopi) herhangi bir sebep saptanmazsa bile hastaların belli periyodlarla kontrolleri yapılmalıdır.
SİSTOSKOPİ NASIL YAPILIR?
Sistoskopi lokal, spinal veya genel anestezi altında yapılabilir. Lokal anestezi ile sistoskopi yapılmasının avantajı hastaların anestezi (narkoz) almamış olmaları ve işlemden hemen sonra normal işlerine dönebilmeleridir. Spinal veya genel anestezi ile sistoskopinin avantajı ise kanamanın sebebi görülürse buna aynı seansta müdahale edilebilmesidir.

 

 

 

 

İKTİDARSIZLIK

Empotans, kısaca cinsel temas esnasında erkek cinsel organının yeterli sertleşmemesidir. Empotans genellikle hayatın 2.yarısında, 40-70 yaşlar arasında ortaya çıkar ve bu yaşlardaki erkeklerin yaklaşık %50 sinde görülen, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir rahatsızlıktır. Tedavi edilmeyen ereksiyon bozuklukları yaşamın kalitesini de olumsuz olarak etkiler. Bundan dolayı ereksiyon problemi olan kişinin önce doktoruna güvenerek durumunu bütün açıklığı ile anlatması teşhis ve tedavi için atılacak ilk adımdır. Bu konuda doktorunuz derdinizi anlatabileceğiniz en önemli kişidir, zira sorununuzun nedenini o bulacak ve tedavi yöntemini de o önerecektir.
Neden olan etkenler ve öneriler
Ereksiyon bozuklukları yaşam kalitesini olumsuz etkilediği gibi bu bozukluğun arkasında kişinin fark etmediği, gizli kalmış başka ciddi bir rahatsızlık olabileceği için daha da fazla önem taşır. Örneğin dolaşım bozuklukları, şeker hastalığı, ruhsal rahatsızlıklar gibi, kazalar ve operasyonlar da ereksiyon bozukluklarına neden olabilirler. Aşırı dozda sigara ve alkol ereksiyonu olumsuz etkiler.
Doktorunuz ereksiyon bozukluğunun nedenini tespit ettikten sonra size muhtelif tedavi yöntemleri önerecektir. Esas neden organik veya ruhsal bir rahatsızlık ise önce ona yönelik tedavi hemen başlanır. Tıbbi tedavinin yanında günlük alışkanlıklarınızdan ereksiyonu negatif etkileyen alışkanlıkların terk edilmesi gerekir.
Rastlanma Oranı
Ereksiyon bozuklukları 40-70 yaşlar arasında sık rastlanan bir durumdur ama günlük yaşantımızdaki stresler ve genel olumsuzluklar nedeniyle bu problemi yaşayan insan sadece siz değilsiniz. USA da:

40 yaş grubu erkeklerin %39 u
50 yaş grubu erkeklerin %48 i
60 yaş grubu erkeklerin %57 si
70 yaş grubu erkeklerin %67 si
olmak üzere dünyada yaklaşık 100 milyon insanın ereksiyon problemi vardır.

 

 

 

KASIK FITIĞI (İNGUAL HERNİ)

Karın içinde yer alan organların, karın duvarındaki bir açıklıktan dışarı çıkmasına fıtık denir. Anne karnında gelişen erkek bebeklerde karın içinde oluşan testisin, skrotuma (torbaya) inişinde rol oynayan prosessus vaginalis adı verilen karın zarı çıkıntısı, doğumun gerçekleştiği haftalarda kapanır ve ortadan kalkar.
Eğer bu periton çıkıntısı ortadan kalkmaz ise, artan karın içi basınç ile giderek genişler ve karın içi organların kasık kanalı içine girmesi ile sonlanır. Açıklık önce dar olabilir, zamanla genişleyip, barsakların girişine izin verir, böylece o güne dek görülmeyen şişlik görünür hale gelir.
Kendini Nasıl Gösterir?
Çocuğun kasık bölgesindeki şişlik en önemli belirtidir. Şişliğin bebeğin ağlaması, ıkınması, öksürmesi gibi karın içi basıncı arttıran olaylar ile birden belirmesi tipiktir. Şişlik karın içi basıncın azalması ile kendiliğinden tümü ile kaybolabilir, üzerine basıldığında barsakların karın içine dönmesi ile ortadan kalkabilir.
Şişlik genellikle sağ kasıktadır. Sol kasıkta veya iki taraflı da olabilir.
Şişlik giderek büyür, başlangıçta yalnızca kasıkta iken, skrotuma (torbaya) doğru ilerleyerek, skrotumun da şişmesine yol açabilir.
Fıtık tehlikeli mi?
Kasık fıtıklarının bir yerde doğasını oluşturan, organların kese içine ve karın içine hareketleri bazen doğasına aykırı olarak durur. Kese içine çıkan karın içi organlar sıkışıp, karın içine dönemezler. Fıtık boğulması olarak anılan bu durum oldukça tehlikelidir. Öncelikle kese içinde sıkışan bağırsaklar tıkanır. Kusma, karında şişlik ve ağrı ile bu acil durum kendini gösterir. Daha korkulan tablo, sıkışmanın artması ile, bağırsakların kan dolamının etkilenmesidir. Bağırsakların kanlanamaması, barsak delinmeleri ve barsak içindeki mikrop içeren sıvının, mikropsuz olan periton içine dökülmesi ile ölümcül tablolara yol açabilir.
Testisin kan damarları da kasık kanalından geçtiği için, fıtık boğulması testis kan dolaşımını da etkiler. Testis kanlanmasındaki bozulmaya bağlı olarak, testis de yitirilebilir.
En da önemli sorunlardan birisi, kese içine çıkıp, geri gelen karın içi organların ne zaman kese içinde sıkışacağının bilinmemesidir. Sıkışma organların ilk dışarı çıktığında olabileceği gibi, bir sorun olmadan geçen yıllardan sonra da gelişebilir. Özellikle bir yaşından küçük bebeklerde fıtık boğulmasının daha sık olduğu bilinmektedir.
Ancak hiçbir özel durumda bu olayın gelişeceği zamanı ön görmek olası değildir.
Kızlarda da Fıtık Olur mu?
Kız bebeklerde de prosessus vaginalis gelişir ve kapanır. Eğer açık kalır ise, kasık fıtığı gelişebilir. Sıklığı erkek çocuklara göre düşüktür, ancak iki taraflı olma olasılığı daha yüksektir.
Kız çocukların kasık fıtığında da benzer tehlikeler vardır. Kız çocukların overleri (yumurtalıkları) karın içinde, fıtık açıklığının yakınındadır. Over fıtık kesesi içine girebilir, fıtık boğulduğunda overin kan dolaşımı da bozulabilir.
Kasık Fıtığı Tedavi Edilebilir mi?
Kasık fıtığının tedavisi cerrahi girişim ile karın dışına uzanan periton kesesinin olabildiğince yukarıdan bağlanmasıdır. İşlem kasıkta yer alan deri katlantısı izlenerek yapılan 2-3 cm’lik cilt kesisi ile gerçekleştirilir. Günümüzde bu ameliyat bir çok çocuk cerrahisi merkezinde hasta hastaneye yatırılmadan, birkaç saat sonra evine dönmesi sağlanarak yapılmaktadır. Cilt kesisinin gizli dikişler ile kapatılması ile hemen, hemen hiç iz kalmadan tedavi edilebilmektedir.
Cerrahi işlemi çocuğun duymaması için genel anestezi verilmektedir. Ameliyat yaklaşık yarım saat sürmekte, ancak uyuma ve uyanma sürelerinin eklenmesi ile çocuğunuz sizden bir saat kadar ayrı kalmaktadır.
Tek taraflı kasık fıtıklarında çocukluk boyunca karşı kasıkta da fıtık görülme oranı % 7 olarak bildirilmektedir. Yetişkinlerde de prosessus vaginalisin açık kalmasına bağlı fıtık gelişebilmektedir. Bu nedenle tek kasığında fıtık olan çocuklarda, diğer kasık doktorun muayenesinde dikkatle değerlendirilir ve cerrahi girişim sırasında da çeşitli yöntemler ile araştırılır. Günümüzde bu amaçla en çok kullanılan yöntem laparoskopidir. Fıtık kesesi içinden karın içine ilerletilen bir ışıklı cihaz ile karşı taraf izlenip, prosessus vaginalis açık ise, diğer kasıkta fıtık gelişmesi beklenilmeden aynı seansta onarım yapılabilir. Böylelikle çocuğun iki kez ameliyat stresini yaşaması engellenir.
Kasık Fıtığı ne zaman ameliyat edilmeli?
Fıtıklarda ameliyat yaşı fıtığın saptanma yaşıdır. Yukarda anıldığı gibi ne zaman tehlike yaratacağı belli olmayan, tedavisi ise günübirlik bir hastane ziyareti ile gerçekleştirilen bu hastalığı bekletmeye gerek yoktur. Çocuğun başka bir sorunu olmadan, en uygun zamanda fıtık ameliyatı yapılmalıdır.
Günümüzde tartışılan tek konu çok erken doğan bebeklerdeki (prematüre) kasık fıtıklarında girişimin yaşıdır. Bazı hekimler bebeğin normal doğum gününe dek beklemekte, bazı hekimler ise, bebeği hastanede tutarak, daha erken yaşlarda da girişim uygulamaktadırlar.
Gelişen anestezi ve cerrahi teknikleri sonucu yenidoğan, hatta prematüre bebeklere çok daha ağır ameliyatlar başarı ile yapılabilmektedir. Kasık fıtığı ameliyatlarında yaşamsal tehlike, minicik bebekler için bile, sıfıra yakın oranlardadır.
Yanlış İnanışlar
Bir çok aile çocuğunun çok ağladığı için fıtık olduğuna inanır. Aslında bu doğru gözlem, yanlış bir sonuca bağlanmaktadır. Fıtığın nedeni kasık kanalındaki kesenin açık kalmasıdır. Başlangıçta çok dar olan bu kese en deneyimli hekimlerce bile fark edilemez. Ağlamak gibi karın içi basıncı arttıran olaylar, kesenin genişlemesi ile, fıtığın görünür hale gelmesine yol açarlar. Başka bir deyiş ile tüm bebekler ağlarlar, yalnızca kasık kanalında periton uzantısı kalanlarda fıtık gelişir.
Diğer bir yanlış inanç ise, “çocuk fıtık ameliyatı olunca kendini koruyamaz ve fıtık tekrarlar” biçimindeki düşüncedir. Eğer yetişkinler gibi bir onarım yapılmadan, yalnızca açık olan kese bağlanarak ameliyat tamamlanır ise, çocuk fıtıklarının yineleme şansızlığı ancak binde bir oranındadır. Daha sık rastlanan sorun bir kasıkta saptanan fıtığın onarılmasından sonra diğer kasıkta da fıtık gelişmesi ve bir ikinci ameliyatın gerekmesidir. Hastalığın tedavisi anlatılır iken, bu konuda alınan önlemleri anımsayınız.
Kasık bağı, ya da çocuğu iyi besleyip, ağlatmadan kasık fıtığını tedavi etmeye çalışmak da önemli bir yanlış ve tehlikeli girişimdir. Çocuklarının ameliyatından ürken aileler bazen bu tür yanlış yaklaşımlara başvurabilmektedir. Ne yazık ki kasıktaki periton kesesi dışarıdan baskı ile yapışmamaktadır. Fıtığın nedeni zorlanma olmadığı için, iyileşip, fıtığın çıktığı bölgeyi kapatacak bir mekanizma da yoktur. Kasık bağı iyileşmeyi sağlamadığı gibi, fıtığın boğulmasını bile engelleyemez.

 

 

 

İNSOMNİA (UYUYAMAMA HASTALIĞI)

İnsomnia ya da uyuyamama hastalığı, bir uyku sorunudur. Uykuya dalamama ya da gece boyunca sürekli uyuyamama sorunlarını barındırır. Hastalar genel olarak, gözlerini birkaç dakikadan fazla kapalı tutamamaktan ya da yatakta bir o yana bir bu yana dönerek uyuyamamaktan yakınırlar.
İnsomnia birkaç gece sürerse geçici, 1 hafta ile 3 hafta arasında sürerse kısa süreli, 3 haftadan fazla sürerse kronik insomnia olur. Kronik bir hastalığa dönüşerek uyuma eksikliği doğrultusunda oldukça zararlı olabilir.
İnsomnia doğal uyuma dengesini bozar ve tamiri oldukça zor olabilir. İnsomnia hastaları genel olarak öğleden sonra ya da akşama doğru kısa süreli uyudukları için, geceleri de uyumakta zorluk çekerler. Bazıları da vücutlarını sınırlarında kullanmaya çalışırlar. Bu da çok mühim fiziksel ve zihinsel sorunlara yol açar.
İnsomnia ayrıca birçok ilacın yan etkisi olarak, stres sebebiyle ya da duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlar doğrultusunda da oluşabilir.
İnsomnia’dan kurtulmak için uyku haplarının yanı sıra kediotu gibi bir takım bitkilere de başvurulabilir.
Geleneksel yöntemlerin başında, uyumadan önce sıcak süt içmek; uyanır uyanmaz sıcak bir duş almak, öğlen egzersiz yapmak, öğlen yemeğinde bol yemek yemek ve akşam yemeğinde az yemek yemek, ve erken yatmaya çalışmak gelir.
Geleneksel Çin tıbbı da yaklaşık bin yıldır insomnia lehinde kullanılmaktadır, genelde akupunktur, diyet ve yaşam analizi, bitkiler ana önlemleri oluşturur.
Hastalıktan korunma önlemleri
• Kafein kullanmamaya çalışın. Kafein; kahve, çay, guarana, kakao, kola (tüm kola içecekleri) ,enerji içecekleri, çikolata ve şekelermeler gibi ürünlerin içerisinde bulunur.
• Yatak odası ortamı da uyuyabilmek için oldukça mühimdir. Bazı insanlar, ışığa ve sese aşırı duyarlı olabilirler. Yatak odasını karanlık ve sessiz kılmak gerekir.
• Eğer ki yatağınızda, okuyorsanız, yazıyorsanız, televizyon izliyorsanız ve birçok aktivite yapıyorsanız; yatağınızla uyumaya değin ilişkinizi zedelersiniz. Bunun yanı sıra, belli bir saatte yatağa gidip, belli bir saatte uyanmak da gerekir. Gün sırasında uyumamaya çalışın.
• Uyarıcı ilaç kullanıyorsanız (ritalin, concerta, adderall vs) doktorunuza başvurduğunuzda insomnia şikayetinizle birlikte bu ilaç kullanımını da bildirmeniz de kontrendikasyonlar açısından faydalı olabilecektir.
Bunun yanı sıra birçok yöntemi aynı anda kullanarak da insomnia karşısında çözüme ulaşılabilir.
• Kafanızı tamamen boşaltınız. Kitap okumak, müzik dinlemek, puzzle yapmak, bir şeyler karalamak, resim yapamasanız bile boş kağıda boş şeyler yazmak gibi şeylerle uğraşın. 1-2 gün içinde uykuya geçişlerin daha kolay olacağını göreceksiniz.

 

 

 

İSHAL

İshal (diyare), günlük dışkılama sayısının (2-3 kezden) ve miktarının normalden (200 gram) fazla, kıvamının ise sulu olması halidir. İnfeksiyöz ya da infeksiyöz olmayan birçok nedenle ortaya çıkabilir. Sadece yenmiş/içilmiş olan aşırı yağlı yiyecekler, kavun, incir, alkol gibi besinlerin yapısına bağlı olarak, hiçbir hastalık olmaksızın gelişebileceği gibi, çok ciddi sonuçlara yol açabilecek örneğin kolera, divertiküloz, iskemik kolit, malignensi, medüller tiroid kanseri (Ca) gibi klinik tablolar da söz konusu olabilmektedir.
Fizyoloji
Başlıca akut ishal tablolarına geçmeden önce normal barsak fonksiyonlarını kısaca özetleyelim. Ağız yolu ile alınan besinlerin iletilmesi gereken bölgelere rahatça ilerleyebilmesi, ek salgı bezlerinden gelen maddelerin, enzimatik içeriklerin sisteme homojen olarak dağıtılması, ozmotik olarak ya da kimyasal tepkimeler yolu ile gereksinim duyulan maddelerin organizmaya kazandırılması için gastrointestinal sistemi (GİS) oluşturan ana kanalın sıvı, akışkan ve hareketli olması gereklidir. GİS bu nedenle birbirini izleyen sekresyon, absorbsiyon ve düzenli işleyen bir motilite yeteneğine sahiptir. Bu amaçla, normal beslenen bir erişkinde sisteme oral alım ve pankreatik, biliyer, gastrik ve intestinal sekresyonlar yolu ile günde hemen hemen 10 litre kadar sıvı kazandırılır. Ağız yolu ile alınan besine bağlı olmak üzere hipotonik ya da hipertonik haldeki duodenal içerik üst GİS boyunca gerekli sekresyon ve absorbsiyon işlemlerinden geçirilerek izotonik halde ileuma ulaştırılır ve burada suyun büyük kısmı reabsorbe edilir. Arta kalan 1 litre kadarı ise kolona geçer ve bunun da çoğunluğu emilir. Sonuçta GİS içindeki sıvının %99’u pasif olarak, bir kısmı da aktif Na+ transportu sonucunda geri emilir, arta kalan 100 ml ise dışkı içeriği olarak atılır.

İncebarsaklarda su ve elektrolitlerin absorbsiyon ve sekresyon işlemleri villus-kripta ünitesince gerçekleştirilir. Kriptalar, mukozal yüzeyin altında yer alan farklılaşmamış (indiferansiye) hücrelerden ibarettir ve normal fonksiyonları sıvı ve elektrolit sekresyonudur. Bu hücreler mukozal yüzeye, villuslara göç ederler ve yüzeye yaklaştıkça erginleşirler. Villusların genel olarak absorbsiyon ile ilgili olduklarına inanılmaktadır. Buradaki su absorbsiyonu iki mekanizma ile yapılmaktadır:

(a) Na+/Cl- ko-transport mekanizması:

Bir Na+ molekülünün ozmotik gradient ile lümen içinden mukozal hücre içine alınması sırasında suyun da pasif olarak sürüklenmesi ve vasküler sisteme kazandırılması sağlanmaktadır. Bu mekanizma siklik adenozin monofosfat (cAMP) ve siklik guanozin monofosfat (cGMP) ile inhibe edilebilmektedir. Mikroorganizma kaynaklı enterotoksinler, örneğin Vibrio cholerae kolerajen ekzotoksini ile, adenilat siklaz enzimini aktive ederek bu inhibisyon yolunu kullanır ve ishale yol açar.

(b) Na+ substrat ko-transport mekanizması:

Ortamda glukoz ya da aminoasidlerin varlığında Na+ ve doğal olarak da suyun lümenden aktif transportudur. İnfektif ajanların toksinlerinden etkilenmez ve dolayısı ile infektif-sekretuvar ishallerde kaybedilen sıvı ve elektrolitlerin replasmanında kullanılan yoldur.

Kolondaki transport mekanizmaları tam olarak aydınlatılamamıştır. İncebarsak için geçerli olan mekanizmalardan bazı farklılıkları olduğuna ve Na+ transportunun glukoz ya da aktif emilen diğer bir maddeye bağımlı olmayan bir taşıyıcı aracılığı ile yapıldığına inanılmaktadır.
Etiyoloji
Başlıca akut ve kronik ishal oluşum mekanizmaları Tablo-1’de verilmiştir.

İshal oluşum mekanizmaları:
1. Barsak lümeninde emilemeyen, ozmotik olarak aktif solütlerin varlığı (ozmotik ishal),

2. İyon sekresyonunun arttırılması ya da reabsorbsiyonun engellenmesi (sekretuvar ishal),

3. İntestinal mukozanın bütünlüğünü bozan nedenler (tümörler, ülserler, mikroorganizma invazyonu),

4. İntestinal motilitede artış ya da azalma (psikojenik ve hormonal bozukluklar, otonomik nöropati).

Akut ishal
Genel bir ifade ile üç haftadan kısa sürmüş olgularda, kronik ishal ise daha uzun süren tablolarda söz konusudur. Başlıca akut ishal nedenleri Tablo-2’de verilmiştir.
İnfeksiyonlar;
Toksin, invazyon, direkt etki ile emilim bozukluğu

İlaç reaksiyonları;
Allerji, nöral aktivasyon, emilim ve floraya etki

İnflamatuvar barsak hastalıkları (akut epizotlar);
Oluşan ülserlerin yol açtığı akut ataklar

İskemi;
Mukozal bütünlüğün bozulması

Sistemik hastalıklarda ishal atakları;
Kalsitonin artışı (Karsinoid S., medüller tiroid Ca)

Endotoksemi (Bruselloz, listeryoz, enterik ateş) ;

Bağ dokusu bozuklukları (SLE, mikst)
Epidemiyoloji
Akut infeksiyöz ishaller, tüm dünyada sıklıkla karşılaşılan klinik tablolardır. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşayan beş yaşından küçük çocuklardaki ölüm nedenlerinin ¼ kadarından sorumludur. Ülkemizde çocuk ölüm nedenlerinin 4. sırasında yer almaktadır. Beş yaşın altındaki her bebek yılda ortalama üç kez ishal olmaktadır. İnfektif etkenlerin alınım yolu genellikle oral yol olduğu için, bireysel hastalıktan çok aile içi ya da kitlesel hastalık tabloları ile karşılaşılmaktadır. Bu bakımdan, hastalardan anamnez alınırken özellikle yakın çevresinde aynı/benzer tabloların olup olmadığı, yakın geçmişte seyahat edilen bölgeler, topluca yenen besinler, ayrıca kullanılan ilaçlar ve var olan diğer hastalıklar sorgulanmalıdır.

Akut infeksiyöz ishallerin büyük çoğunluğu besinlerle bulaştığı için bunlara Besin Zehirlenmeleri de denmekte olup, çoğu zaman infektif nedenlere bağlı ishaller ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Bulaşmada en çok karşılaşılan yollar; kontamine suların içilmesi, direkt ya da indirekt olarak kontamine olmuş besinlerin yenmesi ve immünitesi bozuk konakçıda endojen floranın GİS mukozasına invazyonu olarak özetlenebilir. Hastalıktan sorumlu olan çoğu etken uygun yöntemlerle klorlanmış suda uzun süre yaşayamamaktadır. Bu nedenle su kaynaklı salgınlar; ya klora kısmen dirençli etkenlerle (Rotavirüs gibi) ya da yeterli klorlama yapılmamış, çok fazla yoğunluk ve çeşitte patojen ile, örneğin kanalizasyon suları ile kontamine suların ve güvenilir, kapalı su şebekesi dışından edinilmiş örneğin kuyu sularının içilmesi sonucunda gelişmektedir. Bir ülkenin gelişmişliği ile o ülkede görülen GİS infeksiyonlarının ters orantılı olduğu söylenebilir.
Tablo-3. Normal gastrointestinal sistem florası
Özofagus:
Yutulan oral flora bakterileri ve yiyeceklerdeki etkenlerden ibarettir,

anaerop bakteriler bulunmaz.

Mide:
Özofagustan gelen birçok bakteriler asit ortamda yaşayamaz, genelde sterildir. Aklorhidride kolonizasyon olasıdır.

İncebarsak:
Laktobasiller, enterokoklar, Bacteroides türleri (ileum sonunda çok)

Kalınbarsak:
Dışkının kuru ağırlığının %30’u bakterilerden oluşur. >%95 zorunlu anaerop bakterilerdir. Örneğin koliform bakterilerin 100 katı anaerop bakteri bulunur. Kolonun başlıca üyeleri:

*Anaeroplar: Bacteroides, Fusobacterium ve Clostridium türleri, anaerobik koklar (peptokok, peptostreptokok), Laktobasiller ve diğer difteroidler.

*Enterik bakteriler: E.coli, Morganella, Klebsiella, Providencia, v.d.

*Diğer bakteriler: Pseudomonas aeruginosa, Alcaligenes faecalis, Actinomyces, streptokoklar (A grubu dışı), stafilokoklar, spiroketler, atipik mikobakterler, enterokoklar, v.d.

*Mantarlar: Candida türleri.

*Protozoonlar: Entamoeba coli, Chilomastix mesnili, Pentatrichomonas hominis, Endolimax nana, v.d.
Tablo-4. Akut infektif ishal nedenleri
Virüsler:

Rotavirus
Norwalk virus
Norwalk-like ajanlar
Enterik adenovirus (Ad40,41)
Calicivirus, v.d.

Bakteriler:

Shigella
Non-tifoidal Salmonellalar
Campylobacter jejuni
Escherichia coli (ETEC, EHEC, EIEC, EPEC)
Yersinia enterocolitica
Clostridium difficile
Clostridium perfringens
Staphylocuccus aureus
Bacillus cereus
Vibrio cholerae
Vibrio parahaemolyticus, v.d.

Protozoonlar:

Giardia intestinalis
Entamoeba histolytica
Cryptosporidium parvum
Balantidium coli (nadiren)
Klinik tablolar
Akut infeksiyöz ishal olguları, etkenleri farklı olsa da birbirine şaşırtıcı derecede benzeyen klinik ve laboratuvar özellikleri nedeni ile üç başlık altında incelenebilir. Bu gruplar içine sokulamayanlar ise dördüncü grubu oluşturmaktadır.

(a) Mikroorganizma ekzotoksinleri nedeni ile oluşan sekretuvar ishaller:

Mikroorganizma tarafından salgılanan ekzotoksin özelliğindeki enterotoksinlerin besinlere bulaşması (S.aureus, emetik formda B.cereus besin zehirlenmeleri) ya da etken ile kontamine besinlerin yenmesi sonucunda alınan etkenin organizmada ekzotoksin salgılaması (V.cholerae, ETEC, diyare formunda B.cereus, C.perfringens) sonucu gelişen, inflamatuvar olmayan ishallerdir.

S.aureus, burun taşıyıcısı olan gıda elleyicilerinin, bakterinin Enterotoksin-A ekzotoksini ile kontamine olmuş çıplak elleri ile hazırladıkları pasta, dondurma, yumurtalı salata gibi besinlerle bulaşır. B.cereus, ısıya dirençli ekzotoksini bulaşmış, haşlanmaksızın kavrulmuş pirinç ve makarna gibi besinlerin yenmesi sonucu emetik formda besin zehirlenmesine yol açar. Bu gastroenterit formunda yutulan toksinin mide mukozasını direkt olarak irrite etmesi sonucunda şiddetli bulantı ve kusma tabloya hakimdir, toksinin uygulanan antiemetik tedavi nedeni ile alt GİS bölgesine ulaşması halinde ise sulu, sekretuvar özellikte ishal gelişebilir. İki tabloda da ateş ve lökositoz görülmez.

Organizmada üretilen toksinlere bağlı ishallerde gelişen patoloji incebarsaktadır. C.perfringens hijyenik koşullarda kesilmemiş ve iri bölünmüş etlerin yenmesi ile, V.cholerae kontamine suların içilmesi ile veya hastaların eşyaları gibi indirekt yollardan, ETEC ise yabancı olunan yörede yenen yiyecekler ve içilen sularla (turist ishali) bulaşır. Kontamine besin/su oral yoldan alındıktan sonra bakteriyel ekzotoksin (bakteri değil) incebarsak epitel hücrelerine bağlayıcı parça ile tutunur ve aktif parça hücre içine girerek adenilat siklaz enzimini aktive eder. Bunun sonucunda, hücre içinde cAMP ve cGMP artar. Artmış olan cAMP ve cGMP, daha önce belirtildiği gibi incebarsağın Na+/Cl- ko-transport mekanizmasını inhibe ederek çok sulu, elektrolitten zengin, her keresinde büyük volümde ve çok sık dışkılama ile özel sekretuvar ishal gelişimine yol açar. Etkenler ve özgün hastalık tabloları ile ilgili daha fazla bilgi “Besin Zehirlenmelerine Yaklaşım” bölümünde verilmiştir. Bu gruba giren ishal olgularında; ateş, toksemi, şiddetli karın ağrısı, tenezm, kanlı-mukuslu (dizanteriform) dışkılama bulunmaz, lökositoz ve dışkıda patolojik sayıda lökosit görülmez. Dışkılama sayısı az (C.perfringens, ishal formunda B.cereus) ya da fazla (V.cholerae, ETEC) olabilir. Dışkı volümü her iki halde de oldukça fazladır, özellikle kolerada kısa sürede gelişen dehidratasyon hayatı tehdit edebilecek boyutlara ulaşabilir.

(b) Mikroorganizmanın GİS (kolon) mukozasına invazyonu:
Bu yoldan hastalık tablolarına yol açan etkenler (Shigella, Non-tifoidal Salmonellalar, C.jejuni, EHEC, EIEC, Y.enterocolitica, V.parahaemolyticus) kontamine besin ya da sularla bulaşır. Shigellalar hasta insan dışkısı ile kontamine eller ya da besinlerle, Salmonellalar yumurta gibi hayvansal ürünlerle, C.jejuni süt ya da kontamine besinlerle, EHEC etlerle, EIEC çeşitli besinlerle, Y.enterocolitica sütlerle, V.parahaemolyticus ise tuzcul bir bakteri olduğu için iyi pişmeden yenen deniz hayvanları ile bulaşır. Etkenler organizmaya alındıktan sonra mide asidite bariyerini geçebilmişlerse incebarsaklarda herhangi bir patolojik gelişime yol açmaksızın kolona kadar ilerlerler ve kolon mukozasına invaze olurlar. Çoğu olguda mukozayı aşamazlar. Bu bölgede gelişen lokal inflamasyon sonucunda; yüksek ateş, genel durum bozukluğu, fazla (günde 20-30 kadar olabilen) sayıda, çok az volümlü, çoğunda kanlı, mukuslu, cerahatli dışkılama, lökositoz, fekal lökositte önemli düzeyde artış ile karakterize toksik bir tabloya yol açarlar. C.jejuni, Y.enterocolitica ve V.parahaemolyticus nadiren normal konakçılarda, diğer etkenler ise immünitesi immatür olan çocuklar, ayrıca yaşlılar ve immünite defekti bulunanlarda bakteriyemi sonucu dissemine hastalık tablolarına yol açabilirler. EHEC ve bazen Shigella’lar hemolitik üremik sendroma yol açabilir.

Bu grup içinde ayrıca yer verilmesi gereken bir etken, E.histolytica olmalıdır. Bu protozoon, Shigellalar gibi kolon mukozasında sınırlı inflamasyon ve ülserlere yol açsa da içerdiği histolitik enzimlerle (zimodemlerle) ortamda lökosit bulunmasına izin vermezler. Bu nedenle bu olgularda kolonda abse gelişimi, yüksek ateş, cerahatli dışkılama, toksik belirtiler, lökositoz ve dışkıda lökosit artışı görülmez.

(c) Barsak epitel bütünlüğünün bozulması:

Rotavirus başta olmak üzere ishale yol açan virüsler için oldukça tipik bir patolojidir. Burada ağırlıklı olarak Rotavirus ele alınacaktır. Rotavirus; soğuk, kuruluk gibi fiziksel etmenlere oldukça dirençli, oyuncak gibi cansız objelerde günlerce canlı kalabilen ve bu nedenle kış aylarında, özellikle kreşlerde, iki yaş altı çocuklarda salgınlar yapabilen bir virüstür. Oral yoldan alındıktan sonra mide asidinden etkilenmeden incebarsaklara geçer. Villusları oluşturan ergin hücre dizisini infekte eder ve bunların dökülmelerine yol açar. Alt tabakalarda, kriptalardaki olgunlaşmamış hücre dizileri ise barsak lümenine hücre içindeki makromoleküler yapıların ve (ozmotik nedenlerle) suyun geçişini önleyemez ve ishal tablosu gelişir. Burada gerçek bir infeksiyon söz konusu olduğu için 39-400C yüksek ateş, şiddetli bulantı-kusma, karın ağrısı ve bazen kanlı dışkılama görülebilen ishal vardır. Dehidratasyon diğer çocuk ishali etkenlerinin yol açtığından daha şiddetli, hastanede kalma süresi daha uzun ve klinik seyir daha ağırdır. Dışkıda lökosit artışı görülmez. İmmünite, IgA gelişimine bağlıdır. Anne sütü, kolostrum ve inek sütü koruyucudur.

Benzer bir hastalık tablosu EPEC nedenli ishallerde tanımlanmış, villus kaybı bu etken nedenli ishallerde de gösterilmiştir. Ateş diğeri kadar yüksek bulunmayabilir. Sonuç Rotavirus tablosundaki gibiyse de bu olgularda lökositoz, dışkıda lökosit artışı vardır.

Sayılanlardan başka örneğin sıtmada ve bazı ciddi sepsis olgularında iskemik nedenlerle barsak epitel bütünlüğünün bozulması ile ishal ortaya çıkabilmektedir.

d) Diğerleri:

Yukarıda anlatılan üç mekanizma içine de sokulamayan ishal tabloları Giardia intestinalis ve Cryptosporidium parvum enteritleri ve pseudomembranöz kolittir.

İnsanlara özgü bir protozoon olan Giardia intestinalis’in kistleri klorlamaya ve mide asiditesine dayanıklıdır. Kistlerle kontamine suların içilmesi veya sebzelerin pişirilmeden yenmesi, infekte ellerle besine temas gibi fekal-oral yollarla bulaşır. Mide sıvısı etkisi ile kist duvarı duodenumda açılır, serbestleşen trofozoit bölünür ve yapışma elemanları ile duodenumdaki intestinal villuslara yapışır. Mukozada, hafif bir inflamasyon ve lenfoid doku hiperplazisi gelişmesi dışında patoloji yoktur. Duodenum yüzeyini kaplayarak özellikle yağ emilimini bozar ve dispeptik yakınmalar, sağ hipokondrium ağrısı ve yağlı dışkılamaya yol açar. Yağda emilen A, D, E ve K vitamin emilimleri de bozulabilir. Safra yolları ve pankreas kanalına da girerek kolesistit ve pankreatite yol açabilir. Özellikle duedenum divertikülü olanlarda bu bölgeye veya IgA yetmezliği olanlarda safra kesesine oturarak kronikleşebilir. Tanıda dışkının serum fizyolojikle yapılan süspansiyonunun mikroskop altında incelenmesi çoğu zaman yeterlidir.

Diğer bir intrasellüler protozoon olan Cryptosporidium parvum, özellikle AIDS gibi hücresel immünite defekti olan hastalarda fulminant ishal tablolarına yol açar. İnfekte insan veya hayvan dışkısıyla bulaşmış yiyeceklerle alındıktan sonra sindirim enzimlerince kistler açılır ve muz halindeki 4 hareketli sporozoit serbestleşir. Bunlar, incebarsak ya da kolon epitel hücrelerine yapışırlar, ekstrasitoplazmik olarak bu vakuol içinde üremeye başlarlar ve merontlar oluşur. Merontlardan gelişen merozoitler lümene geçerler ve immünitesi yeterli olmayan konakçılarda bir kısmı tekrar konak hücrelere invaze olur. Böylece olay otoinfeksiyonlarla devamlılık gösterir ve az sayıda mikroorganizma alınması halinde dahi ciddi düzeylerde veya kronik özellikli infeksiyonlar gelişir. Hastada çok sulu olabilen, mukuslu ve nadiren kanlı ve pürülan diyare, yüksek ateş, genel infeksiyon belirtileri, malabsorbsiyon bulguları ve GİS patolojisine ait semptomlar görülür. Tanıda intestinal biyopsi önceliklidir.

Pseudomembranöz kolit (PMK), en azından 1/3 olguda C.difficile tarafından, nadiren S.aureus’un Enterotoksin-B’si ile, çoğunlukla da etkeni ya da nedeni bilinmeksizin gelişen bir hastalıktır. C.difficile nedenli tablo antimikrobiyal (oral klindamisin, linkomisin, tetrasiklin, eritromisin ve ampisilin) kullanımına bağlı olarak gelişir. Özellikle bebeklerde (% 25-60) olmak üzere insan barsak florasının elemanıdır. Ürettiği enterotoksin (Toksin A-CdA) ve sitotoksinleri (Toksin B-CdB) ile kolon epitelinde nekroz ve diyareye yol açar. Bunun nedeni, antimikrobiyalin kullanımı sırasında total olarak baskılanmış kolon florasının tedavi sonrasındaki yenilenmesi aşamasında C.difficile’nin diğerlerine oranla ileri derecede süratli üremesi ve diğerlerinin üremesini baskılamasıdır. Böylece doğal olarak toksin üretebilen bakterilerin sayısı çok artmakta ve toksin miktarı normalin çok üstüne çıkmaktadır. CdA toksin kompleksinin kolon mukozasına tutunmasını, CdB ise sitotoksik etkiyi sağlar ve hücreleri öldürerek barsak mukozasında ülserler oluşturur. Ağır olgularda ülserler geniş ve yaygındır, psödomembranlarla kaplıdır. Bebekler ve küçük çocuklarda toksin için bağlayıcı reseptör bulunmaz, hastalık tablosu görülmez.
Ek klinik özellikler
Yukarıda irdelenmiş olan ishal tablolarının bazılarında tanısal olarak önemli ek klinik özellikler söz konusudur. Örneğin ishale ek olarak hemolitik-üremik sendrom varlığında EHEC ve Shigella, Reiter sendromu var ise invazif etkenler, periton bulguları varlığında C.difficile ve EHEC; mevcut akut ishal tablosuna ek olarak mezanter lenfadenit nedeni ile sağ alt kadran ağrısı (küçük çocuklarda apendisit ile karıştırılabilir), otoimmün reaksiyonlar sonucu tiroidit, perikardit ve glomerülonefrit var ise Y.enterocolitica hatırlanmalıdır.
Tanı
Görüldüğü üzere akut infeksiyöz ishal; pek çok mikroorganizma tarafından oluşturulan, birbirinin benzeri klinik tablolar sergileyebilen ya da özgün fizik muayene bulguları ile ayırıcı tanıya varılamayan tablolardır. Bununla birlikte, iyi kategorize edildiklerinde sağaltım açısından önemli bir sorunla karşılaşılmamaktadır.

Bu hastalıkların tanısında en önemli aşama, hasta ve hastalığı hakkında ayrıntılı bir anamnez almaktır. Hastanın mesleği (hayvancılık?, sık seyahat?), normal dışkılama özellikleri, aldığı ilaçlar (özellikle antibiyotikler, laksatifler, radyoterapi), beslenme alışkanlıkları ve son zamandaki değişimler, hastalığın şiddeti ve seyri ile ilgili bilgiler, cinsel alışkanlıkları, konağın var ise sistemik hastalıklarının ve immünitesinin sorgulanması (IgA eksikliği-kronik G.intestinalis infeksiyonu, aklorhidri-kolay GİS infeksiyonu, AIDS-Cryptosporidium infeksiyonu), son zamandaki seyahatleri, dışkının önceki ve o andaki özellikleri (kıvam, kan-mukus-cerahat içeriği, dışkılama sayısı, miktarı), hastada dehidratasyon belirtilerinin var olup olmadığı (idrar miktarında ve terde azalma, susuzluk hissi, ağız kuruluğu), karın ağrısının varlığı ve lokalizasyonu öğrenilmelidir.

Hastalara eksiksiz bir fizik muayene yapılmalıdır. Genel durumu, toksik hastalık tablosunu ifade eden aşırı halsizlik, baygınlık hissi, dalgınlık, oryantasyon bozukluğu gibi belirtiler, ateş, periferik ve santral arteriyel atımların kontrolü (filiform?), gereğinde santral venöz kateterizasyon ile effektif dolaşan kan volümünün belirlenmesi çok önemlidir. Özellikle ihmal edilmiş ya da hastalığın şiddetine göre (kolerada) acil sıvı-elektrolit replasmanına başlanmamış sekretuvar ishallerde ağır dehidratasyonu gösteren idrar, ter, gözyaşı kaybı, normal vücut ağırlığının %10’undan fazlasının kısa süre içinde kaybedilmesi gibi belirtiler saptandığında en kısa sürede sağaltıma başlanmasının gerekliliği akıldan çıkarılmamalıdır. Cilt turgoru ekstrasellüler mesafe, dil ıslaklığı ya da kuruluğu ise intrasellüler mesafe hakkında kabaca bilgi verebilir. Daha sonra sistemik muayene ile önceki sistemik hastalığı ya da yeni gelişmiş klinik tablo hakkında bilgi edinilir. Hastada batın muayenesinin özel bir değeri vardır. Peritonite özgün bulgular ya da özel ağrılı noktalar dikkatle araştırılarak akut cerrahi batın ekarte edilmelidir.
1- Anamnez ve Klinik Tanı
İnkübasyon periyodu: Herhangi bir bakterinin yiyecek ve içecek üzerinde çoğalması sırasında açığa çıkan toksinin hazır alınması ile (Bacillus cereus, Clostridium perfringens besin zehirlenmelerinde olduğu gibi) hastalık oluşursa inkübasyon periyodu kısa olup ortalama 8-14 saattir. Bulantı kusmanın ön planda olduğu %68 oranında da ishalin eşlik ettiği bir klinik tablo ile seyreden stafilokok besin zehirlenmesinde ise inkübasyon süresi daha da kısa olup 1-6 saattir. Buna karşılık besinle alınan bir bakteri barsak içinde çoğalıyor ve barsak duvarına invaze oluyorsa (Shigella,Salmonella türleri ) veya barsakta çoğalırken saldığı bir toksinle hastalık yapıyorsa (V.cholerae, enterotoksijenik E.coli gibi) inkübasyon periyodu 16 saatten uzundur .

Ateş : Esas olarak barsak duvarına invazyonla hastalık yapan bir bakteri (Salmonella, Shigella, Yersinia türleri, enteroinvazif E.coli , V. Parahemolyticus) etken ise görülür. Clostridium difficile ve Aeromonas türleri ile meydana gelen infeksiyöz ishaller de ateş ile birlikte seyredebilir. Viral gastroenteritler, paraziter ishaller, enterotoksijenik bakteriyel ishaller (V.cholerae, enterotoksijenik E.coli gibi) de ise ateş yoktur. Viral gastroenteritlerden rotavirus gastroenteritinde ateş görülebilir .

Dışkı Özellikleri : Dışkıda az miktarda mukus irritabl barsak sendromunu, fazla mukus ise invazif bakteriyel ishali veya idiopatik inflamatuvar barsak hastalığını düşündürür. Dışkıda kanın bulunması halinde ise infeksiyöz etkenler ( Shigella türleri, enteroinvazif E.coli, Entamoeba histolytica ) yanında radyasyon etkisi, divertikülit ve ülseratif kolit de akla gelmelidir .

İshalin Süresi : Eğer 10 günden fazla ise akla etken olarak parazit gelmeli, immün direnci kırık hastalarda Giardia ve diğer parazitler yanında özellikle Cryptosporidium ve Cyclospora türleri de araştırılmalıdır. Uzamış ishallerde tüberküloz ve Brainerd ishali de düşünülmelidir. Shigella türlerinin , enteropatojen E.coli ve enteroagregatif E.coli infeksiyonlarında da uzamış ishal olabilir. Uzamış ishalin bir diğer nedeni de laktoz intoleransıdır.

Yenilen besinin türü : Tavuk eti, yumurta ve diğer hayvansal gıdalar Salmonella türleri ve Campylobacter jejuni infeksiyonları için kaynak olabilir. Sucuk, pastırma, salam, konserve, et suyu ve soslar ile Clostridium perfringens bulaşabilir. Bacillus cereus bulaşmasında rol oynayan yiyecekler olarak pilav, makarna ve süt tozu bildirilmiştir. Yersinia için sorumlu tutulan başlıca besin kaynağı ise kontamine süttür. Çiğ veya az pişmiş deniz ürünleri ile ise Vibrio parahemolyticus (Uzak Doğuda yaygın) bulaşmaktadır .

Antibiyotik ve diğer ilaçların kullanımı : Klindamisin, linkomisin başta olmak üzere ampisilin, gentamisin, tobramisin, penisilin, kloramfenikol, tetrasiklin hatta metronidazol kullanımı Clostridium difficile’nin etken olduğu kolitin bir nedeni olabilir. Bu nedenle ishali olan bir hastanın son 6 hafta içinde kullandığı bir antibiyotik olup olmadığı öğrenilmelidir. Antibiyotik kullanan , hastanede yatan, yaşlı ve beslenmesi bozuk ve altta yatan immün direnci kıran bir hastalığı olan hastalarda seyrek olarak Candida albicans ishal nedeni olabilir . Antibiyotik dışı bazı ilaçların alınıp alınmadığı da önemlidir. Magnezyumlu antiasit, laksatif ilaç, oral kontraseptif, antineoplastik ilaç kullanımı ve alkol kullanımı ishal nedeni olabiilir .

Yolculuk : Genellikle etken enterotoksijenik E.coli (ETEC)dir. ancak Salmonella, Shigella, Giardia,Entamoeba gibi diğer cins bakteri ve parazitler ile viruslar da etken olabilir. Klinik bu nedenle etkene göre değişiklik gösterebilir.

Hasta ve ilgili özel durumlar : İmmün direnç kırıklığı söz konusu ise sık olarak ishal etkeni olan mikroorganizmalar dışında diğer bazı mikroorganizmalar da etken olabilir.Bu durumda rotavirus dışında, diğer bazı viruslar ,Giardia, Entamoeba yanında Cryptosporidiumgibi diğer bazı parazitler etken olabilir.

Hastanede 3 günden fazla yatan hastalarda infeksiyoz ishal gelişmişse etken olarak akla önce C.difficile gelmelidir.

Karın ağrısı: Birçok infeksiyöz ishal sırasında görülen bir semptom olmakla beraber, özellikle kolonun tutulduğu durumlarda kramp tarzında karın ağrıları ve tenesmus belirgindir. Örneğin, amipli ve basilli dizanteride, Salmonella ve Campylobacter enterokolitinde bu semptomlar önemlidir. Aeromonas türleri, V.parahemolyticus enteroinvazif E.coli, enterohemorajik E.coli dizanterik formda ishale neden olabilen diğer etkenlerdir. Yersinia enterocolitica ise mezenterik lenfadenit ve terminal ileit yaparak apandisiti taklit eden bir tablo oluşturur. Sol alt karın ağrısı ve ishali olan yaşlı bir hastada divertikülit düşünülmelidir.
Laboratuvar Tanı
Hastanın klinik tablosu belirlendikten ve gerekli ise acil girişimlerde bulunulduktan sonra laboratuvar tanıya geçilmelidir. Öncelikle hemogram yapılarak hemokonsantrasyon olup olmadığı, yok ise invazif ishallerin belirlenmesi açısından lökositozun ve/veya lökosit formülünde nötrofilinin ya da sola kaymanın belirlenmesi oldukça önemlidir.

Çoğu zaman asıl tanıya, dışkının uygun yöntemlerle incelenmesi yolu ile ulaşılabilmektedir. Dışkının makroskopisi yukarıda da söz edildiği gibi ayırıcı tanıda önemlidir. Dışkının serum fizyolojikteki süspansiyonu hazırlanır ve ışık mikroskobunda incelenir:

(a) Makroskopide dışkı sulu ise, mukus ve kan yok ise:

Büyük olasılıkla kolit değildir. Sekretuvar ishaller ve diğer enterit nedenleri üzerinde durulur. Bu özellikteki dışkının mikroskopisinde genellikle kan hücrelerinin görülmemesi anlamlıdır. Yağlı dışkılama ile özel olan Giardiyazda tipik kayma ve dönme hareketleri ile G.intestinalis kolayca tanınabilir. Tablonun hızla geliştiği tipik kolera ya da kolerin tablosunda ise genelde dışkı çok suludur ve mikroskopide epitel döküntüleri ve alışık göz ile karanlık alan mikroskopisinde ya da kısık ışıkta uçuşurcasına hareket eden vibrionların görülmesi ile tanıdan kuşkulanılır. Hiç unutulmamalıdır ki tanıda altın standart, etkenin klinik materyalden üretilmesi (izolasyonu) ve tanımlanmasıdır (identifikasyonudur). Zaman yitirilmek istenmiyorsa, ekimlerin ertelenmemesi koşulu ile, hızlı tanı yöntemleri (örn. dışkının antiserumlar ile muamelesi) ile öntanı güçlendirilebilir. Benzer dışkı özelliğindeki C.parvum için ise modifiye asido-alkalo-rezistan boyamalar yapılmalıdır.

(b) Makroskopide dışkı kanlı ya da kansız, mukuslu ve cerahatli ise:

Büyük olasılıkla enterit değildir. Kolonda malignensi ya da vasküler bir patoloji düşünülmüyorsa kolit nedenleri üzerinde durulur. Mikroskopi için materyal alımında kanlı ve cerahatli bölgeler seçilir. Dışkıda genellikle bol miktarda lökosit bulunur. Çoğu zaman da (Non-tifoidal salmonella ishalleri hariç) çok sayıda eritrosit gözlenir. Eğer epidemiyolojik veriler destekliyorsa Salmonelloz, Basilli Dizanteri ve E.coli infeksiyonları için basit dışkı kültürleri, gerekirse diğer etkenler için spesifik kültürler yapılmalıdır. Ayırıcı tanıda, anamnezde C.difficile kolitinden kuşkulandıracak bir özellik; yani hastanede yatma, düşkünler evinde ya da kreşlerde kalma veya 1-1.5 ay öncesini de içeren yakın geçmişte antibiyotik tedavisi var ise, dışkıda CdA/B arayarak veya gereğinde sigmoidoskopi yapılarak tanıya gidilir. Sigmoidoskopi ve biyopsi yapılmasının, diğer yöntemlerle tanıya varılamamış, kronikleşme özelliğindeki malignensi, kronik inflamatuvar barsak hastalıkları gibi olgular açısından da önemi büyüktür. Radyasyon alma öyküsü, benzer dışkı özelliğindeki ishallilerde özellikle sorgulanmalıdır.

Ayırıcı tanıda, anamnezde C.difficile kolitinden kuşkulandıracak bir özellik; yani hastanede yatma, düşkünler evinde ya da kreşlerde kalma veya 1-1.5 ay öncesini de içeren yakın geçmişte antibiyotik tedavisi var ise, dışkıda CdA/B arayarak veya gereğinde sigmoidoskopi yapılarak tanıya gidilir. Sigmoidoskopi ve biyopsi yapılmasının, diğer yöntemlerle tanıya varılamamış, kronikleşme özelliğindeki malignensi, kronik inflamatuvar barsak hastalıkları gibi olgular açısından da önemi büyüktür. Radyasyon alma öyküsü, benzer dışkı özelliğindeki ishallilerde özellikle sorgulanmalıdır. Ayırıcı tanıya varılması gereken diğer bir tablo da mezanterik vasküler patolojilerdir. Yaşlı, aterosklerotik, kalp kapak anomalili, oral kontraseptif kullanan hastalarda daha çok görülmesi, karın ağrısının hiçbir medikasyon ile dindirilemeyecek kadar şiddetli olması, genel durumun mevcut ishal tablosuna ve batın muayenesi bulgularına oranla çok ağır olması, ilerleyen saatlerde hızlı bir progresyon ile akut batın tablosunun oturması gibi önemli ipuçları vardır.

(c) Makroskopide dışkı kanlı ya da kansız, mukuslu, ancak cerahatsiz ise:

Büyük olasılıkla enterit ve bakteriyel kolit değildir. Fizik bulgular da destekliyorsa amebik rektokolit üzerinde durulur. Çok taze dışkıda direkt mikroskopi ile ya da lugol (kist), trikrom ve demir-hematoksilen yöntemleri (kist ve trofozoit) ile boyama yapılarak amip aranır.

İshal tanısında şu yöntemlere de başvurulur :

Dışkı Kültürü : Dışkı kültürü genellikle rutin olarak Salmonella, Shigella, Campylobacter ve Yersinia için yapılır. Ülkemizde görülme sıklığı göz önüne alınarak bunlardan özellikle ilk üçünün kültürü yapılmalıdır . Özel durumlarda (besin zehirlenmesi gibi) ise dışkı kültürü diğer mikroorganizmaları da aramaya yönelik olarak yapılır

Dışkı kültürü dışında, diğer örneklerin kültürü de yapılabilir. Örneğin, Salmonella infeksiyonlarında (enterik ateş) kan, idrar, kemik iliği, rose spot kültürü yapılabilir. Salgın şeklindeki besin zehirlenmelerinde besinden yapılan kültür tanıya yardımcı olur.

Serolojik Tanı : Genel olarak infeksiyöz ishallerde serolojik tanının fazla yeri yoktur. Ancak birkaç durumda yararlı olabilir. Salmonella O antijenlerine karşı antikor titresinin ölçülmesinin tanısal değeri tartışmalıdır. Salmonella gastroenteritinden ziyade sistemik infeksiyonlarında tanıya yardımcı olabilir. İki kez bakılmada 4 kat titre artışı anlamlı olabilir. Ayrıca bir salgında epidemiyolojik çalışmada retrospektif olarak yapılan serolojik çalışma yararlı olabilir. Amebiyaz tanısı için kullanılabilen indirekt hemaglutinasyon testi aktif intestinal infeksiyonda %80-90 pozitiftir. Ancak kist pozitif asemptomatik olgularda tanıda önemi yoktur .

Toksin araştırılması : Clostridium difficile’nin salgıladığı toksin B hücre kültüründeki toksik etkisi ile gösterilebildiği gibi ELISA ile de Toksin A ve B gösterilebilir. Lateks aglütinasyonu ile ise toksijenik olmayan suşlar ve diğer Clostridium türleri tarafından da salınan bir protein saptanmaktadır. Lateks aglütinasyonu çabuk, pratik ve ucuz bir yöntemdir ancak özgüllüğünün az olması nedeni ile C.difficile tanısında ancak bir tarama testi olarak kullanılmaktadır.

Tanı da rutin olarak kullanılmamakla beraber diğer bazı infeksiyöz ishal etkeni bakterilerin (Clostridium perfringens ve ETEC gibi) toksinleri de saptanabilir .

Proktosigmoidoskopi : Homoseksüel erkeklerde proktitin değerlendirmesi için ayrıca, kronik seyir gösteren kolitlerde ülseratif kolit, granulomatöz kolit ve iskemik kolitin ayırıcı tanısında; psödomembranöz enterokolit, amebiyaz ve şigelloz tanısında başvurulabilecek bir yöntemdir .

Tanıda kullanılacak diğer yöntemler olarak rektal biyopsi (Amiloidoz, amebiyaz ve Whipple hastalığı tanısında), ince barsak biyopsisi ( Whipple hastalığı, giardiaz, amiloidoz, ? Lipoproteinemi, lenfoma, kriptosporidyoz tanısında) ve radyolojik çalışmalar (pankreatik ve noduler adrenal kalsifikasyonlarla tüberküloz tanısında) sayılabilir .
Tedavi
Çoğu ishal olgusunda, immünitesi normal olan konakçıda tedavi semptomatik ve yerine koyma (substitüsyon) tedavisinden ibarettir.

Gruplar halinde irdelenirse sekretuvar, ozmotik ve enterit tarzındaki ishallerde en acil ve önemli tedavi, kaybedilen sıvı ve elektrolitlerin en kısa sürede yerine konmasıdır. Bu amaçla, sadece i.v. yolun kullanılabileceği ağır dehidratasyon tablosu yok ise oral rehidratasyon sıvıları öncelikli olarak kullanılmalıdır. Bu sıvılarda elektrolitlerin yanında yer alan glukoz, Na+ substrat ko-transport mekanizmasında da belirtildiği gibi lümenden barsak epitel hücresine Na+ ve suyun aktif olarak girişini sağlar. Bilindiği üzere bu emilim mekanizması infektif ajanların toksinlerinden etkilenmez. Bu nedenle oral alım asla terk edilmemeli, çok küçük volümlerde ancak sıklıkla beslenerek bulantı uyarılmamalıdır. Bu gruptaki bakteriyel hastalıklardan sadece kolerada (günümüzde kinolonlarla, 2-3 gün) ve ciddi turist ishallerinde (ko-trimoksazol, kinolonlar, doksisiklin, 3-5 gün) antibiyotik kullanılması önerilmektedir. Viral etkenler için özgün bir tedavi bulunmamaktadır. G.intestinalis enteritinde 5-7 gün süre ile metronidazol, ornidazol ya da tek doz seknidazol (5-nitroimidazol türevleri) kullanılır. C.parvum infeksiyonlarında ise paramomisin hariç spiramisin, transfer faktör, somatostatin gibi denenmiş tedavilerin hiçbirinden arzulanan sonuç alınamamıştır. Paramomisin tedavisi halen geçerliliğini korumaktadır.

Amebik rektokolit (amipli dizanteri) ve daha ciddi amebiyazlar mutlaka tedavi edilmesi gereken tablolardır. Aksi halde kronikleşme ve uzak organ komplikasyonlarına ilerleme gibi önemli risklerle karşılaşılabilir. Bu amaçla 5-nitroimidazol türevleri kullanılır.

Antibiyotik kullanımının en çok tartışıldığı hastalık tabloları invazif ishallerdir. Birçok araştırmada özellikle basilli dizanteri, kolera gibi klinik tablolarda antibiyotiklerin ishal süresini kısalttığı ve iyileşmeyi hızlandırdığı görülmüştür. Bununla birlikte, gereksiz endikasyonlarda kullanılması halinde ise, örneğin Non-tifoidal Salmonella (yani S.typhi, S.paratyphi A, B, C gibi enterik ateş etkenleri hariç Salmonellalar) kolitlerinde, dirençli suşların gelişmesine ve bakterinin lokal direnç mekanizmalarını geçerek dissemine olmasına yol açılabilir. Sonuç olarak antibiyotik kullanımında seçicilik şarttır. İmmünitesi normal oldukça Non-tifoidal Salmonella ve E.coli kolitlerinde ve tablo ağır olmadıkça, hasta yaşlı ya da küçük çocuk olmadıkça basilli dizanteride kullanımı koşul değildir. Bu olgularda antibiyotik kullanımı sadece ağır olgulara ve risk gruplarına saklanmalıdır. Diğer ciddi olabilen bir tablo da C.difficile kolitidir, bu hastalar öncelikle metronidazol ile sağaltılmalıdır (10 gün). Bununla sağaltım sağlanamayacak ciddi olgularda ise oral Vankomisin (4×125-250 mg) kullanılır. İshalli hastada antibiyotik kullanma endikasyonları Tablo-8’de verilmiştir. İnvazif ishallerde kullanılacak antibiyotik cinslerine “Besin Zehirlenmelerine Yaklaşım” bölümünde değinilecektir.
İshalli hastada antibiyotik kullanma endikasyonları
Basilli dizanteri (risk grubuna kesin)
Uzamış C.jejuni ishalleri (kesin)

Kolera (önerilir)
Bakteriyemi ile seyreden Y.enterocolitica ishali (kesin)

Psödomembranöz kolit (kesin)
Bakteriyemi ile seyreden V.parahaemolyticus ishali (kesin)

Turist ishali (tartışmalı)
Giardiyaz (kesin)

Ekstraintestinal ve toksik Salmonelloz tabloları (kesin)
Amipli dizanteri (kesin)

 

 

İSİLİK

İsilik nedir? İsilik nedenleri ve tedavisi…
Özellikle yaz aylarında kendini gösteren isilik, ter kanallarının tıkanması sonucu ortaya çıkmaktadır. Peki isilik nedir? Genellikle çocuklarda rastlanan ancak yetişkinlerde de görülebilen isiliğin nedenleri ve tedavisi hakkında merak edilenler burada…

Çoğunlukla göğüste, boyunda, karın üzerinde, kol ve bacaklarda, vücudun kıvrım yerlerinde görülen şiddetli kaşıntılara neden olabilen isilik hakkında merak edilen her şeyi haberimizde bulabilirsiniz… İsilik nedir? İsilik nedenleri ve tedavisi…
İSİLİK NEDİR?
İsilik sıcaktan ya da fazla terlemekten, deride oluşan küçük pembe kabartılardır. Çok çeşitlidir. Bazıları hiçbir iz bırakmadan kaybolur. Özellikte göğüste ve karın üzerinde, çoğu kez şiddetli kaşıntıyla kendini gösterir. Bebeklerde sık görülür. Ter gözeneklerinin tıkanması sonucu ter bezlerinin küçük kistlere dönüşmesinden ileri gelir.
İsiliğin 3 farklı çeşidi bulunmaktadır. Bunlar;
Miliaria kristalina: Deri üzerinde pullu ve içi sıvı dolu kesecikli halidir.
Miliaria rubra: Deride içi sıvı dolu kesecikler vardır fakat etrafları pembe izle çevrilidir.
Miliaria profunda: Deri ile aynı renkte küçük şişliklerle oluşur.
İSİLİK NEDEN OLUR?
Özellikle yaz aylarında ter bezleri sıcak havalarda tıkanabilir. Ter bezleri tıkandığında, ter dışarıya atılamaz ve deri altında birikim yapmaya başlar. Bebeklerde sık yıkanma, ateşli hastalık geçirme ve çok kalın giyinme ile ortaya çıkabilir. Hafif olan türü su dolu kabarcıklıdır. Ağır isilik, kaşıntı ve su toplamış kabarıklıklarla oluşur. Kabarcıkların yanında karıncalanma ve kaşınma ciddi sıkıntılar yaratır.
İSİLİK NERELERDE GÖRÜLÜR?
İsilik; kollarda , göbek ve göğüs bölgelerinde , iç çamaşırının lastikli bölgelerinin değdiği ortamlarda da oluşmaktadır. Alın, göz kapağı, burun, diz kapağı arkası gibi bölgelerde de yoğun bir şekilde kendini gösterir. Bebeklerde genellikle popo bölgesinde yoğunlaşır. Üç dört güne kaybolur, tekrarlama riski yüksektir.
İSİLİK NASIL TEDAVİ EDİLİR?
İsilik herhangi bir tıbbi müdahaleye gerek kalmadan kendiliğinden bir kaç güne geçen bir hastalıktır. Vücutta yanma olursa serinletici losyonlar veya kremler kullanılabilir. Tabi ki de bunları hekim kontrolünde kullanılması sağlıklı olur. En doğal tedavi yöntemi temiz deniz suyudur. Fakat bebeklerde dikkat edilmesi gereken husus asılarının tam olmalarıdır ki deniz suyundan başka hastalıklara sebebiyet vermesin.
İSİLİĞİ ÖNLEMEK İÇİN YAPILMASI GEREKENLER
– Yaz aylarında vücudunuzu ılık su ile yıkayın,
– Dar giysiler yerine bol kıyafetler giyin, kıyafetlerin teri emen ve pamuklu olması gerekmektedir,
– Sıcaktan terlemeniz varsa hemen kıyafetinizi değiştirin,
– Parfüm, bakım ürünleri, makyaj malzemesi, şampuanlara bir müddet ara verin,
– Bol su için, yataklarınızı ve çarşaflarınızı pamuklu kılıflarla kaplayın ve sık değiştirin,
– Sıcak ve nemli ortamlardan uzak durun, normal ev ısısı 22-24 derece aralığıdır.
– Evinizi havalandırın, dışarı çıkarken mutlaka güneşten korunun,
– İsilik olan bölgeleri soğuk tutun, bebeklerde mutlaka doktora danışın.
– Bebeklerde mutlaka bebeğin tırnaklarını kesin ve bebeğin isilikli bölgeyi kaşımasına engel olun,
– Bebeklere pamuklu kıyafetler giydirin. Sıkmayan ve rahat kıyafet tercihi yapın.

 

 

İSKORBÜT

İskorbüt, C vitamini (askorbik asit) eksikliği nedeniyle ortaya çıkan bir hastalık.
Halsizlik, kolayca kanayan ve geriye çekilen dişetleri, ciltte morluklar, eklemlerde ağrı ve yuvarlanan saçlar belirtileridir. C vitamini eksikliğinde yorgunluk, iştah azalması, yara iyileşmesinde gecikme, deride kuruluk ve çatlamalar, eklemlerde şişmeler olur. Vücut direncinin azalmasından dolayı grip ve nezleye yakalanma riski artar.
Tarihçe
Bazı antik yazmalarda iskorbüte benzer rahatsızlıklardan bahsedilmekle birlikte iskorbüt hakkındaki ilk detaylı bilgilere Haçlı Seferleri’nde rastlanır. 15. yüzyılın sonlarına doğru iskorbüt denizcilerdeki başlıca ölüm ve sakatlanma nedeni oldu. Taze meyve sebze olmadan, kuru gıda ile uzun süre idare etmek durumunda olan denizcilerde C vitamini eksikliğinden dolayı iskorbüte rastlanmaktaydı. 1753’te İskoçdenizci James Lind Turunçgillerin iskorbütü engellediğini keşfetti. Zamanla Birleşik Krallık gemilerinde turunçgiller o kadar yaygın hâle geldi ki Britanya denizcileri “Limey” (limonlu) olarak anılmaya başlandı.
Sigara içenlerin, alkol alanların ve stres içinde olanların C vitaminine olan ihtiyaçları artar. Çünkü bu 3 faktör vücut direncini azaltan etkenlerdir.

 

 

 

İŞTAHSIZLIK (İŞTAH KAPANMASI)

İştah kapanması (iştahsızlık) neden olur? İştah kesilmesi için ne yapılmalı?
Hemen hemen her insan hayatın bir döneminde iştah kaybı sorunu ile karşı karşıya kalmaktadır. İştah kaybı birçok sebebe bağlı olarak gelişebilmektedir. İştah kaybı ile ilgili merak edilenleri bu metinde tüm detayları ile bulabilirsiniz… İştah kaybı nedir? İştah kaybının nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

Soğuk algınlığı, mide rahatsızlıkları, bağırsak hastalıkları, karaciğer hastalıkları gibi nedenlerle ortaya çıkan iştah kaybı yani iştahsızlık nedir? İştahsızlın nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında aradığınız her şey bu metinde…
İŞTAH KAYBI (İŞTAHSIZLIK) NEDİR?
İştahsızlık, aç olmadığınız duygusudur. Fazla yemek nasıl önemli bir sorunsa, iştahsızlık da önemli bir sorun olarak kabul edilebilir. Çünkü beslenme bozukluğuna bağlı olarak ortaya çıkan önemli sağlık problemlerine neden olabilir. İştahsızlığa yol açan sebepler ise fiziksel ya da psikolojik olabilir, başka bir rahatsızlığa bağlı olarak da iştahsızlık ortaya çıkabilir.
İŞTAH KAYBININ NEDENLERİ
Tıbbi olarak anoreksiya olarak adlandırılan iştah kaybı, çeşitli rahatsızlıklardan ve hastalıklardan kaynaklanabilir. Bazı durumlarda, ilaçların etkilerinden bazı durumlarda da altta yatan kanserin etkilerinden daha ciddi olabilir.
İştah kaybının nedenleri arasında hamilelik, metabolik problemler, kronik karaciğer hastalığı, KOAH, demans, HIV, hepatit, hipotiroidizm, kronik böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği, kokain, eroin, hız, kemoterapi, morfin, kodein ve antibiyotik bulunur.

İŞTAHSIZLIK BELİRTİLERİ
– Kilo kaybı,
– Yaş ve boya uyumsuz kilo,
– Kilo almaktan korkup, yemek yememek,
– 3-4 ay üst üste regl olmama (kadınlarda),
– Halsizlik, nefes darlığı, konsantrasyon bozuklukları,
– Cilt kuruluğu gibi belirtileri vardır.
İŞTAH KAYBI TEDAVİSİ
İştah kaybını tedavi etmenin ilk adımı, altta yatan nedenin belirlenmesi ve ele alınmasıdır. Bir kimsenin iştah kaybının ne kadar şiddetli olduğuna ve buna neden olabilecek herhangi bir komplikasyona bağlı olarak tedavide çeşitli yöntemler kullanılmaktadır.
Çocuklarda çoğu nedeninin psikolojik olduğu bilinen iştahsızlık hastalığının tedavi yöntemleri ve reçeteleri bulunmaktadır. Yetişkinlerin psikolojik iştahsızlık problemlerinde, üzüntüden ve stresten uzak durmasının tedavi seyrini büyük derece etkilediği iştahsızlık tedavisinde, verilen ilaçların düzenli kullanılması ve verilen beslenme listelerine uyulması kişilerin iştahsızlık problemlerine son vermektedir.
Fiziksel nedenlerden şüphelenen kişilerin doktorlara başvurması gereken iştahsızlık probleminde hekimler genellikle sorunun kaynağına inerek o soruna göre ilaç vermekte ve bu ilaçların özellikleri iştah açıcı olmaktadır.
İlaçların yanında bol miktarda kalsiyum, demir, çinko içerikli besinlerin tüketilmesinin önerildiği iştahsızlık sorunun da çocuklara da hemen hemen aynı tedavi yöntemleri uygulanmakta aynı zamanda çocuklara yemek yedirme konusunda baskı yapılmaması önerilmektedir. Bu sorunla karşı karşıya kalan bireyler bir hekim kontrolünde tedavi görmelidir.

 

 

 

KABAKULAK (EPİDEMİK PAROTİT)

Kabakulak virusu Paramyxoviridae ailesinden zarflı bir RNA virusudur. Zarfın yüzeyinde hemaglütinin, nöraminidaz ve füzyon aktivitesine sahip glikoprotein yapılar yer alır. Kabakulak virusu +4?C’da günlerce, -65?C’da yıllarca canlılığını sürdürür.
Genel
Kabakulak tüm dünyada görülebilen bir hastalıktır. Hastalık yıl içerisinde Ocak ve Mayıs ayları arasında en yüksek görülme hızına ulaşır. Askeri kışlalar, okullar gibi kapalı topluluklarda epidemiler bildirilmiştir. Kabakulak aşısının kullanımından önce vakaların %90’ı 14 yaşın altındaki çocuklardı. Aşının yaygın kullanımına bağlı olarak hastalığın insidansında önemli azalma meydana gelmiştir. 20 yaş ve üzerindeki erişkinlerin %80-90’ı kabakulağa karşı bağışıktır. Hastalık duyarlı kişilere, tükrük sekresyonu ile direkt temas veya damlacık çekirdekleri ile ağız veya burun yolundan girer. Parotit bulguları ortaya çıkmadan hemen önce ve parotit döneminde hastalığın bulaşıcılığı maksimumdur. Kızamık ve su çiçeği ile kıyaslandığında, kabakulağın bulaşması hasta kişi ile daha yakın teması gerektirir.
Patogenez
Virus duyarlı kişi tarafından alındıktan sonra hastalığın inkübasyon süresinde solunum yolu mukoza hücrelerinde çoğalır. Kabakulak virusu viremi ile glanduler dokulara ve nöral dokuya yayılır. Virusun Stenon kanalından direkt olarak parotise ulaşması deneysel olarak mümkündür. Ancak bu durumda inkübasyon süresi doğal infeksiyondakinden kısadır ve menenjit, orşit gelişimi gibi klinik tablolar bu patogenezle açıklanamamaktadır. Virus ile infekte parotis bezinde diffüz interstisyel ödem ve mononükleer lökositlerden oluşan serofibrinöz eksuda meydana gelir.
Klinik belirtiler
Kabakulağın inkübasyon süresi 2-4 haftadır (ortalama 16-18 gün). Prodromal dönem belirtileri non spesifiktir. Hafif ateş, baş ağrısı, iştahsızlık, halsizlik görülebilir. Bir-iki gün içerisinde parotis bezi lojuna uyan bölgede şişlik, ağrı, hassasiyet ortaya çıkar. İlerleyen günler içerisinde şişlik belirginleşerek, kulak kepçesi yukarı-dışa itilir, angulus mandibula silikleşir. Bir tarafta parotit bulgularının ortaya çıkışından birkaç gün sonra genellikle diğer taraf parotis bezi de hastalığa iştirak eder. Vakaların yaklaşık 1/4’inde hastalık tek taraflı seyreder. Kabakulak parotiti non süpüratif özelliktedir. Kızarıklık, ısı artışı gibi inflamasyonun diğer kardinal belirtileri bulunmaz. Hastalarda ağrı nedeniyle çiğneme, konuşma güçlüğü olur. Stenon kanalı ağzı eritemli ve ödemli görünümdedir. Parotis bezi şişliğinin maksimuma ulaşması ile birlikte ateş kısa sürede düşer, hassasiyet azalır. Yaklaşık bir hafta içerisinde parotis bezi şişliği de düzelir. Kabakulağın seyri sırasında %60-70 parotis bezi tutulumu olurken, değişen oranlarda diğer glandlar ve nöral yapılar da hastalığa katılabilir.
Vakaların %10 kadarında parotis bezine ilaveten diğer tükrük bezlerinde de sialadenit gelişebilir. Bu bezlerin tek başına tutulumu nadirdir. Kabakulağın tükrük bezi dışındaki en önemli glanduler tutulumu, postpubertal dönemdeki erkeklerde epididimoorşit gelişimidir. Epididimoorşit vakalarının 2/3’si parotitin görüldüğü ilk hafta, bir kısmı ise parotiti takip eden ikinci hafta içerisinde ortaya çıkar. Orşit gelişimi nadiren kabakulağın tek belirtisi de olabilir. Yüksek ateş, tutulan taraf testiste şişlik ve hassasiyetin ortaya çıkması ile kendini belli eder. Orşit tek taraflı geçirildiğinde sterilite riski yoktur. Bilateral geçirildiğinde de sterilite gelişiminin nadir olduğu belirtilmiştir. Yaklaşık 5 gün içerisinde ateşin düşmesi ile birlikte orşit bulguları geriler. Ooforit, postpubertal dönemdeki bayanların %5 kadarında görülür. Yüksek ateş, pelvik ağrı, bulantı, kusma gibi yakınmalara yol açar. İleriki dönemde infertilite veya erken menapoz görülmesi nadirdir. Pankreatit gelişimi şiddetli epigastrik ağrı, karında hassasiyet, yüksek ateş, bulantı, kusma ile kendini belli eder.

Kabakulağın en önemli ekstraglanduler tutulumunu santral sinir sistemi tutulumu oluşturur. Vakaların %1-10 kadarında menejit gelişir. Menejit gelişimi parotitle eş zamanlı olabileceği gibi, sonrasında da olabilir. Kabakulak menenjiti diğer viral menenjitlere benzerlik gösterir. Klinik olarak yüksek ateş, ense sertliği, bulantı, kusma vardır. Lomber ponksiyonda; beyin omurilik sıvısı (BOS) berrak görünümde, renksizdir. Hücre sayısı genellikle 500/mm3 ‘ün altındadır. Hakim olan hücre tipi lenfositlerdir. Protein düzeyi hafif yüksek, glukoz düzeyi genellikle düşüktür. Diğer aseptik menenjitlerle kıyaslandığında, BOS glukoz düzeyinde azalmaya kabakulak menenjitinde daha sık rastlanır. Menenjit bulgularının ortaya çıkışından sonraki 10 gün içerisinde ateşin düşmesiyle birlikte semptomlar geriler. Kabakulak menenjiti iyi seyirlidir. Sekel bırakmadan tam şifa ile iyileşir. Kabakulak ensefaliti nadir görülmekle birlikte, nörolojik sekel bırakabilmesi veya fatal seyredebilmesi nedeniyle ciddi bir tablodur. Parotitle birlikte erken dönemde görülen ensefalit, virusun neden olduğu nöron harabiyetine bağlıdır. Geç dönemde ortaya çıkan postinfeksiyöz ensefalitte ise konağın immun yanıtı sonucu gelişen demiyelinizasyonun rolü üzerinde durulmaktadır. Ateş 40-41?C gibi yüksek değerlere ulaşır. Çeşitli düzeylerde bilinç değişiklikleri, konvülsiyon, parezi, paralizi, afazi gibi belirtiler ensefaliti akla getirmelidir. Psikomotor bozukluklar veya konvülsiyon sekel olarak kalabilir.

Kabakulağa bağlı miyokardit gelişimi son derece nadirdir. Ancak %15 kadar vakada ST segmentinde depresyon, T dalgasında düzleşme, PR mesafesinde uzama gibi EKG bulguları saptanabilir.

Gebelikte geçirilen kabakulak infeksiyonu fötus için bazı riskler taşımaktadır. Anne gebeliğinin ilk trimestrinde kabakulak geçirdiğinde fötal ölüm riski yüksektir. İkinci ve üçüncü trimestrde bu risk azalmaktadır. Kabakulak infeksiyonuna bağlı olabilecek çeşitli fötal malformasyonlar tanımlanmıştır. Ancak major malformasyon sıklığının, kabakulak virusu ile infekte olmamış kontrol grubundaki gebelerde görülme riskinden farklı olmadığına dikkat çekilmiştir. Bir diğer çalışmada intrauterin kabakulak infeksiyonu, endokardiyal fibroelastozis ile ilişkili bulunmuştur. Kabakulak infeksiyonunun, juvenil Diabetes mellitus etiyolojisinde rolü olabileceği de tartışılmaktadır.
Tanı ve Ayırıcı tanı
Kabakulak tanısı çoğu kez klinik olarak konulabilir. Laboratuvarda hafif lökopeni ve rölatif lenfositoz görülebilir. Menenjit, orşit, pankreatit gelişimi halinde genellikle lökositoz ve sola kayma vardır. Parotit bulgularının olduğu dönemde serum amilaz düzeyleri yüksektir ve yaklaşık 2-3 hafta süreyle yüksek kalır. Kabakulağa bağlı pankreatitte de amilaz düzeyleri yükselir. Ayırım için amilaz izoenzim tayini veya pankreatik lipaz tayini yapılabilir. Tipik seyirli bir kabakulakta klinik veriler tanı için yeterlidir. Ancak parotit bulgusu olmayan veya parotis bezi dışıdaki tükrük bezi tutulumunun olduğu vakalarda viral etiyolojiyi belirlemek için çeşitli laboratuvar tetkiklerine başvurulabilir. Bu amaçla en çok kullanılan serolojik testlerdir. Kompleman fiksasyon, hemaglütinasyon inhibisyon, ELISA gibi testlerle akut ve konvelasan dönem serumları arasında 4 kat artış olması tanıyı doğrular.

Ayırıcı tanıda, benzer klinik tabloya yol açabilecek durumlar da gözden geçirilmelidir. Parainfluenza tip 3, coxsackie virus ve influenza A virus, nadiren akut parotite neden olabilir. Epidemik parotitle karışabilecek diğer bir klinik tablo süpüratif parotitlerdir. Etken çoğunlukla Staphylococcus aureus’tur. Ağrı, şişlik, kızarıklık, ısı artışı gibi inflamasyonun tüm kardinal bulguları vardır. Parotis bezi üzerine elle masaj yapıldığında, Stenon kanalı ağzından pürülan akıntının geldiği dikkati çeker. Fenilbutazon, tiourasil, fenotiyazin gibi bazı ilaçlara bağlı olarak bilateral parotis bezi büyümesi görülebilir. Parotis bezi kanalının taş, tümör, kist nedeniyle tıkanması tek taraflı parotite neden olabilir. Mikulicz sendromu, Sjögren sendromu gibi nadir durumlarda da parotite rastlanabilir.
Korunma
Hastalığın duyarlı kişilere bulaşını engellemek için, parotis bezi şişliği düzelene kadar (yaklaşık 10 gün), hasta kişilerin duyarlı kişilerle teması kesilmelidir. Aktif immunizasyon için Jeryl Lynn suşundan hazırlanan canlı attenue kabakulak aşısı kullanılmaktadır. 15. ayda KKK (kızamık, kızamıkçık, kabakulak) üçlü aşısının bir komponenti olarak uygulanır. Kabakulağa duyarlı olan postpubertal dönemdeki erkekler için de epididimoorşit riski nedeniyle aşı önerilir. Aşı ile elde edilen antikor düzeyleri, doğal infeksiyon sonrası gelişen antikorlardan daha düşük düzeydedir. Bununla birlikte en az 10 yıl süreyle koruyucu antikor titresinin devam ettiği belirtilmektedir.
Tedavi
Kabakulağın tedavisi tamamen semptomlara yöneliktir. Analjezik ve antipretikler kullanılabilir. Orşit gelişiminde de tedavi semptomatiktir. Yatak istirahati, analjezik, testisin elevasyonu önerilir. Steroid veya hormon preparatlarının uygulanmasının semptomların süresini kısalttığı ya da daha sonra gelişebilecek atrofiyi engellediğine dair yeterli kanıt yoktur.

 

 

 

KABIZLIK

Kabızlık terimi; az miktarda,sert kıvamda,seyrek ve güç dışkılama olarak algılanabilir.Dışkılamada güçlük,dışkılama sonrası boşalmamışlık duygusu gibi normal süre ve kıvamda dışkılama olmasına rağmen bazı hastalar tarafından yanlışlıkla kabızlık olarak değerlendirilip kendince , bilinçsizce tedaviye başlayan bir çok kişi vardır.Bu şekilde yanlış tedavi ile sonradan ciddi sorunlar doğabilir.

Kabızlık bir belirtidir,hastalık değildir.Ancak bu belirtiye yol açan çok sayıda organik hastalık olduğu unutulmamalıdır.

Kabızlıkta dışkının niteliği sert olmasıdır.Diğer niteliği dışkılama miktarıdır.Toplumlara,bireylere ve yiyeceklere bağlı olarak değişmekle birlikte;haftada 3 ve daha az dışkılama sert ve zor dışkılama ile birlikte alındığında kabızlık olarak değerlendirilebilir.
Normal dışkılama mekanizması nasıl çalışır ?
İnce barsaklardan yarı sıvı kıvamda kalın barsağın ilk kısmına gelen barsak içeriğini kalın barsakta suyunun emilerek dışkının normal kıvamı oluşmağa başlar.Bu işlemler sonucunda kıvamı koyulaşan gaita,son barsağın üst kısmına gelip burada depolanır.Genellikle yemeklerden sonra gastroenterik reflex ile gaita son barsağa doğru itilir.Son barsak içinde birikmeğe başlayan gaita,son barsak duvarını gererek dışkılama ihtiyacı meydana getirir.Son barsak kaslarının,karın içi adelelerin kasılması ile dışkılama meydana gelir.Özetle kabızlık 3 mekanizma ile meydana gelir.

1-Kalın barsağın ilk kısmına ulaşan materyalin azlığı (açlık ve posa bırakmayan diyetle beslenme sonucunda böyle olur)

2-Kalın barsağın dışkıyı ileri doğru iten hareketlerin azalması (bazı nörolojik hastalıklarda olduğu gibi )

3-Dışkılama mekanizmasının bozulması (son barsak ve anüse organik,nörolojik,psikolojik nedenlerle dışkının dışarı atımını engelleyen olaylarda olduğu gibi)
Kabızlığın nedenleri nelerdir ?
Doğuştan olma bozukluklar,kültürel,psikolojik,çevresel faktörler,dışkılama ihtiyacının uygun koşullar olmadığı için baskılanması barsakta gaitanın ilerlemesini zorlaştıran hastalıklar,yaşlılarda uygun dışkılama pozisyonunu engelleyen bozukluklar,eklem sorunları,parkinson hastalığı gibi bazı nörolojik hastalıklar,hareket azlığı kabızlık nedeni olabilir.Kullanılan bazı ilaçlar da ,kabızlık nedeni olabilir.

Bu saydığımız nedenler dışında ülkemizde ve batı dünyasında en sık kabızlık nedeni; barsak sağlığı yönünden yanlış beslenme sonucunda gelişen kabızlıktan kurtulmak için alınan ve bir müddet sonra alışkanlık yapan bir çok kabızlık ilaçlarının yanlış ve uygunsuz kullanımıdır.
Kabızlık olduğunda ne zaman doktora gitmeli?
Uzun süre kabızlık çeken kişiler nedenini belirlemek amacıyla doktora baş vurup bazı tetkikler yaptırmalıdır.Bunun dışında dışkılama alışkanlığında yeni meydana gelmiş bir değişiklik,kilo kaybı,şiddetli karın ağrısı veya dışkılama ile birlikte kan gelmesi halinde hemen doktora başvurulmalıdır.Bu belirtiler çok ciddi bir durum belirtisi olabilir.Guatr bezi hastalığı ve şeker hastalığında da dışkılama alışkanlığı değişebilir.
Kabızlığı olanlarda ne gibi testler yapılmalıdır?
Önce problemin şiddeti belirlenmeye çalışılmalıdır.Fizik muayene ,laboratur testleri yapılmalıdır.Kalınbağırsak filmi veya rektoskopik tetkikler istenebilir.Tüm kalın barsağın değerlendirilebildiği kolonoskopi denilen ışıklı,kıvrılabilen bir cihazla kolonoskopi yapılabilir .Bu şekilde polip(barsak içinde küçük veya büyük”ben’e”benzeyen oluşumlar)veya tümörler saptanabilir.
Kabızlık problemi nasıl çözümlenir?
Düzenli yemek yemek ,sağlıklı yiyecekler ve yeterli miktarda sıvı alınmalıdır.Düzenli egzersiz zengin lifli gıdalarla beslenmek ,kısaca özetlemek gerekirse günde 6-8 bardak su ya da sıvı ,fiziksel hareket ,bol lifli diyet.
Lif nedir ?
Lif bitkisel yiyeceklerin sindirilmeyen kısımlarıdır.2 çeşit lif vardır.Suda eriyen ve erimeyen.Suda eriyen lifler kalın barsaktaki bakteriler tarafından sindiriler.Yulaf kepeği suda eriyen liflere örnektir.Kan kollestrolünü düşürmede yardımcıdır.Suda erimeyen lifler kabızlık için en iyileridir.Buğday kepeği ,tahıl taneleri ve elma ,armut gibi çeşitli meyvelerin kabukları örnek olarak verilebilir.
Lif niçin önemlidir ?
Lifler gaitanın hacmini arttırır.Lifler su tutarak gaitanın miktarını ve su içeriğini arttırırlar.Bu şekilde kalın barsak içerisindeki materyelin barsak boyunca hareketini arttırarak yardımcı olurlar.
Lifi nereden ve ne miktarda almalıyız?
Uygun bir hareketi için günde 30-35 gr lif alınmalıdır.Liften zengin bir çok yiyecek vardır.Meyva ,sebzeler ,kepekli undan yapılmış ekmek en mükemmel örnekleridir.Beyaz pirinç yerine kahverengi pirinç kullanılmakdır.Kepek büyük bir lif kaynağıdır .Çeşitli doğal tahıl ürünlerinde bolc bulunur .Diğer yiyeceklere karıştırılarak hazır kepek yenebilir.
Pratik öneriler neler olabilir ?
Sabahleyin aç karna birkaç adet kuru kayısı ,kuru incir veya kuru erik üzerine 2 bardak su içildikten sonra yapılacak bol bir kahvaltı sonrası tuvalet ihtiyacı olsun ya da olamsın tuvalete gidip 10-20 dk oturulmalıdır.Bu şekilde sağlanabilinicek bağırsak alışkanlığı uzun süreli rahatlatıcı olacaktır.Birey hergün sabahları bu dışkılama girişimine zaman ayrılmalıdır.Bu dışkılama eğitiminde gençlerde daha iyi neticeler alınmaktadır.Ozmotik dışkılatıcılar (Magnezyum tuzları sodyum fosfat,laktiloz bu gruptandır)emniyetle uzun süre kullanılabilir.Barsak hareketlerini uyarak dışkılama meydana getirenler piyasada birçok tablet ya da draje şeklinde hazır olarak bol miktarda tüketilmektedir.Elektronik bozuklukları,kemik erimesi ,protein kaybı ve bağımlılık yapabilirler.Bazıları uzun süre kullanıldıklarıda barsak mukozasında pigment birikimine neden olarak melanosis koli adı verilen oluşuma yol açabilirler.Özellikle barsak hareketlerini arttıracak etki gösteren dışkılatıcılar barsak duvarı içerisindeki sinirlerin harabiyetine yol açar.Arkasından kolay kolay düzelmeyen şiddetli kabızlık meydana gelmektedir.

 

 

 

KADINLARDA CİNSEL SORUNLAR
VAJİNİSMUS

Vajinismus Nedir?

Vajinismus; vajina girişindeki kasların kasılması sonucu, cinsel birleşme girişiminin olanaksız hale geldiği ya da son derece ağrılı olduğu bir cinsel işlev bozukluğudur. Çözümünde profesyonel yardım almayı gerektirir. Vajinismuslu kadınların çoğu cinsel birleşme ile ilgili korkularını azaltmak için alkol ve sakinleştirici ilaç kullanma yoluna gitse de bu tür çabaların herhangi bir yararı olmamaktadır. Profesyonel yardım, konuyu bilen ve bu konuda deneyimi olan terapistler tarafından verilmelidir.

Vajinismus Belirtileri

Vajinismus şikayetiyle başvuran çiftlerin çoğunun cinsel bilgilerinde eksiklikler bulunmaktadır. Vajinismusu olan kadınlar cinsel birleşme ve cinsellikle ilgili olumsuz beklentiler nedeniyle cinsel uyaranlara karşı “yanlış” tepkiler vermeyi öğrenmişlerdir. Bu kişilerde genellikle şu alanlarda yanlış bilgilere sahip oldukları görülmektedir:

“Kızlık zarının yırtılması çok acı verir. Bu acı günlerce devam eder. İlk günlerde yürümek, hareket etmek hatta oturmak bile insanın canının yanmasına yol açar.”

“Vajina çok küçük ve dardır; içine bir şey alamaz.”

“Cinsel birleşme çok acı verir. Çok şiddetli kanamalar olur, eşler birbirinden ayrılamazlar. Vajina parçalanabilir ya da yaralanabilir.”

“Hamilelik hastalık gibidir; anne ve çocuk için birçok tehlikelerle doludur.”

“Doğum çok tehlikeli ve acı vericidir. Ölüm riski yüksektir.”

Vajinismus Tedavisi

Tedavide cinsel bilgi eksikliğinin giderilmesi ve cinsellikle ilgili yanlış bilgilerin düzeltilmesi gerekmektedir. Ayrıca bu yanlış tepkilerin düzeltilmesinde ev ödevlerinden faydalanılır. Ev ödevleri, bilgi düzeyinin artırılması, iletişim becerilerinin geliştirilmesi, cinsellikle ilgili yanlış inanç ve tutumların fark edilmesi ya da yeni cinsel yaşantıların oluşturulmasına yönelik olabilir.

Vajinismuslu kadınların kendi bedenlerini tanımalarına yönelik çalışmalar yapılması, cinsellikle ilgili duygular (korku, utanç, suçluluk gibi) üzerine çalışılması, eşin ailesiyle ile olan ilişkilerin düzenlenmesi de tedavide önemli alanlardandır.

Vajinismus şikayetiyle başvuran çiftlerde en sık rastlanan bir özellikte özellikle cinsel iletişimin az olmasıdır. Bazı çiftler birbirlerinin yanında cinsellikle ilgili konuları konuşmaktan utanırlar. Tedavide çiftlerin cinsellikle ilgili konularda daha çok konuşmalarına yönelik çalışmalar yapılır. Cinsel iletişim sorunu olan eşler arasında cinsellik dışındaki alanlarda da iletişim sorunları olması, nadir bir durum değildir. Böyle çiftlerle çalışırken, görüşmelerin bir bölümünde de günlük yaşamdaki iletişim zorlukları üzerinde durulması ve gerekirse bunlarla ilgili ev ödevleri verilmesi çok yerinde olur.

Cinsel ilişkideki en temel davranış dokunmaktır. Dolayısıyla tatminkar bir cinsel ilişki için eşlerin birbirlerine yeterince dokunmaları ve nasıl dokunacaklarını bilmeleri şarttır. Bu nedenle tedavide eşlerin rahat ve endişesiz bir durumda fiziksel yakınlık kurabilmelerine, cinsel arzu ve duygularını birbirlerine açıkça ifade edebilmelerine yardımcı olacak dokunma egzersizleri önerilmektedir.

Tedavide birleşme denemeleri sırasında ortaya çıkan kasılmalara düzensiz nefes alma, nefesin hızlanması ya da kesilmesi gibi belirtiler de eşlik edebilir. Bu nedenle vajinismuslu kadınlara nefes alıp verme egzersizleri verilir. Vajinismusta vajina kaslarına ek olarak karın, kalça ve bacaklarda da kasılmalar ortaya çıkabilir. Bu nedenle bu kas gruplarıyla ilgili gevşetme egzersizlerinin düzenlenmesi yerinde olacaktır.

Tedavinin ilerleyen aşamalarındaki egzersizlerde vajinanın genişletilmesi ve içine bir şey girince kasılmasının önlenmesine yönelik egzersizler ve ev ödevleri planlanır. Basamak basamak ilerleyen süreçte aşamalı cinsel birleşme egzersizleri planlanır.

Vajinismus davranışçı-bilişsel cinsel terapi yaklaşımıyla başarılı sonuçlar elde edilmektedir.

 

 

 

KAFA TRAVMASI

Herhangi bir darbe veya kaza sonucu kafa travması oluşabilir. Kişi geçirdiği travma sonrası kazanın nasıl gerçekleştiğini, öncesini ve sonrasını hatırlamakta zorluk çekiyorsa, uyku hali varsa ya da uyandırılamıyorsa hayatı risk altında olabilir.

Sık karşılaşabileceğimiz bu travma biçimi, yaratabileceği sonuçlar açısından oldukça önemlidir. Travmalar, beyin dokusunda ciddi yaralanmalar sonucu kalıcı hasarlar bırakabilir. Zamanında ve doğru müdahale, hayat kurtarıcı olabilir.

Kafa travmaları, sakatlığa neden olabilen ve uzun süre bakım gerektiren sonuçlara yol açabilir. Bunları önlemenin bir yolu olmadığı için riski en aza indirebilecek önlemlerin alınması daha doğru olacaktır. Bunun için herhangi bir iş ya da spor yaparken kafa travmalarına yol açabilecek durumları düşünerek hareket etmek gerekir. Mesela, motosiklet, bisiklet ya da ata binerken mutlaka kafaya koruyucu bir kask takılmalıdır. Trafik kazalarında oluşabilecek travma riskini azaltmanın en önemli yoluysa, emniyet kemeri takmaktır.

Kafaya alınan darbe sonucu en sık görülen durumlardan biri, kafa derisinin şişmesidir. Bunun dışında zedelenme, beyin dokusunda ezilme, beyin dokularında kan birikmesi ve kemiklerin bütünlüğünü bozan kafatası kırıkları da görülebilir. Yaygın akson hastalığı olarak bilinen, genellikle belirgin bir kanama bulgusu olmaksızın beyin ödemiyle oluşan bir hasar da gelişebilir. Uzun vadeli hasarlar ortaya çıkarabilen ve ödem sonucu oluşan basınç artışları bazı anormalliklere yol açabilir.

Açık kırıklar her zaman çok ciddi yaralanmalardır. Travma sonucu açık kırık yoksa yani kafa derisi kesilmiş, beyin dokusu dış ortam havasıyla temasa geçmemişse çok ciddi olmayabilir. Kapalı kırıklar ve çatlaklar hasarın durumuna, özelliğine bağlı sonuçlar meydana getirir. Kafaya gelen çok hafif bir darbe bile kişi için çok ağrılı olabilir. Çünkü yüz ve kafa derisi vücudun diğer bölgelerine göre daha hassastır. Kafa derisinde çok fazla kan damarı bulunduğundan küçük bir kesikten büyük miktarda kanama meydana gelebilir. Darbe sonucu cildin bütünlüğü kaybolmaz ise kesik oluşmadığı için kanama olmasa da cilt altına toplanan kan, darbe bölgesinde şişliğe yol açabilir.

Travma geçirdiği bilinen kişiler mümkün olduğunca kısa sürede tam donanımlı bir sağlık merkezine ulaştırılmalıdır. Hızlı hareket etme endişesiyle hastalara daha çok zarar verebilecek transfer şekillerinden kaçınılmalıdır. Hastanın mevcut pozisyonu uzman bir hekim tarafından görülene kadar korunmalıdır.

Kafa travması geçiren kişiye uzman hekim muayenesinden sonra radyografi, fonksiyonel boyun grafisi, tomografi ve manyetik rezonans gibi birtakım tetkikler uygulanır. Tetkiklerin neticesinde cerrahi girişim gerektirecek bir duruma karar verilirse; gerekli donanımı olan bir merkezde, yeterli tecrübeye sahip bir cerrahi ekip tarafından girişim uygulanmalıdır.

Kafa Travması geçirmiş bir hastada; Bilinç kaybı ya da bilinç bulanıklığı, bulanık görme, vücutta kasılmalarının olması, denge kaybı, baş dönmesi ve/veya baş ağrısı, kulak ya da burundan saydam bir sıvının gelmesi ya da kulak kanaması gibi belirtilerin olması durumunda mutlaka ileri değerlendirme gereklidir.

 

 

 

KALBİN HIZLI ATMASI-TAŞİKARDİ
Kalbin hızlı atması-Taşikardi nedenleri nelerdir tedavi yöntemleri

Taşikardi nedir?
Taşikardi sık rastlanan bir kalp ritim bozukluğudur (aritmi) ve kalbin istirahat halindeyken dakikada 100 kereden fazla atması durumuna denir.
Egzersiz ya da stres, travma, hastalık gibi durumlara verilen psikolojik tepkiler esnasında kalp atışının hızlanması normaldir. Ancak taşikardi durumunda kalp, kişi dinlenirken de normalden hızlı atmaya başlar.
Kalp hızımız, kalp dokularından gönderilen elektrik sinyalleri tarafından kontrol edilir. Kalpte anormal bir durum görülmesi sonucu kalbin çok sık elektrik sinyali göndermesi ve kalp atışının artması da taşikardiye yol açar.
Üç çeşit taşikardi vardır:
1) Supraventriküler taşikardi: Kalbin üst odacıklarından gelen elektrik sinyalleri normal bir şekilde çalışmadığında kalp ritmi hızlanır. Kalp o kadar hızlı atar ki kulakçık sıkışmadan önce kendini kan ile dolduramaz. Bu da vücudun geri kanal kısmına giden kan akışını azaltır.
2) Ventriküler taşikardi: Bu durum kalbin alt odacıklarında gelişen hızlı kalp atışından kaynaklanır. Bu odacıklardaki elektrik sinyalleri yanlış tarafa gönderildiği zaman ventriküler taşikardi görülür. Yine aynı şekilde kalp kan ile dolamaz ve vücuda kan gönderimi azalır.
3) Sinüs taşikardisi: Kalbinizde kalp atışlarını düzenleyen mekanizma, normalden daha hızlı bir şekilde elektrik sinyali göndermeye başladığı zaman görülür. Kalbiniz daha hızlı atmaya başlar ancak normal bir şekilde atmaya devam eder.
Normal kalp atış hızı nasıldır?
Kalp ritmi normal durumlarda aşağıdaki gibidir:
 Yeni doğanlarda: 100-160
 6-12 aylık bebeklerde: 80-150
 1-3 yaş arası çocuklarda: 80-130
 3-5 yaş arası çocuklarda: 80-120
 6-10 yaş arası çocuklarda: 70-110
 11-14 yaş arası çocuklarda: 60-105
 15-20 yaş arasında: 60-100
 20 yaş ve üzerinde: 50-80
Taşikardi nedenleri nelerdir?
Taşikardi, herhangi bir şeyin normal kalp ritmini bozması sonucu yaşanır. Aşağıdaki durumlar kalbin hızlı atmasına yol açabilir:
 Kalp hastalıklarına bağlı olarak kalp hasarı gelişmesi
 Doğuştan gelen kalp hastalıkları
 Kansızlık
 Egzersiz
 Ani stres, korku, sinir
 Yüksek ya da alçak tansiyon
 Sigara içmek
 Ateş
 Alkol tüketmek
 Kafein tüketmek
 İlaç yan etkileri
 Uyuşturucu kullanımı
 Elektrolit dengesinin bozulması
 Tiroit bezinin fazla çalışması (hipertiroidizm)
 Uyku apnesi
 Diyabet
 Yaşlılık
 Genetik yatkınlık
Taşikardi belirtileri nelerdir?
Kalbiniz çok hızlı çarptığı zaman vücudunuza normal bir şekilde oksijen pompalayamaz. Bu da organlarda ve dokularda oksijen azlığına sebep olur ve aşağıdaki belirtiler görülür:
 Baş dönmesi
 Bayılma hissi
 Nefes darlığı
 Göğüste ağrı
 Çarpıntı
 Bayılma
Taşikardisi olan bazı insanlarda hiçbir semptom görülmeyebilir, taşikardi durumu yalnızca fiziksel muayenede ya da EKG testinde ortaya çıkabilir.
Taşikardi tanısı ve tedavisi
Tanısı:
Taşikardi tanısı koymak için EKG testi (holter takılarak kalp atışlarını kontrol etme), efor testi (stres testi olarak da bilinir, hasta yürüme bandının üzerine çıkarılır ve kalp atışları kaydedilir), MR (manyetik rezonans), kalp ekosu (ekokardiyogram, ultrason ile kan akışının görüntülenmesi), bilgisayarlı tomografi, kalp anjiyosu ve göğüs filmi (röntgen) kullanılabilir.
Tedavisi:
Tanı konduktan ve taşikardiye yol açan sebepler bulunduktan sonra doktorunuz sizin için uygun olan tedaviye başlayacaktır.
Eğer sinüs taşikardiniz varsa doktorunuz nedenini bulmanıza yardımcı olacak ve kalp hızınızı düşürmeye yarayacak tavsiyelerde bulunacaktır. Bu tavsiyeler hayat tarzı değişiklikler, stresten uzaklaşma, ateş düşürücü ilaç tedavisi gibi tavsiyeler olabilir.
Eğer supraventriküler taşikardiniz varsa doktorunuz daha az kahve tüketmenizi, daha az alkol tüketmenizi, daha çok uyumanızı, sigarayı bırakmanızı tavsiye edebilir.
Ventriküler taşikardi tedavisinde ise kalp elektrik sinyallerini düzenlemek için ilaç kullanımı ya da duruma yol açan anormal kalp dokusunun ameliyatla yok edilmesi önerilebilir. Kalbin çok hızlı attığı durumlarda doktorunuz kalp ritmini düzenlemek için defibrilatör adında bir kalp ritmi düzenleyici alet kullanabilir.
Eğer taşikardi herhangi bir kalp hastalığı ya da diğer hastalıklardan kaynaklanıyorsa tedavi bu hastalıklara yönelik yapılır ve değişiklik gösterebilir, önce bu hastalıklar tedavi edilir. Hastalıklar tedavi edildikten sonra taşikardi de ortadan kalkacaktır.
Hızlı kalp atışı her zaman tedavi gerektirmez. Ancak bazı durumlarda hayati tehlikeye yol açabilir. Bu yüzden eğer kalp atışlarınızda herhangi bir düzensizlik varsa en kısa sürede bir doktora muayene olmalısınız.

 

 

 

KALIN BAĞIRSAK KANSERİ (KOLOREKTAL KANSERLER)

Kalın bağırsak, son 15-20 cm’lik bölümü rektum ve geriye kalan bölüm kolon olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Kolon ve rektumda görülen kanserler birlikte ‘kolorektal kanserler’ olarak adlandırılır.

Kalın bağırsak kanserleri dünya genelinde en yaygın üçüncü kanserdir. Aynı zamanda kadınlarda ve erkeklerde kansere bağlı ölümlerde her iki cinsiyette te üçüncü sıra yer almaktadır. İstatistikler dünyada sorunun önemini ortaya koysa da, kalın bağırsak kanserlerinde erken tanı ve tedaviyle yüz güldürücü sonuçlara ulaşmak mümkün olabilmektedir. Araştırmalar, kolon bölgesindeki kanser erken evrede yakalanıp tedavi edildiği taktirde, 5 yıllık sağ kalım oranlarının yüzde 90 seviyesinde olduğunu göstermektedir.

Kalın bağırsak kanserler yaygınlığı fazla olmakla birlikte gelişmiş tarama yöntemlerinin yaygınlaşması ve tarama konusunda farkındalığın artmasıyla ölüm oranlarında düzenli gerileme görülmektedir.

En iyi sonuç erken saptandığında alınıyor.

Kalın bağırsak kanserlerinin çok büyük bölümü bağırsağı kaplayan mukozada meydana gelen poliplerden gelişmektedir. Özellikle 50 yaşından sonra kalın bağırsakta sıklıkla rastlanan poliplerin büyük çoğunluğu iyi huylu olmakla birlikte bazıları zaman içinde kansere dönüşebilmektedir. Bilim adamları, kanser ve polip gelişmesine neden olan bu dönüşümü, kolonun iç yüzünü kaplayan yapıların DNA’sında zaman içinde meydana gelen değişimlere bağlamaktadır. Ortaya çıkan bu değişiklerin büyük çoğunluğu da yaşlanmaya ve çevresel faktörlere bağlanmaktadır. Bazı kalıtsak özellikler gösteren bağırsak kanseri tipleri de bulunmaktadır.

Kalın bağırsak kanserinde risk faktörleri

Bağırsak kanserleri toplumda bu denli yaygın görülmekle birlikte ortaya çıkış nedenleri tam olarak bilinmemektedir. Birçok kanser türünde olduğu gibi bağırsak kanserinde de yaş önemli risk faktörüdür. Araştırmalara göre, kolon kanserine yakalanma riski açısından kadın ve erkeklerde eşit olasılık söz konusu. Ancak, kadınlarda rektum, erkekler ise kolon kanseri riskinin daha yüksektir. Genel olarak bakıldığında, yaş, daha önce geçirilmiş kanser öyküsü, birinci derece yakınlarında kanser görülmüş olması, yaşam biçimi ve beslenme alışkanlıkları kolon kanserinde risk faktörleri olarak sıralanmaktadır.

Yaş: Tanı konmuş bağırsak kanseri hastalarının yüzde 90’ı, 50 yaşın üzerindedir. Bununla birlikte, genetik faktörler ya da kronik inflamatuvar barsak hastalığı söz konusu değilse bağırsak kanseri gençleri çok fazla etkilememektedir.

Ailede kolorektal kanser öyküsü: Kolorektal kanserlerde yüzde 15 oranında kalıtsal faktörlerin etkili olduğu düşünülmektedir. Özellikle, anne, baba, kardeşler gibi birinci derece yakınlarında kolorektal kanser bulunması riskin artmasına neden olmaktadır. Bu kişilerin kansere 60 yaşından önce yakalanması durumunda ise genç yaşta kolorektal kansere yakalanma riski yükselmektedir. Ailede adenomatöz polip ve endometrial kanser, mide ya da mesane kanseri öyküsü olması da riski artırmaktadır. Bu nedende, özellikle ailesinde kolorektal kanser geçmişi olan kişilerde, sık tarama hayati önem taşımaktadır.

Tıbbi geçmiş: Polip ya da farklı bağırsak hastalıklarının varlığı; Kalın bağırsak kanserlerinin çoğunluğunun poliplerden kaynaklandığı bilinmektedir. Polip sayısı arttıkça kansere yakalanma riski de artmaktadır. Her ne kadar bu poliplerin büyük kısmı iyi huylu olarak kalmaya devam etse de, adenomatöz polipler, yani adenomların prekanseröz olma ve kansere dönüşme ihtimali yüksektir. Kolerektal kanserlerin yaklaşık yüzde 95’i adenomlardan geliştiği için bazı iyi huylu tümörlerin de kansere dönüşebileceği düşünülmektedir. Bu nedenle korunma ve önleme amacıyla tüm poliplerin alınması önerilmektedir. Ayrıca, ülseratif kolit ve Crohn gibi inflamatuar bağırsak hastalıklarının varlığı bağırsak kanseri riskini artırmaktadır.

Geçirilmiş kanser öyküsü: Daha önce kalın bağırsak kanser tanısı almış kişilerde, kanserin tekrarlama ihtimali yüksektir. Kadınlarda yumurtalık, rahim ve meme kanseri geçirmek de riski artırıcı etkenler arasındadır.

Yaşam biçimi ve beslenme alışkanlıkları: Kalın bağırsak kanserlerinde bazı beslenme alışkanlıkları ile yaşam şekillerinin ilişkili olduğu bilinmektedir. Hareketsiz yaşam, obezite, aşırı alkol tüketimi, hayvansal yağlardan zengin, lifli gıdalardan ve sebze ve meyveden uzak beslenme, fazla miktarda işlenmiş gıda tüketimi kansere yakalanma ihtimalini artırmaktadır. Sigara kullanımı da kolorektal kanserlerde önemli bir risk faktörüdür. Bazı ırksal özelliklerden dolayı yaşanılan bölgenin de kansere yakalanma ihtimalini artırdığı bilinmektedir.

Kalın bağırsak kanseri belirtileri

Kalın bağırsak kanserlerine özgü belirtiler bulunmamakla birlikte genellikte hiç belirti vermeden ilerler. Ortaya çıkan bazı belirtiler ise çoğunlukla başka hastalıklarla karıştırılmaktadır. Bu nedenle özellikle risk grubunda yer alan kişilerin aşağıda sıralanan şikayetleri varsa, vakit kaybetmeden hekime başvurmaları gerekir.

• Tuvalete çıkma alışkanlıklarında değişiklik, uzun süreli ishal, kabızlık yaşanması
• Bir haftayı aşan dışkılayamama hissi
• Dışkının görünümünde değişiklik, çapında incelme
• Dışkıda parlak kırmızı ya da siyah kan görülmesi. Kan, rektum ya da bağırsakta kanamayı işaret eder.
• Dışkılama sonrasında bağırsaklarda tam boşalamama hissi
• Karın bölgesinde şişkinlik, kramp ve ağrı
• İştahsızlık ve nedensiz kilo kaybı
• Kusma, geçmeyen yorgunluk hissi, kalp çarpıntısı

Tarama yöntemleri

Kalın bağırsak kanserleri erken tanı aldığında önleme ve tedaviyle oldukça başarılı sonuçlara ulaşılabilmektedir. Bu nedenle, gelişmesi 5-10 yıl arasında yavaş seyreden kalın bağırsak kanserinde tarama yöntemleri hayat kurtarır niteliğindedir. Belirtiler ortaya çıkmadan tümörün tespit edilmesi, poliplerin çıkarılmasıyla kanserin önüne geçmek mümkün olabilmektedir.

Hangi tarama testinin kime ve ne zaman yapılacağı, kişinin yaşı, aile öyküsü ve risk değerlendirilmesine göre hekim tarafından belirlenecektir. Ancak, herhangi bir risk grubunda olmasa bile 50 yaşını geçmiş herkesin kolon kanseri açısından düzenli kontrollerini yaptırması gerekmektedir. Yıllık fizik muayeneleri hem riskin değerlendirilmesi hem de alınabilecek önlemlerin tespit edilmesinde yardımcı olacaktır.

Dışkıda kan testi: Herhangi bir girişim gerektirmeyen bu testte, dışkıda kan bulaşıklığı aranmaktadır. Tümörlerde ve poliplerde dışkının geçişi az miktarda da olsa kanamaya neden olabilmektedir. Testin pozitifliği mutlaka kanser olduğunun göstergesi değildir. Hemoroid gibi bazı bağırsak sorunları da testin pozitif sonuçlanmasına neden olabileceği gibi bazı polipler kanamaya neden olmayacağı için sonuç negatif çıkabilmektedir. Bu nedenle elde verilere göre hekim tarafından daha ayrıntılı sonuca ulaştıracak tanı yöntemlerine yönlendirilir.

Sigmoidoskopi: Bu testle bağırsağın rektum ve sigmoid kolon denen üçte birlik bölümü görüntülenmektedir. Endoskopik bir aletle incelenen bu bölgedeki polip ve kanserlerin tamamı tespit edilebilmektedir. İşlem sırasında görülen polipler alınabilmektedir.

Kolonoskopi: Kalın bağırsak kanserinin tanısında kolonoskopi hala altın standart olarak kabul edilmektedir. Bağırsağın tüm duvarının görüntülenebildiği kolonoskopi işlemi sırasında tespit edilen tüm polipler temizlenebilmekte, ihtiyaç duyulduğunda biyopsi yapılabilmektedir. Kolonoskopi işlemi 30-90 dakika aralığında sürmektedir.

Sanal kolonoskopi: Bilgisayarlı tomografi (BT) eşliğinde yapılan girişimsel olmayan bir yöntemdir. Yeni bir uygulama olan sanal kolonoskopide görüntüler vücudun dışından alınır ve kalın bağırsağın tamamı bilgisayarlı tomografi ile görüntülenir. Sanal kolonoskopide polip saptanması durumunda yeni bir endoskopik işlemle polibin alınması gerekmektedir.

Kalın bağırsak kanserinde tanı nasıl konulur?

Hastada görülen belirtiler ve laboratuvar test sonuçları hekimde kanser şüphesi yaratıyorsa tanıya yönelik daha ayrıntılı testlere başvurulmaktadır. Kanser saptandıysa da evresini, derecesini belirlemeye ve metastaz olup olmadığı araştırılmaktadır. Tanı koymada kolonoskopi, biyopsi, kan testleri ve manyetik rezonans (MR), bilgisayarlı tomografi (BT), pozitron emisyon tomografisi (PET-BT veya PET-MR) gibi görüntüleme yöntemlerinden yararlanılmaktadır.

Kalın bağırsak kanserinde tedavi

Tedavi yöntemlerindeki gelişmeler sayesinde artık kolorektal kanserlerin her evresine uygun tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Uygun tedavi yöntemini belirlerken kanserin evresi, yerleşim bölgesi, hastanın genel sağlık durumu, başka bir hastalığın ya da kanserin olup olmaması, yaşı gibi birçok etken bir arada değerlendirilerek karar verilmektedir. Tedaviyle, hastanın kanserden tamamen kurtulması mümkün olmasa da yaşam kalitesi düşmeden uzun bir ömür amaçlanmaktadır.

Kalın bağırsak kanserinin tedavi seçeneklerinde cerrahi, kemoterapi ve radyoterapi yer almaktadır. Hekimin vereceği tedavi planı çerçevesinde bu yöntemler tek tek ya da bir arada kullanılabilmektedir.

Kalın bağırsak kanserlerin tedavisinde ilk seçenek cerrahi ile tümör ya da tümörleri çıkarmaktır. Uygulanan cerrahide tümörün bulunduğu kısımla birlikte her iki yanındaki sağlam dokulardan da bir parça alınmaktadır. Aynı zamanda yayılma ihtimali olan mezenter doku ve lenf nodları da alınır.

Kalın bağırsak kanseri ameliyatlarında kanserli doku karından yapılan ameliyatlarla çıkarılabileceği gibi minimal invazif yöntemler da kullanılmaktadır. Laparoskopik ameliyatlarda hastanın iyileşme süresi karından yapılan ameliyatlara oranla çok daha kısa olmaktadır.

Tümör rektum bölgesinde ise tümör kalın bağırsağın sol tarafının bir kısmı ile birlikte alınır ve iki uç birbirine birleştirilir. Birleştirmenin mümkün olmadığı durumlarda cerrah, sağlam bağırsağın ucunu karın duvarına ağızlaştırır, diğer ucu kapatılır. Kolostomi denen bu işlemden sonra dışkı özel kolostomi torbaları aracılığı ile dışarı alınır. Bu durum birçok hasta için geçici olmakla birlikte, rektum alt bölgelerinde makata çok yakın kısımlarda tümörü olan hastalarda kolostomi kalıcı olabilmektedir.

Kalın barsak kanserlerinde evreye göre cerrahi öncesinde ya da sonrasında kemoterapi uygulanabilmektedir. Aynı şekilde yine kanserin evresine ve tedavide gerekliliğine göre radyoterapi de yapılabilmektedir.

Hastanın takibi ve kontroller

Kalın bağırsak kanser tanısı almış ve tedavi görmüş kişilerde kanserin tekrarlama riski her zaman bulunmaktadır. Kanserin yıllar sonra da tekrarlayabileceği düşünülerek hastanın dikkatli şekilde takip edilmesi gerekmektedir. Her hasta için hekimi düzenli takip programı oluşturacaklardır. Genel takip programlarına göre, ilk iki yıl üç ayda bir, sonraki üç yıl altı ayda bir kan testleri ve CEA testleri yapılır.

Yine ilk üç yıl boyunca altı ayda bir, sonraki iki yıl boyunca yılda bir kez olmak üzere görüntüleme yöntemleri ile herhangi bir yayılım olup olmadığı kontrol edilir. Tedavinin tamamlanmasından bir yıl sonra kolonoskopi yapılır ve elde edilen sonuçlara bağlı olarak da her üç yılda bir tekrarlanır.

 

 

 

 

KALP VE GÖĞÜS AĞRISI

Kalp ve göğüs ağrısı ciddi sorunların işareti olabilir!

Ağrı, kalp hastalıklarının en önemli ve en sık rastlanan belirtilerinden biridir. Kalp krizi belirtisi olan ağrılar daha çok göğüs ön bölgesinde yaygın bir alanda olup boyna ve sol omuza doğru yayılır ve künt vasıflıdır. Bir noktada veya batıcı-kalbe iğne batması-şeklinde değildir. Göğüs bölgesinde hissedilen ağrıların yaklaşık olarak %90’ı kas-iskelet sistemi ile alakalı ağrılardır. Gögüs kafesi ve etrafında hissedilen şiddetli ağrı, aort kapağı darlığı, hipertrofik obstruktif kardiyomiyopati, hipertansiyon, aort yetersizliği, anemi, hipoksi (dokularda oksijen azalması), aort disseksiyonu (ana damarın yırtılması), perikardit (kalp zarı iltihabı), reflü, özofagus (yemek borusu) spazmı ve yırtılması, ülser, depresyon ve kardiyak psikoz gibi pek çok sorundan kaynaklanabilir.
Kalp ve göğüs ağrısını ayırt etmek önemlidir
Bu nedenle kalp ve göğüs ağrısının doğru tanımlanması, önemli sağlık sorunlarının erken evrede teşhis edilmesi için çok önemlidir. Koroner arter hastalığı (kalbi besleyen damarların daralması veya tıkanması) nedeniyle yeterince oksijen alamayan kalp kası, bunu ağrı ile gösterir.
Koroner arter hastalığının sebep olduğu göğüs ağrısı
Koroner arter hastalığı hiç bir belirti vermeyebilir. Hastalığın şiddeti ve bulguları değişiklik gösterir. Hastalık ilerledikçe kalbin beslenmesi yetersizleşir. Kalbe yeterince kan gitmez ve göğüs ağrısı ortaya çıkar. Bu ağrı sol kola ve çeneye yayılır. Bazen kolda uyuşma hissi görülür. Koroner arter hastalığı olanların şikayetlerinden biri de hareket ederken özellikle egzersiz sırasında zorlanmadır.
Sıkıştırıcı bir ağrı olduğunu söylerler ve hareketi tamamlayamazlar. Dinlenme ihtiyacı hissederler. Dinlenmeden sonra bu ağrı geçebilir. Bunların dışında nefes almada güçlük çekme, göğüste basınç hissi ve yanma, yorgunluk kalp hastalığının belirtisi olabilir.
Stres durumunda bu şikayetlerin arttığı gözlenebilir. Çünkü damarlar daralmıştır ve kan ihtiyacı karşılanamamaktadır. Koroner arter hastalığının ilk belirtisi kalp krizi olabilir. Damar tıkanırsa doku beslenemez. O damarın tıkandığı yerdeki kalp dokusunda ölüm olur. İşte bu durum kalp krizidir. Kendiliğinden geçmez. Ağrı uzun sürelidir ve şiddetlidir. Hastanın hayatını tehlikeye atan bir durumdur. Acile başvurmak gerekir.
• Ağrı yorulunca veya heyecanlanınca oluyor, dinlenince geçiyorsa koroner damarlarla ilgili olma ihtimali çok fazladır.
• Aort stenozu, hipertrofik obstruktif kardiyomiyopati, ciddi hipertansiyon, aort yetersizliği, ciddi anemi, iskemi ve hipoksi gibi nedenler de ağrılara neden olur.
Aortik stenoz ve aortik yetmezliğin sebep olduğu göğüs ağrısı
Aortik stenoz; aortik kapağın sertleştiği, açıklığının (ağzının) daraldığı ve kapağın kan akışını engellediği bir hastalıktır. Aortik stenozun her bir türünde, kapakçık üzerinde giderek daha çok yaralı doku birikir ve bu da kapakçığın daha az açılmasına neden olur. Sol ventrikül (karıncık) artan dirence karşı pompalama yapmak zorunda olduğundan, daha çok çalışmak zorunda kalır. Sonuç olarak da, sol ventrikül (karıncık) kası giderek daha çok kalınlaşır.
Aortik yetmezlik aortik kapakçığın tamamen kapanmadığı bir hastalıktır. Bu, kalp kasılmasının dinlenme (diastolik) fazı esnasında kanın aorttan sol ventriküle (karıncığa) geri sızmasına neden olur. Günümüzde, aortik yetmezliğin en önemli nedenlerinden biri kalp kapakçığının bakteriyel enfeksiyonu olan enfeksiyöz endokardittir.
Aortik stenoz yıllarca semptomlara neden olmaz. Semptomlara neden olduğunda, nefessiz kalabilirsiniz ve konjestif (kanın damar içinde, göllenmesi) kalp yetmezliğinin neden olduğu diğer semptomları da yaşayabilirsiniz. Koroner arter hastalığı olmaksızın da, koroner arterler kalınlaşmış sol ventrikül (karıncık) tarafından sıkıştırılabilir ve göğüs ağrınız olabilir.
Kapakçık küçükse, kalp kası beyne yeteri kadar kan sağlayamayabilir; bayılma nöbetleri yaşayabilirsiniz ve hatta aniden ölebilirsiniz. Semptomlar görüldüğünde, aortik stenozun seyri iyi değildir; doğru tedavi görmezlerse, bu hastalığa yakalanmış olan kişilerin %75′i 3 yü içinde ölür. Aortik yetmezlik genellikle yavaşça ve yıllarca hiçbir semptoma neden olmadan gelişir. İlk semptomlar genellikle belirgin çarpıntılardır; özellikle uzandığınızda (yattığınızda) kalbinizin güçlü bir şekilde (fakat hızlı bir şekilde değil.) attığını hissedebilirsiniz. Başınızda da vuruş (vurma sesi) hissedebilirsiniz.
Sol ventrikül (karıncık), aorttan geri akan kanı barındırabilmek (alabilmak) için giderek gerilir. Sonunda da, kalp kası nefessiz kalmanıza ve kalp yetmezliği semptomlar yaşamanıza neden olacak kadar güçsüzleşir. Aşırı terlemenin (özellikle göğüs ağrısıyla birlikte) yanı sıra göğüs ağrısı da olabilir. Aortik yetmezlik aniden geliştiğinde, konjestif kalp yetmezliğine yol açar ve acil bir tıbbi durumdur.
Aort disseksiyonu (ana damarın yırtılması), perikardit (kalp zarı iltihabı), mitral kapak prolapsusu da iskemik (Yetersiz kanlanma) kökenli olmayan ağrılara yol açar.
Aort diseksiyonu’nun sebep olduğu göğüs ağrısı
Aort diseksiyonunun en sık görülen şikayeti ani başlayan ve yırtıcı karakterdeki göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön yüzünden başlayan ağrı, klasik olarak aort yırtığı boyunca ilerlemesi ile yayılım gösterir. Bazı hastalarda, özellikle Marfan sendromunda, aort diseksiyonu ağrısız gelişibilir. Hastalar ağrıyı sıklıkla sırtta omurga üstünde veya göğüste yırtılıyor gibi şiddetli ağrı olarak tarif ederler.
Aort diseksiyonunun başlangıcında en yaygın belirti (>yüzde 95) göğüs ağrısıdır. Ağrının şiddeti değişiktir, fakat devamlı olarak başlangıçtaki kadar şiddetlidir. Ağrı sıklıkla parçalayıcı, yırtıcı ve dayanılmaz olarak tanımlanır. Hasta ölüm korkusu içinde olup, yerinde duramaz. Ağrı göğüs üzerinde başlayıp, sırt, boyun, çene, dişler ve kollara yayılabilir Ağrı karın ve sırtta da duyulabilir.
Kalp zarı iltihabının sebep olduğu göğüs ağrısı
Kalp zarı iltihabı genellikle göğüs ortasında ağrıya yol açar ama göğüs anjini ile kalp krizi ağrısında olduğu gibi omuzlara ve kollara yayılmaz. Bazen hareket edince, sözgelimi öne doğru eğilince ağrı artar; bazen de solunum sırasında akciğerlerin hareketi ağrıya neden olur. Kalp zarı iltihabı tanısı çoğu vakada EKG ile konabilir.
Kalp zarında sıvı birikirse göğüs röntgeninde kalp daha büyük görünür. Ekokardiyografi ile (bu yöntemde kalbi görmek için ultrason – ses dalgaları – kullanılır) dokularda sıvı birikimi olup olmadığını görmek de olanaklıdır.
Kalbe iğne batma hissi
Kalple ilgili olan ağrılarda göğüs bölgesinde hissedilen ağrıların %5’inden daha azının nedeni kalp kaynaklıdır. Kalp krizi belirtisi olan ağrılar daha çok göğüs ön bölgesinde yaygın bir alanda olup boyna ve sol omuza doğru yayılır ve künt vasıflıdır. Bir noktada veya batıcı (kalbe iğne batması) karakterde değildir. Kalpte iğne batması hissi bir kalp krizi belirtisi değildir. Bazen virüslerin neden olduğu miyokardit (kalp kası iltihabı) ve perikarditte (kalbi saran zar) göğüs bölgesinde iğne batma hissine ve ağrıya neden olur.
Akciğerlerle alakalı göğüs ağrılarında ise genellikle nefes alıp vermekle iğne batma hissinde artma, nefes darlığı, öksürük, balgam gibi yakınmalarda eşlik eder. Göğüs bölgesinde hissedilen ağrıların yaklaşık olarak %90’ı kas-iskelet sistemi ile alakalı ağrılardır. Bu tip ağrıların genellikle yeri iyi lokalize edilir ve parmakla tam şurası ağrıyor diye gösterilebilir.
Yaygın Özofagus Spazmı’nın sebep olduğu göğüs ağrısı
Yemek borusunun tamamında görülen ani ve düzensiz kasılma sonucu oluşan hareket bozukluğudur. Nedeni tam olarak bilinmemektedir. Hastalarda kalp krizi benzeri göğüs ağrısı ve yutma güçlüğü şikayeti gözlenmektedir. Fakat ağrının eforla ilgisi bulunmamaktadır.
Toraks çıkış sendromunun göğüs ağrısıyla benzerlikleri
Bir veya iki kolda (özellikle sag kol, el) agri, kuvvetsizlik, uyusma, karincalanma, sisme, yorulma, ve üsüme sik rastlanan sikayetlerdir. Bu belirtilerin tamami boyun fitigi ve kireçlenmeleri, karpal tünel sendromu, omuzdaki tendinit ve bursitlerle ayni belirtilerdir.
Servikal-torasik göğüs ağrısıyla benzerlikleri
Torasik outlet bölge itibariyle 1. kosta (kaburga) ile köprücük kemiği arasında kola doğru giden boşluğun arasıdır. Bu boşluktan kolumuza doğru giden bir adet ana atar damar ( arteria subklavian), bir adet toplar damar ( vena subklavian) ve snirler mevcuttur ( brakial pleksus). Bu bölgede ki daralma ile bu saydığımız damarlar veya sinir sıkışabilir.
Akciğer kaynaklı, akciğer enfarktüsü ile beraber olan veya olmayan akciğer embolisi, pnömotoraks, plevrayı da(akciğer zarını) kapsayan pnömoni(zatürree) de göğüs ağrısına neden olur. Plörezi(akciğer zarının iltihabı, su toplaması) daha ziyade yan ağrısıyla kendini gösterir.
• Angina pektoris dediğimiz, koroner damarların daralması veya tıkanması sonucu oluşan göğüs ağrısı, sıklıkla ağır bir yemekten sonra veya heyecanlı, sinirli, üzüntülü bir durumdayken, bazen de yorucu bir iş, yürüyüşle meydana gelir.
• Angina pektoris, genellikle yavaş yavaş artar ve yayılır. Batıcı veya saplanıcı tarzda, ani olarak maksimum şiddette oluşan ağrılar, genellikle kalple ilgisi olmayan, kas-iskelet veya sinir kökenli ağrılardır.
• Anginal ağrı, genellikle retrosternal(iman tahtasının arkasında) veya orta hattın hafif solunda, sternumun altında hissedilir. Nadir olarak sol meme altında olabilir.
Anginal ağrı belirtileri nelerdir?
Angina insanları farklı şekillerde etkiler. Bazı hastalar bunu göğüslerinde baskı ya da ağırlık varmış hissi olarak tanımlar. Bu ağrıyı boynunuzda, çenenizde ya da sırtınızda hissedebilirsiniz. Bir ya da iki kolunuza birden yayılabilir. Nefes darlığı, terleme, mide bulantısı ya da yorgunluk bulgularındandır. Bazen nefes darlığı tek belirtidir. Genellikle rahatsızlık hissi, bir ya da üç dakika sürer ve dinlendiğinizde geçer. Kızdığılık ya da üzüntüde geçmesi daha uzun sürer.
Birkaç saniye ya da saatlerce süren hafif bir ağrıysa muhtemelen angina değildir. Anginanın nasıl hissettirdiğini ve sebeplerini fark etmeniz önemlidir. Doktorunuza anginanın seyrindeki herhangi bir değişikliği söylemelisiniz (örneğin, normalden farklı bir his olursa ya da daha sık olmaya başlarsa). Angina aşağıdaki şekillerde seyrediyorsa, hemen bir doktora görünün.
• Normalden fazla sürüyorsa
• Dinlenirken de devam ediyorsa
• Normalden daha kötüyse
• Angina dil altı tabletinizi üç kere aldıktan sonra da geçmiyorsa
Bunlar anginanızın kötüye gittiğinin işaretleri olabilir ve bir kalp krizi geçirme tehlikesi altındasınızdır. Miyokard iskemisi ağrısı, her iki taraftan göğüse ve kollara(daha çok sol kol), boyuna ve alt çeneye yayılma eğilimindedir. Bazen arkaya ve enseye doğru da yayılabilir. Perikardit, yani kalp zarı iltihabı durumunda oluşan ağrı süreklidir. Nefes alıp vermekle, göğüs hareketleriyle artar. Sırt üstü yatınca artar, öne doğru eğilince hafifler. Genellikle ateş, nefes darlığı, çarpıntıyla birlikte görülür.
Akciğer zarı hastalıklarında(plörezi) da benzer tipte ağrı vardır. Ana atar damar yırtılmasında (aort disseksiyonu) çok şiddetli bir ağrı duyulur. Hasta damar yırtılmasını, yırtılma şeklindeki ağrıyı net olarak hissedebilir. Ağrıyla birlikte hastada terleme, morarma, tansiyon düşmesi, fenalık hissi, baygınlık olur; kol ve bacaklar morarır. Ana akciğer damarı ve dallarının pıhtıyla tıkanmasında göğsün ortasında şiddetli bir ağrı olur. Aynı zamanda öksürük, kanlı balgam, çarpıntı ve morarma vardır.

 

 

 

 

KALP DAMAR HASTALIKLARI

Organlarımızın çalışmaları için gerekli olan maddeleri taşıyan kanı pompalamakla görevli olan kalp, bu görevini yapmak için dakikada ortalama 70 kere kasılır ve her defasında ortalama 70 ml kanı organlarımıza gönderir. Ortalama bir insan ömrü boyunca, kalbimiz yaklaşık 2.5 milyar kez kasılmakta ve bu süre boyunca 180 milyon litre kanı vücudumuza pompalamaktadır.
Organların canlılığını koruyabilmeleri ve görevlerini yapabilmeleri için besin maddelerine ve oksijene gereksinimleri vardır. Bunlar organlarımıza kan ile ulaştırılır. Kan ise organlara atardamarlar (arter) yolu ile taşınır. Kanın atardamarlara pompalanması işini kalbimiz yapar. Her organ gibi kalbin de beslenmesi gereklidir. Kalbin kendisini besleyen damarlara “koroner damar” (koroner arter) denmektedir. Koroner damarlarda olabilecek hastalıklar doğrudan kalbin çalışmasını ve verimini etkileyeceğinden dolayı hayati öneme sahiptir.
Ateroskleroz
Koroner damarların en çok görülen ve en önemli hastalığı koroner aterosklerozdur (damar sertliği). Bu hastalıkta, koroner damarlarda yer yer, başta kolesterol olmak üzere bir takım maddeler birikmekte ve buralarda darlıklar ve tıkanıklıklar oluşmaktadır.
Burada kalp damar kesitlerinde ateroskleroz (damar sertliği) gelişmesini görmekteyiz. Damardaki ateroskleroz sonucu oluşan plak dediğimiz yapılar zaman içinde büyüyebilir ve damar boşluğunu daraltır. Damardaki daralma da, içinden geçen kan miktarını azaltacağından dolayı kalbin beslenme bozukluğuna bağlı problemler gelişir.
Oluşan tabloya, koroner arter hastalığı veya koroner kalp hastalığı denir. Bunun sonucu olarak kalbin beslenmesi bozulmakta, kalbin ritmik çalışmasında ve kasılmasında hastalığın ciddiyetiyle orantılı olarak bozukluklar oluşmaktadır. Koroner arter hastalığı, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de erişkinlerde başta gelen ölüm ve işgücü kaybı nedenidir.

Risk faktörleri nelerdir?
1. Yaş: Erkeklerde 45 yaşın üstü, kadınlarda 55 yaşın üstü veya erken menopoz
2. Cins: Erkeklerde daha sık
3. Aile öyküsü: Birinci derecede (anne, baba, kardeş) erkek akrabalarda 55 yaşından, birinci derecede kadın akrabalarda 65 yaşından önce kalp damar hastalığı, kalp krizi (infarktüs) veya ani ölüm bulunması
4. Sigara içiyor olmak
5. Hipertansiyon (140/90 mmHg veya daha fazla veya hipertansiyon için tedavi alıyor olmak)
6. İyi kolesterolün (HDL kolesterol) 40 mg/dl’den düşük olması
7. Total kolesterolün 200 mg/dl’den fazla olması (kötü kolesterol olan LDL-kolesterolün 130 mg/dl’den fazla olması).
8. Hareketsizlik: Haftada en az 3 gün ve günde en az 30 dakika egzersize zaman ayırmalısınız (tempolu yürüyüş, yüzme, bisiklet, dans, bahçe işleri vs.).
9. Şeker hastalığı (diabetes mellitus)
10. Kilo: Bu konuda en değerli kriter, vücut kitle indeksi ve bel çevresidir. Vücut kitle indeksi, kg olarak ağırlığın, metre olarak boyun karesine bölünmesiyle elde edilir (VKİ: kg/m2). Vücut kitle indeksinin 25’in üzerinde olması veya bel çevresinin erkeklerde 102 cm, kadınlarda ise 88 cm’nin üzerinde olması, yalnızca kalp damar hastalığı riskini artırmakla kalmayıp şeker hastalığı, yağ yüksekliği ve tansiyon yüksekliği riskini de artırmaktadır.
11. Stres: uzun bir zaman sürekli strese maruz kalma, hastalığın gelişmesini kolaylaştırmaktadır.
12. Depresyon: özellikle son yıllarda depresyon da kalp damar hastalıkları yönünden risk faktörü olarak kabul edilmeye başlandı.
Ne yapalım?
Bu risk faktörlerinin bazıları değiştirilebilir iken bazıları değiştirilemez (yaş, cins, aile öyküsü gibi).
Kalp damar hastalıkları, soğuk algınlığı, grip gibi geçici ve iyileştiği zaman arkasında iz bırakmayan hastalıklar değildir. Hastalık geliştiği zaman devamlı ilerlemeye ve problem çıkarmaya eğilimlidir. Ondan dolayı bu risk faktörleriyle mücadele, hastalığın ortaya çıkışını önlemesi, hastalık gelişenlerde ise hastalığın ilerleme hızının yavaşlatılması hatta durdurulmasını sağladığından dolayı son derece önemlidir. Dolayısıyla kalp damar hastalıkları ile mücadele, değiştirilebilir risk faktörleriyle mücadele demektir.

TEDAVİ
Koroner damarlarda önemli darlık ve/veya tıkanıklık görüldüğünde, eğer uygunsa, aynı seansta veya daha sonra balon anjiyoplasti yapılabilir. Balon anjiyoplastide, damar içindeki dar olan bölgede, özel olarak yapılmış balon, kısa süreli olarak şişirilerek darlık genişletilir. Balon, aynı damarda birden fazla darlığa veya birden fazla damardaki darlıklara aynı seansta veya farklı seanslarda yapılabilir. Gerekli durumlarda balona ek olarak o bölgeye, yine balon yardımıyla stent (kafes) konur. (Ayrıntılı bilgi için bakınız: BALON ANJİYOPLASTİ-STENT)
Balon işleminde darlık bölgesine ucunda şişebilir bir balon olan kateter yerleştirilir (A), darlık yerine yerleştirildikten sonra balon şişirilerek darlık açılır (B).
Balon anjiyoplastiye uygun olmayan durumlarda, bypass cerrahisi veya ilaç tedavisi önerilebilir.

Bypass cerrahisinde ise damardaki darlık bölgesinin öncesi ile sonrası arasına köprü görevi gören bir damar konulur. Bu konulan damar, hastanın kendisinin bacak toplardamarı veya göğüsten alınan bir atardamar olabilir. Böylece kan, bu köprü yardımıyla, dar veya tıkalı olan bölgenin ilerisine geçebilir.
Koroner damar hastalığında kullanılan ilaçlar; koroner damarları genişletici, kalbin yükünü azaltıcı, o bölgede pıhtı oluşmasını önleyici veya ateroskleroz üzerinde çok olumsuz etkileri olan kolesterolü düşürmeye yönelik ilaçlardır. İlaçlar doktor kontrolünde ve sürekli olarak kullanılmalıdır.
Burada ise sol ön inen artere (LAD), bacak toplardamarının (safen greft) bağlanmasını (anastomoz etmek) görüyoruz. Önce greftin bir ucu LAD’ye dikiliyor, sonra öbür ucu da aort damarına dikiliyor. böylece aorttan gelen kan tıkalı olan bölgeyi atlayarak (bypass yaparak) damarın öbür tarafına geçip kalbi besleyebiliyor.
Ne yazık ki, gerek koroner arter hastalığı tedavisinde kullanılan ilaçlar, gerekse balon ve bypass, damar hastalığını ortadan kaldırmamaktadır. Dolayısı ile koroner damarın aynı bölgesinde veya farklı bölgelerinde yeni darlıklar ortaya çıkabilir veya hafif olan darlıklar daha da ilerleyerek ciddi darlık haline gelip, probleme yol açabilir. Bundan dolayı hastaların risk faktörlerini uzaklaştırması, ilaçlarını düzenli kullanması, problemlerin erken saptanması açısından doktorunun önerdiği zamanlarda ve bunun dışında şikayeti olduğu her zaman, kontrollere gelmesi çok önemlidir.

 

 

KALP KRİZİNDEN KORUNMA

Kalp krizini önlemek için;

• Kan basıncınızı kontrol edin,
• Toplam kolesterol seviyelerinizi kontrol edin. Kolesterol kontrolüne yardımcı olmak için doktorunuz statin grubundan ilaçlar yazabilir,
• Eğer içiyorsanız sigara içmeyi bırakın,
• Meyve ve sebze bakımından zengin, az hayvansal yağ içeren diyetler uygulayın,
• Şeker hastalığınız varsa mutlaka kontrol altında tutun,
• Fazla kiloluysanız kilo verin,
• Kalp sağlığınızı korumak için her gün ya da haftada birkaç kere yürüyerek ya da diğer egzersizlerle vücudunuzu çalıştırın (Fakat önce kalp hastalıkları uzmanınıza danışın.),
• Stresten uzak durun gerekirse bunun için profesyonel yardım alın (yoga, meditasyon, psikiyatrist vb),
• Eğer kalp krizi için bir ya da daha fazla risk faktörü taşıyorsanız kalp krizini engellemeye yardımcı olması için aspirin alıp almamanız konusunda doktorunuza danışın.
En önemlisi bu yukarıda yazdıklarımı klasik doktor lafları olarak algılamayın! Unutmayın; etrafınız, bir çok hızlı yaşayıp! genç yaşta kaybedilen insan yakınları ile dolu!
Bir kalp krizinden sonra dikkatli bakım, ikinci bir kalp krizi riskini azaltmak açısından önem taşımaktadır. Genelde yavaş yavaş normal bir yaşam stiline dönmenize yardımcı olmak için kardiyak rehabilitasyon programları önerilmektedir. Doktorunuzun önerdiği egzersiz, beslenme ve ilaç tedavisini düzenli uygulayın.

 

 

KALP ROMATİZMASI

Kalp romatizması nedir? Nedenleri, belirtileri ve tedavi yolları…
Halk arasında kalp romatizması olarak adlandırılan akut romatizmal ateş hastalığı nedir? Nedenleri belirtileri ve tedavi yolları ile ilgili kalp romatizması hakkında tüm detaylar burada…

Tüm dünyada çocukluk ve erişkinlik döneminde görülen edinsel kalp hastalıklarının en sık sebebi olarak görülen kalp romatizması hakkında merak etiğiniz her şey bu metinde…

KALP ROMATİZMASI (AKUT ROMATİZMAL ATEŞ) NEDİR?
Romatizmal kalp hastalığı, romatizmal ateş sonucu ortaya çıkabilen kısa süreli (akut) ve uzun süreli (kronik) kalp rahatsızlıkları grubunu tanımlar. Romatizmal ateşin yaygın bir sonucu kalp kapak hasarıdır.
Romatizmal ateş
Romatizmal ateş, vücudun birçok bağ dokusunu, özellikle de kalp, eklem, beyin veya cildi etkileyebilen inflamatuar bir hastalıktır. Genellikle strep boğaz (streptokok) enfeksiyonu olarak başlar. Akut romatizmal ateş herkeste görülebilir, ancak genellikle 5-15 yaş arasındaki çocuklarda görülür. Romatizmal ateşi olan kişilerin yaklaşık % 60’ında bir dereceye kadar kalp hastalığı oluşturur.
Dış kese (perikardiyum), iç astar (endokardiyum) ve kapakçıklar dahil olmak üzere kalbin her parçası, akut romatizmal ateşin neden olduğu iltihapla zarar görebilir. Bununla birlikte, romatizmal kalp hastalığının en yaygın şekli kalp kapakçıklarını, özellikle de mitral kapağı etkiler. Vana hasarının gelişmesi veya semptomların ortaya çıkması için romatizmal ateş döneminden birkaç yıl sonra sürebilir.
Antibiyotikler streptokok enfeksiyonunun romatizmal ateşe dönüşmesini engelleyebilir. Kalıcı boğaz ağrısı olan herhangi bir çocuğun strep enfeksiyonunu kontrol etmek için boğaz kültürü alınmalıdır. Penisilin veya başka bir antibiyotik genellikle strep boğazının romatizmal ateşe dönüşmesini engeller.
________________________________________
KORONER KALP DAMAR TIKANIKLIKLARI
Kardiyolog Prof. Dr. Eralp Tutar cevaplıyor; Koroner (Kalp) damar tıkanıklıklarında stent tedavisi, kalp kaslarını besleyen coroner damarların damar sertliğine bağlı daralmaları veya tıkanıklıklarında angina dediğimiz göğüs ağrısı, kalp krizi veya ani ölüm görülebilir. Bu hastalarda amacımız göğüs ağrısını ortadan kaldırarak yaşam kalitesini arttırmak ve hastalığın ilerlemesini engellemek olmalıdır.
________________________________________

KALP ROMATİZMASINDA BELİRTİLER
Kalp romatizmasının başlıca belirtileri şöyledir;
– Nefes darlığı,
– Morarma,
– Ellerde ve ayaklarda üşüme,
– Kuru öksürük,
– Yorgunluk hissi ve sık sık soğuk alma,
– Sersemlik hissi,
– Mide bulantısı ve baş dönmesi,
– Yüksek ya da düşük kan basıncı,
– Göğüs ağrısı,
– Şişmiş ayak bileği,
– Düzensiz kalp ritmi.
KALP ROMATİZMASI NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Hastalığın erken teşhis edilmesi kalp romatizmasında çok büyük önem taşımaktadır. Hastalığı akut döneminde antibiyotik ve iltihap giderici (Aspirin, nonsteroid antienflamatuarlar, kortizon) ilaçlar kullanılır, kronik kapak hastalığı döneminde ise çoğu kişinin kapak ameliyatı olması gerekir.

 

 

 

KALP YETMEZLİĞİ

Kalp yetmezliği nedir? Kalp yetmezliğinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

Kalp, her atımda kasılıp gevşeyerek vücuda kan pompalayan bir kastır. Kalp yetmezliği, kalbin kasılma gücünün azalmasına bağlı olabileceği gibi, esnekliğinin azalmasıyla da gelişebiliyor. Daha çok 35 yaşından sonra görülmeye başlayan kalp yetmezliği ile ilgili merak ettiğiniz tüm detayları bu metinde bulabilirsiniz…

Konjestif kalp yetmezliği olarak bilinen ve yaşlanmaya bağlı olarak artış riski artan kalp yetmezliği nedir? Yüksek tansiyon, diyabet veya obezite gibi durumların nedenleri arasında bulunduğu kalp yetmezliğinin belirtileri ve tedavisi hakkında bilinmesi gerekenler metnimizde. İşte her yönüyle kalp yetmezliği hastalığı…
KALP YETMEZLİĞİ NEDİR?
Kalp yetmezliği, bazen konjestif kalp yetmezliği olarak bilinir, kalp kasınızın gerektiği kadar kan pompalamadığı zaman ortaya çıkar. Kalbinizdeki daralmış arterler (koroner arter hastalığı) veya yüksek tansiyon gibi belirli koşullar, kalbin yeterince kasılamamasına ve kanla dolup vücuda pompalama görevini yerine getirememesine yol açar.
Kalp yetmezliğine neden olan tüm durumlar tersine çevrilemez, ancak tedaviler kalp yetmezliğinin belirtilerini ve semptomlarını iyileştirebilir ve daha uzun yaşamanıza yardımcı olabilir. Diyetinizde sodyumun azaltılması, stresi azaltmak ve kilo vermek gibi yaşam tarzı değişiklikleri yaşam kalitenizi artırabilir.
Kalp yetmezliğini önlemenin bir yolu, koroner arter hastalığı, yüksek tansiyon, diyabet veya obezite gibi kalp yetmezliğine neden olan durumları önlemek ve kontrol etmektir.
KALP YETMEZLİĞİNİN BELİRTİLERİ
Kalp yetmezliği süregelen (kronik) veya aniden başlayabilen (akut) bir durumdur. Kalp yetmezliği belirtileri ve semptomları şunları içerebilir:
– Nefes darlığı (dispne)
– Yorgunluk ve bitkinlik
– Bacaklarda, ayak bileklerinde şişlik (ödem)
– Hızlı veya düzensiz kalp atışı
– Düşük egzersiz yeteneği
– Öksürük veya hırıltılı solunum
– Geceleri idrara çıkma ihtiyacında artış
– Karın şişmesi (assit)
– Hızlı kilo alımı
– İştahsızlık ve bulantı
– Depresyon ve anksiyete
– Ani, şiddetli nefes darlığı ve öksürük. Pembe köpüklü balgam
– Kalp krizinden kaynaklanan göğüs ağrısı
– Baş dönmesi ve sersemlik
KALP YETMEZLİĞİNİN NEDENLERİ
Kalp yetersizliği genellikle kalp damar hastalığı, kalp krizi veya yüksek tansiyon gibi hastalıklar nedeniyle kalp kasının zarar görmesinden kaynaklanır. Kalp yetersizliğine neden olabilecek diğer hastalıklar şunlardır:
– Kalp kapağı ve kalp kası hastalıkları
– Doğumsal kalp hastalıkları
– Şeker hastalığı
– Kronik böbrek yetersizliği
– Akciğer hastalıkları
– Kan basıncı yüksekliği (hipertansiyon)
Kalp yetmezliği, sol taraftaki (sol ventrikül), sağ taraftaki (sağ ventrikül) veya kalbinizin her iki tarafını da içerebilir. Genel olarak, kalp yetmezliği sol tarafla, özellikle de sol ventrikülle başlar (kalbinizin ana pompalama odası).

KALP YETMEZLİĞİ TEŞHİSİ
Kalp yetmezliğini teşhis etmek için doktorunuz tıbbi öykünüzü dinler. Belirtilerinizi gözden geçirecek fizik muayene yapar. Ayrıca yüksek tansiyon, koroner arter hastalığı veya diyabet gibi risk faktörlerinin varlığını da kontrol eder
Bir stetoskop kullanarak, tıkanıklık belirtileri için akciğerlerinizi dinleyebilir. Stetoskop ayrıca kalp yetmezliği düşündüren anormal kalp seslerini de alır. Boynunuzdaki damarları inceleyebilir ve karın ve bacaklardaki sıvı birikimini kontrol edebilir.
Fiziksel muayeneden sonra aşağıdaki testlerden bazılarını isteyebilir:
Kan testleri
Doktorunuz kalbi etkileyebilecek hastalık belirtileri aramak için kan örneği alabilir. Diğer testlerden sonra teşhisiniz kesin değilse, N-terminal pro-B tipi natriüretik peptit (NT-proBNP) denilen bir kimyasal için de kontrol edebilir.
Göğüs röntgeni
Röntgen görüntüleri, doktorunuzun akciğerlerinizin ve kalbin durumunu görmesine yardımcı olur. Doktorunuz ayrıca, belirtilerinizi ve semptomlarınızı açıklayabilecek kalp yetersizliği dışındaki durumları teşhis etmek için bir röntgen kullanabilir.
Elektrokardiyogram (EKG)
Bu test kalbin elektrik aktivitesini vücudunuza bağlı elektrotlar aracılığıyla kaydeder. Doktorunuzun kalp ritim problemlerini teşhis etmesine ve kalbinizdeki hasarı anlamasına yardımcı olur.
Ekokardiyogram
Ekokardiyogram kalbinizin görüntüsünü oluşturmak için ses dalgalarını kullanır. Bu test, doktorların kalbin büyüklüğünü ve şeklini herhangi bir anormallikle birlikte görmelerine yardımcı olabilir. Ekokardiyogram, ejeksiyon fraksiyonunuzu ölçer, bu kalbin pompalama gücünün ne kadar iyi olduğunu anlamaya yarayan önemli bir ölçümdür. Kalp yetmezliğini sınıflandırmaya ve tedaviyi yönlendirmeye yardımcı olmak için kullanılır.
Stres testi
Stres testleri, kalbinizin sağlığını, efora nasıl tepki verdiği ile ölçer. Bir EKG makinesine bağlıyken bir koşu bandı üzerinde yürümeniz istenebilir ya da kalbinizi egzersize benzer şekilde uyaran bir ilaç alabilirsiniz.
Bazen stres testi, kalbinizin ve akciğerinizin oksijen alımını ve karbondioksit solunumunu ölçen bir maske takılarak yapılabilir. Doktorunuz egzersiz yaparken de kalbinizin görüntülerini görmek istiyorsa, test sırasında kalbinizi görselleştirmek için görüntüleme tekniklerini kullanabilir.
Kardiyak bilgisayarlı tomografi (CT) taraması
Kardiyak BT taramasında, çörek şeklindeki makinenin içindeki bir masanın üzerinde yatıyorsunuz. Makinenin içindeki bir X-ışını tüpü vücudunuzun etrafında döner ve kalbinizin ve göğsünüzün görüntülerini alır.
Manyetik rezonans görüntüleme (MRG)
Kardiyak MRG’de, bazı hücrelerinizdeki atomik partikülleri hizalayan manyetik alan üreten uzun bir tüpe benzer makinenin içindeki bir masanın üzerinde uzanırsınız. Radyo dalgaları bu hizalanmış parçacıklara doğru yayınlanır, kalbinizin görüntülerini oluşturan sinyaller üretir.
Koroner anjiyogram
Bu testte, ince, esnek bir tüp (kateter) kasıklarınızda veya kolunuzda bir kan damarı içine sokulur ve aort boyunca koroner arterlere yönlendirilir. Kateterden enjekte edilen bir boya, kalbi besleyen arterler röntgende görünür ve bu da doktorunuzun tıkanıklık olup olmadığını anlamasını sağlar.
Miyokard biyopsisi
Bu testte doktorunuz, boynunuzdaki veya kasıktaki bir damar içine küçük, esnek bir biyopsi kordonu sokar ve küçük kalp kası parçaları alınır. Bu test, kalp yetmezliğine neden olan belirli kalp kas hastalıkları tiplerini teşhis etmek için yapılabilir.
KRONER KALP DAMAR TIKANIKLARI
KALP YETMEZLİĞİ TEDAVİSİ
kalp yetersizliği genelikle zaman içerisinde yavaş yavaş kötüleşme eğilimi gösteren kronik ve ciddi bir rahatsızlıktır. Yaşam sürenizi kısaltabilir. Hastalığınızın dikkatli ve düzgün bir şekilde tedavisi hem yaşam kalitenizi hem de yaşam sürenizi artırır.
İlaçlar
Genel sağlık durumunuz, hastalığın şiddeti ve şikayetlerinizin durumuna göre diüretikler (idrar söktürücü), anjiyotensin dönüştürücü enzim engelleyiciler, anjiyotensin reseptör blokerleri, beta blokerler, aldosteron blokerleri, digoksin, ritim düzenleyiciler, damar genişletici, kan sulandırıcı ve kolesterol düşürücü ilaçlar kullanılabilir.
Cihaz tedavisi ve cerrahi
Kalp ritim anormalliği veya kalbin elektiriksel iletiminde problem varsa şikayetlerinizin azalması ve yaşam sürenizin uzaması için kalp pili denilen özel cihazlardan fayda görebilirsiniz. Bazen kalp damarınıza stent yerleştirilmesi, bypass operasyonu, kalp kapağı operasyonu veya kalp nakli operasyonu gerekebilir.

 

 

 

KANDA KOLESTEROL YÜKSEKLİĞİ

Kanda Kolesterol Yüksekliği; Kolesterol kan değerlerinde iki farklı değerlerden meydana gelmektedir. Bu değerler HDL değeri yani zararlı olmayan ve LDL değeri ise zararlı olan değerlerdir. LDL değeri yükseldikçe aynı zamanda HDL değeri düşmektedir. Kolesterolda HDL değeri düşmesi veya yükselmesi LDL değerine oranla pek ciddi değilken LDL değerinin yükselmesi ise tam aksine çok ciddi rahatsızlıkların tetikleyicisi olmaktadır.Bundan dolayı, LDL değerine kötü kolesterol sıfatı da verilmektedir. Kanda kolesterol yüksekliği denildiğinde ise direkt olarak LDL değerine bakılmalı ve mümkün olduğunca LDL değerin düşük yani standart değerde tutulması gereklidir. Bunun içinde bazı önlemler alınmalıdır.

Kanda Kolesterol Yüksekliği Nedenleri Ve Dikkat Edilmesi Gerekenler

Kanda kolesterol yüksekliğinde dikkat edilmesi gereken kötü kolsterol olarak adlandırılan LDL değerinin 100 ün altında tutulması gerekmektedir. Özellikle kalp damar rahatsızlıkları olanlarda ise bu değer 80 lere kadar düşmektedir. Çünkü kolesterol değerinin yükselmesi ile kanların dolaşımında, kanın katı oluşması ve damar tıkanıklığına neden olmaktadır. Bunun için kolesterol değerinin yükselmesinin nedenleri ve bu nedenlere bağlı sizin yapmanız gerekenler kısaca;
• Kandaki kolesterol yüksekliği, yağlı besinlerin tüketilmesine bağlı olarak yükselmektedir. Özellikle doymuş yağlar ve hayvansal yağlar kolesterol değerini yükseltmektedir. Ayrıca kolesterol rahatsızlıkları olanlar kızartmalardan uzak durmalıdır. Uzak durmanız gereken diğer besinler kısaca; yumurta, margarin, tereyağı, tam yağlı süt, peynir, ve özellikle cipslerden uzak durulmalıdır.
• Kandaki kolesterol yüksekliğine neden olan bir diğer faktör ise sıkıntı ve strese bağlı olarak yükselmektedir. Pozitif olmaya önem veriniz.
• Kolesterolün yükselmesine direkt neden olan faktör ise sigara kullanımıdır. Kana nüfuz eden nikotin direk damar içerisinde LDL değerini damara yapıştırmakta ani olarak LDL değerini yükseltmektedir.
• Gün içerisinde çok fazla hareketsiz kalmak ile birlikte aşırı kilo olanlarda kolesterol değeri yükselmektedir. Aşırı kilo ve hareketsizlik aslında HDL değerini düşürmektedir. HDL değerinin düşmesine bağlı olarak ta LDL değerleri yükselmektedir. Bundan dolayı, gün içerisinde egzersizler yaparak kolesterol değerinizi korumanız gerekmektedir.
• Son olarak cinsiyet ayırt etmeksizin ileri yaşlarda 55 ve üzeri yaşlarda kişi çok daha dikkat etmelidir. Diyabetik rahatsızlıklar, karaciğer ve böbrek rahatsızlıkları olanlarda kolesterol yüksekliği de aynı orantıda yükselmesine neden olmaktadır. Belirtmiş olduğumuz rahatsızlıkların tedavilerini gerçekleştirmekle birlikte yeme içmelerine çok dikkat etmelidir. Ve mümkün olduğu kadar spor veya egzersizler yapmalıdır.

 

 

 

 

KANSER

Kanser, yayılma gösteren ve ölümcül olabilen bir hastalıktır. Kanserin 100’den fazla tipi vardır ve vücudun her bölümünü etkileyebilir. ABD’de kalp hastalığından sonra en sık rastlanan ikinci ölüm nedenidir ve üç kişiden birini etkiler.

Kanser tanısı konulduğunda, kanserin tipine, vücuttaki yerine, hastalığın yayılmasına ve hastanın yaşıyla genel sağlık durumuna bağlı olarak tedavi seçeneği belirlenir. Kanseri etkili biçimde tedavi etmek ya da belirli semptomları ya da yan etkileri ortadan kaldırmak için bazı tedaviler bir arada uygulanır.

Araştırmacılar, farklı hasta gruplarını tedavi edebilmek için en etkili tedavi kombinasyonları üzerinde çalışıyorlar. JAMA’da yer alan bir çalışmada, beyne yayılmış kanserin çıkartılması için yapılan ameliyattan hemen sonra radyasyon tedavisi uygulanan hastalann, hemen radyasyon tedavisi uygulanmayanlara göre daha iyi durumda olduğu gösterildi.
Kanserin nedeni nedir ?
Vücuttaki tüm organlar (örneğin deri, akciğer, meme, barsak ve mide) hücrelerden oluşur. Genellikle hücreler bölünür ve yarayı onaracak ya da ölen hücrenin yerine geçecek yeni hücreler üretir. Buna karşılık, hücreler çok fazla yeni hücre ürettiğinde, tümörler oluşur. Tümörler selim (benign; kanseröz olmayan) ya da habis (malign; kanseröz) olabilir. Çevresel etmenler (örn. tütün, kimyasal madde), kalıtımsal etmenler ya da bağışıklık sisteminde değişiklik ya da hormonal etkiler gibi diğer etmenler habis hücrelerin oluşmasına neden olur. Kanser hücreleri habis tümörden aynlabilir ve yeni tümörler oluşturmak üzere vücudun diğer bölümlerine yayılabilir (metastaz).
Tedavi yolları nelerdir ?
Ameliyat: Bazı kanser tiplerinde en iyi iyileşme yoludur. Tümör yayılmış olabileceğinden ameliyattan sonra radyasyon tedavisi ve kansere karşı ilaçlar uygulanabilir.
Radyasyon tedavisi: Kanser hücrelerini yok etmek için yüksek enerjili parçacıklar ya da dalgalar kullanılır.
Kemoterapi: Kanser ilaçla tedavi edilir. Kansere karşı ilaçlar genellikle, ağızdan ya da sindirim sistemi ve karaciğer tarafından degişime maruz kalmadan, doğrudan ve daha güçlü etki göisterebildikleri kan dolaşımı yoluyla verilır.
Hormon tedavisi: Hormon üretimini en-gelleyen ilaçlarla hormon tedavisi ya da kanser hücrelerini öldürmek ya da büyümelerini yavaşlatmak için hormon üreten bezlerin ameliyatla alınmasıdır.
İmmünoterapi (bağışıklık tedavisi): Vücudun kansere karşı bağışıklık sistemi yanıtını güçlendiren ya da destekleyen tedavilerdir.
Kanserden korunmanın yolları nelerdir ?
Tütün ürünlerini kullanmayın.
Güneşin zararlı ışınlarına aşırı derecede maruz kalmaktan kaçının.
Düşük yağ içeren ve meyve, sebze ve lifli gıda maddelerinin ağırlıkta olduğu bir diyet uygulayın.
Düzenli sağlık kontrolü yaptırın ve bir belirti fark ettiğinizde doktorunuzla görüşün.
Kanserde uyarıcı bilgiler ?
Birkaç gün ya da birkaç hafta süren yeni belirtiler hekim tarafından kontrol edilmelidir. Erken tanı konması, kanser tedavısinin başarılı olma şansını artırır.

Görünürde bir neden olmaksızın hızlı kilo kaybı
Üç haftada iyileşmeyen yara, ağrı ya da ülser
Büyüyen, kanayan ya da kaşınan leke ya da ben
Hazımsızlık ya da yutma güçlüğü
Rahatsız edecek derecede öksürük ya da boğuk ses
Öksürükle kanlı balgam çıkması
Memede ya da vücudun başka bir bölümünde kalınlaşma ya da şişlik
Ağrı olmadan idrarla kan gelmesi
Barsak ve mesane ile ilgili alışkanlıklarda değişiklik
Yukarıda belirtilenlerin tümü, kanserin erken evre belirtisi olabilir; ancak bu durumlar çoğu kez daha az önem taşıyan nedenlerden kaynaklanabilir. Bu konuda kararı doktorunuz vermelidir.

 

 

 

KANSIZLIK (ANEMİ)

Anemi, vücudun dokularına yeterli oksijen taşımak için yeterince sağlıklı kırmızı kan hücrelerinin olmadığı bir durumdur. Hemoglobin kırmızı kan hücrelerinin ana parçasıdır ve oksijeni bağlar. Çok az veya anormal kırmızı kan hücreniz varsa veya hemoglobininiz anormal veya düşükse, vücudunuzdaki hücreler yeterince oksijen almayacaktır.
Anemi (Kansızlık), kandaki hemoglobin miktarının erişkin erkeklerde 13 g/dL, kadınlarda ise 12 g/dL değerlerinin altına düşmesi durumudur ve pek çok önemli sağlık sorununa neden olabilir. 6 ay ile 6 yaş arası çocuklarda 11 g/dL’nin, 6-14 yaşlarda 12 g/dL’nin altı kansızlık olarak kabul edilir.
Anemi yorgun ve zayıf hissetmenize neden olabilir. Her birinin kendine özgü nedeni olan birçok anemi türü vardır. Anemi geçici veya uzun süreli olabilir ve hafif ila şiddetli arasında değişebilir.
KANSIZLIK BELİRTİLERİ
Anemi belirtileri ve semptomları aneminin nedenine bağlı olarak değişir. Şunları içerebilir:
– Yorgunluk
– Zayıflık
– Soluk veya sarımsı cilt
– Düzensiz kalp atışı
– Nefes darlığı
– Baş dönmesi
– Göğüs ağrısı
– Soğuk eller ve ayaklar
– Baş ağrısı
– Konsantrasyon bozukluğu
– Ellerde ve ayaklarda uyuşma
– Sinirlilik hali
– Kulakların uğuldaması
– Dudaklarda çatlaklar ve ağız kenarında yaralar
– Tırnakların çabuk kırılması,
– Saçlarda dökülme
Aneminin ilk dönemlerinde belirtiler çok hafif olabilir. Ancak anemi kötüleştikçe semptomlar da kötüleşir.
KANSIZLIK NEDENLERİ
Kanda yeterince kırmızı kan hücresi olmadığında anemi oluşur. Bu durum şu durumlarda olabilir:
– Vücudun yeterince alyuvar yapmaması
– Kanama, kırmızı kan hücrelerini değiştirilebildiğinden daha hızlı kaybetmenize neden olur.
– Vücudun kırmızı kan hücrelerini yok etmesi
ANEMİ TÜRLERİ VE NEDENLERİ
Farklı anemi türleri ve nedenleri şunlardır:
Demir eksikliği anemisi
Bu, dünya çapında en yaygın anemi türüdür. Demir eksikliği anemisine vücudunuzdaki demir eksikliği neden olur. Kemik iliğinizin hemoglobin yapmak için demire ihtiyacı vardır. Yeterince demir olmadan, vücudunuz kırmızı kan hücreleri için yeterli hemoglobini üretemez.
Bu tür anemi birçok gebe kadında görülür. Ayrıca ağır adet kanaması, ülser, kanser gibi bazı kan kaybından ve bazı ataktan gelen ağrı kesicilerin, özellikle de aspirinin düzenli kullanımından kaynaklanır.
Vitamin eksikliği anemisi
Demirin yanı sıra vücudunuzun yeterli sağlıklı kırmızı kan hücresi üretmek için folat ve B12 vitaminine ihtiyacı vardır. Bu ve diğer önemli besin maddelerinden yoksun bir diyet, azalmış alyuvar hücresi üretimine neden olabilir.
Ek olarak, bazı insanlar yeterli B-12 tüketebilirler, ancak vücutları vitaminleri işleyemez. Bu da pernisiyöz anemi olarak bilinen vitamin eksikliği anemisine yol açabilir.
Kronik hastalık anemisi
Bazı hastalıklar (kanser, HIV / AIDS, romatoid artrit, böbrek hastalığı, Crohn hastalığı ve diğer kronik inflamatuar hastalıklar gibi) kırmızı kan hücrelerinin üretimini engelleyebilir.
Aşırı kansızlık
Bu nadir hayatı tehdit eden anemi, vücudunuz yeterli kırmızı kan hücresi üretmediğinde ortaya çıkar. Aplastik aneminin nedenleri arasında enfeksiyonlar, bazı ilaçlar, otoimmün hastalıklar ve toksik kimyasallara maruziyet yer alır.
Kemik iliği hastalığına bağlı anemi
Lösemi ve miyelofibroz gibi çeşitli hastalıklar kemik iliğinizdeki kan üretimini etkileyerek anemiye neden olabilir. Bu tür kanser ve kanser benzeri bozuklukların etkileri yaşamı tehdit eder.
Hemolitik anemiler
Bu grup anemi, kırmızı kan hücrelerinin kemik iliğinden daha hızlı yok edildiğinde gelişir. Bazı kan hastalıkları kırmızı kan hücresi tahribatını artırır. Hemolitik bir anemi genetik olabilir ya da daha sonra gelişebilir.
Orak hücre anemisi
Bu kalıtsal ve bazen ciddi durum kalıtsal bir hemolitik anemidir. Bu, kırmızı kan hücrelerini anormal hilal (orak) şekli almaya zorlayan kusurlu bir hemoglobin formundan kaynaklanır. Bu düzensiz kan hücreleri erken ölür ve sonuçta kronik bir alyuvar kıtlığı yaşanır.
Diğer anemiler
Talasemi ve malaryal anemi gibi diğer anemi formları vardır.
KANSIZLIK TEDAVİSİ
Anemi tedavisi nedene bağlıdır.
Demir eksikliği anemisi: Bu tür anemi tedavisi genellikle demir takviyeleri almak ve diyetinizde değişiklikler yapmaktan oluşur. Demir eksikliğinin altta yatan nedeni kan kaybıysa (menstrüasyon dışında) kanamanın kaynağı tespit edilmeli ve durdurulmalıdır.
Vitamin eksikliği anemisi: Folik asit ve B-12 eksikliği tedavisi, diyet takviyeleri içerir ve bu besinleri diyetinizde artırır. Sindirim sisteminiz, yediğiniz yiyeceklerden B12 vitamini emiliminde sorun yaşıyorsa, B12 vitamini takviyelerine ihtiyacınız olabilir. İlk başta, her gün takviyeleri alabilirsiniz.
Kronik anemi: Bu tür anemi için özel bir tedavi yoktur. Doktorlar altta yatan hastalığın tedavisine odaklanır. Semptomlar şiddetlenirse, kan transfüzyonu veya normalde böbrekleriniz tarafından üretilen bir hormon olan sentetik eritropoetin enjeksiyonu, alyuvar üretimini hızlandırmaya ve yorgunluğu azaltmaya yardımcı olabilir.
Aşırı kansızlık: Bu anemi tedavisi kırmızı kan hücrelerinin seviyelerini artırmak için kan transfüzyonu içerebilir. Kemik iliğinizde sorun varsa ve sağlıklı kan hücresi yapamıyorsa kemik iliği nakiline ihtiyacınız olabilir.
Kemik iliği hastalığına bağlı anemi: Bu çeşitli hastalıkların tedavisi, ilaç, kemoterapi veya kemik iliği transplantasyonunu içerebilir.
Hemolitik anemiler: Hemolitik anemi tedavisi, şüpheli ilaçları önlemeyi, ilgili enfeksiyonları tedavi etmeyi ve bağışıklık sisteminizi baskılayan ilaçları almayı içerir; bu da kırmızı kan hücrelerine saldırabilir. Aneminizin şiddetine bağlı olarak, bir kan transfüzyonu veya plazmaferezi gerekli olabilir. Plazmaferez bir tür kan filtreleme prosedürüdür. Bazı durumlarda dalağın çıkarılması yardımcı olabilir.
Orak hücre anemisi: Bu anemi tedavisi, ağrıyı azaltmak ve komplikasyonları önlemek için oksijen, ağrı kesici ilaçlar, oral ve intravenöz sıvıların uygulanmasını içerebilir. Doktorlar ayrıca kan transfüzyonu, folik asit takviyeleri ve antibiyotik önerebilir. Kemik iliği nakli bazı durumlarda etkili bir tedavi olabilir. Hidroksiüre adı verilen bir kanser ilacı (Droxia, Hydrea) ayrıca orak hücre anemisini tedavi etmek için kullanılır.
Talasemi: Bu anemi, kan transfüzyonu, folik asit takviyesi, ilaç tedavisi, dalağın çıkarılması (splenektomi) veya kan ve kemik iliği kök hücre transplantasyonu ile tedavi edilebilir.
KANSIZLIĞI ÖNLEMEK İÇİN
Vitamin açısından zengin bir diyet yiyin
Birçok anemi türü önlenemez. Ancak demir eksikliği anemisi ve vitamin eksikliği anemileri dahil olmak üzere, çeşitli vitaminler ve besin maddeleri içeren bir diyetle önlenebilir.
Demir
Demir açısından zengin gıdalar arasında sığır eti ve diğer etler, fasulye, mercimek, demir takviyeli tahıllar, koyu yeşil yapraklı sebzeler ve kurutulmuş meyveler bulunur.
Folat
Bu besin ve sentetik form folik asit, meyve ve meyve suları, koyu yeşil yapraklı sebzeler, yeşil bezelye, barbunya, yer fıstığı ve ekmek, tahıl, makarna ve pirinç gibi zenginleştirilmiş tahıl ürünlerinde bulunabilir.
B12 vitamini
B-12 vitamini açısından zengin besinler arasında et, süt ürünleri ve güçlendirilmiş tahıl ve soya ürünleri bulunur.
C vitamini
C vitamini açısından zengin besinler narenciye ve meyve suları, biber, brokoli, domates, kavun ve çilek içerir. Bu maddeler demir emilimini artırmaya yardımcı olur.
Bir multivitamin düşünün
Yediğiniz besinlerden yeterli vitamin almanızla ilgili endişeleriniz varsa, doktorunuza bir multivitaminin sizin için uygun olup olmadığını danışabilirsiniz.

 

 

 

 

KAPOSİ SARKOM

Derideki lenf damarlarını saran dokunun malign (kötü huylu) tümörüdür. Kaposi sarkomda deri ve iç organlarda tümörler ile ortaya çıkar.

Ciltteki tümörler mor renkli leke şeklinde başlayarak zamanla deriden kabarık hale gelir. Aynı anda birden fazla bölgede başlayabilir.

Hastaların tümörlerinde herpes virüsü 8 (HHV-8) bulunur ancak bu virüsle enfekte olmuş herkeste kaposi sarkom gözlenecek diye bir durum söz konusu değildir.

Kaposi sarkom gelişmesi organ nakli veya ilaçlar gibi nedenlerle bağışıklık sisteminin baskılanmasına bağlı olabilmektedir.
Tipleri:
• Klasik Kaposi sarkomu
• Afrika Kaposi sarkomu
• Bağışıklık baskılanması ilişkili kaposi sarkomu
• Epidemik kaposi sarkomu
• Non-epidemik kaposi sarkomu olarak sıralanabilir.
Tanıda; deri, akciğerler ve sindirim sistemi mutlaka incelenmelidir. Deri biyopsisi, akciğer filmi, endoskopi, bronkoskopi tanı için gerekli olan tetkikler arasındadır.

Kapoksi sarkomda tümör lenf ve kan yolu ile yayılım gösterebilir. Hastalığın seyri; tipine, hastanın genel sağlık durumuna, yaygınlığına göre değişiklik gösterebilmektedir.

Klasik kaposi sarkomu daha çok ileri yaştaki erkeklerde görülür. Bu hastalarda tümör yerleşimi ayaklarda ve bacaklarda sıktır. Tümörler yavaş büyür, kahverengi-mor renklidir. Zamanla diğer organlara yayılabilir.

Tedavide hastalığın tipine ve yaygınlığına göre radyoterapi, cerrahi, kemoterapi ve biyolojik tedaviler uygulanır. HIV pozitif hastalarda antiretroviral tedavide gereklidir.

 

 

 

KARACİĞER BÜYÜMESİ

Karaciğer tüm vücudu temizleyen organdır ve vücudun tek başına işleyemediği toksinleri ortadan kaldırmaya yardımcı olur.
Hepatomegali veya karaciğer iltihabı olarak da bilinen durum karaciğerinizin büyümesi sonucu ortaya çıkar. Buna ek olarak, karaciğer büyümesinin çok çeşitli belirtileri vardır.
Günümüzde bu hastalık oldukça yaygındır. Bu durumu nasıl tespit edeceğinizi bilmek için bugünkü yazımızı okumanızı öneriyoruz.
Karaciğerin görevleri nelerdir?

Karaciğer vücudu toksinlerden arındırmaktan sorumludur. Karaciğerin bazı görevleri aşağıdaki gibidir:
• Toksinlerden arındırma
• Farklı enfeksiyon türlerine karşı mücadele etmek
• Vitamin ve enerji depolanması
• Sindirim aktivitesi için gerekli olan safra maddesini salgılamak
• Kanı temizlemek.
Karaciğer büyümesi ne anlama gelir?
Hepatomegali olarak da bilinen karaciğer iltihabı sadece karaciğerin büyümesi anlamına gelmez.
Ayrıca karaciğer, birçok komplikasyona yol açabilecek normal sınırlarını aşmış olduğu anlamına da gelir.
Aynı zamanda, diğer organlar da karaciğer hastalandığında sanki tüm vücut hasar görmüş gibi çalışmayı bırakır.
Karaciğerin iltihaplı olup olmadığını anlamak kolay olmasa da, sorun daha da kötüleşmeden önce vücudunuzun verdiği sinyallere dikkat ederek hastalığı ilk safhalarda tespit edebilirsiniz.
1. Ağrı

Başlangıçta ağrı çok hafif olsa da, gün geçtikçe daha da şiddetlenir.
Bu acıyı karakterize eden şey konumudur. Karaciğer büyümesinden kaynaklanan ağrı her zaman karnınızın sağ üst kısmındadır.
2. Ateş
Ateş, enfeksiyonlar, virüsler veya bakteriler nedeniyle vücudunuzun sağlığında bir değişiklik meydana geldiğini gösterir.
Eğer ateşiniz düşmüyorsa, bu vücudunuzda bir şeylerin doğru gitmediği anlamına gelir. Eğer karaciğer büyümesi sorununuz varsa belirli aralıklarla ateşlenmeniz normaldir.
Bu yazımızı da okuyun: Ateşi Doğal Yollarla Düşürmek
3. Sarılık

Sarılığın karaciğer sağlığınızla bağlantısı vardır. Karaciğeriniz hastaysa, derinizin ve gözlerinizin sararmaya başladığını fark edeceksiniz.
4. Mide bulantısı
Karaciğerin vücudunuzun işleyemediği toksinleri ve maddeleri ortadan kaldırmaktan sorumlu olduğunu unutmayın.
Karaciğeriniz düzgün çalışmazsa, aşırı miktarda yağı, tuzu, unu ve hatta çok baharatlı yiyecekleri sindirmek zor olacaktır. Bunun sonucunda da, mide bulantısı ve genel bir rahatsızlık hissi yaşayabilirsiniz.
5. Dışkı

Dışkı ve idrarı inceleyerek vücudun sağlık durumu hakkında bilgi edinilebilir.
Hoş bir görünüm olmasa da, birkaç saniyeliğine durup gözlemlemek iyi bir fikirdir.
Karaciğer görevini yerine getiremediğinde, dışkınızın rengi açık, hatta beyaz olabilir.
Aynı zamanda, idrarın rengi de çok koyu olabilir ve asidik bir kıvama sahip olabilir.
6. Ağızda kötü bir tat
Vücuttan atılması gereken toksinler ve maddeler yüzünden ağzınızda kötü bir tat olabilir.
Bu durumun sonucunda da ağzınızda kökü bir koku ve kötü bir tat olabilir.
Karaciğer büyümesinin nedenleri nelerdir?
Karaciğer, vücudunuzdaki tüm süreçlerle bağlantılı olan bir organ olduğundan karaciğer iltihaplanmasının birçok olası nedeni vardır:
• Aşırı alkol tüketimi
• Hepatitten kaynaklanan enfeksiyonlar
• Bakteriyel enfeksiyonlar
• İlaç zehirlenmesi
• Yağlı karaciğer
• Aşırı kilolu olmak
Karaciğer büyümesi nasıl tedavi edilir?
Karaciğer büyümesi, tedavi edilmesi imkansız bir hastalık değildir. Uygun bir diyetle birlikte, düzenli egzersiz yaparak ve alkol tüketiminden kaçınarak eski haline geri getirilebilir.
Ayrıca okuyun: Bal, Sirke ve Çay ile Arındırıcı Karışım
Karaciğerinizi rahatlatmak için bazı doğal tedavi yöntemleri
1. Kara hindiba çiçeği

Kara hindiba, vücudunuzdaki aşırı toksinleri gidermeye yardımcı olan arındırıcı özelliklere sahiptir:
• 50 gram kara hindibayı, 1 fincan (120 ml) su ile birlikte bir kaba koyun.
• En az 15 dakika boyunca kaynatın.
• Isıyı düşürün ve birbirine karışmasını bekleyin.
• Kara hindibaları sudan alın ve kalan suyu için.
Bu çayı günde 3 ila 4 kez içebilirsiniz.
2. Demirhindi
Demirhindi vücudu arındırmak için mükemmel bir yöntemdir.
• 500 gr kabuklu demirhindiyi alın ve yarım litre su ile birlikte bir tencereye koyun.
• En az 20 dakika kaynatın.
• Demirhindileri sudan alın ve içeceği soğumaya bırakın.
Bu çayı bütün gün içebilirsiniz. Karaciğer sağlığınızın iyileştiğini fark edeceksiniz.
3. Limon suyu

Limon, vücudunuzu temizlemeye ve karaciğer sağlığınızı korumaya yardımcı olacak idrar söktürücü özelliklerle doludur ve sindirime yardımcı olur:
• 4 adet büyük limonun suyunu sıkın
• Limon suyunu kavanozda yarım litre su ile karıştırın.
• Aç karna için.
Tüm bu önerileri göz önünde bulundurarak vücudunuzun daha sağlıklı olmasını sağlayabilirsiniz.
Bununla birlikte, eğer herhangi bir gelişme olduğunu fark etmezseniz durumunuza teşhis koyması, gerekli testleri yapması ve tedavi etmesi için bir doktora görünmelisiniz.

 

 

KARACİĞER HASTALIKLARI

Karaciğerin, kendini birçok hastalıktan sonra yenileyebilecek dikkate değer bir kapasitesi vardır. Fakat bazı durumlarda, karaciğer geri dönülemez bir biçimde zarar görebilmektedir. Bu durum; kalıtsal anormalliklerin, aşırı alkol ve ilaç kullanımının, kanser ya da hepatite(karaciğer iltihabına) sebep olan bulaşıcı virüslerin sonucunda olabilir.
Hepatit: İki tip Hepatit vardır:
• Akut hepatit – Hepatitin yeni başladığı anlamına gelmektedir.
• Kronik hepatit – Hepatit’in 6 aydan fazla süredir mevcut olduğu anlamına gelmektedir.
Karaciğer hastalıklarının belirtileri birbirinden ayrı, izole ve klinik olarak sessiz,kan testlerinde hızla ilerleyen karaciğer yetmezliğine kadar değişkenlik gösterebilir.Bu farklı seyirler ve klinikler,karaciğer hasarı yapan etkenlerin çok çeşitli olması yanında,karaciğerin rezerv kapastesinin çok geniş olması nedeni ile olası hasarın maskelenmesinden de kaynaklanabilir.Karaciğerin son dönem-ileri hastalığı olan siroz durumunda hastaların % 40 nın yakınması yoktur. Bulgular geliştiğinde gidişat kötüdür.

ABD’de yaklaşık 40.000 nin üzerinde ölümden siroz sorumludur.İleri karaciğer hastalığının kötü gidişatı nedeni ile korunma,erken tanı ve tedavi çok önemlidir.

Karaciğer hastalığında sebep ne olursa olsun ortak klinik belirtiler vardır.Karaciğer hücre kaybı oranına bağlı olarak hastalar, şikayetsiz rastlantısal tespit edilmiş karaciğer kan testleri bozukluğu ile başvurabileceği gibi, yorgunluk, kilo kaybı, iştahsızlık, kötü bellek, konsantrasyon bozukluğu, kadınlarda adet döngüsü bozukluğu, cinsel istek azalması, sarılık, karında şişkinlik gibi yakınmalarla başvurabilir.

Karaciğer hastalığı sebeplerinde hastanın yaşına ve cinsine,sosyoekonomik durumuna göre farklılıklar vardır. 20 Yaş altı hastalarda akut viral hepatitler(hepatit B ve hepatit C sıklıkla) ve genetik bozukluklar sıklıkla sebeptir.Orta yaş hastalarda alkole bağlı karaciğer hasarı, safra yolu hastalığı ve kronikleşmiş viral hepatitler sıktır. 55 Yaş üzerindeki hastalarda ise siroz, safra yolu hastalığı, tümöral sebepler vardır.

Kadın hastalarda ek olarak orta yaş itibari ile otoümmin hepatit ve primerbiliyer siroz daha sıktır.Gebeliğin akut yağlı karaciğeri ve HELP sendromu kadınlarda doğurganlık döneminin ek sebepleridir.

Bazı genetik hastalıklarda aile öyküsü vardır.Karaciğerde demir ve bakır birikimi ile giden karaciğer hastalıkları bu gruptadır.

Alkol kullanımı, kullanım yoğunluğu arttıkça 8-10 yıla yayılan zaman içinde karaciğer yetmezliği geliştirir.Kadın hastalarda daha az alkol dozlarında daha hızlı hastalık gelişimi vardır.

Toplumda, kilo fazlalığı, kanlipid düzeyi yüksekliği,şeker metabolizması bozukluğunda oluşan karaciğer yağlanması siroza ilerleyebilecek, toplumda sıklığı gittikçe artan bir durumdur.

Pek çok ilaç ve kimyasal ya da doğal toksin kalıcı karaciğer hasarı sebebidir.

Karaciğer hastalıklarında tedavi erken dönemde sebebe yönelik farklılık gösterir. Bu tedavi sonuçları hastalığı durdurabileceği gibi geri de döndürebilir. Ancak karaciğerde siroz dediğimiz son dönem hastalık geliştiğinde karaciğer nakli dışında tedavi şansı kalmamaktadır.

 

 

 

KARACİĞER TÜMÖRLERİ
Hepatoselüler karsinom (HCC)

Karaciğer tümörleri, organın kendi dokusundan çıkan kötü huylu tümörlerdir. Bunların içinde en sık görüleni hepatoselüler karsinomdur ve olguların yaklaşık %90’ını oluşturur. Geriye kalan olgular ise çoğunlukla karaciğer içindeki safra yollarından köken alan kolanjiyokarsinom adı verilen tümörlerdir.

Karaciğer kanserinin nedeni nedir?

Karaciğer kanserinin nedeni kesin olarak bilinmemekle beraber hastalıktan sorumlu olduğu ve riski çok arttırdığı düşünülen bazı hastalıklar veya maddeler mevcuttur. Bunlar hepatit B ve hepatit C virüsü, alkole bağlı karaciğer sirozu, karaciğer adenomu, yiyeceklerde bulunan bazı karsinojenik maddeler, bazı ilaçlar ve hemakromatozis gibi metabolik hastalıklardır.

Karaciğer kanseri olan birçok hastada herhangi bir şikâyet olmaz. Bununla birlikte karnın sağ üst bölümünde hafif ağrı, karında şişlik, deride sararma veya dokulardan kolay kanamalar görülebilir. Bu durumlarda hastalar zaman kaybetmeden hekime başvurmalıdır.

Karaciğer kanserinde teşhis

Hepatoselüler karsinom (HCC) tanısı hepatit hastalığı nedeniyle izlenen hastalarda rutin tetkikler sırasında saptanabilir. Günümüzde HCC tanısı modern görüntüleme tetkikleriyle büyük oranda saptanabilmektedir. HCC çeşitli radyolojik yöntemlerle (ultrasonografi, manyetik rezonans görüntüleme, bilgisayarlı tomografi) karaciğerde yer kaplayan bir tümör olarak ortaya çıkar saptanır. Burada HCC ile karışabilecek birçok görüntü olabileceğinden yorumu deneyimli bir radyoloğun yapması önemlidir. Bununla birlikte bazı kan testleri de HCC hakkında değerli bilgiler verir. Hepatit serolojisi (kanda hepatit testleri) ve bazı tümör belirteçleri (özellikle alfa-fetoprotein) tanıyı kesinleştirebilir.

HCC hastalarında karaciğer biyopsisi her zaman gerekli değildir. Viral hepatit taşıyıcısı bir hastada alfa fetoproteinin yüksekliği ile birlikte olan ve tipik radyolojik görüntü veren karaciğer kütlelerinde tanı neredeyse kesindir ve biyopsi gerekmez. Tanıda şüphe olan bazı hastalarda biyopsi yapılabilir ve tanı kesinleştirilebilir. Biyopsi radyoloji kılavuzluğunda, lokal anestezi ile yapılan iğne biyopsisidir.

Tedavi nasıl planlanır?

HCC’de farklı tedavi seçenekleri mevcuttur. Hastaların en çok yarar gördükleri tedavi cerrahi tedavidir. Burada tümörü (veya tümörleri) içine alacak şekilde karaciğerin bir bölümünün çıkarılması (karaciğer rezeksiyonları) veya karaciğer nakli tedavi seçenekleridir. Rezeksiyon cerrahisinde dikkat edilen geriye kalacak karaciğerin hastaya yetecek nitelikte ve boyutta olmasıdır. Cerrahinin uygun olmadığı tümörlerde veya bu büyük ameliyatları kaldıramayacağı düşünülen hastalarda kemoterapi, radyoterapi, tümörün yakıldığı yöntemler (ablasyon tedavisi) veya mikroküre ile nükleer tıp tedavileri uygulanabilir.

Karaciğer Metastazları

Karaciğerde en sık görülen tümörler metastazlardır. Metastaz başka bir organ veya dokuya ait kanserin karaciğere sıçramasına verilen tıbbi isimdir. Karaciğere vücudun hemen her yerindeki kanserler sıçrayabilir. Karaciğer metastazlarında, karaciğer içinde farklı boyutlarda kütleler olarak ortaya çıkar.

Karaciğer metastazları da aynı HCC gibi genellikle sessiz seyreder ve ancak ileri hastalık bulguları ortaya çıktığında tanı konulur. Buna karşın hastalarda bazen karında şişlik, karnın sağ üst bölümünde veya sırta vuran ağrı, vücudun başka yerlerindeki metastazlara bağlı şikayetler (nefes darlığı vb.) görülebilir.

Karaciğer metastazlarının tanısı nasıl konur?

Tanı çoğunlukla radyolojik olarak (ultrasonografi, manyetik rezonans görüntüleme, bilgisayarlı tomografi vb.) veya PET (pozitron emisyon tomografisi- vücutta kanser olan dokuları tarayan bir nükleer tıp yöntemi) ile konulur. Karaciğer metastazları daha önce kanser nedeniyle tedavi görmüş hastaların rutin takibinde ortaya çıkabileceği gibi metastazlar daha önce tanısı olmayan bir kanserin ilk bulgusu olabilir. Daha önce doku tanısı olan kanser hastalarında, karaciğerde radyolojik olarak metastazı güçlü şekilde düşündüren kütleler varsa biyopsi gerekli değildir. Ancak bazı hastalarda iğne biyopsisi tanıya yardımcı olabilir.

Karaciğer metastazlarında tedavi seçenekleri nelerdir?

Tedavi mümkünse cerrahiyi ve cerrahiyle birlikte ilave diğer bazı tedavileri içerir. Burada tedavi planı, metastazın köken aldığı kanser tipine, kütlenin (veya kütlelerin) özelliklerine ve hastanın sağlık koşullarına göre değişir. Kalın bağırsak kanserlerinde ve nöroendokrin tümör adı verilen özel bir kanser tipinde karaciğer metastazlarının cerrahi olarak çıkarılması çok iyi sonuçları vermektedir. Bu nedenle bu iki gruba giren hastalarda tümörü (veya tümörleri) içine alacak şekilde karaciğerin bir bölümünün çıkarılması (karaciğer rezeksiyonları) için her türlü çaba sarf edilir. Bazı uygun olgularda ameliyat laparoskopik olarak yapılabilir.

Cerrahi tedavi seçiminde diğer önemli bir nokta tümörün (veya tümörlerin) çıkarılması sonrasında geriye kalan karaciğer dokusunun hastaya yetecek olmasıdır. Öte yandan karaciğer ameliyatların tüm cerrahi girişimler içinde en büyük ameliyatlardır ve hastaya büyük bir yük yüklerler. Hastaların genel sağlık durumunun bu ameliyatları kaldıracak düzeyde olması gereklidir. Sonuçta tüm kar ve zarar hesapları hekim ve hasta arasında konuşularak cerrahi kararı verilir.

Öte yandan geride kalacak karaciğer dokusunun yeterli olmadığı düşünülen veya karaciğer her iki lobunda da tümör olan durumlarda karaciğerin rezeksiyon sonrası kalacağı planlanan bölümünün en baştan büyütülmesi de bir seçenektir. Karaciğer farklı uyarılarla büyüyebilen, kendini yenileyen bir organdır. Bu amaca yönelik farklı stratejiler mevcuttur ve deneyimli ekiplerce başarıyla uygulanabilmektedir. Karaciğerin bir lobuna kan getiren ana damarlardan biri olan portal ven radyolojik olarak tıkatılabilir (embolizasyon) ve karşı tarafın büyümesi sağlanır.

Öte yandan diğer bir seçenek de hastaya aşamalı ameliyat yapmaktır. İlk ameliyatta tümörlerin bir bölümü temizlenir ve ikinci aşamada çıkarılacak lobun portal veni bağlanır (ligasyon). İkinci ameliyatta bu lob çıkarılarak hastada tümörler temizlenir. Bu karmaşık yaklaşımlar hastada cerrahi sonrası tümörlerin tamamen temizlenmesi içindir ve çok özel cerrahi ve radyolojik teknikler gerektirir.

Karaciğer metastazlarında kemoterapi genellikle uygulanır. Karaciğerde başka bir organdan veya dokudan sıçramış kanser olması zaten ileri evre hastalığın (Evre 4) göstergesidir. Hastalar cerrahi uygulansın ya da uygulanmasın, kemoterapi adayıdırlar. Öte yandan hastalığın ilk teşhis edildiği anda cerrahi açıdan çıkarılamayacak sayıda tümörü olan bir hastada kemoterapi yanıtı alınabilir ve küçülen veya yok olan tümörler yeniden değerlendirilip kemoterapi sonrası ameliyat bu kez uygulanabilir.

Öte yandan bazı durumlarda Y-90 mikroküre tedavisi veya radyofrekans/mikrodalga ablasyon ile tümörlerin yakılması gibi ablasyon işlemleri metastaz tedavi planında yer alan yaklaşımlardır. Bu yöntemler cerrahinin uygulanamadığı durumlarda veya cerrahi işlemle birlikte kombine tedavide uygulanabilir. Tek başına bu tedavilerin başarı oranları cerrahinin çok gerisindedir ve ancak seçilmiş hastalarda uygulanabilmektedir.

Karaciğerin iyi huylu tümörleri

Karaciğerde kanserlerin yanında iyi huylu tümörler de yer alabilmektedir. Karaciğerin en sık görülen iyi huylu tümörleri hemanjiyom, adenom ve fokal nodüler hiperplazidir (FNH). Bu tümörlerde klinik sessiz olabilir ve tanı tesadüfen konulabilir. Ancak hastaların bir bölümünde karın ağrısı da görülebilmektedir. Tanı genellikle radyolojik olarak konulur. Bazen, özellikle de küçük hemanjiyomlar, ameliyat sırasında tesadüfen saptanabilir. Günümüzde gelişmiş radyolojik yöntemler tanıyı büyük oranda koyabilmektedir. Ne var ki bazı durumlarda doku tanısının biyopsi ile konulması da gerekli olabilir.

Hemanjiyomlar karaciğerin en sık görülen iyi huylu tümörleridir. Kanserleşme riskleri yoktur, yırtılarak kanama riskleri de düşüktür. Bu nedenle hastalar genellikle seri görüntüleme tetkikleriyle izlenirler. Ancak bu tümörler bazen hastayı ciddi şekilde rahatsız eden karın ağrısına yol açabilirler veya karaciğer içinde tehlike oluşturacak kadar büyürler; bu hastalarda cerrahi tedavi düşünülmelidir.

Adenomlar ise kanserleşme riski olan ve yırtılarak kanama riski taşıyan tümörlerdir. Hastaların çoğunda tümörü içine alacak şekilde karaciğerin bir bölümünün çıkarılması (karaciğer rezeksiyonları) gerekli olmaktadır. Bu ameliyat uygun olgularda laparoskopik olarak da yapılabilir.

Fokal nodüler hiperplazi’nin kanserleşme riski yoktur. Ancak karın ağrısı şikayetleri olan veya ameliyat öncesinde tanısı kanserden ayrılamayan tümörler çıkarılmalıdır. Cerrahi gerektiğinde laparoskopik ameliyat uygulanabilir.

 

 

 

KARACİĞER YAĞLANMASI

Karaciğer yağlanması nedir? Karaciğer yağlanması nedenler, belirtileri, ve tedavisi…
Karaciğer vücuttaki ikinci en büyük organdır. Yediğimiz ve içtiğimiz her şeyi işlemek ve zararlı maddeleri kandan süzmek de dahil olmak üzere çok çeşitli işlevlerden sorumludur. Karaciğerin çok fazla yağlanması uzun süreli karaciğer hasarına yol açabilir. Peki, karaciğer yağlanması nedir? Karaciğer yağlanması nedenler, belirtileri, ve tedavisi hakkında merak ettiğiniz her şey bu metinde…

Obezite, insülin direnci, hareketsizlik ve beslenme bozukluğu gibi faktörlerlerin tetiklediği karaciğer yağlanması ile bilinmesi gereken tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz. Karaciğer yağlanması nedir? Karaciğer yağlanması nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
KARACİĞER YAĞLANMASI NEDİR?
Karaciğer yağlanması veya hepatik steatoz, karaciğerdeki yağ birikimini açıklayan bir terimdir. Karaciğerinizde az miktarda yağ bulunması normaldir, fakat bu durum çok fazla sağlık problemi yaratabilir.
Karaciğer vücuttaki ikinci en büyük organdır. Yediğimiz ve içtiğimiz her şeyi işlemek ve zararlı maddeleri kandan süzmek de dahil olmak üzere çok çeşitli işlevlerden sorumludur. Karaciğerin çok fazla yağlanması uzun süreli karaciğer hasarına yol açabilir.
Yağ içeren karaciğer hücrelerinin oranı yüzde 5’in üzerindeyken erken evre karaciğer yağlanması teşhis edilir. Bu genellikle mikroskop altında karaciğerden alınan küçük örneklere bakarak teşhis edilir. Ultrasonografiler, BT taramaları ve MRI taramaları da karaciğerin yağ içeriğinin değerlendirilmesine yardımcı olabilir.
Karaciğer hasar gördüğünde yeni karaciğer hücrelerini yeniden inşa ederek kendini genellikle onarır. Karaciğerde tekrarlanan hasar olduğunda, kalıcı skar oluşur. Bu duruma siroz denir. Hafif formlarda, karaciğer yağlanması, diyet değişiklikleri, kilo kaybı ve artmış fiziksel aktivite gibi yaşam tarzı değişiklikleriyle iyileşebilen geri dönüşümlü bir durum olabilir. Çoğu durumda, karaciğer yağlanmasında herhangi bir semptom görülmez.
KARACİĞER YAĞLANMASININ BELİRTİLERİ
Karaciğer yağlanması tipik olarak ilişkili semptomlara sahip değildir. Bununla birlikte, araştırmalar, karaciğer yağlanması ve iltihabı olan insanların yaklaşık yüzde 20’sinin daha kötü koşullara ilerlediğini göstermiştir. Bu olursa, yorgunluk veya karın rahatsızlığı yaşayabilirsiniz. Karaciğeriniz biraz büyüyebilir, doktorunuz fiziksel bir muayene sırasında bunu tespit edebilir.
Karaciğerdeki aşırı yağın, bazı tıbbi durumlarla birlikte inflamasyonu artırdığına inanılmaktadır. Karaciğeriniz iltihaplanırsa, aşağıdaki gibi semptomlarınız olabilir:
– İştahsızlık
– Kilo kaybı
– Karın ağrısı
– Halsizlik, bitkinlik ve yorgun hissetme
– Karın ağrısı
– Hafıza bulanıklığı
Karaciğer yağlanması siroz ve karaciğer yetmezliğine ilerlerse, semptomlar şunları içerebilir:
– Genişleyen, sıvı dolu karın
– Cilt ve gözlerde sarılık
– Hafızanın zayıflaması, zihin bulanıklığı
– Anormal kanama
KARACİĞER YAĞLANMASININ NEDENLERİ
Karaciğer yağlanmasının en yaygın nedeni alkol kullanım bozukluğu ve aşırı içmektir. Çoğu durumda, çok fazla alkol kullanmayan insanlarda karaciğer yağlanması daha az görülmektedir. Bununla birlikte, aşırı şişmanlık, işlenmiş şeker kullanımı, yüksek trigliseritler, diyabet, düşük fiziksel aktivite ve genetik nedenlerin ayrı ayrı rolü bulunur.
Karaciğer yağlanması, vücut çok fazla yağ ürettiğinde veya yağları yeterince verimli bir şekilde metabolize edemediğinde gelişir. Fazla yağ, biriktiği ve yağlı karaciğer hastalığına neden olduğu karaciğer hücrelerinde depolanır.
Alkol kullanım bozukluğunun yanı sıra, karaciğer yağlanmasının diğer yaygın nedenleri şunlardır:
– Şişmanlık
– Hiperlipidemi veya kandaki yüksek seviyelerde yağlar, özellikle yüksek trigliseritler
– Diyabet
– Genetik miras
– Hızlı kilo kaybı
– Bazı ilaçların yan etkileri
KARACİĞER YAĞLANMASININ TİPLERİ
İki temel karaciğer yağlanması türü vardır: Alkolsüz ve alkolik.
Alkolden bağımsız karaciğer yağlanması
Alkolsüz karaciğer yağlanması hastalığı (NAFLD), karaciğerde yağ dokusunun parçalanmasını zorlaştığında gelişir ve bu da karaciğer dokusunda birikmeye neden olur. Nedeni alkol ile ilgili değildir. Karaciğer % 5’ten fazla yağ olduğunda, NAFLD teşhis edilir.

NASH nedir?
Alkolsüz steatohepatit (NASH)
Nonalkolik steatohepatit (NASH) bir tür NAFLD’dir. Yağ biriktikçe iltihaba neden olabilir. Karaciğerin yüzde 5’inden fazlası bir kez yağ ve iltihaplanma olduğunda, durum NASH olarak bilinir.
Bu durumun semptomları inflamasyon ve karaciğer fonksiyonunun kötüleşmesi ile ilgilidir. Bunlar şunları içerebilir:
– İştah kaybı
– Mide bulantısı
– Kusma
– Karın ağrısı
– Sarılık
Tedavi edilmeden bırakılırsa, steatohepatit, karaciğerin kalıcı skarlaşmasına, karaciğer kanserine ve nihai karaciğer yetmezliğine ilerleyebilir.
Hamileliğin neden olduğu akut karaciğer yağlanması
Akut karaciğer yağlanması, gebeliğin nadir ve potansiyel olarak hayatı tehdit eden bir komplikasyondur.
Hamileliğin üçüncü üç aylık döneminde belirtiler ve semptomlar başlar. Bunlar şunları içerir:
– Kalıcı mide bulantısı ve kusma
– Sağ karın bölgesindeki ağrı
– Baş ağrısı
– Sarılık
– Genel halsizlik
– Yorgunluk
– İştah kaybı
Hamile olan kadınlarda bu belirtilerden herhangi biri bile karaciğer yağlanması olarak değerlendirilmelidir. Tedavi, herhangi bir komplikasyon gelişmeden hızlı bir şekilde müdahaleyi içerir. Çoğu kadın doğumdan sonra birkaç hafta içinde iyileşir ve kalıcı etkisi yoktur.
Alkollü karaciğer yağlanması
Alkollü karaciğer yağlanması, alkol ile ilişkili karaciğer hastalığının ilk aşamasıdır. Aşırı içme karaciğere zarar verir ve sonuç olarak karaciğer yağları parçalayamaz. Alkolden kaçınmak, karaciğer yağlanmasını önleyebilir. Altı haftalık bir süre içinde alkol almamak, karaciğerdeki yağı yok edebilir. Ancak aşırı alkol kullanımı devam ederse, siroza yol açan, alkolik steatohepatit olarak bilinen inflamasyon gelişebilir.
KARACİĞER YAĞLANMASI NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Yağlı karaciğeri tedavi etmeye yardımcı olabilecek ilaçlara yönelik araştırmalar devam etmektedir. Tedavinin öncelikli amacı risk faktörlerinizi azaltmak için tavsiyeleri dikkate alıp uygulamaya devam etmektir. Bu öneriler genellikle şunları içerir:
– Alkollü içecekleri sınırlamak veya önlemek
– Kolesterolü kontrol altına almak, şeker ve doymuş yağ alımını azaltmak
– Kilo vermek
– Kan şekerinizi kontrol etmek
– Şişmanlık ya da sağlıksız beslenme alışkanlıkları yüzünden karaciğer yağlanması varsa, doktorunuz ayrıca fiziksel aktivitenizi artırmanızı ve diyetinize belirli gıda türlerini ortadan kaldırmanızı ya da eklemenizi önerebilir. Her gün yediğiniz kalori miktarını azaltmak, kilo vermenize ve karaciğerinizi iyileştirmenize yardımcı olabilir.
Erken evrelerde, yağlı yiyecekleri ve şekeri yüksek besinlerini azaltarak veya hiç yemeyerek karaciğer yağlanmasını iyileştirebilir ve tersine çevirebilirsiniz. Taze meyveler, sebzeler, tam tahıllar, fındık ve avokado gibi sağlıklı yağlara sahip olan daha sağlıklı gıdalarla dengeli bir diyet seçin. Kırmızı etleri soya, tavuk, hindi ve balık gibi yağsız proteinlerle değiştirin. Şekerli içecekler, meyve suları ve gazlı içeceklerden uzak durun.

 

 

 

KARACİĞER YETMEZLİĞİ

Yetersiz ya da sorunlu bir karaciğer ile ilgili problem, semptomların sadece durumun ciddi olduğu anlarda ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle, daha büyük komplikasyonlardan kaçınmak için mümkün olan en kısa sürede uzmanlardan yardım almalısınız.
Karaciğer yetmezliği, karaciğerinizin düzenli ve doğru bir şekilde işlevini yerine getirememesi durumunda ortaya çıkar. Karaciğerde ciddi hasara neden olan ilerleyici bir sorundur.
Bununla birlikte, gelişimi derhal olmaz. Bunun yerine, aylar ve yıllar boyunca gelişimini sürdürür.
Genel olarak iki türü vardır: akut ve kronik.
• Akut formda, karaciğerin işlevleri oldukça hızlı etkilenir.
• Kronik karaciğer yetmezliğinde, sorunlar çok daha yavaş ortaya çıkar ve siz durumu fark etmeden önce çok zaman geçebilir.
Karaciğer yetmezliği nedenleri
Tıpkı ciddi hastalıkların çoğunda olduğu gibi, karaciğer yetmezliğinin birçok nedeni vardır. Temel olanları not edin ve bu durumdan muzdarip olma riskiniz olup olmadığını tespit edin.
Eğer öyleyse, herhangi bir şüpheyi ortadan kaldırmak için doktorunuzla görüşün.
En yaygın nedenler şunlardır:
1. Bazı virüslerin varlığı
Gün boyunca, karaciğerimize zarar verebilecek çok miktarda element ve toksinler ile temasa gireriz.
Bu elementlerden bazıları, farklı kaynaklardan yakalanabileceğimiz virüslerdir. Karaciğer sağlığımıza en çok zarar verenler basit herpes virüsü ve hepatit A, B ve E’dir.
2. Aşırı ilaç kullanımı
Kuşkusuz ki, doğru zamanda alınan doğru ilaçlar vücutlarımıza sağlıklı olmak konusunda ihtiyaç duyduğu bileşenleri verir. Bununla birlikte, uygun olan dozu aşmak ya da ihtiyacınız olmayan ilaçları almak karaciğer yetmezliğine neden olabilir.
Özellikle dikkatli olmanız gereken ilaçlar arasında şunlar bulunur:
• Steroid yapıda olmayan anti-enflamatuvarlar
• Antikonvülsanlar
• Antibiyotikler
• Doğum kontrol hapları
Bazı insanlar için, kullandıkları ilacın istedikleri kadar etkili olmadığını hissettikleri zamanlarda, ilaç dozajlarını ya da kullanım sıklığını artırmaları çok yaygındır.
Ancak bu kararı vermeden önce, bir şeyi değiştirmenizin gerekli olup olmadığını ya da söz konusu etkiyi fark edenin sadece siz olup olmadığını öğrenmek adına doktorunuza danışın.
3. Zararlı Gıdalar Tüketmek
Düzenli olarak yediğimiz gıdalar arasında bazıları az miktarda toksin içerebilir. Bu nedenle, hangi gıdaların kendinizi kötü hissettirdiğine dikkat etmeli ve dengeli bir beslenme planını takip etmeye çalışmalısınız.
• Mantarlar, beslenme planınız içerisinde az miktarda toksin içeren en yaygın gıdalardan biridir.
• Eğer bu mantarları sık sık tüketirseniz ve kendi kendinize ilaç kullanmanız ya da daha önceden de bahsedilen virüslerden birinin taşıyıcısı olmanız durumunda, sizin için karaciğer yetmezliği olasılığı artar.
4. Çok fazla alkol içmek
Karaciğer yetmezliğinin son nedeni de aşırı alkoldür. Her ne kadar alkol tüketimimizi mümkün olduğunca sınırlamanın en iyisi olduğunu hali hazırda biliyor olsak dahi, gerçek bunu genellikle gerçekleştirmiyor oluşumuzdur.
Bununla birlikte, haftada birkaç kez alkol tüketen biri kişi kuşkusuz karaciğerini riske atmaktadır.
• Yapılması gereken en iyi şey asla günde iki bardaktan daha fazla alkol tüketmemektir.
• Şu ana kadar zaten 2 bardak alkol almışsanız ya da bundan fazlasını içeceğinizi düşünüyorsanız, her alkollü içki için iki bardak su için.
Karaciğer Yetmezliğinin Semptomları
Karaciğer yetmezliğinin en yaygın nedenlerini zaten bildiğinize göre, onun semptomlarının ne olduğunu öğrenmenin zamanı geldi.
Karaciğer hali hazırda hasar gördükten sonra semptomların ortaya çıktığını akılda tutmak önemlidir. Bu nedenle, sorunun erken aşamalarında teşhisi genellikle zordur.
En yaygın belirtiler şunlardır:
1. Cilt renginin değişmesi
Karaciğer yetmezliğiniz olduğu zaman, cildiniz açık sarı renge döner.Bunun nedeni ciltte aşırı miktarda bilirubin birimidir.
Karaciğer bilirubini işleyemediği için, kanda ve cildin altındaki pigmentte birikir.
2. Karın ağrısı
Hasarın nedeni ne olursa olsun, en yaygın semptomlarından biri karın ağrısıdır.
Bu genellikle karaciğerde meydana gelen iltihaplanmadan kaynaklanır ve karaciğer hassaslaşır.
3. Hazımsızlık
Karaciğer hasarı meydana gelmeye başladığı ve karaciğerde ciddi zararlara neden olduğu zaman, safra üretimini durdurur. Bu durum oldukça önemlidir, çünkü safra, sindirim sürecinde temel bir rol oynar.
Safra düzgün bir şekilde üretilmediği zaman gıdalar olması gerektiği gibi sindirilmez ve hazımsızlık yaratır.
4. Soluk renkli dışkı
Safra sindirim sistemi ile ilgilidir ve ayrıca dışkıya kahverengi rengini verir. Dışkının kahverengi bir renge sahip olması normaldir.
Bununla birlikte, eğer dışkınız beyaz ya da çok açık renkli görünüyorsa, karaciğerinizin düzgün çalışıp çalışmadığını kontrol etmeniz gerekir.
Karaciğeriniz sorun yaşıyor ve bu sıvının üretimini sınırladığı zaman, dışkının renginde değişiklikler görülebilir.
5. Sarılık
Sarılık karaciğerinizin düzgün çalışıp çalışmadığı sorusunu ortadan kaldıran bir hastalıktır.
Bu hastalığa sahip olduğunuz zaman cildinizin rengi sarıya kayar vegözlerinizin beyazı da sarımsı bir renk halini alır.
Karaciğer yetmezliği, komplikasyonlardan kaçınmak adına bu durumdan muzdarip olduğunuzu fark ettiğiniz anda tedavi edilmelidir. Tedavi, hastalığın nedenine ve gösterdiğiniz semptomlara bağlıdır. En önemli şey, doktorunuz sizden ne yapmanızı isterse tam olarak onu yapmanızdır.

 

 

 

KARIN AĞRISI
Karın ağrısı neden olur, nasıl geçer?
Çocuklarda ve yetişkinlerde en sık karşılaşılan sağlık sorunlarından birisi olan karın ağrısının nedenleri ve tedavisi hakkında aradığınız tüm detaylar burada…

Basit bir üşütme, gıda zehirlenmesi, ve ciddi hastalıklara kadar pek çok farklı nedeni olan karın ağrısı hakkında merak edilen tüm detaylar burada… Karın ağrısı nedir? Karın ağrısının nedenleri ve tedavisi…
KARIN AĞRISI NEDİR?
Karın ağrısı göğüs ve pelvis bölgesinde meydana gelen ağrıdır. Karın ağrısı bazen kramp gibi, keskin acılı olabilir. Karın ağrısı kramp veya kolik şeklinde meydana gelebilir. Belirli bir organdan kaynaklanan karın ağrısı, lokalize karın ağrısı olarak adlandırılır. Lokalize ağrısının en yaygın nedeni mide ülseridir.
Kramp şeklinde meydana gelen ağrı ishal, kabızlık, şişkinlik veya gaz ile ilişkili olabilir. Kadınlarda bu adet, düşük ya da dişi üreme organlarında meydana gelen komplikasyonlar ile ilişkili olabilir. Bu ağrı gelir ve gider ve tamamen tedavi olmadan giderilemez.
Kolik tarzında oluşan karın ağrısı, safra ve böbrek taşı gibi daha ağır koşulların bir belirtisidir. Bu ağrı aniden ortaya çıkar ve şiddetli kas spazmı gibi hissedilebilir.
KARIN AĞRISININ NEDENLERİ
Karnın değişik bölgelerindeki ağrılar, o bölgeye has organların hastalıklarının belirtisi olabiliyor. Mide ve bağırsak bozuklukları, böbrek taşları, kadın ve erkek üreme organlarının hastalıkları, şeker hastalığı, böbrek üstü bezi hastalıkları, kadınlarda adet sancıları, bazı kan hastalıkları, kurşun ve morfin gibi maddelerin zehirlenmeleri ve zona gibi hastalıklar nedeni ile karın ağrısı oluşabiliyor. Sadece karın boşluğundaki organlar değil, akciğer iltihapları, kalp krizleri ve kaburga kırıkları karın ağrısı yaratabiliyor.

Sindirim sistemini etkileyen aşağıdaki sebepler de karın ağrısı nedeni olabilir;
– Gastroözofageal reflü hastalığı ( GÖRH )
– İrritabl barsak sendromu
– Crohn hastalığı ( bir enflamatuar barsak hastalığıdır )
Laktoz intoleransı ( süt ve süt ürünlerinde bulunan şekerin sindirilememesi)
Karın ağrısının yerine göre karın ağrısı nedenleri
Eğer ağrı karın bölgesinde yaygın olarak görülüyorsa:
– Apandisit (apendiksin iltihabı)
– Crohn hastalığı
– Travmatik yaralanma
– İrritabl bağırsak sendromu
– İdrar yolu enfeksiyonu
– Grip
Karın ağrısı alt karında odaklanıyorsa:
– Apandisit
– Bağırsak tıkanıklığı
– Dış (ektopik) gebelik
Karın ağrısı kadınlarda, alt karın üreme organlarında ise;
– Şiddetli menstruel ağrı (dismenore adı verilen)
– Yumurtalık kistleri
– Düşük
– Miyomlar
– Endometriyozis
– Pelvik inflamatuar hastalık
– Dış gebelik
Ağrı üst karın bölgesinde ise;
– Safra kesesi taşları
– Kalp krizi
– Hepatit (karaciğer iltihabı)
– Zatürree
Ağrı karnın merkezinde ise
– Apandisit
– Gastroenterit
– Yara
– Üremi (kandaki atık ürünlerin toplanması)
Ağrı sol alt karın bölgesinde ise;
– Crohn hastalığı
– Kanser
– Böbrek enfeksiyonu
– Yumurtalık kistleri
– Apandisit
Karın ağrısı sol üst karın bölgesinde ise;
– Büyümüş dalak
– Dışkı impaksiyonu (atılamayan sertleşmiş dışkı)
– Yasar
– Böbrek enfeksiyonu
– Kalp krizi
– Kanser
Sağ alt karın ağrısının nedenleri;
– Apandisit
– Fıtık (bir organ karın kaslarındaki zayıf bir noktadan dışarıya çıktığı zaman)
– Böbrek enfeksiyonu
– Kanser
– Grip
Sağ üst karın ağrısı;
– Hepatit
– Yara
– Zatürree
– Apandisit
DOKTORA NE ZAMAN GİDİLMELİ?
Hafif karın ağrıları kendiliğinden geçebilir. Fakat dayanılamayacak derece de hissedilen karın ağrıların da derhal doktora gidilmelidir. Travma, göğüste meydana gelen basınç veya ağrı, kıvrandıran ağrılar, kalıcı bulantı, kanlı dışkı, nefes darlığı, deri veya gözler de sararma, karında şişme gibi belirtiler yaşıyorsanız mutlaka doktora gitmelisiniz.
KARIN AĞRISI TEDAVİSİ
Karın ağrısı, sebebine göre tedavi edilmelidir. Enflamasyon, reflü veya ülser ilaçla, enfeksiyonlar antibiyotikle, bazı yiyeceklerin veya içeceklerin neden olduğu karın ağrıları ise kişisel davranış değişiklikleriyle tedavi edilir. Apandisit ve fıtık gibi bazı durumlarda, spesifik bir tanıyı dışlamak veya onaylamak için kan, idrar ve dışkı örneklerinin alınması, BT taraması ve endoskopi gibi tanısal testler gerekebilir. Bu testler sonucunda ise tedavi için cerrahi önerilebilir.

 

 

 

KARSİNOİD SENDROM

Karsinoid sendrom gastrointestinal sistem kaynaklı karsinoid tümörlü hastaların % 10’unu etkileyen klinik tablodur. Hastalarda ishal, yüz ve üst gövdede saniyeler içinde oluşan birkaç dakika süren kızarma (flushing) görülür. Bazı besinler, alkol ve duygusal stres bu klinik tabloyu tetikler.
Bazı hastalarda daha kötü bir tablo olan karsinoid kriz oluşur. Hayati tehlikesi bulunan bu tabloda inatçı, yaygın bir flushing, şiddetli ishal ve baş dönmesi vertigo ile koma görülebilir. Hastalara taşikardi, aritmi, hipotansiyon veya hipertansiyon da eşlik edebilir.
Karsinoid sendrom tanısı nasıl konur?
Sendromdan sorumlu olduğu düşünülen maddeler; serotonin, bradikinin, histamin, substans-P, dopamin ve prostaglandinlerdir. Karsinoid sendrom tanısı ; serotoninin ana metaboliti olan 5-HİAA’in idrar seviyelerinin yüksek bulunmasıyla konulur.
Karsinoid sendrom tedavisi nasıl yapılır?
Tedavi semptomların baskılanmasına yöneliktir. Sendromdan sorumlu karaciğer metastazları varsa operatif debulkingi ve küratif rezeksiyonu yapılmalıdır. Karsinoid sendrom tedavisinde serotonin antagonistleri siproheptadin, histamin antagonistleri simetidin, fenoksibenzamin ilaç olarak kullanılan ajanlardır.

 

 

 

KASIK FITIĞI

Kasık bölgesinde gelişen fıtıklardır. Tüm fıtıkların %75’ini kasık fıtıkları oluşturur ve erkeklerde kadınlara oranla 25 kat daha fazla görülür.
Direkt, indirekt ve femoral denilen üç tipi mevcuttur. Genelde üç tip de birbirine benzer ama indirekt olanı her yaşta görülebilir ve testis torbasına kadar inebilme potansiyeli mevcuttur.
Direkt kasık fıtığı ise genelde karın duvarının zayıfladığı orta ve ileri yaşlarda görülür. Femoral fıtık ise diğer tiplere göre daha nadir olarak ortaya çıkar.
Her üç tipin tedavisinde aynı ameliyat yapılır.
Kasık fıtığı genelde zararsızmış gibi görünse de doktorunuz sizi muayene ettikten sonra genellikle ameliyat önerecektir. Çünkü fıtığın sıkışması ve sonrasında gelişebilecek komplikasyonlar göz korkutucu ve hatta hayatı tehdit edici olabilir.

Kasık fıtıklarında hastaların ne gibi şikayetleri olur?

Bazı kasık fıtıkları herhangi bir şikayete neden olmaz. Bazen doktor muayenesinde tespit edilene kadar siz bir fıtığınızın olduğunu anlamayabilirsiniz.
Sık sık da kasık bölgesinde bir şişkinlik olur. Bu şişkinlik ayaktayken, ıkınırken veya öksürürken daha bariz olur.
Sırtüstü yatıldığında genellikle şişkinlik kaybolur. Şişkinlik üzerinde bazen yanma, bastırınca hava hissi ve ağrı olabilir. Kasık bölgesinde basınç hissi, ağır bir obje kaldırırken acıma ve yanma olabilir.
Daha az vaka da ise fıtığın testis torbasına inmesinden dolayı testis torbasında şişme olabilir.

Sıkışmış kasık fıtığı nedir?

Çoğu zaman fıtık şişkinliği sırt üstü yatınca düzleşir. Bu düzleşme fıtık kesesi içine giren omentumun veya ince bağırsağın tekrar karın içine dönmesi sonucunda olur. Bu organlar karın içine dönemez ve fıtık kesesi içinde kalırlarsa buna sıkışmış fıtık denilir.
Bu durum çoğu zaman ağrılı olur. Sıkışma sonucunda sıkışmış bölgedeki organları besleyen kan akımı da kesilirse buna bir sonraki aşama olan strangüle fıtık (boğulmuş fıtık) denilir. Strangül fıtıklar maalesef acil ameliyat gerektirir ve hayatı tehdit edici komplikasyonlarla sonuçlanabilir.

Sıkışmış kasık fıtığının belirtileri nelerdir?

• Bulantı, kusma, iştahsızlık
• Gaz ve büyük abdest çıkaramama
• Karın şişkinliği ve gaz ağrısı hissi
• Ateş
• Artmış nabız
• Hızla şiddetlenen karın ve kasık ağrısı
• Fıtık şişkinliğinin renginde morarma veya kızarma görülebilir.

Kasık fıtıklarının nedenleri nelerdir?

Bazı durumlarda tespit edilebilen bir neden olmayabilir. Ama aşağıdakiler fıtık nedenleri arasında sayılabilir:

• Karın içi basıncının artması
• Karın duvarında önceden var olan zayıf noktalar
• Büyük abdest veya idrar yaparken ıkınma (prostat büyümesi ve kronik kabızlık)
• Ağır kaldırma
• Karın içinde sıvı birikmesi (karaciğer hastalıklarında veya kalp yetmezliğinde asit sıvısı birikebilir)
• Hamilelik
• Aşırı kilo
• Kronik öksürük ve hapşırmalar

Kasık fıtıkları neden erkeklerde daha sık görülür?

Erkeklerin kasık kanalında doğumsal bir zayıflık mevcuttur. Erkek bebeklerde testisler karın içinde oluşur ve sonra kasık kanalından testis torbasına iner. Doğumdan kısa süre sonra kanal kapanır.
Bazen bu kanal düzgün bir şekilde kapanamaz ve burada zayıf nokta oluşur. Bu nedenle erkeklerde kasık fıtığı daha fazla görülür.

Kasık fıtığı oluşumundaki risk faktörleri nelerdir?

• Bazı hastalıklar (kronik akciğer hastalıkları, KOAH, prostat hastalıkları, siroz)
• Aile hikayesi (yakın akrabalarınızda fıtık hikayesi varsa sizde olma ihtimali normal topluma göre daha fazladır)
• Kronik öksürük (sigara içmek)
• Kronik kabızlık
• Aşırı kilo (karın içi basıncınızı arttırır)
• Hamilelik (karın kaslarınızı zayıflatır ve karın içi basıncını arttırır)
• Bazı meslekler( uzun süre ayakta durulan ve ağır fiziki çalışma şartları olan ve ağır kaldırmayı gerektiren meslekler)
• Prematüre doğmuş olmak
• Daha önce karşı taraftan fıtık geçirmiş olmak

Kasık fıtığının korkulacak komplikasyonları nelerdir?

• Fıtığın zaman içinde büyümesi ve testis torbasın doğru inmesinden
• Fıtığın sıkışması (sıkışıp barsak tıkanıklığına sebep olabilir)
• Fıtığın boğulması (sıkışan bağırsağı kanlanmasının bozulup gangren olmasıdır ve hayatı tehdit edici bir komplikasyona dönüşebilir.

Kasık fıtığına nasıl tanı konulur?

Genellikle sadece muayene sonucu fıtık teşhisi konulur. Bazen çok küçük fıtıklarda ultrasonografi yardımıyla da teşhis konulabilir.

 

 

KAŞINTI

Vücutta kaşıntı neden olur? Kaşıntı nasıl geçer?
Birçok insanın rahatsızlık duyduğu bir konu olan kaşıntı ile ilgili merak ettiğiniz her şeyi burada bulabilirsiniz. Kaşıntı nedir? Kaşıntı nedenleri ve tedavisi…

Enfeksiyonlar, ısırıklar ve sokmalar, infestasyonlar, kronik hastalıklar, atopik dermatit, sedef hastalığı, alerjik reaksiyonlar, güneşe maruz kalma ve kuru ciltler kaşınmanın yaygın nedenleri arasındadır. Peki kaşıntı nedir? Kaşıntının nedenleri ve tedavisi hakkında merak edilen tüm detaylar burada…
KAŞINTI NEDİR?
Kaşıntı olarak da bilinen durum, deri hücreleri veya deri ile ilişkili sinir hücrelerinin tahrişinden kaynaklanan genel bir duyudur. Rahatsız edici olsa da, kaşıntı, dokunma, ağrı, titreşim, soğuk ve ısı gibi diğer cilt hisleri gibi önemli bir duyu ve kendini koruma mekanizması görevi görür. Zararlı dış etkenlere karşı bizi uyarabilir, ancak tedavi edilmezse dayanılmaz hale gelebilir.
Kuru cilt, cilt hastalığı, hamilelik ve nadiren kanser gibi bir dizi rahatsızlıkla ilişkili olabilir.
Kaşıntı herkeste görülebilir, ancak belirli insan grupları daha hassastır:
– Mevsimsel alerjiler, saman nezlesi, astım ve egzaması olan kişiler
– Diyabetli insanlar
– HIV / AIDS hastaları ve çeşitli kanser türleri
– Hamile kadınlar
– Yaşlılar
KAŞINTI NEDENLERİ
Kaşıntılı cildin olası nedenleri şunlardır:
Kuru cilt
Kaşıntılı bölgedeki parlak kırmızı lekeler veya başka bir dramatik değişiklik görmüyorsanız, kuru cilt (kserozis) olası bir nedendir. Kuru ciltler genellikle yaşlılık, klima veya merkezi ısıtma gibi uzun süreli kullanım ve yıkama veya banyo gibi çevresel faktörlerden kaynaklanır.
Cilt rahatsızlıkları ve döküntüleri
Egzema (dermatit), sedef hastalığı, uyuz, bit, su çiçeği ve kurdeşen dahil olmak üzere birçok cilt rahatsızlığı kaşıntısı. Kaşıntı genellikle belirli alanları etkiler ve kırmızı, tahriş olmuş deri ve kabarcıklar gibi diğer belirtiler eşlik eder.
İç hastalıkları
Kaşıntılı deri altta yatan bir hastalığın belirtisi olabilir. Bunlar arasında karaciğer hastalığı, böbrek yetmezliği, demir eksikliği anemisi, tiroid sorunları ve lösemi ve lenfoma gibi kanserler bulunur. Kaşıntı genellikle tüm vücudu etkiler. Tekrar tekrar çizilen alanlar haricinde deri başka şekilde normal görünebilir.
Sinir bozuklukları
Sinir sistemini etkileyen durumlar (multipl skleroz, diabetes mellitus, zona, herpes zoster) kaşınmaya neden olabilir.
Tahriş ve alerjik reaksiyonlar
Yün, kimyasal maddeler, sabunlar ve diğer maddeler cildi tahriş edebilir ve kaşınmaya neden olabilir. Bazen zehirli sarmaşık veya kozmetik gibi madde alerjik reaksiyona neden olur. Gıda alerjileri de kaşıntıya neden olabilir.
İlaçlar
Antibiyotikler, antifungal ilaçlar veya narkotik ağrı ilaçları gibi ilaçlara karşı reaksiyonlar yaygın döküntülere ve kaşıntıya neden olabilir.
Gebelik
Hamilelik sırasında, bazı kadınlar, özellikle karın ve uylukta kaşıntı yaşarlar. Ayrıca, dermatit gibi kaşıntılı deri koşulları, hamilelik sırasında kötüleşebilir.

KAŞINTI TEŞHİSİ
Kaşıntının nedenini belirlemek zaman alabilir ve fiziksel bir muayeneyi ve dikkatli bir geçmişi içerebilir. Eğer doktorunuz kaşıntılı cildinizin altta yatan bir tıbbi durumun sonucu olduğundan şüphelenirse, aşağıdakileri de içeren testler yapabilir:
Kan testi. Tam kan sayımı, demir eksikliği gibi kaşıntıya neden olan bir iç durumun kanıtını sağlayabilir.
Tiroid, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri. Karaciğer veya böbrek bozuklukları ve hipertiroidizm gibi tiroid anormallikleri kaşıntıya neden olabilir.
Göğüs röntgeni. Genişlemiş lenf düğümleri gibi kaşıntılı deri ile ilişkili altta yatan hastalığın belirtileri, X-ışınları kullanılarak görülebilir.
KAŞINTI TEDAVİSİ
Kaşıntı nedenini bulmak ve altta yatan herhangi bir deri hastalığını tedavi etmek, kaşıntının çözülmesinde ilk adımdır. Sebep tespit edildikten sonra, kaşıntılı cilt tedavileri şunları içerebilir:
Bir ilaç reaksiyonundan şüpheleniliyorsa, farklı bir ilaca geçilmesi kaşınmayı azaltmaya yardımcı olabilir. Ancak, çoğu ilaçta kaşıntı ile birlikte döküntü sık görülür.
Kaşıntıyı önlemenin en iyi yolu cildinize dikkat etmektir. Cildi korumak için:
Cildinizi nemlendiren ve kuruluğu önleyen cilt kremleri ve losyonları kullanın.
Güneş yanıklarını ve cildin zarar görmesini önlemek için güneş koruyucuları düzenli olarak kullanın.
Cildinizi tahriş etmeyecek yumuşak banyo sabunu kullanın.
Ilık su ile banyo veya duş alın.
Cilt kaşıntısı yapabilen yün ve sentetik gibi belirli kumaşlardan kaçının. Pamuklu giysiler ve çarşaflar kullanın.
Kaşıntıyı hafifletmek için, kaşımak yerine kaşınan bölgeye soğuk bir bez veya biraz buz koyun.
Doktorunuz ayrıca antihistaminikler ve topikal steroidler de dahil olmak üzere kaşıntı tedavisi için ilaç reçete edebilir. Nadiren steroid hapları ve antibiyotikler de gerekebilir.
Işık tedavisi (fototerapi): Fototerapi, cildinizi ultraviyole ışığın belirli dalga boylarına maruz bırakmayı içerir. Birden çok oturum genellikle kaşıntı kontrol altına alınana kadar programlanır.

 

 

 

KATARAKT

Katarakt, saydam olan göz merceğinin saydamlığını kaybederek görmenin azalmasıdır. Gözün renkli tabakası irisin arkasında yer alan ve saydam bir yapı olan göz merceğinin, görme işlevinde önemli bir rolü vardır. Göz merceğinin saydamlığının azalması, yani katarakt söz konusu olduğunda görme netliği azalacak, hasta bulanık görecektir. Kataraktlı gözlerde görme bulanıklığı, kataraktın derecesine göre, az bulanık görmeden başlayarak sadece ışık görecek dereceye kadar çok değişik seviyelerde olacaktır.
Katarakt iki gözde birden mi ortaya çıkar ?
Katarakt, çoğunlukla iki gözü de etkileyen bir rahatsızlıktır. Bazen her iki gözde birlikte başlar ve birlikte ilerleyerek her iki gözün de eşit derecede etkilenmesine sebep olur. Bazen de katarakt tek gözde başlar. Ancak diğer göz tam görüyorsa hasta, katarakt ilerleyene kadar o gözün az gördüğünü farketmeyebilir; ya da hasta görmesinde bir değişiklik olduğunu farkedince, bunun gözlük numarasının değişmesine bağlı olduğunu zannederek doktoruna başvuracak ve muayenede katarakt olduğu ortaya çıkacaktır.
Kataraktın belirtileri nelerdir ?
Katarakt, göz merceğinin değişik bölgelerinden başlar ve buna göre de hasta farklı görme şikayetleriyle doktora başvurur. Hastaların tümünde ortak şikayet, görmenin azalması ve bulanık görmedir. Fakat, hastaların bazısı ışıkta değil, loş ortamlarda daha iyi gördüklerini belirtirler. Bazısı da görmesinin sürekli bulanık olmasından ve giderek daha kötüleştiğinden, bazısı da iyi okuyamadığından şikayet eder. Bazı katarakt türlerinde görülen tipik bir görme şikayeti de gözün miyop hale gelmesidir. Bu hastalar, eskiye göre yakını daha iyi gördüklerini, hatta kitap-gazete okurken yakın gözlüklerine gerek duymadan çıplak gözle daha iyi gördüklerini ifade ederler. Uzak için hipermetrop gözlük kullanan hastalarda bu gözlüğe ihtiyaç duyulmadığı görülür. Bu hastalar muayene edildiklerinde gözlükleri hipermetrop ise gözlük numarasında düşme, miyop ise numarada yükselme olduğu izlenir. Önceleri, gözlük yardımı olmaksızın yakını daha iyi gördüğünü farkeden hasta, bu durumdan memnun olur. Fakat zamanla görmesinin bulanıklaştığını ve uzak mesafeyi daha kötü görmeye başladığını anlayınca, doktora başvurmak zorunda kalır.
Katarakt hangi yaşlarda görülür ?
Katarakt genellikle bir yaşlılık hastalığı olarak bilinir. Bu doğrudur, kataraktlı hastaların %90’ından fazlası 60 yaşın üzerindeki kişilerden oluşur. Fakat, kataraktın sadece yaşlılarda görüldüğü sanılmamalıdır. Katarakt, daha küçük oranlarda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Örneğin yeni doğan bebeklerde doğuştan katarakt adı verilen bir katarakt türü görülebildiği gibi çocuklarda, gençlerde ve orta yaşlılarda katarakta rastlanabilir. Dolayısıyla, hangi yaş grubunda olursa olsun görme bulanıklığı veya azalması olan bir hastada, akla gelebilecek hastalıklardan biri kataraktdır.
Katarakta yol açan nedenler nelerdir ?
Katarakta yol açan nedenler çok çeşitlidir. Kataraktların %90 gibi büyük çoğunluğu yaşlılık kataraktı adı verilen ve 60 yaş üzerinde yaşlılığa bağlı olarak oluşan kataraktlardır. Yaşlılık kataraktında, kataraktın nedenini aramaya gerek yoktur. Ancak 50 yaşın altındaki kişilerde görülen kataraktlarda, altta yatan bir sebep mevcuttur. Bu tür kataraktlar soyaçekimle ilgili olabileceği gibi bazı metabolik bozukluklar, travmatik nedenler (göze gelen çeşitli fiziksel darbeler) veya kullanılan ilaçlarla (örneğin kortizonlu ilaçlar) da bağlantılı olabilir.
Bebeklerde görülen kataraktın özellikleri nelerdir ?
Yeni doğan bebeklerde, doğuştan katarakt adı verilen bir katarakt türü görülebilir. Doğuştan katarakt, bir veya her iki gözde de görülebilir. Doğuştan katarakt da genetik olabileceği gibi hamilelik esnasında annenin geçirdiği bazı hastalıklar, kullandığı bazı ilaçlar, röntgen ışınlarına maruz kalma gibi değişik sebeplere bağlıdır. Ayrıca, doğuşta başlangıç halinde olup çocuk yaşta ilerleyen katarakt çeşitleri de vardır. Doğuştan kataraktların tedavisi, yaşlılık kataraktına göre farklılık gösterir. Çünkü doğuştan kataraktlı bebeklerin hemen hepsinde, zamanında ameliyat edilseler dahi görme tembelliği kalır. Ayrıca ilk 2 yaş içinde bebeklerde katarakt alındıktan sonra göziçi merceği yerleştirmenin çeşitli problemlere yolaçabileceği bilindiğinden 2 yaşa kadar olan bebeklerde sadece katarakt alınmakta göziçi merceği yerleştirilmemektedir. Fakat bu bebeklerde görme tembelliğinin oluşmaması için gözlük veya kontakt lens kullanması sağlanmalıdır. 2 yaşından sonraki kataraktlarda ise göziçi merceği kullanılabilir. Yine de bu konuda göz hekimleri arasında değişik düşünceler ve tartışmalar halen mevcuttur. Ancak, uygulama ne olursa olsun, doğuştan kataraktlı bebeklerin görme dereceleri %100’e çıkmamakta görmelerinde hafif, orta veya ağır derecede bir zayıflık kalmaktadır.
Kataraktın tedavisi nasıl yapılır ?
Katarakt’ın bugün için tek tedavi şekli cerrahidir (ameliyattır). Çocuk veya yaşlı kataraktlarının ameliyatlarında teknik olarak bazı faklılıklar olmakla birlikte katarakt ameliyatında yapılan işlem, kataraktın alınıp yerine bir göziçi merceği yerleştirilmesinden ibarettir.
Katarakt ameliyatı ?
Katarakt ameliyatı çocuklarda genel anestezi ile erişkinlerde ise lokal anestezi ile yapılmaktadır. Lokal aneztezi enjeksiyonla (iğneyle) veya enjeksiyonsuz (iğnesiz); damla ile yapılabilir. Günümüzde katarakt ameliyatı, halk arasında ”laserle katarakt ameliyatı” olarak bilinen tıbbi adı ”FAKOEMÜLSİFİKASYON” veya kısaca ”FAKO” olarak isimlendirilen bir teknikle yapılmaktadır. Bu teknik, halk arasında ”dikişsiz katarakt ameliyatı” olarak isimlendirilmektedir. Gerçektende bu teknikte dikiş gerekmemektedir. Dikişli ameliyat olarak bilinen eski teknikte ise ameliyat yeri dikiş ile kapatılmakta idi. FAKO ameliyatı, laserle katarakt ameliyatı olarak bilinmektedir. Fakat burada kullanılan enerji, gerçekten laser enerjisi olmayıp ultrason (ses titreşimleri) enerjisidir. Fako tekniğinde katarakt, ultrason enerjisiyle küçük parçalara ayrılıp emilerek tümüyle temizlenmekte, ancak kataraktın kapsülü yerinde bırakılmaktadır. Yerinde bırakılan kapsülün içine de, göziçi merceği yerleştirilmektedir. Göziçi mercekleri sert, katlanabilir olmak üzere iki çeşittir. Katlanabilir göziçi mercekleri, daha küçük bir kesi yerinden göziçine takılabildiği için birtakım üstünlükleri vardır. Göziçi mercekleri polimetilmetakrilat, akrilik, silikon gibi değişik materyallerden üretilmektedir. Bu materyallerin çeşitli avantaj ve dezavantajları mevcuttur. Cerrah, bunları ameliyat olacak gözün özelliklerini göz önünde tutarak hangi tür göziçi merceği kullanacağını önceden planlar veya ameliyat esnasında da duruma göre plan değişikliği yapabilir.

 

 

 

KEKEMELİK

Konuşma esnasında konuşmanın düzenli bir şekilde ilerlemesini bozan duraklama, bazı ses ve sözcükleri yineleme ya da bir heceyi uzatarak söyleme ile giden ve bazı kişilerde sosyal ortamlardan kaçınmaya yol açıp, kaygı ve üzüntü konusu olan bir bozukluktur.
Nelerden dolayı olabilmektedir?
Bazı ailelerde gerilim düzeylerinin yüksek olması ve ortak bir özellik şeklinde bu gerilimin nefes borusu ve ses tellerine iletilmesi ile ilişkili olabildiği ya da beyindeki konuşma merkezi ile ilişkisi olduğu yönünde düşünceler bulunmaktadır. Anne-babada obsesif-kompulsif kişilik yapısının varlığına da bu bozuklukta işaret edilmiştir. Çocuklukta yaşanan endişe , gerilim ve korkuların da etkilerinin olduğu düşünülmektedir. Bir görüşe göre kişinin çözümleyemediği ve bilinçaltına doğru bastırdığı ruhsal çatışma, korku ya da isteklerinin sonucunda oluşan nevrozların bir görünümü olarak düşünülmüştür. Hastaların % 40-60 kadarında ailelerinde kekemelik öyküsüne rastlanmıştır.
Görüntüleme çalışmalarında beyin kan akımlarında azalmalar ve bölgesel olarak bazı alanlarda akımda düzensizlikler saptanmıştır.

Hangi yaşlarda başlar?
% 3 oranında görülmektedir. Çocuklarda genellikle ailedeki daha küçük çocuklarda görülmektedir. Erkeklerde kadınlara göre 3-4 kat daha çok görülmektedir.Ketsel kesimlerde kırsala göre daha çok gözlenmektedir. En çok 2-7 yaş arasında görülmekte olup, ortalama başlangıç yaşı 5 yas civarıdır.

Daha yaşlı kekemelik vakalarının daha çok durakladıkları, hava akımlarındaki kesilmelerin , ses tellerine uygulanan basıncın, iletişim kurma korkularının daha yüksek olduğu ve konuşma durumlarından kaçınmanın daha çok görüldüğü saptanmış.

Genel olarak erkek çocukların kızlara göre daha karmaşık düzeyde kekelemelerinin olup, daha çok kekeleyerek, daha az karşılarındakilerle göz göze gelmeye çalıştığı, iletişim kurmaktan kaçındıkları, dolayısıyla tedavilerinin de daha uzun sürdüğü belirlenmiştir.

Bazı vakalarda erişkinliğe geçiş döneminde kaybolmakta, bunun dışında tedavi edilmeyen vakalar omur boyu sürmektedir.

Hangi durumlarda belirginleşir?
Yabancıların bulunduğu, kalabalık ortamlar, bir otorite konumundaki kişinin karşısında, telefona yanıt vermek, birinden bir şey istemek, beklenmedik bir durumla hazırlıksız bir şekilde karşılaşma gibi hallerde belirginleşmektedir.Korktukları bu gibi durumlardan kaçınmaya çalışırlar. Söyleyemedikleri bir sözcüğün yerine hemen bir eşanlamlısını getirerek cümleyi tamamlamaya çalışırlar. Adları sorulduğunda yanıtlamakta güçlük çekebilirler. Bu nedenle bu isleri yakınlarındakilere bırakırlar. Öğrenciler bu nedenle arka sıralarda oturmaya çalışır, parmak kaldırmaz, konuşmalarda dinleyici olmayı yeğler, yoklamalar alınırken geç yanıt verirler, ya da el kaldırarak kaçınma davranışı gösterirler. Daha çok mimikleriyle yanıt vermeye eğilimlidirler. Yeni bir şey söylemek ya da istemek yerine başkaları ile ayni fikirde olduklarını ya da ayni şeyi istediklerini belirtirler. İstediklerini değil, söylemesi kolay olan şeyleri ısmarlarlar.

Yoldaki bir görevliye, polise adres sormak için durduklarında ilk sesi çıkartmakta güçlük çekebilirler. Bu durumlarda konuşmayı kolaylaştırmak ve o sesi çıkarabilmek için el veya ayağı sallama, ayağı yere vurma, bas ve boyun hareketleri, göz , kas ve dudak hareketleri gibi tikler eslik edebilir.
Tedavi
Davranış düzenlenimi, nefes alıştırmaları, gevşeme teknikleri, konuşma terapisi (konuşmanın yavaşlatılması,konuşma başlangıcının kolaylaştırılması, ses düzey kontrolü gibi) yapılmalıdır. Bazı vakalarda antidepresan ve anksiyolitik tedavileri faydalı olmaktadır.

 

 

KELLİK
Kellik nedenleri, belirtileri nelerdir? Kellik (saç dökülmesi) tedavisi…
Erkekler ve kadınlar doğal olarak yaşlandıkça saçlarını kaybederler, erkeklerin yaklaşık üçte ikisi keldir ya da 60 yaşına kadar bir kellik örüntüsü gösterir. Kellik, tipik olarak saç derisinden gelen aşırı saç kaybına işaret eder. Yaşla birlikte kalıtsal saç dökülmesi kelliğin en sık nedenidir. Peki kellik (saç dökülmesi) nedir? Kellik nedenleri, belirtileri ve tedavsis hakkında merak ettikleriniz bu metinde…

Saçlar, cildin dış tabakasında saç foliküllerinde üretilen keratin isimli bir proteinden oluşur. Foliküller yeni saç hücreleri ürettikçe, eski hücreler cildin yüzeyinden yılda yaklaşık 15 cm itilir. Görebildiğin saç aslında bir ölü keratin hücresi dizisidir. Ortalama yetişkin başı yaklaşık 100.000 ila 150.000 saça sahiptir ve günde 100 tanesini kaybeder.
Kellik, tıbbi olarak alopesi olarak bilinir. Erkekler ve kadınlar doğal olarak yaşlandıkça saçlarını kaybederler, erkeklerin yaklaşık üçte ikisi keldir ya da 60 yaşına kadar bir kellik örüntüsü gösterir. Ancak diğer saç dökülmesi ani fiziksel veya duygusal stres, doğum, çarpışma diyetleri, bu gibi ilaçlarla tetiklenebilir. antidepresanlar, lupus ve tiroid hastalıkları gibi otoimmün durumlar. Alopesi areata adı verilen saç dökülmesinin başka bir şekli de saç derisi, sakal, kaş ve kirpikler üzerinde kel yamalar oluşturur. Çok yaygın bir durum olarak kadınları ve erkekleri etkileyen kellik hakkında bilinmesi gerekenleri haberimizde bulabilirsiniz… Kellik nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

KELLİK BELİRTİLERİ
Eğer saçlarınız, başınızın tepe bölümlerinden süratle dökülüyorsa, bu kelliğin başlangıç belirtisi olabilir. İncelen ve zayıflayan saçlar da kellik başlangıcı olarak kabul edilir. Genel olarak, saç dökülmesinde, yerine gelmeyen saç bölümlerinde hafif tüylenmeler gözlenir.

KELLİK NEDENLERİ

Saç dökülmesi, neye sebep olduğuna bağlı olarak birçok farklı şekilde ortaya çıkabilir. Aniden veya kademeli olarak ortaya çıkabilir. sadece kafa derisini veya tüm vücudunuzu etkileyebilir. Bazı saç dökülmesi türleri geçici, diğerleri kalıcıdır.

Saç dökülmesinin belirtileri ve semptomları şunları içerebilir:
Erkek tipi saç dökülmesi
En sık görülen saç kaybı nedenidir. Genetik özellikler ve erkeklik hormonu sebebiyle görülen doğal bir durumdur. Bir hastalık değildir. Çok sayıda uygulanabilecek tedavi, ilaçlarla durdurulabilen ve bazı durumlarda tedavi edilebilen bu konum; köktencilik olarak saç ekim yöntemi ile kati olarak çözülebilir.
Saçkıran (Alopesi Areata)
Bu tip saç kayıplarında düzgün yüzeyli, para büyüklüğünde veya daha geniş yuvarlak yama biçimi kel alanlar vardır. Nadiren tüm saç ve vücut kıllarında kayıp oluşabilir. Her yaşta görülebilr. Daha çok sinir ve stres sebebiyle oluşan bu vaziyet çocukluk yaşlarında ortaya çıktığında otoimmün kısaca bağışıklık sistemini ilgilendiren hastalıklarlarda ilişkili olabilir. Çeşitli topikal ve sistemik tedaviler ve yine psikolojik destekle tedavisi mümkün olan bir durumdur.
Kansızlık (Anemi)
En sık demir eksikliğine bağlı gelişen kansızlık nedeniyle saçlar dökülür. B12 ve Folik asit eksiklikleri nedeniyle oluşan anemilerde saç dökülmesi görülür. Tespit edilen eksiklik yerine konulunca saç dökülmeside düzelir.
Tiroid hastalıkları
Fazla (hipertroidi) ve az çalışan tiroid (hipotroidi) saç yitirilmesine neden olabilir. Tiroid hastalıkları laboratuar testleri ile araştırılabilir. Hastalığın tedavisi ile saç dökülmesi de düzelir.
Saçlı deriyi tutan hastalıklar
Mantar hastalıkları ve likenpilanopilaris dediğimiz çeşitli saçlı deriyi tutan hastalıklar saçlarda dökülmelere yol açabilir.
Yüksek ateş, ağır enfeksiyon hastalıkları:
Saçların dinlenme fazına girip dökülmesine neden olabilir.Kalıcı bir yitik yoktur hastalık iyileştikten bir süre sonra saçlar eski haline dönecektir.
Doğum sonrası:
Gebelik süresi boyunca saçlar büyüme aşamasındadır; dolayısıyla saçlarda dökülme durur, saçlar gürleşir.
Doğum sonrası saçlar dinlenme fazına girer ve bu aşamada saçlarda yoğun bir dökülme görülür. Bu vaziyet doğum sonrası 8 ay ile 1 yıla kadar devam eder ve tamamen organik bir süreçtir tekrar saçlar eski sağlığına kavuşacaktır. Bu dönem destek tedavilerle çok daha sağlıklı atlatılabilir.
Şok diyetler, hızlı kilo vermek, protein
Saçlarıın esas besini proteindir. Özellikle yaz mevsimine girişte hızla kilo verdiren diyetler saç sağlığını olumsuz olarak etkiler ve ciddi saç kayıplarına yol açabilir. Protein açısından yeterli beslenmeyen ya da anormal beslenme alışkanlığına sahip kişilerde de dökülmeler görülebilir. Beslenme alışkanlıkları değiştirilip protein açısından zengin bir diyet uygulayarak dökülmüş saçları geri kazanabilirsiniz.
İlaçlar
Romatizmal, gut, depresyon, kalp hastalığı, yüksek gerilim için reçete edilen ilaçlar ve yüksek doz A vitamini, sivilce ve sedef tedavisinde kullanılan bazı ilaçlar saç dökülmesi yapabilir.
Kanser tedavileri
Bazı kanser tedavileri saç hücrelerinin bölünmesini durdurabilir. Saçlar deriden çıkınca zayıflar ve kırılır. Bu durum terapiden 1-3 hafta sonra gerçekleşir ve hastalar saçlarının %90’ını kaybeder. Terapi sonrası saçlar yine büyümeye başlar.
Doğum kontrol hapları
Genetik yatkınlıkla beraber doğum kontrol hapı kullanımında saç dökülmesi görülebilir. İlaç kullanımı bırakıldığında dökülme durur.
Trikotillomani (Saç koparma alışkanlığı)
Tamamen ruh sağlığı ile ilgili bir durumdur. Tırnak yeme alışkanlığı gibi bunda da saçlar koparılır. Psikolojik destek tedavisi ile düzelebilir.
KELLİK TEDAVİSİ
Bazı saç dökülmesi tipleri için etkili tedaviler mevcuttur. Saç dökülmesini tersine çevirebilir veya en azından daha fazla incelmeyi yavaşlatabilirsiniz. Düzensiz saç dökülmesi (alopesi areata) gibi bazı durumlarda saçlar bir yıl içinde tedavi olmaksızın yeniden canlanabilir.
Saç dökülmesine yönelik tedaviler arasında ilaçlar, saç büyümesini ve saç kaybını azaltmayı teşvik eden ameliyat yer alır.

 

 

 

KEMİK ERİMESİ (OSTEOPOROZ)
Kemik erimesi (Osteoporoz) nedir? Kemik erimesinin nedenleri, belirtileri ve tedavi yolları
“Kadın hastalığı” olarak görülen kemik erimesi hakkında merak ettiğiniz her şey haberimizde… Kemik erimesi (osteoporoz) nedir? Kemik erimesinin sebepleri nelerdir? Osteoporoz’un belirtileri ve korunma yolları…

Yunanca osteon/kemik ve poros/küçük delik kelimelerinden oluşan osteoporoz yani kemik erimesi sıklıkla kadınlarda görülen bir hastalıktır. Her yıl kemik erimesi nedeniyle 2 milyon kırık meydana gelmektedir. Peki kemik erimesi nedir? Kemik erimesinin nedenleri, belirtileri ve korunma yolları hakkında merak edilen tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
KEMİK ERİMESİ (OSTEOPOROZ) NEDİR?
Kemik erimesi, vücut çok fazla kemik kaybettiğinde, çok az kemik yaptığında veya her ikisinde birden meydana gelen bir kemik hastalığıdır. Osteoporoz kemiği zayıflatır ve kemiklerin kırılma riskini artırır.
Osteoporoz tam anlamıyla bir sünger gibi sıkıştırılabilir anormal gözenekli kemiklere yol açar. İskeletin bu bozukluğu kemiği zayıflatır ve kemiklerde sık kırıklara neden olur.
Normal kemik, hepsi de kemiğe gücünü veren protein, kollajen ve kalsiyumdan oluşur. Osteoporozdan etkilenen kemikler, normalde bir kemiğin kırılmasına neden olamayacak kadar nispeten küçük yaralanmayla bile kırılabilir. Osteoporoz ile ilişkili kırıklar hemen hemen iskelet sisteminin her kemiğinde meydana gelmesine rağmen, omurga, kalçalar, kaburgalar ve bilekler osteoporozdan kaynaklanan kemik kırıklarının en fazla görüldüğü alanlardır.
Yaşlılarda kalça kırıkları özellikle tehlikeli olabilir çünkü iyileşme sürecinde gerekli olan uzun süreli hareketsizlik, her ikisi de ölümcül sonuçlara yol açabilen kan pıhtılarına veya pnömoniye yol açabilir.
Osteoporozdan etkilenen tahmini 8.9 milyon Amerikalı’dan en az % 80’i kadındır. Uzmanlar, kadınların kemiklerinin daha hafif ve daha az yoğun olduğu ve kadın bedenlerinin menopozdan sonra kemik kütlesi kaybını hızlandıran hormonal değişiklikler yaşadığı için kadınların daha duyarlı olduğuna inanıyorlar.
KEMİK ERİMESİNİN NEDENLERİ
Osteoporozun kesin nedeni bilinmese de, kemiğin gözenekli hale geldiği süreç iyi anlaşılmıştır. Yaşamın erken dönemlerinde, kemik parçalanır ve sürekli olarak yenilenir, bu kemiğin yeniden şekillenmesi olarak bilinen bir süreçtir. Kemik yoğunluğu genellikle bir insanda 20’li yaşların sonlarında doruğa ulaşır.
Kemik kaybı genellikle 30’lu yaşların ortasında başlar. Kemikler, kalsiyumun yerini değiştirebildiğinden daha hızlı kaybetmeye başlar. Kemiklerde şekillenme daha az gerçekleşir ve kemikler incelmeye başlar.
Kadınlar için, kemik yoğunluğu kaybı menopozdan sonraki ilk beş ila yedi yıl içinde hızlanmakta ve daha sonra tekrar yavaşlamaktadır. Bilim adamları, kemik kaybındaki bu hızlı postmenopozal artışın, vücudun kemiklerdeki kalsiyumu korumaya yardımcı olan estrojen üretimindeki keskin bir düşüşten kaynaklandığına inanmaktadır.
Bazı kemik yoğunluğu kaybı yaşlanmanın doğal bir parçası olmasına rağmen, bazı kadınlar kemik erimesi ile ilişkili kemik kırıkları için daha yüksek risk altındadır. İnce veya küçük bir iskelet sistemine sahip olan kadınlar, sigara içenler, orta dereceden fazla içenler veya hareketsiz bir yaşam tarzı yaşayanlar gibi daha yüksek risk altındadır. Ailede kalça kırığı öyküsü olan ve özellikle de 40 yaşından önce yumurtalıklarının çıkarıldığı kadınlar da bu duruma daha yatkındır.
KEMİK ERİMESİNİN BELİRTİLERİ
– Sırt ağrısı
– Bel ve boyun ağrısı
– Boy kısalması
– Öne eğik ve kambur vücut duruşu
– El bileği, kalça ve omurga gibi kemiklerde kırıklar.
– İleri derecede kemik erimesi durumunda basit kazalar bile kırıklara neden olabilir
– Yaygın kemik ağrıları ve kemiklerde hassasiyet
– Kemiklerdeki erimeden kaynaklanan vücuttaki şekil bozuklukları
– Ağrı ve kırıklardan dolayı hastada giderek artan hareketsizlik

KEMİK ERİMESİNDE TANI NASIL KONUR
Kemik erimesinde tanı, kemik mineral yoğunluğunun kantitatif ölçümü ile konulmaktadır. Kemik dansitometresi adı verilen bu teknik son derece kolay, ekonomik ve hasta için zahmetsizdir. Kemik kitlesi hakkında doğru ve kesin sonuç verir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) osteoporoz tanısı ve kırık riskinin belirlenmesi ile ilgili kriterler belirlemiştir. Bu kriterler, kemik mineral yoğunluğu ölçülen kişilerden elde edilen değerlerin, 25 yaşındaki genç bir kadının ölçümleri ile karşılaştırılmasını esas alır.
KEMİK ERİMESİNİ ÖNLEMENİN YOLLARI
Kemiklerinizi hayatınız boyunca sağlıklı tutmak için iyi beslenme ve düzenli egzersiz şarttır.
Protein
Protein, kemiğin yapı taşlarından biridir. Ve çoğu insan beslenirken bol miktarda protein alırken, bazıları alamazlar. Vejeteryanlar beslenmelerinde soya, kuruyemiş, baklagiller, süt ve yumurta gibi uygun gıdalarla yeterli protein alabilirler. Yaşlılar ise çeşitli nedenlerle daha az protein tüketebilirler. Protein takviyesi bir seçenektir.
Vücut ağırlığı
Düşük kilolu olmak kemik kaybı ve kırılma olasılığını arttırır. Aşırı kilonun da kolda ve bilekte kırık riskini artırdığı bilinmektedir. Bu nedenle, uygun bir vücut ağırlığını korumak, genel olarak sağlık için olduğu gibi kemikler için iyidir.
Kalsiyum
18 ile 50 yaş arası erkekler ve kadınların günde 1.000 miligram kalsiyum alması gerekir. Kadınlar 50 yaşına geldiğinde ve erkekler 70 yaşına geldiğinde bu günlük miktar 1.200 miligrama yükselir. Aşağıdaki gıdalar önemli kalsiyum kaynaklarıdır:
– Az yağlı süt ürünleri
– Koyu yeşil yapraklı sebzeler
– Kemikli et, somon veya sardalye
– Soya
– Kalsiyum takviyeli tahıllar ve portakal suyu
Beslenmenizde yeterli miktarda kalsiyum almadığınızı düşünüyorsanız, kalsiyum takviyesi almayı düşünün. Bununla birlikte, çok fazla kalsiyum böbrek taşı riskini artırır. Yine de, bazı uzmanlar, özellikle takviyelerde çok fazla kalsiyumun kalp hastalığı riskini artırabileceğini öne sürmektedir. Uzmanlar takviyelerden ve diyetten elde edilen toplam kalsiyum alımının, 50 yaşından büyükler için günde 2000 miligramdan fazla olmamasını tavsiye etmektedir.
D vitamini
D vitamini vücudunuzun kalsiyum emilimini artırır ve kemik sağlığını korur. Güneş ışığı önemli D vitamini kaynağıdır. İnsanlar güneş ışığından yeterli miktarda D vitamini alabilirler. Günde 15 dakika sadece yüz bölgesinin bile güneş ışığına maruz kalması, vücudun yeterli D vitamini oluşturma ve depolaması için yeterlidir. Bununla birlikte deri tarafından D vitamini yapımı yaşla birlikte azalır. Bu nedenle D vitamininden zengin olduğu bilinen balık, yumurta sarısı gibi gıdaların tüketiminin düzenli yapılması gereklidir.
Kemiği güçlendiren ilaçlar
Eğer kemik erimeniz varsa, bifosfonat grubu bir ilaç reçete edilebilir. Bifosfonatlar kemik kaybını ve kırık riskini azaltıp, kemik yoğunluğunun bir ölçüde artırılmasını sağlayabilir. Ağızdan alınan formları mide ve barsak sorunlarına yol açabilir. Enjekte edilen bifosfonatlar, grip benzeri belirtilere yol açabilir.

 

 

KEMİK İLİĞİ NAKLİ
Kemik iliği nakli kaç çeşittir?
Yeni ve sağlıklı kan hücrelerini üretecek kemik iliği kök hücreleri 2 şekilde elde edilir:

Başka kişilerden; başka kişilerden alınan kemik iliği kök hücrelerin hastaya transferine; allojenik kök hücre nakli denilir.

Kişinin kendisinden; kişinin kendi kemik iliği kök hücrelerinin alınarak kendisine transfer edilmesine ise; otolog kök hücre nakli denilmektedir.

Kemik iliği nakli nedir? Kimlere neden uygulanır?
Malign (kötü huylu) hematolojik (kan ile ilgili) hastalıklarda; kan hücrelerinin üretildiği kemik iliği fonksiyonunu yitirir. Bu nedenle kan hücrelerinin üretiminde çeşitli aksaklıklar meydana gelir (hücrelerin aşırı üretilmesi, anormal yapıda olması gibi). Bu hastalıkların tedavisinde kullanılan yöntemlerden biri kemik iliği naklidir.
Kemik iliği nakli; sağlıklı kan hücreleri üretebilecek olan kemik iliği kök hücrelerinin hastaya transfer edilmesi olarak tanımlanabilir. Bu sayede lösemi çeşitleri, lenfoma, miyelodisplastik sendrom, multipl miyeloma gibi malign (kötü huylu) kan hastalıkları olan kişilerin tedavi olması sağlanabilmektedir.

 

 

 

KEMİK İLTİHABI (OSTEOMYELİT)

Osteomyelit (Kemik İltihabı) Nedir ve Nasıl Tedavi Edilir?
OSTEOMYELİT (KEMİK İLTİHABI) NEDİR?
Halk arasında kemik iltihabı olarak adlandırılan osteomyelit, bir çeşit kemik enfeksiyonudur. Deri yüzeyinden içeri giren mikrop veya bakterilerin kemik dokusunun içine yayılması sonucunda kemik iltihabı olarak tanımlanan osteomyelit meydana gelir. Bu bakteriler enfekte olan kemikten kan yoluyla vücudun çeşitli bölgelerine yayılabilirler.
Osteomyelitin en yaygın nedeni “staphylococcus aureus” adı verilen bakteridir. Stafilokoklar başta olmak üzere birçok bakteri, irin oluşturarak kemik iltihabına yani osteomyelite neden olur. Bu bakteri ve mikroplar kırıklar, delici yaralanmalar veya cerrahi girişimler sonucunda bulaşabilir.
Hemen hemen her yaş grubunda görülebilen osteomyelit, önceleri yaygın olarak görülürken son zamanlarda antibiyotik kullanımına bağlı olarak azalmıştır. Osteomyelitin en sık görüldüğü dönem çocukluk ve ergenlik çağıdır.
OSTEOMYELİT (KEMİK İLTİHABI) NEDEN OLUR?
Osteomyletik akut veya kronik olarak gelişebilir. Akut osteomylelit kısa sürede kan yoluyla kemiğe yayılırken çocukluk çağında daha sık görülmektedir. Kronik osteomyelit ise daha önce geçirilmiş kaza veya ameliyat gibi durumların sonucunda oluşabilir. Ostemyelitin yaygın nedeni staphylococcus aureus adı verilen bakteridir.
Akut osteomyelit (Kemik İltihabı)
Akut osteomyelitler aniden oluşur ve kan yoluyla geçer. Çocukluk döneminde sık görülen akut osteomyelit, vücudun herhangi bir yerinde oluşan enfeksiyonun yayılarak kan dolaşımı ile kemiklere yerleşmesi sonucunda meydana gelir.
Kronik Osteomyelit (Kemik İltihabı)
Kronik osteomyelit, akut osteomyelitin aksine kan yoluyla bulaşmaz. Kronik osteomyelitin oluşumunda daha önce geçirilmiş ameliyatlar, kazalar ve yetersiz tedaviler rol oynar. Ayrıca akut osteomyelitin tam olarak tedavi edilmemesi gibi durumlarda da kronik osteomyelit gelişebilir.
Bazı kişilerin kronik osteomyelite karşı risk grubunda yer aldığını söyleyebiliriz. Diyabet hastaları, kanser tedavisi için ilaç kullananlar, yaşlılar, sigara ve alkol kullanan kişilerde kronik osteomyelit riski daha yüksektir.
OSTEOMYELİT (KEMİK İLTİHABI) BELİRTİLERİ NELERDİR?
Osteomyelitin başlıca belirtisi yüksek ateştir. Ancak yenidoğanlarda yüksek ateşe rastlanılmayabilir. Yüksek ateşin yanı sıra enfekte olan kemiğin üzerinde hassasiyet, deride kızarıklık, sıcaklık, kemik çevresindeki açık yaradan irin akması ve hareket kısıtlılığı gibi belirtiler gözlemlenir.
Genellikle çocuklarda görülen akut osteomyelit, çocuklarda sinirlilik ve enerji eksikliğine neden olabilir. Enfeksiyona bağlı olarak hareket kısıtlılığının meydana gelmesi ve hastanın bacağını oynatamaması osteomyelitin başlıca göstergelerindendir.
• Yüksek ateş
• Bölgede ağrı ve şişlik
• Bölgeye yakın uzuvlarda hareket kısıtlılığı
• Bölgede kızarıklık
• Bölgede sıcaklık
• İltihabın deriye kadar çıkarak iltihabi akıntı oluşturmasına neden olur.
• Çocukta huysuzluk
• Terleme
• Halsizlik
OSTEOMYELİT (KEMİK İLTİHABI) TEDAVİSİ
Osteomyelit tedavisinde pek çok yöntem mevcuttur. Uygulanan tedavi doktordan doktora değişkenlik gösterir. Tedavi yöntemi genellikle belirtilerin şiddetine göre belirlenir. Antibiyotik ve ağrı kesiciler en çok uygulanan tedavi yöntemlerindendir. Her hastalıkta olduğu gibi osteomyelit sorununda da erken teşhis ve tedavi büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle ihmal edilmemeli ve bir an önce doktora başvurulmalıdır.
Akut Osteomyelit Tedavisi
Akut osteomyelit aniden gelişir ve genellikle çocuklarda görülür. Bu nedenle acil durum gerektirir ve bir an önce tedaviye başlanması önerilir. Bu tip durumlarda genellikle cerrahi müdahale uygulanır. Tedaviye bir an önce başlaması için çocuğun beslenmesi kesilir ve genel anestezi uygulanır.
Anestezi yapıldıktan sonra enfekte olan bölgeye iğne ile girilir ve enfeksiyonun varlığı tespit edilir. Kemikte iltihap bulunması durumunda bölge cerrahi olarak açılır ve iltihap boşaltılarak temizlenir. İltihap temizlendikten sonra bölge yeniden kapatılır.
Kronik Osteomyelit Tedavisi
Kronik osteomyelit tedavisinde acil müdahaleye gerek yoktur. Tedaviye başlamadan önce vaka iyice değerlendirilmeli ve plan yapılmalıdır. Kronik osteomyelit tedavisine başlamadan önce enfeksiyonlu bölgedeki iltihabın yayılımı ve akıntısı değerlendirilir. Ameliyat sırasında tıpkı tümör ameliyatında olduğu gibi ölü kemik dokularının tamamı çıkarılır. Daha sonra ise bu alan eksternal fıksatör yardımı ile düzeltilir.

 

 

 

KEMİK YUMUŞAMASI (OSTEOMALAZİ)

Osteomalazi Nedir ve Tedavisi Nasıl Olur?
Osteomalazi, D vitamini eksikliğine bağlı olarak oluşan kemik yumuşamasıdır. Yetişkinlerde görülen osteomalazide kemikler eğrileşmeye ve kırılmaya daha yatkındır. Osteomalazi erkeklere oranla 50 yaş üzerindeki kadınlarda daha sık rastlanılan bir sağlık sorunudur. Yetişkinlerin yanı sıra çocuklarda görülen haline raşitizm adı verilmektedir. Özellikle ergenlik döneminde kemik eğrilikleri ve kemik ucunda şekil bozuklukları olarak ortaya çıkmaktadır.
Osteomalazi bir başka ifadeyle kemik kitlesinin azalmasıdır. Ortalama olarak 35 yaş sonrasında kemik kitlesi azalmaya başlar. Büyümenin tamamlanmasından sonra erkeklerde kemik dokusunun %20-30’u, kadınlarda ise %30-50’si zaman içinde kaybolur. Kadınlarda menapoz dönemi başta olmak üzere birçok sağlık sorunu osteomalaziye neden olur.
Osteomalazi çeşitli nedenlere bağlı olarak meydana gelen, farklı belirtilerle kendini gösteren ve toplumda sık rastlanılan bir hastalıktır. Osteomalazi tedavi uygulanması durumunda tamamen ortadan kalkarak etkili bir iyileşme gösteren hastalıklardan biridir. Ancak bazı vakalarda iyileşmenin ardından hastalığın yeniden nüksetmesi söz konusu olabilir.
Osteomalazinin oluşumundaki temel neden D vitamini eksikliğidir. D vitamini, kalsiyumun bağırsaktan emilimine ve kemikler tarafından depolanmasına yardımcı olman hormon olarak tanımlanır. D vitamini kanserden kalp krizine kadar birçok sağlık sorunu karşısında koruma ve direnç sağlar.
OSTEOMALAZİ NEDEN OLUR?
Başta D vitamini eksikliği olmak üzere osteomalazi oluşumunda birçok etken rol oynamaktadır. osteomalazi oluşumda etkili rol oynayan etkenleri kısaca sıralamak gerekirse; genetik etkenler, çevresel faktörler, sigara kullanımı, gebelik, emzirme, ilaç kullanımı, çölyak hastalığı, cerrahi operasyonlar, menapoz, yaşlılık karaciğer ve böbrek hastalıkları olarak sıralayabiliriz.
D vitamini eksikliği osteomalazinin temel nedenidir. Kemik sağlığı açısından oldukça önemli bir yere sahip olan D vitamini, kemiklerde kalsiyum ve fosfat birikimi için gereklidir. Güneşin az etkilediği ülkelerde, yüksek koruma faktörlü güneş kremi kullananlar ve D vitamininden yoksun gıdaları tüketen kişiler osteomalazi bakımından risk grubunda yer alırlar.
Cerrahi operasyon sonucunda midenin veya bağırsağın bir parçasının alınması ile D vitamini ve diğer minerallerin emiliminde azalma meydana gelir. Bu azalmayla birlikte osteomalazi hastalığı ortaya çıkabilir.
OSTEOMALAZİ BELİRTİLERİ NELERDİR?
• Yaygın kemik ağrıları
• Kas zayıflığı
• Çabuk yorulma
• Güç kaybı
• Halsizlik
• Kemik kolay kırılması
• Kemik kırılması halinde geç kaynama
• Kemiklerde şekil bozukluğu
• Vücuttaki mineral miktarında azalma
OSTEOMALAZİ TANI VE TEDAVİSİ
Ostemalazi Tanısı Nasıl Konur?
• Kan testi
• İdrar testi
• Röntgen
• Kemik biyopsisi
Osteomalazi tedavisinde öcnelikle altta yatan neden ortadan kaldırılmalıdır. Bu nedenle osteomalazi tedavisinde D vitamini eksikliğini ortadan kaldıracak bir tedavi uygulanmalıdır. Gerekli tedavinin uygulanması durumunda tam iyileşme sağlanabilir. Ancak hastalık ihmal edilir ve tedavi edilmezse hastanın yatağa bağlı yaşaması söz konusu olabilir.

 

 

KIL DÖNMESİ

Kıl dönmesi, kılların kuyruk sokumu ve nadiren göbekte cilt altına geçip yara, abse ve fistül oluşturmasıdır. Kıl dönmesi, yani DERMOİD KİST veya PİLONİDAL SİNÜS, cilt altı kıl yuvası demektir. Sırt ve baştan dökülen kılların kuyruk sokumundaki iki kaba et arasında, kıllı ve terli oluğa takılıp sürtünmelerle oluğun en dibindeki ter bezi deliklerinden vida gibi dönerek cilt altı yağ dokusu içine hissettirmeden girmesi, labirentler açması, peşinden labirentlere giren bakterin de katkısı ile etrafı iltihaplandırması; cerahatlı veya kanlı, pis kokulu akıntılar ve abseler oluşturmasıdır. Sert büro koltuklarında ve bilgisayar başında, özellikle kaykılık pozisyonda uzun süre oturanlarda veya uzun süre jip sürenlerde veya uzun süre otobüs yolculukları yapanlarda daha sık olur. Kıl dönmesi 16 ila 30 yaş arası kıllı ve gürbüz, genç erkeklerde, nadiren de genç bayanlarda oluşur. Oluş şekline gelince; kıllar yılan derisindeki gibi yivli veya pullu olup, dar ve sıkışık veya sürtünmeli ortamlarda kıpırdandıkça tek yönde ilerler. Saç telini iki parmak ile tutup hafifçe oğuşturunca bu hareketi açıkça görmek mümkündür. Benzer şekilde iki kaba et arasındaki herhangi bir serbest kıl, sürtünme, itelenme ve dönme mekaniği ile oluğun dibine doğru hareket eder. Hiperkeratoz ve aşırı terleme nedeni ile genişlemiş bir ter bezi ağzından deri içine girebilir, peşinden başka bir kıl geçebilir. Giderek bu minik ağız, kılların minik zorlaması ile genişler, deri hücreleri ter bezinin ve deliğin içine doğru yürür ve deliklerin iç yüzeyi cilt epiteli ile döşenerek minik bir tünel oluşur ve peşpeşe kılların buraya girmesi kolaylaşır. Uzun saç kılları bile girebilir. Bazan bir kaç kıl girdikten sonra tünel girişi iyileşip kapanabilir. Ama tünel içindeki kılların ve bakterilerin cilt altında derinlere doğru ilerlemesi ve iltihaplanmalar devam eder. Günün birinde mutlaka abseleşme ve fistülleşme olur. Fistül ağızlarının % 78’i oluğun sol kenarında ve % 82’si kıl giriş deliklerinin yukarı tarafında yer alır.
Kıl dönmesinin kuyruk sokumu tercih nedeni ?
Kuyruk sokumunu tercih nedeninde

1. teori; sırttan dökülen kılların kaba etler nedeni ile oluşan derin olukta birikmesi; iki kaba etin birbirine veya oturulan zemine veya sert ve dar giysilere sürtünmesi ile kılların yürüyebilmesi; kapalı ortam nedeni ile oluktaki cildin incelmesi ve kolay delinip tahriş olması ve sert kuyruk kemiğinin baskısı nedeni kılların daha da kolay ilerlemesidir.

2. teori; insan vücuduna ana rahmindeyken cilt elbisesi, pelerin şeklinde yukardan aşağıya giydirilir; cilt pelerinin fermuarı gibi kuyruk sokumunda kapatılır. Kapanma sırasında bir kısım cilt dokusu kıl olarak altta kalabilir. Kıllanma yaşına gelince bu bölgede kıllar büyüyerek dermoid kist oluşturabilirler. Kıl dönmesinin bir başka görüldüğü yer göbek çukurudur. Göbek çukuru derin ve kişi kıllı ise akıntı ve apse olabilir. Buraya da kıllar yürüyerek pis kokulu akıntılar, hatta nadiren, göbek etrafında veya karın içinde abse ve fistüller oluşturabilir.
Belirtileri nelerdir ?
Kuyruk sokumunda veya anüsün arka yukarı tarafında az hassas küçük şişlikler kaşıntı, akıntı veya akıntısız , kıllı, kılsız, milimetrik delikler ve bazan de abse oluşmasıdır. Muayene ve tetkiklerde içi iltihabi granülasyon dokusu ve kıl dolu kese ve fisütller ve olayı çepe çevre sınırlayan ve kılların daha derinlere gitmesini önemli ölçüde önleyen kalın fibrotik kılıf görülür. Abselerin hacmi 1 cc’den 100 cc’ye kadar değişir ve kendini lokal ısı ve ağrı, sistemik ateş ve halsizlik ile belli eder.
Doğuştan olabilir mi ?
Son yıllardaki araştırmalar, 16 yıllık tecrübemiz ve histopatolojik incelemeler hastalığın doğuştan değil sonradan kazanıldığını göstermektedir. Tedavi ve takiplerini yaptığımız 1000’den fazla hastanın hiç birinde kıl ve iltihabi tahriş ile oluşan granülasyon dokusu dışında farklı dokuya örneğin kıl ve ter üreten follikül ve ter bezlerine, müstakil deri dokusuna rastlanmamıştır. Bu bulgular hastalığın doğuştan olmadığını gösterir. Ancak kuyruk sokumunda, doğuştan kalan çukur ve delikler varsa bunlar kıllanma dönemi gelince az da olsa risk teşkil eder.
Nasıl tedavi edilir ?
Bu güne değin fazla uygulanmış olan tedavi şekli cerrahidir. Cerrahi tedavi şeklileri çoktur ve hemen hepsinde sağlam çevre doku ile birlikte hastalıklı dokular genişçe çıkarılır, yara açık bırakılarak aylar süren pansuman ile kapanbası beklenir. Ya da yara çeşitli tekniklerle kapatılır. Kapalı yöntemlerden Limberg’in tarif ettiği, derin olduğu düzleyici flep rotasyonu, en radikal yöntemdir. Ancak 2 – 3 günü hastanede olmak üzere 5 ila 10 gün yatak istirahati, iki gün süreli hemovak dren geniş spektrumlu antibiyotik tedavisi on gün yüz üstü yatılması ve üzerine oturulmaması, bir hafta su değdirilmemesi ve operasyon sırasında en ufak bir kıvrım gamze veya oluk bırakılmaması gerekir. Değilse nüks riski %10’u bulur. Bu nedenle alternatif yöntem araştırmaları devam etmiş ve Fenol ile oldukça etkili tedaviler yapılmıştır.
Tedavi edilmezse ne gibi sorunlar yaratabilir ?
Kuyruk sokumunda abse ve akıntılar eksik olmaz. İkide bir ağrılı abseler nüks eder. Hastalık sağa sola genişler, bölge köstebek yuvasına dönüşür. Yani; dermal epitel denilen deri hücreleri, kılları peşinden kıl kesesinin ve deliklerin içine girip yeni yeni tüneller veya labirentler oluşturur; daha çok yatay, nadiren dikey yönde, çok yönlü olarak deri dokusu içinde ilerler. Labirentler içine giren kıl sayısı da, tahriş de artar; hastalık durmadan genişler, pek çok delikten zuhur eden pis kokulu akıntılar dayanılmaz olur. Yıllarca süren kronik, iltihabi akıntılar, nihayette, epidermoid kanser geliştirebilir. Veya hastalık, nadiren de olsa derinleşerek kalın bağırsak, rektum ve mesane içine ilerleyebilir, hatta mesane kanserine dahi yol açabilir. Haliyle bu durumda tedavi zorlaşır ve olaya multidisipliner yaklaşmak gerekir.
En son tedavi yöntemleri nelerdir ?
Kıl dönmesinde alternatif tedavi olarak tarafımızdan geliştirilen sklerotik ve litik bir kimyasal ajan olan fenol ve ondan daha güçlü olan gümüş nitrat uygulamalarımız klasik cerrahi yöntemlere göre çok daha etkili olmuştur. Bu yöntemde eritilen gümüş nitrat aynen veya fenol, fistül ağızlarından veya foliküllerden içeriye verilir. Kılların yuvalandığı piyojenik granülasyon dokuları ve diğer patalojik dokular; ilaç etkisi ile hızla erir ve gri bulamaç halinde dışarıya akar. Mikro enstrümantasyonla labirentler ve fistüllerin içi temizlenir. Fistül girişleri gerekirse eksize edilir ve tekrar kıl girmemesi için sütüre edilir. Bu işlemler 15 dakikada tamamlanır. Hastalığın çok ilerlediği bazı hastalarda gerekirse labirentler kısmen veya tamamen açılır, kılların ilerde sorun çıkartabileceği gamzemsi çukurluklar ve kıvrımlar varsa küçük plastik ve estetik müdahale ile düzeltilir. Ama eskiden beri mevcut ve pilonidal sinüs oluşturmamış geniş çukurlara müdahale tavsiye edilmez. İşlem bitince labirentler antibiyotikli pomatla doldurulur ve hasta evine gönderilir. Günlük pansuman ve temizlik ve 1 hafta sonunda kontrole gelmesi öğütlenir. İyi kürete edilmiş labirentler genellile 1 haftada iyileşir. Ancak tavanı açılmış labirentelerin ve sinüslerin tamamen kapanması pansuman yardımı ile 2 ila 3 haftayı bulur. Bu sürenin illa da kısaltılması isteniyorsa, fistüllerin fibrotik duvarları, lokal anestezi altında, kürete veya eksize edildikten sonra sütüre edilir. Bu durumda işlem süresi 30 dakikayı bulur.
Alternatif tedavide tam başarı oranı nedir ?
Her işte olduğu gibi başarı, dataylarda gizlidir. İşin püf noktalarını iyi bilmek, titizlik yakın ilgi, hasta ve hekim işbirliği başarıyı belirleyen başlıca faktörlerdir. Sadece labirentleri kıldan arındırmak yetmez. Yeni kıl girişimlerine yol açacak mikro girişleri, en küçük şüphe arzeden gamzeleri potansiyel çukurları gidermek şarttır. Kurallara uyulursa, başarı tamdır.
Nüks ihtimali nedir ?
Kıl dönmesinin alternatif tedavisinde, kurallara uyulduğu takdirde, nüks (tekrarlama) ihtimali sadece % 3 – 5’tir. Sebebi de gözden kaçabilecek bazı mikroskobik kıl girişlerinin kalabilmesi veya hijyenik bakım kusuru sonucu oluşabilecek yeni kıl giriş delikleridir. Çaresi dikkat ve hijyenik bakımdır. Nüks halinde metodu değiştirmeye gerek yoktur. Hatta verilen eğitim sayesinde henüz başlangıç halinde iken yakalanacağı için çözüm daha basit ve sonuç kesindir.
Nüksü önlemek için hastanın uyması gereken kurallar nelerdir ?
Hijyenik bakım, ince sıhhi temizlik demektir; şöyle ki; 1 – Hekimin önerdiği şekilde, hastalar temizlik ve pansumanlara riayet etmeli. Yara veya kıl giriş delikleri iyileştikten sonra, kuyruk sokumu oluğu hergün taharetlenirken yıkanıp silinerek boşta gezen kıllar temizlenmeli. 2 – Kuyruk sokumu sabah akşam giyinirken el ile 3 – 5 saniye fırçalanıp kıl, hav, yün ne varsa uzaklaştırılmalı 3 – Çok kıllı olanlar, 30 yaşına kadar kuyruk sokumu oluğunu, haftada bir kez kıl dökücü krem ile veya cımbızla temizlemeli, kaba etlerini genişçe traş ettirmeli. Otuz yaşından sonra, kuyruk sokumu cildi nispeten daha az terler ve kurur, giderek sertleşip kalınlaşır ve delinme riski kalkar. İster ameliyatla ister ilaçla tedavi olsun tedavi sonrası hijyenik bakım tedavisinin uzun süreli başarı şansını doğrudan etkiler.
Alternatif tedavilerin yan etkileri nelerdir ?
Fenol ve gümüş nitrat; labirent dışında kaçırılmadığı sürece hiç bir yan etki oluşturmaz. Kaçırıldığında birkaç gün içinde aynı yerde enflamasyon, ağrı ve akıntı yaparsa da tedavisi lokal anestezi altında debridmanla sağlanır. İlaç hiç bir zaman damar içine verilmediği için sistemik etki oluşturmaz; dokulardan damar içine geçiş veya emilim olmaz; harici yan etki olmaz.
Alternatif tedavinin avantajları nelerdir ?
Narkoz, yani genel anestezi gerektirmeyen, az invaziv, konservatif ve pratik bir küçük operasyondur.

2- Hastanede veya evde yatmayı veya istirahati; tahlil ve tetkik gibi bir ön hazırlık gerektirmeyen, günübirlik uygulanabilen bir tedavidir.

3- Nüks ihtimali çok düşük olup nüksetse bile aynı yöntemle, hem de çok daha kolay bir şekilde tedavisi kesinliğe kavuşturulabilir.

4- Müdahale iz bırakmaz ve çok iyi estetik sağlar, anatomi bozulmaz.

5- Hastaların bu alternatif müdahale için hekime, yarımşar saatten birer gün arayla 2 veya 3 kez uğraması yeterlidir; işten ve yolculuktan alıkoymaz.

 

 

 

KISIRLIK
Kısırlık nedir? Kısırlık nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
“Kısırlık” her çocuk sahibi olmak isteyen çift için korkulan bir durumdur. Çoğunlukla tüm kadınların yaklaşık olarak %25’i hayatlarının herhangi bir döneminde kısırlık vakası ile karşı karşıya gelmektedir. Peki kısırlık (infertilite) nedir? Kısırlığın nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

Dünya çapında, çiftlerin yüzde 8 ila 12’si kısırlık problemleri yaşamaktadır. Peki kısırlık nedir? Kısırlığın nedenleri, kısırlık belirtileri ve tedavi yolları hakkında merak ettiklerinizi haberimizde bulabilirsiniz…
KISIRLIK (İNFERTİLİTE) NEDİR?
Çiftlerin doğal yolla bebek sahibi olamamaları durumu kısırlık (infertilite) olarak adlandırılmaktadır. Genellikle, doğum kontrolü olmadan 12 aylık düzenli cinsel ilişkiden sonra hamile kalmama olarak tanımlanır. Tıbbi anlamda bir çiftte kısırlık sorunu olduğunun söylenebilmesi ya da kısırlıktan şüphelenilmesi için 35 yaşın altındaki çiftlerin en az bir yıl, 35 yaşın üzerindekilerin de yaklaşık 6 ay korumasız düzenli cinsel ilişkide bulunmuş olmaları gerekmektedir.
KISIRLIĞIN NEDENLERİ
Yumurtlama ve döllenme sırasında tüm basamakların hamile kalmak için doğru bir şekilde gerçekleşmesi gerekir. Bazen çiftlerde kısırlığa neden olan sorunlar doğuştan kaynaklanabilir ya da hayatının herhangi bir döneminde gelişir.
Kısırlığın nedenleri kadın ve erkeği etkileyebilir. Genel olarak:
– Vakaların yaklaşık üçte birinde erkekle ilgili bir sorun vardır.
– Vakaların yaklaşık üçte birinde kadın ile ilgili bir sorun vardır.
– Geri kalan durumlarda, hem erkek hem de kadın ile ilgili sorunlar vardır ya da hiçbir neden tespit edilemez.

ERKEKLERDE KISIRLIK NEDENLERİ
Bunlar şunları içerebilir:
– Testislere bağlı anormal sperm üretimi veya işlevi, genetik bozukluklar, diyabet gibi sağlık sorunları veya klamidya, gonore, kabakulak veya HIV gibi enfeksiyonlar.
– Testislerdeki genişlemiş damarlar (varikosel) sperm kalitesini de etkileyebilir.
– Erken boşalma gibi cinsel sorunlara bağlı spermin verilmesi ile ilgili sorunlar; kistik fibroz gibi bazı genetik hastalıklar; testiste blokaj gibi yapısal problemler; veya üreme organlarında hasar veya yaralanma.
– Pestisitler ve diğer kimyasallar ve radyasyon gibi belirli çevresel faktörlere aşırı maruz kalma.
– Sigara içmek, alkol, antibiyotikler, antihipertansifler, anabolik steroidler veya diğerleri gibi belirli ilaçları alarak, ayrıca doğurganlığı etkileyebilir.
– Saunalarda veya sıcak küvetlerde olduğu gibi sıcağa sık sık maruz kalmak, çekirdek vücut sıcaklığını arttırabilir ve sperm üretimini etkileyebilir.
– Radyasyon veya kemoterapi de dahil olmak üzere kanser ve tedavisi ile ilgili hasar. Kanser tedavisi bazen ciddi şekilde sperm üretimini bozabilir.

KADINLARDA KISIRLIK NEDENLERİ
Kadın infertilite nedenleri arasında şunlar olabilir:
– Yumurtaların yumurtalıklardan salınmasını etkileyen ovülasyon bozuklukları. Bunlar polikistik over sendromu gibi hormonal bozuklukları içerir. Hiperprolaktinemi, çok fazla prolaktin (anne sütü üretimini uyaran hormon) da ovulasyonu engelleyebilir. Çok fazla tiroid hormonu (hipertiroidizm) veya çok az (hipotiroidizm) adet döngüsünü etkileyebilir veya infertiliteye neden olabilir. Altta yatan nedenler aşırı egzersiz, yeme bozuklukları, yaralanma veya tümörleri içerebilir.
– Rahim boynunun açılması ile anormallikler, rahimde polipler veya uterus şekli dahil olmak üzere uterus veya servikal anormallikler. Uterus duvarındaki rahim dışı (benign) tümörler (rahim miyomları), fallop tüplerini bloke ederek nadiren infertiliteye neden olabilir. Daha sıklıkla, fibroidler döllenmiş yumurtanın implantasyonunu engeller.
– Fallop tüpü hasarı veya tıkanması, sıklıkla fallop tüpünün (salpingitis) iltihaplanması sonucu oluşur. Bu genellikle cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyon, endometrioz veya adezyonların neden olduğu pelvik inflamatuar hastalıktan kaynaklanabilir.
– Endometriyum dokusu uterusun dışında büyürse ortaya çıkan endometriozis, yumurtalıkların, uterusun ve fallop tüplerinin işlevini etkileyebilir.
– Primer yumurtalık yetmezliği (erken menopoz), yumurtalıkların çalışmayı durdurması ve menstürasyon 40 yaşından önce sona ermektedir. Nedeni bilinmemekle birlikte, bazı faktörler bağışıklık sistemi hastalıkları dahil olmak üzere erken menopoz ile ilişkilidir, Turner sendromu veya taşıyıcılar gibi bazı genetik durumlar Frajil X sendromu, radyasyon veya kemoterapi tedavisi ve sigara kullanımı.
– Pelvik adhezyonlar, pelvik enfeksiyon, apandisit veya abdominal veya pelvik cerrahi sonrası organları bağlayan skar dokusu bantları.
Kadınlarda diğer nedenler şunlardır:
Kanser ve tedavisi: Bazı kanserler (özellikle dişi üreme kanserleri – sıklıkla kadın fertilitesini şiddetlendirir, hem radyasyon hem de kemoterapi doğurganlığı etkileyebilir.
Diğer durumlar: Çölyak hastalığı, kötü kontrol edilen diyabet ve lupus gibi bazı otoimmün hastalıklar gibi gecikmiş puberte veya menstrüasyonun olmaması (amenore) ile ilişkili tıbbi durumlar, bir kadının doğurganlığını etkileyebilir. Genetik anormallikler ayrıca gebe kalma ve gebelik olasılığını azaltabilir.
KADINDA KISIRLIK BELİRTİLERİ
Bazı kadınlarda hiçbir belirti vermeyen kısırlık, çoğu kadın için pek çok işaretle sinyal vermektedir. Üreme çağındaki kadınlarda en basit kısırlık belirtisi adet kanamalarındaki düzensizliklerdir. Örneğin iki adet dönemi arasının 21 günden daha kısa ya da 35 günden daha uzun olması yumurtlama düzensizliklerinin ve dolayısıyla da kısırlığın belirtisi olarak algılanabilmektedir. Bununla birlikte anormal derecede çok yoğun ve uzun süreli kanamalar ya da 2 günden kısa süren, damlalar halinde geçen adet dönemleri de yumurtlamada problem olduğuna işarettir. Yine çok adet kanamalarının çok düzensiz aralıklarla seyretmesi; bazen 20 günde, bazen 30 günde, kimi zaman da 45 günde bir adet görülmesi de kısır olabilirlik olarak düşünülebilir. Ayrıca kadının cildindeki dokusal ve yapısal değişiklikler, fazla sivilcelenme, aşırı kıllanma, saç dökülmesi, ani kilo alma ya da kilo kaybetme, sırt ve bel ağrıları, cinsel ilişki sırasında şiddetli ağrı hissetme de kısırlık belirtileri olabilmektedir. Emzirme dönemi içinde olmamasına rağmen kadının göğüslerinden beyaz renkli süt kıvamında bir akıntı gelmesi de kısırlık belirtisi olarak algılanmaktadır. İşte tüm bu belirtiler kadında gebe kalabilirlik yetisi, üreme kapasitesi açısından bazı şeylerin yolunda gitmediğini gösterir.
ERKEKTE KISIRLIK BELİRTİLERİ
Erkeklerde kısırlık belirtileri kadınlardakinden çok daha az sayıda ve az fark edilebilir düzeydedir. Pek çok erkek uzun süre cinsel ilişkiye girdiği halde bebek sahibi olamadığında doktora başvurunca doktor muayenesi sonucunda kısır olduğunu öğrenir. Zira erkeğin kısırlık belirtilerini anlaması daha zordur. Ancak sertleşme ve boşalmada güçlük ya da sorun yaşayan, saçlarının daha hızlı veya çok daha yavaş uzadığını fark edenler, cinsel isteklerinde belirgin azalma ya da artma olan erkekler doğal yollarla bebek sahibi olamıyorlarsa kısırlıktan şüphelenmelidirler. Bununla birlikte normalden daha küçük testisleri olan ve testislerinde acı, ağrı veya olağandışı küçük yuvarlak bir oluşum fark edenler kısırlık sorunu ile doktora başvurmalıdırlar. Burada sayılan belirtilerin hiç birisi olmadığı halde doğal yolla gebelik elde edilemiyorsa ya sorun kadından kaynaklı kısırlıktır ya da erkeğin sperm sayısı, olgunluğu ve kalitesi gebeliğin meydana gelmesi için yeterli olmamaktadır.
KISIRLIKTA TANI NASIL KONUR?
Kısırlık nedeni ile doktora başvuran ailelerde, Kısırlık sebebini açıklamak adına bazı testler yapılmalıdır. Yapılan testlerden ilki erkek de sperm analizi ve kadında rahim ve tüplerinin tıkanık olup olmadığını anlamak için rahim filmi çekilmesidir. Bir başka test ise, kadında yapılan gebeliğe engel olabilecek hormonal testlerdir. Hormonal testler adet gününün üçüncü günü yapılır.
KISIRLIK TEDAVİSİNDE YÖNTEMLER
Yumurtlama tedavisi
Yumurtlama ile ilgili sorunlar çözülebilir durumdaysa, yumurtlamayı sağlayacak ilaçlar kullanılabilir. Belli aralıklar ile ultrason aracılığı ile yumurtaların gelişimi izlenir.
Aşılama
Aşılama yöntemi de doğal yollarla gebe kalmaya çalışmış ancak bunu sağlayamamış çiftlere uygulanan bir yöntemdir. Basitçe menini ya da sperm hücrelerinin örneklerinin alınması ve vajinaya ya da rahmin içine bırakılması ile aşılama yöntemi uygulanır.
Tüp bebek tedavisi
Tüp bebek tedavisi tıp alanının en fazla gelişen alanıdır. Teknolojik imkanlar, uzmanların sahip olduğu deneyim ve bilgiler sayesinde birçok çift çocuk sahibi olmuştur.

 

 

 

KİST HİDATİK

Echinococcus granulosus, Echinococcus multilocularis ve Echinococcus vogeli’nin oluşturduğu; sıklıkla karaciğer ve akciğerde yerleşim gösteren paraziter zoonotik bir hastalıktır .

Hastalığın başlarında kistin küçük olduğu dönemlerde uzun yıllar boyunca asemptomatik seyredebilir. Fakat kist büyüdükçe; bulunduğu bölgeye ve oluşturduğu basıya göre belirtiler ortaya çıkar. Karaciğer yerleşiminde sağ hipokondrium ağrısı, bulantı, kusma ve ikter gibi belirti ve bulgular görülür. Akciğer tutulumunda; solunum sıkıntısı, öksürük, hemoptizi, göğüs ağrısı görülür .

Diğer organ ve sistem tutulumlarında da bu bölgelere ait tablolar ortaya çıkar. Örneğin kafa içi tutulumlarda; baş ağrısı, kafa içi basınç artışı, kusma, şuur kayıpları görülebilir. Myokard tutulumunda ritm bozuklukları, iskemi bulguları, myokard nekrozu hatta rüptürü gelişebilir. Kemik tutulumlarında spontan kırıklara neden olabilir.

Kistin rüptüre olması durumunda allerjik reaksiyonlar ortaya çıkar. Akciğerdeki kistin rüptüre olmasıyla ağızdan kist sıvısı gelir, boğulmalara neden olabilir.
Tanı
Tanı; klinik bulgular, radyoloji, etkenin görülmesi ve serolojik yöntemlerle konur.

Etkenin Görülmesi : Kist sıvısı bronşlara, idrara, safra yollarına veya bağırsağa boşalırsa bu mataryellerde etkene ait yapılar görülebilir.

Serolojik yöntemler : Ekinokoklara karşı serumda oluşan antikorlara bakılır. Klinik ve radyolojik bulgularla kist hidatik şüphesi oluşan hastalarda serolojik yöntemlere sıklıkla başvurulur. Serolojinin sensitivitesi; karaciğer tutulumunda %80-100, akciğer tutulumunda %50-56, diğer organ tutulumlarında %25-56 dır. Serolojik yöntemler olarak indirek hemaglütinasyon, lateks aglütinasyonu, indirek floresan antikor testi ve enzim immuno assay kullanılabilir.
Tedavi
Ulaşılabilecek bölgelerdeki kistler için ilk tercih edilecek tedavi cerrahi müdahale veya perkütan drenajdır. Ulaşılamayan bölgelerdeki kistlerde, çoklu organ tutulumlarında veya cerrahi esnasında oluşabilecek rüptür ihtimaline karşı 28 gün boyunca; “albendazol 10mg/kg/gün” veya “mebendazol 50mg/kg/gün” kullanılabilir.

 

 

KIZAMIK

Asemptomatik enfeksiyon gösterilmemiştir. İnkübasyon dönemi 10-12 gündür; 2-4 gün süren prodromal dönem ateş, mide bulantısı, konjunktivit, koriza ve trakeobronşitle (kuru öksürük) karakterizedir. Bu dönemde kırıklık, miyalji, fotofobi ve periorbital ödem de olabilir. Ateş takibeden günlerde yükselir ve kızamığın patognomonik bulgusu olan Koplik lekeleri döküntüden 1-2 gün önce bukkal mukozada belirir. Koplik lekeleri döküntü başladıktan sonraki 1-2 gün içinde görülebilir. Döküntü eritemli, makülopapülerdir; genellikle temasdan 12-14 gün sonra başlar. Baştan başlayarak ekstremitelere 3-4 gün içinde yayılır. Ekzantem yüz ve gövdede daha belirgindir, bu bölgelerde yine baştan başlayarak birleşme gösterir ve başlangıçta basmakla solar. Yayıldığı şekilde baştan başlayarak 7-10 gün içerisinde kaybolur, yerine birkaç gün süreli, kahverengi bir iz bırakır. Deskuamasyon nadir görülür.
Modifiye kızamık
Temastan sonra immün globulin verilen çocuklarda görülebilir. Bulgular klasik kızamıkla aynı, fakat daha hafiftir. İnkübasyon süresi 21 gün kadar uzun olabilir.
Atipik kızamık
Ölü kızamık aşısı yapılan kişilerde ortaya çıkabilir. Bu aşı artık kullanılmadığından, görülmemektedir. Prodromal bulgular hafiftir veya yoktur. Döküntü genellikle periferik başlayıp, santrale doğru yayılır ve peteşial veya urtikerial olabilir.

Kızamık döküntüden önceki 2-4 gün ve sonraki 4 gün bulaşıcı kabul edilir. Tekrar temasla antikor titrelerinde artış olsa da doğal enfeksiyonun yaşam boyu bağışıklık sağladığı düşünülmektedir.
Komplikasyonlar
Kızamık sonrası otitis media (%7-9), pnömoni (%1-6), postenfeksiyöz ensefalit (1/1000-1/2000), ve ölüm (1/10000) görülebilir. Komplikasyonlar döküntüden sonra ateşin uzun süre devam ettiği vakalarda daha sıktır. Çocuklarda ölümlerin % 60’ından sorumlu olan pnömoni daha sıktır; ensefalit ise erişkinlerde daha sık görülür. Vitamin A eksikliği olanlarda kızamığa bağlı komplikasyonlar daha sıktır. Ayrıca kızamık vitamin A düzeyini daha da düşürerek, A vitamini eksikliği olan vakalarda körlüğe neden olabilir. Hastalığın trombositopeni, larenjit, hepatit, apandisit, perikardit, miyokardit, glomerulonefrit, Stevens Johnson sendromu gibi komplikasyonları da vardır. Kızamığın tüberkülozu aktive etmesi veya ağırlaştırdığına dair kesin bir bilgi yoktur. Kızamık gelişmekte olan ülkelerde %10’lara varan mortalite hızları ile görülebilir. Sekonder bakteriyel enfeksiyonlar ve virusun yaptığı mukozal enflamasyona bağlı ishal bu ülkelerde kızamığa bağlı sık ölüm nedenlerindendir. Kızamık sonrası stafilokokkal enfeksiyonlar da sık görülür. Kızamığın diğer bir önemli komplikasyonu olan subakut sklerozan panensefalit (SSPE) nadir bir dejeneratif beyin hastalığıdır. Kızamıktan ortalama 7 yıl sonra, yine ortalama 9 yaşlarında ve erkeklerde daha sık görülür. Hamilelik sırasında enfeksiyon düşüklere ve prematüreliğe neden olabilir. İmmün yetmezliği olan kişilerde enfeksiyon uzun sürer, şiddetlidir ve ölümle sonuçlanabilir. Özellikle ağır olan komplikasyonlar akut progresif ensefalit (inklüzyon cisim ensefaliti) ve dev hücreli pnömonidir (Hecht pnömonisi).
Epidemiyoloji ve bulaşma
Kızamık 2-5 yılda bir artışlar gösteren, tüm dünyada yaygın ve aşılanmamış toplumlarda tüm topluma yayılabilecek kadar bulaşıcı bir hastalıktır. Primer olarak insandan insana büyük damlacıklarla, yakın temasla bulaşır, ancak aerosolize damlacıklarla hava yolu ile de bulaşabilir. Prodrom dönemde bulaşıcılık maksimumdur; sekonder atak hızı %96’lara ulaşır.
Gelişmiş ülkelerde hastalık için en riskli grup okul çağı çocukları iken, maternal antikorların erken kaybolması ve malnutrisyon nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde enfeksiyon yaşı çok daha düşüktür (6-24 ay). Kızamığın erken yaşta görülmesi ve malnütrisyon komplikasyon oranını arttırır.
Tanı
Klinik tablosu tipik olan vakalarda, özellikle Koplik lekesi varsa, tanı kliniktir ve laboratuvar testlerine gerek yoktur. Şüpheli vakalarda serolojik tanı, immün floresan ile dokuda kızamık virüsü antijenlerinin gösterilmesi veya virusun hücre kültürlerinde üretilmesi gerekebilir. Serolojik olarak Ig G antikorlarının enfeksiyon sırasında ve konvalesan dönemde bakılıp, antikor titresinin negatifken pozitif olduğu veya en az 4 kat arttığı veya Ig M antikorlarının pozitif bulunması esas alınır. Patolojik olarak lenfoid dokularda retiküloendotelial tipte multinukleer dev hücreler (Warthin-Finkeldey hücreleri), deri ve respiratuvar mukozada epitelial sinsitial dev hücreler ve silialı respiratuvar epitelde hasar gorulebilir.
Ayırıcı tanı
Rubella, konjunktivit, menenjit, enfeksiyöz mononukleoz, sepsis, kızıl, eritema multiforme, enteroviral ve riketsiyal hastalıklar, ilaç erüpsiyonları.
Tedavi
Spesifik tedavi yoktur. Ribavirin’in in vitro etkili olduğu gösterilmişse de, kontrollü klinik çalışmalar ile kanıtlanamamıştır. Öksürük şiddetli ise bol sıvı ve ekspektoran ilaçlar verilebilir, çevrenin nemlendirilmesi yararlı olabilir. Ateş varsa antipiretikler kullanılabilir. Vitamin A eksikliğinin yaygın olduğu ve kızamık mortalitesinin % 1’I geçtiği bölgelerde 2 gün süreyle, günde 200.000 (6-12 aylık bebeklerde 100.000) IU oral A vitamini verilmesi önerilmektedir. Vitamin A şu durumlarda endikedir:

1. Herhangi bir kızamık komplikasyonu nedeniyle hospitalize edilmiş, 6-24 aylık çocuklar
2. Yaşı 6 aydan büyük, immün yetmezlikli, malabsorpsiyonlu, malnutrisyonlu, vitamin A eksikliği ile ilgili oftalmolojik bulgusu olan veya vitamin A eksikliğinin yaygın olduğu bölgelerde yaşayan veya buralardan göç etmiş hastalar.
Korunma
Bütün vakalar döküntünün ilk 4 günü respiratuvar izolasyon yöntemlerine uygun olarak izole edilmelidir.

A. Pasif immünizasyon:

İmmün globulin (IG) : Antikor verilmesinin etkisi kısa sürelidir, ancak 1 yaşından küçük temaslarda, hamilelerde, immün yetmezliği olan kişilerde (HIV enfeksiyonu dahil), canlı aşı için kontrendikasyon taşıyan kişilerde hızlı ve güvenilir korunma sağlar. Temasdan sonraki 6 gün içinde 0.25 ml/kg, immün yetmezlikli kişilerde 0.5 ml/kg IG’in intramusküler verilmesi önerilmektedir. Maksimum doz 15 ml.dir. Aşı IG’den 3 ay sonra yapılabilir.

İntravenöz immün globulin (IVIG): Tüm IVIG preperatlarında değişen oranlarda kızamık antikoru vardır. IVIG intramuskuler enjeksiyon yapılamayanlarda (kanama diyatezi…) ve immün yetmezlikli kişilerde kullanılabilir (41.25 mg/kg, immün yetmezliklerde 82.5 mg/kg dozunda).

B. Aktif immünizasyon : Canlı virus aşısı temastan sonraki 72 saat içerisinde verilirse, koruyucudur.

Ülkemizde canlı kızamık aşısı liyofilize olarak bulunur ve 0.5 ml distile su ile sulandırılarak, subkütan, 9 aylık çocuklara rutin olarak uygulanır. Son yıllarda ilköğretim okullarının 1. sınıflarında 2. doz da yapılmaktadır. Yüzde 90-95 oranında koruyucudur. Kızamık aşısı 12 aydan önce yapıldığında koruyucu antikor cevabı yetersiz olabilir. Bu nedenle ve çocukları kızamıkçık ve kabakulağa karşı da korumak için 9 aylık aşılanmış çocukların 15. ayda kızamık-kızamıkçık-kabakulak (MMR) aşısı ile tekrar aşılamak uygun olur. MMR aşısı gelişmiş bütün ülkelerde ve gelişmekte olan ülkelerin çoğunda rutin olarak 12-15. aylarda uygulanmaktadır. Ayrıca aşı antikorları 11 yaş cıvarında koruyucu değerin altına indiğinden, 4-6 yaşta 2. Dozun yapılması gerekir.

Aşının yan etki oranı oldukça düşüktür. Aşılananların % 5-15’inde ateş görülebilir. Ateş genellikle aşıdan 5-6 gün sonra başlar ve ortalama 2 gün sürer. Kızamıkta görülen ateşin tersine, kişide rahatsızlık yaratmaz, ancak febril konvülsiyonlara zemin hazırlayabilir. Döküntü aşılananların yaklaşık % 5’inde görülür; aşıdan 7-10 gün sonra başlar ve 2-4 gün sürer. Aşıdan sonraki 30 gün içinde ortaya çıkan ensefalopati ve ensefalit gibi santral sinir sistemi disfonksiyonları bildirilmiştir (3.6 milyon dozda bir). Aşıya bağlı SSPE riski varsa da, bunun doğal enfeksiyona göre 1/10 veya daha az olduğu bilinmektedir. Akut Guillain-Barre sendromu, Reye sendromu, oküler motor paralizi, optik nörit, retinopati, işitme kaybı ve serebellar ataksi, artralji, artrit, allerjik reaksiyonlar, trombositopeni, aşıya bağlı cilt ve yumuşak dokuda reaksiyonlar da gözlenmişse de, bunların aşıya mı bağlı, yoksa tesadüfi mi olduğu bilinmemektedir.

Yüksek ateş, immün supresyon, hamilelik, neomisine karşı anafilaksi hikayesi varsa, 3 ay içerisinde immün globulin veya kan ürünleri verilmişse aşı yapılmamalıdır. Yumurta allerjisi relatif bir kontrendikasyon olarak kabul edilir, genellikle aşının yapılabileceği belirtilmektedir. Aşıdan sonra immün globulin verilecekse en az 2 hafta geçmelidir.

 

 

 

KIZAMIKÇIK

Ateş ve deride kırmızılıklara yol açması bakımından kızamığa benzeyen kızamıkçıkta kızamıktan farklı olarak soğuk algınlığı görülmez.
Bu hastalıkta spesifik olarak boyun bölgesinde kafa arkasında ve kulak önünde lenf bezlerinin şişmesi görülür.
Aşıyı olmamış kız çocukları ileride hamilelik dönemlerinde bu hastalığı geçirirlerse özürlü çocuğa sahip olabilirler.
Kızamıkçıkta döküntüler birleşmez.
Kızamıkçık virüsü de kızamık virüsünde olduğu gibi solunum yolu ile bulaşır. Boğaz ve bölgesel lenf bezlerinde çoğalan virüs sonra kana karışır.
Kızamıkçıkta kuluçka süresi 14-21 gündür. Bulaştırıcılık döküntü başladıktan sonra 7 gündür. Hafif ateş, baş ağrısı, halsizlik görülebilir.
Döküntülerin özelliği yüzde başlaması, buradan boyuna, gövde, kol ve bacaklara yayılmasıdır. Döküntüler birleşme özelliği göstermez.
Döküntü ateş, halsizlik gibi belirtiler başladıktan 1-2 gün sonra başlar, yaklaşık 3 gün kadar sürer.
Korunma 3’lü Kızamık-Kızamıkçık-Kabakulak aşısı ile sağlanır.
Kızamıkçıkta komplikasyonlar görülür. Komplikasyonlar; eklem iltihabı, kanama bozukluğu, ensefalit ve erkeklerde testis iltihabı şeklinde olabilir.
Kızıamıkçık gebe kadınlarda gebeliğin ilk 3 ayında geçirilirse, % 80 oranında doğumsal kızamıkçık sendromuna yol açar. Bu sendrom, zeka geriliği, işitme katarakt, doğumsal kalp defekti, işitme kaybı, beynin, karaciğer ve dalakta hasar ile kendini gösteren ciddi bir sendromdur.
Kızamıkçık bildirimi zorunlu bir hastalıktır ve tanısı kanda akut devre antikorlarının yükselmesi ile konulur. Spesifik tedavisi yoktur.

 

 

 

KIZIL
Kızıl hastalığı nedir? Kızıl hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Genellikle 5-15 yaş arası çocuklarda görülen ve bulaşıcı bir hastalık olan kızıl hastalığı nedir? Kızıl hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında detaylı bilgileri bu metinde bulabilirsiniz…

Antibiyotiklerin kullanımı ile kolayca tedavi edilebilen hastalıklar arasına girmiş olan kızıl hastalığı ile ilgili merak ettiğiniz her şey burada… Kızıl hastalığı nedir? Kızıl hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
KIZIL HASTALIĞI NEDİR?
A grubu streptokokların (beta mikrobu) neden olduğu döküntü ile seyreden akut ve bulaşıcı bir hastalıktır. Beta mikrobunun neden olduğu bademcik enfeksiyonunun döküntülü formu olarak tanımlanabilir.
KIZIL HASTALIĞINDA BELİRTİLER NELERDİR?
– Ani başlayan ateş
– Titreme, kusma, baş ağrısı
– Boğaz ağrısı, yutkunmada güçlük
– Döküntü (yüz, koltuk altı ve kasık bölgelerinde)
– Karın ağrısı
– Halsizlik
– Kaşıntı
– Dilde görülen beyazlaşmanın ardından kırmızılaşma
– Deride kabuklaşma sonrası soyulma
– Boyun tutulması

KIZIL HASTALIĞININ NEDENİ
Kızıl, ağızda ve burun pasajlarınızda yaşayabilen bakteriler olan A grubu Streptococcus bakterisinden kaynaklanır. Bu bakteriler vücutta parlak kırmızı döküntülere neden olan bir toksin veya zehir üretir.
KIZIL NASIL BULAŞIR?
Hasta olan kişi, ağzını kapatmadan öksürdüğü veya hapşırdığında etrafa saçtığı tükürük damlacıkları içinde bulunan bakteriler, solunum yoluyla çevrede bulunan insanlara bulaşır. Bakteriler bulaştıktan genellikle 2-4 gün sonra hastalık belirtileri görülmeye başlar.
KIZIL HASTALIĞININ TEDAVİSİ
Kızıl hastalığının tedavisinde hastane ortamında ve doktor kontrolünde ortalama olarak 10 gün boyunca antibiyotik ilaç tedavisi uygulanmaktadır. Bu tedavi yöntemlerinden biri de ateş düşürücülerdir. Ateş düşürücüler sayesinde kızıl hastalığına bağlı olarak meydana gelen ateşlenme rahatsızlığının kısa süreler içerisinde normale döndürülmesi sağlanmaktadır.

 

 

KOAH
Kronik bronşit ve amfizeme bağlı olarak gelişen kronik, geri dönüşümsüz ve ilerleyici olan hava akımı kısıtlanması ile karakterize bir hastalıktır. Hava akımı kısıtlanması kısmen geri dönüşümlü ve solunum yolları aşırı duyarlılığı ile birlikte olabilir. Kronik bronşit ya da amfizemi olan bir hastada KOAH hastalığının geliştiğini söyleyebilmek için kronik hava akımı kısıtlanmasının meydana gelmiş olması gerekmektedir.

KOAH, zararlı madde ve gazların uzun süreli solunması sonucu akciğerlerde oluşan anormal yanıtın neden olduğu ilerleyici hava yolu daralmasına bağlı hava akımı kısıtlanması ile karakterize bir hastalıktır.

KOAH’ta kronik bronşit ve amfizem genellikle bir aradadır.
Ne sıklıkta görülmektedir ?
KOAH daha ziyade ileri yaş hastalığıdır. Yaş ilerledikçe KOAH’a bağlı ölüm sıklığı artmaktadır. Erkeklerde daha sık olarak gözlenmektedir. KOAH’ın dünyada görülme sıklığı tüm yaş grupları için erkeklerde % 0,9 ve kadınlarda % 0,7 olarak bildirilmektedir. Türkiye’de yapılan bir çalışmada 40 yaş üzeri insanlarda KOAH’ın görülme sıklığının % 13,6 olduğu, erkeklerde bu oranın % 20,1 ve kadınlarda % 8,2 olduğu bildirilmiştir.
Neler etken olmaktadır ?
1. Tütün : KOAH gelişiminde en önemli risk faktörü sigara içimidir. Gelişmiş ülkelerde KOAH gelişiminden %80-90 oranında sigara kullanımının sorumlu olduğu bildirilmektedir. Sigara içenlerde içmeyenlere oranla KOAH gelişiminde belirgin artış olmaktadır (sigara kullananlarda 9-30 kat daha sık KOAH gelişmektedir).

Kronik bronşitin şiddeti ve ölüme sebebiyet vermesi ile sigara kullanımı arasında bir paralelizm mevcuttur. Sigara içenlerde içmeyenlere oranla 6 kat daha fazla kronik bronşite bağlı ölüm görülmektedir.

Sigara tiryakiliği amfizemin oluşmasında da başta gelen nedenlerden biridir. Sigara içenlerde amfizemin şiddeti ve ölüme sebebiyet vermesi sigara kullanmayanlara göre belirgin bir şekilde yüksektir.

2. Hava kirliliği : Kronik bronşit ve amfizem hava kirliliği olan ve endüstri bölgelerinde yaşayan insanlarda daha sık olarak görülmektedir. Bu da hava kirliliğinin KOAH gelişiminde önemli bir faktör olduğunu göstermektedir.

3. Mesleksel faktörler : İşyerinde endüstriyel gazlar, dumanlar ve tozlarla temas içinde olan kişilerde KOAH gelişimi daha sık görülmektedir. Madenlerde, ağaç sanayiinde, metal işlerinde, ulaşım sektöründe, inşaat ve boya iş gruplarında, yem sanayiinde ve tarımla uğraşanlarda KOAH gelişme riski yüksektir.

Sigara kullanımı ile çevresel ve mesleki faktörler bir arada olduğunda karşılıklı olarak birbirlerinin zararlı etkilerini artırmakta ve KOAH gelişime ihtimalini artırmaktadır.

4. Sosyoekonomik şartlar : Hijyenik şartların iyi olmadığı evlerde ve bölgelerde yaşayan insanlarda KOAH gelişme oranı artmaktadır. Kişilerin eğitim düzeyleri de KOAH gelişiminde önem taşımaktadır.

5. Solunum yolu enfeksiyonları : Çocukluk çağında geçirilen solunum yolu enfeksiyonlarının ileride gelişecek KOAH için uygun zemin hazırladığını, buna diğer faktörlerin de ilave olması ile KOAH gelişme sıklığının arttığını gösteren çalışmalar mevcuttur.

6. Genetik faktörler : Doğumsal alfa-1 antitripsin eksikliği genetik bir hastalıktır ve bu kişilerde serum alfa-1 antitripsin düzeylerinde belirgin azalma ile birlikte buna bağlı olarak 30-40 yaşlarında amfizem gelişmi ile karakterizedir. Bu hastalarda çevresel faktörler olmasa bile genç yaşlarda amfizem gelişir.

7. Diğer faktörler : Akciğerde yaygın harabiyete ve sekel oluşumuna neden olan hastalıklar (pnömokonyozlar, sarkoidozis, yaygın tüberküloz vs.) amfizem nedeni olabilirler. Uzun yıllar devam eden astım bronşiale de sonunda amfizeme neden olabilir.

Çocukluk çağında anne-babanın sigara kullanımına bağlı olarak pasif sigara içimi neticesi ileri yaşlarda KOAH gelişme riski artmaktadır.

Alkol kullanımı ile KOAH gelişimi arasında da ilişki tespit edilmiştir.

Ailesinde KOAH’lı hasta bulunanlarda, düşük doğum ağırlığı ile dünyaya gelen bebeklerde, allerjik bünyeli çocuklarda, solunum yollarının dış etkenlere karşı aşırı duyarlılığı bulunanlarda geç dönemlerde KOAH gelişme riskleri yüksektir.
Ne gibi şikayetlere yol açar ?
KOAH’ın en belirgin semptomları olan öksürük ve balgam hastalığın başlangıcından itibaren vardır. Daha sonra şiddeti artan bu şikayetlere nefes darlığı ve hışıltılı solunum da ilave olur.

Öksürük başlangıçta hafiftir, genellikle sabahları şiddetlenir ve balgam atılması ile hasta kısmen rahatlar. İlerleyen yıllarda hastalığın ilerlemesiyle ya da ataklar sırasında şiddetlenir.

Balgam ataklar dışında az miktardadır ve nispeten kolay atılır. Hastalığın kronikleşmesiyle günlük miktarı ve koyuluğu artar. Hastaların bir kısmı bol balgam çıkarmaktan yakınırken bir kısmı da balgam çıkaramamaktan yakınır.

Öksürük nöbetleri esnasında solunum yollarındaki kılcal damarlarda yırtılmalar olabilir ve balgam üzerinde çizgi şeklinde kan görülebilir.

KOAH’ın başlangıcında egzersizle gelen nefes darlığı vardır, hastalık ilerledikçe istirahatte de nefes darlığı görülmeye başlar. KOAH’lı hastalarda görülen nefes darlığından solunum yollarındaki daralma, aşırı havalanma nedeniyle solunum pompasının etkinliğini kaybetmesi, akciğerde damarsal yatağın azalması ve psikolojik faktörler sorumludur.

KOAH’ta bazen ataklar sırasında hışıltılı solunum sesleri duyulabilir. Hastalık ilerleyip oksijen azlığı da geliştiğinde eller, ayaklar ve yüzde morarmalar da görülebilmektedir.

Kronik oksijen eksikliği ve tekrarlayan ataklar kalp yetersizliği gelişimine neden olur.
Ne gibi fiziki bulguları vardır ?
Birinci saniyede dışarı verilen hava miktarı (FEV1) beklenen değerin % 50’sinden fazla olan KOAH’lı hastalarda hiçbir anormal bulguya rastlanamayabilir. Yerleşmiş KOAH’ı olan hastalarda ise hastalığın derecesine göre fizik muayene bulguları saptanabilir.

Hastalar genellikle geniş, fıçı göğüse sahiptir, göğüs ön-arka çapı artmıştır. Boyunda yardımcı solunum kaslarının belirgin hale gelmiş olması ve nefes alırken bu kasların solunuma katılmaları izlenebilir.

KOAH’lı hastalarda dinleme bulguları değişkendir. Genellikle solunum sesleri azalmış olarak duyulur ve kalp sesleri derinden ve hafif şekilde duyulabilir. Hastalarda solunumun nefes verme safhası uzamıştır.

Genellikle ataklar sırasında, nefes verme döneminde daha belirgin olan, ancak solunumun hem nefes alma hem de nefes verme dönemlerinde işitilebilen, ronküs denilen anormal sesler duyulabilir. Hafif vakalarda sadece yalnız derin soluk verme esnasında işitilirler.

Hastalarda el, ayak ve yüzde morarmalar görülebilir. Bu hastalığın şiddetli olduğunu gösterebilir. Ayrıca uzun süreli olgularda parmak uçlarında çomaklaşmalar izlenebilir.
Tedavisi nedir ?
KOAH’ta tedavinin amacı, hastada şikayetlerinde rahatlama sağlamak ve yaşam kalitesini yükseltmek, solunum sıkıntısı ataklarını engellemek, hastalığın ilerlemesini yavaşlatmak, olası komplikasyonları önlemek ve tedavi etmek olmalıdır.

KOAH tedavisinin birinci kuralı sigara kullanımının kesin olarak bırakılmasıdır. Ayrıca solunum yollarını açıcı ilaçlar ile tedavi devam ettirilir, gerektiğinde oksijen verilmelidir, kalp yetersizliği gelişmiş olan hastalarda buna yönelik tedavi de verilmelidir.

KOAH tedavisinde solunum ile alınan ilaçlar ilk etapta tercih edilmeli, bunları kullanamayan hastalarda diğer ilaç formları (tablet, flakon vs.) verilmelidir.

KOAH’ın ilaç tedavisinde birinci derecede verilmesi gereken ilaçların başında antikolinerjik ilaçlar gelmektedir. Hastalığın şiddetine göre, uzun etkili beta-2 agonist ilaçlar, teofilin türevleri ve steroidlerden bir veya birkaçı tedaviye eklenebilir. Kısa etkili beta-2 agonist ilaçlar solunum sıkıntısı atakları sırasında verilebilir.

İleri derecede hastalığı bulunanlar ve ataklar sırasında uygulanan tedaviye rağmen rahatlamayan hastalar hastaneye yatırılarak hastane koşullarında tedavilerine devam edilmelidir.

Hastalığın tedavisi mutlaka yapılan tetkikler neticesinde hastalığın derecesine göre planlanmalı ve verilecek ilaçlar düzenli kontroller yapılarak hekim tarafından ayarlanmalıdır.

 

 

KOLERA

Kolera, Vibrio cholerae isimli bakterinin neden olduğu bağırsak enfeksiyonuna bağlı olan, akut ve şiddetli ishal ile seyreden bir hastalıktır.
1817′de Japonya’da, 1826′da Moskova’da, 1831′de Berlin’de, Paris’te ve Londra’da salgınlar başlamıştır. Sonrasında Londra’dan göçmenlerle Kanada’ya ulaşan salgınlar birçok insanın ölümüne neden olmuş, ve ardından 1892 yılında Hamburg’da salgın yapmıştır.
Tarihte ülkemizdeki en büyük kolera salgını 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında yaşanmıştır, ordu personeli ve muhacirler arasında ciddi zayiata sebep olmuştur.[1]
Tedavi
Ölüm riski çok yüksek olan ve bugün hâlâ binlerce insanın ölümüne yol açan koleranın tedavisi aslında fazlasıyla basittir. “Oral rehidrasyon tedavisi” (ağızdan sıvı tedavisi) olarak da adlandırılan tedavi ile kolera hastaları kısa sürede sağlıklarına kavuşabilirler. Bu tedavide, kaybedilen su ve elektrolit (sodyum, potasyum, klor, bikarbonat) kaybını yerine koyabilmek ve normal beslenemeyen hastaya enerji sağlayabilmek amacıyla, hastaya vücudun normal sıvı-elektrolit dengesine eşdeğer (izotonik) bir tür tuz ve glikoz karışımı içirilir. Herhangi bir şey içemeyecek durumda olan daha ağır hastalara (toplam hastaların yaklaşık %10-20’si) ise karışım damardan verilir. Durumu çok ağır ve acil olan hastalara ise tetrasiklin ve tetrasiklin benzeri antibiyotiklerle antibakteriyel tedavi uygulanır.
Antibakteriyel ilaç tedavisi
Erken dönemde ağızdan uygulanacak etkin bir antibakteriyel ilaç ile 48 saat içinde Vibrio cholerae basillerinin yok edilmesi, dışkı hacminin %50’ye varan oranlarda azaltılması ve ishalin durdurulması mümkündür. Hangi ilacın seçileceğini hastalığa yakalananların dışkı örneklerinden yalıtılan V. cholerae suşunun hangi antibakteriyel(ler)e duyarlı olduğu belirler.
Salgın Sebebi Olan V. Cholerae Suşlarının Genellikle Duyarlı Olduğu Antibakteriyel İlaçlar Şunlardır:
• Tetrasiklin grubunda: tetrasiklin, doksisiklin
• Nitrofuran grubunda: furazolidon
• Makrolid grubunda: eritromisin
• Trimetoprim-sulfametoksazol (kotrimoksazol)
• Florokinolon grubunda: norfloksazin
Kalıcı dişlerinin tamamını henüz çıkarmamış (genellikle 8 yaşından küçük) çocuklara yönelik tedavide tetrasiklin, düşük olasılıkla da olsa dişlerde kalıcı renk bozukluklarına yol açmak gibi bir yan etkisi olduğu için, tercih edilmeyebilir.
Önlem
Her şeyden önce su kaynaklarının ve içme suyunun temiz olması çok önemlidir. Eğer kullanılacak suyun temizliğinden şüphe varsa, suyun önce kaynatılıp sonra kullanılması daha sağlıklı olacaktır. Dışkıların hijyenik bir biçimde yaşama ortamından uzaklaştırılması, düzgün bir kanalizasyon sistemi çok önemli bir faktördür. Pişmemiş yiyeceklerin yenmemesi, çiğ gıdalardan uzak durmak ve özellikle çiğ balık ve kabuklu deniz ürünlerinin tüketilmemesi koleraya karşı korunmak için önemlidir.
Aşı
Her ne kadar bazı ülkelerde kolera aşıları mevcut olsa ve uygulansa da (Dukoral, Mutacol vs.), bu aşıların hastalığa karşı güçlü bir bağışıklık geliştirdikleri söylenemez. Geçmişteki kolera aşılarından daha iyi bir bağışıklığa neden olsalar ve daha az yan etki barındırsalar da, bu aşılar hâlâ ideal seviyeye ulaşamamıştır ve bu yüzden de birçok ülkede kullanılmamaktadır. İdeal bir kolera aşısı için yapılan araştırmalar hâlâ devam etmektedir.

 

 

KOLESTEROL

Kolesterol nedir? İyi ve kötü kolesterol nedir? Kolestrol neden olur?
Günümüzün en önemli sağlık sorunlarından birisi olarak tanımlanan kolesterol hakkında merak edilen her şeyi metnimizde bulabilirsiniz. Kolesterol nedir? İyi ve kötü kolesterol nedir? Kolesterolün nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

Erkek ve kadında birinci sırada gelen ölüm nedeni olarak gösterilen kalp damar hastalıklarına sebebiyet veren etkenlerden biri olan kolesterol hakkında bilmek istediğiniz tüm detaylar haberimizde…
KOLESTEROL NEDİR?
Kolesterol vücudunuzdaki tüm hücrelerde bulunan mumsu, yağ benzeri bir maddedir. Ağırlıklı olarak karaciğerde üretilen, ancak kırmızı et, yüksek yağlı peynir, tereyağı ve yumurta gibi gıdalarda bulunan Kolesterol, sağlığın korunması için çok önemlidir. Vücuttaki hormonları, D vitamini ve yiyecekleri sindirmeye yardımcı olacak bazı kolestorollere ihtiyacı vardır. Kandaki kolesterol seviyenin çok yüksek olması durumunda atardamarlarınıza zarar verebilir ve kalp hastalığı riskinizi artırabilir.
Kolesterol, kanda lipoproteinler ile taşınır. Lipoproteinlerin ana tipleri yüksek dansiteli lipoprotein (HDL) ve düşük dansiteli lipoproteinlerdir (LDL). HDL kolesterol, ‘iyi’ kolesterol olarak, LDL kolesterol ise ‘kötü’ kolesterol olarak bilinir.
İYİ / KÖTÜ KOLESTEROL NEDİR?
– HDL (iyi kolesterol): HDL dokulardaki kolesterolü toplayarak dışarı atılmasını sağladığı için iyi kolesterol olarak bilinir. Yalnızca vücutta bulunur, besinlerde bulunmaz.
– LDL (kötü kolesterol): Kolesterolü dokulara taşıyarak arter ve diğer kan damarlarının duvarlarında birikmesine neden olduğu için LDL, kötü kolesterol olarak da bilinir. Kanda toplam kolesterol ve LDL kolesterolünün yüksek olması, HDL kolesterolünün düşük olması, kişi için risk faktörüdür. Bu riske sahip hastalarda kalp krizi, felç, damar tıkanması, böbrek yetmezliği gibi hastalıkların oluşum riski daha fazladır.
Kanda aşırı miktarda bulunan kolesterol yavaş yavaş damar duvarında birikir. Bu birikim sonucu o damarda daralma, tıkanma ortaya çıkar. Kolesterol hangi damarda birikmişse o damarla ilişkili sorunlar ve hastalıklar ortaya çıkmaktadır.
YÜKSEK KOLESTEROLÜN SEBEBİ NEDİR?
Yüksek kolesterolün en yaygın nedeni sağlıksız bir yaşam tarzıdır. Şunları içerebilir:
– Sağlıksız beslenme alışkanlıkları: örneğin çok fazla yağ tüketmek gibi. Bir tür, doymuş yağ, bazı etlerde, süt ürünlerinde, çikolatada, fırınlanmış ürünlerle ve derin kızarmış ve işlenmiş gıdalarda bulunur. Başka bir tür trans yağ, bazı kızartılmış ve işlenmiş gıdalarda bulunur. Bu yağları yemek LDL (kötü) kolesterolü yükseltebilir.
– Çok fazla oturma ve egzersiz ile fiziksel aktivite eksikliği: Bu HDL (iyi) kolesterolü düşürür.
– Sigara: özellikle kadınlarda HDL kolesterolü düşürür. Ayrıca LDL kolesterolü yükseltir.
-Cinsiyet: Menopoz öncesi kadınlarda kolesterol düzeyi erkeklere göre daha düşüktür. Menopoz ile birlikte LDL kolesterol düzeyi genellikle yükselmeye başlar.
– Yüksek tansiyon ( hipertansiyon )
– Böbrek, karaciğer, tiroid hastalıkları
Ayrıca genetik unsurlar da yüksek kolesterole neden olabilir. Örneğin, ailesel hiperkolesterolemi (FH) kalıtsal bir yüksek kolesterol formudur. Diğer tıbbi durumlar ve bazı ilaçlar da yüksek kolesterole neden olabilen etkenlerdir.

YÜKSEK KOLESTEROLDE RİSK FAKTÖRLERİ
– Yaş. Kolesterol seviyeleriniz yaşlandıkça yükselmeye eğilimlidir. Daha az yaygın olmasına rağmen, çocuklar ve gençler de dahil olmak üzere genç insanlar da yüksek kolesterole sahip olabilirler.
– Kalıtım. Yüksek kan kolesterolü ailelerde genetik olabilir. Özellikle anne – baba veya kardeşlerinde erken yaşta kalp hastalığı olanlar.
– Ağırlık. Aşırı kilolu olmak ya da obezite kolesterol seviyesini arttırır.
KOLESTEROL BELİRTİLERİ
– Baş ağrısı
– Halsizlik
– Aşırı yorgunluk hissi
– Ayaklarda ve bacaklarda yanma
– Soluk cilt, cildin solgun görünmesi
– Yaraların geç iyileşmesi
– Baş dönmesi
– Ayak tırnaklarında kalınlaşma
– Ayak parmaklarında morarma
– El ayaklarda üşüme veya uyuşma
– Ağrı ve kramplar yaşama
– Nefes darlığı
– Göz kapakları çevresinde sarı cilt lekeleri
– Deri altında ve göz çevresinde yağ birikmesi
– Göğüs bölgesinde oluşan ağrılar
– Bacaklarda meydana gelen ağrılar
– Cilt ve göz çevresinde meydana gelen sarımtırak lekeler
YÜKSEK KOLESTEROL TEDAVİSİ
Yüksek kolesterol kalp hastalıkları ve felç riskini artırır. Yüksek kolesterol tedavisinde genellikle yaşam tarzı değişiklikleri, diyet ve ilaç kullanımı birlikte yürütülür. Yaşam tarzı değişiklikleri ve diyete rağmen kan yağlarında hedeflenen değerlere ulaşılamadığında, ilaç tedavisi gerekir.
Kolesterolü düşürmek için birkaç çeşit ilaç kullanılmaktadır. Bunlar içinde en çok kullanılanlar statinler olarak adlandırılan ilaçlar olmak üzere, statinler dışında farklı ilaçlar da kullanılabilir.
KORONER KALP DAMAR TIKANIKLIKLARI
Kardiyolog Prof. Dr. Eralp Tutar cevaplıyor; Koroner (Kalp) damar tıkanıklıklarında stent tedavisi, kalp kaslarını besleyen coroner damarların damar sertliğine bağlı daralmaları veya tıkanıklıklarında angina dediğimiz göğüs ağrısı, kalp krizi veya ani ölüm görülebilir. Bu hastalarda amacımız göğüs ağrısını ortadan kaldırarak yaşam kalitesini arttırmak ve hastalığın ilerlemesini engellemek olmalıdır.

 

 

 

KOLON KANSERİ

Kolon tümörleri tüm kanserler arasında prostat, meme ve akciğerden sonra 4. sırada yer almaktadır. %90’ı 50 yaşından sonra ortaya çıkar. Tümörlerin %25’i çekum ve çıkan kolonda, %15’i transvers, %5’i inen kolonda, %25’i sigmoid kolonda, %10’u rektosigmoid bileşkede ve %20’si de rektumda görülür.
Tümörlerin %95’i “adenokarsinom” yapısındadır. %10-30 kadarı, lümene musin salgılar ve müsin içeriği %50’den fazla ise müsinöz adenokarsinom adını alır. Bazı tümörlerde nöro-endokrin değişim de görülebilir.
Kolon Kanseri Belirtileri
Kolon kanserinde tümörün semptom verecek boyuta ulaşması ortalama 5 yıldır. Semptom vermeye başladığında hastada şu şikayetler oluşur;

• karın ağrısı
• halsizlik
• şişkinlik
• kilo kaybı
• iştahsızlık
• rektal kanama

Barsak tıkanması sol kolon kanserlerinde daha sık görülür. Sol kolon çapının daha dar, tümörlerin daha çok yayılım gösteren tipte olması ve bu bölgede dışkı kıvamının da daha katı olması tıkanıklık için başlıca sebeptir.
Kolon kanserleri nasıl sınıflandırılır?
Sınıflandırmada, AJCC/UICC (American Joint Comitte on Cancer/Union Internationale Centre le Cancer) TNM sistemini önermektedir. Burada T; tümörü, N; lenf nodlarını, M; metastazı temsil eder. Kanser içinde bulunduğu evreye göre prognoza sahiptir.
Kolon kanseri erken tespit edilebilir mi?
Kolon kanserinde 5 yıllık sürvinin erken evre kanserlerde %90’larda iken, ileri evrelerde %5’e düşmektedir. 50 yaş üstü erken tanı ve tarama programlarının önemi büyüktür.
Tarama programı şunları içerir; yılda bir kez gaitada gizli kan aranması, her 5 yılda bir fleksibl sigmoidoskopi, her 5 yılda bir çift kontrastlı baryumlu grafi, ya da her 10 yılda bir kolonoskopi.
Kolon Kanseri Tedavisi
Kolon kanserinde asıl tedavi küratif cerrahidir ve primer tümörün, bölgesel lenfatiklerle beraber çıkartılmasını içerir. Komşu organlara (ince barsak, dalak, üreter, mesane, uterus vb.) yayılım varsa, bu kısımların da tümörle birlikte çıkartılmasına gayret edilmelidir.
Kemoterapi, tümör büyümesini yavaşlatmak, tümör boyutunu küçültmek ve uzak metastazların gelişimini önlemek amacıyla kullanılmaktadır. Sıklıkla post-operatif dönemde (adjuvan) bazen de pre-operatif (neo-adjuvan) olarak uygulanır.

 

 

 

KÖK HÜCRE
Kök hücre nedir? Kemik iliği nedir?
Vücudumuzdaki her doku “kök hücre” denilen ana hücrelerden üretilmektedir.

Tüm kan hücrelerimiz de kök hücrelerden üretilir ve bu kan kök hücreleri “kemik iliği”nde yer alır.

Kan hücrelerimiz tek tip değildir, farklı görevleri olan çeşitli hücrelerdir (lökositler, lenfositler,eritrositler, trombositler..). Kan hücrelerimiz; dokulara oksijen taşıma, mikroplara ve yabancı maddelere karşı vücudumuzu savunma, kanın pıhtılaşarak yaraların kapanması, kanamanın durdurulması gibi hayati görevleri yerine getirirler. Eğer kemik iliği düzenli çalışmazsa ya da çalışması durursa kan hücrelerimiz fonksiyonlarını yerine getiremez ve hayatı tehdit eden ciddi sorunlar ortaya çıkar.

Kök hücreler kimlerden elde edilebilir?
Eğer kök hücreler kemik iliğinden elde edilirse; “kemik iliği nakli”, dolaşan kandan elde edilirse “çevre kanı kök hücre nakli”, yeni doğan bebeğin göbek kordonundan elde edilirse “kordon kanı kök hücre nakli” olarak isimlendirilir.

Doku grupları (HLA) uygun kardeşlerden veya nadiren diğer aile bireylerinden. (Allojenik kemik iliği kök hücre nakli)
Doku grupları (HLA) uygun akraba olmayan vericilerden (Kemik İliği Doku Bilgi Bankası aracılığıyla isteyen herkes gönüllü bağışçı olabilmektedir)
Hastanın kendi kemik iliğinin dondurularak saklanması ve gerektiğinde verilmesi. (Otolog kemik iliği kök hücre nakli)
Damarlarımızda dolaşan kanın içindeki kök hücrelerin özel bir yöntemle (aferez) toplanarak hastaya verilmesi.
Göbek kordonu kanından elde edilen kemik iliği kök hücrelerinin kullanılması. Yeni doğan kardeşin plasentasından toplanan kandan kök hücreler elde edilebilmektedir.

 

 

 

 

KRAMP
Kramplar neden olur, nasıl geçer?
Çok yaygın olan kramplar zararsız olarak görülse de bazı hastalıkların veya vücuttaki bazı eksiklerin habercisi olabiliyor. Peki özellikle yaz aylarında ve hamilelerde görülen kramplar neden olur, nasıl geçer? İşte detaylar!

Yetişkinlerde % 60’a varan oranlarda, ağrılı bir spazm, sıkma ya da bükülme gibi bacak krampları görülür. Yapılan bir araştırmaya göre, garip bir şekilde, bu kramplar daha sıcak aylarda daha sık görülür. Bacak krampları, sıklıkla geceleri meydana gelir ve gebelerde sık görülebilir. Kramplar tipik olarak sadece kısa bir süre için meydana gelir, ancak çok rahatsız edici olabilirler. Peki kramplar neden olur, nasıl geçer?
Pek çok sağlık probleminde olduğu gibi beslenme kas liflerinin büyümesinde onarılmasında rol oynar. Kas krampları, genellikle sodyum, kalsiyum, magnezyum ve potasyum eksikliği nedeniyle yaşanıyor. Bu minerallerin hepsi sinirler arası iletimin sağlanması için çok önemli rol oynuyorlar. Ayrıca uzun süre hareketsiz kalmak (oturmak, uzanmak , uyumak) kramplara neden olabilir. Krampların spor aktiviteleri sırasında daha fazla yaşanıyor olmasının sebebiyse, vücudun tuz kaybı. Vücut yoğun aktivite esnasındayken tuz kaybediyor ve eğer gereken tuz miktarı kendisine sağlanmıyorsa kaslara iletilen sinyallerde sorun oluşmaya başlıyor.
KRAMPLAR NASIL GEÇER?
* Krampların tekrarlandığı kaslara gece yatmadan evvel sıcak uygulaması yapmayı deneyin. Bu uygulamalar kramp olasılığını azaltır: Bunun için termofor, ıslak sıcak havlu, sıcak su şişeleri ya da sıcak taşlardan yararlanabilirsiniz. Aman dikkat edin, cildinizi yakmayın!
* Yeteri kadar su içmeye özen gösterin. Asla susuz kalmayın. Özellikle kalsiyum ve magnezyum miktarı yüksek mineral zengini doğal sular tüketmeye çalışın.
* Yatmadan önce bacak kaslarınızı gevşetici hareketler yapmayı deneyin. Masaj ve ovma hareketlerinin önleyici gücünden yararlanın.
* Magnezyum ve potasyum desteği kas kramplarını önler ve azaltır.
* B1 Vitamini kramp problemini hafifletebilir.
* Üzüm çekirdeği ekstrelerinin ayak kramplarına iyi geldiği düşünülüyor.
* E vitamini bacak kramplarını rahatlatır.

 

 

 

KRONİK HEPATİT
Bazı kişiler akut hepatiti tamamen atlatamaz ve bu kişilerde hepatit belirtileri ve şikayetleri gözlenmeye devam eder. Hepatit belirtilerinin 6 aydan fazla sürdüğü bu duruma kronik hepatit denir. Kronik hepatit yıllarca sürebilmektedir.
Kronik hepatit tipleri nelerdir?
Alkole bağlı kronik hepatit – yoğun alkol kullanımından kaynaklanan sürekli karaciğer hasarı.
Kronik aktif hepatit – karaciğer hücrelerinin siroza yol açabilecek nitelikteki agresif enflamasyonu (iltihabı)
Kronik persistan hepatit – karaciğerin, genellikle siroza yol açmayan daha hafif kronik enflamasyonu (iltihabı)
Kronik hepatit nedenleri nelerdir?
Kronik hepatitin en sık karşılaşılan nedenleri şöyle sıralanabilir:
Viral hepatit
Yoğun alkol kullanımı
Otoimmün bozukluk (vücudun kendi dokularına saldırısı)
Tüberkuloz için olanlar başta olmak üzere bazı ilaçlara karşı reaksiyon gelişmesi
Metabolik bozukluklar (hemokromatoz veya Wilson Hastalığı gibi)
Kronik hepatitin belirtileri nelerdir?
Kronik hepatit belirtileri (semptomları) genellikle hafif seyreder. Bunun nedeni; karaciğer hasarının devam etmesine rağmen, hastalığın ilerlemesinin (progresyonun) genelde yavaş olmasıdır.
Kronik hepatiti olan bazı kişilerde hiç bir belirti gözlenmeyebilmektedir. Bazı bireylerde karşılaşılan kronik hepatit belirtileri ise şöyle sıralanabilir:
Hasta hissetmek,
İştah kaybı,
Yorgunluk,
Düşük ateş,
Üst karın ağrısı,
Sarılık,
Kronik karaciğer hastalığı semptomları (dalak büyümesi, ciltte örümcek benzeri kan damarları ve karında sıvı birikmesi).
Kronik hepatit tanısı nasıl konulur?
Kronik hepatit tanısı, hastanın tıbbi geçmişi ve muayenesi ile birlikte; virüs saptamaya yönelik spesifik laboratuar testleri , karaciğer fonksiyonu testleri ve enflamasyon, skarlaşma, siroz ve altta yatan sebebin şiddetini belirlemek üzere karaciğer biyopsisi ile konulabilmektedir.
Kronik hepatit tedavisi
Pek çok hastalıkta olduğu gibi kronik hepatit tedavisinin belirlenmesinde faklı faktörler yer almaktadır.
Hastalığın sebebi, şiddeti, hastanın genel durumu, önceden geçirilmiş karaciğer hastalığının varlığı gibi durumlar dikkate alınarak doktorunuz tarafından en uygun tedavi seçeneği size sunulur.
Tedavinin amacı, karaciğer hasarını sonlandırmak ve semptomları (belirti ve şikayetleri) yatıştırmaktır.
Tedavi aşağıdakilerden bir veya birden fazlasını içerebilmektedir:
Antiviral ilaçların kullanımı – Karaciğer enflamasyonu, Hepatit B veya C kaynaklı ise interferon-alfa, lamivudin, ribavirin veya tenofavir gibi antiviral ilaçların kullanımı fayda sağlayabilmektedir.
Kortikosteroidler – Otoimmün bozukluğun (vücudun kendi dokularına saldırısı) neden olduğu kronik karaciğer hastalığının tedavisinde kortikosteroidler (kortizon) kullanılabilmektedir. Enflamasyon (iltihap) baskılanır ancak karaciğerin fibrozisi (skarlaşması, yara oluşması) devam edebilir.
Bazı ilaçların bırakılması – Kronik hepatit bazı ilaçların kullanımı sonucunda da ortaya çıkabilmektedir. Böyle durumlarda bu ilaçların bırakılması ile genellikle belirtiler ortadan kalkabilmektedir.
Alkolün bırakılması – Alkolün bırakılması; alkole bağlı kronik karaciğer hastalığı başta olmak üzere hepatit C ve karaciğerin diğer kronik hastalıklarının tedavisinde oldukça önemlidir.

 

 

 

KRONİK MYELOİD LÖSEMİ (KML)

Genellikle orta yaştan sonra görülen kemik iliğinin yavaş seyirli kanseridir. Çoğunlukla tesadüfen kan sayımında lökosit artışı ile tanı konulur. Bazı hastalarda dalak büyümesine bağlı şikayetler olabilir.
Kronik miyeloid löseminin sebepleri nelerdir?
KML bir genetik mutasyonun kansere yol açtığını ispatlayan ilk örnek olması açısından önemlidir. Bu hastalarda 9 ve 22. Kromozomlar arasında sonradan gelişen bir mutasyon (resiprokaltranslokasyon) mevcuttur. Buna “Philadelphia kromozomu” denir, KML hastalığına özgüdür.
Hastalık nasıl belirti gösterir?
Hastalığın erken dönemlerinde genellikle şikâyetleri yoktur. Hastaların %40’ı başka nedenlerle kan testleri yapıldığında tesadüfen lökosit düzeyinin yüksek bulunması ile tanı alır.
Hastalığın ilerlemesi ile;
Günlük aktivitelerde yorgunluk, halsizlik
Ateş yüksekliği ve kilo kaybı
Gece terlemesi
Genellikle sol tarafta kaburgalar altında (dalak bölgesinde) dolgunluk, sertlik ve ağrı hissi oluşur.
KML nasıl teşhis edilir?
Hastada yukarıdaki şikayetler ve yanında tam kan sayımında lökosit artışı kronik miyeloid lösemiyi düşündürebilir. Hastaya sırasıyla şu tetkikler yapılmalıdır;
1. Hastanın anamnezi (hastalık öyküsü) alınır ve fizik muayenesi yapılır. Dalak büyüklüğü fizik muayenedeki en önemli bulgudur. Hastaların % 10’luk kısmında ise dalakta büyüme yoktur.
2. Tam kan sayımı ve biyokimyasal tetkikler: Hastada beyaz kan hücreleri (lökosit), kırmızı kan hücreleri (eritrosit), trombosit sayısı, hemoglobin miktarı ölçülür. Bu hastalara ilk tanı konduğunda genellikle lökosit sayısı artmış bulunur. Trombosit sayısı ise hastalığın fazına göre artmış veya azalmış olabilir.
3. Periferik (çevresel) kan yayması: Kan hücrelerinin çeşitleri ve oranları tespit edilir. KML’deperiferik yayma, kemik iliği yaymasına benzer. Normalde kanda bulunmaması gereken lökosit öncülleri kanda yoğun bir biçimde izlenir.
4. Kemik iliği aspirasyon ve biyopsisi: Leğen kemiğinden alınan aspirasyon örneğinden çeşitli kromozom inceleme testleri istenir.
5. Philadelphia kromozomunun tespiti: sitogenetik test ve moleküler genetik yöntemlerle gösterilerek tanı konur.
6. Lökosit alkalenfosfataz düzeyi tespiti: KML’de düşük olarak bulunur.
Hastalık kaç evreye ayrılır?
KML sınıflandırılırken evre yerine faz terminolojisi kullanılır.
1. Kronik Faz: Hastaların yaklaşık %85’i bu fazda teşhis edilir. Bu fazda hastaların şikayetleri yok veya çok azdır.Kemik iliği ve kanda %10 dan daha az blast hücreleri vardır. Hastalık yavaş seyirlidir, hastalar normal hayatlarını sürdürürler, ayaktan tedavi alırlar.
2. Hızlanmış Faz: Blast hücresi sayısı %10-19 arasındadır. Hastalığın genel bulguları; ateş yüksekliği, kilo kaybı, yorgunluk, kemik ağrıları belirginleşmiştir. Dalak büyüktür.
3. Blastik Faz: Blast hücreleri kanda % 20’yi geçmiştir. Hastada blast krizi oluşur; kriz yorgunluk, halsizlik, ateş ve belirgin dalak büyümesi şeklindedir. Bu evrede hastalık akut lösemiye dönüşür. Ciltte morluklar oluşur ve kemik ağrıları artar. Tedaviye yanıt oranı da düşüktür.
KML nasıl tedavi edilir?
KML’de lökositlerin artışına Philadelphia kromozomu yol açar. Bu anormal kromozomda oluşan bcr-abl adlı yeni bir gen hastadaki bir enzimin aktivitesini (tirozinkinaz) arttırır, kontrolsüz hücre çoğalmasına neden olur. KML hedefe yönelik tedavilerin başarıyla kullanıldığı ilk hastalıktır. Imatinib adı verilen ilaç, özel olarak olarak, Philadelphia kromozomu taşıyan hücrelere bağlanır, normal hücrelere zarar vermez. Böylece seçici olarak Philadelphia kromozomu taşıyan hücreler yok edilmiş olur. Imatinib tedavisi ile KML hastalarının %90’ından fazlasında tam iyileşme sağlanır, hastalar her sabah 400 mg’lık bir hap alarak hayatlarına sorunsuz bir şekilde devam ederler. Bazı hastalarda gelişen ek mutasyonlar nedeniyle imatinib tedavisi yeterli olmaz, veya başta cevap sağlanmışken sonrasında cevap kaybolur. Bu hastalarda ikinci kuşak tirozinkinaz inhibitörleri ile tedavi yapılır. Nadir olarak ilaca cevap vermeyen veya akut lösemiye dönüşen olgular görülebilir. Bu olgular kemoterapi ve kök hücre nakli ile tedavi edilirler.

 

 

KUDUZ
Kuduz nedir? Kuduz hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Kurt, çakal, tilki, domuz, ayı, sırtlan gibi vahşi hayvanların ısırması sonucu bulaşan kuduz hakkında merak edilenleri metnimizde bulabilirsiniz… Kuduz nedir? Kuduz hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

İnsanlık tarihinde bilinen en eski hastalıklardan birisi olan kuduz nedir? Erken müdahale edilmediğinde ölümlere yol açabilen kuduz hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında aradığınız tüm detaylar burada…
KUDUZ NEDİR?
Kuduz, insanlarda ve diğer memelilerde Rhabdovirüs ailesinin bir RNA virüsünün neden olduğu, beyinde iltihaplanmaya yol açan viral bir hastalıktır. … Enfekte bir hayvan başka bir hayvanı ya da insanı yaraladığında ya da ısırdığında yayılır. Enfekte bir hayvanın salyası, göz, ağız veya burun ile temas ederse kuduzu da iletebilir. Erken dönemde tedavi edilmediğinde ölümle sonuçlanır.
İki tür kuduz bulunmaktadır. Bunlar:
Ensefalitik kuduz: Bu, insanlardaki vakalarının yüzde 80’inde görülür. Kişinin hiperaktivite ve hidrofobi yaşama olasılığı daha yüksektir.
Paralitik kuduz: Felç, baskın bir semptomdur.
KUDUZ NASIL BULAŞIR?
Enfekte hayvanın tükürük veya salyasının deri bütünlüğü bozulmuş cilt ile teması sonucu bulaşabilir. Yani enfekte hayvanın ısırması veya tırmalaması, riskli temas olarak kabul edilir. Isırma veya tırmalama olmasa bile hayvanın tükürük veya salyasının bir kesiye, açık bir yaraya veya deri bütünlüğü bozulmuş bir bölgeye teması da bulaşma nedeni olabilir. Kuduzun bulaşmasında ısıran hayvan kadar ısırdığı bölge de bulaşıcılık açısından oldukça önemlidir. Baş boyun bölgesindeki ısırıklarda bulaşma riski oldukça yüksektir.
KUDUZ BELİRTİLERİ
Kuduz, beş ayrı aşamada ilerler:
– İnkübasyon (Kuluçka dönemi)
– Prodrom
– Akut nörolojik dönem
– Koma
– Ölüm

İnkübasyon (Kuluçka dönemi)
Semptomların ortaya çıkması genellikle 3 ila 12 hafta sürer, ancak 5 günden az veya 2 yıldan fazla da sürebilir. Isırmanın beyne ne kadar yakınsa belirtilerin ortaya çıkması çabuk olur. Belirtiler görüldüğü zaman kuduz genellikle ölümcüldür. Virüse maruz kalmış olabilecek herhangi bir kişi, belirtileri beklemeden tıbbi yardım almalıdır.
Prodrom
Erken, grip benzeri belirtiler şunları içerir:
– 38 derece veya üzerinde ateş
– Baş ağrısı
– Kaygı bozukluğu
– Boğaz ağrısı ve öksürük
– Mide bulantısı ve kusma
– Isırık bölgesinde rahatsızlık
Bunlar 2 ila 10 gün arasında sürebilir ve zamanla kötüleşir.
Akut nörolojik dönem
Aşağıdakiler dahil olmak üzere nörolojik semptomlar gelişir:
– Kafa karışıklığı ve saldırganlık
– Kısmi felç, istemsiz kas seğirmesi ve sert boyun kasları
– Kasılmalar
– Hiperventilasyon ve solunum zorluğu
– Hipersalivasyon veya çok fazla tükürük üretme ve muhtemelen ağızda köpürme
– Yutma güçlüğünden dolayı su veya hidrofobi korkusu
– Halüsinasyonlar, kabuslar ve uykusuzluk
– Erkeklerde priapizm veya kalıcı ereksiyon
– Fotofobi ya da ışık korkusu
Bu fazın sonuna doğru nefes hızlanır ve tutarsızlaşır.
Koma ve ölüm
– Kişi komaya girerse, bir ventilatöre bağlı olmadıkça ölüm saatler sonra gerçekleşir.
– Nadiren, bu geç aşamada bir kişi iyileşebilir.
KUDUZ NEDEN SU KORKUSUNA YOL AÇAR?
Kuduzlar hidrofobi olarak bilinir. Korkunun nedeni ise; yutmaya çalışırken boğazdaki yoğun spazmların tetiklenmesi veya su yutma düşüncesinin bile spazmlara neden olması olabilir. Oluşan aşırı tükürük muhtemelen virüsün sinir sistemi üzerindeki etkisinden kaynaklanmaktadır.
KUDUZ TEŞHİSİ
Isırma anında, hayvanın kuduz olup olmadığının ya da bir enfeksiyondan geçip geçmediğinin kesin olarak söylenmesinin yolu yoktur.
Laboratuvar testleri antikorları gösterebilir, ancak bunlar hastalığın ilerleyişine kadar ortaya çıkmayabilir. Virüs tükürük veya deri biyopsisi ile izole edilebilir. Bununla birlikte, bir tanı doğrulandığında, harekete geçmek için çok geç olabilir. Bu nedenle, hasta, doğrulanmış bir tanı beklemeden, normal olarak bir defada profilaktik tedaviye başlamalıdır.
Bir kişi, bir hayvan ısırığından sonra viral ensefalit belirtileri geliştirirse, kuduzları olabilirmiş gibi tedavi edilmelidir.
KUDUZ TEDAVİSİ
Bir kişi kuduz bir hayvan tarafından ısırılır veya çizilirse veya hayvan açık bir yarayı yalarsa, bu durumda 15 dakika boyunca sabunlu su, povidon iyot veya deterjan ile hemen her türlü ısırıkları ve çizikleri yıkamalıdır. Bu viral parçacıkların sayısını en aza indirebilir. Daha sonra aynı anda tıbbi yardım almalıdırlar.
Maruz kaldıktan sonra ve semptomlar başlamadan önce, bir dizi çekim virüsün gelişmesini engelleyebilir. Bu genellikle etkilidir.
Stratejiler şunları içerir:
Hızlı etkili immün globülin: En kısa zamanda, ısırık yarasına yakın olarak verilir, bu virüsün bireyi enfekte etmesini engelleyebilir.
Kuduz aşıları: Bunlar, sonraki 2-4 hafta boyunca kola enjekte edilecektir. Bunlar, vücudun virüsle savaşmasını sağlar.
Çok az sayıda insan kuduzdan kurtulmayı başarabilmiştir. Çoğu vaka semptomlar geliştiğinde ölümcüldür. Bu aşamada etkili bir tedavi de yoktur.

 

 

KULAK AĞRISI

Nasıl geçer, ne iyi gelir?
Kulak ağrısı, bir anda ortaya çıkan, bunun sonucunda yanma ve basınç şeklinde hissedilen belirtiler gösteren bir rahatsızlık olarak tanımlanıyor. Kulak ağrısının ana nedenini ise uzmanlar, ‘orta kulak ile boğaz arasındaki östaki kanalında tıkanmalar yaşanması’ olarak belirtiyor. Peki, kulak ağrısı nasıl geçer, ne iyi gelir? İşte, nedenleriyle birlikte kulak ağrısı hakkında merak edilenler sorular…
Kulak ağrısı, gün içerisinde veya gece ortaya çıkan bir rahatsızlıkken; hafif şiddette görülmeye başlayan ağrı, zaman içerisinde dayanılamaz hale dönüşebiliyor. Enfeksiyonlar, basınç travması, kulak kiri, kulak zarının zarar görmesi gibi farklı nedenlerle ortaya çıkan kulak ağrısı için çeşitli yöntemlerle önlem alınabilir. Evde uygulanabilir yöntemlerle ağrının dinmesi de sağlanabilir. İşte detaylar…

Kulak ağrısı nasıl geçer?
Kulak ağrısı, aniden oluşan; zonklama, yanma, basınç şeklinde hissedilen, keskin bir ağrı çeşididir. Oldukça basit sebeplere bağlı olabildiği gibi, ciddi sebepleri de barındırabilmektedir. Kulağın ortasında konumlanan östaki borusunun tıkanmasına bağlı olarak meydana gelen kulak ağrısı, her yaştan insanı etkileyen ve özellikle çocuklarda sıkça rastlanan bir rahatsızlıktır. Kulak ağrısı kulağın kendisinden de kaynaklandığı öngörülüyor. Baş, boyun gibi bölgelerde yaşanan herhangi bir problemden de kaynaklanabilir. Kulak ağrısının yanı sıra, tıkanıklık ve az işitme gibi belirtiler de sıkça görülenler arasında.

Peki, kulak ağrısının nedenleri nelerdir?
Enfeksiyonlar
Orta kulak ve dış kulak enfeksiyonları olarak görülen kulak ağrısının en yaygın nedenleri arasında yer alıyor. Kulak zarının hemen arkasındaki orta kulağı geniz bölgesine bağlayan östaki borusunun tıkanması sonucu orta kulak iltihabı oluşabilir. Sigara dumanı, sinüzit, soğuk algınlığı, kalıtım ve alerji gibi faktörler tıkanıklığa yol açabilen sebepler arasındadır. Şişme, kızarıklık, hassasiyet, kaşıntı, ısınma, baş dönmesi, işitme kaybı ve akıntı, kulak enfeksiyonlarının başlıca belirtileri arasında yer alıyor. Kulakta oluşmamasına rağmen sinüs, diş ve boğaz enfeksiyonları da kulak ağrısına yol açan diğer enfeksiyonlar arasındadır.
Alerjiler
Vücut alerjik reaksiyon gösterdiğinde, başlıca belirtilerden biri de sinüs boşluğundaki aşırı mukus üretimidir. Sümüksü bir sıvı olan mukus, kulak zarına baskı yaparak ağrıya neden olabilir. Saman nezlesi, toz, polen ve hayvan alerjileri bu tip kulak ağrısına yol açabilir. Yiyecek ve böcek alerjilerinde ise kulak ağrısına pek rastlanmaz.
Basınç travması
Uçak seyahatleri sırasında yolcuların bazıları aniden ortaya çıkan şiddetli kulak ağrılarından şikâyet ederler. Havadayken basınç seviyesinde meydana gelen değişiklikler bu ağrıya neden olur. Sadece yükseklere çıkıldığında değil, su altına dalındığında da yine basınç farkıyla birlikte aniden bir kulak ağrısı ortaya çıkabilir. Bu duruma ‘barotravma’ yani, ‘basınç travması’ adı verilir. Sebebi ise kulağın, iç kulak ile dış kulak arasındaki basınç farkını eşitleyememesidir. Alerji ya da bölgesel bir iltihaplanma gibi nedenlerden ötürü östaki borusu tıkalıysa, hava iç ve dış kulak arasında rahatça hareket edemez ve bu nedenle kulak zarının iki yanındaki basınç seviyesinde farklılık olurken, bu basınç farkı kulak ağrısına hatta kulak zarının zedelenmesine neden olabilir.
Kulak zarının zarar görmesi
Kulak zarı yırtıldığında veya diğer bir deyişle delindiğinde belirtilerden biri de kulak ağrısıdır. Uzmanlar tarafından sıkça dile getirilen uyarılardan biri, kulağa yabancı cisimler sokulmamasıdır. Bu durum farkında olmadan kulak zarının delinmesine yol açabilir. Kulağı temizlemek için kullandığımız kulak çöpleri nazik bir şekilde kulağa sokulmalı, fazla ileri itilmemelidir. Kaşıntı ya da temizlik bahanesiyle kulak fazla kurcalanmamalıdır. Kulağa alınan güçlü bir darbe ya da silah sesi gibi yüksek bir ses de kulak zarına zarar verebilir. Kulak zarı genellikle 2 ay içerisinde kendi kendini iyileştirmektedir.
Kulak kiri
Biriken kulak kiri de kulak ağrısı nedenlerinden biridir. Ancak böyle bir durumda bile bu kiri kendi kendinize temizlemeye kalkışmak kötü sonuçlar doğurabilir. Kulak kirini daha dibe doğru itmeniz halinde kulak zarını zedeleyebilir, kulak kirini çözmek için damla kullanmanız gerekebilir. Ya da doktorunuz basit bir işlemle kulak kirini kulağınızdan çıkarabilir veya kulak yıkama yöntemi uygulayabilir.
Çene kemiği problemi
Az rastlanan nedenlerden biridir. Çene kemiğindeki sorunların kulak ağrısına yol açtığı bilinmektedir. Çene ve kafatasının birleştiği noktada, kireçlenme ya da sadece diş gıcırdatma nedeniyle ortaya çıkan bir sorun kulağa vurabilir.
Diş apsesi
Diş ya da diş etlerinde bakteriyel enfeksiyon nedeniyle oluşan iltihap yüzünden kulak ağrısı meydana gelebilir. Ancak bu durumda sadece kulağınızın değil dişinizin de ağrıması beklenir. Bu ağrının çözümü için kulak burun boğaz doktorundan çok bir dişçiye görünmek faydalı olacaktır.
Kulak kanalında egzama
Kulak içi gibi cildin yağlı bölgelerinde görülebilecek türde bir egzama, kulak ağrısına yol açacak şekilde kulak kanalını etkileyebilir. Etkilenen bölge tahriş olur, iltihaplanır ve kızarır. Bu belirtiler dışında deride pul pul dökülmeler görülebilir.

Kulak ağrısına ne iyi gelir?
Eğer çok sık ve şiddetli şekilde yaşadığınız bir sorun değilse, kulak ağrısına evde çözüm getirebilirsiniz.
Ansızın gelen kulak ağrısında ilk şoku atlattıktan sonra ilk önce oturur pozisyondaysanız, dik oturun.
Doktor önerisi olmadan kendi kendinize kulak damlası kullanmayın.
Esnemeye çalışın.
Bulunduğunuz ortamı havalandırın.
Kulak kepçenizi oynatın.
Ciklet çiğneyin.
Burnunuzu iki parmağınızın arasına sıkıştırın, önce derin nefes alın ve havayı genzinize doğru iterek üfleyin. Kafanızın içinden gelen açılma sesini duyun. Bu ses, basınç eşitlemesinin olduğunu gösterir ve kulak ağrısı da ortadan kalkar.
Isıtılmış bir havluyu kulağınıza koyun veya Saç kurutma makinası ile ısıtın.
Sıvı tüketin.
Kulağınıza yabancı bir cisim sokmayın. Temizliğini mümkünse kulak çöpü yerine, yumuşak ve ince dokulu bir kâğıt mendil parçasıyla yapın.
Yüzerken, duş alırken kulağınıza su kaçmamasına azami şekilde dikkat edin.
Soğuk ve ayaz olan havalarda dışarı çıkarken, yazın ise klima yakınlarında otururken kulaklarınızı şapka ve buna benzer bir koruyucuyla kapatın.
Sigara içmeyin, içilen ortamda durmayın.

 

 

 

KULAK AKINTISI

Kulak akıntısı nedir? Bebeklerde kulak akıntısı neden olur? Kulak akıntısının nedenleri ve tedavisi…
Herhangi bir enfeksiyon sonucunda ya da kulak zarı yırtılmasına bağlı olarak meydana gelebilen kulak akıntısı bazen berrak bir sıvı şeklinde bazen de koyu ve kokulu olabilir. Peki kulak akıntısı nedir? Bebeklerde kulak akıntısı neden olur? Kulak akıntısının nedenleri ve tedavisi hakkında merak edilenleri metnimizde bulabilirsiniz…

Sıklıkla bebeklerde ve çocuklarda görülen ancak her yaştan insanı etkileyen kulak akıntısı hakkında bilinmesi gereken tüm detaylar metnimizde… Kulak ağrısı, ateş, kulakta kaşıntı, kulak çınlaması, baş dönmesi ve duymada azalma gibi şikayetlerin eşlik ettiği kulak akıntısı nedir? Bebeklerde kulak akıntısı neden olur? Kulak akıntısının nedenleri ve tedavisi…
KULAK AKINTISI NEDİR?
Kulak akıntısı, aynı zamanda kulak iltihabı olarak da bilinir, kulaktan gelen herhangi bir sıvıdır. Çoğu zaman kulaklarınız kulak kirini boşaltır. Bu vücudun doğal olarak ürettiği bir yağdır. Ancak, yırtılan kulak zarı gibi diğer koşullar, kulağınızdan kan veya diğer sıvıların akmasına neden olabilir. Bu tür akıntı, kulağınızın yaralandığı veya enfekte olduğu ve tıbbi müdahale gerektirdiğinin bir işaretidir.
KULAK AKINTISININ NEDENLERİ
Çoğu durumda kulak akıntısı, kulakta oluşan kirin vücudun dışına çıkmasıdır. Bu son derece normal bir durumdur. Kulak akıntısına neden olabilecek diğer durumlar arasında enfeksiyonlar veya yaralanmalar sayılabilir. Belli başlı nedenlerden bazıları şunlardır:
– Orta kulak enfeksiyonu
Orta kulak enfeksiyonu (orta kulak iltihabı), kulaktan akıntıya neden olan yaygın bir nedendir. Orta kulak iltihabı, bakteriler veya virüsler orta kulağa doğru yol alırken, orta kulak arkasındaki kulak zarında ortaya çıkar. Orta kulak iltihabı, kulak zarının arkasında sıvı birikmesine neden olabilir. Çok fazla sıvı varsa, kulak zarında delinme riski vardır, bu da kulak akıntısına yol açabilir.
– Travma
Kulak kanalındaki bir travma da kulak akıntısına neden olabilir. Kulağınızı pamuklu çubukla temizlerken çok derine girdiğinizde ortaya çıkabilir. Uçak yolculuğunda veya tüplü dalış yaparken basınçtaki herhangi bir değişim de kulağınızda travma ile sonuçlanabilir. Bu durumlar ayrıca kulak zarınızın yırtılmasına neden olabilir. Akustik travma son derece yüksek sesler nedeniyle kulağa zarar verir. Akustik travma, kulak zarınızın yırtılmasına da neden olabilir. Ancak, bu travma açıklanan diğer nedenler kadar yaygın değildir.
– Kolesteatom
Kulak kiri veya kulaktaki ölü hücrelerinin orta kulağa geçerek buralarda birikmesidir. Aslında iyi huylu olan bu durum, çevre dokulara zarar verdiği için oldukça önemlidir. Kulak zarı hasarına bağlı olarak gelişen basınç farkı, kolesteatoma zemin hazırlayabilir. Benzer şekilde, östaki borusu sorunları da kolesteatoma neden olabilir.
– Yüzücü kulağı
Yüzücü kulağı olarak bilinen durum aslında bir dış kulak iltihabıdır. Suya uzun süre temas eden dış kulak yolu, mikroplara karşı daha savunmasız bir hal alarak bakteri ya da mantarlar tarafından enfekte edilir. Bu enfeksiyon kulakta akıntı ve ağrıya neden olur. Yaz sezonunda denize girenlerde kulak akıntısının en sık nedenidir.
– Daha az yaygın nedenler
Kulak akıntısı için daha az yaygın bir neden, malign otitis eksternadır. Kafatasının kıkırdağının ve kemiğin hasar görmesine neden olan yüzücü kulağının bir komplikasyonudur. Diğer nadir nedenler arasında, kafatasındaki kemiklerin herhangi birinde kırılma veya kulağınızın arkasındaki kemikte oluşan bir enfeksiyon olan mastoidit yer alır.
– Kanser
– Sedef hastalığı
– Polipler
– Mantar enfeksiyonu
BEBEKLERDE KULAK AKINTISININ NEDENLERİ
Bebeklerde kulak akıntısının en önemli nedeni kulakta oluşan enfeksiyonlardır. Diğer nedenler ise;
– Kulak kanalında oluşan travma
– Dış kulak kanalındaki bir madde (boncuk vb.)
– Boğaz iltihabı
– Kulağa su kaçması
– Kabakulak
– Diş çıkarma
– Uçakta hava basıncına maruz kalma
KULAK AKINTISI TEDAVİSİ
Kulak akıntısının tedavisi, altta yatan sebebin belirlenmesinden sonra yapılır. Bazı durumlarda tıbbi tedaviye ihtiyaç duyulmaz. Kulak akıntısında karşılaşılan en sık nedenler kulak iltihapları olduğundan, tedavi bu iltihabi durumu geçirmek için verilir. Enfeksiyona bağlı olarak meydana gelen kulak akıntısı, genellikle 1-2 hafta içinde kendiliğinden düzelir. Bu tip vakalarda ağrı kesiciler ve kulak damlaları kullanılır. Yüzücü kulağı olarak tanımlanan vakalarda ise enfeksiyonun yayılmasını önlemek için genellikle damla şeklinde antibiyotik tedavisi uygulanır. Şiddetli vakalarda oral antibiyotik de gerekli olabilir.
Travma sonucu oluşan kulak akıntılarında ise genellikle herhangi bir tedavi uygulanmadan iyileşme sağlanır. Ancak kulak zarında bir yırtılma meydana geldiyse bölgeye yama uygulanabilir. Bu yama, kulak zarınız iyileşirken deliği kapalı tutar. Ancak bu yamanın işe yaramadığı durumlarda cerrahi müdahale uygulanması söz konusu olabilir. Hastanın bir bölgesinden deri alınarak kulak tamir edilebilir.
BEBEKLERDE KULAK AKINTISI TEDAVİSİ
Eğer bebeğin kulağındaki akıntı ilk kez oluyorsa, sarı renkte ve kokuluysa mutlaka bir doktor tarafından görülmelidir. Çünkü kulak akıntıları ciddi bir soruna işaret edebilir. Kanlı bir akıntının olması halinde de bebek bir kulak burun boğaz ya da çocuk hekimi tarafından değerlendirilmelidir. Bebekte kulak iltihabı söz konusu ise hemen antibiyotik tedavisi uygulanır.

 

 

 

KULAK ÇINLAMASI
Kulak çınlaması neden olur? Kulak çınlaması hakkında bilgiler
Milyonlarca kişinin ortak sorunu olan kulak çınlaması neden olur? Kulak çınlaması nedir ve sebepleri nelerdir? Kulak çınlaması nasıl geçer? İşte kulak çınlaması hakkında bilmeniz gereken her şey…
Kulak çınlaması sürekli olarak hafif tiz bir ses, tıslama, vınlama ya da benzer sesler duyma olayıdır. Kulak çınlaması sırasında duyulan ses kesik kesik ya da süreklidir. Kulak çınlaması sesinin şiddeti değişiklik gösterebilir. Sessiz bir ortamda, özellikle yatmadan önce kulak çınlaması sorunu yaşamak uyku düzensizliğine sebep olabilir. Bazı durumlarda kulak çınlaması kalp ritmi ile eş zamanlı olarak duyulur.
Kulak çınlaması oldukça yaygın bir sorundur. Birçokları için son derece sinir bozucudur. Kulak çınlaması odaklanma ve uyku sorunlarını da beraberinde getirir. İş hayatına ve kişisel ilişkilere olumsuz etkileri olabilir ve psikolojik distrese sebep olabilir.
Kulak çınlaması genellikle işitme kaybı olarak yorumlansa da herhangi bir işitme kaybına yol açmaz ya da işitme kaybı kulak çınlamasının sebebi değildir. Kulak çınlaması yaşayan bazı kişiler en ufak sesi dahi çok gürültülüymüş gibi algılatan, sese karşı aşırı duyarlılık sorunu olan hiperakuziden muzdariptirler.
Kulak çınlamasının sebepleri hastalık ya da kulak tıkanması olabilir ve kulak çınlamasına sebep olan rahatsızlık tedavi edilmeden çınlama sorunu ortadan kalkmaz. Fakat bazı durumlarda tedavi de kulak çınlaması sorununu ortadan kaldırmak için yetersiz kalmaktadır. Böyle durumlarda geleneksel ya da alternatif tedavi yöntemlerine başvurulur.
Aşırı gürültüye maruz kalmak, kulak çınlamasına sebep olan en büyük faktördür. Kulak çınlaması sorunu yaşayan bireylerin yüzde 90’ı işitme kaybı yaşar. Gürültü, iç kulakta yer alan kokleadaki ses hassasiyeti olan hücrelere kalıcı zarar verir. Marangozlar, pilotlar, müzisyenler, sokak satıcıları, ve bahçıvanlar kulak çınlaması yaşaması muhtemel meslek gruplarıdır. Birden ani gürültüye maruz kalan bireylerde de kulak çınlaması görülebilir.
Bazı rahatsızlıklar da kulak çınlaması sorununa sebep olabilir. Bunlar;
– Kulakla ilgili sağlık sorunları ve iyi huylu tümörler,
– Aspirin ve bazı antibiyotikler, sakinleştirici, antidepresan, iltihap ve sıtma tedavisi için kullanılan ilaçlar,
– Doğal yaşlanma süreci,
– Bir iç kulak hastalığı olan Meniere,
– İç kulak sertleşmesi,
– Yüksek tansiyon, kalp damar rahatsızlığı, dolaşım sorunları, kansızlık, allerji, tiroid yetmezliği, otoimmün ve şeker hastalığı,
– Boyun ve çene sorunları,
– Baş ve boyun zedelenmesidir.
Alkol ve tütün ürünü kullanan, kafein içeren içecekleri ve belli başlı gıdaları tüketen kişilerde de kulak çınlaması sorunu yaşanır. Kulak çınlamasına sebep olan faktörün tam olarak ne olduğu bilinmese de araştırmacılar stres ve yorgunluğun kulak çınlaması sorununa yol açan en önemli faktörler olduğunu düşünüyor.

 

 

 

KULAK İLTİHABI
Kulak İltihabı Nedenleri ve Tedavisi
Dış kulak iltihaplanmaları, deniz ve havuz aktivitelerinin yoğunlukta olduğu yaz aylarında, sıklıkla dış kulak yoluyla temas eden havuz ya da deniz suyu içerisinde bulunan bakteriler nedeniyle artış göstermektedir. Özellikle havaların sıcak ve rutubetin fazla olduğu bölgelerde daha sık rastlanılan dış kulak iltihapları,bakteri ve virüslerin yanı sıra; mantarlar nedeniyle de oluşabilmekte ve hastada şiddetli ağrı, dış kulak yolu daralmasına bağlı olarak işitmede azalma, kulak akıntısı ve bazen de ateş ile kendini gösterebilmektedir. Erken dönemde tedavi edilmeyen dış kulak yolu iltihabı ise enfeksiyonun vücudun diğer bölgelerine yayılmasına yol açabilir.
Dış Kulak İltihabı Nedir?
Dış kulak yolu enfeksiyonu özellikle havuz ve denizden ya da kirli sulardan geçen “Psödomanas aeruginosa” ve benzeri bazı bakteriler, bazen de mantarlardır. Dış kulak enfeksiyonu kişilerde şiddetli kulak ağrısı, kulakta akıntı ve işitme azlığı, kaşıntı ve ileri durumlarda kulakta şişme ve kızarıklığa neden olur. Hasta bazen kulak ağrısından yemek bile yiyemez duruma gelir. Böyle bir durumda kulağı sudan ve nemden korumak gerekeceğinden, yaz tatiline veda etmek gerekebilir.
Dış Kulak İltihabı Risk Faktörleri
Dış kulak yolu enfeksiyonlarının oluşumunda, kişinin daha önce kulak sorunu yaşaması ve kulağına temas eden suyun kirli ve mikroplu olması da seviyesinin yüksek olması önemli faktörlerdir. Bu nedenle dış kulak iltihabı riski yüksek olan hastalar, daha önce dış kulak yolu problemleri yaşamış kişilerdir. Dış kulak iltihabı geçirmiş olan kişilerin, duş aldıkları sırada, denizde ya da havuzda kulaklarının suyla direkt temasını önlemeleri gerekir. Geçmişte kulakla ilgili bir sorunu olmayan kişilerin ise deniz ya da havuza girerken bu önlemleri alması şart değildir.
• Kontrol dışı kronik şeker hastalığı olanlar
• Organ nakli geçiren hastalar
• Kemoterapi veya radyoterapi alanlar
• Kronik hastalıkları ve beslenme bozuklukları olanlar
• AIDS hastaları
Özellikle bu gruptaki kişiler dış kulak iltihabına karşı çok dikkatli olmalıdır.

Dış Kulak İltihabının Nedenleri
Dış kulak yolu, sıcak ve nemli bir alandır. Bu durum da bakteri ve mantarların üremesini ve kolayca hastalık oluşmasına yol açabilmektedir. Genellikle yaz aylarında görülmekle birlikte yılın her mevsiminde görülebilen dış kulak yolu iltihabı, dış kulak yolunu döşeyen derinin ve kulak zarı dış yüzeyinin iltihabıdır. Orta kulak iltihabından farklıdır. Dış kulak yolu iltihabı diğer bir adıyla eksternal otit; enfeksiyon, alerjik veya dermatolojik nedenlerden kaynaklanabilmektedir. Ancak dış kulak yolu iltihaplarının en sık nedeni mantar veya bakteriyel enfeksiyonlardır.
Dış kulak iltihabına en çok neden olan mantar “Aspergillus niger”dir. Şiddetli kaşıntı, işitme azlığı ve ağrı ön plandadır. Muayenede, dış kulak yolunda beyaz renkli mantar hifleri veya siyah kremsi materyal izlenebilir. Tedavisinde kulağın su ve nemden korunması ve Kulak, Burun, Boğaz uzmanınca yapılacak temizlik sonrası çeşitli ilaçlarla pansuman ve mantar ilaçlarının kullanılmasıdır. Mantar enfeksiyonunda da sık sık pansumanların tekrarı gerekir. Aksi takdirde uzun süreli ve kronik vakalara yol açılmış olur.

Kulak kanalının sık sık kulak çöpü ile temizlenmesi, yabancı bir cismi kulağa kaşınma temizleme amacıyla sokmak koruyucu tabakayı ortadan kaldırabilir ve bu bölgedeki cilde hasar vererek daha kolay enfeksiyon geçirilmesine yol açabilmektedir. Yine sık aralıklarla duş alarak ya da havuzda yüzme sonucunda kulak yoluna fazla miktarda su girmesiyle kulak yolunun hemen girişindeki ter ve yağ bezlerinden salgılanan ve kulak kiri olarak bilinen koruyucu mumun yok edilmesine yol açabilir. Bu mumun yok edilmesi de, bakterilerin ve mantarların üremesini kolaylaşmaktadır.
Tüm bu nedenlerin dışında;
• Kirli sularda yüzmek,
• Kulağı kaşımak ve karıştırmak,
• Kulak içinde yabancı cisim olması,
• Alerji,
• Kulağın yıkanması da dış kulak yolunda iltihaba sebep olabilir.
Dış Kulak İltihabının Belirtileri
Dış kulak yolu iltihabı belirtileri kaşıntı, zonklayıcı tarzda ağrı, tıkanma, akıntı şeklindedir. Bu belirtilere kimi zaman ateş de eşlik edebilmektedir. Kulak ağrısı boyun ve göz çevresine yayılabilir. Çiğneme gibi kulağın hareket ettiği hareketler ve kulak yolunun hemen önündeki kıkırdak çıkıntıya bastırmak ağrının artmasına yol açabilir.
• Dış kulakta kaşıntının yanı sıra sarı, sarı-yeşil renkli ve kötü kokulu akıntı, iltihaplı veya kötü kokulu ağrı, tıkanıklık gibi semptomlar görülebilir,
• Kulak ve kulak yolunda kızarıklık ve şişlik olabilir.
• Kulak derisi pullu ve döküntülü görülebilir.
• Dış kulak yoluna dokunmak veya hareket ettirmek ağrıyı arttırır.
Bu tür belirtilerin görülmesi ile birlikte vakit kaybedilmeden doktora başvurmak gerekir.
Kulak Pamuğu Dış Kulak İltihabı Yapar Mı?
Dış kulak yolunda biriken ve dışarıya atılamayan kulak kiri de, rutubetli ortamla birleştiğinde dış kulak iltihabına yol açabilir. Öte yandan, bu tür kulak kirlerini temizlemek için yaygın olarak kullanılan kulak pamukları hem kir birikimini arttırarak hem de kulak yolunu tahriş ederek, enfeksiyonlara zemin hazırlar. Tahriş edilen bölgeye mikroplar kolaylıkla yerleştiğinden, temizlik için kulak pamukları önerilmemektedir. Kulak kirinin kendiliğinden atılamadığı durumlarda, kulak temizliği için uzmana başvurmak gerekir.
Dış Kulak İltihabı Tedavisi
Dış kulak yolu iltihaplarının tedavisi için doktora başvurmadan ezbere alınan ilaçlar, sorunun daha da şiddetlenmesine ve ileri dönemde işitme kaybına kadar varan durumlara neden olabilir. Bu nedenle; kulakta kir ya da mantar kitlesi varsa, uzman ellerde gerekli temizleme işlemi yapılmadan uygulanan ilaçların tedavi edici etkisinin olmayacağı bilinmeli, bir KBB uzmanının kararı ile ilaç kullanılmalıdır.
Dış kulak yolu iltihabında kulak yolu kırmızı, şiş ve akıntılı bir görünümde olur. Yapılan fiziksel muayene ile dış kulak yolu iltihabının direkt tanısı konulabilmektedir. Muayene sırasında varsa akıntı ya da iltihap temizlenmelidir. Dış kulak yolu iltihabı kişinin durumuna bağlı olarak kulak damlaları ve ilaçlarla tedavi edilebilmektedir. Ağrı çok fazlaysa ağrı kesici önerilebilir. Tedavi süresi boyunca kulağı sudan korumak gerekir. Tedavi başlandıktan sonra genellikle 3 gün içinde şikayetlerde azalma,10 gün içinde de tamamen iyileşme görülür. Dış kulak yolu iltihaplarına erken dönemde müdahale edilmesi daha az ağrı yaşanmasını sağlar ve enfeksiyonun diğer alanlara yayılmasını engeller.
Tedavi döneminde bunlara dikkat etmeyi unutmayın;
• İlacınızı kullandığınız süre boyunca kulaklarınızı kesinlikle kuru tutmaya çalışın.
• Duş yapmak yerine banyo yapmayı tercih edin. Saçlarınızı yıkarken suyun kulaklarınıza kaçmasını pamuk tıkayarak engellemeye çalışabilirsiniz.
• Kulak tıpası kullanmayın.
• Su sporlarından kaçının. Su sporlarına tekrar başlamadan önce doktorunuza danışın.
• Doktorunuzun önerdiği ilaçlar dışında kulaklarınıza bir ilaç damlatmayın.
• Kaşıma ve ovma, dış kulak iltihabını şiddetlendirebilir.
Kulak Damlası Nasıl Kullanılır?
Kulak damlası kullanırken mutlaka doktorunuzun belirttiği süre ve sıklıkta kullanmaya dikkat edilmelidir. Kulak damlası kulağa damlatılmadan önce avuç içinde ısıtılmalıdır. Isıtma ilacın damlatıldıktan sonra baş dönmesine neden olmasını engeller. Kulak memesi ileri geri hareket ettirilerek ilacın kulak yolunda ilerlemesi sağlanmalıdır.
Uzmana Danışmadan Evde Tedavi Tehlikeli Olabilir!
Dış kulak iltihaplarında doktora danışmadan asla antibiyotik kullanılmamalıdır. Eğer geçmeyen bir kulak ağrısı varsa doğru olan en kısa sürede doktora başvurmaktır. Yine dış kulak yolu iltihabını basit bir problem gibi bitkisel ürünler kullanarak evde tedavi sağlamak da doğru bir davranış değildir. Bitkisel ürünler gibi yanlış uygulamalar, dış kulak yolu iltihabını tedavi etmek yerine daha kötüye gitmesine de neden olabilir.
Dış Kulak İltihabından Korunmak İçin…
Özellikle yaz aylarında dış kulak iltihapları riskini en aza indirmek için ilk önlem, kullanılan yüzme havuzlarının temizliğine gösterilen özendir. Öte yandan, kulak geçmişte herhangi bir enfeksiyona maruz kalmışsa veya kulağın kendisinde bir hasar tespit edilmişse, dış kulak enfeksiyonlarını önlemek için kulak tıkaçları kullanılmalıdır. Dış kulak iltihabı olan kişiler, tedaviden olumlu sonuç almak ve daha ciddi rahatsızlıklardan korunmak için;
• Yüzerken kulaklar korunmalı,
• Havuz veya denizin temiz olduğundan emin olunmalı,
• Kulakta şiddetli ağrı var ise ve kulak tıkacı kullanılamıyorsa, havuz ve deniz aktivitelerine bir süreliğine ara verilmelidir.
• Kulağı, neme maruz bırakma sonrası kulağı kurulamak (yumuşak pamukla)
• Kulakları kaşımamak, kulak temizleme çubuğunu ya da diğer nesneleri kulağa sokmamak
2-3 damla sirke işe yarayabilir
Dış kulak yolunda kaşıntı ve hafif derinden gelen ağrıların başladığı ilk günlerde tedavi çok kolay olabilmektedir. Dış kulak yolunun kurumasını sağlamak ve dış kulak yolunun asit düzeyini artırmaya başvurulmaktadır. Kulak zarında herhangi bir delik yoksa dış kulak yoluna 2-3 damla sirke damlatılması işe yaramaktadır. Bu yeterli olmadığı takdirde veya ağrılar artarak devam ediyorsa en kısa sürede bir uzmana başvurmak çok önemlidir.

 

 

 

KULAK KİRİ (BUŞON)
Kulak kiri (buşon) nedir? Kulak kiri neden olur? Kulak kiri nasıl temizlenir?
Kulağın düzgün çalışabilmesi açısından oldukça önemli bir rolü olan kulak kiri hakkında merak ettiğiniz tüm soruların cevaplarını detayları ile bulabilirsiniz… Kulak kiri (buşon) nedir? Kulak kiri neden olur? Kulak kiri nasıl temizlenir? Kulak kiri belirtileri…

Halk arasında kulak kiri olarak bilinen, aslında kulağın kirli olduğu gibi yanlış bilinen inanışın aksine kulaklarımızın temiz kalabilmesini sağlayan kulak kiri nedir? Kulak kiri neden olur? Kulak kiri nasıl temizlenir? Kulak kiri belirtileri ve daha fazlası haberimizde…
KULAK KİRİ NEDİR?
Kulak kiri (tıptaki adıyla serumen buşon) vücudumuz tarafından üretilen doğal bir salgıdır. Bu salgının görevi toz gibi yabancı maddeleri tutarak kulak kanalının sonunda yer alan kulak zarını korumaktır. Kulak yolunda yabancı maddeleri tutan bu salgının birikmesine buşon halk arasındaki adı ile kulak kiri denilmektedir. Buşon aslında kir değildir. Kulak kiri olmadan, kulak kanalı, kulaklarınızı tahriş edebilecek ve enfekte edebilecek enfeksiyonlara daha duyarlıdır.
Normalde, kulak kanalı cildinin içten dışa doğru göç hareketi ve çene hareketleriyle çok küçük parçalar halinde dışa doğru atılan buşon her insanda vardır ve hiç bir sorun oluşturmaz. Doğal seyreden ve kendi kendini temizleyen kulak kiri için hiçbir temizlik işlemi ve müdahale de gerekmez.

KULAK KİRİ NEDEN OLUR?
Kulak kiri, cerumen salgısının içten topladığı deri döküntüleri ve dıştan giren toz ve diğer partikülleri tutarak olduğu yerde birikmesi ve zamanla sertleşmesi sonucunda oluşmaktadır.
KULAK KİRİ BELİRTİLERİ
– Kulak ağrısı, kulakta dolgunluk ve kulakta tıkanıklık hissi
– Kısmi veya giderek artan işitme azlığı
– Kulakta bir zil veya uğultu olan kulak çınlaması
Aşağıdaki enfeksiyon belirtileriyle karşılaşırsanız doktorunuza başvurun:
– Kulağınızda şiddetli ağrı
– Ateş
– Kalıcı işitme kaybı
– Kulak kaşıntısı, kulaktan kötü koku gelmesi ve koyu renkli kulak akıntısı
– Baş dönmesi
– Kuru öksürük
KULAK KİRİ NASIL TEMİZLENİR?
Kulak temizliği, dış kulağın bir bezle silinmesi şeklinde yapılmalı; dış kulak yolunda pamuklu çubuklar da dâhil hiçbir yabancı cisim kullanılmamalıdır. Buşon tedavisinde kullanılan yöntemler şöyledir:
– Kulak lavajı (su ile yıkama)
– Küret ile kulak kirinin çıkartılması
– Damlalar kullanılarak kulak kirinin yumuşatılması ardından aspirasyonu (vakumlanması)
Kulak kiri temizliği, öncesinde yumuşatıcı yağ bazlı solüsyonlar (gliserin) ya da hidrojen peroksid (oksijenli su) uygulanması ile daha rahat yapılabilmektedir. Kulak zarı delinmesi, kulak zarı çökmesi, kulak zarına tüp uygulanmış hastalar, kontrolsüz diyabet ve bağışıklık yetmezliği olan hastaların kulak kiri temizliğine özellikle özen gösterilmeli ve mutlaka Kulak Burun Boğaz hastalıkları uzmanı tarafından yapılmalıdır.

 

 

KULUNÇ
Kulunç nedir, neden olur? Kulunç ağrısı nerelere vurur? Kulunç belirtileri ve tedavisi…
Hemen her yaş grubunda özellikle gençlerde daha sık rastlanan bir durumdur. Masa başında uzun saatler boyunca hareketsiz oturanlarda ve stresli ortamlarda çalışanlarda görülen kulunç nedir, neden olur? Kulunç ağrısı nerelere vurur? Kulunç belirtileri ve tedavisi ile ilgili bilinmesi gerekenleri sizler için derledik…

Tıp dilinde fibrositis denen kulunç, oldukça sık karşılaşılan bir durumdur. Genellikle boyun ve sırt ağrısı olarak yaygın olarak görülür. Kasın olduğu her yerde rastlanan kulunç ile ilgili merak edilenleri haberimizde tüm detayları ile bulabilirsiniz… Kulunç nedir, neden olur? Kulunç ağrısı nerelere vurur? Kulunç belirtileri ve tedavisi…
KULUNÇ NEDİR?
Kulunç, adele içinde sert düğümcükler (nodüller) ve şeritlerdir. Aslında gerilim sonucu kasılmış kasların gevşememesi olarak da adlandırılır. Genellikle kol, bacak ve gövdede sebebi tam açıklanamayan bu ağrılı durum, sıklıkla boyun ve sırt bölgesinde oluşur. Kuluncun ağrı dışında hiçbir tehlikesi ve zararı yoktur, basit yöntemlerle giderilebilir.
Sırtta, boyunda, omuzda ve diğer yerlerdeki kulunç ağrısının en önemli özelliği bir tetik noktasının olmasıdır. Bu bölgede oldukça ağrılı olmasına rağmen hafif egzersizler yapılarak ağrı azaltılabilir. Unutulmaması gereken en önemli nokta; hareketsizliğin ağrıyı daha da tetikleyeceğidir. Bu nedenle kulunçlu bölge hafif hareketlerle yumuşatıldığında uygun egzersiz, masaj ve tedavilerle geçen bir rahatsızlıktır.

KULUNÇ BELİRTİLERİ
– Eklemlerde tutulma
– Boyun, sırt ve omuz ağrıları
– Nefes alırken batma hissi
– Yorgunluk ve halsizlik
– Ağrı kesicilerin etki göstermemesi
– Kaslarda karıncalanma, batma ve uyuşma
– Sırt bölgesinden kola doğru ağrı ve uyuşma
– Kaslarda şiddetli ağrı
– Ağrı nedeniyle uyku problemleri
KULUNÇ NEDEN OLUR?
Kulunç yaş gözetmeksizin görülen bir rahatsızlıktır. Boyun, sırt ve omuz bölgesinin kötü kullanımından ortaya çıkmaktadır. Kulunç her meslek grubunda görülebilir. Kulunç oluşumuna neden olan diğer etkenler şunlardır:
– Kaslara aşırı yüklenme
– Psikolojik sebepler (Aşırı gerginlik ve kasılma)
– Yanlış oturma pozisyonları
– Omur arası problemler
– Hareketsiz yaşam tarzı
– Soğuk algınlığı ve rüzgarda kalmak

KULUNÇ AĞRISI NERELERE VURUR?

Kulunç ağrısı, tetik nokta denen bazı bölgelerde daha fazla duyulur. Tetik noktaya basmakla ağrı artar. Hareketsizlikle de ağrı artar. Hafif egzersizle ağrı azalır, ağır egzersizle artar. Kuluncun ağrı dışında hiçbir tehlikesi ve zararı yoktur.
KULUNÇ TEDAVİSİ
Kulunç ağrıları uzun sürmesi durumunda kronik bir rahatsızlık durumuna dönüşebilir. Psikolojik nedenler kulunç rahatsızlığını tetikleyebilir ve hastalığın devam etmesine sebep olabilir. Bu tarz sorunlar iyileşme sürecini uzatabilir.
Ağrının geçmesi için halk arasında bilinen kulunç kırmak tabirinin tıp literatüründe yeri bulunmamaktadır. Gergin kaslar ve gergin bantların sert bir şekilde masaj yapılarak yumuşatılmaya çalışılmasına kulunç kırmak denilmektedir. Fakat bu çok sert masajlar hastaya zarar verebilme ihtimalinden dolayı, oldukça dikkatli bir şekilde ve uzman bir doktor tarafından uygulanmalıdır. Aksi taktirde istenmeyen durumlara sebep olabilir.
Kulunç kasılmalarını geçirmenin bir diğer yöntemi ise sıcak kompres uygulamalarıdır. Sıcak havlu ve sıcak su torbaları ağrılı bölgeye uygulandığında etkili sonuçlar alınabilir.
Gevşeme hareketleri, egzersiz ve stres ortamlarından uzak durmak kulunç ağrılarının hafiflemesini sağlar. Bazı etkili olabilecek tedavi yöntemleri şunlardır:
– Soğuk ve sıcak uygulamalar
– Masaj
– Fizik tedavi
– Kuru iğne tedavisi
– Şok dalga tedavi uygulamaları
– Gerilme ve gevşeme egzersizleri

 

 

 

KURDEŞEN (ÜRTİKER)

Yaşamı boyunca her dört kişiden biri en az bir kez kurdeşen (ürtiker) geçirmiştir. Genel olarak alerjik reaksiyona bağlı olarak görülen kurdeşen nedir? Kurdeşen nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında her şey haberimizde…
KURDEŞEN (ÜRTİKER) NEDİR?
Kurdeşen, bazen bir alerjen tarafından tetiklenen kırmızı, kabarık, kaşıntılı bir deri döküntüsüdür. Kurdeşen, vücut bir alerjene tepki gösterdiğinde oluşur ve histamini ve diğer kimyasalları deri yüzeyinin altından serbest bırakır. Histamin ve kimyasallar deri altında inflamasyona ve sıvı birikmesine bu da ve bu da kurdeşene neden olur.
KURDEŞENİN NEDENLERİ
Kurdeşene neden olabilecek çok sayıda etken vardır. Soğuk hava, güneş ışınları, stres, çeşitli ilaçlar, kimyasal madde içeren besinler hastalığı tetikleyen en genel nedenlerdir. Bu etkenlerden kolayca etkilenen alerjik bünye de hastalığın nedenlerinden biri olarak kabul edilebilir. Bunun dışındaki nedenler hastalığın çeşidine göre farklılık gösterebilmektedir.
KURDEŞEN HASTALIĞININ ÇEŞİTLERİ
Akut Kurdeşen: Hastalığın bu türü en fazla 6 hafta kadar devam etmektedir. Akut kurdeşenin en önemli nedenleri gıda, ilaç ve enfeksiyonlardır. Özellikle balık, yumurta, çilek, çikolata, süt, soya gibi alerjik ihtimali yüksek gıdalar akut kurdeşeni tetikleyebilir. Hastalığın bu türüne böcek sokmaları, çeşitli iç hastalıklar da neden olabilmektedir.
Kronik Kurdeşen: Kronik kurdeşen, akuttan farklı olmak üzere 6 haftadan daha uzun sürebilmektedir. Hastalığın nedenleri akut kurdeşen ile hemen hemen aynıdır. Ancak kronik kurdeşene ayrıca hormonal hastalıklar, otoimmünite, güneş ve sıcak da neden olabilmektedir.
Dermatolojik Kurdeşen: Cildin sert hareketlere maruz kalması neticesinde oluşur. Derinin sert ve sıkı bir şekilde kaşınması, deri üzerinde çizik oluşması hastalığa neden olabilir.
Fiziksel Kurdeşen: Hastalığın bu türünde cildin doğrudan etkilenmesi söz konusudur. Aşırı sıcağa ya da soğuğa maruz kalmak, yanlış saatlerde güneş ışınlarını almak, basınç ve terleme gibi birçok nedenden fiziksel kurdeşen oluşabilir. Etkene maruz kaldıktan yaklaşık bir saat sonra hastalık belirtileri görülmeye başlanır.
Genetik Kurdeşen: Aile aracılığıyla yayılma gösteren bu türde aile bireyinden birinde kurdeşen görülmüşse genetik olarak diğer aile bireylerinde de risk vardır. Bu tür kurdeşende ağrı ve şişlik söz konusudur.
KURDEŞEN BELİRTİLERİ
Akut yani geçici kurdeşen ve belirtileri birkaç gün ya da birkaç hafta içerisinde kendiliğinden geçer ancak kronik kurdeşende;
– Vücudun her yerinde ten rengi ya da kırmızı renkte kabarcıklar
– Kronik kurdeşene sebep olan faktörle paralel ilerleyen ve çeşitli şekillerde oluşan şişlikler
– Sürekli kaşınma isteği
– Dudaklarda, göz kapaklarında ya da yutakta ağrıya neden olan şişme belirtileri gözlemlenir.
Bu semptomlar, kronik kurdeşene neden olan faktör ortadan kaldırılmadığı sürece haftalarca, aylarca hatta yıllarca görülebilir.
KURDEŞEN TETİKLİYECİLERİ NELERDİR?
– Bazı yiyecekler (özellikle fıstık, yumurta, fındık ve kabuklu deniz ürünleri)
– Antibiyotikler (özellikle penisilin ve sülfa), aspirin ve ibuprofen gibi ilaçlar
– Böcek ısırıkları ve sokmaları
– Basınç, soğuk, ısı, egzersiz veya güneşe maruz kalma gibi fiziksel uyarılar
– Lateks
– Kan nakilleri
– İdrar yolu enfeksiyonları ve strep boğazını içeren bakteriyel enfeksiyonlar
– Soğuk algınlığı, enfeksiyöz mononükleoz ve hepatit gibi viral enfeksiyonlar
– Evde beslenen hayvanlar
– Polenler
– Isırgan otu, zehirli sarmaşık ve zehirli meşe gibi bazı bitkiler
– Toz akarları
– Bağırsak parazitleri
– Aşırı sıcaklıklar veya sıcaklıktaki değişiklikler
– Bazı kimyasallar
– Tiroid veya lupus gibi kronik hastalıklar
KURDEŞEN TEDAVİSİ
Akut ürtiker tedavisi, birkaç hafta boyunca düzenli olarak alınan sedatif olmayan antihistaminikler içerir. Setirizin veya feksofenadin gibi antihistaminikler, histaminlerin etkilerini bloke ederek ve döküntüleri azaltarak kaşıntıyı durdurmaya yardımcı olur.
Çeşitli antihistaminikler, eczanelerden reçetesiz olarak satın alınabilir.
Bazı antihistaminikler, özellikle de kullanıcı alkol tüketiyorsa, uyuşukluğa neden olur. Bazı doktorlar tarafından reçete edilmediği sürece hamilelik sırasında uygun değildir.
Anjioödem olan hastaların bir alerji uzmanı, bir immünolog veya bir dermatoloğa görünmesi gerekebilir. Anjiyoödem potansiyel olarak ciddi solunum güçlüklerine neden olabilir. Dilde veya dudaklarda şişme varsa veya nefes almak zorlaşırsa, doktor acil durumlarda bir epinefrin oto-enjektörü, örneğin EpiPen reçete edebilir. Mümkünse hastalar bilinen tetikleyicileri önlemelidir.
Kronik ürtiker tedavisi akut ürtikerden farklıdır. Kronik ürtiker uzun süreli rahatsızlığa ve bazen komplikasyonlara neden olabilir. Antibiyotikler, örneğin, Dapsone, kızarıklığı ve şişmeyi azaltabilir. Omalizumab veya Xolair, alerjik yanıtlarda rol oynayan immünoglobin E’yi bloke eden enjekte edilebilir bir ilaçtır. Şiddetli semptomları olanların bir uzmanı görmesi gerekebilir.
Akupunktur, kurdeşenin semptomlarını hafifletmede yardımcı olabilir.
Kronik kurdeşen ciddi rahatsızlıklara, sıkıntılara ve muhtemelen depresyona yol açabilir. Stres de kurdeşeni kötüleştirebilir, kısır bir döngü yaratır. Depresyon belirtileri yaşayan hastalar mutlaka bir doktora görünüp konuşmalıdır.

 

 

 

KUŞ GRİBİ

Kuş Gribi belirtileri ve tedavisi nasıldır?
Kuş Gribi (H5N1) virüslerinin birçok gelişmekte olan ülkede kanatlı hayvan endüstrisine büyük bir zarar verdiği ve bunun hem doğrudan hem de dolaylı olarak, hem ekonomik hem de sosyal refahı etkilediği doğrudur. H5N1 virüsünün insanlarda yayılması nedeniyle yaban hayatı ve ekolojisi üzerindeki potansiyel etkisi daha az dikkat çekmiştir.

Kuş Gribi Neden Önemlidir?
Kuş gribi virüsü, pandemik (aynı anda birçok ülkede gözlenen salgın) grip virüsünden köken alır. Son derece patojenik (hastalığa neden olan) kuş gribi virüsünün alt tipi H5N1dünya genelindeki tüm kümes hayvanlarında çok yaygındır. İnsanları ve diğer memelileri, genellikle ölümcül sonuçlarla enfekte etmek için türlü engelleri aşarak evrim geçirmeye devam ediyor. Bu nedenle, H5N1 virüsü potansiyel bir pandemik tehdit olarak haklı olarak dikkat çekmiştir. Bu H5N1 pandemisi ile ilgili özel endişenin gerekçesi kaçınılmazlığı değil, potansiyel şiddetidir. H5N1 pandemi, düşük olasılıklı fakat insan sağlığı üzerinde yüksek riskli olması nedeniyle halk sağlığı için bir sorun teşkil eden bir olaydır.
Kuş Gribi Nasıl Bulaşır, Belirtileri Nelerdir?
Kuş gribine yakalanan insanların çoğu, enfekte olmuş kuşlarla veya kuşların tükürük, mukus veya pisliği bulaşmış yüzeyler ile yakın temas halindedir. Ayrıca, virüs içeren damlacıkların veya tozların solunmasıyla elde etmek de mümkündür. Nadiren, virüsün bir insandan diğerine yayıldığı kaydedilmiştir. İyi pişirilmemiş kümes hayvanları veya yumurtalarını yiyerek kuş gribine yakalanmak da mümkün olabilir.
Genelde kuş gribinin belirtileri mevsimsel gribe benzer bunlar; yüksek ateş, öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı veya burun tıkanıklığı, kas veya vücut ağrıları, yorgunluk, baş ağrısı, göz kızarıklığı, solunumda zorluk şeklindedir.
Kuş Gribinin Tedavisi
Bazı durumlarda Kuş Gribi ciddi komplikasyonlara ve ölüme neden olabilir. Bazı insanlar daha yüksek risk altındadır. Bunlar arasında hamile kadınlar, zayıflamış bağışıklık sistemi olan kişiler ve 65 yaş üstü yaşlılar bulunur. Antiviral ilaçlarla tedavi, hastalığı daha az şiddetli hale getirebilir. Ayrıca, maruz kalan kişilerdeki gribin önlenmesine de yardımcı olabilir. Şu anda halka açık bir aşı bulunmamaktadır. Hükümetin bir tür H5N1 kuş gribi virüsü için aşı kaynağı vardır ancak sadece insandan insana kolaylıkla yayılan bir salgın haline dönerse dağıtılacağı belirtilmiştir.

Kuş Gribinden Korunma
Özellikle yüksek risk altındaysanız kümes hayvanlarıyla doğrudan temastan kaçınmalısınız. Tüm kümes hayvanlarını ve yumurtalarını çok iyi pişirmeli, çiğ etini dahi tuttuktan sonra ellerinizi ve tırnak içlerinizi titizlikle dezenfekte etmelisiniz. Bağışıklık sisteminizi güçlü tutmak için beslenmenize dikkat etmelisiniz. Yurt dışına çıkarken gideceğiniz ülkede kuş gribi vakaları yaşanıp yaşanmadığını araştırmanızın ve döndüğünüzde herhangi bir belirti yaşamasanız da gerekli kontrolleri yapmanızın faydalı olacağını unutmayın. Ayrıca doğada olağan dışı kuş ölümleri görürseniz hemen ilgililere haber vermelisiniz, ölü bir kanatlıyı bertaraf etmeniz gerektiğinde çıplak elle tutmak yerine mümkünse eldiven kullanarak bir poşet içerisine koyup ağzını sıkıca kapatarak çöpe atabilir ya da gömebilirsiniz.

 

 

 

 

KUŞPALAZI (DİFTERİ)

Difteri (Kuşpalazı) hastalığı nedir? Difteri hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Çocuk hastalıklarının en önemlilerinden biri olan difteri, halk arasında bilinen kuşpalazı hakkında merak edilenler… Difteri nedir? Difteri nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

Genellikle 2 ile 5 yaş aralığındaki çocuklarda görülen ve bulaşıcı bir hastalık olan Difteri nedir? Difteri hastalığının nedenleri, belirtileri ve tedavisi ile ilgili tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
DİFTERİ (KUŞPALAZI) NEDİR?
“Kuşpalazı hastalığı” olarak da bilinen difteri hastalığı; solunum difterisi olarak boğazlarda veya burun bölgesinde ortaya çıktığı gibi deri difterisi olarak cildimizde de ortaya çıkabilen bir hastalık çeşididir. Corynebacterium diphtheriae adlı mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve deriye yerleşmesiyle ortaya çıkan ciddi sonuçlara, ölümlere yol açabilen bir hastalıktır. Kişiler hastalığı geçirseler bile vücut tam koruyucu cevap oluşturmadığı için tekrar hastalanma riskleri mevcuttur. Bu nedenle sadece sağlıklı kişilerin değil hastaların da hastalık sonrasında aşılanmaları mutlaka gerekmektedir.

DİFTERİ NASIL BULAŞIR?
Enfeksiyonun bulaşmasında hastalar ve taşıyıcılar rol oynamaktadır. Hasta bireyler bakteriyi, öksürürken, hapşırırken ya da konuşurken oluşturdukları damlacıklar aracılığı ile doğrudan ya da sekresyonları ile kirlenmiş eşyaları ile dolaylı olarak çevreye yayabilirler. Bazı kişiler solunum yollarında bu hastalık etkenini herhangi bir belirti göstermeden taşıyabilirler. Bu kişiler de hastalar gibi bakterinin bulaşmasında risk yaratırlar. Difteri etkeni ile karşılaşmamış veya aşılanmamış kişiler her yaşta hastalığa yakalanabilirler.
Tedavi edilmemiş hastalar genellikle 2-3 hafta boyunca bulaştırıcı (infeksiyöz) olurlar ve bulaştırıcılık genellikle antibiyotik tedavisi başlandıktan sonraki 24 saat içinde sona erer. Antibiyotik verilmezse nadiren 4 haftayı da geçebilir.

DİFTERİ BELİRTİLERİ
– Boyunun iki tarafında şişlik
– Cilt rengindeki solukluk ve dudaklarda morluk
– Kusma
– Karın ağrısı
– Yutkunmada zorluk
– Solunum zorluğu
– Damak şişmesi
– Boğuk ses veya kısık ses
– Kalp ritminde artış
DİFTERİ TEDAVİSİ
Difteri tedavisinde kişiler, diğer hasta ve sağlıklı kişilerden ayrılarak önce boğaz kültürleri ve tetkik için kanları alınır sonra antitoksin ve antibiyotik tedavisi başlanır. Hastalar hastalığı geçirse bile hastaneden çıkmadan önce muhakkak aşı uygulanır ve aşı her 10 yılda bir tekrarlanmalıdır.
Yetişkinlerde uygun aralıklarla yapılmış 3 doz veya bebeklerde karma aşı içinde yapılan 4 doz difteri aşısı ile % 95’ten fazla koruyuculuk sağlanır. Difteri aşısının klinik etkinliği %97 olarak tahmin edilmektedir.
Ayrıca, aşı veya aşı içeriklerine karşı ciddi alerjik reaksiyon (anaflaksi) öyküsü olanlara tekrar difteri aşısı yapılmamalıdır. Orta veya ağır akut hastalığı olanlarda aşı ertelenmelidir. Ancak hafif hastalıkta aşı yapılabilir. Bağışıklık sistemi baskılanmış olanlar ve gebeler difteri aşısı olabilirler.
Bunun dışında eğer sorun boğaz bölgesindeyse dışarıdan bu bölgeye ıslak bezler koymak, sürekli yatmasını dinlenmesini ve konuşmamasını sağlamak da tedavi süreci için gerekli olan durumlardandır. Ayrıca tedavi olumlu şekilde sonuçlanana kadar hastalarının çocuk yaştakilerin de yetişkinlerinin de beslenme düzenine çok çok dikkat etmesi gerekmektedir. Bol bol ağır kıvamlı olmayan az malzemeli hafif çorbalar, limonata, doğal meyve suları, komposto ve hafif sulu yemekler yenilmelidir.

 

 

 

 

LAZER EPİLASYON UYGULAMASI

Lazer Epilasyon Vücudumuzda istenmeyen tüylerden kurtulmanın en hızlı en ağrısız ve bilimsel yoludur.
Lazer Epilasyonda kullanılan lazer ışığının dalga boyu kıl ve kıl kökünde bulunan deriye rengini veren Melanin ile ışığın etkileşimidir. Lazer ışını bildiğimiz ışıktan farklı olarak ışığın tek dalga boyunda düz bir demet halinde yayılmasıdır. Lazer ışını dokunun üzerine düştüğünde tüm enerjisini çarptığı yere bırakarak ısınmaya neden olur. Böylelikle kıl kökünü tahrip eder. Birbirini izleyen birkaç seans sonunda uygulama yapılan bölge tüylerden arınır.
Tüyün bir kaç gelişme evresi vardır. Anagen dediğimiz aktif evresinde yapılan lazer kıl köklerini etkilemektedir. Kıl evrelerinin önceden bilinmediğinden Lazer epilasyon uygulama esnasında ana gen evresindeki tüyleri yok eder. Dolayısıyla tologen yani pasif kökler aktif hale geldiklerinde uygulama yapılabilmektedir. Lazer epilasyonda artan seans sayıları bu evrelere bağlı olarak yapılır. Kalıcı çözüm için birkaç seans tekrarlanır. Kılların kalınlığı ve yoğunluğu kişiden kişiye değiştiği için kesin bir seans sayısı vermek mümkün değildir. Lazer epilasyon ürettiği enerji bir dalga boyu ışıktan cilden zarar vermeden geçerek kıl köküne ulaşan bu ışık vücutta herhangi bir ışık bırakmaz.
Lazer Epilasyon uygulamasının güvenirlirliği ve tesiri Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA ( Food And Association) tarafından 1997 yılında onaylanmıştır.
LAZER EPİLASYON ÖNCESİ DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN DURUMLAR
Lazer Epilasyon uygulama öncesi 3 hafta önceden ağda cımbız kıl dökücü kıl kökünü etkileyen metodlar kullanılmamalıdır.
Lazer Epilasyon uygulamasından 2 hafta önceden güneşe çıkılmaması gerekmektedir.
Solaryuma girilmemiş olması gerekir.
Otobronz v.b renklendiriciler kullanılmamalıdır.
LAZER EPİLASYON SONRASI DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN DURUMLAR
Lazer Epilasyon uygulaması sonrasında hafif kabarıklık ve kızarıklık oluşabilir. Cilt hassasiyetine bağlı olarak birkaç saat içinde geçicektir.
Lazer Epilasyon uygulama sonrasında 1 hafta güneşe maruz kalınmaması gerekmektedir.
Güneşe çıkılacak ise yüksek koruma faktörlü güneş koruyucuları kullanılmalıdır.

Uygulama Alanları:
* Lazer Epilasyon
* Fotorejuvenasyon
* 4 mm ye kadar kalınlığı olan mavi derin damarlar
* Talenjekteziler
* Nevus Flammeus
* Cherry hemanjiomlar
* İnce Yüzeyel kılcal damarlar
* Örümcek damarlar
* Akne sivilceleri.
* Ablatif uygulamalar (melazma, santalazma)
* Akne skarları
* Ufak keloidler
* Seboreik keratozlar
* Güneş lekeleri
* Benin lezyonlar
* Cilt soyma
* Cilt yenileme (smooth mod)

 

 

LAZER EPİLASYON SONRASI BAKIM

1- İşlem sonrası işlem yerlerinde hafif bir kızarıklık, kabarıklık va kaşıntı olabilir. İşlemden sonra uyguladığımız kremler sizin rahatlığınızı sağlayacaktır ancak işlem bölgelerini kaşımamalı ve travmatize etmemelisiniz.
2- İşlem sonrası ilk günlerde daha sık olmak üzere ortalama iki kez işlem bölgelerinize size reçete edilen nemlendirici kremi özenle kullanınız.
3- İşlem yapılan bölgelerinizi güneş ışınlarınızdan özenle koruyun. Yüzünüz başta olmak üzere, kıyafetlerinizin örtmediği koltuk altı, kol, bikini bölgesi ve bacaklarınıza uygun faktörlü güneş koruyucunuzu yazın 4 saatte bir tekrarlamak üzere sürün. Kış aylarında da güneşten korunmaya devam etmelisiniz.
4- Epilasyon yapılan bölgelerinde yaklaşık 24 saat deodorant, parfüm ve alkollü temizleme ürünleri kullanmayınız.
5- İşlemden en az sekiz saat sonra ılık su ve cildinizi tahriş etmeyecek türden (bebek şampuanı vb) şampuanlar kullanarak duş alabilirsiniz.
6- Cilt bakımı, peeling, kese yapımı, sıcak küvette banyo, hamam, sauna vb. cildinizde tahriş yapabilecek işlemler epilasyon sonrası yaklaşık 3-5 gün ertelenmelidir.
7- Epilasyon işleminden ortalama üç hafta sonrasına kadar, plajda ya da solaryuma girerek bronzlaşmak yasaktır.
8- İşlem sonrası ortalama 15-20. günler arasında kontrole çağrılacak ve epilasyon uygulanan bölgeye görede seans tarihiniz size belirtilecektir. Seans aralıkları ortalama olarak; yüz bölgesi için 1,5 ay, koltuk altı, kollar, genital bölge, bacaklar için de 2 aydır.
9- Seans aralıkları kişinin hormonal, fizyolojik ve genetik yapısından etkilenen kıl kalitesine göre ortalama 3.seanstan sonra uzayarak devam eder.Epilasyondaki seans aralıkları ve sayıları kişiler arasında farklılık gösterbilir.
10- Seans aralarında çıkan tüyleriniz için sadece jiletle temizlik yapabilirsiniz. Ağda, cımbız, ip kullanımı uygun değildir.
11- Lazer epilasyon işleminde enderde olsa geçici, bazende kalıcı olabilecek bazı komplikasyonlar vardır (eritem-ödem, purpura, kabarcık, erezyon, hipopigmentasyon, hiperpigmentasyon, atrofik sikatriks, hipertrofik sikatriks)

 

 

LEJYONER HASTALIĞI (KLİMA HASTALIĞI)

Lejyoner Hastalığı, Legionellaceae ailesinden L. Pneumophilia adlı bakterinin neden olduğu pnömoni yani zatürre hastalığı olarak tanımlanır.
Hastalığa neden olan bakteri 1977 yılında Philadelphia’da Lejyonerlerin toplantısı sırasında ortaya çıkan salgınla birlikte ortaya konulmuş ve bu nedenle Legionella adı verilmiştir.
Bakteri nemli ortamlarda ve akarsu ya da göllerde yaşar ve bu ortamlarda uzun süre canlılığını koruyabilir. Bakteri bu özelliği nedeniyle klima sistemlerinde de yaşayabilmekte ve bu sistemde oluşan aerosollerin ortamda bulunan insanlarca solunması sonucu akciğere yerleşerek hastalığa neden olmaktadır. Hastalığa halk arasında klima hastalığı denilmesinin sebebi de budur. Hastalığı neden olan bakteri büyük oteller ya da buna benzer kuruluşların su sistemlerine doğal kaynaklardan bulaşabilir ve bu sistemler içerisinde bakım ve dezenfeksiyon koşullarına uyulmadığı takdirde üreyebilir. Su sisteminde üreyen bakteriler su boruları, banyo armatürleri gibi çeşitli ortamlarda üremelerin devam ederek suyun kullanımı sırasında oluşan aerosollerin solukla akciğere alınması sonucu hastalığa neden olur.
Hastalık daha kronik akciğer veya karaciğer hastalıkları, kanserler, şeker hastalığı, alkolizm, yoğun sigara kullanımı neticesi savunma sisteminin zayıflaması sonucu ortaya çıkar yani bu sayılan durumlar lejyoner hastalığı için risk faktörü olarak kabul edilebilir.
Hastalığın belirti ve bulguları nelerdir?
Hastalığın belirti ve bulguları hafif bir üst solunum yolu enfeksiyonu belirtilerinden, ölümcül seyreden zatürreye kadar çeşitlilik gösterebilir. Legionella bakterisinın neden olduğu zatürre hastalığında ateş, halsizlik, baş ağrısı, karın ağrısı, yaygın kas ağrıları, deri döküntüleri, kuru öksürük, nefes darlığı gibi belirtiler kısa sürede ortaya çıkar ve ateş 40 dereceye çıkabilir. Bu hastalarda diğer zatürrelerden farklı olarak sıklıkla akciğer dışı belirti ve bulgular da görülür. Karın ağrısı, bulantı – kusma , ishal, bradikardi (kalp atım sayısının azalması) bu belirtilere örnek olarak sayılabilir. Ayrıca bu hastalarda bilinç bozukluğu da görülebilir. Hastaların fizik muayenelerinde pnömoniye has bulgular mevcuttur.
Tanı yöntemleri nelerdir?
Bu olgularda çekilen akciğer grafileri sadece pnömoni bulguları verir yani hastalığın lejyoner hastalığı olduğunu kanıtlayacak özel bir radyolojik bulgu yoktur. Kan sayımında lökosit sayısı normal olabilir ya da hafifçe artmıştır. Karaciğer enzimlerinde ve LDH enzim düzeyinde yükselme, hiponatremi, böbrek fonksiyonlarında bozulma saptanabilir. Sedimantasyon genellikle yüksektir. Bu bulguların hiçbirisi lejyoner hastalığı için spesifik değildir ve tanı koyduramaz. Kesin tanı için her şeyden önce hekimin hastalıktan kuşkulanması ve bu hastalığın tanısına yönelik tetkikleri istemesi gerekir. Balgam, kan ve idrarda Legionella bakterisi ya da onun antijenleri tespit edilerek tanıya ulaşılır.
Tedavi
Hastalığın tedavisinde antibiyotiklerden yararlanılır. Ancak lejyoner hastalığında tedavi için kullanılan antibiyotikler ve bunların kullanım süreleri diğer pnömonilere göre farklılık gösterir. Tedaviye yanıt genellikle çabuk olmakla birlikte ağır seyreden bazı olgularda sekeller kalabilir.

 

 

LEKE TEDAVİSİ
Leke, kişinin cilt kalitesini azalttığı, güzelliğine gölge düşürdüğü ve dış görünüm estetiğini olumsuz etkilerinden dolayı tedavilerinde her geçen gün yeniliklerin denendiği bir konu olmuştur.

Leke nasıl oluşur?
Leke, normalde cilt rengini veren melanin isimli pigmentin vücudun belirli bölgelerinde cilt altında düzensiz kümelenmesi ile meydana gelir.

Lekeleri vücudun en fazla hangi bölgesinde görülür?
Lekeler, cildin hassas olduğu, güneş ve kimyasal maddelerle en fazla temas eden bölgeleri başta olmak üzere bazı hastalılıklar ve yaşın ilerlemesi ile vücudun her bölgesinde görülebilir.
Eller güneş ve kimyasallarla teması nedeniyle,yüz ve boyun cildi ise güneşle olan temas fazlalığından dolayı lekenin en fazla görüldüğü cilt bölgeleridir.

Leke neden meydana gelir?
Lekeyi gebelik döneminde, kloazma dediğimiz yüzde gebelik maskesi olarak,yaşın ilerlemesine bağlı olarak el sırtı,göğüs, boyun ve yüzde yaşlılık lekesi olarak, güneş yanıkları sonrası yüz ve dekolte cildinde güneş lekeleri tarzında, deodorant ve parfüm uygulamaları sonrası koltuk altı, boyun gibi alanlarda, lazer epilasyon yada ağda uygulanması sonrası kimyasallarla ve güneşle kontrolsüz temas sonrası, dövme sildirmede yanlış uygulamalar sonrası, bazı sistemik hastalıklarda (böbrek ve diyabet vb.) ciltte bölge bölge renk değişikliği tarzında lekelenmeler meydana gelir.
Lekeyi önlemek için neler yapılmalıdır?
Leke tedavisinde öncelik her zaman leke oluşumunun önlenmesine yönelik yapılmalıdır. Leke özellikle güneş ve kimyasal kullanıcılarla meydana geldiği için alınabilecek önlemler şöyle sınıflandırılabilir;

Çocukluk döneminden başlayarak, her yaş güneşten uygun koruma faktörlü güneş koruyucularla korunmalı. Güneş koruyucu sadece plajda kullanılan bir ürün değildir, karlı havada dahi gerekli olursa kullanımı gereklidir.

Bronzlaşmaya çalışarak ciltte güneş, solaryumla kontrolsüz olarak yanıklar yapılmamalıdır.

Kozmetik ürünleri olarak kullanılan; alkollü ıslak mendiller, deodorantlar, tüy sarartıcı kremler, bronzlaştırıcı kremler gibi ürünlerin hatalı kullanımları, özellikle güneşle temas etmeleri ciltte lekelenmeler yapar. Bu tür ürünlerin kullanımında dikkatli davranılmalıdır.

Özellikle yüz, koltuk altı, kasık bölgesi gibi cildi ince bölgelere uygulanan ağda, lazer epilasyon, cilt bakımı, peeling işlemleri ve lazerle cilt yenileme gibi işlemlerden sonra cildin güneşten, kimyasal ve mekanik travmalardan (kozmetik ürün uygulanması veya peeling, masaj uygulama vb) özenle korunması gerekir.

Akne izleri ve bunlara kişi tarafından gelişigüzel uygulanan tedaviler ileride leke sebebidir.

Hamilelik döneminde meydana gelen yüzdeki gebelik lekesi hormonal durumdaki değişiklerin güneşle etkileşimi sonrası olduğu için bu dönemde özellikle güneşten dikkatle korunmalıdır.

Cilt nemlendirilmesi her yaş ve her mevsim doğru olarak yapılarak, cildin hassas bölgeleri olan yüz, dekolte ve el cildine belirli aralıklarla yapılan bakımlar hem lekelenmeleri hemde o bölgelerin hızla yıpranmalarını durduracaktır.
Leke tedavisinin basamakları nelerdir?
Lekelerin oluş sebeplerine göre tedavi planları belirlenmeli ve hasta leke tedavisinin uzun sürebileceği konusunda uyarılarak sabırlı davranması istenir.

Lekenin tecrübeli bir doktorun muayenesinde iyi huylu yada kötü huylu olduğu şeklinde de türü tespit edilmelidir. Şüpheli durumda lekeden biyopsi alınması gerekir. Malign denilen lekeler için ben mümkünse her zaman cerrahi olarak çıkarılıp patolojik incelenmesinin bir an önce yapılmasını taraftarıyım. Çoğunluğu bening dediğimiz iyi huylu olan lekelerin tedavisinde izlenecek yol şudur:

İlk olarak lekeyi neyin meydana getirdiği araştırılıp, etken bulunarak cildin o sebepten arındırılması gerekir.

İkinci basamakta ciltte oluşan akut denilen yeni başlamış olan hastalık belirtileri varsa (yanık, kızarıklık, kaşıntı, pullanma vb) bu şikayetler tedavi edilerek ardından meydana gelmiş leke tedavisi başlanır.

Üçüncü basamak olarak, leke tedavisi sonrası gerekli bakımın ve korumanın yapılması gerekmektedir.
Leke tedavisinde neler vardır?
Leke tedavisinde gün geçtikçe yeni ufuklar açılmaktadır. Eskiden diyebileceğim; cilt bakımları sırasında yapılan kimyasal peeling uygulamaları, mikro dermabrazyonlar gibi mekanik peeling uygulamaları işlemleri yerine, ben hastalarımı uygun lazerle tedavi programına alarak lekeleri en az travmayla gidermeyi hedefliyorum.
Leke tedavisinin son noktası lazer diyebilir miyiz?
Kesinlikle EVET. Uygun lazer türü, tecrübeli eller ve uyumlu hastada muhteşem sonucu almanızı sağlar.
Lazer tedavisi tek seansta lekeyi geçirir mi?
Bu lekenin derinliği ile ilgili bir durumdur. Leke cildin yüzeysel katında sınırlı ise tek seans yeterli olabilirken, derine uzanan lekelerde seans sayısı ve arası tedaviye başlayınca belirlenir.

Leke tedavisinin mevsimi var mıdır?
Lekeler özellikle güneşle ilgili olduğu için; leke tedavisinde ideal mevsimler güneşin olmadığı sonbahar ve kıştır. Kışın başlayan leke tedavisi ilkbaharda tamamlanmalı ve yazın dikkatli olarak güneşten korunma devam etmelidir.

 

 

 

LÖSEMİ (KAN KANSERİ)

Lösemi , kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser türüdür. Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması ile iliklerde hasar meydana gelir. Böylece kan pıhtılaşmasında rol oynayan plateletler ve savunmada rol oynayan lökositlerin sayısı azalmaya başlar. Bu da lösemi hastalarında zedelenmelerin ve kanamaların yoğun görülmesine, hastaların kolay enfeksiyon kapmasına neden olur. Savunma mekanizması zayıflar. İleri aşamalarda kırmızı kan hücresi eksikliği anemiye, nefes darlığına neden olabilir. Bunun dışında zayıflık ve yorgunluk, ateş, bazı nörolojik semptomlar, dişetlerinde şişkinlik ve kanamalar gibi belirtileri de vardır.
Lösemiler, vücuttaki kan üretim sistemini (lenfatik sistem ve kemik iliği) etkileyen kanserlerdir. Lösemiler akut veya kronik olarak (mikroskoptaki görünüşlerine göre alt gruplara ayrılırlar) ve tümörün yayılım ve gelişim özelliklerine göre sınıflandırılırlar. Genel olarak, akut lösemiler çocuklarda ortaya çıkarken, kronik lösemiler daha çok yetişkinlerde görülme eğilimindedirler.
Kan kanserinin hücre tipine göre (myeloit, lenfoit gibi) ve hastalığın süresine göre (müzmin ve had) çeşitleri vardır. Bazı tipler daha hızlı ve kötü bir gidiş gösterir. Çocukluk çağında lösemi tipleri diğer kanser tiplerine göre daha sık görülmektedir.
Kesin nedenleri bilinmemekle birlikte hem genetik hem de çevresel faktörlerin önemli rol oynadığı düşünülmektedir. Somatik hücrelerdeki DNA’larda meydana gelen mutasyonlar onkogenlerin aktive olması ya da tümör baskılayıcı genlerin inaktive olmasına neden olur. Böylece hücre ölümünün ve bölünmesinin regülasyonu hasara uğrar. Bu hasara genetik sebeplerin dışında, petrokimyasalların, radyasyonun, kanserojen maddelerin ve bazı virüslerin (örn. HIV) neden olduğu düşünülmektedir.
Lösemiler, vücuttaki kan üretim sistemini (lenfatik sistem ve kemik iliği) etkileyen kanserlerdir. Lösemiler akut veya kronik olarak (mikroskoptaki görünüşlerine göre alt gruplara ayrılırlar) ve tümörün yayılım ve gelişim özelliklerine göre sınıflandırılırlar. Genel olarak, akut lösemiler çocuklarda ortaya çıkarken, kronik lösemiler daha çok yetişkinlerde görülme eğilimindedirler.
Akut Lösemiler
Akut lösemide,sürekli kan hücresi artışı yaşanmaktadır, ve sonuçta sağlıklı-normal kan hücrelerinden sayıca daha fazla hale gelmektedirler. Bu normal hücreler diğer organlara da yayılarak, organı fonksiyonlarını yapamaz hale getirebilirler. Akut lösemilerin sınıflandırılması temel olarak olgunlaşmayan hücrelerin tiplerine esas alınarak yapılır:
Akut Lenfoid Lösemi (ALL) : Normalde lenfosit adı verilen olgun kan hücresi tipine dönüşmesi gereken lenfoblast isimli olgunlaşmamış kan hücrelerin artması ile karakterizedir. Bu lenfoblastlarin sayıları çok miktarda artar ve genelde lenf düğümlerinde birikirek şişliklere neden olurlar. ALL, en sık gözlenen çocukluk çağı kanseridir, ve 15 yaş altındaki çocuklarda gözlenen lösemilern %80 u ALL dir. Bazen yetişkinlerde de görülebilmekle birlikte,50 yaşın üzerinde ALL son derece nadirdir.
Akut Myeloid Lösemi (AML) : Myeloblast adı verilen ve normal kan hücrelerine (kırmızı kan hücrelerine, trombositlere) dönüşmesi gereken anemi (kansızlık – kırmızı kan hücresi üretiminde azalma) ve sık enfeksiyona yakalanma (beyaz kan hücresi üretiminde azalma) durumu ortaya çıkabilir. Ergenlik çağında ve 20 li yaşlarda saptanan lösemilerin %50 sini, yetişkinlerdeki lösemilerin de %20sini AML oluşturur.
Kronik Lösemiler
Kronik lösemi, görünüşte olgun ancak normal olgun kan hücrelerinin yaptıklarını yapamayan kan hücrelerinin aşırı üretimi ile karakterizedir. Kronik lösemi daha yavaş ilerler ve sonuçları daha az dramatiktir. Temel olarak iki alt grubu vardır:
Kronik Lenfoid Lösemi (KLL) : Olgun görünüşe sahip lenfositlerin kemik iliğinde aşırı üretimi ile kendini gösterir. Bu anormal hücreler tam olarak olgunlaşmış normal lenfositler gibi görülürler, ancak normal lenfositler gibi vücudumuzu enfeksiyonlara karşı koruyamazlar. KLLde, kanser hücreleri kemik iliğinde, kanda ve lenf nodlarında bulunurlar ve lenf düğümlerinde şişmeler meydana gelir. KLL tüm lösemilerin %30unu oluşturur. 30 yaşın altında nadiren görülürler, ancak görülme sıklığı yaşla birlikte artar ve en sık olarak 60-70 yaş arasında gözlenir. Saçlı (Hairy) hücreli lösemi; lenfosit kaynaklı bir kronik lösemidir ancak KLLden farklıdır. KLLden farklı olarak, saçlı hücreli lösemi ilaç tedavisi ile sıklıkla tedavi edilebilmektedir.
Kronik Myeloid Lösemi (KML) : Bu lösemi, olgun görünüşlü ancak fonksiyon kaybı bulunan myeloid hücrelerin (beyaz kan hücreleri gibi) aşırı üretimi ile kendini gösterir. Bu aşırı üretim hiç normal hücre kalmayana kadar devam eder. KML hastası olanlarda sıklıkla Philadelphia kromozomu denilen kromozom anomalisi ortaya çıkar. Bu kromozom anomalisinde bu hastalığa neden olan bir enzimin üretilmesine neden olan bir genin olduğu düşünülmektedir. KML yetişkinlerde gözlenen lösemilern %20-30 unu meydana getirir ve 25-60 yaşları arasında gözlenir. Bazı hastalarda kemik iliği nakli ile bu hastalık tedavi edilebilir.
Genel olarak lösemiler tüm kanserlerin %2 sini oluştururlar. Erkeklerde lösemi daha sık gözlenmektedir. Ayrıca beyaz ırkta da daha sıktır. Yetişkinlerde lösemi tanısı konma sıklığı çocuklardan 10 kat daha fazladır ve risk yaşla birlikte artar. Çocuklar arasında ise 4 yaş altında daha sık gözlenir.
Löseminin kısmen de olsa ailevi olabileceğine dair bulgular vardır; özellikle KLL gibi belirli türlerinde, bazı ailelerde yoğunlaşma gözlenmektedir. Belirli genetik hastalıklarda (Down sendromu gibi) da bazı lösemi tiplerinin daha sık gözlendiği bilinmektedir. Bununla birlikte, kesin bir genetik ve ailevi risk henüz saptanmamıştır. Myeloid lösemi olgularında, iyonize edici radyasyona ve benzine (kurşunsuz benzinde bulunur) maruziyetin hastalığın gelişmesinde etkili olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır.
Belirtiler:
İlerleyici bir seyir gösteren hastalığın belirtileri, anormal (habis) hücrelerin, kan yapıcı organlarda normal hücrelerin yapımını engellemesi sonucunda ortaya çıkar. Normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi); normal akyuvarların yapımındaki azalma neticesinde enfeksiyona yatkınlık,mikrobik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir. Ciltte sık sık çürükler meydana gelir veya kesik oluştuğunda kanama güçlükle durdurulur.
Ayrıca, hastalığın diğer bazı bulguları da habis hücrelerin bazı organları işgal etmesine ve çeşitli kimyevi maddeler salgılamasına bağlanır. Bütün bu hızlı hücre yapım ve yıkımı, kilo kaybı ve terlemeye de yol açar. Hastalarda dalak genellikle büyümüştür ve lenf düğümlerinde de şişlikler tesbit edilir. Karında şişkinlik hissi vardır.
Erken döneme ait belirtiler genelde gözden kaçmaktadır, çünkü bu dönemdeki şikayetler nezle veya diğer sık gözlenen hastalık şikayetlerine benzer.Halsizlik, kemik ve eklemlerde ağrılar, baş ağrıları, deride kızarıklıklar, saç dökülmesi gibi. kronik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir.
Tanı:
Öncelikle hastanın şikayetlerinden ve muayene bulgularından şüphelenilmesi gerekir; ve kan testleri ile tanı netleştirilebilir. Daha sonra kemik iliği biyopsisi, özel kan testleri ve genetik testler yapılır
Genel olarak, kronik lösemi, akut lösemiden daha yavaş ilerler. KML hastaları tipik olarak 3-5 yıl boyunca normaldirler daha sonra AML benzeri bir tablo meydana gelir.
Şu an için lösemiden korunmanın kesin bir yöntemi bilinmemektedir. Ancak ileriki yıllarda genetik testler, lösemi gelişme riski yüksek kişileri belirlemede kullanılabilir. O döneme kadar lösemi hastalarının birinci derece akrabaları düzenli olarak doktorlarına muayene olmalı ve kan testi yaptırmalıdırlar.
Tedavi:
Hastalığın tedavisinde, son yıllarda oldukça önemli adımlar atılmışsa da sebepler bilinemediği için sebebe yönelik tedavi yapılamamaktadır. Günümüzde tatbik edilen tedavilerin temel amacı, habis hücreleri ortadan kaldırmaktır. Tedavi şemaları hastalığın tiplerine ve safhalarına göre değişiklik gösterir. Radyasyon (şua) tedavisi; çeşitli kanser ilaçlarının tatbiki; bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedavisi (immünoterapi), kemik iliği nakli başlıca tedavi şekilleridir. Kemik iliği nakli, kriz (atak) atlatıldığı zamanda kişinin kendi hücrelerinin (ototransplantasyon) veya uygun bir vericinin hücrelerinin (allotransplantasyon) verilmesi ile olabilmektedir. Bu tedavi şekillerine ek olarak birçok yeni metod deneme safhasında olup, müsbet neticeler vermektedir. Hastaların kaybedilmelerinin en önemli sebepleri, aşırı zayıflık, mikrobik hastalıklar, kanama ve işgale bağlı organ yetmezlikleridir.
Tatbik edilen tedavilerle hastalık krizi (atağı) atlatılabilmektedir. Ancak bazen kısa bazen da yıllarca süren aralardan sonra hastalık yeniden ortaya çıkabilmektedir.

 

 

 

LUMBAGO
Lumbago nedir? Lumbago nedenleri, belirtileri ve tedavi yolları…
Çoğu insanı hareketsiz hale getirebilen ve sırttaki ağrısı aniden ortaya çıkabilen Lumbago nedir? Hastanın yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyen Lumbagonun nedenleri ve belirtileri nelerdir? Lumbago nasıl tedavi edilir?

Toplumda hayat boyu görülme sıklığı % 80 olan, her yaşta ortaya çıkabilen ve insanların doktora gittiği en yaygın sebeplerden biri olarak kabul edilen Lumbago hakkında merak edilen her şeyi haberimizde bulabilirsiniz. Erkek ve kadınlarda eşit oranda görülen lumbago nedir? Lumbago nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

LUMBAGO NEDİR?
Sırtın alt kısmında (bel bölgesi) ağrı genellikle Lumbago olarak adlandırılır. Alt sırt bölgesinde hafif-şiddetli ağrı veya rahatsızlık olarak tanımlanabilir. Ağrı üç aydan fazla sürdüğü takdirde akut (ani ve şiddetli) veya kronik olabilir.
LUMBAGO NEDENLERİ
Ağrının nasıl başladığına bağlı olarak, Lumbago ya da alt sırt ağrısı, önemli ölçüde değişebilen sayısız şeyden kaynaklanabilir.
Aniden başlangıç:
– Lumbar disk fıtığı
– Kas gerilmeleri
– Faset eklem ağrısı
– Spondilolizis
Kademeli başlangıç:
– Lordoz ve skolyoz gibi postural problemler
– Ankilozan Spondilit
– Sakroiliak eklem ağrısı
– Kalça veya paravertebral kaslarda kas tetik noktaları veya miyofasiyal ağrı
– Sırt ve çekirdek kaslarında genel bir zayıflık
– Kas dengesizlikleri
– Omurga kanalı darlığı
LUMBAGO BELİRTİLERİ
Sırtın alt kısmındaki, bazen kalçalara, uyluk arkasına veya kasıklara doğru yayılan ağrılar. Ağrı genellikle hareket esnasında daha şiddetlidir?
Omurganın hareketinde sınırlama – özellikle öne eğilme ve geriye yaslanma.
Omuriliği çevreleyen kaslarda spazm ve sertlik
Şiddetli ağrı ve spazm ile sırt, bir tarafa eğilebilir, bu da postürde veya topallamaya neden olur.
Ağrıya bazen sırt veya kalça veya bacakta aşağıya doğru bir karıncalanma hissi veya uyuşma eşlik eder. Buna siyatik denir ve omurganın her iki tarafından ayaklara kadar uzanan siyatik sinirin tahrişini gösterir.
LUMBAGO TEDAVİSİ
Tedavide amaç ağrıyı giderme ve ağrıya sebep olan nedenlerin tespitinden geçer. Bu hastalıkta öncelikle kişinin ortopedik bir yatakta dinlendirilmesi şarttır. Lumbagodan muzdarip hastalar sırt üstü pozisyonda yatırılır, ayaklar bükülmüş vaziyette yastık veya katlanmış yorgan üzerine kaldırılırken amaç kasların gevşetilmesidir. Doğru hareket esasına dayanan kineziterapi yöntemi bu anlamda çok iyi sonuçlar vermektedir.
İlaç tedavisi
Daha fazla kasılmaların önüne geçmek için ilaç alımının yanı sıra hasta bölgeye sırttan enjekte edilen enjeksiyonlarda işe yaramaktadır. Uygulamada kullanılan maddelerin arasında ağrı kesici ilaçlar, bölgesel etkili anestezi ilaçları ve iltihap önleyici dinlendirici ilaçlar yer almaktadır.
Sıcak ve soğuk uygulamalar
Bazı lumbago hastalarına sıcak- bazı hastalara ise soğuk kompresler iyi gelmektedir. Bu durumu kişisel olarak test etmek gerekmektedir. Sıcağı tercih eden hastalara sıcak yastıklar veya eczanelerden temin edilen özel yakılar tavsiye edilmektedir. Bölgesel soğuk etkileri için jelli soğuk keseler kullanılmaktadır.
Fizyolojik tedavi
Bölgesel fizik hareketleri özellikle kas sisteminin kasılmaları veya yırtılmaları sonucunda meydana gelen Lumbago hastalıklarına karşı önerilmektedir. Bu tür hareketler ağrı esnasında henüz uygulanamamaktadır fakat ağrılar hafiflediği zaman iyileşme sürecine ve hastalığın tekrarlanmasına karşı yardımcı olmaktadır.

 

 

 

LUPUS

“Lupus” terimi genellikle tüm lupus vakalarının % 70’ini oluşturan sistemik lupus eritematozus veya SLE’yi ifade eder. Bazı kişilerde deriyi etkileyen bir lupus tipi olan deri lupus eritematozus da bulunur. Lupus, Afrika, Asya veya Kızılderili kökenli insanları, beyazları etkilediğinden daha fazla etkiler. Hastalık genellikle yaşlı bireylerde ortaya çıkmasına rağmen, 15 ile 44 yaş arasında görülür.
LUPUS NEDİR?
Lupus, deriye, eklemlere, organlara, sinir sistemine, kan hücrelerine, böbreklere veya vücut sistemlerinin bazı kombinasyonlarına saldıran bir otoimmün hastalıktır. Lupus’lu 10 kişiden dokuzu kadındır.
LUPUS ÇEŞİTLERİ
İki çeşit lupus vardır:
– Diskoid lupus eritematozus (DLE)
– Sistemik lupus eritematozus (SLE)
– Diskoid lupus eritematozus: DLE esas olarak hayati iç organları etkilemeyen güneş ışığına maruz kalan cildi etkiler. Diskoid (yuvarlak) deri lezyonları, lezyonların iyileşmesinden sonra sıklıkla izler bırakmaktadır.
– Sistemik lupus eritematozus: SLE daha ciddidir. Cildi ve diğer hayati organları etkiler ve tedavi edilmezse yara izleri bırakabilen burun ve yanakların köprüsünde kabarık kelebek şeklinde döküntülere neden olabilir. SLE ayrıca cildin diğer bölgelerindeki başka kısımlarını da etkileyebilir.
– Sistemik lupusun gözle görülür etkilerinin yanı sıra, hastalık eklemleri, kasları ve cilt içindeki bağ dokusunu ve akciğerleri, kalpleri, böbrekleri ve beyni çevreleyen zarlarla birlikte de enfekte edebilir ve/veya hasar verebilir. SLE ayrıca böbrek hastalığına da neden olabilir. Beyin tutulumu nadirdir, ancak bazıları için lupus akıl karışıklığına, depresyona, nöbetlere ve felçlere neden olabilir.
– Kan damarları sistemik lupusla saldırıya uğrayabilir. Bu, ciltte, özellikle de parmaklarda yaraların oluşmasına neden olabilir. Bazı lupus hastaları, özellikle soğuk algınlığına karşı kanın ellere ve ayaklara gitmesini engelleyen küçük kan damarlarını cilt kontraksiyonunda tutan Raynaud sendromuna yakalanır. Çoğu saldırı sadece birkaç dakika sürer, ağrılı olabilir ve genellikle elleri ve ayakları beyaza veya mavimsi bir renge çevirir. Raynaud sendromlu lupus hastaları soğuk havalarda ellerini eldivenlerle sıcak tutmalıdır.
LUPUS NEDENLERİ
Lupus’a neden olan tek bir faktör bilinmemektedir. Araştırmalar, genetik, hormonal, çevresel ve bağışıklık sistemi faktörlerinin bir kombinasyonunun sebep olabileceğini düşündürmektedir. Viral ve bakteriyel enfeksiyonlardan şiddetli duygusal strese veya aşırı güneş ışığına maruz kalmak arasında değişen çevresel faktörler, hastalığın provoke edilmesinde veya tetiklenmesinde rol oynayabilir. Kan basıncı ilaç hidralazin ve kalp ritim ilaç prokainamid gibi bazı ilaçlar, lupus benzeri semptomlara neden olabilir. Gebelikten kaynaklanan yüksek östrojen seviyeleri lupusu kötüleştirebilir.
LUPUS (SLE) TEDAVİSİ
– Tedavisi olmadığından lupus tanısı koymak ve lupusun kontrol altında tutulması için mümkün olan en kısa zamanda tedaviye başlamak.
– Her kişinin lupusu farklı olduğu için, tedavi hastaya özel olarak hazırlanır. Genel olarak, doktorlar semptomları hafifletmek, alevlenmeleri önlemek ve organ hasarını en aza indirmek için ilaçlar verebilir.
– Örneğin, aspirin, asetaminofen, ibuprofen ve naproksen sodyum gibi anti-enflamatuar ilaçların ağrı ve ateşi hafifletmesi için önerilir.
– Ağrıyı azaltmak ve vücuttaki iltihapların şişmesini azaltmak için prednizon gibi kortikosteroidler verilebilir.
– Sıtma tedavisi için kullanılan ilaçların, vücudun kendi organlarına ve dokularına saldıran antikorların üretimini azaltmada etkili olduğunu göstermiştir.
– Bağışıklık sistemini sakinleştirmek ve vücuttaki lupus miktarını en aza indirmek için başka tedaviler verilebilir.
– Bağışıklık sistemini baskılayan ilaçlar, steroidler semptomları kontrol edemediğinde veya hastalar yüksek dozda steroidleri tolere edemediğinde faydalıdır. Bununla birlikte, immünosüpresan alan insanlar yakından izlenmelidir, çünkü bu ilaçlar vücudun enfeksiyonlarla savaşma kabiliyetini azaltmaktadır.
– Kan pıhtıları riski altında olan Lupus hastalarına düşük doz aspirin, varfarin veya heparin verilebilir.
– Belimumab (Benlysta), ABD Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) tarafından özellikle lupus hastalarına tedavi için onaylanan ilk ilaçtır.

 

 

 

LYME HASTALIĞI

Lyme hastalığı (“Laym” okunur) veya Borreliosis, genelde Ixodes ricinus (sakırga) türü kenelerin ısırması ile insana geçen Borrelia burgdorferi adlı ve benzer bakterininyol açtığı bir hastalıktır.
Hastalık değişik şekillerde ortaya çıkmakla beraber, ilk belirti deride kenenin ısırdığı bölgede kızarıklıktır. Hedef organlar deri, merkezi sinir sistemi, göz ve kalp gibi organlarda olabilir. Eklemlerde şişlik, sıvı birikimi, hareket etmede zorluk görülür.
Hastalık antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Bir kısım hastalarda hastalığın belirtileri tedaviden aylar ya da yıllar sonra da devam edebilir. Bu belirtiler kas ağrıları, kireçlenme, boyun tutulması, zihinsel arazlar, sinirsel şikayetler ve aşırı yorgunluğu içerebilir. Ayrıca bakterinin kansere neden olduğu şeklinde bulgulara da rastlanmıştır.

 

 

 

MAKAT KANSERİ (ANAL KANSER)

Makat kanseri (Anal kanser) makatta görülen kanserdir. Başlıca risk faktörleri;
• Human papillomavirus (HPV) adlı virüs infeksiyonu
• Anüs yoluyla cinsel ilişki (hem kadın, hem de erkeklerde)
• Çok eşlilik
• Sigara
• AIDS
• Ülseratif kolit ve Crohn hastalığıdır.
Anal kanser belirtileri nedir?
Anüs bölgesinde hızla büyüyen üzeri düzensiz yapıda tümör, siğil varlığı, siğilin ya da siğillerden birinin hızla büyümeye başlaması, büyük abdestin kalem gibi incelmesi veya dışkılama sırasında kanama olmasıdır.
Anal kanserde tanı nasıl konur?
Tanı parmakla muayenede ele kitle gelmesi, anaskop adı verilen alet ile makat muayenesi yapılması ve muayene sırasında biyopsi için kitleden parça alınıp mikroskop altında incelenmesi ile konur.
Anal kanser tedavisi
Hastaya ilk olarak Nigro protokolü adı verilen kemoterapi ve radyoterapi tedavisi uygulanır. Tümörlerin %80’den fazlası bu yolla tedavi edilebilir. Tedaviye cevap vermeyen vakalarda radikal cerrahi yani makatla birlikte barsağın alt kısmının çıkarılarak geri kalan bağırsağın karna ağızlaştırılması işlemi yapılır.

 

 

 

MANİK DEPRESİF PSİKOZ

Bu hastalık mani ve depresyon atakları ile karakterizedir. Hastanını duygulanımı mani dönemlerinde neşe, depresyon dönemlerinde umutsuzluk ve çökkünlükle karakterizedir. Ara dönemlerde kişi normale döner. Bazı hastalarda mani ve depresyon belirtileri bir arada görülürken, bazı hastalarda belirtiler hafif düzeydedir (hipomani).
Hastalığın belirtileri, süresi ve şiddeti kişiden kişiye değişir. Bazı hastalarda mani bazılarında ise depresyon daha baskındır. Bazen de mani ve depresyon eşit oranda görülür. Ataklar birkaç günden birkaç aya kadar değişir. Özellikle tedavi edilmediğinde uzun sürer. Hastalar yaşamları boyunca ortalama 10 atak geçirirler ancak bundan az veya fazla sayıda atak olabilir. Atak sayısı arttıkça ataklar arasındaki süre kısalır. Bir yıl içinde dört veya daha fazla sayıda atak olduğunda hızlı döngülü mani olarak adlandırılır.

Nedenleri
Pek çok rahatsızlıkta olduğu gibi bu hastalığın nedeni de tam olarak bilinememektedir. Diğer psikiyatrik hastalıklar içinde genetik geçişi en fazla olan rahatsızlık manidir. Hastaların %50’sinin anne veya babasında aynı hastalık olduğuı tespit edilmiştir. Tek yumurta ikizlerinden birinde mani olduğunda diğerinde mani görülme oranı %70 tir. Bu hastaların birinci derece yakınlarında mani ve depresyon görülme oranı normal topluma göre daha sıktır. Akrabalık derecesi azaldıkça risk azalmaktadır. Örneğin hastanın kuzeninin aynı hastalığa yakalanma riski kardeşine göre daha düşüktür.

Hastalığın beyindeki nörotransmitter dediğimiz maddelerin işlevlerinde bozulma ile ortaya çıktığı düşünülmektedir.

Bilgisayarlı tomografi ve MRI tetkiklerinde bu hastalarda bazı değişiklikler gözlenmektedir ancak bu hastalığa özgü bir değişiklik tespit edilememiştir. Yine EEG bulguları da bir özellik göstermemektedir.

Doğum sonrası hastalığın aktive olması hormonal değişikliklerin de rolü olduğunu düşündürmektedir.

Uykusuzluğun mani atağı ile yakın ilişkisi vardır. Hastalar genelde ilk atağın uykusuzlukla başladığını ifade ederler.

Multiple skleroz, kafa travması veya epilepsi gibi bazı hastalıklarda mani de görülebilmektedir. Yine bazı ilaçlarda mani ortaya çıkarabilmektedir.
Mani Belirtileri
Mani belirtileri şöyle özetlenebilir:

Enerji artışı, kolay yorulmama,
Aşırı neşelenme veya aşırı sinirlilik
Dikkatin çabuk dağılması
Uyku ihtiyacında azalma
Muhakeme yeteneğinde bozulma, düşüncelerde aşırı artma
Cinsel istek ve aktivitede artma
Hastalığı kabul etmeme
Aşırı para harcama
Riskli davranışlar içine girme
Konuşmada aşırı artma, konuşmanın bölünememesi, hızlı konuşma
Kendine aşırı güven, kendini büyük ve önemli biri olarak görme
Bu belirtilerin tek başına bulunması bir anlam ifade etmez tanı koyabilmek için birkaçının bir arada olması ve bir süredir devam ediyor olması gerekir. Mani atağı hızlı başlangıçlıdır ve hastalar atağın uykusuzlukla başladığını ifade ederler. Kişi kendini aşırı iyi hisseder, dikkati çok artmıştır, kendine çok güvenmektedir ve sosyal ilişkileri kolayca kurar hale gelmiştir, çevredeki insanlara sataşma, laf atma sıktır.Başkalarının konuşmalarına katılır çevredekileri bu nedenle rahatsız ederler. Duygulanımda kişinin kendisini iyi hissetmesinin yanında ani duygu değişmeleri ve dengesizlik sıktır. Hasta gülerken aniden ağlamaya veya bağırmaya başlayabilir. Mani ve depresyonun birlikte bulunduğu durumda depresyon ve mani belirtileri aynı anda bir arada bulunabilir veya birinden diğerine geçiş sıktır. Hastalık ilerledikçe aşırı konuşma ve hareketlilikte artış görülür. Bazen konuşma o kadar artar ki kişi cümleleri tamamlayamaz olur, konuşmada birbiri ile bağlantısı olmayan kelimelerin art arda sıralanması dikkati çeker. Kişi önemli birisidir, önemli görevler üstlenmiştir, aklında gerçekleştirilmesi güç planlar vardır, hatta bu nedenle kendisine zarar vermeye veya yok etmeye çalışanlar vardır. Davranışlar kontrolsüzdür. Toplum kurallarını hiçe sayar. Karşı cinse sakıntılık edebilir, trafik kurallarını hiçe sayabilir. Aşırı para harcama, aşırı makyaj yapma, göze çarpan giysilerle dolaşma olabilir. Hasta ödeyemeyeceği borçlar altına girebilir, kredi kartlarını sonuna kadar kullanabilir. Yine kontrolsüz şekilde kumar oynayabilir. Gayrimenkullerini yok pahasına satmaya veya başkalarına bağışlamaya kalkabilir. Bazı hastalar kendilerini kontrol edebilmek için alkole yönelir. Bazen kişi gerçek hayatla ilgisini koparıp hayal dünyasında yaşamaya başlayabilir. Bu durumda şizofreniden ayrımı güçtür. Bazı bedensel hastalıklar ve ilaç kullanımlarında da benzer tablolar ortaya çıkabilir bunların ayrımı gerekir. Hastalar genelde hastalıklarının farkında değildir ve bu nednle doktora gelmek istemezler.
Hipomani Belirtileri
Hipomani belirtileri, maniye göre daha hafiftir. Sıklıkla hastalık olarak görülmeyip gözden kaçabilir. Atak sırasında aşağıdaki belirtilerden üçünün bir arada bulunması gerekir:

Kişinin kendine güveninde aşırı artma
Uyku ihtiyacında azalma
Dikkatin kolayca dağılması
Fiziksel ve zihinsel aktivitede aşırı artma
Kötü sonuçlar doğurabilecek aktiviteler içine girme
Tanı koyabilmek için bu belirtilerin bir süredir devam ediyor olması gerekir. Hastalar genelde neşelidir, bazen neşe yerine aşırı sinirlilik olabilir. Konuşma artmış, hareketler hızlanmıştır. Hasta bir şey anlatırken bir başka konuya kolayca geçmekte, bazen knouştukları anlaşılması güç hale gelebilmektedir. Karşı cinse ilgi artmıştır. Cinsel istek ve aktivitelerde artış görülmektedir. Kişi sorumsuzca para harcayabilir. Ödeyemeyeceği borçlar altına girebilir, riskli işeri kolayca üstüne alabilir. Çok hızlı araba kullanabilir, karşı cinse sarkıntılık yapabilir. Bu nedenle polis ve yargı ile başı derde girebilir. Topluma uygun olmayan giysilerle dolaşma veya aşırı makyaj yapma görülebilir. Sosyal aktivitelerde artış mevcuttur. İnsanlarla kolayca ilişki kurabilir, çok arkadaş edinir, etrafa ilgi artmıştır. Bazen en ufak ayrıntılar dikkatini çeker, bu nedenle belli bir konu üzerinde uzun süre duramaz. Hastaların çoğunun içgörüsü yoktur. Hasta olduklarının farkında değildir veya hasta olduklarını kabul etmek istemezler.
Depresyon Belirtileri
Mani hastalarında görülen depresyon belirtileri diğer depresyon ile aynıdır. Aradaki tek fark bu hastalarda depresyon ataklarından başka mani ataklarının da görülmesidir.
Hastalığın sınıflandırılması
Atakların görülme şekli ve sürelerine göre hastalığı alt başlıklar halinde sınıflandırabiliriz:

1.Bipolar I bozukluk: Hasta en az bir mani veya karışık mani depresyon atağı geçirmiş olmalıdır. Hastanın depresyon atağı geçirmiş olması şart değildir.

2.Bipolar II bozukluk: Hastaların en az bir depresyon ve bir hipomani atağı geçirmiş olması gerekir. Hastanın mani atağı geçirmemiş olması gerekir. Bu hastalarda özellikle hipomani atağı daha zor tespit edilir ve tanı konması zordur.

3. Siklotimik bozukluk: En az iki yıldır devam eden depresyon ve hipomani atakları olmalıdır. Yine bu grupta da mani atağı geçirmemiş olmak gerekir.

Süresi ve görülüş zamanına göre de hastalık şu alt gruplara ayrılır:

Hızlı döngülü mani: hastalar bir yıl içinde dört veya daha fazla sayıda atak geçirirler.
Aşırı hızlı döngülü mani: bir hafta içinde dört veya daha fazla sayıda atak görülür. Bazen hasta bir gün içinde dört mani depresyon atağı geçirebilir.
Mevsimsel özellik gösteren mani: bu hastalarda atakların ortaya çışı genelde belli mevsimlere rastlar.
Doğum sonrası mani: doğumdan sonra dört hafta içinde hastalık görülür.
Hastalıkta gidiş ve sonlanış
Hastalık tedavi edilmediği taktirde genelde üç ay içinde kendiliğinden düzelir.

Tedavi ile hastaların çoğu birkaç ay içinde normal hayatlarına dönerler. Bununla birlikte hastalığın tekrarlama şansı yüksektir. Ataklar arası iyilik dönemlerinin süresini kestirmek zordur. Birkaç ataktan sonra genelde aradaki süre kısalır. Ortalama beş ataktan sonra ataklar arası süre sabitleşir ve genelde 6-9 aydır. Hastalığın seyrinin nasıl olacağını önceden belirlemek zordur. Hastalık çok geniş bir yelpazede kendini gösterir. Bazı hastalar tek bir atak geçirip bir daha uzun süre hastalanmayabilirler (%7). Bazı hastalar depresyon ve mani ataklarını arka arkaya geçirirler, bazen de hızlı döngülü mani dediğimiz durum ortaya çıkar ve hastalar gün içinde maniden depresyona değişim gösterirler. Sadece mani atağı geçiren hastalar %10-20 oranındadır. Geriye kalanlar mani ve depresyon atağını birlikte geçirirler. Erken yaşta başlayan ve ailesinde mani öyküsü olan hastalarda bu hastalığın süregenleşme olasılığı artar. Hastalık döneminde kişilerin alkol ve madde kullanımında artma olabilir. Hastalar yaşamları boyunca ortalama 10 atak geçirir, atak sayısı bundan az olabileceği gibi daha fazla da olabilir. Hastaların %15’i düzelir, %10’u süregenleşir, kalanında kısmi düzelme ve ataklar devam eder.
Tedavi
Hastalığın tedavisi iki aşamalıdır. Birinci aşamada var olan atak tedavi edilir. İkinci aşamada ise amaç tekrar atak geçirilmesini önlemektir. Atak sırasında hastaneye yatırılarak tedavi edilmesi gerekebilir.

Hastalığın en önemli özelliği koruyucu ilaç kullanımı ile atakların önlenebilmesidir. Bunun pek çok hasta için hayati önemi vardır. Her bir atak hastanın hayatında önemli izler bırakmaktadır. Okula devamsızlık nedeni ile okul başarısında düşme, aile içi sorunlar nedeni ile eşlerin arasının açılması veya boşanmalar, işini kaybetme, büyük borçlar altına girme görülebilmektedir. Hastalar yılda bir veya daha fazla sayıda atak geçiriyorsa koruma tedavisi gereklidir. Hastaların %60’ı lityum ile koruma tedavisine iyi yanıt verirler. Bu ilaçla koruma altına alınamayan hastalarda başka ilaçlarla koruma denenmelidir. Bu ilaçların önemli özelliği belli kan seviyelerinde etkili olmalarıdır. Belli değerlerin altında olduğunda ilaçların koruyucu etkisi olmamakta, bu değerlerin üzerine çıkıldığında yan etkiler ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle bu ilaçların düzenli olarak kullanılması ve belli aralıklarla kan kontrollerinin yapılması şarttır. Bu hastalıktan dolayı ölüm depresyon ve buna bağlı intihar nedeniyledir. Koruyucu tedaviye devam ederek, bu risk azaltılabilir. İlaç tedavisine ilave olarak psikoterapi önemlidir. Düzenli ilaç kullanarak ve doktor kontrolünde kalarak hayatını normal şekilde sürdüren çok sayıda hasta vardır.

 

 

 

MANTAR HASTALIĞI
Mantar hastalığı, 50 kadar mantar türünün sebep olduğu çeşitli cilt ve tırnak hastalıklarıdır.
Bu mantarlar, dış etkilere karşı dirençli mikroorganizmalar olup her türlü kötü şartlar altında hayatlarını devam ettirebilirler. Temizliğe dikkat etmeyen kimselerin vücuduna yerleşip fırsatını bulduklarında tahribatlarını yaparlar.
Vücut mantarı
Cilt üzerinde pembe kırmızılıkta bir leke ile kendisini belli eder. Kırmızılık çevreye doğru yayılırken ortası iyileşmeye başlar. Böylece halka şeklinde kabarcıklar ve kabarcıkların üzerinde kepeklenmeler şeklinde asıl belirti olarak ortaya çıkar.
• Hastalığa sebep olan mantar cinsi tespit edilmeden etkili bir tedavi mümkün değildir.
• Kesin teşhis, cilt kazıntısının potasyum hidroksit eriyiği muamelesinden sonra, mikroskop altında incelenmesi ile konabilir.
• Mantarın cinsine uygun antimikotik pomad, krem ve losyonlar kullanılır.
• Geniş alanlara yayılmış mantar hastalığında harici tedaviye ilâveten, ağızdan griseofulvin ihtiva eden haplar verilir.
Ayak mantarı

Genellikle sporcularda, toplu halde yaşanan yatılı okul ve kışla gibi yerlerde, ayak temizliğine dikkat etmeyen kimselerde sık görülür. Parmak aralarına yerleşerek kaşıntılara sebep olur. Kaşınan yerlerde deri kızarır ve bazen de kanar. Ağrılı iltihaplar oluşabilir. Rahatsız edici ayak kokusu yapar.
Tedavisi
• Özellikle ayak temizliğine dikkat etmeli; her ayak yıkayışta parmak araları iyice kurulanmalıdır.
• Her gün temiz çorap giymeli; asla naylon çorap kullanmamalıdır.
• Doktora muayene olup mantarın cinsine göre vereceği antimikotikilaçlar kullanılmalıdır.
• Hastalık belirtileri geçse bile, en az bir ay tedaviye devam etmeli, hastalığın tekrarlamaması için temizliğe son derece önem vermelidir.
Tırnak mantarı
Tedavi edilmeyen ayak mantarlarının gelişerek tırnakları da etkisi altına aldığı gözlenmiştir. El tırnaklarına nadiren geçer. Tırnaklar kalınlaşarak parlaklığını kaybederler. İlerleyen vakalarda tırnaklar yerlerinden ayrılarak çıkabilir.
Tırnak mantarında çok daha dikkatli bir tedavi gerekir. Doktor, uygun gördüğü takdirde, deforme olmuş tırnakları sökerek tedaviyi kolaylaştırabilir. Altı ile on iki ay arasında değişen bir tedavi takvimi uygulanır.
Kafa mantarı
Daha çok çocuklarda görülen bulaşıcı bir mantar hastalığıdır. Kafa derisini istila eden mantarlar, kepeklenmeye ve saç kırılmalarına sebep olurlar. Enfeksiyon küçük bir alanda kaldığı gibi; bütün kafa derisini de kaplayabilir. Mantarın istila ettiği alanda saç dökülmesi ve kabarık, iltihaplı bir deri tabakası görülür.
Tedavisi
• Hastalık bulaşıcı olduğundan, hasta kişi iyileşme görülünceye kadar aile üyelerinden tecrit edilmelidir.
• Tedavinin şekli, doktor tarafından, kafa derisi Wood ışığı altında incelendikten sonra tespit edilir.
• Tesbit edilen ilaç tedavisi en az bir ay müddetle tatbik edilir.
Bacak ve kasık mantarı
Vücut mantarına benzer belirtiler gösterir. Halka biçiminde, yayılma temayülü olan, pembe kırmızı kabartılar şeklinde ortaya çıkar. Tedavi, mantarın cinsine uygun ilaçlarla gerçekleştirilir.[1]
Vücutta görülen mantar, bazen beyazdan açık kahverengiye kadar değişen, mercimek büyüklüğünde lekeler halinde başlamaktadır. Malassezia furfur isimli mantar tarafından yapılan bu deri hastalığı, lekelerin büyüyerek birleşmeleri ve deri üzerinde haritaya benzer alanlar oluşturması ile karakterizedir. Hafif pullanma da vardır. Tedavi, selenyum sülfür şampuanı, üç-dört gün müddetle, gece yatarken deriye sürülerek gerçekleştirilir. Sabah kalkınca, şampuanlı bölge yıkanır. Yıkanmasının sebebi, uzun müddet kaldığında deriyi tahriş etmesidir.

 

 

 

MASTİT (MEME İLTİHABI)
Tıkanmış süt kanallarının yada mikroorganizmaların neden olduğu birhastalıktır. Belki de anneler için en rahatsız edici durumdur meme iltihabı. Ateş, halsizlik, yorgunluk, memede ağrı ve kızarıklık gibi belirtileri vardır.

Mastit bebeğini emziren-emzirmeyen her 20 anneden birinde görülür. Enfeksiyon, genellikle meme başında bulunan çatlaklardan süt kanallarına doğru yayılır. Emzirmeyen annelerde göğüslerin şişmesi de mastite yol açabilir. Diğer nedenler arasında, emzirme yoluyla göğüslerin yeterince boşaltılamaması hastalıklara karşı azalan direnç sayılabilir. Nitekim yeni doğum yapmış annelerin çoğu aşırı bir yorgunluk ve stres altındadırlar ve yeterince beslenememektedirler.

Meme başlarının hassaslığı nedeniyle ilk doğum yapan annelerde mastit biraz daha sık görülür, ne var ki bu ikinci, üçüncü doğumlardan sonra görülmeyeceği anlamına gelmez.
Mastitin en sık görüldüğü dönem, doğumdan sonra 10-28. günler arasıdır nasıl anlaşılır ?
Genellikle soğuk algınlığı geçiriyor gibi hissedersiniz. Belirtiler arasında, bir yada iki göğüste kızarıklık, sertlik, sıcaklık, ağrı, ve enfeksiyon olan süt kanallarında şişlik sayılabilir. Ateş ve halsizlik, durumun daha ciddi olduğunu düşündürür.
Mastit, birden fazla sayıda olabilen bir durumdur, ama aynı anda iki göğüste birden gelişmez.

Ne yapılmalı…
Hemen doktorunuzla görüşün. Muhtemelen antibiyotik tedavisine başlanacaktır. Bu durumda emziriyorsanız, kullandığınız ilaçların bebeğe zarar vermeyeceğini özellikle açıklığa kavuşturun. Antibiyotik etkisi başlar başlamaz, belirgin bir rahatlama hissedeceksiniz.
Bebeğime süt verebilir miyim ?
Evet. Mastit sırasında emzirmek, çok acı verir. Ancak, gerek biran önce iyileşmek, gerekse süt kanallarınızın boşalarak yeni tıkanıklıklar olmaması ve sütünüzün kesilmemesi için emzirmeniz gerekir. Emzirmeden bir kaç dakika önce sıcak kompres, acı duymanızı bir ölçüde azaltır.

Eğer bebeğiniz emerek iltihaplı göğsünüzü tam boşaltamıyorsa, yada aşırı acı hissi nedeniyle emziremiyorsanız, göğsünüzü bir süt pompasıyla boşaltmanız gerekir. Sağdığınız sütü biberonla bebeğinize verebilirsiniz. Şunu hiç unutmayın, göğsünüzü boşaltmak için en iyi pompa, bizzat bebeğinizdir!
Emme sonucu bebeğim hastalanabilir mi?
Hayır! Zaten sizi hasta eden mikroplar, muhtemelen bebeğinizin ağzı yoluyla bulaşmıştır, ve kendi mikroplarının ona geri verilmesinin bir zararı yoktur.
Kendiliğinden geçer mi?
Mastit kendi haline bırakılırsa ilerler, ve daha ciddi sonuçlar -komplikasyonlar- oluşur. En sık görüleni meme absesidir, yoğun antibiyotik tedavisi, belki de cerrahi yolla absenin boşaltılması gerekir. Bu durumda bebeğiniz sizi ememez.

Çoğu zaman olduğu gibi, mastit de erken teşhis edilirse, kolayca tedavisi olan bir durumdur.

 

 

 

MELANOM

Melanom en tehlikeli deri kanseri türüdür. Melanosit adı verilen deri hücrelerindeki değişiklik sonucu ortaya çıkar. Normal deri üzerinde veya benlerden gelişebilir.
4 tip melanom bulunur:
Yüzeyel yayılan melanom: En sık görülür. Değişik tonlarda kahverengi-siyah renge sahip, asimetrik görünümlüdür.
Nodüler melanom: Deriden kabarık, koyu, siyah-mavi veya mavi-kırmızı renktedir.
Lentigo malign melanom: Daha çok ileri yaşlarda ortaya çıkar, güneş hasarlı deride sıktır.
Akral lentijinöz melanom: En nadir formdur. Avuç içi, ayak tabanı, tırnak altında sık görülür.
Kimler melanom için risk altındadır?
Açık tenliler, açık renk gözlüler, sarı-kızıl saçlılar, güneşli veya dağlık bölgelerde yaşayanlar, mesleği gereği güneş altında çalışanlar, çocukluğunda bir veya daha fazla ciddi güneş yanığı geçirenler, ailesinde melanom bulunanlar, özel bazı tip benleri bulunanlar, bağışıklık sistemi baskılanmış olanlar daha fazla risk altındadırlar.
Melanom sıklığı hızla artmaktadır. Yaşla birlikte artış gösterse de gençlerde de sık görülen bir deri kanseridir. Nadir olarak melanomlar ağız içinde, gözde de ortaya çıkabilirler. Muayene sırasında bu alanlar ve genital bölge de incelenmelidir.
ABCDE sistemi melanom belirtilerini hatırlamamıza yardımcıdır.
Asimetri = Lezyon vücutta simetrik olarak bulunmaz.
Borders = Sınırları düzensizdirColor = Rengi alacalıdır.
Diameter = Çapı genellikle 6mm’den büyüktür.
Evolution = Var olan benin görünümünün değişmesi söz konusudur.
Tanı nasıl konur?
Melanom için erken tanı hayat kurtarıcıdır. Her yıl dermatolojik kontrol yaptırılmalı, her ay kişi cildini ayna karşısında kendisi izlemelidir. En ufak bir renkli oluşum, benlerden birinde değişiklik görülürse hemen bir dermatoloğa başvurulmalıdır.
Dermatolojik muayene sırasında ben haritası çıkarılmalı, benler kaydedilerek, sonraki ziyarette değişiklikler kıyaslanarak gözlenmelidir. Şüpheli lezyonlar cerrahi olarak çıkarılmalıdır.
Düzenli izlem melanomda erken tanıyı sağlar. Erken tanı ise yaşam kurtarıcıdır.
Riskli kişilerde erken tanı amacıyla, benlerdeki değişimi ayrıntılı olarak gösterebilen dermoskopi cihazı ile izlem önem taşır.
Tedavi cerrahidir.

 

 

 

MEME BAŞI AKINTILARI

Meme başı akıntısı , memede kitle ve ağrı şikayetinden sonra karşımıza çıkan bir sorundur.

Meme ile ilgili nedenlerle polikliniğe başvuran hastalarda bu oran %3-5 olup, bu sebeple meme ameliyatı geçirenlerin oranı ise %7-8’i oluşturmaktadır.Yaş olarak da en sık 25-45 yaşları arasında görülür. Meme başı akıntısı daha çok iyi huylu hastalıklarla birlikte olmasına karşın akıntının bir memeden ya da her iki memeden olması, kendiliğinden veya uyarımla olması, sürekli ya da aralıklı olması, tek bir kanaldan ya da birçok kanaldan akıntının gelmesi, akıntının kanlı veya kansız olması altta yatan olası kötü hastalığı ortaya çıkarmak açısından önemli noktalardır.

Adet döneminin başlamasından itibaren gebelikte,laktasyonda(süt verme dönemi) ve menapoz sonrası dönemde memelerde fonksiyonel(beklenen) ve patolojik(normalin dışında) değişiklikler olur. Bu patolojik değişikliklerden birisi de meme başı akıntısıdır, gebelik ve laktasyon dışında ortaya çıktığında patolojik olarak kabul edilir. Meme başı akıntıları genel olarak üç grup altında incelenebilir; Galaktore, kansız akıntı,kanlı akıntı.
Galaktore
Her iki memeden, spontan(kendiliğinden) olarak, tüm kanallardan sütlü akıntı gelmesi galaktore olarak adlandırılır.Memelerden sütlü akıntı gelmesi gebelik sırasında veya gebelik bittiğinde görülebilir.Bu yaklaşık iki yıl kadar sürebilir ve emzirme bittiğinde kesilir. Gebelik veya emzirme olmaksızın memelerden sütlü akıntı gelmesi fizyolojik , farmakolojik(ilaçlara bağlı) veya endokrinolojik(hormonal) nedenlere bağlı olabilir.

Fizyolojik olarak;aşırı meme manüplasyonu(elle uyarılması), meme başlarının emilme şeklinde uyarılması buna yol açabilir.Tanı ve tedavi için uyarı kesilerek akıntının devam edip etmediğine bakılır.

Farmakolojik nedenler ise başka problemler nedeniyle kullanılan ilaçların galaktoreye sebep olmasıdır. Bu ilaçlar arasında en sık ülser ilaçları, doğum kontrol ilaçları, antiemetikler(bulantı giderici ilaçların bir kısmı) ve antidepresanlar saayılabilir. Ayrıca kronik morfin kullananlarda da görülebilir.

Endokrinolojik sebeplere gelince bir grup kadında galaktorenin sebebi kolayca açıklanamaz.Böyle durumlarda serum prolaktin seviyesi oldukça yardımcıdır. Prolaktin, hipofiz ön lobundan salgılanan bir hormondur. Görevi memeden süt salınımını sağlamak, diğer hormonlarla birlikte memenin gelişimine katkıda bulunmaktır. Gebelik sırasında prolaktin seviyesi yükselerek doğumdan hemen sonra 200 ng/ml ye ulaşır. Gebelik ve doğum olmaksızın prolaktin seviyesindeki artış hipofize ait tümoral bir kitleyi düşündürmelidir. Hastalarda kitleye bağlı baş ağrısı ve görme bozukluğu vardır. Tanı için görme alanı muayenesi yapılır.Kafa grafisi ile büyük bir hipofizer kitle ortaya çıkarılabilir. Daha küçük kitleler için bilgisayarlı tomografi ya da magnetik rezonans çekilebilir.

Kitlenin boyutuna ve medikal(ilaç) tedavisinin sonucuna göre cerrahi eksizyon ve radyoterapi(ışın tedavisi) planlanabilir. Bunların dışında hipotalamik kitleler, enfeksiyonlar, vasküler(damarsal) ya da dejeneratif hasarlar, ektopik(normal yeri dışında) prolaktin salgılayan bronkojenik karsinoma, göğüs duvarına ait lezyonlar; herpes zoster, cerrahi skarlar da galaktoreye sebep olabilir. Eğer galaktore kontrol altına alınamıyor , hastanın sosyal ve seksüel yaşamını etkiliyorsa ayrıca gelecekte gebelik planı yoksa cerrahi ile tüm kanallar çıkarılabilir.
Kansız akıntılar
Pürülan Akıntılar: Sıklıkla çocuk emzirme döneminde görülmekle beraber postmenapozal kadınlarda da görülebilir. Memede ağrı, huzursuzluk ve bir çok kanaldan kaynaklanan, spontan, tek taraflı akıntı enfeksiyon(iltihap) belirtileri ile birlikte mevcuttur. Enflamasyona ait klinik ve labarotuvar bulguları ile tanı koyulabilir . Tedavi için kültür alınarak uygun antibiyotik ve antiinflamatuar(iltihap giderici) verilir. Eğer apse oluşmuşsa insizyon ve drenaj gereklidir. Ayrıca inflamatuar kanser açısından dikkatli olmak gerekmektedir.
Kanlı akıntılar
Bu hastalarda sıklıkla;

%48.1 İntraduktal papillom
%32.9 Fibrokistik değişiklik
%14.3 Kanser
%4.8 Duktal ektazi saptanmıştır
Meme duktus ektazisinde(meme kanallarının genişlemesi) bu tür akıntı görülür.Bu grupta akıntılar farklı renklerde ,spontan , yapışkan ,bilateral(iki taraflı) ve bir çok kanaldan olur. Çocuk doğurmuş, meme başı uyarımı olan, 37-53 y. arasında ki kadınlarda daha sıklıkla görülür. Akıntı sıklıkla farklı renklerde karşımıza çıkarken genellikle yeşil hakimdir. Sırasıyla sarı, beyaz ,kahverengi-gri ve kırmızımsı kahverengi olabilir. Bu son renk kanlı akıntı ile karışabilir. İntraduktal papillomlar da bu tür akıntılara sebep olabilir.Genellikle 20-40 yaşlarında görülürler. Çoğunlukla meme başına yakın bir kist ya da genişlemiş bir duktus içinde gelişen genellikle 1 cm’ den küçük lezyondur. Bazen papillomlar birçok duktusda ve duktusun farklı yerlerinde de olabilir.

Fizik muayene ile akıntının geldiği duktus saptanmaya çalışılır. Tanıda mamografi yalnız başına yetersizdir. Duktografi(kanallardan ilaç verilerek görüntüleme) ve histopatolojik(parçanın alınarak mikroskop altında incelenmesi) tanıda önemlidir. Bu akıntılar sıklıkla kanserle veya prekaseröz mastopati ile birliktedir. Akıntı tek taraflı , tek kanaldan kaynaklanıyor, kitle var ise sitolojik ve mamografik bulgular da değerlendirilerek kanser ayırıcı tanısına gidilmelidir Akıntı serösanginöz(sulu-kanlı gibi) ya da kanlı ise 50 yaşın altında iyi huylu olma olasılığı artarken, 50 yaşın üstünde kötü bir hastalık ile birlikteliği sıktır. Yaş artışı ve kitle varlığı kanser olasılığını akla getirmelidir.

Meme başı akıntısında hastaya yaklaşım ve tanı yöntemleri ne olmalıdır ?
Eğer akıntı çamaşır üzerinde spontan farkedilmişse bu hastanın aktivasyonu örneğin jimnastik sonrası farkedilenden daha önemlidir. Akıntının menstruel siklus(adet kanamaları), ovulasyon ve mevcut gebelik ile ilişkisinin olması nonkanseröz(kanser dışı) lezyon ayırımında önemlidir. Akıntının rengi, travma(hasara maruz kalma), cerrahi, herpes zoster gibi enfeksiyonlarda ayırıcı tanıda önemlidir. Hikayede ilaç kullanımı araştırılmalıdır. Hasta yaşı ve ailede kanser hikayesi meme kanseri gelişiminde artmış bir risktir.Tüm menapoz sonrası akıntılar önemlidir. Her iki memenin fizik muayenesi nazik ve dikkatli biçimde yapılmalıdır. Akıntının geldiği kadranın demonstrasyonu önemlidir. Akıntının rengi ve konsantrasyonu gözlenir. Sitoloji yapılabilir fakat yalancı negatif sonuç oranı yüksektir. Sitoloji şüpheli,kitle tespit edilememişse kesin tanı için akıntının geldiği meme duktusu çıkarılarak tanıya gidilmelidir. Tüm palpe edilen(ele gelen) kitlelerde ince iğne aspirasyon biyopsisi gereklidir. Histopatolojik tanı daha değerlidir ve bizi kesin tanıya götürür. Mammografi öncelikle yapılmalıdır. Duktografi özellikle intraduktal papillom tanısında yardımcı olabilir.

Sonuç olarak tek taraflı,kendiliğinden olan,kanlı akıntılarda mutlaka tanının konması gerekmektedir.Ayrıca unutmamamız gereken önemli bir nokta ise,akıntının gelip gelmediğini kontrol için kesinlikle meme başını uyarmamalı

 

 

MEME KANSERİ

Meme Kanseri Nedir?
Meme, süt bezleri ve burada üretilen sütü meme başına taşıyan kanallardan oluşur. Meme kanseri ise süt yapan meme dokusu ve daha sık olarak süt taşıyan süt kanallarından kaynaklanan kanser türüdür.

Kansere yakalanma riski yaşla artar. Ancak Türkiye gibi genç nüfusun yoğun olduğu ülkelerde 40 yaş altı meme kanseri batı toplumlarından daha fazladır. Bu nedenle 30 yaş üstü her kadına ayda bir kez kendi kendine meme muayenesi yapması ve senede bir meme cerrahı tarafından muayene önerilmektedir.

• Meme Kanseri’nin belirtileri nelerdir?
Meme başında veya derisinde çekilme, çöküntü
• Memede ele gelen ve genellikle ağrısız olan sertlik
• Meme derisinde kızarıklık ve şişlik
• Koltuk altında sertlik
• Meme başından kanlı akıntı gelmesi
• Meme başında veya derisinde yara oluşması meme kanserinin belirtileri olabilir.
• Bu durumlarda vakit geçirmeden bir genel cerrahi uzmanına başvurmak gerekir.
• Ağrı olmaması kanseri ekarte etmez. Çünkü meme kanserinde ağrı çok nadir görülür.

Kendi Kendine Meme Muayenesi
Kendi kendine meme muayenesi için en uygun dönem regl başladıktan sonraki 5. – 7. günlerdir. Ayna karşısında meme cildinde ya da meme başında çekinti, kabarıklık, kızarıklık gibi değişiklikler olup olmadığı araştırılmalı ve ardından elle meme ve koltuk altlarında kitle aranmalıdır.
Meme Kanseri görülme oranı nedir?
Meme kanseri, kadınlarda en sık görülen kanserdir. Dünya Sağlık Örgütü, meme kanserinin kadınlarda görülen kanserlerin dörtte birini teşkil ettiğini belirtmiştir. Gelişmiş ülkelerde her 7 kadından birinde meme kanseri görülür. Meme kanseri gelişmekte olan ülkelerde de hızla artmaktadır. 2030 yılında tüm meme kanserlerinin yüzde 75’inin gelişmekte olan ülkelerde görüleceği hesaplanmaktadır.

Türkiye’de 22 binden fazla kayıtlı meme kanseri hastası vardır. Türk kadınlarının yaklaşık yüzde 20’si 40 yaşın altında, yüzde 50’si ise menopoz öncesinde teşhis almıştır.

Türkiye’de meme kanseri farkındalığı düşük olduğu için kanserin erken evrede fark edilmesi oldukça güçtür. Gelişmiş ülkelerde meme kanserli hastaların yüzde 25’lik önemli bir kısmında Evre-0 meme kanseri saptanmaktadır.

Araştırmalar, ülkemizdeki meme kanseri sıklığının son 20 yılda iki katından fazla arttığını göstermiştir. Bu artışın giderek daha fazla olacağı ve yılda yaklaşık 25 bin kadına meme kanseri teşhisi konulacağı, her 8 kadından birinin meme kanserine yakalanacağı hesap edilmektedir.
40 yaştan itibaren yılda 1 kez mamografi yapılmalı!
Tarama mamografisi 40 yaşından itibaren senede bir kez yapılmalıdır, 38 yaşında referans amaçlı bir kez çekim önerilmektedir. Özel risk faktörleri varlığında mamografi yaşı daha erkene çekilebilir, mamografi dışı yöntemler taramaya eklenebilir ya da mamografi yerine başka yöntemlerden yararlanılabilir.
Meme Kanserinde Genetik Faktörler

Ailesel meme kanseri, kanser vakalarının yaklaşık %10’undan sorumludur. Genetik testlerle kanser geliştirme riski olan kadınlar tespit edilip cerrahi ya da medikal tedavilerle kanser gelişimi önlenebilmektedir. Diğer meme kanseri vakalarında ise, çok fazla değiştirilme imkanı bulunmayan kişisel ve çevresel faktörler rol oynamaktadır.

Meme kanseri, 40-59 yaş grubundaki kadınlarda kansere bağlı ölümlerin ana nedenidir. Ancak kanser taramalarında mamografinin yaygın kullanımı ile 50 yaş üstü kadınlarda meme kanserinden ölümlerde %35 azalma sağlanmıştır. Elli yaş altı kadınlarda ölüm oranındaki azalma daha fazladır. Bu durum senede bir çekilecek mamografi ile hem kanserin çok erken evrede yakalanabilmesine hem de öncü lezyonların tespit edilip kanserleşmeden çıkartılmasına bağlanmaktadır.

Çoğu vakada lezyonun kendisinin çıkartılması yeterlidir, bazı özel durumlarda memenin alınması gerekebilir. Koltuk altındaki lenf düğümleri ameliyat esnasında özel bir yöntemle değerlendirilir ve gerekmedikçe lenf düğümleri temizlenmez. Sonrasında hastalığın tekrarlamasını önlemek için kemoterapi, radyoterapi ve hormonoterapi gibi ek tedaviler uygulanabilir. Sağ kalım çok iyidir.
Hamilelik ve Emzirme Döneminde Meme Kanseri
Meme doğumdan sonra çok sayıda hormonun etkisi altında çok önemli değişikliklere uğrar. Bu hormonlardan iki tanesi östrojen ve progesterondur. Östrojen memenin kanallarının, progesteron ise memenin süt üreten bezlerinin gelişmesini sağlar. Bu hormonlardan özellikle östrojenin meme kanserinin gelişiminde önemli rolü vardır.

Çalışmalarda 30 yaş altında gebe kalmanın ve emzirmenin meme kanserine karşı koruyucu olduğu gösterilmiştir. Ancak bu, gebelikte ve emzirme döneminde meme kanseri görülmez, demek değildir. Memede var olan ufak bir lezyon hormonların etkisi ile gebelikte hızla büyüyebilir ve çoğu zaman süt ile dolu irileşmiş memede fark edilmeyebilir. Bu durum gebelikte meme kanserinin ilerlemiş aşamalarda tespit edilmesine yol açar. Dolayısıyla gebelik ve emzirme döneminde kendi kendine meme muayenesi ve doktor takipleri aksatılmamalıdır. Ultrasonografi gebe ve emziren kadınlarda güvenle kullanılabilir ve lezyonlar bu dönemde de erken tespit ve tedavi edilebilir.
Erkeklerde Meme Kanseri
Meme kanserinin 100 erkekten birinde, ortalama 65 yaşta, görüldüğü bilinmektedir. Ancak son yıllarda erkek meme kanseri görülme oranlarında %25 artış tespit edilmiştir. Geç başvuru nedeniyle genellikle ilerlemiş halde tespit edilmektedir. Bu nedenle erkeklerin de kendi kendine meme muayenesini öğrenmesi ve memede ya da koltuk altında bir sertlik fark etmeleri durumunda mutlaka cerrahi uzmanı tarafından değerlendirilmeleri önerilmektedir.

Unutulmamalıdır ki, meme kanseri erken tanı ile tedavi edilebilen bir hastalıktır. Sağ kalım çok iyidir. Erken tanıda önemli olan ise kendi kendine meme muayenesi ve meme cerrahı kontrollerinin aksatılmaması, istenen radyolojik tetkiklerin yapılmasıdır.
Meme Kanseri kimlerde daha sık görülür?

Meme kanserinin nedeni kesin olarak bilinmese de hormonların (östrojen) etkili olduğu düşünülmektedir. Erken adet gören (12 yaşından önce), menopoza geç giren (55 yaşından sonra), menopozda uzun süre hormon tedavisi alan, hiç doğurmayan ya da 30 yaşından sonra doğuran, süt veremeyen kadınlarda meme kanserinin sık görülmesi, meme kanseri-hormon ilişkisini desteklemektedir.

Bunun yanı sıra sürekli kırmızı et tüketen, hayvansal yağ ve protein ile beslenen, sebze ve meyve tüketmeyen, fazla miktarda alkol alan ve sigara kullanan kişilerde meme kanseri riski yüksektir.

Ayrıca sedanter yaşam olarak adlandırılan egzersiz ve fiziksel aktivitelerden uzak olan kadınlarda meme kanseri daha sık görülür. Menopoza giren kadınların egzersizden uzaklaşması ve kilo alması da kanserin nedenleri arasında yer alır.

Ailesinde ve yakın akrabalarında yani anne, kardeş, çocuk, anneanne, babaanne, teyze, hala gibi birinci ve ikinci derece akrabasında meme kanseri olan kişilerde meme kanseri riski daha fazladır.
Meme Kanseri’nde Erken Tanı
Meme kanserinde hedef, kanser belirti vermeden teşhis koymak olmalıdır. Bugünkü teknolojiyle düzenli çekilen mamografilerle kanser henüz birkaç milimetre boyutundayken yakalanmaktadır. Meme hastalıkları konusunda etkinlik gösteren sivil toplum kuruluşları ve bilimsel derneklerin artması, bu konuda görsel ve yazılı basında yapılan programlar, sağlık görevlilerinin uyarıları, meme kanseri ile ilgili sağlık kuruluşlarının artması, mamografinin ücretsiz olarak yapılması meme kanserinin erken dönemde ve belirti vermeden yakalanma şansını artırmaktadır.

Yüksek risk grubunda olan (ailesinde meme kanseri olan, doğurmamış, geç doğum yapmış, hormon replasman tedavisi alan) kadınların kontrolleri daha sık aralıklarla yapılmalıdır.

Meme kanseri olan hastalarda ise ilk üç yıl 3 ayda bir, 2- 5. yıllar arası 6 ayda bir, daha sonra da yılda bir defa muayene yapılması önerilir. Ailesinde meme kanseri olan kadınlarda da teşhis konulan yaştan sonra 10 yıl geriye gidilerek, muayene ve gerekli görülen tetkiklerle başlanmalıdır. Örneğin annesinde 45 yaşında meme kanseri çıkan bir kadının, meme kanseri için takibi 35 yaşında başlamalıdır.
Meme Kanseri’nde Tarama
Meme kanserinde üç ayrı muayene, tanı ve tarama yöntemi vardır:

1. Kendi kendine muayene: 20 yaşından itibaren kadınlar ayda bir kez kendi kendini muayene etmelidir. Bu muayene adet sonrası duş alırken veya menopozdaki kadınlarda ayın bir gününde düzenli olarak yapılmalıdır. Kadın önce ayna karşısında her iki memesini inceler, daha sonra sağ eliyle sol, sol eliyle sağ memesini yukarıdan aşağı, daire çizerek ve dıştan meme başına doğru sıvazlayarak muayene eder. Memelerde görülen asimetri, renk değişikliği, meme başında ve deride çekilme, koltuk altında kitle durumlarında hemen aile hekimi, genel cerrahi veya kadın doğum uzmanına başvurulmalıdır.

2. Klinikte muayene: Ülkemizde meme kanseri konusunda muayene ve cerrahi tedavi eğitimini genel cerrahi uzmanları almaktadır. Bu nedenle yakınması olmayan kadınların 20-40 yaş arası 3 yılda bir kez, 40 yaşından sonra yılda bir kez genel cerrahi uzmanına muayene olmaları gerekir.

3. Mamografik değerlendirme: Mamografi bugün meme kanserine bağlı ölümleri azalttığı bilinen tek tarama yöntemidir. Verdiği radyasyon ihmal edilebilir düzeydedir. 40 yaşından itibaren yılda bir kez yapılması önerilir.
Meme Kanseri’nden Korunma
Meme kanserinde şişmanlık, vücut kitle endeksi, kilo ve meme kanseri arasındaki ilişki bilinmektedir. Özellikle menopoz dönemindeki kadınların şişmanlaması önemli bir risk faktördür çünkü yağ dokusunun artması östrojen sentezinin de artmasına neden olmakta ve östrojen artışı meme kanseri riskini yükseltmektedir. Bu nedenle düzenli egzersiz yapmak ve kalori alımını kısıtlayıcı diyet uygulamak, 12 aydan daha uzun süre emzirmek, hormonlu besinleri tüketmemek, alkolden uzak durmak, östrojen hormonlu ilaçları uzun süre kullanmamak gerekir.

Meme kanserinden koruyucu ilaçları düzenli olarak kullanmak da meme kanserinden korumaktadır. Bu ilaçlar meme kanserinin tedavisinde de kullanılan tamoksifen ve aromataz inhibitörleridir.

Bir diğer yöntem de riski yüksek olan kadınlara yapılan koruyucu mastektomi ameliyatıdır. Profilaktik mastektomi, her iki memenin kanser olmadan boşaltılması ve içerisinin protezle doldurulmasıdır. (Ünlü sanatçı Angelina Jolie, anne ve anneannesinde meme ve yumurta kanseri olduğu, kanında meme kanseri genleri BRCA 1 ve 2 geni bulunduğu için bu prosedürü tercih etmiştir)
Meme Kanseri Çeşitleri
Meme kanseri, hastalığın evreleri ve kanser hücrelerinin yayılım bölgelerine göre çeşitlendirilir. In situ kanserlerde (başlangıç halinde, çok erken evre kanserler) kanser henüz süt kanallarını döşeyen hücrelerdedir ve kanal dışına taşmamıştır. Meme kanserinin en erken safhasıdır. Evrelendirilmesi 0 olarak yapılır. Vücudun herhangi bir yerine metastaz yoktur. Sadece bu bölgenin çıkartılmasıyla kanser tam olarak tedavi edilebilir. Tümör boyutu genellikle elle muayene ile fark edilemeyecek kadar küçüktür. Daha çok mamografi ile tespit edilir. Ameliyattan sonra kemoterapiye gerek yoktur. Işın tedavisinin dışında bazı hastalara 5 yıl boyunca “hormonoterapi” olarak bilinen antiöstrojen ilaç verilmektedir.

Invaziv kanserlerde (erken evre, lokal ileri evre, metastatik kanserler) ise kanser hücreleri süt kanalları dışına çıkıp memeyi istila etmeye başlamıştır. Evre I, II, III ve IV kanserler bu sınıftadır.

I ve II. evrede cerrahi tedaviden sonra bazı hastalarda 4-6 defa tekrarlanan kemoterapi, daha sonra radyoterapi ve hormonoterapi verilmektedir.
Evre III meme kanseri lokal ileri bir kanser olup, hastalık meme ve koltuk altına yayılmıştır. Önce kemoterapi sonra cerrahi tedavi ve ardından radyoterapi uygulanır.
Metastatik kanser olan Evre IV meme kanserinde ise öncelikle kemoterapi ve hormonoterapi uygulanmaktadır. Bu tedaviler yaşam süresince devam etmektedir.
Meme Kanseri Tedavisi
Meme kanseri diğer kanser türlerine göre tedaviye yanıtın daha çabuk alınabildiği kanser türüdür. Erken tanı ve etkin bir tedaviyle tamamen iyileşmek mümkündür. Tanı konulduktan sonra ilk uygulanan tedavi genellikle cerrahidir.

Tümör ele geliyorsa meme cerrahı tümörden ince iğne ile veya otomatik bir tabancayla bir miktar doku alarak patoloji uzmanına gönderir. Kesin teşhisin mikroskopla yapılmasını sağlar.

Bazen tümör muayene sırasında ele gelmeyecek kadar küçük olabilir. Bunlar mamografi, ultrason veya MR’da fark edilebilir. Bu takdirde meme radyolojisi uzmanı röntgen merkezinde bu yöntemleri kullanarak tümörden bir parça alır ve patoloji uzmanına gönderir. Eğer sonuç meme kanseri çıkarsa kitle yine radyoloji uzmanı tarafından işaretlenir ve meme cerrahı tarafından ameliyathanede çıkarılarak filmi çekilir ve patolojiye gönderilir.

Bazen memedeki kitlenin muayene, mamografi ve ultrasonografi ile kanser olduğu düşünülebilir. Bu durumda cerrah tek seansta ameliyathanede kitleyi çıkararak meme patolojisi uzmanına verir ve teşhis kesinleştirilir. Buna göre de ameliyata devam edilir. Gerekli görülen hastalarda tedaviye radyoterapi ve kemoterapi ile devam edilir.
Meme Kanseri’nde Kemoterapi
Meme kanserinde kemoterapi çok sık uygulanan bir tedavi seçeneğidir. Ancak erken evre meme kanseri olan hastalarda gereksiz kemoterapinin önüne geçebilmek için tümördeki genlerin analizi yapılmaktadır. Bunlardan 21- gen analizi (Oncotype-Dx testi) ile hastaların yaklaşık yüzde 31’inde kemoterapi ve hormonoterapi uygulama kararı değişmiştir.

Bu değişikliklere ek olarak meme kanseri tedavisinde özellikle ileri ve metastatik hastalarda yeni ilaçlar başarılı sonuçlar vermekte, hastaların yüzde 50-60’ında tümörün kaybolmasını sağlamaktadır.

Kemoterapi genellikle ameliyat sonrası önerilen bir tedavidir. Ancak, bazı hastalarda ameliyattan önce verilmesi ve kanserli dokunun küçültülmesi gerekebilir. Ayrıca verilen ilaçların tümör hücrelerinde etkili olup olmadığı da anlaşılabilir.Tümör çapı büyük olan, deriyi tutmuş veya koltuk altında büyük lenf bezleri saptanan hastalarda bu tedavi tercih edilir.

Genellikle üç haftada bir tekrarlanan kemoterapi 4 ila 8 seans sürer. Kemoterapi tedavisinde kolun toplardamarına yerleştirilen bir kateter ve port aracılığıyla ilaçlar verilir. Verilen ilaçlara bağlı olarak koldaki damarlarda sertleşme, kızarıklık ve tıkanıklık olabilir. Bu nedenle uzun süreli tedavilerde küçük bir ameliyatla köprücük kemiğinin altına bir port adı verilen alet yerleştirilir. Buna bağlı olan tüpün ucu kalbe yakın ana toplardamarın içerisindedir. Port, deriden kolayca hissedilir. Özel bir iğne ile buraya girilir. Medikal onkolog tarafından hazırlanan özel tedavi sıvısı birkaç saat içerisinde buradan dolaşıma gönderilir.

Kemoterapide bulantı, kusma, halsizlik, ağız kuruluğu, iştahsızlık en sık karşılaşılan problemlerdir. Saç dökülmesi hastaların en sevmedikleri durumdur. Ama 10- 15 gün sonra dökülmeye başlayan saçlar, tedavi bittikten kısa bir süre sonra tekrar çıkar.

Kemoterapinin bir diğer yan etkisi de kemik iliğini etkileyerek akyuvar sayısının azaltmasıdır. Bu nedenle her tedavi öncesi kan sayımı yapılır. Akyuvar sayısı azaldığında kemoterapiye ara verilerek özel ilaçlara bunların artırılması sağlanır. Tedavi sırasında kan verilmesi de gerekebilir.
Meme Kanseri’nde Işın Tedavisi (Radyoterapi)
Meme kanseri tanısıyla ameliyat edilen ve memesi alınmayan hastaların hepsine radyoterapi verilir. Radyoterapide amaç, memenin diğer kadranlarında bulunabilecek tümör hücrelerinin de yok edilmesi ve aynı memede hastalığın daha sonra tekrar etme ihtimalinin azaltılmasıdır.

Bu tedavi haftada 5 gün yapılır ve yaklaşık 7 hafta devam eder. Hastanın hastanede yatmasına gerek yoktur. Tedaviden önce ışın alanı merkezine kolay çıkmayan boyalı kalemle küçük işaretler çizilir. Tedavi yapılan bölgede kızarıklık, pullanma, ödem ve cilt renginde koyulaşma ile vücutta halsizlik ve yorgunluk olabilir.

Her gün bir iki saat dinlenip yürüyüş yapılması psikosoyal güçlenme sağlayıp olumsuz etkileri azaltmakta etkili olabilmektedir.
Meme Kanseri’nde Hormonal Tedavi
Meme kanserinin oluşmasında östrojen ve progesteron hormonlarının rolü bilinmektedir. Hastaların üçte ikisinde kanser hücreleri hormona duyarlıdır (hormon reseptör pozitif). Bu nedenle meme kanserli hastalara hormon tedavisi uygulanması çelişkili görünmektedir. Ancak bu tedavi aslında bir anti-hormon tedavisidir.

Bazı hastalarda kanser hücreleri üzerinde östrojen ve progesteron hormonlarının alıcıları (reseptör) vardır. Bu alıcılar kan dolaşımındaki hormonlarla uyarılarak yeniden meme kanseri oluşmasına neden olur. Bu nedenle tümör hücrelerinde hormon reseptörleri olan hastalarda östrojen hormonun etkisini ortadan kaldırıcı tedavilere gereksinim vardır.

Hormon tedavisi genelde kemoterapi bittikten sonra başlar. Hormon reseptör pozitif hastalıklarda, adjuvan ve neoadjuvan tedavide anti hormonal ilaçlar kullanılır. Tümörün meme dokusunun dışına yayıldığı durumlarda da etkin bir şekilde kullanılır.

Tamoksifen: Kanser hücrelerinde östrojen reseptörlerini bloke eder. Tamoksifen kullanım süresi 5-10 yıldır. Bu şekilde meme kanseri tedavisi gören kadınların meme kanserine yeniden yakalanma ihtimalleri oldukça azalmaktadır. Tamoksifen meme kanseri tedavisinde kullanıldığı gibi daha henüz kanser oluşmamış (karsinoma in situ) ve kanser riski belirgin yüksek hastalarda da koruyucu amaçla kullanılır. Anti-hormon tedavisi ile özellikle adet gören kadınlarda sıcak basması, terleme, vücutta yağlanma gibi yakınmalar olabilir. Rahim kanseri riskinde artış ve damar içi pıhtılaşma tamoksifene bağlı olarak gözlenebilen iki önemli yan etkidir. On yıllık takipte rahim kanseri sıklığı tamoksifen kullananlarda 1.26/1000 oranında iken kullanmayanlarda 0.58/1000 oranındadır ve 2.5 kat artmıştır. Yapılan çalışmalarda tamoksifen kullanımına bağlı rahim kanseri riskinin menopoz öncesi kadınlarda anlamlı oranda artmadığı saptanmıştır. Rahim kanseri riskinin menopoz dönemindeki kadınlarda daha belirgin olarak arttığı bilinmektedir. Tedavi öncesi ve yılda bir jinekoloji uzmanı kontrolü ile rahim kanseri riski ortadan kaldırılabilmektedir. Tamoksifen sıklıkla menopoz öncesi kullanılan hormonal tedavide kullanılır. Menopoz öncesi jinekoloji kontrolü yapılan hastalarda rahim kanseri riski açısından kullanımını engelleyecek bir durum yoktur. Yine menopoz öncesi kullanımda ve ileri derecede yaşlılığı olmayan hastalarda tamoksifene bağlı damar tıkanıklığı riskine pek rastlanmaz.

Aromataz inhibitörleri: Yağ dokusundaki aromataz enzimini bloke eder ve menopoz sonrası kadınlardaki östrojen hormonu oluşumunu engelleyerek antihormonal tedavide kullanılır. Kanser tedavisinde menopoz dönemindeki kadınlarda etkin bir şekilde kullanılır. Karsinoma insitu vaklarında koruyucu olarak cerrahi tedavi sonrası kullanılır. Eklem ve kas ağrıları ile kemik erimesini hızlandiran yan etkileri vardır. Tedavinin başında kemik yoğunluğu ölçümü yapılarak gerekli hallerde kemik yoğunluğunu güçlendiren altı ayda 1 kullanılan ilaçlarla birlikte kullanımı önerilir. Bu şekilde menopoz sonrası meme kanserli hastalarda kemiğe bağlı hastalık gelişimi azaltılır.

Vakumlu meme biyopsisi: Meme Sağlığı Merkezinde hastamızın yaşam kalitesini bozmadan en doğru teşhisi koymak için dijital mamografi (MMG), ultrasonografi (USG), renkli doppler ultrasonografi (RDUS), 1.5 ve 3.0 T manyetik rezonans (MR) gibi görüntüleme cihazları bulunmaktadır.

Merkezimizde kullanılan bu cihazlar ile USG eşliğinde biyopsi (BPX), özel masası ile “Vakumlu KOR Biyopsisi” de yapılmaktadır.
İşlem, vakum biyopsisi için özel olarak geliştirilen, memenin aşağı sarkması için ortasında bir açıklık olan ve ‘stereotaksik biyopsi masası’ olarak adlandırılan özel bir masada gerçekleştirilir.
Bu masada şüpheli alanın, mamografiye benzer şekilde açılı filmleri çekilir. Çekilen bu filmler sayesinde alanın üç boyutlu koordinatları belirlenir.
Diğer hormonal tedaviler
Over ablasyonu: Otuz beş yaş altı ve bazı 40 yaş altı menopoz öncesi kadınlarda tamoksifen ile birlikte ayda 1 cilt altı (karın veya kol cildi) uygulanan iğneler ile yumurtalıkların çalışması önlenerek anti-hormonal tedavi yapılmasıdır. Hormonal tedavinin daha etkili olması sağlanır.

Fulvestran: Yaygın hastalıkta genellikle tamoksifen ve aromataz inhibitörlerinin etkili olmadığı durumlarda aylık enjeksiyonlar şeklinde kullanılır.

Megestrol acetate: Genelde iştah açıcı amaç ile kullanılan bir ilaçtır. Meme kanserinin hormonal tedavisinde nadir olarak kullanılabilir.

Meme kanserinde genetik yatkınlık / BRCA-1 ve BRCA-2 nedir?
BRCA-1 ve BRCA-2 genleri vücudunuzun her hücresinde bulunan 20 bin genden sadece iki tanesidir.
Bunlar tümör baskılayıcı genlerdir, yani kanseri kontrol etmek ya da önlemekte rol oynarlar.
Hem erkek hem de kadınlar BRCA-1 ve BRCA-2 genlerine sahiptir.
BRCA-1 ve BRCA-2 hatalı olduğunda veya mutasyona uğradıklarında düzgün olarak çalışmayı durdururlar.Hücreler ne zaman büyüyecekleri, bölünecekleri ile ilgili doğru talimatları alamayabilir ve hızlı büyüyerek tümör oluşturabilirler.
Meme veya yumurtalık kanseri gelişen az sayıda kadında BRCA-1 ve BRCA-2 genlerindeki mutasyon nedeniyle kanser gelişir. BRCA-1 ve BRCA-2 birçok kalıtsal meme ve yumurtalık kanserinden sorumludur ancak bu kanserler için riski artıran diğer gen mutasyonları da vardır.
BRCA1 ve BRCA2 genlerinde kalıtsal mutasyonlar nadirdir. Ancak bu gen mutasyonu olan bir ebeveynin, çocuklarının her birine mutasyona uğramış olan geni geçirme ihtimali yüzde 50’dir. Anne ya da baba, herhangi bir BRCA-1 veya BRCA-2 mutasyonlarını erkek veya kız çocuklarına miras bırakabilir.
Bir kişide bu gen mutasyonunun olup olmadığı genellikle kan veya tükürük toplama kiti ile yanak hücreleri topluluğundan alınacak örnek üzerinde yapılan genetik test ile belirlenir.

Meme kanserinde yenilikler
Meme kanseri tek bir hastalık çatısında değerlendirilemeyecek kadar farklı hastalık tiplerini yapısında barındırır.
Bugün için moleküler tiplerine göre tedavi yaklaşımları değişen başlıca dört farklı meme kanseri moleküler alt tipi belirlenmiştir. Bunlar daha çok hormonal tedavinin etkin olduğu hormona duyarlı Luminal A, hem hormonal tedavi hem de kemoterapinin tedavide etkin olduğu Luminal B, biyolojik ajanların kemoterapi ile birlikte tedavide etkili olduğu HER 2 belirgin, ve kemoterapinin tedavide daha etkili olduğu bilinen üçlü negatif tip meme kanserleridir.
Kanser tedavisinde bireyselleştirilmiş (kişiye özel) tedaviler önem kazanmıştır. Meme kanserinde bu farklı moleküler tiplerin olması her meme kanseri hastasının farklı tedavi yöntemleri ile daha başarılı tedavi edilmesini sağlar.
Adjuvan tedavide hastaların kemoterapi kararı aşamasında tümör dokusunda yapılan çok genli analizler gereksiz kemoterapilerin verilmesini önlemede yardımcı olmaktadır.
Meme kanserinin tedavisinde tümörün genetik özelliklerine göre farklı ilaçlar uygulanmaktadır. Genetik testler bazı hastalarda kemoterapiye gerek olmadığını da göstermektedir.
Ülkemizde yapılan bir araştırmada 21- gen analizi (Oncotype-Dx testi) ile hastaların yaklaşık yüzde 31’inde kemoterapi ve hormonoterapi uygulama kararı değişmiştir. Bu gibi testlerle tümörün verilecek ilaçlara duyarlılığı kontrol edilir ve hangi ilacın kullanılacağı, ilacın dozajı gibi kararların daha etkili olarak alınması sağlanır.
Meme kanserinde neoadjuvan tedavide özellikle HER2 pozitif meme kanseri hastalarında biyolojik ajanların kemoterapiye eklenmesi ile başarı oranı %50-60 oranlarına çıkmıştır. Anti-Her2 tedavide kullanılan biyolojik ajanların ikili (trastuzumab-pertuzumab) kullanımı ile yaygın hastalıkta gözlenen başarıdan sonra neoadjuvan tedavide de kullanılmaya başlanmıştır.
Yaygın hastalığı (metastatik) olan hastalarda kullandığımız yeni hedefli tedaviler sayesinde metastatik meme kanseri hastalarında uzun süren yüz güldürücü sonuçlar elde edilmektedir. Hormon reseptör pozitif metastatik meme kanserinde everolimus, palbosiklib, Her 2 pozitif hastalıkta Lapatinib, TDM-1, ve meme kanserinin bütün alt tiplerinde etkili eribulin, ixabepilone gibi kemoterapi ilaçları mevcut tedavilere ek tedavi şansları getirmektedir.
Birçok kanser türünde etkinliği kanıtlanan bağışıklı sistemi üzerinden etkili aşıların meme kanserinde özellikle üçlü negatif alt tipinde etkinliğini araştıran çalışmalar devam etmektedir.
Öte yandan özellikle memesi alınmayan hastalarda memeye mutlak verilmesi gereken ışın tedavisi (radyoterapi) süresi oldukça uzun olup, yaklaşık 5-6 haftayı bulmaktadır. Uygun hastalarda hipofraksiyone radyoterapi denilen yöntemle de ışın tedavisi süresi 3 haftaya indirilmektedir.
Radyoterapideki gelişmelere paralel olarak özellikle hedefli radyoterapi imkanı sağlayan yeni teknikler (Tru-beam, cyberknife, gamaknife) ile metastatik hastalıkta konvensiyonel radyoterapiye etkinlik ve yan etki açısından üstünlük sağlanmaktadır.

 

 

 

MENOPOZ

Ergenlik döneminde yumurtalıklar, iki dişilik hormonu üretmeye başlar: östrojen ve progesteron. Bu hormonların içinde en önemli olanı östrojendir. Ergenlik döneminde, östrojen hormonu, göğüslerin gelişmesini uyarır ve rahmi doğurganlığa hazır hale getirir. Ayni zamanda yumurtanın devamlılığını sağlar. Yumurta döllenmeyince meydana gelen adet dönemlerinde, bu iki dişilik hormonunun düzeyi yükselir ve sonra düşer. Klimakteryum döneminde, yumurtalıkların östrojen ve progesteron üretimi azalır ve zamanla sona erer. Bu, kadının artık adet görmeyeceği ve gebe kalamayacağı anlamına gelir.

Menopozun ilk belirtileri nelerdir? Menopoz belirtileri her kadında aynı şiddette mi olur?
Bir kadın, son adetini görmeden önce yumurtalıklar progesteron üretimini yavaşlatır.Adetler düzensizleşir, östrojen yapımı yavaşlar. kadın vücudunda yaşanan bu olaylar sonucu, bir takım sıkıntılar baş gösterir: Gece terlemeleri, sıcak basmaları, gerginlik ve halsizlik hissi bunların başındadır. Bir çok kadın, dikkatini toplayamama ve unutkanlıktan yakınır. Bu durum, kadının mesleki performansını ve sosyal ilişkilerini açık bir Şekilde etkiler. östrojen eksikliği, bir sure sonra vajinanın nemliliğini yitirmesine ve kurumasına yol açar. Vajina kuruluğu ya da tip dilinde vajinal atrofi adi verilen bu durum, cinsel ilişki sırasında ağrıya ya da kaşıntıya neden olur. Ama olumlu olan bir şey var ki, o da artık günümüzde bu sorunların çaresinin bulunmuş olmasıdır. östrojen ve progesteron hormonlarının kaybolmasıyla ortaya çıkan belirtileri şu Şekilde sıralayabiliriz:
Fiziksel belirtiler:

– sıcak basması ,

– Gece terlemeleri ,

– Uykusuzluk ,

– Dikkatini toplayamamak ,

– Vajinal kuruluk ve ağrılı cinsel ilişki
Duygusal Belirtiler:
– Ruhsal değişiklikler ,

– çabuk sinirlenme ,

– Gerginlik ,

– Depresyon ,

– Cinsel isteksizlik

Her uç kadından birinde hiç sorun çıkmamakta ya da belirtiler hafif seyretmektedir. Fakat diğerlerinde ortaya çıkacak sorunlar, yaşam kalitesini azaltacak Şiddette olabilir. Kendini iyi hissetmeyen veya menopozun sağlığını nasıl etkileyeceğini merak eden kadınlar, mutlaka doktora başvurmalıdırlar.

Menopoz, kişiliğimi ve karakterimi değiştirecek mi?
Menopoz, kişinin öz karakterini değiştirmez. Hatta, yaşamın diğer dönemleri gibi, menopoz da, duygusal ve zihinsel bir gelişme dönemi olabilir. Ancak menopoz, bir girdap ve duygusal kararsızlık dönemine de dönüşebilir. Menopoz dönemindeki kadının hayatında yaşamın bazı doğal süreçleri ciddi bunalımlar yaratabilir. örneğin, çocuklarının büyüyüp, evlenip, evden ayrılmaları ya da ebeveynlerinden birinin ölümü gibi. Bu olaylar menopozal kadını ailenin diğer fertlerinden daha çok etkileyebilir ve ruh sağlığını bozabilir. Oluşan bu durum, aile içi ilişkileri de etkiler. Bu nedenle menopoz bir aile sorunudur. Bir çok kadın mesleki performanslarını ve sosyal hayatlarını etkileyen dikkat dağınıklığından dolayı, depresyona girebilir veya özgüvenini yitirebilir. Ancak tüm bu yaşananlara boyun eğmek gerekmez. Doktorunuzun da yardımıyla tüm bu sıkıntıları en hafif şekilde atlatabilirsiniz.
Menopoz belirtileri ne kadar sürer?
Menopoz belirtilerinin ne kadar süreceğini önceden kestirmek güçtür. Kişiden kişiye büyük değişkenlik gösterir. bazı kadınlarda belirtiler birkaç ay içinde kaybolur. Bazılarında ise on yıl ya da daha uzun sürebilir. Ancak menopoz belirtileri ortalama 3 – 5 yılda ortadan kalkar.
Menopozun uzun vadede beni etkileyecek önemli sonuçları nelerdir?
Menopozun uzun vadede ortaya çıkabilecek en önemli sonuçlarından biri, kemik erimesi adıyla da bilinen osteoporozdur. Kemik canlı bir dokudur. Menopoz sonrası östrojenin eksikliği, kadınlarda, yaşıtı erkeklere göre kemiklerde daha hızlı bir mineral kaybına yol açar. Kemik kitlesindeki mineral kaybı sonucu, osteoporoz oluşur. Osteoporoza yakalanan bir kadının, sıklıkla el bileği veya kalça kemiklerinden biri kırılabilir. Bel kemiğinde çökme olabilir. Bir çok yaşlı kadında görülen kamburluğun nedeni budur. Menopozun uzun vadede ortaya çıkabilecek önemli sonuçlarından bir diğeri de kalp ve dolaşım hastalıklarıdır. östrojen eksikliği, kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarına zemin hazırlarlar.
Menopoz ve kalp hastalıkları arasındaki ilişki ne ölçüdedir?
Bugün dünyadaki menopozal kadınların ölüm nedenlerine bakıldığında, rahim ya da göğüs kanseri vakaları, kalp hastalıklarının yanında çok düşük orandadır. Kalp ve dolaşım sistemi hastalıkları, menopoz sonrası kadınların ölüm oranlarında ilk sırayı tutmaktadır. östrojen, kandaki kolesterol düzeyini düşük tutarak, kadınları kalp hastalıklarına karşı korur. Ancak menopozdan sonra, bu koruyucu etki kaybolur. Menopoz sonrası vücudun östrojen gereksiniminin karşılanmasına yönelik bir tedavi, bu riski yarı yarıya azaltır.
Danışmak ya da tedavi olmak için doktora ne zaman başvurmalıyım?
Menopoza bağlı belirtileri hissettiğinizde doktora danışmanız gerekir. cağımızda menopoz belirtilerini tedavi eden seçenekler vardır ve yaşamının Klimakteryum döneminde, duygusal ya da fiziksel açıdan sekteye uğradığını düşünen kadınlarda bu tedaviler etkilidir. Bir diğer önemli nokta ise, osteoporoza karşı risk altında olup olmadığınızı öğrenmenizdir. çünkü osteoporoz, sessiz ve sinsi seyreden bir hastalıktır. siz farkına varmadan menopozun erken dönemlerinde başlayan hastalık, kemik kaybının hızlanmasıyla belirginleşir. Osteoporoza karşı risk altında olup olmadığınızı ne kadar erken öğrenirseniz, önleme şansınız o kadar yüksek olur. Klimakteryum dönemi, her kadın için, yaşam kalitesi açısından son derece ciddiye alınması gereken bir dönemdir.
Hormon Replasman Tedavisi nedir?
Hormon Replasman Tedavisi ya da kısaca HRT, menopoz öncesinde vücutta üretilen dişilik hormonlarını takviye etme veya yerine koyma tedavisidir. HRT, vücuttaki dişilik hormonları düzeylerini menopoz öncesi seviyelerine getirir. HRT ile, hem fiziksel, hem de duygusal sorunların kaybolmasının nedeni budur.
HRT tüm kadınlarda önerilir mi?
Genel olarak evet. HRT hem osteoporoz riski altında olan kadınlara, hem de menopoz sonucu yaşam kalitelerini azaltan sorunları olan kadınlara önerilmektedir. Ancak karar yine kadınındır ve bu karar doktorla birlikte verilmelidir. Herhangi bir tedavi yönteminde olduğu gibi, bu tedaviye başlamadan önce de, fiziksel ve jinekolojik muayeneden geçmeniz, doktorunuza ailevi özgeçmişinizi detaylı olarak vermeniz gerekmektedir.
HRT doğurganlığı geri getirir mi?
Adetleri tamamen kesilmiş kadınlarda HRT’ ye başlanması doğurganlığın geri geleceği anlamını taşımaz. Yani bu kadınlar HRT ile gebe kalamaz. Menopozdan önce, adetleri düzensiz de olsa devam eden kadınlar ise gebe kalabileceklerinden, ek bir doğum kontrolü yöntemi kullanılmalıdır.
HRT’nin yan etkileri var mi?
Günümüzdeki düşük doz HRT’lerde yan etkiler nadirdir ve geçicidir. örneğin, bazı kadınlarda göğüslerde şişkinlik ve hassasiyet, baş ağrıları, bacaklarda kramplar, zaman zaman uyuşukluk ve bulantı olabilir. Bu etkiler genellikle 3 ay içinde geçer. Geçmezse doktorunuza danışmalısınız. Eğer 3 aylık HRT sonrası düzensiz kanamalarınız olursa, doktorunuza danışmanız gerekir. Doktorunuz başka bir tedavi ya da doz önerebilir.
HRT sırasında kilo alır miyim?
Hayır. Kadınların % 50’sinden fazlası menopoz sonrası kilo alır. bunların % 20’sinde 10 kilonun üzerinde kilo artışı olur. HRT, bu tarz kilo artışlarını engeller. Bununla birlikte, tedavinin ilk ayı içinde bazı Kadınların vücudu su toplayabilir. Bu durum genellikle 3 ay içinde sona erer.
HRT pıhtı oluşma riskini artırır mi?
Bugüne kadar yapılan tüm bilimsel araştırmalar, HRT’nin pıhtı oluşumuna yol açmadığını göstermektedir. Bu bakımdan HRT preparatları, doğum kontrol haplarıyla karıştırılmamalıdır. Zira, doğum kontrol haplarındaki hormon dozları daha yüksektir. Doktorunuzun HRT’nin sizin açınızdan güvenilir olduğuna karar verirse, mutlaka size uygun bir HRT preparatını reçete edecektir.
HRT kanser oluşma riskini artırır mi?
Kanser, hakli olarak bütün Kadınların en büyük kaygısıdır. şadede östrojenin uzun sureli kullanımı halinde rahim kanseri riskinin arttığı bilinen bir gerçektir. Tedaviye progesteron ilavesinin nedeni de budur. Progesteron takviyesi, kanser riskini, toplumun geneli için söz konusu olan riskin altına düşürür. HRT’nin meme kanserine yol açıp açmadığı ise hala tartışılmaktadır. Ancak bilimsel araştırmalar, Günümüzdeki düşük doz tedavilerin, meme kanseri riskini artırmadığını göstermektedir.
Tüm kadınlarda kemik erimesi olur mu?
Yaşlanma ile birlikte ister erkek, ister kadın olsun tüm insanların kemik kitlelerinde kayıplar olur. Ancak, osteoporoz, kadınlar açısından özel bir tehlike arz eder ve kadınlar daha çok risk altındadır. tüm kadınların osteoporoz riski altında oldukları bilinmektedir.

Aşağıdaki grupta yer alanlar ise daha yüksek risk taşır: zayıf kadınlar, şikara içenler, fazla alkol alanlar, egzersiz yapmayan, hareketsiz kadınlar, erken menopoza giren kadınlar, cerrahi yolla yumurtalıkları alinmiş kadınlar, kalsiyum eksikliği olan kadınlar.
Bende osteoporoz gelişme riski nedir?
Yetmiş yaşın üzerindeki Kadınların % 50’sinden fazlasının bir ya da bir kaç kemiğinin osteoporoz nedeniyle kırıldığı bilinen bir gerçektir. Yine de bu, osteoporozun kaçınılmaz bir hastalık olduğu anlamına gelmez. Osteoporoz gelişme riskini belirleyen testler mevcuttur. Bu testler sonucu, yüksek risk altındaysanız tedavi önerilmektedir. önemli olan, osteoporoz ciddi bir sorun haline gelmeden koruyucu tedaviye başlanmasıdır. Kemik kitlesi kayıpları HRT ile yavaşlatılabilir veya durdurulabilir. Zamanında başlanırsa HRT, osteoporoz gelişimini önleyebilir.
Osteoporoz önlenebilir mi?
Evet. Dengeli beslenen, sigara içmeyen ve egzersiz yapan kadınlar osteoporozu kendiliğinden önleyebilirler. Ancak bazı kadınlarda bu çabalar da yeterli olmaz. yüksek risk grubu olarak tanımlanan bu kadınlarda HRT, osteoporoz gelişimini etkin bir Şekilde önleyebilir. Bununla birlikte, HRT koruyucu bir tedavidir. Hastalığı kesin olarak ortadan kaldırmaz. Bu durum, doktorunuz önerdiği surece tedaviye devam edilmesi gerektiği anlamını taşır. Tedavi erken kesilirse, kemik kitlesi kayıpları yeniden başlar.
Osteoporoz riski altında olup olmadığımı nasıl öğrenebilirim?
özel görüntüleme cihazları, iskeletinizin değişik kısımlarından görüntüler alarak, kemik kitlenizi ölçebilir. Uzmanlar tarafından yapılacak kan ve idrar tahlilleri de kemik mineral kayıp hızları hakkında bilgi verebilir. Bazen bir test yeterli olabilir, ama zaman içerisinde kemik mineral kayıp hızının sürekli kontrol altında tutulması için bir çok test yapılabilir.
Osteoporoz tedavisine ne zaman başlanmalıdır?
Kemik kitlesi hızla kaybolan kadınlarda tedaviye, mümkün olduğunca çabuk başlanması büyük önem taşır. Tedavi, daha fazla kemik kitlesi kaybını önleyebilir, ancak kaybedilmiş olan kemik kitlesini yerine getirmez. Bu nedenle kemik kitlesi kaybının hızlı olduğu kadınlarda tedaviye erken başlanması önerilmektedir.
Histerektomi (rahmin cerrahi yolla alınması) geçirmişsem ne olacak?
Histerektomi geçiren kadınlarda menopoz sorunları daha erken ortaya çıkabilir. Eğer yumurtalıklar da alınmışsa menopoz derhal başlar. Bu tarz ameliyat geçiren Kadınların, adet kanamaları veya rahim kanseri konularında kaygılanmasına gerek yoktur. Zira rahim olmadığından rahim kanseri de gelişemez. Histerektomi geçiren kadınlarda sadece östrojen tedavisi önerilmektedir. Progesterona gerek yoktur. Tedavi şekli çok basittir. Her gün bir östrojen tableti alınır.
Vajinal tahriş ya da kuruluk için ne yapmalıyız?
Östrojen eksikliği ve kaybı vajinal atrofi adi verilen vajinal kuruluğa ve tahrişe neden olabilir. Vajinal atrofi, ağrılı cinsel ilişkiye yol açabileceği gibi idrar yolunda bir takım sorunları da beraberinde getirebilir. şadede vajinal atrofiden şikayet eden kadınlar için lokal vajinal tedavi seçenekleri vardır. Tedavinin dozu ve suresi konusunda doktora danışmak gerekmektedir.

 

 

 

MENENJİT
Salgın Hastalık Menenjit Nedir, Menenjit Hastalığı Nedenleri

Bir takım mikroplar beynin üzerini kaplayan zarlara gelip oturdukları zaman orada bazı iltihaplar yaparlar ki bu iltihaplara (Menenjit) denir. Menenjit yapan mikroplar pek çoktur. Hastalık, çok defa, iltihabı yapan mikrobun adına göre adlandırılır.
Bunlar arasında beyin zarlarında oturup iltihap yapmak azgınlığında olan (Menengokok) adında bir mikrop vardır. Bu mikrop salgın Menenjit denilen bulaşıcı ve tehlikeli bir Menenjit hâsıl eder. Bu mikrop ufak, kahve taneleri şeklinde çift çift dizilmiş bir halde görülür. Bel soğukluğu mikrobuna pek ben¬zer, fakat ondan ayrıdır. Hastalarda baştan boğazda, bademciklerde, burnun arka delikleri hizasında nezle ve iltihaplar yapar.

Günün birinde birden bire kana karışarak gelip beyin zarlarında oturup (Salgın Menenjit) hâsıl eder.

Boğazlarında mikrop taşıyanların veya hastaların öksürür, aksırır ve söz söylerken ağızlarından, burunlarından fırla¬yan tükürük damlacıkları ile bulaşan, ve istidatlı olan insanlar bu hastalığa tutulurlar.
Kendileri hasta olmadıkları halde boğazlarında mikrop taşıyan ve etrafa bulaştıran sağlam insanlar da vardır. Bunlar çok tehlikeli olan (Mikrop taşıyıcıları) dır.
Hastalık, çabuk bulaşması, ağır bir hastalık olması ve salgınlar yapabilmesi bakımından çok önemlidir.

Menenjit Belirtileri

Hastalık, çok defa, üşüme, titreme ve ateş yükselmesiyle, birdenbire başlar. Hastalarda şiddetli bir baş ağrısı vardır. Bunun arkasından kusmalar gelir. Vücutta kırgınlık, halsizlik, dermansızlık hâsıl olur. Vakaların çoğunda dudaklarda, burunda uçuk dedikleri ufak kabarcıklar belirir.
Hasta baş ağrısından çok şikâyet eder. Gözleri kapalı, yatağa serilmiş, hatta bazı vakalarda yarı baygın bir halde bulunur.

Bir müddet sonra hastada bir (ense sertliği) başlar. Bu sertlikten dolayı hasta başını önüne eğemez. Başını el ile tutup önüne doğru eğdirmek isterseniz hastaya sıkıntı ve zorluk vermiş olursunuz. Bacakta ve bel kemiğine ait kaslarda da sertlikler hâsıl olduğu için hasta kaldırılıp oturtulmak istenirse bacakları uzanmış bir halde yatakta doğrulup oturamaz. Dizleri bükülür.

Hastanın karnı çökük ve çok defa pekliği vardır. Hastaya yan üstü yatarken bakılırsa başı arkaya doğru çekilmiş, oylukları karnına, baldırları oyluklarına doğru bükülmüş bir halde olduğu görülür ki bu duruma doktorlukta (Tüfek tetiği vaziyet) derler. Bazı hastaların derisi üzerinde ufak kırmızı lekelerin çıktığı da olur.

Hasta bir müddet sonra kendisini kaybeder. Yataktan fırlamak, atılmak ister. Manasız sözlerle sayıklar. Bağırır, tükürür. İnsana endişe veren bir takım korkunç haller gösterir.

Hasta derhal tedaviye başlanmazsa netice ölümdür.
Bu hastalıktan kurtulabilenlerin bazılarında körlük, sağırlık, aptallık, sarsaklık gibi bütün ömür boyunca devam edecek olan arızalar kaldığı da görülmektedir.

Menenjit şüphelisi bir hasta karşısında hastalığa kesin teşhis koymak ve hastalığın hangi mikroptan ileri geldiğini anlamak için mutlaka bel kemikleri arasından iğne sokup bir parça omurilik suyu almak ve bunu laboratuvarlarda tahlil ettirmek lâzımdır. Beyin zarları üzerinde cerahat mikroplarının yaptığı iltihaplarda ve salgın menenjitte omurilik suyunun basıncı fazla ve rengi, içinde toplanan cerahatten dolayı, bulanıktır. Bu suyun tortusundan bir damla alıp cam üzerinde boyanarak mikroskopla bakılacak olursa bir sürü cerahat hücreleri ve bunların içinde ve aralarında hastalık mikroplarını görüp tanımak mümkündür. Bu suretle (Salgın Menenjit) verem, frengi ve cerahat mikropları ile virüslerin yaptıkları öteki menenjitlerden kolaylıkla ayırt edilmiş olur.

Menenjit Tedavisi, Çocuklarda Bebeklerde Menenjit Tedavi

Salgın Menenjit yakın zamana kadar çok ağır ve öldürücü bir hastalık halinde iken sülfamid’lerin ve en meşhur bir antibiyotik olan (Penicillin)in keşfinden sonra iş değişmiştir.

Salgın Menenjit’in tedavisi eskiden bu hastalığın mikroplarına karşı hazırlanmış olan (Manengokok serumu) yerine göre, hastanın derisi altından, kaba etinden, damarından veya bel kemiği içinden şırınga edilmesiyle yapılırdı.

Bu hem hasta, hem de hekim için büyük zorluklar ve sıkıntılar veren bir tedavi tarzı idi.
Bugün (sulfamid) ler ve (Penicillin) ile yapılan tedavi bütün bu zorlukları ortadan kaldırmıştır. Bu harika ilâçlar yardımıyla hasta az zaman içinde kurtulup şifa bulmaktadır.
Bu sayede Salgın Menenjitin yaptığı ölümler pek azalmış, tehlike ortadan kalkmıştır. Bütün mesele hastalığı çabucak teşhis etmek ve hiç vakit geçirmeden tedaviye başlamaktır.
Hastalığın ateşli devresinde: doktor, vücudu ve kalbi kuvvetlendirmek, ağrı ve sıkıntıları izale etmek için daha birçok ilâçlar verir. Bu suretle hastanın az zamanda şifaya kavuşması sağlanmış olur.

Menenjitten Korunma Yolları

Sağlamlar hasta ile temastan sakınmalıdırlar. Okul, kışla, sinema tiyatro gibi kalabalık yerlerde aksırıp öksürenler arasında menenjit mikrobu taşıyan insanlar bulunabileceğinden hastalığın salgın olduğu zamanlarda böyle yerlere gitmek doğru değildir.

Ağzın, burnun ve bütün vücudun temiz tutulması lazımdır. İnsan kendisini soğuktan, yorgunluk ve uykusuzluktan korumalı, nezle ve anjin olmamaya çalışmalıdır.

Salgın menenjit mikroplarından yapılmış koruyucu bir aşı varsa da bu aşının koruma yeteneği şüpheli olduğundan tatbikat alanında geniş bir yer tutmamıştır.

Hastalığın salgın olduğu zamanlarda hastanın yakınında bulunanlara koruyucu olarak geçici bir zaman için sulfamid vermenin faydalı olacağını söyleyenler vardır.

 

 

 

 

 

MEZOTELYOMA
Son yıllarda ülkemizde sıkça görülmesine rağmen nadir tümörler arasında yer alan mezotelyoma, akciğer, kalp ve karın organlarını çevreleyen sırasıyla plevra, perikard ve periton adı verilen zarlardan orijin alan habis bir tümördür. Çoğu kez asbest maruziyetine bağlı olarak ortaya çıkan bu tümör, en fazla plevrada (akciğer zarı) görülür.
Mezotelyoma için risk faktörleri nelerdir ?
Mezotelyoma için bilinen en önemli risk faktörü asbest maruziyetidir. Lifsel yapıda mineral olarak tanımlanan asbest, birçok sanayi kolunda yaygın olarak kullanılabilmektedir. Örneğin fren balata sistemleri, ısı izolasyon materyalleri ve yalıtım materyalleri üreten iş kollarında ve gemi sanayisinde asbest kullanıldığı bilinmektedir. Asbest kullanılan işyerlerinde yeterli korunma önlemi alınmıyorsa havada uçuşan bu lifsel partiküller solunum yoluyla akciğere girmekte ve oradan akciğer zarına göç ederek mezotelyomaya neden olmaktadır. Mezotelyoma dışında akciğer kanseri gelişiminde de önemli bir risk faktörü olan asbest, ayrıca ‘benign asbestoz’ adı verilen ve plörezi ya da interstisyel akciğer hastalığına yol açan kanser dışı bazı hastalıklar için de risk faktörüdür.

Prof.Dr.İzzettin Barış, İç Anadolu Bölgesi’de yaptığı araştırmalarda, toprakta bulunan bazı minerallerin de (Erionite gibi) asbest gibi mezotelyomaya neden olduğunu saptamıştır. Anadolunun bazı yörelerinde beyaz toprak adı verilen bu mineralleri içeren toprak, sıva ve boya malzemesi olarak evlerin duvarlarına sürülmekte ve bu nedenle bu bölgelerde mezotelyoma sık görülen bir hastalık olarak karşımıza çıkmaktadır.
Son yıllarda yapılan çalışmalarda SV adı verilen virüsün mezotelyoma gelişimi ile ilişkili olabileceği bildirilmiştir.
Mezotelyomada belirti ve bulgular nelerdir ?
Hastalık çoğunlukla akciğer zarında sıvı birikimine yani plöreziye neden olduğu için ilk belirtiler çoğu kez sırt, göğüs ve yan ağrısıdır. Başlangıçta nefes almakla batıcı karakterde olan ağrı, giderek süreklilik kazanır ve şiddetini arttırır. Plevra boşluğunda biriken sıvı miktarının artması ile hastada nefes darlığı ortaya çıkar. Bunun dışında öksürük, nadiren çomak parmak, hastalığın yaygınlığı ile ilişkili olarak karında şişme, karın ağrısı gibi belirtiler de olabilir.
Mezotelyomada tanısal yaklaşım
Yukarıda belirtilen yakınmalarla hekime başvuran hastada yapılan muayenede hasta tarafta solunum sesleri azalmıştır ve genellikle göğsün hasta tarafının sağlam tarafa göre hafif küçülmüş olduğu saptanmıştır. Yine hasta tarafta omuz daha düşük pozisyondadır. Standart akciğer grafisi ve bilgisayarlı tomografik tetkikte plevra boşluğunda sıvı toplandığı akciğer zarının akciğeri bir zırh gibi saracak şekilde kalınlaşmış olduğu görülür.
Radyolojik yöntemlerle plevra boşluğunda sıvı saptanan hastadan bir enjektör yardımı ile bir miktar sıvı alınarak incelenir. Sıvıda tümör hücrelerinin görülmesi ile nadir olgularda mezotelyoma tanısı konulabilir ancak kesin tanı için çoğu kez doku parçasına yani biyopsiye ihtiyaç vardır. Biyopsi kapalı plevra biyopsisi, açık plevra biyopsisi ya da torakoskopik yöntemlerle yapılabilir
Tedavi
Biyopsi materyalinin incelenmesi ile mezotelyoma tanısının konulmasını takiben tedavi planlaması yapılmalıdır. Mezotelyomanın epitelyal, sarkomatöz ve mixt tip olmak üzere 3 alt grubu vardır. Sarkomatöz ve mixt tip mezotelyomada kemoterapi ve radyoterapi uygulanırken, epitelyal tip mezotelyomada karşı akciğer ya da diğer uzak doku ve organlara metastaz yoksa cerrahi tedavi seçeneği de mevcuttur. Cerrahi girişim sonrası hastaya kemoterapi ve radyoterapi de uygulanmalıdır.

 

 

 

MİDE İÇİ BALON YERLEŞTİRİLMESİ

Midenin içine özel balon yerleştirilip içine 400-700 ml kadar serum verilerek midede hacim kaplaması ve kişinin midesini dolu hissetmesi esasına dayanan bir yöntemdir.
Hastanın psikolojik davranış tedavisi alması ve diyetle desteklenmesi gerekir. Mide içine balon yerleştirilmesinin kilo kaybındaki etkinliği tartışmalıdır.
Bu uygulama sonunda ilk yılda hastaların %33’ü fazla kilolarının önemli kısmından kurtulduğu bildirmiştir. Ancak uygulamadan 5 yıl sonra bu hastaların %23’ünün aşırı kilolarının sadece 5’te 1’inden kurtulmuş olduklarını bildirmiştir.

 

 

 

MİDE KANSERİ VE HELİCOBACTER PYLORİ (HP)

Mide kanseri dünyada ikinci önemli ölüm nedenidir.1980 yıllarda 750 000 hasta da mide kanseri tanısı konmuş bunların 600 000ni yılda , mide kanserinden öldü. Mide kanseri ile HP infeksiyonu ilişkisi ilk defa Marshall tarafından 1983 de işaret edildi.On yıl sonra 1994 de Uluslar arası kanser çalışma grubu HP infeksiyon grup 1ri karsinogenik olarak belirledi.
Üç prospektiv epidemiyolojik çalışmanın meta-analiz sonuçları HP + hastaların normallere göre 4 kat daha kanser gelişme riski taşıdığını göstermiştir. Gelişmiş ülkelerde HP + ve kanser riski ilişkisi %49 (genel HP +liği %35 ) iken gelişmekte olan ülkelerde ise % 70 şe (genel HP+ liği % 85) çıkmaktadır. Değişik çalışmalarda farklı yöntemler kullanılarak farklı sonuçlar çıkmasına rağmen en iyimser tahminlerde en az % 31 gelişmiş ülkelerde ; %52 gelişmekte olan ülkelerde mide kanseri HP infeksiyonu ile ilişkilidir.Bu ortalama karserlilerin üçte birinin sebebi HP infeksiyonu anlamına gelir. Tütün , İnsan pailloma virusleri ve hepatit viruslerinin de benzer şekilde kanser riski taşıdığı bilinmektedir. Bu gün hangi yaşta tarama yapılmalı ve HP eredikasyon tedavisinde nasıl bir yöntem takip edilmeli bunun için uzun dönem , yaş ,cins , aile hikayesi , ve etnik grupları içine alan randomize kontrollu çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu arada hangi tedavi protokollerinin uygulanacağının da belirlenmesine ihtiyaç vardır.
HP direkt mutogenik ve karsinogenik değildir.İndirekt karsinojenik etkisi olan bir çok madde vardır.HP amonyak üretir buda hücre bölünmesini ve fosfolipazları etkileyerek hücre epitel membranlarını hasara uğratır ,citotoksinlerle defans mekanizmasını bozar ve kronik inflamasyon oluşur.Aynı zamanda ortamda askorbik asid azalır ki antıoksidan ve antikanser etkisi vardır. Son olarak HP ; mide mukozasında kronik dejenerasyona neden olarak mide kanserinin başlamasına neden olabilir.Ancak neden infekte hastaların çok az bir kısmında kanser geliştiği ve ne kadar zaman sonra kanserleşme başlayacağı ve koruyucu çalışmaların ne zaman başlaması gerektiği konuları bu gün açıklığa kavuşturulamamıştır.
HP infeksiyonu ile direkt ilişkilendirilen ikinci tümöral oluşum mide lenfomasıdır.Bunun ile ilgili önemli bir çalışmayıda size aktarmak istiyorum.
Mide lenfoması (MALT) mukoza ile ilişkili lenfoıd doku tümörüdür. Konturek,P.L.ve ark. (2000 ) yaptıkları araştırmalarda ; Mide kanserlerinde Cag-A + H.Pylori yüksek miktarda pozitiv buda gastrin ve gastrin reseptorleri yoluyla otokrın yolla tümör büyümesini uyarabileceğini belirterek aşagıdaki araştırma sunuçlarını yayınlamıştır.
Malt lenfomada HP infeksiyonu ilişkisi mide kanserinden çok daha belirgindir.Lenfomada HP infekiyon +liği %90 dır. Cag-A pozitıvliği ise %70 dir. Kontrol grupların da ise %56 ve %33 dür.Serum gastrin seviyesi kontrol grupuna göre lenfomalılarda 6 kat fazladır.Lümen içi gastrin ise hastalarda 70 kez daha fazla bulunmuştur.Antrum mukozasına göre tümör dokusunda gastrin 10 kat fazladır. Çalışma da Malt lenfomasında Cag-A HP + liğinin önemli olduğu görülmektedir.

 

 

 

MİDE KELEPÇESİ

“Gastric banding” de denilen mide kelepçesi yöntemi; midenin yemek borusu ile birleşme yerinin hemen alt kısmına çepeçevre bir bant (kelepçe) yerleştirilmesi ile yenilen gıdaların erkenden mideyi germesi ve buna bağlı olarak tokluk hissinin oluşması esasına dayanır.
Bunun için uygulanan kelepçe sayesinde mide hacmi küçüldüğünden alınan katı gıda miktarı sınırlandırılır. Ancak bu tür uygulamada hasta sıvı gıdayı özellikle kalorisi yüksek sıvı gıdayı tüketmeye devam ederse kilo kaybı istenen düzeye erişemeyebilir. Kapalı sistemle (laparoskopik) konulan ayarlanabilir mide kelepçelerinde beklenen kilo kaybı 1-2 yıl içinde aşırı kilonun %50-60’ı arasındadır.
Mide kelepçesi ameliyatında; kelepçenin mide içine girmesi (migrasyon), mideyi delmesi gibi komplikasyonlar ile karşılaşılabilmektedir.

 

 

 

MİDE TEMBELLİĞİ

Mide tembelliği, mide boşalmasının normalden daha uzun süre sürmesi olarak tanımlanır. Mide görevi gereği besinleri bazı işlemlerden geçirerek, ince bağırsaklara gönderir. Bunun için kasılır ve içindeki besinleri öğüterek, ince bağırsaklarda sindirim devam etmesi için hazırlar. Bu işlevden vagus siniri sorumludur. Bu sinirde bir problem olduğunda, mide kasılma görevini yapamaz ve besinler ince bağırsağa daha geç gider.
Bu sorun erişkinlerde görülen bir durum olsa da, çocukları da etkisi altına alabilir. Erişkinlerde daha çok altta yatan bir hastalıkla birlikte gelişir. Çocuklarda ise genellikle altta yatan bir hastalık teşhisi yapılamaz.
Mide tembelliği neden olur?
Çocuklar genellikle viral enfeksiyonlar nedeniyle bu rahatsızlığı yaşarlar. Yetişkinlerde ise bulimya nevroza ve anoreksiya nevroza halinde görülür. Kullanılan bazı ilaçlarda bağırsak ve mide hareketliliğine etki edebilir. Reflü rahatsızlığı ve şeker hastalığı da mide boşalmasında gecikmeye neden olabilir. Bazı hallerde hiç sebep yokken bu sorunun görülmesi nedeni bilinmeyen mide tembelliği olarak tanımlanır. Bu vakalar yaşananların üçte birinden fazladır. Mide tembelliği sorunu kronik ya da geçici olarak yaşanabilir. Çocuklarda çoğunlukla anormal yemek yeme durumuyla birlikte görülür.
Mide tembelliğinin belirtileri nelerdir?
Çocuklarda karın ağrısı yakınmasıyla ortaya çıkabilir. Bunun yanında bulantının eşlik ettiği izlenir. Bu etkiler sabah kahvaltısı öncesinde ve sonrasında yoğunluk gösterir.
Çocuklarda ağız kokması ve bazı hallerde yemek sonunda kusma eşlik edebilir. Bu belirtiler çocuklarda olduğunda, okul korkusu gibi sebeplere bağlandığından genellikle önemsenmeyebilir. Kusma olan vakalarda, kötü koku dikkat çekicidir. Yemekten hemen sonra ya da daha sonra kusma görülebilir. Mide tembelliği yaşayan hastalar genellikle çabuk doyarlar. Çocuklarda bu duruma bağlı olarak büyüme geriliği yaşanabilir. Kilo almaları ve boylarının uzaması yavaşlar. Hastalarda acıkma gecikir. Çocuklar her zaman tok olduklarını dile getirirler. Reflü hastalığına bağlı olarak yaşandığında, reflü tedavisi olumsuz olarak sonuçlanır. Hastalarda yemek sonrasında geğirme ve karında şişkinlik meydana gelir. Belirtiler liften zengin olan besinlerin tüketilmesi, katı besinlerin, çiğ sebze ve meyvelerin tüketilmesi, yağlı ve gazlı gıdaların yenilmesi sırasında daha belirgin yaşanır. Besinlerin midede daha fazla beklemesinden dolayı, bu durum bakteri üremesine ve besinlerin midede çürümesine sebep olur. Bunun sonucunda meydana gelen gaz nefes ve ağız kokusu oluşturur. Midenin içinde hazmı olmamış gıda birikimi görülebilir. Bunun sonucunda midede tıkanma ve şişlik gelişebilir. Yetişkinlerde şeker hastalığı varsa, kan şekeri düzeylerinde değişiklik gözlenir. Besinler ince bağırsağa geçtikten sonra emileceğinden, kan şekerinin seviyesi ayarlanamaz.
Mide tembelliğinin teşhisi ve tedavisi nasıl yapılır?
Hastada belirtilerin şiddetine bağlı olarak tetkikler yapılarak tanı koyulabilir. Hastanın yaşına uygun tedavi seçenekleri uygulanmalıdır. Tedavi sırasında uygun diyet programı uygulanır. Bu diyet içinde yağlı ve lifli gıdalardan uzak durulması gerekir. Ayrıca sindirilemeyen lif içeren brokoli, portakal gibi besinler tüketilmemelidir.

 

 

MİDE ÜLSERİ

 

Ülser, mide ya da onikiparmak bağırsağının, mide asidi ve pepsin gibi sıvılar tarafından tahrip edilip, doku kaybının oluşmasıdır. Doku kaybının yanı sıra mide ya da onikiparmak bağırsağında pepsinin de etkisi ile yaralar oluşur. Enflamasyon adı verilen bu yaralar, ülkemizde mideden çok onikiparmak bağırsağında görülmektedir. Ülser erkeklerde kadınlara oranla 3 kat daha fazla görülmektedir. Özellikle 30-50 yaş grubunda daha çok görülen ülser, 60 yaş civarında kadınlarda daha çok ortaya çıkmaktadır.
Midede oluşan ülserler gastrik ülser, onikiparmak bağırsağında oluşan ülserler duoedenum ülseri veya bulber ülser olarak adlandırılır. 3-5mm den 5cm e varan genişlikte olabilirler.
Ülser Nedenleri
Mide kendi görevlerini yerine getirirken kendisini de korumaya alır. Mukozal defans sistemleri, midenin düzenli hareketleri, hücre yenileme sistemler, işlevini yerine getirirken midenin zarar görmesini de engeller. Bu mekanizmalar son derece karmaşık bir şekilde hücre içi yollar, hücresel düzeyde hormon ve elektriksel uyarılar kullanılırken, diğer organ ve sistemlerle uyumlu bir şekilde çalışırlar. Ancak midenin koruyucu mekanizmaları ve midede sorun yaratacak mekanizmalar arasında bir dengesizlik ortaya çıkar ise kişide mide şikayetleri başlar. Aslında bu durum tek başına mide problemi değil, tüm sindirim sistemini etkileyen bir sorun haline gelir. Tüm bu dengesizlikler kendini reflü, gastrit, peptik ülser ve fonksiyonel dispepsi olabileceği gibi mide kanserine kadar uzanan çeşitli mide hastalıkları ile ifade eder.
Ülserin ortaya çıkmasını kolaylaştıran bazı faktörler vardır. İnsan vücudunda mekanik ve fizyolojik etkileri olan “helicobakter pylori” adı verilen bir bakteri, sigara ve alkol tüketimi ile ve bazı ilaçlar ülsere neden olan en önemli etkenlerdir. Bunun yanı sıra ülser nedenleri olarak;
• Dengesiz ve sağlıksız beslenme düzeni
• Aşırı tuz tüketimi
• Besinleri az çiğnemek
• Uzun süre aç kalmak
• Mideyi fazla doldurmak
• Uykusuzluk
• Yorgunluk
• Besinlerde hijyene dikkat etmemek
• Genetik faktörler
• Stres
Yapılan toplumsal çalışmalarda, savaş ve deprem gibi afet benzeri durumlarda toplumda peptik ülser ve mide kanaması sıklığının arttığı ortaya konmuştur. Ekonomik buhran dönemlerinde de aynı bulgular dikkati çekerken, özellikle “fonksiyonel dispepsi” olarak adlandırılan rahatsızlığın, stresin yoğun olduğu dönemlerde daha fazla belirti verdiği de gözlenmiştir.
Ülser Belirtileri
Ülser belirtileri oldukça belirgin ve kimi zaman rahatsız edici olabilir. En sık rastlanan ülser belirtisi, karnın üst kısmında kemirme ve yanma şeklinde hissedilen ağrıdır. Özellikle öğün aralarında kendini daha çok gösteren ülser, özellikle onikiparmak ülseri olan kişileri gecenin herhangi bir saatinde uyandırabilir. Genel olarak bakıldığında ülser şu belirtiler ile kendini gösterir;
• Midede yanma ve ağrı
• Bulantı
• Kusma ile gelen rahatlama
• İştahsızlık
• Kilo kaybı
• Şişkinlik ve gaz
• Sık acıkma
• Yemek yedikten sonra mide ağrısı
• Hazımsızlık
Ülser bazı hastalarda hiçbir ön belirti vermeden kanama ve delinme gibi durumlara neden olabilir. Özellikle sonbahar ve bahar aylarında sıklığı artan ülser belirtileri fark edilir fark edilmez uzman bir sağlık kuruluğuna başvurulmalıdır.
Ülser Teşhisi
Ülser teşhisinin en doğru yöntemi ülserin direkt olarak görülmesine ve gerektiği zaman doku örneği alınmasına olanak sağlayan endoskopidir. Bazı ülser vakalarından baryumlu mide duedenum grafisi de endoskopi sonrasında yardımcı olabilir. Ülserin mide kanserine dönüşmesini önlemede ülserin endoskopi ile erken teşhis edilebilmesi çok önemlidir.
Ülser Tedavisi
Ülser tanısı klinik, laboratuvar ve görüntüleme yöntemleri ile konduktan sonra üst gastrointestinal sistem endoskopisi (gastroskopi) altın standart kabul edilir. Gastroskopi ile ülserler direkt görülebilir, biyopsi alınabilir ve mukozadaki mikroskobik değişiklikler ve helikobacter pozitif bulunurs,a enfeksiyona yönelik antibiyotik tedavisi ve mide asidini baskılayan ilaçlar kullanılabilir. Ayrıca ülser kanamalarında gastroskopi sırasında endoskopik tedavi yöntemleri uygulanarak kanamanın durdurulması sağlanabilir. Tedavide helicobakter pylorimide asidini baskılayan ilaçlar ve pozitif bulunursa enfeksiyona yönelik antibiyotik tedavisi verilir.
Ülser tedavisinde kullanılan ilaçlar H2 reseptör blokerleri ve proton pompa inhibitörleridir. Ülser ilaçları mide asitlerini azaltarak kişinin yakınmalarını rahatlatır. Bunun yanı sıra mide asidinin ülser üzerine etkisini ortadan kaldırarak, iyileşmeyi sağlar.
Çoğu ülser ilaç tedavisi ile iyileşir. İlaç tedavisinin dışında uygulanan diğer yöntem ise asit ve pepsin salgısını engellemek için bu salgıyı uyaran sinirin (vagus siniri) kesilmesine dayanır. Ancak tekrar riski olabilmektedir. Bazı ülser vakaları kanama, stenoz (daralma -tıkanma) , delinme gibi sorunlara yol açarsa ameliyat gerekebilir. Ülserler kronik ve tekrarlayıcıdır. Hayatı kısaltmaktan çok hayatın kalitesini azaltır. Tedavi edilemeyen bir ülserin iyileşmesi 10- 15 yıl kadar sürer. Bunun yanı sıra ülser diyeti de ülser tedavisinde yardımcıdır.
Ülser Diyeti
Mide yanmasını önlemek için içilen süt bile ülser rahatsızlığını ileri seviyelere götürebilir. Bu nedenle ülser hastaları midelerine iyi gelmeyen, mide salgısını artıran her türlü gıda ve içecekten kesinlikle uzak durmalıdır. Ekşi, acı, soğanlı yiyecekler şikayetleri artırıyorsa onlardan uzak bir beslenme rutini oluşturulmalıdır. Sigara içmek ülser tedavisini bloke ederek ülserin iyileşmesini geciktirmektedir. Alkol alımı da yüzeysel mukoza direncini bozduğu için gastrit ve ülser gibi hastalıkların tedavisini zorlu hale getirir. Özellikle akut ülserde kesinlikle alkol kullanımından uzak durulmalıdır.
Ülser Ağrısına Ne İyi Gelir? Ülserden Korunmak İçin Neler Yapılmalı?
• Sağlıklı ve düzenli bir beslenme programını uygulayın.
• Kahvaltı etmeyi ve öğünlerinizi ihmal etmeyin.
• Kızartma, aşırı şekerli, tuzlu ve yağlı tatlılardan uzak durun.
• Yeterli sıvı almaya özen gösterin.
• Çay ve kahveyi sınırlayın.
• Akşamları buharda pişmiş yemekleri tercih edin.
• Küçük porsiyonlar tüketin
• Mideniz uzun süre boş kalmasın.
• Tatlı olarak taze ve kuru meyveler, meyveli yoğurtlar veya sütlü tatlıları tercih edin.

 

 

MİDE YANMASI

Mide yanması sebepleri nelerdir? Mide yanmasına ne iyi gelir?
Mide yanması günümüz hastalıkları içerisinde en çok rastlanan ve tedavisi en çok aranan hastalıkların başında yer alır. Birçok insan haftada iki kez mide yanmasına yakalanabiliyor. Doktorlar mide yanması durumunda yenilen yemeklere dikkat edilmesi uyarısında bulunur. Mide ekşimesi olarak bilinen bu hastalığın yanma sebepleri nelerdir, ne iyi gelir?
Mide yanması, aynı zamanda asit hazımsızlığı olarak bilinir. Merkezi göğüs veya üst orta karında yanma hissidir. Ağrı çoğunlukla göğüste yükselir ve boyun, boğaz veya çene açısı yayabilir. Mide ekşimesi genellikle gastrik reflü (özofagus içine gastrik reflü) yetersizliğinden kaynaklanır ve gastroözofageal reflü hastalığının (GÖRH) ana semptomudur. Olguların yaklaşık% 0,6’sında iskemik kalp hastalığının bir semptomudur. Mide yanması gastroözofageal reflü hastalığının yerine sadece göğsünde bir yanma semptomu tanımlamak yerine yaygın olarak kullanılır.
Mide yanması sebepleri
• İnsanlar belirli gıdalar yiyip veya bazı içecekleri içtikten sonra mide ekşimesi görür.
• Alkol içerisinde yanma sebepleri olarak kırmızı şarap gösterilir.
• Yemek olarak: Karabiber, sarımsak, ham soğan, nane, domates ve diğer baharatlı gıdalar
• Çikolata
• Portakal, portakal suyu
• Kahve ve kafeinli içecekler, çay ve soda dahil
Bununla birlikte, bu yiyecekler mide ekşimesi oluşturmadığı sürece bunlardan kaçınmanız gerekmez. Yemekten sonra mide yanmasına ne iyi gelir:
• Aşırı yememek. Büyük tabak yerine, her gün beş ya da altı küçük tabak yemek.
• Yatmadan önce yemeyin. Yalan söylemeden yemeğinizi sindirmek için 2 saat bekleyin. Uzanarak sindirim zorlaşır ve mide ekşimesi olasılığını artırır.

 

 

 

 

MİGREN

Migren, nörolojik, gastrointestinal ve otonom değişikliklerin çeşitli şekillerde eşlik ettiği primer epizodik (bölüm) bir baş ağrısı bozukluğudur. Nörolojik muayeneler, görüntüleme ve laboratuvar incelemeleri genellikle normaldir ve bunlar daha korkutucu diğer klinik hastalıkların nedenlerinin dışlanmasında yarar sağlar.
A) Migren Atağının Tanımı: Migren atağı, baş ağrısından saatler veya günler öncesinde ortaya çıkan prodrom evresi, baş ağrısının hemen öncesinde oluşan aura evresi, baş ağrısı evresi ve baş ağrısının düzelme evresi şeklinde dört bölüme ayrılabilir. Migren tanısı için zorunlu olarak bulunması gereken bir evre bulunmamaktadır.
1) Öncü Fenomenler (Prodrom) Evresi: Baş ağrısından önceki saatler veya günler içerisinde öncü fenomenler görülür. Hastalar çoğunlukla duygudurumlarında ya da davranışlarında aniden ortaya çıkan psikolojik, nöroloji, otonomik veya bünyesel özellikler gösteren tipik değişikliklerden yakınırlar. Bazı hastalar ise baş ağrısının geleceğini hissedebilir, ancak bunu tam olarak tanımlayamazlar. Bu belirtiler hastadan hastaya çeşitlilik gösterir ancak spesifik bir hastada oldukça tutarlıdır. Depresyon, kognitif işlev bozukluğu ve bazı yiyeceklere istek hali gibi belirtiler görülür. En sık görünen öncü belirtiler yorgunluk-bitkinlik hissi, konsantrasyon güçlüğü, ense sertliğidir.
2) Aura Evresi: Migren aurası, migren atağının öncesinde, atakla beraber veya ender olarak atak sonrasında görülen fokal nörolojik belirtilerin karışımıdır. Bu belirtiler genellikle 5 ila 20 dakika içinde gelişir ve çoğunlukla 60 dakikadan kısa sürer. Baş ağrısı sıklıkla auranın bitiminden sonraki 60 dakika içinde ortaya çıksa da bazı durumlarda birkaç saat gecikebilir ya da hiç ortaya çıkmaz.
Hastaların büyük bir kısmı aura ile baş ağrısı arasındaki sürede kendilerini normal hissetmez. Korku, bedensel yakınmalar, duygudurum değişiklikleri, konuşma ve düşünce bozuklukları veya çevreden soyutlanma hissi görülebilir. Auralar arka arkaya oluşabilir ve sıklığı birkaç saatte birden bir saat içinde birkaç sefere kadar değişiklik gösterebilir. Bunlara migren aura statusu denmektedir.
Oluşan görsel bozukluklar arasında görme alanında kör noktalar, basit ışık çakmaları, noktalanmalar ya da geometrik şekiller sayılabilir. Bunlar aynı zamanda görme alanı boyunca hareket edebildiği gibi görme alanında tireşimler veya dalgalanmalar da olabilir. Belirtilen görsel bozuklukluklar baş ağrısı ile birlikte görülür. Kör noktalar bazen her iki görme alanında da aynı anda görülebilse de ancak ender bir durumdur. Bunlar dışında görsel şekil bozulmaları ve halüsinasyon da görülebilir.
Görme dışı bozukluklar arasında vücut kısımlarını algılamada ve kullanmada bozukluklar, konuşma ve dil bozuklukları, karmaşık rüya veya kabus hali, trans ya da deliryum hali gibi durumlar yer alabilir. En sık görülen ikinci aura şekli olan uyuşmalarda uyuşukluk elde başlar, kola yayılır ve ardından yüze geçerek dudaklar ve dili etkiler; ender olarak bacaklara da etki eder. Migren ahstalarının yarısında uyuşmalar iki yanlı başlar veya sonradan iki taraflı hale gerlir. İşitsel auralar nadiren tek başına görülür, daha çok görsel bir aurayı takiben ortaya çıkar.
3) Baş Ağrısı Evresi: Migrende tipik baş ağrısı tek taraflı, zonklayıcı, orta-ağır şiddette olup fiziksel aktivite ile şiddetlenir. Migren tanısı koymak için bunların hepsi birlikte gerekmez. Ağrı, başlangıcından itibaren iki taraflı olabilir ya da tek taraflı başladıktan sonra diğer tarafa yayılabilir. Ağrı gündüz veya gece her zaman ortaya çıkabilse de en sık olarak sabah 05:00 ile öğlen 12:00 arasında başlar. Başlangıçtan sonraki 2 – 12 saat içinde maksimum şiddete ulaşarak atağa dönüşür, bundan sonra da yavaşça azalarak geçer. Tedavi edilmemiş bir migren atağının ortalama süresi 24 saattir. Erişkinlerde 4 – 72 saat arasında, çocuklarda ise 1 – 48 saat arasında değişkenlik gösterebilir.
Baş ağrısının şiddeti büyük farklılıklar gösterse de ortalama olarak 0 ila 10 arası şiddet değerlendirmesinde 7 – 8 arasındadır. Çoğunlukla hastalarca zonklayıcı şekilde görülür ancak bu, başka baş ağrısı tiplerinde de görülebilir. Fiziksel aktivite veya başın basit hareketleriyle bile şiddetlenir.
Migren ağrısı her zaman başkaca özelliklerle birlikte bulunur. Anoreksi sıkça görünse de bazı yiyeceklere (örn: çikolata) istek hali de olabilir. Hastaların tamamına yakınında (%90 gibi) bulantı olur, buna karşılık bunların 1/3’ünde kusma meydana gelir. Yine hastaların çoğunda fotofobi (ışıktan korkma), fonofobi (sese karşı hassasiyet), osmofobi (kokulardan rahatsızlık) gibi, duyularda belirgin duyarlılaşma ortaya çıkar, hasta karanlık ve sessiz bir oda arar.
4) Düzelme Evresi: Ağrı giderek azalır ve kaybolur. Hasta kendini yorgun huzursuz ve kayıtsız hissedebilir, konsantrasyon azalması, kafa derisinde hassasiyet, duygudurum değişiklikleri görülebilir. Buna karşın, bazı hastalar ise kendini aşırı derecede iyi ve yenilenmiş hissedebilir; bazıları ise depresif ve hasta gibi hissedebilir.
B) Migren Sendromları:
1) Aurasız Migren (Basit Migren): Beyinde yaygın veya tek taraflı zonklayıcı baş rahatsızlığı ile karakterize, aralıklı bir sendromdur. Bu tanıyı koyabilmek için her biri 4 – 72 saat süren, dört ağrı özelliğinden en az ikisini ve ilişkili özelliklerden en az birini gösteren 5 atak gereklidir. Bu dört ağrı özelliği; tek taraflılık, zonklayıcı nitelik, orta-ağır şiddet ve rutin fizik i aktivite ile artma sayılabilir. Ataklara bulantı, kusma, fotofobi (ışıktan rahatsız olma), fonofobi (gürültüden rahatsız olma) ve/veya iştahsızlık eşlik edebilir. Aralıklarla yineleyici atakların da bildirilmiş olması gerkir. Bütün bu belirtilere rağmen yine de migrenin diğer nedenleri dışlanmalıdır.
Migren 3 günden daha uzun sürerse migren statusu terimi kullanılılr. Bazen hastayı sabaha karşı uyandırabilmekte ise de günün veya gecenin herhangi bir saatinde başlayabilir. Atakların sıklığı çeşitlilik gösterir; hayatta birkaç kez olabilirken haftada birkaç kez de olabilir. Ortalama bir migren hastası ayda bir veya iki kez baş ağrısı çekebilir. En az beş atağın aranmasının nedeni beyin tümörleri, sinüzit ve glokom ve birçok organik hastalığın migreni taklit eden baş ağrılarına neden olabilmesidir.
2) Auralı Migren (Klasik Migren): Tamamen düzelen bir veya daha fazla nörolojik belirti, auranın 4 dakikadan uzun sürede gelişmesi, auranın 60 dakikadan kısa sürmesi ve auranın ardından baş ağrısının başlamasına kadar geçen sürenin 60 dakikadan kısa sürmesi gibi sayılabilecek dört özellikten en az üçünün ve en az iki atağın olması gereklidir. Auralı migreni olan hastaların çoğunda aurasız migren atakları da görülebilir. Sıklıkla görme yarı alanı içinde geometrik biçimde olan renklerin, canlı görsel ışık dizileri şeklinde aura ile ortaya çıkmasıdır. Zonklayıcı baş ağrısı genellikle görsel bulguların karşı tarafındadır ve hastada bulantı, kusma, fotofobi, fonofobi ve iştahsızlık olabilir. Aura’lı migren görme alanı bozuklukları ve hemisensoriyel kayıp gibi geçici nörolojik bozukluklarla birlikte olur. Aura tipik ve hep aynı özellikleri gösteriyorsa, arkasından gelen baş ağrısı migrenöz özellikleri göstermese de auralı migren tanısı konabilir. Migren aurası, küme baş ağrısı gibi diğer baş ağrılası tipleriyle birlikte de görülebilir.
3) Migrenin Değişik Tipleri:
a) Baziler Tip Migren
b) Konfüzyonel Migren
c) Oftalmoplejik Migren
d) Hemiplejik Mİgren
e) Ailesel Hemiplejik Migren
f) Serebral Otozomal Dominant Arteriyopati ile Subkortikal İnfarktlar ve Lökoensefalopati
g) Ak Madde Bozuklukları
h) Baş Ağrısız Aura
C) Tedavi: Etkin migren tedavisi öncelikle doğru tanı konması, bunun hastaya açıklanması ve hastanın başka herhangi bir rastlantısal hastalığının olması durumunda buna ilişkili bir tedavi planı oluşturulması ile başlar. En rahatsız edici belirtilere en uygun müdahale şeklinin bulunması amaçlanır. Birlikte bulunan hastalıklar bazen tedavi avantajı sağlarken bazen de migren tedavisinde kısıtlamalara neden olur. Migren ile birlikte en sık görünenleri inme, epilepsi, depresyon, mani, kaygı ve panik gibi psikolojik bozukluklar yer almaktadır.
Belirtiler de göz önünde bulunmalıdır çünkü tedaviden önce tanıdan mutlaka emin olunmalıdır. Belirli bir migren ilacı, migren taklidi olan bir hastada yararsız olacaktır, hatta tehlikeli de olabilir.
Farmakolojik tedaviler dışındaki tedavi yaklaşmaları arasında gevşeme, “biofeedback” ve düzenli bir yaşam sürme, yeterli uyku alma, egzersiz yapma ve sigara (ve dumanı) gibi tütünlü maddeleri bırakma/uzak durma gibi girişimler yer alır. Bunlar önemli olsa da asıl tedavi ilaçlardan oluşur. Seçilecek ilaç, baş ağrısı ataklarının şiddeti ve sıklığına, ilişkili belirtilerin durumuna, diğer hastalıklarının varlığına ve daha önceki tedavilere cevap şekline göre belirlenir. Baş ağrısının şiddetlenmesini önleyebilmek ve tedavinin etkinliğini artırabilmek için baş ağrısının mümkün olduğunca erken tedavisi gereklidir.
1) Akut Tedavi: Tedavi, atağa göre ve atağı yaşayan kişiye göre biçimlendirilmelidir. Önceki tedavi geçmişi öğrenilmeli ve başarılı/başarısız durumlar sorgulanmalıdır. Akut tedavi, baş ağrısı başladıktan sonra bunu geri çevirmeyi veya baş ağrısının ilerlemesini durdurmayı amaçlar. Değişik şekillerde akut tedavi vardır. Seçilecek ilaç, baş ağrısı ataklarının şiddeti ve sıklığına, ilişkili belirtilerin durumuna, diğer hastalıklarının varlığına ve daha önceki tedavilere cevap şekline göre belirlenir. Aşırı ilaç kullanımının veya böyle bir tehlikenin varlığı değerlendirilmelidir. Akut baş ağrısı ilaçlarının aşırı kullanılması genellikle tedavinin başarısızlığına neden olabilir. Yan etkiler de göz önünde bulundurularak ağrı şekline göre en faydalı olabilecek ilaçlarla tedaviedilmelidir.
Tedavi kişiye özel olmalıdır. Hafif-orta seviyede baş ağrıları olan hastalarda analjezikler, nonsteroid antiinflamatuar (NSAID) veya kafeinle birlikte bir bileşik faydalı olabilir. Analjezik tedavisi yetersiz olursa yedek tedavi olarak bir triptan önerilir. Hastaların geneli oral triptanları tercih eder. Eğer hızlı bir cevap alınması gerekliyse veya bulantı-kusma barizse oral dışı bir yol tercih edilir.
a) Basit ve Kombinasyon Şeklinde Analjezikler ve NSAID’ler: Hafif-orta şiddetli baş ağrıları olan hastalara basit analjezikler önerilir. Pek çok kişinin bağ ağrısı tek başına veya kafein ile kombine aspirin veya asetaminofen (parasetamol) gibi basit bir analjezikle rahatlayabilir. NSAID’ler bütün dünyada en fazla reçete edilen ilaçlar arasında yer alırken bunların kullanımı gastrik yan etkileri nedeni ile sınırlanmaktadır. NSAID’lerin yan etkileri arasında gastrointestinal rahatsızlık, petik ülser ve kanama, karın ağrısı, kabızlık, diyare, bulantı, ender olarak paradoksik baş ağrısı, başta bozluk hissi, uykuya eğilim, kulak çınlaması ve sıvı tutulması belirtilebilir.
b) Barbiturat Hipnotikler: Butalbital içerikli ilaçların etkinliğine dair herhangi bir randomize çalışma yoktur. Bu ilaçların kullanımı daha belirgin veya daha az sorun yaratabilecek bir ilacın kullanılmadığı ya da etkisiz olduğu durumlarla sınırlı tutulmalıdır. Diğer migren ilaçlarının ekisiz kaldığı durumlarda bu ilaçlar oldukça etkin olabilen yedek ilaçlardır.
c) Ergotamin ve Dihidroergotamin (DHE): Zaman zaman analjeziklerin yeterli fayda sağlamadığı hallerde veya ciddi derecede yan etkiler söz konusu olduğunda ya da maliyet sorunu ortaya çıktığında, orta-ağır şiddetli migren ataklarının tedavisinde ergotamin kullanılır. Tedavide ergotaminin etkinliğini destekleyen veriler pek tutarlı değildir. DHE’nin ergotamine oranla daha az yan etkisi vardır. Elimizdeki en iyi kanıt DHE’nin nazal şekli için mevcuttur. DHE hastaların çoğunda faydalı olduğundan baş ağrılarının tekrarlama oranı düşüktür. Bununla beraber, bulantıya veya tepki baş ağrılarına yol açma oranı ergotamine göre daha düşüktür.
Gebe kalmak isteyen kadınlar, kontrolsüz hipertansiyonu bulunanlar, spsisteki, böbrek ve karaciğer yetersizliği bulunanlar ve koroner, serebral veya periferik damar hastalığı bulunanlarda ergotamin veya DHE kullanımından kaçınılmalıdır.
d) Triptanlar: Migren baş ağrılarının tedavisinde hem güvenli hem de etkindir. İlk seçenek olarak uygun ilaçlardır. Orta- şiddetli migren atağı geçiren hastalarda uygulanabilir. Analjezikler yeterince denenmiş ve uygun cevap alınamamışsa triptanlar ile tedavi başlanması mümkün olabilir.
e) Opioidler: Epioid dışındaki ilaçlar baş ağrısında yeterli rahatlama sağlamıyorsa bunlar kullanılabilir.
2) Önleyici (Profilaktik) Tedavi: Baş ağrısı var olsun veya olmasın atak sıklığını, şiddetini ve süresini azaltmak için önleyici (profilaktik) tedaviler uygulanır. Atağın öncesinde verilebileceği gibi kısa veya uzun vadeli de verilebilir. Varlığı bilinen bir tetikleyici olduğunda veya baş ağrısının öncü bir belirtisinin varlığı durumlarında da verilebilir.
Kısa süreli önleyici tedavi hastanın tetikleyici etken ile karşılaşması durumunda verilebilir. Baş ağrısı tehlikesi olauşturacak olaydan birkaç gün öncesinde (örn: belirli tarihteki etkinlik) tedaviyi uygulaması gerekir. Uzun vadeli önleyici tedavide ise baş ağrısının sıklığını azaltmak için günlük olarak uygulama yapılır ve çoğunlukla aylarca devam ettirilir. Hamilelik sırasında tedavinin risklerini aşan bir yarar beklenmiyorsa uzun vadeli önleyici tedaviden kaçınmak gerekir.
Önleyici tedavilere düşük dozla başlanır ve tedavi edici etkiler veya yan etkiler oluşana dek veya ilacın maksimum dozuna ulaşılana kadar yavaşça doz artırımına gidilmelidir. Tedavinin tam oalrak denenmesi iki ile altı ay arasında sürebilir. Tedavinin etkileri genellikle tedaviye başlama tarihinden itibaren dört hafta sonra fark edilir. Kimi hastalarda tedaviye başlandıktan bir ile iki hafta sonra tedavinin bırakılması durumuna denk gelinmektedir. Önleyici tedaviden optimum fayda sağlayabilmek için hastanın analjezikleri veya ergot türevi ilaçları aşırı kullanmıyor olması gerekir.
Migren ağrıları tedavi dışı, zamanla düzelebilir. Hastaların bir kısmında ilacın kesilmesinden sonra rahatlama yaşanabilir ya da eski doza gereksinim göstermeme durumu olabilir.
3) İlaçlar:
a) Beta Blokerler
b) Antidepresanlar
c) Kalsiyum Kanal Blokerleri
d) Antiepileptik İlaçlar
e) Serotinin Antagonistleri
f) Pizotifen
g) Doğal Ürünler
h) Riboflavin
Tedavi Önceliklerinin Belirlenmesi: Tedavinin hedefi, baş ağrısının ve buna ilişkin diğer belirtilerin giderilmesi ya da önlenmesi ve hastanın mümkün olduğunca normal işlevlerine geri döndürülmesidir. Bir ilacın seçilmesi onun etkinliği, hastanın tercihi ve baş ağrısı tipin, ilacın yan etkileri ve birlikte bulunan diğer hastalıkların varlığı birlikte değerlendirilerek mümkün olur. En iyi fayda-tehlike oranına sahip olan ilaç tercih edilmelidir. Tedaviye dirençli baş ağrısı durumlarında ilaç birliktelikleri yapılabilir. Bazı ilaçlar birlikte kullanılabilirken bazıları dikkat edilerek kullanılmalı, bazıları ise ağır olumsuz etkileri nedeniyle birlikte kullanılmamalıdır. Hastalara profilaktik tedavi uygulandığı hallerde bazen akut tedavi de diğer tipteki baş ağrıları için beraberinde uygulanabilir.
D) Migren Statusu: Baş ağrısı evresi (tedavi edilsin ya da edilmesin) 72 saatten uzun süren migren ataklarına migren statusu denir. Şiddetli ve sürekli baş ağrısı ve buna sıkça eşlik eden bulantı ve/veya kusma görülür. Migren statusu akut bir nörolojik bozukluğa ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Tedaviye başlanmadan önce baş ağrısının ciddi organik nedenlerinin dışlanması gereklidir.

 

 

MİTRAL KAPAK HASTALIKLARI

Mitral Kapak kalbin içinde üst sol bölme olan sol kulakçık ile alt sol bölme olan sol karıncık arasında yer alan 2 yaprakçığı olan ve kanın geriye kaçışını engelleyen bir yapıdır.
Mitral kapak alanında daralma belirli bir eşik değerin altına indikten sonra hastada belirtiler başlar. Mitral Kapak hareketini sağlayan çevresinde korda denilen yapılar ve kapağın çevresini saran anulus denen kısım mevcuttur. Korda veya anulus adı verilen bu yapılarda meydana gelen hasar,mitral kapakta darlık ve yetersizliğe yol açabilir. Bu durumda önceleri eforla ortaya çıkan nefes darlığı, çarpıntı, yorgunluk gibi belirtiler, hastalık ilerledikçe istirahette de olmaya başlar. Kanlı balgam görülebilir.
Mitral kapak darlığında kalbin sol kulakçığında kan akımı yavaşladığı için pıhtı oluşabilir ve bu pıhtı dolaşım yoluyla vücuttaki kol, bacak, beyin ve benzeri organların damarlarını tıkayabilir. (trombo-emboli)Pıhtı atması hayatı ehdit eden ciddi tablolara yol açabilir.
Ayrıca mitral kapak hastalıklarında genişleyen sol kulakçık nedeniyle sıklıkla ritm bozuklukları ve en sık atrial fibrilasyon denilen düzensiz ritm gelişebilir. Mitral darlık ve yetersizlikte sol kalp boşluğunda kan miktarı dolayısıyla kan basıncı artar. Sol kalp boşluğu büyümeye başlar. Mitral kapak hastalıkları tedavi edilmez ise; İlerleyeni aşamada kalp kasılma gücü bozulur ve geriye doğru akciğer içi basıncı artar, nefes darlığı ve kalp yetersizliği gelişebilir.

Mitral kapak darlığı nedir?
Mitral darlığı, çocukluk döneminde geçirilen akut romatizmal ateş hastalığına bağlı olarak gelişen bir kalp kapağı hastalığıdır. Mitral kapak, kalpteki sol atriyum (kulakçık) ve sol ventrikül (karıncık) arasında yer alır. İki yaprakçıklıdır. Mitral darlığı, kapağın iki yaprakçığının kalınlaşması ve birbirine yapışması ve ayrıca kendisini tutan adele ve liflerin kalınlaşıp kısalması sonucu kapağın daralması ile karakterize bir hastalıktır.
Mitral darlığı tanısı hastanın şikayetleri ve muayenesi sonucunda ve ekokardiografik tetkik yapılarak konulur. Nadiren muayenede dinleme bulgusu duyulmayabilir. Ekokardiyografi ile kesin tanı konulabilir.
Mitral darlığı sebebiyle akciğerlerden gelen temiz kanın sol kulakçıktan sol karıncığa geçişi engellenir. Bu nedenle önce sol atrium genişler daha sonra kan akciğerlerde birikmeye başlar.Kanın geride akciğerlerde birikmesi sonucu akciğer içi basıncı artar ve hastalarda nefes darlığı, öksürük, çarpıntı ilerlemiş vakalarda kanlı balgam (pulmoner ödem ya da pulmoner konjesyon) gibi şikayetlere sebep olur.
Mitral kapak alanı daralmış olan hastanın tedavi edilmesi çok önemlidir. Çünkü; daralmış kapak nedeni ile kanın akciğerlerde toplanması ve akciğer içi basıncının artması sonucu bu defa kalbin sağ tarafı etkilenir ve hastalığın ilerlediği durumlarda sağ kalp yetersizliği ve triküspit kapak hastalığı da tabloya eklenebilir.
Mitral darlığının tedavisi; darlığın şiddetine göre değişiklik göstermektedir. Hafif darlıklarda ilaç tedavisi yeterli olabilir. Akciğerdeki birikmeyi önlemek için diüretikler ve çarpıntı için beta blokerlerden yararlanabilinir. İleri darlıklarda perkütan mitral balon valvüloplasti (PMBV) veya açık kalp ameliyatı (Mitral kapağın cerrahi onarımı veya Mitral kapak replasmanı) uygulanmaktadır.

 

 

MİYOPİ

Miyopi bir göz kırma kusurudur. Miyop bir gözün ön arka çapı kırma gücüne göre daha uzundur, bu nedenle göze paralel gelen ışınlar retinanınönünde göz yuvarlağı içerisindeki bir noktada odaklanmaktadır. Miyoplarda, gözün kırıcı bileşenleri gözün ön-arka çapına göre fazla güçlüdür, veya gözün ön-arka çapı gözün kırıcı bileşenlerine göre fazla uzundur. Bazen bu her iki durum bir arada bulunabilir. Yakındaki nesnelerden yayılarak gelen ışınların, retinada odaklanabilmesi için uzağa bakıştan daha çok mercek gücü gerekir, miyop bir gözün kırıcı bileşenleri, diğer bir deyişle mercek gücü fazla olduğu için yakından gelen ışınları retina üzerinde odaklayabilir, işte bu nedenle miyop kişiler yakını net görebilirler. Uzaktan gelen ışınlar 6 metreden sonra göze paralel olarak geliyor olarak kabul edilebilir, bu paralel ışınlar retinada odaklanamayacağı için miyoplar uzağı net göremezler. Kalın mercekli gözlükle geçici olarak düzeltilebilir. Ayrıca lazer yöntemi ile tamamen tedavi edilebilir. Miyopluk kalıtsaldır. Akrabalardan birbirlerine geçebilir.

Bulgular
Miyopi kendini genellikle okul çağlarında belli eder, miyopi yetişkinlik dönemine kadar bir miktar artış gösterebilir. Genellikle çocukların net görmediklerine ilişkin bir yakınmaları yoktur, daha çok sınıfta tahtayı göremediklerinde fark edilirler. Miyopi ergenlikten sonra genellikle fazla değişmez, ancak dejeneratif miyopi denilen durumda miyopi erişkin yaşamda da artmaya devam edebilir.
Tedavisi
Miyopinin düzeltilmesinde kalın kenarlı –içbükey(konkav)- mercekler kullanılır. Bu mercekler göze gelen ışınların yayılmasını sağlayarak, görüntünün retinada net bir şekilde oluşmasını sağlarlar. Bu amaçla kontakt lensler de kullanılabilir. Aynı optik özelliklere sahip kontakt lensler de kırma kusurunu düzeltmek için kullanılabilir. Tedavisi ise, Kornea üzerine yapılan fotorefraktif keratektomi(photorefractive keratectomy, PRK) ve lazer eşlikli in situ keratomileusis (Laser Assisted In Situ Keratomileusis, LASIK) son yıllarda popülerlik kazanmış bazı tedavi yöntemleridir.
Miyop, Miyopisi olan kişi. Bu kişiler, yakını net görebilirler ancak uzakta net göremezler. Uzakta net görebilmeleri için, kalın kenarlı -içbükey mercekler kullanmaları gerekir.
Derece
Miyopu derecelerine göre sınıflandıralım:
• Düşük miyop, -4.00 ve daha az miyoplarda.
• Orta miyop, Bu tür miyopta, -4.25 ila -5.75 arasındaki miyoplarda. Bu orta derece miyopda, daha çok renk dağılımı semptomları veya glokom olasılığı vardır.
• Yüksek miyop, Bu tür de -6.00 ve daha yukarısıdır. Bu tiplerde, yüzen cisimler, gölgeye benzeyen şekiller ki (onlar ayrı ayrı gözükür) veya kümeler halinde görüş alanında gözükürler. Yaklaşık olarak, miyopların %30’unun yüksek miyop hastası olduğu bilinmektedir.
RBP
Başlama yaşı
Miyopluğun bazı dönemlerde başlama yaşı:
• Doğuştan miyopluk, çocuk miyopu olarak bilinir. Doğumda başlar, çocukluğa kadar devam eder.
• Gençlik miyopu, 20’li yaşlarda ortaya çıkar.
• Okul çağı miyopu, çocukluk esnasında, özellikle okul çağı yıllarında ortaya çıkar. Bu şekil miyopta, göz çalışma esnasında yakına bakmaktan yorulur.
• Yetişkinlikte miyop
• Erken yetişkinlikte, 20 ila 40 yaşları arasında başlar.
• Geç yetişkinlikte, 40 yaş sonrasında görülür.

 

 

 

MİYOPLUK
Miyop nedir? Miyopluk nasıl oluşur? Miyopluk nasıl anlaşılır? Tedavisi
Miyop nedir? Miyopluk nasıl oluşur? Miyopluk nasıl anlaşılır? Tedavisi
Uzağı net göremiyor musunuz? Bulanık görmeler başladıysa en yaygın görülen göz bozukluklarından biri olan miyopluk başlamış olabilir.
Miyopluk gözün arka tarafından ışığın kırma gücünün zayıflaması dolayı, gelen ışınların retinanın önünde bir noktada odaklanması sonucu oluşur. Bu durum gözün ön yada arka kısmında da olabilir. Yakındaki görülen bir maddeden gelen ışınların, uzaktaki bir maddeye göre daha çok mercekleme zorluğu yaşamaktadır. Miyop bir insan yakını net görmekte, uzağı ise seçememektedir. 6 metre kadar bir uzaklıktan göze gelen ışığın retinada odaklanamadığı için uzak görülmez. Aslında gözümüzü bir ayarlamalı dürbün gibi düşünün. Dürbünden uzağı görmek için görüntüyü netleştirmek için merceklerle oynarız. İşte gözde bu mercekleme yapamaz duruma gelir. Çözüm olarak göz doktorları kalın mercekli gözlükler vererek düzeltilebilir.
Miyopi göz hastaları için, Gözlük, harici lenslerle yada lazer yöntemleri artık gelişmiş tıpta kullanılmaktadır.
Miyopluk, tıp gözünde kalıtsal bir hastalık olup, akrabalar içinde birbirlerine geçer. Şimdiye kadar kitap okumanında miyopluğunun sebeplerinden biri olarak görülebilmekte.
Fakat yeni yapılan araştırmalarda bu etkenlerin Miyopluk nedenlerinden olmadığı da görüldü.
Miyopluk nasıl anlaşılır? Bulgusu nedir?
Okul çağına gelen çocuklarda başlayan miyopi, yetişkinlik döneminde de durmadan büyüyen bir sorundur.Çocuklar okula gittiklerinde yazı tahtasını göremediklerinden şikayet ederler, ortalama 6 metreden yazı okuyamazlar. Eğer anlaşılmazsa ergenlik döneminde de anlaşılamayabilir. Yaş ilerledikçe bu sorun etkisini göstermeye başlar.
Doğumdan başlayıp, çocukluğa kadar olan dönem içinde miyopluk gelişir. okul çağında uzağa bakınca gözlerde yorulma başlar, bozukluk pek ilerlemez ama 20’li yaşlarda kendini tekrar göstermeye başlar. Yetişkinlerde ise erken dönemde 40 yaşına kadar başlamazsa 40 sonrası etkisini arttırır.
Miyopluk tedavisi nasıl yapılır?
Genelde çocuklarda kalın kenarlı ve içbükey(konkav) tür mercekli gözlükler kullanılır. Bu mercekler göze gelen ışınların yayılmasını sağlayarak, nesneden gelen görüntünün retinada net bir şekilde meydana gelmesini sağlarlar.
Yetişkinlerde ve ergenlikte kontakt lensler de kullanılabilir. Aynı optik özelliklere sahip kontakt lensler de kırma sorununun üstesinden gelebilir.
Yetişkin dönemde yeni tedavi şekli ise, gözlük olmadan ve lens kullanmadan, gözü lazerle çizdirmektir. Hatta lensi retinaya yerleştirme teknikleri de geliştirilmiştir.
Kornea üzerine yapılan fotorefraktif keratektomi (photorefractive keratectomy, PRK) ve lazer eşlikli in situ keratomileusis (Laser Assisted In Situ Keratomileusis, LASIK) son günlerde tercih yönü artmış bazı tedavi yöntemleridir.
Miyopların derecelerine göre sınıflandırırsak;
• -4,00 ve az ise düşük miyoptur.
• -4,25 ile -5,75 arasında ise orta miyoptur. Renkleri ayırmada sorun yaşayabilirler. Glokom sıkıntısı oluşabilir.
• -6,00 ve üzeri ise artık uzaktaki nesneleri bütün görmeye başlarlar. Miyopların üçte biri bu seviyededir.
Miyopluk için başka bir tedavi modeli ise göz damlasıdır. Atropine adı verilen göz damlası, miyopluğun sebebi olan göz yuvarı büyümesini yavaşlatıyor. Fakat bir çok yan etkisi görüldüğünden şu an için verilmiyor. Ancak damlanın etkisi çok iyi olduğundan en düşük seviyelerde kullanım için yeniden çalışmalara başlandı.
Miyopluk için, yapılacak en iyi çözümler gözlük ya da lens kullanmalı ve kapalı ortamların dışında kalan çocukların daha fazla zaman harcamalarını sağlamalı.
Miyopluk genetik bir hastalık mı?
Şimdiye kadar sizlerle ortak tıp dilinde miyopluğu anlattık. Miyoplukla ilgili ciddi gelişmeler kaydedildi.
Miyopluk genelde çok okuma ve genetik olduğu yazmakta. Fakat bunlara bir de yenisi eklendi. Çevresel faktörler de göz bozukluğuna sebep olabilir.
Basit önlemlerle özellikle Çocukları bu hastalıktan kurtarma şansımız olabilir.
Asya ülkelerinde Miyopluk yüzde 90’a çıkan olmasına rağmen, Türkiye, Avrupa ve ABD için yüzde 35’lere yakın bulmakta.
Eskimolarda bundan 50 sene öncesine kadar Miyop bulunmazken, şimdilerde çocuklarda yüzde 25’e varan bir miyopluk söz konusu. Eğer genetikse neden daha önce yoktu? Bunun sebebine bakıldığında eski yaşam tarzlarını bırakıp, modern tarza geçmeye çalışan yeni nesil eskimolarda göz bozuklukları yavaş yavaş başlamış.
Bilim adamları kısmı olarak genetik olabilir ama miyopluğun asıl nedeni gelişen sanayiden kaynaklanması olduğunu savunuyor. Eskimolardaki değişiklil bunun için delil olarak görülüyor.
Okumakla miyopluk arasındaki bağlantı ise önce güçlü bir olasılık olarak düşünülse de, konu üzerinde araştırmalar yoğunlaştıkça böyle bir bağlantının olmadığı görülmüştür.
Başka bir araştırmada ise dışarıda yani güneşte yaşamını fazla sürdüren kişilerin, kapalıya göre daha az miyop olma riski var. Araştırma Avusturalya’da öğrenciler üzerinde, fiziki olarak güneşin etkisine bakılmış. Miyoplukla ilgili bağlantı bulunamamış ama uzun zaman da belirleyici olduğu görüşüne varıldı. Gün ışığı ne kadar çok görülürse, göz bozukluğu riski de düşüyor.
D Vitamini Göze nasıl etki eder mi?
D Vitamini için güneş gerekli olduğunu herkes bilir. Kemiklerin güçlenmesi, bağışıklık sisteminin ayakta kalması, beyin işlevlerinin düzenli olması için D Vitaminine yani Güneşe ihtiyaç var.
Gözlerin Güneş gördüğünde Dopamin salgıladığı belirlendi. Dopamin salgılandığı zaman, miyop büyümesine engel olur.
Kapalı Ortamlar ve Yapay Işık Miyoplara etki eder mi?
Avustralya’da bir üniversitede, 2 farklı yapay ışık altında tavuk büyüterek yapılmış. 1. kümeste kırmızı renk içeren yapay ışıkta, 2. kümeste mavi ve yeşil rengin ağırlıklı olduğu yapay ışıklandırmada tavuklar büyütülüyor. 1. kümeste büyüyenler, 2. kümese göre miyop konusunda daha riskli olduğu görüldü. Sonrasında 1. kümese mavi ışıkla tedavi yapıldığında, miyopluk riski ortadan kalkmış.
Bu deneyden sonra miyop çocuklarda mavi ışık yayan lamba çözümleri yapılmaya çalışılıyor.
Yapay ışıkta ev içinde eşya kalabalığı varsa kırılmalar daha çok oluyor ve göz uyumluluk sorunu yaşıyor. Görüş mesafeleri daha geniş olan dış mekanlar bu nedenden içeriye göre daha güvenli.

 

 

 

MOL GEBELİK (ÜZÜM GEBELİĞİ)
Mol gebeliği, halk arasında bilinen adıyla “Üzüm Gebeliği”, erken gebelikte görülen, plasentanın anormal gelişim gösterdiği ve plasentanın rahim içinde üzüm tanesi şeklinde bol miktarda oluşumlar göstermesiyle ortaya çıkan bir tablodur.
Mol gebeliğin iki türü vardır:
Komplet (Tam) Mol: En sık gözlenen formdur. Erken gebelikte belirti verir. Gebelik sadece plasenta dokularından oluşmuştur. Gebelik tabir edilen yapının içinde bebeğe ait hiçbir doku yoktur. Bu durum, çekirdeksiz yumurtanın spermle döllenmesi sonucu oluşur. Yumurtanın çekirdeksiz olması nedeniyle bebek gelişimi olmaz ancak plasenta gelişmeye devam eder. Plasental yapılardan salgılanan beta HCG hormonu nedeniyle hastada gebelik belirtileri bulunur.
Parsiyel (kısmi) Mol: Anormal plasental gelişiminin yanı sıra gebelik ürününde bebeğe ait yapılar da mevcuttur. Burada normal yumurta hücresinin iki spermle döllenmesi söz konusudur. Her ne kadar bebek oluşmuş ise de genetik olarak fazla kromozomu vardır (69 kromozom) ve bu anlamda yaşama şansı yoktur. Normal insan kromozom sayısı 46’dır.
Mol gebelik risk faktörleri nedir?
İleri anne yaşında görülme sıklığı artar.
Sosyoekonomik seviyesi düşük ve kötü beslenen kadınlarda sık görülür.
Görülme oranı 1000 gebelikte 1’dir. Daha önceden mol gebelik hikayesi olan kadınlarda tekrar mol gebelik geçirme riski 10 kat artar ve %1′ e yükselir. İki kez mol gebelik geçirmiş olanlarda risk %10′ a yükselir.
Mol gebelik belirtileri nelerdir?
Adet gecikmesi, gebelik testi pozitifliği gibi hastada gebeliğin tüm belirtileri bulunabilir.
Mol gebelik bulantı ve kusmaları şiddetlidir. Çünkü bu hastalıkta salgılanan bhCG miktarı, normalin üstündedir.
Gebelerin bir kısmı ‘üzüm tanesine benzer parça düşürme’ şikayeti ile doktora başvurabilmektedir.
Mol gebelik nasıl tedavi edilir?
Genel anestezi altında rahim ağzının genişletilmesi ile rahim içerisinin boşaltılması temel tedavi yöntemidir.
Gestasyonel trofoblastik neoplazi (GTN) nedir?
Mol gebeliği, Gestasyonel Trofoblastik Neoplazi (GTN) hastalığına dönüşebilir.
GTN; vücudun başka yerlerine de yayılabilen veya rahim içerisinde tekrarlayabilen kötü huylu bir hastalıktır.
Hastalar, mol gebeliğin nüks (tekrar etme) riski nedeniyle takibe alınır, 1 yıl süreyle gebe kalmamaları için korunma sağlanır. Korunma için doğum kontrol hapları kullanılır.
3 ayda bir jinekolojik muayene, ultrason ve kan testleri ile hastalık nüks açısından değerlendirilir.
Gestasyonel trofoblastik neoplazi (GTN) tedavisi nedir?
Tüm vücut, görüntüleme yöntemleri ile yayılım açısından araştırıldıktan sonra hastalığın yayılım derecesi ve şiddetine göre kemoterapi ilaçları ile tedaviye başlanır.
Kemoterapi ile yüz güldürücü sonuçlar alınabilmektedir.

 

 

 

MULTİPL MİYELOM
Miyelom, bir beyaz kan hücresi olan plazma hücrelerinin kanseridir. Normal plazma hücreleri enfeksiyonla savaşmak için antikorlar üretirler. Özel bir antikor üreten plazma hücresinin kontrolsüz bir biçimde çoğalması miyelom hastalığına neden olmaktadır. Miyelom hastalığı ileri yaşın hastalığıdır. Hastalığın belirti ve bulguları plazma hücrelerinin artışı ve ürettikleri tek tip antikor (paraprotein) ile ilişkili şikayetlere neden olur:
1) Tek tip plazma hücresinin anormal artışının sonuçları:
kemik iliğinde plazma hücrelerinin aşırı artması, normal hücrelerin yapımını bozar. Normal lökosit, trombosit ve eritrosit yapımı bozulur. Anemi (kansızlık), çabuk morarma, kanama görülür.
Diğer normal plazma hücreleri yapılamaz: mikroplarla savaş yeteneği azalır: sık infeksiyonlar görülür.
Plazma hücreleri yassı kemiklerin etrafında ve nadiren iç orgalarda kitleler oluşturabilir, buna plazmositom adı verilir.
Plazma hücrelerinden salınan bazı maddeler kemikteki kalsiyumu kana boşaltırlar. Kemikler incelir, güçsüzleşir (osteopeni), güve yeniği gibi içi boz alanlar oluşur (zımba ile delinmiş gibi tarif edilen litik kemik lezyonları). Kemikler kırılgan hale gelir. Özellikle omurga ve kalça kemikleri gibi yük taşıyan kemiklerde durup dururken veya ufak darbelerle kırıklar oluşabilir.
Kana aşırı miktarda geçen kalsiyum ‘hiperkalsemi’ denen bir klinik duruma yol açar: kabızlık, kalp ritim bozukluğu, şuur bulanıklığı, kas güçsüzlüğü olur.
2) Paraprotein artışı ve sonuçları:
Kanserli plazma hücrelerinin ürettiği paraprotein, anormal bir proteindir, aşırı artışı ‘eritrosit sedimentasyon hızı’ denen bir testte anormal yükselmelere neden olur. Eğer bir hastada eritrosit sedimentasyon hızı saatte 100 mm ve üzerindeyse mutlaka miyelom hastalığı araştırılmalıdır.
Kanserli plazma hücrelerinin ürettiği paraprotein, böbrekler aracılığıyla (idrar yoluyla) atılmaya çalışılır. Eğer hastalık ilerler ve paraprotein üretimi çok artarsa, böbreğin süzme zarlarında bu proteinler çöker, süzgeçler tıkanır ve böbrek yetersizliği ortaya çıkar. Eğer bu süreçte hemen tanı konmazsa, böbreklerde geri dönmeyen hasarlar oluşabilir, hasta hayat boyu diyalize mahkum kalabilir
Paraproteinler pıhtılaşma sistemi ile etkileşip anormal damar tıkanıklıklarına veya anormal bölge kanamalarına (örneğin sanki yumrukla vurulmuş gibi göz kapakları etrafında morarma olması gibi) neden olabilir.
Paraproteinler bağışıklık sistemini etkileyerek otoimmün hastalıklara neden olabilir.
Multipl miyelomun en sık görülen belirtileri nelerdir?
Genellikle sırt ve kaburgalarda daha fazla olmak üzere kemik ağrısı
Genellikle omurgada olmak üzere kemik kırıkları
Halsiz ve yorgunluk
Çok su içme ihtiyacı
Sık enfeksiyon geçirme ve ateş yüksekliği
Kilo kaybı
Bulantı veya kabızlık
Sık idrara çıkma, ilerleyen dönemlerde idrar miktarında azalma
Şuur bulanıklığı
Kalp ritim bozukluğu
Myelom nasıl teşhis edilir?
Genellikle kemik kırığı nedeniyle çekilen bir x-ray filmi sonrası multiplmiyelomdan şüphelenilir.
Multiplmiyelom M proteinin kanda yüksek seviyede olmasına neden olur. Ayrıca M proteinlerinin aşırı yapılması sonrası kemik iliğinde birikmesi hastalarda kansızlığa, beyaz kan hücreleri ve trombosit sayısında azalmaya neden olur.
Böbrek tutulumunu anlamak için kreatinin seviyesinin ölçümü gerekir.
Biyopsi: Kemik iliğinde miyelom hücrelerinin olup olmadığının kesin tespiti biyopsi ile anlaşılır.
Myelomda evreler ve tedavi
Hastalık bazen sadece kanda zararsız paraprotein birikimi ile birliktedir. Kemikte veya böbrekte hastalık bulgusu yoktur, ilikte plazma hücreleri az sayıdadır. Bu evre ‘MGUS’ (önemi bilinmeyen monoklonalgamopati) olarak ifade edilir. MGUS evresinde tedaviye gerek yoktur. Hastalar periyodik olarak kan ve plazma proteinleri açısından takip edilirler. Zamanla M bandı artar, kemik iliğinde plazma hücre miktarı artar. ‘SmolderingMiyelom’ denen bu evrede henüz diğer sistemler etkilenmemiştir. Bu evrede de tedaviye gerek yoktur, ancak hastalar sık aralıklarla takip edilirler. Multiplmiyelom’da kemik iliğinde plazma hücre sayısı artmıştır, kanda paraparotein yükselmiştir, kreatinin ve kalsiyum yüksek olabilir, kemiklerde zımba ile delinmiş gibi emik lezyonları başlamıştır. Bu evrede hastaya kemoterapi ve gerekirse radyoterapi yapılır. Uygun hastalarda mutlaka kemik iliği nakli için hazırlık yapılmalıdır.
Seyrek olarak hastalık, plazma hücre tümörüyle başlar: Soliterplazmositom denen bu kitleler cerrahi olarak çıkarılır, radyoterapi ile tedavi edilebilirler. Eğer kemik iliğinde tutulum gösterilmezse kemoterapi gerekmez.
Multipl miyelomda kemik güçlendirici tedaviler ile kemikler tekrar kalsiyumla doldurulmaya çalışılır.

 

 

 

MS (MULTİPL SKLEROZ)
MS (Multipl Skleroz) hastalığı, kişinin bağışıklık sistemindeki bozukluk sonucu beyin ve omurilikte çok sayıda plakların oluşmasıyla ortaya çıkan bir hastalıktır. Genç yaşlarda görülebilen MS (Multipl Skleroz) hastalığı, dünyada yaklaşık 3 milyon, Türkiye’de ise 35 bin kişiyi etkilemektedir. MS hastalığı ataklar halinde gelişir ve ancak uygun tedavi ve düzenli takiple kontrol altında tutulabilmektedir. Multipl Skleroz hastalığı genellikle 20- 40 yaşları arasında ortaya çıkar. Memorial Sağlık Grubu Nöroloji Bölümü Uzmanları “MS hastalığı”hakkında bilgi verdi.
MS Hastalığı Nedir?
Halk arasında MS hastalığıolarak bilinen Multiple Skleroz;hareket aksaklığı, kaslarda güçsüzlük, kısmi felç, dengesizlik, konuşma ve görme bozuklukları gibi çeşitli belirtilerle ortaya çıkabiliyor. Ataklar halinde görülen MS, erkeklere oranla kadınlarda 2 kat daha fazla görülüyor.
MS (Multipl Skleroz) hastalığı, santral sinir sisteminin yani beynin ve omuriliğin inflamatuar (yangısal) bir hastalığıdır. Özellikle santral sinir sistemindeki beyaz madde yapıları hastalanır. Beyaz madde, santral sinir sisteminin kendi içerisinde ve bu bölüm ile vücudun diğer bölümleri arasında iletişimi sağlayan sinir liflerinden oluşur.
MS’li hastalarda santral sinir sistemindeki bu beyaz maddede plak veya lezyon diye adlandırılan hasarlı alanlar görülür. Bu hasarlı alanlarda siniri çevreleyen miyelin denilen bir maddede kayıp gözlenir. MS hastalığında gelişebilecek reaksiyonlar önceden tahmin edilemez ve oldukça değişkenlik gösterir. Bu nedenle MS hastalığınıtanımlayabilmek çok zor bir durumdur. Sinir sisteminde etkilenen yere ve etkilenme derecesine göre, MS hastalığının tipi ve şiddeti hastadan hastaya değişebilir.
MS hastalığının belirtileri ve tedavisi kişiye özeldir. Benzer şekilde gelişen ve aynı bulgularla seyreden iki MS’li hasta bulabilmek mümkün değildir. Hastalığın bireyin kendisinde ve hastalar arasında farklı seyretmesi, hastalığın zamanlamasını, beyinde tuttuğu yeri ve bulguların şiddetini farklı kılmaktadır. Genel alarak MS’li olgularda, beynin veya omuriliğin kontrol ettiği her hangi bir fonksiyonun tam veya yarı tam kaybı gözlenir.

MS Hastalığı (Multiple Skleroz) Belirtileri Nelerdir?
MS hastalığının belirtileri kişiye göre değişebilmektedir. MS’li hastalar, aşağıdaki problemlerin herhangi birini ataklar ve düzelmeler veya yavaş kötüleşen bir seyir izleyerek yaşayabilirler:
Uyuşukluk, karıncalanma, iğnelenme,
Güç kaybı, spazm, kas sertliği, kramp, ağrı. Güç kaybı vücudun bir tarafındaki kol ve bacakta veya her iki bacakta birden olabilir.
Görme kaybı, çift görme,
İdrar kaçırma ve idrar aciliyeti,
Kabızlık,
Konuşma bozukluğu,
Cinsel fonksiyon bozuklukları,
Denge kaybı, bulantı,
Yorgunluk,
Depresyon,
Kısa süreli hafıza problemleri,
Yutma zorluğu
MS hastalığının ilk belirtileri, kol ya da bacakta kuvvet azalması-güçsüzlük şikayeti ile başlar. MS’li hastalar genellikle yeni gelişen duyu bozuklukları, bulanık görme, denge bozuklukları, çift görme gibi belirtilerile doktora başvurular. MS hastalığının belirtilerinin her hastada birbirinden farklı olabileceğini akılda tutmak gerekir.
MS hastalığı belirtileri, miyelin konusu ile doğrudan bağlantılıdır. Merkezi sinir sisteminde sinir liflerini çevreleyen ve koruyan “miyelin” isimli bir tür kılıf vardır ve bu kılıf sinir liflerinin elektrik uyarılarını iletmelerine yardımcı olur. MS’de miyelin kılıfı hasara uğrar ve bazı bölgelerde yok olur. Hasar gören bu bölgeler ‘plak’ olarak da bilinir. Miyelin sadece sinir liflerini korumakla kalmayıp, görevlerini yerine getirmelerini de sağlar. Miyelin yok olduğunda veya hasar gördüğünde, sinirlerin beyine giden veya beyinden gelen elektrik uyarılarını iletebilme kapasiteleri kesintiye uğrar; bu durum çeşitli MS belirtilerineneden olur.
En belirgin MS belirtileri,halsizlik, yüzde veya vücutta uyuşma ve karıncalanma, hissizlik, yorgunluk, denge problemleri, görme bozuklukları, kas sertleşmesi, bozuk konuşma, bağırsak veya mesane problemleri, dengesiz yürüme (ataksi), cinsel işlev sorunları, ısıya hassasiyet ve kısa süreli bellek sorunları şeklinde sıralanabilir.
MS Hastalığı Neden Olur? MS Hastalığı Genetik Midir?
MS hastalığı genetik midir sorusu hastalıkla ilgili doğru bir şüpheye işaret eder. MS hastalığının oluşumunda genetik faktörler oldukça etkilidir. MS’in nedeni olarak birkaç teori vardır, fakat bunlarla hastalık oldukça zayıf bir şekilde anlaşılabilmektedir. MS hastalığının nedenleri kişiden kişiye değişse de, genetik faktörler tüm hastalarda sabittir. MS hastalığı neden olur sorusuna birkaç şekilde cevap verilebilir;
• Çevresel faktörler: Organik çözücülere ve cıvaya maruz kalma, böcek ilaçları ve radyasyon teması.
• Etnik köken: Kafkas, Kuzey Afrika kökenlilerde hastalık görülebilir. Sarı ve kısmen siyah ırkta koruyuculuk beyaz ırka göre daha fazladır. Ayrıca Kuzey Avrupa, Amerika ve Kanada’nın kuzeyinde hastalık yüksek, ekvator bölgesinde düşük oranda görülmektedir.
• Virüslerin etkisi: Geçmişte “herpes”, “varisella zoster” virüslerine maruz kalma.
• Kalıtım: Çevresel tetikleyicilerden etkilenen genetik faktörler mevcuttur.
• Genetik faktörler: MS’li anne veya babanın çocuklarında aynı hastalığın görülme oranı, toplumdaki aynı yaş grubu kişilerle kıyaslandığında 7-10 kat fazladır. Ancak genler, hastalığın oluşmasında tek faktör değildir. Örneğin; genetik olarak birbirinin aynı olan tek yumurta ikizlerinden birinde MS gelişse bile, diğerinde gelişme riski %25’tir.
Bu faktörlerin dışında MS hastalığı nedenleri arasında;
• Kan ve beyin arasındaki bariyerin hasarı
• Anne karnında oluşan biyokimyasal olaylar
• Diyet ve vitamin yetmezlikleri
• Alerjik reaksiyonlar da sıralanabilir.
MS Hastalığı Nasıl Teşhis Edilir?
MS hastalığı tanısının konulması çok da kolay değildir. MS hastalığını teşhis edebilecek özel bir test henüz geliştirilmemiştir. MS hastalığına tanısı konması demek aslında diğer olasılıkları elemek anlamına gelir. MS hastalığını teşhis etmek için kullanılan tetkikler nelerdir? sorusuna ise bu şekilde yanıt verilebilir:
• MRI: MRI filmleri beyin ve omurilik hakkında detaylı bilgi verir ve MS hastalığı teşhisi için son derece önemlidir. MS hastalığı lezyonları bu filmlerde soluk alanlar olarak görülür.
• Beyin omurilik sıvısının incelenmesi: Bu sıvıda, bağışıklık sisteminin aktivitesini gösteren ligklnal bandlar, miyelin proteini saptanabilir.
• Uyarılmış yanıtlar: Bu testler, sinirlerin ileti hızlarını ölçme teknikleridir. Miyelin kılıfı hasarlanmış sinirler, iletileri daha yavaş iletirler. 3 ana tipi vardır:
• Görsel uyarılmış yanıtlar: Görme ile ilgili sinirleri inceler.
• İşitsel uyarılmış yanıtlar: İşitme ile ilgili sinirleri inceler.
• Smatsensriyel uyarılmış yanıtlar: Kol ve bacaklardaki duyusal sinirleri inceler.
MS Hastalığı Tedavisi
MS hastalığı tedavisi kişiye özel olmalı ve mutlaka erken dönemde başlamalıdır. Hastalık genellikle 20-50 yaş arasında görülmektedir. MS hastalığı ne kadar erken başlarsa o kadar sert seyretmektedir. MS atağı geçiren hasta hayatı boyunca başka bir atak geçirmeyebileceği gibi değişken sıklıkta atak yaşayabilmektedir. Ataklar halinde görülmediği ve düzelmeye izin vermeyen sürekli ilerleyen formları çok daha ağır ilerlemektedir. MS’in ataklarla başlayıp daha sonra ara vermeden devam eden tipleri de mevcut. MS hastalığının tedavisine ataklar sırasında gecikmeden başlanmalıdır. Erken dönemde başlanan MS hastalığı tedavisihastalığın ileride hasar bırakmasını engellemektedir.
MS Ataklarına Karşı Aşı
MS hastalığının tedavisinde koruyucu tedaviler (aşı) da büyük rol oynamaktadır. MS atakları hissedilir hissedilmez vakit kaybetmeden uzman bir doktora görünmek, MS hastalığı tedavisinin ilk adımıdır. MS ataklarını teşhis edebilecek beyin ve omurilik MR’larının çekilmesi, beyin omurilik sıvısından örnek alınarak yapılan testler ve elektro fizyolojik testler tedavide uygulanacak yöntemler için belirleyici olmaktadır. Yapılan tetkikler sonrasında beyinde görülen plakların sayısı MS hastalığının seyrini ve derecesini göstermektedir. MS hastalığın tam tedavisi bulunmamaktadır. MS ataklarını ve olağan atakların etkilerini azaltmaya yönelik tedaviler uygulanmaktadır. Sürekli MS atağı geçiren hastalara atakları %30-40 oranında önleyen koruyucu tedaviler (aşı) uygulanır. Ayrıca bu koruyucu tedavi atak sonrası engelli kalma riskini de azaltır. Çok sık MS atağı geçiren hastalarda atak sayısının azaltılması için interferon tedavisi uygulanmaktadır.
MS hastalığı tedavisinde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da, kronik MS hastası olma riski taşıyan, tek atak geçiren hastalarda bağışıklık sistemini baskılayan koruyucu tedavilerin uygulanması önerilmemektedir. MS hastalığının tedavisinde özellikle hastalığın az görülen ağır tipleri için de artık tedavi seçenekleri bulunmaktadır. MS tedavileribağışıklık sistemini baskıladıkları için ciddi risklere neden olabilmektedir. Bu nedenle MS hastalığı tedavisi yakın kontrol altında tutulmalı ve uzman sağlık kuruluşlarında uygulanmalıdır.
MS hastalığı doğru tedavi ve yaşam tarzı düzenlemeleri ile kontrol altında tutulabilir.
• Sizi çok yoracak etkinlik ve işlerden kaçının
• Düzenli ve sağlıklı beslenmeye özen gösterin
• Alkol ve sigara gibi zararlı maddeleri hayatınızdan uzak tutun
• Hareket edin!
• MS şikayetlerini artırabilecek olan hamam, sauna gibi sıcak ortamlar yerine ılık su tercih edin.
• Depresyondan uzak durmaya çalışın.
MS Hamileliğe Engel Mi?
MS hastalarının bilinenin aksine hamilelik planlarını ertelemelerine gerek yoktur. MS hastaları rahatlıkla hamile kalabilir ve çocuklarını sağlıklı bir şekilde dünyaya getirebilr. Eğer MS atakları çok ağır şekilde seyretmeye başlarsa hastaların ağır işlerden kaçınmaları yeterlidir. MS hastalığının doğuma ve doğurganlığa engel bir hastalık olmadığı bilinmelidir. Hatta bazı vakalarda hamilelik MS ataklarını yatıştırmaktadır. Ancak doğum sonrası ataklar tekrarlanabileceği için MS hastalığının yakın takibi çok önemlidir.
MS Hastalığının İyi Bir Seyir İzleyeceğini Gösteren Bulgular Nelerdir?
• İlk bulgusu duyusal veya görme ile ilgili olanlar
• 2 atak arasındaki sürenin uzun olması
• Hastalığın 25 yaşından önce olması
• Başlangıçta MR’da çok az lezyon görülmesi
• Başlangıçtan 5 yıl sonra etkilenen nörolojik bölümlerin az sayıda olması
• Başlangıçtan 5 yıl sonra nörolojik sekelin az olması
• Geçirilen ataklardan sonra düzelmenin tama yakın olması
• Ataklar dışında beyin omurilik sıvısında myelin proteininin olmayışı
• Başlangıcın sadece tek bölgeden olması
Hastanın kadın olmasının da bir avantaj olduğu unutulmamalıdır.
MS Hastalığının Kötü Bir Seyir İzleyeceğini Gösteren Bulgular Nelerdir?
• Başlangıçta etkilenen alanların çok olması
• Başlangıçta MR lezyonlarının çok olması
• Başlangıçta beyinin güç, denge ve sfinkter fonksiyonları ile ilgili bölümlerinin etkilenmiş olması
• Başlangıçta hastalığın progresif seyir izlemesi
• Hastalığın erken seyrinde beyin omurilik sıvısında oligoklonal bant olması
• Hastalığın 40 yaşından sonra başlaması
• 2 atak arasında 1 yıldan daha az bir süre olması
• Başlangıçta motor bulguların olması
• Başlangıçta beyin sapı ile ilgili bulguların olması
• Hastanın erkek olması

 

 

 

NASIR
Nasır nedir, belirtileri nelerdir? Nasır nasıl geçer? İşte tedavisi…
Nasır, aslında bir deri sertleşmesidir. Derinin kendini savunmak amaçlı yaptığı deri katmanlarını arttırmasından oluşur. Her cins, boy ve birçok farklı şekilde ortaya çıkabilen nasırlar kişide ciddi sıkıntılara sebep olurlar. Genellikle ayak bölgesinde oluşan nasır nedir? Nasır belirtileri nelerdir? Nasır nasıl tedavi edilir? İşte tüm sorularınızın yanıtları ve korunma yöntemleri…

Nasırlar bu problemi çekenler için ciddi bir sıkıntı, kötü görüntüsü nedeniyle büyük bir sorun haline gelir. Özellikle ağrı da varsa kişinin yaşamını kabusa çevirebilir. Şimdi nasır nedir kısaca açıklamaya çalışalım…
NASIR NEDİR?
Nasır sürtünme ya da baskı nedeniyle ciltte oluşan tahriş sonucunda, derinin korunma amaçlı kalınlaşmasıyla meydana gelir. Ölü ve katı deri tabakası olarak da adlandırılabilir. Ellerde, ayaklarda ya da vücutta tekrarlanan bir sürtünmenin olduğu her yerde meydana gelebilir ve hatta keman çalan bir kişinin çenesinde bile ortaya çıkabilir.

NASIRIN OLUŞUMUNDAKİ BAŞLICA FAKTÖRLER:
– Sıkı ve dar ayakkabı kullanımı
– Ayak yapısına uymayan ve yüksek topuklu ayakkabılar,
– Ayak parmaklarındaki deformasyonlar
– Ayak yapısının fazla kemikli olması
– Yanlış basma, yürüme hareketleri
NASIR BELİRTİLERİ
Nasırın birçok farklı belirtisi olmasına karşın belirti vermeyen ağrısız olanları da vardır. Nasır oluşurken ilk belirti nasır bölgesindeki keskin acıdır. Hafif nasırlarda basınç ortadan kalktığında ağrı da kaybolur ama derin ve geniş çaplı nasırlarda ağrı daha keskin ve daha rahatsız edicidir. Ağrıyla birlikte kalınlaşma da başlar. Nasırlar genellikle zararsızdır. Ama ağrılı olanlarda tedavi gerektirirler.

NASIR TEDAVİSİ
Ciltte sertleşmiş olan bölgenin nasır ya da siğil olup olmadığını anlamak için, doktor etkilenen bölgeyi bir miktar kazıyacaktır. Üst deri kazıldığında, eğer siğil varsa kanama olacaktır. Nasır ise kanamaz ve kazıdıkça sadece daha fazla ölü deri ortaya çıkar. Nasırın kalınlığını azaltmak için, nasır üst kısmından tıraş edilebilir. Bunun dışında banyo sonrasında yumuşatılan ayaklardaki nasırları cilde zarar vermeden ponza taşıyla sürtmek de bir diğer tedavi yöntemidir.
Ayrıca reçetesiz satılabilen ve salisik asit içeren nasır bantları kuvvetli ve tahriş edici oldukları için dikkatli kullanılmalıdır. Doğru kullanıldığında nasır üzerindeki baskıyı azaltır ve tedavi sürecini hızlandırır. Yanlış uygulandıklarında ise nasırın etrafındaki sağlıklı cilt dokusunu öldürebilir ve alerjik reaksiyonlara neden olabilir. Özellikle dolaşım bozukluğu ve şeker hastaları kesinlikle kullanmamalıdır.
Ancak yanlış uygulandığı takdir de sağlıklı cilt dokusunu öldürebilir ve alerjik reaksiyonlara sebep olabilir.Bu bantları dolaşım bozukluğu olanlar ve şeker hastaları kesinlikle kullanmamalıdır.
Nasırı keserek yok etmeye çalışmayın. Derinizde oluşacak kesikler sürekli olarak bakterilerin üreyebilecekleri ve rutubetli olmasından dolayı başka problemlere neden olabilir.
Uygun şekilde nasırın üzerine yerleştirilen küçük pedler de, nasırın maruz kaldığı basıncı azaltır.
NASIRDAN KORUNMAK İÇİN NELER YAPILABİLİR?
– Temizliğe özen gösterin. Ayaklarınızı belli süre ılık suda beklettikten sonra ölü deriyi ponza taşıyla temizleyin. Rahatlamanıza yardımcı olacaktır.
– Bakteri ve mikrop üremesine uygun ortamlarda bulunan ayakların daima temiz tutulması gerekir.
– Ayağınıza uygun ayakkabı kullanın. Ayakların içinde rahat olduğu, yumuşak deriden yapılmış ayakkabılar idealdir.
– El ve ayaklarınızı yumuşatıcı kremlerle besleyin.
– Sert zeminlerde çıplak ayakla dolaşmayın
– Ayakkabılarınızı değiştirerek kullanın. Açık ayakkabı giymek nasır oluşumunu artırır. haftada birkaç kez spor ayakkabı giyerek ayaklarınızı dinlendirin.

 

 

 

NEFES DARLIĞI

Septorinoplasti ameliyatında burun estetiği yanısıra nefes darlığı ayrıca giderilir. Bu ameliyatta burun kemeri alınabilir, boyutu değiştirilebilir, burun ucu şekillendirilebilir, burun delikleri küçültülebilir. Burundan nefes alma problemlerini çözmeye yönelik müdahaleler (septoplasti, konkaplasti?) ile birlikte yapılabilir. Burun cerrahisinde estetik ve fonksiyon birbirinden ayrılmaz ünsürlerdir ve başarılı burun ameliyatı yüzünüzle uyumlu doğal bir burun görüntüsü sağlamalı ve nefes almayı daha da rahatlatmalıdır. Erkeklerde 18, kızlarda 17 yaştan itibaren bu ameliyat yapılabilir.

İlk önce burun içi ve dışı ayrıntılı bir şekilde muayene edilir. Ek bir hastalık ve problem var ise bu aşamada endozkopi ve görüntüleme yöntemleri ile tespit edilir (deviasyon, sinüzit, nazal polip vs …). Ameliyattan önce burun ve yüzden fotoğraf çekilir. Bu pozlar ameliyatınızı planlamada kullanılır. Ayrıca alınan görüntüler üzerinde bilgisayar ortamında çalışma yapılır. Böylece ameliyat sonrası görüntü hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Ameliyat kesileri burun deliklerinin içinden yapıldığı için dış görünümde herhangi bir ameliyat izi olmaz.

Ameliyat, genel anestezi altında yapılır. Ameliyat süresi hastadaki problemlerin ağırlığına bağlı olarak değişir ve ortalama 2.5-3 saattir. Ameliyat sonrası en fazla bir gece hastanede kalınır. Ameliyat sonu burun içine tamponlar ve burun üzerine plastik bir atel yerleştirilir. Ameliyattan sonra nerdeyse hiç ağrı olmaz, olabilecek hafif ağrı, ağrı kesici ilaçlar ile kolayca giderilebilir. 24-48 saat sonra tamponlar, 6. gün atel alınır. Burun içi dikişler kendiliğinden düşer. Atel alındıktan sonra 3 gün burun bandajı uygulanır. Morluklar 7-10 gün içinde kaybolur. Şişliklerin çoğu ilk 15 gün içinde hızla azalır ve burun son şekline yakın normal bir görünüm kazanır. Kalan şişliklerin azalması, burnun tam olarak oturması ve son halini alması yaklaşık 3-6 ay sürer. Yapılan cerrahi işlemine göre ameliyattan 7-10 gün sonra normal yaşama dönebilir veya uçak yolculuğu yapabilirsiniz.
Nefes darlığı ve özgüven !
Burun eğriliği olan çoğu kişi nefes almakta sıkıntı çeker, karşısındaki kişiye direk bakamaz, konuşmakta zorlanır ve özğüveni düşüktür. Fotograf çektirme konusunda bile sıkıntı söz konusu. Burun estetiği ile birlikte yapılan deviyasyon tamiri sonucunda kişinin yaşam kalitesi değişir.
Estetik ameliyat beraberinde nefes darlığı giderilmesi !
Rinoplasti isteği olan ve ayrıca nefes darlığı şikayeti olan hastaların ilk sordukları soru şu, ?önce hangisini yaptırmam gerekir? veya iki ameliyat bir arada olur mu?. Septorinoplasti dediğimiz işlem plastik cerrahların ilgilendiği en önemli işlemlerden birisi. Septorinoplastide hem septum deviyasyonu düzeltilir ve hem rinoplasti yapılır. İdeal sonuç isteniyorsa iki işlem kesinlikle bir arada yapılmalı. Bunun için çeşitli teknik nedenler söz konusu olmaktadır.
Deviyasyon ameliyatı geçirenler dikkat etmeli !
Deviyasyon ameliyatında burun orta duvarının eğriliği düzeltilir. Çoğu zaman orta duvar kıkırdağına SMR işlemi yapılarak çıkarılan kıkırdak yapısı atılır, oysa ki septum kıkırdağı çok özel ve önemli bir yapıdır. Daha sonra burun estetik ameliyatı için başvuran bu hastalarda doku eksikliği sıkıntısı söz konusu olmaktadır. Bu nedenle ya estetik ameliyatı septum deviyasyonu ile birlikte yapılmalı veya septum ameliyatı sırasında çıkarılan kıkırdak yapısı kulak arkası cilt altına gömülerek depo yapılmalıdır.

 

 

NEFES (AĞIZ) KOKUSU

Ağız kokusu neden olur, nasıl geçer? | Ağız kokusu sebepleri ve çözüm önerileri
Ağız kokusu ağızdaki bakteriler nedeniyle meydana gelen ve oldukça can sıkıcı bir durumdur. Ağız kokusu sebepleri arasında bir çok neden sayılabilir. Peki ağız kokusu nasıl geçer? Ağız kokusu çözüm önerileri haberimizde…
Beslenme sonrasında ve sabah uyandığımızda oluşan ağız kokusu, fizyolojik ağız kokusu olarak tanımlanır ve bir hastalık belirtisi değildir. Bunun dışında meydana gelen ağız kokusu genellikle bir hastalık belirtisi olarak kabul edilir ve patolojik ağız kokusu olarak tanımlanır. Sinüs ve akciğer kaynaklı enfeksiyonlar, şeker hastalığı (aseton kokusu gibi) ve karaciğer yetmezliği gibi birçok sistemik rahatsızlık, ağız kuruluğu, yetersiz ağız hijyeni, tütün ve alkol ürünleri, dişeti hastalıkları ve diş çürükleri ağız kokusunun başlıca nedenleridir. Ağız kokusu; %90 oranında ağız kaynaklı sebeplerden bunun dışındaysa, %8 üst solunum kaynaklı, %1 oranında sindirim sistemi, %1 oranında metabolik sebeplerden kaynaklanır.
Patolojik sebepli ağız kokusu için diş hekiminin yönlendirmesi ile hastaların uygun tedaviyi olması altta yatan hastalığın da tespitini sağlayacaktır.

AĞIZ KOKUSU SEBEPLERİ
Diş aralarında, dil üzerinde ve diğer çevre dokularda kalan yiyecek artıklarının ağız içindeki bakteriler aracılığı ile kötü kokulu bileşiklerin oluşmasına sebep olmaktadır.
Ayrıca; ağız bakımı eksikliğine bağlı olarak oluşan bu ortamda, diş çürükleri ve dişeti hastalıkları da meydana gelerek tabloyu ağırlaştırmaktadır.
Karaciğer yetmezliği ve benzeri karaciğer hastalıkları ağız kokusuna neden olabilir.
İyi temizlenmeyen protezler de benzer şekilde ağız kokusunun daha şiddetli hissedilmesine neden olmaktadır.
Tükürük ağızda kokuya neden olan gıda artıklarının temizlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bazı ilaçların sürekli kullanımında, tükürük bezleri ile ilgili hastalıklarda veya sürekli ağız solunumu yapan kişilerde, tükürük azlığına bağlı olarak ağız kokusu gelişebilir.
Sinüs ve akciğer kaynaklı enfeksiyonlar sonucunda ağız kokusu meydana gelebilir.
Ağzınızda aseton kokusuna benzer bir ağız kokusu varsa bunun muhtemel sebebi şeker hastalığıdır.
Yediğimiz bazı yiyecekler de (soğan, sarımsak, et, balık, peynir vb.) nefesimizin kötü kokmasına neden olabilir. Dişlerin ve dilin temizlenmesi ile bu koku ortadan kalkmaz. Kokuya neden olan yiyecek vücuttan bütünüyle atılana dek koku devam edecektir.
Böbrek yetmezliği rahatsızlığı balık kokusuna benzer bir ağız kokusuna neden olabilir.
Benzer şekilde tütün ürünleri ve alkol de ağız kokusuna neden olurlar.
Bu alışkanlıklardan bütünüyle vazgeçmedikçe ağız kokusu devam edecektir

AĞIZ KOKUSU NASIL GEÇER?
Ağız kokusu eğer çok baskınsa mutlaka bir doktora danışmalısınız. Bunun yanında sizin de yapabileceğiniz çözüm yolları var.
Günde iki kere dişlerinizi fırçalayın.
Diş fırçanızı sık sık değiştirin.
Sadece dişlerinizi değil, dilinizi de fırçalayın.
Diş ipi de kullanın.
Ağız gargarası yapın.
Şekersiz sakız çiğneyin.
Yılda en az bir kez dişçiye gidin.
Su tüketimini çoğaltın.

 

 

 

NEFRİT

Böbreğin temel fonksiyonlarından birisi idrar üretmektir. Her 2 böbrekte idrar üretimine yol açan yaklaşık 2 milyon küçük ünite (nefron) vardır. Bir nefron temel olarak 2 kısımdan oluşur.

1. Böbreğe gelen kanın süzüldüğü filtre(glomerül)
2. Süzülen kanın idrara dönüştüğü uzun, yer yer kıvrımlı borular(tübül)

Böbreğin iltihabi hastalıkları nefrit olarak isimlendirilir.
Nefrit nedenleri ikiye ayrılır:
1. Mikrobik olmayan nefritler: Böbreğin mikrobik olmayan iltihabi hastalıkları ikiye ayrılır.
Glomerülonefrit
Tübüler nefrit (Tübülointerstisiyel nefrit)

2. Mikrobik nefritler (piyelonefrit): Piyelonefritin diğer bir ismi de üst idrar yolu infeksiyonudur.
Glomerülonefrit:
Nefronda ağırlıklı olarak glomerülde iltihap vardır. Türkiye’de kronik böbrek yetmezliğinin birinci nedeni glomerülonefrittir. Belirti ve bulgular glomerülonefritin tipine göre değişir. Hastanın muayene edilmesi, kanda üre ve kreatinin bakılması ve basit idrar incelemesi ile glomerülonefrit tanısını koymak genellikle çok kolaydır. Muayenede glomülonefrit bulguları
el, ayak ve göz kapaklarında şişme, idrar renginde koyulaşma ( idrar çay rengini alabilir ) ve yüksek tansiyondur. İdrar incelemesinde kanama ( hematüri ) ve protein kaybı (proteinüri) glomerülonefrit lehine bulgulardır. Glomerülonefrit tanısında asıl zorluk glomerülonefrite yol açan hastalığın saptanmasıdır. Glomerülonefrite yol açan neden genellikle saptanamaz. Glomerülonefritin tipini anlamak için böbrek biyopsisi yapılmalıdır, yani böbrekten mikroskopik inceleme için parça alınmalıdır. Birçok hastanın böbrek biyopsisi denince aklına kanser gelmektedir ancak böbrek biyopsisinin amacı kanser aramak değil glomerülonefritin tipini anlamaktır.
Glomerülonefritler ne tür sorunlara yol açar?
Pratikte glomerülonefritler 5 şekilde karşımıza çıkar. Hastanın hiçbir şikayeti olmayabileceği gibi ileri böbrek yetmezliği de olabilir.

1. İdrar incelemesinde anormallikler: Hastada hiçbir belirti ve bulgu yoktur. Başka bir nedenle doktora giden hastaya yapılan idrar incelemesinde kanama veya protein kaybı saptanır.

2. Nefrotik sendrom: İdrarla günde 3 – 3.5 gramdan fazla protein kaybı vardır. Hastanın el, ayak, yüz ve diğer bölgelerinde üzerine basınca iz bırakan şişlikler vardır. Ayrıca kanda albümin seviyesi düşer, kolesterol düzeyi artar.

3. Ani başlayan glomerülonefrit: Bu hastalarda ön plandaki sorunlar idrarda kanama, yüksek tansiyon ve vücutta sıvı birikmesidir. Çocuklarda streptokok infeksiyonlarını takiben gelişen nefritlerin çoğu bu gruba girer.

4. Kronik (müzmin, uzun süreli) glomerülonefrit: Bu hastalarda idrarla kanama, protein kaybı, yüksek tansiyon ve şişlik vardır, hastalık uzun sürelidir.

5. Hızlı ilerleyen nefrit: Kısa sürede böbrek yetmezliği gelişir ve hasta diyaliz tedavisine ihtiyaç duyar.
Tedavi
Her hastada farklıdır. Böbrek biyopsisinin sonucu ve hastada mevcut olan sorunlara göre tedavi planlanır. Sadece çocuklarda, eğer nefrotik sendrom var ise önce tedavi verilip, daha sonra gerekirse böbrek biyopsisi yapılabilir. Glomerülonefrit tedavisi kesinlikle uzman hekim, tercihen nefroloji uzmanı denetiminde olmalıdır. Tedavide başarısızlık kalıcı böbrek yetmezliğine yol açabilir ve hasta sürekli diyaliz tedavisine ihtiyaç duyabilir.

 

 

 

NEVRASTENİ

Nevrasteni Nedir, Belirtileri ve Tedavisi Nasıldır?
Beynin ve vücudun aşırı çalıştırılmasından kaynaklanan sinir zayıflığına nevrasteni denir. Aşırı zihinsel faaliyetlerde bulunan kişilerde ve özellikle erkeklerde daha sık görülür. Modern hayatın getirdiği aşırı çalışma ve rekabetin santral sinir sisteminin çalışmasına yaptığı olumsuz baskı nedeni ile geliştiği ileri sürülmektedir. Üst sosyal tabakada daha sıktır.
Sürekli çalışan, dinlenmeye zaman ayırmayan, stresli, endişeli, dengesiz beslenen kişilerin hastalığıdır. Bazen iltihabi hastalıklarda nevrasteni gelişimi için zemin hazırlar.
Bulgular ve Belirtiler
Çabuk sinirlenme, sürekli yorgunluk, geçmeyen halsizlik, çarpıntı, nedeni olmayan terleme, gerginlik, huzursuzluk, uykusuzluk, dikkat dağınıklığı, unutkanlık şikayetleri olur. Hastada bir hastalık olmadığı halde hastalık yakınmaları vardır. Bu yakınmalar için doktor doktor dolaşırlar. Sağlıkları üzerine çok düşünürler. Sağlıklı olmak için çeşitli tetkikler yaptırmak isterler ve ilaçlar kullanırlar. Yorgunluk hiç bitmez. Kabızlık, gaz, mide yanması, ellerde titreme, ağrılar, cinsel isteksizlik ve baş dönmesinden sıkça şikayet ederler. Zaman zaman etrafa çarpmadan düşecek şekilde bayılma tarif ederler. Kendi yakınmalarını abartılı anlatırlar.
Şizofreni ve depresyonla karışabilir. Şizofrenide gerçekle bağlantı kopar, halüsinasyonlar görülebilir. Nevrastenide halüsinasyon yoktur. Depresyonda sıkıntı sabah erken saatlerde olabilirken, nevrastenide akşam saatlerinde artış gösterir. Bazı tıp kaynaklarında kronik yorgunluk sendromu ile aynı olarak kabul edilmektedir.
Tıbbi Tedavisi Nasıldır ?
Hasta ağır işte çalışıyorsa işi hafifletilmelidir. Stresten uzak durulmalıdır. Dengeli beslenme ve hafif sporlar önerilir. Uyku düzeni sağlanmalıdır. Açık hava ve bahçe işleri nevrastenili hastalara iyi gelir.
Psikoterapi seansları yapılır. Gerekirse sakinleştirici ilaçlara başlanır.
DİYET DEĞİŞİKLİKLERİ
Dengeli ve sağlıklı beslenme kurallarına uyulmalıdır.
Alkol, geçici olarak rahatlama sağlayabilir fakat düzenli yoğun tüketim ile bağımlılık gelişebilir. Nevrasteninin ve diğer sağlık sorunlarının daha da şiddetlenmesine neden olur. Bu nedenle alkol tüketiminden uzak durulmalıdır.
YAŞAM TARZI DEĞİŞİKLİKLERİ
Aşırı çalışmaya bağlı stres bulguları hissedilir hissedilmez çalışma temposu düşürülmelidir. Mesai saatleri kısaltılmalı, akşam mesai sonrasında çalışılmamalıdır. Yıllık izin olarak planlanan, temelinde iş motivasyonunun kaybolmamasının sağlanması ile iş stresinin azaltılmasını hedefleyen tatiller mutlaka yapılmalıdır.
Yeterli ve kaliteli uykuya mutlaka zaman ayrılmalıdır.
Dostlarla geçirilecek neşeli akşam yemekleri ve sosyal aktiviteler nevrasteni riskini azaltır. Kişiler stres ile mücadele etmek için nefes egzersizleri veya meditasyon tekniklerinden yararlanmalıdır.
Psikoterapi, nevrasteni ile mücadelede yararlıdır ve ileride stres ile nasıl başa çıkılacağı da öğrenilebilir.
Düzenli egzersiz yapılması zihinsel ve fiziksel sağlığın korunmasında çok faydalıdır. Açık havada yapılacak egzersizler daha faydalıdır.
ÖNERİLEN BİTKİSEL İÇERİKLİ TAKVİYELER
Mine çiçeği: Sinirsel zayıflıkta Verbena officinalis’in toprak üstü kısımlarından yararlanılır. 1 çay kaşığı drog 1 bardak kaynamış su içinde 5 dakika demlenip süzülür. Kaside ve yulaf ile de kombine edilir.
Kedi otu: Sinirsel tansiyonda, huzursuzluk ve uykusuzlukta 2.5 gram kedi otu kökü 1 bardak kaynamış su içinde 10 dakika demlenip süzülür. Günde birkaç kez 1 çay fincanı içilir.
Kaside (Scutellaria laterifolia): 1 çay kaşı drog 1 çay fincanı kaynamış su içinde 10 dakika demlenip süzülür. Epilepsi, histeri ve sinirsel tansiyonda yararlanılır.
Çarkıfelek: 1 çay kaşığı drog 1 bardak kaynamış su içinde 10 dakika demlenip süzülür. Günde 2-3 çay fincanı ve gece yatmadan önce 2 çay fincan, içilir.
Lavanta (Lavandula angustifolia): Sinirsel yorgunlukta, huzursuzluk ve uykusuzluk hallerinde 1-2 çay kaşığı 1 bardak kaynamış su içinde 5 dakika demlenip süzülür.
Apocynum venetum L. (Luobuma): Geleneksel Çin tıbbında kalp destekleyici, idrar söktürücü ve ılımlı antidepresan özellikleriyle kullanılır. Hiperforin içeriği ile sarı kantarona benzer antidepresan özelliğe sahip olup ilaçlarla etkileşime girebilir. Rahatlatıcı özelliği ile nevrasteni tedavisinde çay olarak tüketilerek yardımcı olabileceği ileri sürülmektedir. Antiaging etkileri olduğu ve sigaradaki nikotinin zararını azaltmada yararlı olduğu belirtilmektedir.
Sarı kantaron (Hypericum perforatum): Nevrasteni ve diğer atipik depresyon yakınmalarının tedavisinde yardımcı olabilmektedir. Antidepresan ilaçlarla benzer etkinliğe sahip iken daha az yan etkisi bulunur. Standardize ekstraktı günde 3 defa alınan 300 mg kapsül olarak tüketilebilir. İlaç etkileşimi olabileceği için doktor önerisine göre kullanılmalıdır.

Nevrasteni nedir? Nevrasteninin nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Nevrasteni terimi ruhsal bir hastalık olarak, 1869’da Amerikalı bir nörolog olan G. M. Beard tarafından psikiyatriye sokuldu. 1932’de “psychoneuroses” adı verilen başka bir kategoride bulundu. 1941’den sonra bu bozukluk tamamen ortadan kalmıştır. 20 ila 55 yaşları arasındaki erkeklerde yaygın olarak görülen nevrasteni hakkında bilinmesi gerekenleri haberimizde tüm detayları ile bulabilirsiniz… Nevrasteni nedir? Nevrasteninin nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

Nevrasteni bilinmeyen nedenlerle ortaya çıksa da depresyon ve duygusal stresle ilişkili olup kronik yorgunluk sendromuna benzetilir.
Kronik anormal yorgunluk, orta derecede depresyon, konsantre olamama, iştahsızlık, uykusuzluk gibi belirtilerle ortaya çıkan Nevrasteni nedir? Nevrasteninin nedenleri ve tedavisi ile ilgili bilinmesi gerekenler haberimizde…
NEVRASTENİ NEDİR?
Genellikle baş ağrısı ve sinirlilik gibi semptomlarla, bilinmeyen bir nedenle ortaya çıkan fiziksel ve zihinsel tükenme ile açıklanan bir durumdur. Nevrasteni hala Hong Kong ve Tayvan gibi Doğu ülkelerinde teşhis edilmektedir. Bununla birlikte, batıda, yorgunluğun, kendi başına bir hastalıktan ziyade başka bir bozukluğun bir belirtisi olduğu görülmektedir.

NEVRASTENİNİN NEDENLERİ
Nevrasteninin nedeni hala bilinmemektedir, ancak çoğu bozuklukta olduğu gibi, belirli predispozan faktörler önemli bir rol oynayabilir, bunlardan başlıcaları kalıtım faktörleri, meslek (yüksek stresli meslekler), yaş (20-55 yaş arası) ve cinsiyet (çoğunlukla erkeklerde görülür) olarak adlandırılabilir.
NEVRASTENİ BELİRTİLERİ
Nevrasteni, stres veya anksiyete tarafından tetiklenen bir zihinsel bozukluktur. Semptomlar şunları içerebilir:
– Göğüs ağrısının eşlik ettiği halsizlik veya yorgunluk
– Düzensiz olabilen hızlı yoğun kalp atışı (çarpıntı, taşikardi)
– Soğuk, nemli kadın ve ayaklar
– Anormal hızlı solunum (hiperventilasyon)
– Baş dönmesi veya baygınlık
– Nedensiz terleme
– Huzursuzluk
– Soğuk, nemli eller ve ayaklar
NEVRASTENİ TEDAVİSİ
Hastalığın tedavisi fizyoterapi, refleksoloji, manuel terapi yöntemlerinin kullanımını içerir. Bazen özel bir multivitamin diyet reçete edilir. Bu patoloji gevşeme ve hipnoz seansları için etkilidir. Hastaya, eylemlerini ve eylemlerini kontrol etme, olumlu düşünmeyi öğretme becerileri öğretilir.
İlaç tedavisi karmaşık bir tedavi yöntemi olarak reçete edilir. Bu biyolojik uyarıcıların, nootropiklerin, antidepresanların alımını içerir. Sürekli olan ağrı şikayetleri için hafif dozlarda olan ilaçların kullanılmasında bir sakınca yoktur.
Terapi, zihinsel emeği en aza indirgeyen, iyi planlanmış bir dinlenme ile birleştirilmelidir. Hastalar günlük yürüyüşlere, hafif fiziksel aktiviteye, dikkat dağıtıcı (spor, dikiş, örgü, çizim, modelleme vb.) hobiler edinmelidir.
Tedavinin başlangıcından önce, hastalığın nedenini belirlemek ve ortadan kaldırmak için mümkün olan her şeyi yapmak önemlidir. Hastadaki moral ve fiziksel stresi azaltmak veya geçici olarak dışarıda bırakmak, günün tamamını uyku, dinlenme ve iş için açık bir zaman çizelgesi ile belirlemek gerekir. Hastaların temiz havada yürümeleri, dinlenme ve uyanma ile birlikte tam uyumaları tavsiye edilir.
Evde tedavi, ancak hastalığın sebebi, aile içi ilişkilerle ilişkili değilse gerçekleşebilir. Ev ortamı herhangi bir problemi hastaya hatırlattığında, evde başarılı bir tedavi mümkün değildir.

 

 

 

 

NEZLE (RİNİT)

Rinit bildiğimiz nezlenin tıptaki adıdır. Açık renk burun akıntısı ile başlar, sonra bu akıntı kalınlaşır, rengi koyulaşır. Ateş fazla yükselmez, çocuğun genel durumu iyidir. Küçük bebeklerde burunun tıkanması, yemek yemesinde , uyumasında zorluk çıkartırsa da , basit bir hastalıktır.

Burunu serum fizyolojik damlatarak açmalı, burun damlaları kullanılabilir ama yağlı ve damar sıkıştırıcı maddeler ihtiva etmemelidir.
Rinofaranjit
Bu , burun arkası ve larenks bölgesine yayılmış bir nezledir. Çoğu zaman ateş yükselebilir, (ani olursa havale geçirebilir), öksürük, gıdayı reddetme, ishal görülebilir.

Tedavisi basittir.Nezlede olduğu gibi burun serum fizyolojikle temizlenir, ateş düşürücü ilaçlar verilebilir, hastalı birkaç günde geçer.
Komplikasyonlar
– Orta kulak iltihabı

– Larenjit

– Bronşit

– Zatürree

Bu tür hastalıkların önlenmesi için doktor lüzum görürse antibiyotik kullanılabilir
Tekrarlayan Rinofarenjitler – Kronik rinit
Sürekli burun akıntısı durumunda kronik rinitten söz edilir. Bu tekrarlar bebeklerde büyük sorun yaratır. Bebek oluşabilecek komplikasyonlara açıktır. Sürekli burunları tıkalıdır, öksürürler. Bu büyümelerini kötü yönde etkiler. Bu tekrarların sebepleri şunlar olabilir :

– çocuğun alerjik yapısı

– bağışıklık eksikliği

– demir eksikliği

– D vitamini eksikliği

– burunda polip

– tekrarlayan sinüzit

– yabancı cisim

– septum deviasyonu

– kronik beslenme bozukluğu

– çeşitli doğumsal hastalıklar

Tekrarlayan rinofarenjitler çocuğun üst solunum yolarının, çevreden gelen çeşitli virüs ve mikropların saldırısına karşı bağışıklık kazanmasına yarayan alışma hastalıkları gibi düşünülebilir. Bu tekrar eden hastalıklar çocuğun bağışıklık sisteminin oluşması için gereklidir. Genellikle 6- 7 yaşında bunlar sona erer.

Tedavi etmek için sabırlı olup, antibiyotikleri çok kullanmamalı, önleyici tedbirler almalısınız.

Zaman zaman güneşli ve kuru iklimlere gidilmelidir

Eğer altında yatan başka bir hastalık varsa neden bulunup tedavi edilmelidir.

Çocuk sık sık kulak yolu iltihabına yakalanıyorsa , burun etlerinin alınması gerekebilir.
Allerjik Rinit
Mevsimsel özellik gösteren bir kronik rinittir. Solunumla alınan irrite edici maddelere karşı aşırı bir reaksiyon söz konusudur. Çocukluk döneminde sık görülür. Burunda kaşıntı , aksırma , sulu akıntı başlıca belirtileri oluşturur.

Damar sıkıştırıcı burun spreylerinin kullanımı ile bulgular daha da şiddetlenir.
Atrofik Rinit
Çocuklarda nadirdir. Uzun süren burun enfeksiyonları sonucu gelişebilir. Koku hissi bozulur . Burunda belirgin akıntı yoktur, buna karşılık kabuklanma görülür. Burun ve boğazda kuruluk hissedilir.

 

 

 

NÖROFİBROMATOZ

Nörofibromatoz deri ve sinirlerde görülen doku bozukluklarının bulunduğu belirgilerin bir yelpazesidir. Tıp dünyasında şimdiye dek bu belirgilerin en az sekiz türüne rastlanılmış olsa da, yalnızca ikisi belirgin bir biçimde ayırt edilebilmiştir. Bunlar Nörofibromatoz tip 1 (NF1, diğer adı da Von Recklinghausen hastalığıdır) ve Nörofibromatoz tip 2 (NF2) olarak adlandırılırlar.[1][2] Nörofibromatoz 1’in sıklığı 3,000 doğumda 1’dir. Nörofibromatoz 2’ye ise her 50,000 doğumda 1 rastlanır.
NF 1 de, NF 2 de otozomal baskın bir yolla alt kuşaklara geçer. Buna karşın, özellikle NF 1 bulunan kişilerin yaklaşık yarısında değişinim o kişide yeni, kendiliğinden olmuştur (o kişinin anne-babasının genlerinde değişinim yoktur, ancak annenin yumurtasında, babanın sperminde, ya da döllenmeden sonra oluşan zigotta bir değişinim sonucu ilk kez o kişide hastalık açığa çıkmıştır).
Nörofibromatoz Latince’de sinir lifliliği ya da sinir lifli olma durumu anlamına gelmektedir.
Nörofibromatoz 1 (NF1)
Hastalığın oluşumu
NF 1’de oluşan sinir dokusu bozuklukları, nörofibrom (lifli sinir anlamına gelmektedir; sinirlerde oluşan bir tür iyicil büyümedir), ağımsı nörofibrom, görme siniri gliomu(görme sinirinde çıkan iyicil bir ur), astrositom (sinir gözeleri arasında bir tür destek görevini gören astrosit hücrelerinden oluşan iyicil bir urdur) gibi türlü büyümeleri içerir. Ayrıca, hamartom (çeşitli dokuların vücudun herhangi bir yerinde düzensiz büyümesi sonucu oluşan, iyicil bir ur) ve meningiom (sinir sistemindeki yapıları çevreleyen zardan oluşan, çoğunlukla iyicil bir ur) da bulgular arasında yer alabilir.
Moleküler genetik araştırmaları, NF 1 geninin 17. soyaktaranın uzun kolunda (17q) yer aldığını, bu genin yaklaşık 350 kilobaz (350,000 DNA molekülünden oluşan) uzunluğunda olduğunu, ve nörofibromin adı verilen bir proteini kodladığını göstermiştir. Nörofibromin bir sürü dokuda bireşimlenen ve birçok işlevi olan bir bileşiktir. Önemli işlevlerinden biri ur baskılayıcı özelliği olmasıdır; bu bileşik başka bir sürü ur baskılayıcı bileşikler gibi karmaşık yollarla gözelerin çoğalmasını engeller. NF 1 geninde şimdiye dek çok sayıda türlü değişinimler saptanmış olsa da, her bir tek kalıtyapıyla (genotip) dışyapı (fenotip) arasında bir bağlantı bulunmamıştır.
Örneğin, NF 1 genlerinde çeşitli değişinimler (genin değişik yerlerindeki DNA moleküllerinde) bulunan 100 kişi alınırsa, bu 100 insanda ortaya çıkan nörofibromatoz hastalığındaki bulguların gendeki ayrı ayrı değişinimlerle direk bir bağlantısı yoktur. Ancak, Nörofibromatoz 1 hastalığının gen etkinliği (penetrans olarak da bilinir) %100 olup, dışavurumu kişiden kişiye değişir. (Her kalıtsal hastalıkta iki ana kavram vardır: gen etkinliği ve dışavurum. Kimi insanlar değişinimli geni taşısa da, dışyapı olarak normaldir; hiçbir belirtisi yoktur. Buna azalmış gen etkinliği denir. Gen etkinliği matematiksel bir terimdir: örneğin %40 gen etkinliği, değişinimli geni taşıyan kişilerin yalnız %40’ında belirtilerin olduğu anlamına gelir. Buna karşılık, değişinimi olan geni taşıyan kişilerin tümünde belirtiler bulunmaktaysa (yani gen etkinliğinin %100 olduğu durumlarda), belirtilerin niceliği ve niteliği kişiden kişiye değişiyorsa, bu durum değişken dışa vurum olarak adlandırılır).
Belirtiler, bulgular
Bir kişide NF 1 tanısının konulabilmesi için aşağıdaki ölçütlerden en az ikisi o kişide bulunmalıdır:[3]
1. 6 ya da daha çok sayıda, boyutları ergenlik çağına girmemiş insanlarda en az 5 mm, ergenlik çağını geçirmiş insanlarda ise en az 15 mm olan cafe au laitbenekleri (Fransızca’da sütlü kahve anlamına gelir, ve tıpkı adının çağrıştırdığı gibi deride düzensiz şekli bulunan kahverenkli beneklerdir),
2. 2 ya da daha çok sayıda nörofibrom, ya da bir ağımsı nörofibrom,
3. Koltukaltı ya da kasıklarda çiller,
4. Kaması kemikte (kafatasında alın, şakak ve ardkafa kemikleri arasındaki kemiktir) gelişim bozukluğu,
5. Görme sinirinde gliom,
6. Lisch düğümcükleri (göz bebeğinde bulunan doku bozuklukları (hamartom)),
7. Ailede NF 1 hastalığı.
8. Ayrıca, öğrenim bozuklukları, tutarık (sara), zeka geriliği de bulgular arasında yer alabilir. Yukarıda da belirtildiği gibi nörofibromatoz değişken dışa vurumlu bir kalıtsal hastalıktır; bir hastada belirtilerin tümü olup, çok ağır da izleyebilir, buna karşılık yalnızca iki belirti olup, hasta olağana yakın da yaşamını sürdürebilir. Kimi hastalarda yaş ilerledikçe yeni bulgular çıkabilip, gidiş ağırlaşabilir. Bunun aksine kimi kişilerde de belirli bir yaştan sonra yeni belirti hiç çıkmayabilir. Dolayısıyla, bir NF 1 hastasında gidişatını (prognoz) kestirmek güçtür. Tüm bunlara karşın, yaşam süresinde bir kısalma beklenmez.
9. Bu hastalığın önemli karışıklıkları omurga eğriliği (skolyoz olarak da bilinir), sindirim borusunda nörofibromlar, feokromositoma (böbreküstü bezlerinin öz bölgesinde çıkan çoğunlukla iyicil olan bir tür ur), damarlarda doku bozuklukları, ve böbrek atar damarında daralmadır.
10. Tanı
11. Tanı koyma çoğunlukla yukarıdaki bulgular yoluyla yapılır. Ancak, beyni görüntülemek (nükleer manyetik rezonans) beyincikte, bazal ganglionlarda (beyin içinde bir öbek sinir düğümleridir), ve beyin sapında miyelin yitirimini, göz sinirlerinde gliomu, damarlarda doku düzensizliklerini, ve sinir kılıflarındaki urları ortaya çıkarabilir.
12. Sağaltım
13. Çoğu nörofibromatoz 1’li hastanın sağaltımını gerektirecek bir durumu yoktur. Deri altında bulunan nörofibromlar acı verici olup, estetik açıdan hastayı tedirgin edebilir. Omurilikte ve beyinde çıkan urlar cerrahi girişimle sağaltılabilir. Görme sinirinde çıkan gliom ışınlama yoluyla tedavi edilebilse de, sonuç kişiden kişiye değişir. Genetik danışmanlık önemli bir konudur, ve nörofibromatoz 1’li her hastaya, ve ailelerine sunulmalıdır.
Hastalığın oluşumu
Nörofibromatoz 2 (NF2), NF 1’den çok daha az yaygındır. Nörofibromatoz 2’nin gen etkinliği NF 1 gibi %100’dür (NF 2 geninde değişinim olan kişilerin tümünde bulgulara rastlanır), ve dışavurumu da NF 1 gibi kişiden kişiye değişiklik gösterir.
NF 2 geni 22. soyaktaranın uzun kolundadır (22q). Genin ürünü merlin, gözelerin yapıçatısında yer alan bir protein olup, işlevi tam olarak bilinmemektedir.
Belirtiler, bulgular
NF 2’nin özgün patolojik bulgusu ikiyanlı 8. kafatası siniri (işitme ve denge siniri olarak da bilinir) schwannomudur (schwann gözeleri, çevresel sinir sisteminde sinir gözelerini saran miyelin kılıfını üreten hücrelerdir. Schwannom ise schwann gözelerinden oluşan bir urdur). Ancak, bununla birlikte, çok sayıda meningiom ve çevresel sinir sisteminin başka yerlerinde schwannom da NF 2’nin sık rastlanan bulgularındandır. Omurilikte ependimom (epandim, merkezi sinir sisteminde beyinde ve omurilikteki iç boşlukları çevreleyen bir tür gözedir. Ependimom, bu gözelerden oluşan bir tür urdur), meningioangiomatoz (beyin zarlarında oluşan düzensiz damarlar ve kılcaldamarlar), ve beyin mikrohamartomları (düzensiz dokulardan oluşan iyicil bir ur) da NF 2 hastalarında oluşabilir.
Nörofibromatoz 2’de de NF 1’deki gibi deride düzensizlikler bulunsa da, bu hastaların tümünde yer almaz. Tanı konulabilmesi için kişide şu ölçütlerin bulunması gerekmektedir:[3]
1. İki yanlı 8. kafatası siniri schwannomu (MR ile görüntülenebilir), ya da
2. Birinci derece akrabada NF 2 tanısı, ve
1. Tek yanlı 8. sinir schwannomu, ya da
2. Menenjiom, nörofibrom, başka schwannom, gliom urlarından ikisi.
NF 2’de belirtilerin ortaya çıkmasında ortalama yaş 22’dir. 12 yaşından küçük çocuklarda yapılan MR çekimlerinde bulgulara rastlanmaması hastalığın olmadığı anlamına gelmez. Deride görülen cafe au lait benekleri ve nörofibromlar hastaların en çok %70’inde yer alırlar. Ayrıca, hastaların %40’ında daha çocukluktayken kendini belli eden katarakta rastlanır.
Sağaltım
Nörofibromatoz 2’nin sağaltımı hastalığın karışıklıklarına bağlıdır. Meningiom ya da schwannom urları bulunan hastalarda cerrahi girişim gerekebilir. Urlar kötücül olmasa bile cerrahi girişim gerekebilmesinin en önemli nedeni bu urların bitişiğinde bulunan yapıları sıkıştırmasını önlemektir. Hastanın ve aile üyelerinin işitme duyuları ölçülmeli, ve MR çekimleri birkaç yılda bir yapılmalıdır. Genetik danışmanlık da sunulmalıdır.

 

 

OBEZİTE

Obezite ya da halk arasında bilinen adıyla şişmanlık, vücutta fazla miktarda yağ birikmesi sonucu ortaya çıkan ve mutlaka tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Obezite, besinlerle alınan enerji miktarının, metabolizma ve fiziksel aktivite ile tüketilen enerji miktarını aştığı durumda ortaya çıkar.
Obezite, insan vücudunda kalp ve damar sistemi, solunum sistemi, hormonal sistem, sindirim sistemi gibi sistemleri etkileyen ve birçok önemli rahatsızlığa zemin hazırlayan bir hastalıktır.
Kalp hastalıkları, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, yüksek kolesterol, solunum rahatsızlıkları, eklem hastalıkları, adet düzensizlikleri, kısırlık, iktidarsızlık, safra kesesi hastalıkları, taş oluşumu, bazı kanser türleri, obezite ile doğrudan ilişkili hastalıklardan birkaçıdır.
Sonuç olarak obezite, insan yaşamını kısaltan ve yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyen bir hastalık olarak tanımlanabilir.
Yapılan araştırmalara göre, obezite özellikle son 20 yılda, bütün dünyada süratle artmakta ve bir salgın hastalık gibi yayılmaktadır. Bu salgından ülkemiz de etkilenmektedir. Kadın nüfusumuzun yaklaşık üçte biri, erkek nüfusumuzun da yaklaşık beşte biri obez, yani şişmandır.

Obezite nasıl ölçülür?
Obezite için en yaygın kullanılan ölçüm, Vücut Kitle İndeksi (VKİ) ya da İngilizce adıyla “Body Mass Index” (VKI) ve bel çevresi ölçümüdür.

VKI değeri ve anlamı
VKI, vücut ağırlığının (kg), boyun karesine (m²) bölünmesi ile hesaplanır. Bu değer yaş ve cinsiyetten bağımsızdır. Bununla beraber, VKI kullanımı, çocuklarda, hamile kadınlarda ve çok adaleli kişilerde doğru sonuç vermez, bu nedenle kullanılmamalıdır.
Sağlık otoriteleri, VKI değerlerini, normal kilolu, fazla kilolu ve obez şeklinde gruplara ayırmışlardır.

VKI değeri
18.5 kg / m²’nin altında olanlar Zayıf
18.5-24.9 kg / m² arasında olanlar Normal kilolu
25-29.9 kg / m² arasında olanlar Fazla kilolu
30-39.9 kg / m² arasında olanlar Obez (şişman)
40 kg / m²’nin üzerinde olanlar İleri derecede obez
olarak tanımlanmaktadır.
Bel çevresi ölçümü ve anlamı
Vücuttaki toplam yağ miktarı önemli olmakla beraber, yağın nerede biriktiğini bilmek daha önemlidir. Karın çevresinde yağ birikimi, kalça ve vücudun diğer bölgelerinde yağ birikiminden daha fazla sağlık risklerine neden olur. Bu risk için basit fakat doğru bir yöntem bel çevresi ölçümüdür. Bununla birlikte, bel çevresi ile ilişkili hastalık riskinin, farklı toplumlarda değişkenlik gösterdiği unutulmamalıdır.

Bel çevresi ile ilişikili metabolik hastalıklar için sağlık riski

Artmış risk Yüksek risk
Erkek > 94 cm > 102 cm
Kadın > 80 cm > 88 cm

 

 

 

OBEZİTE CERRAHİSİ

Cerrahi yöntemlere başvurmadan önce hasta detaylı analizlerden geçirilmeli ve obezitenin herhangi bir genetik, endokrin, nörolojik (hipotalamik fonksiyon bozukluğu gibi) patolojiden veya ilaç kullanımından kaynaklanmadığı ortaya konmalıdır. Aksi halde nedene yönelik tedavi tecih edilmelidir.
Morbid obezitede, cerrahi girişim için hasta seçerken, American Society of Bariatric Surgery’nin endikasyonlarına uyulmaktadır.
• Vücut kitle endeksi 40’ın üzerinde olan veya 30-40 arasında olup eşlik eden hastalık durumlarında (hipertansiyon, diabetes mellitus, uyku apne send., artrit).
• 18-60 yaş arası
• Obezitenin en az 3 yıldır var olması
• Hormonal hastalıkların bulunmaması
• İlaç ve diyet tedavisine rağmen, en az 1 yıldır kilo veremiyenler
• Alkol ve ilaç bağımlısı olmamak
• Hastanın uygulanacak yöntemi anlaması ve ameliyattan sonra uyum sağlayabilecek durumda olması
• Kabul edilebilir ameliyat riski

 

 

 

 

OBSESİF-KOMPULSİF BOZUKLUK (TAKINTI HASTALIĞI)

Obsesif- kompulsif bozukluk, (saplantı-zorlantı bozukluğu), kişinin kendi isteği dışında aklına gelerek tekrarlayan ve rahatsızlık verici düşünce, imaj ve dürtüler (obsesyon) nedeniyle yoğun anksiyete (kaygı) yaşadığı ve bu sıkıntıdan kurtulmak için bazı zihinsel eylem veya davranışları yapmaktan kendini alıkoyamadığı (kompülsiyon) bir hastalıktır.
Halk arasında “takıntı hastalığı” olarak da tanımlanmaktadır.
Her 100 kişiden 2/3’ünde obsesif kompulsif bozukluk gözlenmektedir. Görülme oranı kadınlarda biraz daha fazla olmakla birlikte erkeklere yakındır.
Hastaların % 65’inde belirtiler 25 yaşından önce başlamaktadır.
Obsesif kompülsif bozukluğun belirtileri nelerdir?
Obsesif kompülsif bozukluk, rahatsızlık epizodları (dönemleri) uzun süren, kendiliğinden düzelme olasılığı az olan, müdahale edilmeyen durumlarda artma ve azalmalarla seyreden kronik gidişli bir rahatsızlıktır.
Hastalığın şiddetine göre kişinin günlük hayatında, sosyal ilişkilerinde, profesyonel veya diğer işlevsellik alanlarında ciddi derecede bozulmalar söz konusu olabilmektedir.
En sık rastlanan obsesyonlar (takıntılar) şöyledir:
• Kirlilik/hastalık bulaşma obsesyonları; birinin dokunduğu yere dokunursam mikrop bulaşır veya kirlenirim, her yere bulaştırırım düşüncesi vardır. Ardından aşırı sıkıntı, bunaltı hissi oluşur ve rahatlamak için yıkanma ritüelleri gelişir.
• Kuşku obsesyonları; ütüyü prizde unutmak, sobayı söndürmemiş, kapıyı kilitlememiş olmak gibi obsesyonlar neticesinde defalarca kontrol etme davranışları oluşur.
• Agresyon veya zarar verme obsesyonları; hastanın birisine karşı cinsel ya da saldırgan bir davranış yapacağı şeklindedir.
• Simetri obsesyonları; her şeyin düzenli ve simetrik olması gerektiğiyle ilgili düşünceler vardır. Bu da kişinin düzenlemelerle aşırı zaman kaybetmesine, işleri bitirememesine yol açar.
Bunların yanı sıra dini obsesyonlarla da sıklıkla karşılaşılmaktadır; ibadet ederken küfür etmek, inançlarının aksi düşüncelerin zihne gelmesi gibi. Bazı OKB hastaları ise herhangi bir aktiviteyi belirli bir sayıya kadar saymadan yaparlarsa işlerinin rast gitmeyeceğini düşünerek sayma davranışında bulunurlar.
Obsesif kompülsif bozukluğun tedavisi nasıldır?
Her takıntılı düşünce veya davranış obsesif kompülsif bozukluk değildir, ancak bu durum kişinin aile yaşantısını, sosyal ilişkilerini, mesleki yaşantısını ve işlevselliğini etkilediği takdirde bir psikiyatri uzmanı ile görüşülmesi ve tedavi planlanması uygun olacaktır.
Belirtilerin şiddetinin fazla olduğu hastalarda obsesyonları ve anksiyeteyi (kaygı bozukluğu) azaltmak için ilaç kullanımı ile birlikte bilişsel davranışçı terapinin (link) etkili sonuçlar vermektedir. Kişinin tedaviye uyum göstermesi ve devamlılığı sağlaması tedavinin başarı oranını artırır.

 

 

 

OMURGA KANSERLERİ

Omurga kanserleri, omurga ve omuriliği oluşturan kemiklerde ya da sinir veya diğer yumuşak dokularda ortaya çıkan tümörlerdir.
Tümörlerin kaynağı iki türlü olabilir.
Primer tümörler omurga ve omuriliğin yapısını oluşturan hücrelerden kaynaklanan tümörlerdir.
Metastatik tümörler ise vücudun diğer taraflarında gelişen tümörlerin (meme, prostat, akciğer vs.) omurgaya sıçraması ile oluşan tümörlerdir. Metastatik tümörler en çok 45-65 yaşları arasında ve erkeklerde görülür.
Omurga kanserlerinin belirtileri nelerdir?
Omurga ve omurilik tümörleri yerleşim yerine göre bulgu verirler.
En sık rastlanan şikayet sırt ağrısıdır. Ağrı geceleri daha fazladır ve genellikle istirahatle geçmez.
Ateş ve kilo kaybı, halsizlik gibi kronik hastalık bulguları ortaya çıkabilir.
Tümör boyun bölgesindeyse ve tümöre bağlı bası varsa, hem kollarda hem de bacaklarda güç kayıpları, uyuşma hissi görülebilir.
Sırt ve bel bölgesinde tümör varsa sadece bacaklarda güçsüzlük, uyuşma, yürüyememe gibi bulgular oluşabilir.
Tümörün yerine göre idrar kaçırma, dışkı kontrolünü sağlayamama, cinsel fonksiyon kaybı, reflekslerde bozulmalar, tama yakın hissizlik, yatağa bağımlılık durumu meydana gelebilir.
Çocuklarda beceriksizlik, güçsüzlük, düşme atakları şeklinde kuvvet kayıpları sıktır. Çocuklardaki bir diğer yakınma ise omurgada meydana gelen skolyoz dediğimiz eğriliktir.
Nasıl tanı konur?
Uzman hekimlerce yapılan anamnez ve fizik muayene tanı koymada birinci basamaktır. Hastalarda daha önce geçirilmiş veya tedavi altında olan bir kanser hikayesi olabilir. İkinci aşamada direkt grafi, BT ve MRI gibi görüntüleme yöntemleri ile sintigrafi veya PET tetkikleri tanıyı ve tümörün yayılımını saptamak amacı ile yaptırılabilir.
Görüntüleme yöntemleri ile tümör tespit edilmişse, tipini ve kaynağını öğrenmek için biyopsi yapılması gereklidir. Tümörün yerleşimine göre lokal anestezi BT veya USG gibi çeşitli görüntüleme yöntemleri eşliğinde biyopsi gerçekleştirilebileceği gibi genel anestezi altında açık biyopsi de uygulanabilir.
Omurga kanserlerinde tedavi nedir?
Tümör tipi ve yerleşimine göre cerrahi girişim, radyoterapi, kemoterapi, immunoterapi gibi yöntemler tek başlarına veya bir arada kullanılabilir. Bazı hastalarda ise takip yolu seçilebilir.
Bu karar aşamasında çoğunlukla spinal cerrah, radyoloji ve onkoloji uzmanlarının birlikte çalışması gereklidir.
İyi huylu ve bası bulgusu yapmayan tümörler düzenli olarak takip edilerek gözlenebilir.
Özellikle nörolojik semptom veren ya da kırık oluşturmuş veya oluşturma riski olan tümörlerin cerrahi olarak çıkartılması uygun olacaktır.
Radyoterapi, kemoterapi, immunoterapi gibi seçenekler de tümör tipine göre cerrahi tedavi öncesi ya da sonrasında kullanılabilir.

 

 

 

OMURGA KIRIKLARI

Omurga kırıklarının büyük bir oranı (%70) sırt ve bel omurlarında görülür.
Omurga kırıkları kaza ve travmalara bağlı olarak gelişebileceği gibi, kemik erimesi ya da “stres kırıkları” şeklinde de kendini gösterebilir.
En sık yaralanan bölge, omurganın en hareketli bölgesi olan sırt ve bel omurlarının birleştiği 12. sırt omuru ve 1. bel omuru bölgesidir.
Omurga kırıkları kaç şekilde oluşabilir?
Çökme Kırıkları – Patlama Kırıkları
Bir kemiğin üzerine fazla yük binerse kemik kırılır. En sık görülen kırık tipi omurun ön kısmının çöktüğü “çökme kırıklarıdır”. Eğer omurga üzerine binen yük daha da artarsa o zaman omurun orta ve arka kısmı da kırılır ve kırık parçaları omurilik kanalına doğru ilerleyerek omuriliği zedeleyebilir. Bu tip oluşan kırıklara “patlama kırığı” denir. Patlama kırıklarında omurilik yaralanması ve felç sık görülür.
Kırıklı-çıkıklar
Omurga üzerine binen yükler daha da artarsa o zaman kemikte kırıkla birlikte omurları bir arada tutan disklerde, bağlarda ve eklemlerde yaralanma olabilir ve iki omurun birbiri ile bağlantısı koparak omurga çıkığı meydana gelebilir. Bu duruma kırıklı çıkık denir. Bu tip kırıkta genellikle omurilik yaralanması da mevcuttur. Aynı zamanda bu tip kırıkların iyileşmesi daha zordur ve kırıklı çıkıklar genellikle cerrahi tedavi gerektirir.
Omurga kırıklarının belirtileri nelerdir?
Omurga kırıklarının erken dönemdeki belirtileri genellikle boyun, sırt ve bel ağrısı ile kas spazmı şeklinde kendini gösterir. Omurilik yaralanması da kırığa eşlik ediyorsa uyuşukluk, kol ve bacaklarda hissizlik, kuvvet kaybı, idrar, büyük abdest kaçırma veya yapamama gibi çeşitli şikayetler olabilir. Geç dönem belirtisi ise sinir yaralanması olmayan hastalarda yeterli tedavi uygulanmazsa omurgada oluşan kifoz (kamburluk) ve buna bağlı oluşan sırt, bel ağrılarıdır. Sinir yaralanması durumunda ise gelişen duyu kaybı ve felç geç dönem belirtisi olarak sayılabilir.
Omurga kırıklarının sebepleri nelerdir?
Omurga kırıkları gençlerde çoğunlukla yüksekten düşme veya trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalarla oluşur. Yaşlılarda ise osteoporoza bağlı olarak basit travmalarla hatta travma olmaksızın da vertebra kırığı meydana gelebilir.
Yaşlılarda osteoporoza bağlı gelişen omurga kırıklarında ise genellikle ani gelişen ve bir travmanın eşlik etmediği bel ağrısı öyküsü mevcuttur. Ağrı, ayakta dururken ya da yürürken artar, yatıp istirahat edince azalır. Tedavi edilemeyen hastalarda omurga hareketleri kısıtlanır, kemiklerde yükseklik kaybı oluşur ve ağrı geçmeyebilir. Çökmenin ilerlediği olgularda ise felce kadar gidebilen nörolojik bulgular ortaya çıkabilir.
Omurga yaralanması şüphesi olan hastaların en yakın sağlık kuruluşuna ulaştırılması çok önemlidir. Hastanın uygun pozisyonda taşınmaması yaralanmanın kaderini etkileyen en önemli unsurlardan birisidir. Acil servise getirilen hastalar mutlaka eşlik edebilecek olan organ yaralanmaları, diğer bölge kırıkları ve kafa travması açılarından da dikkatlice değerlendirilmelidir.
Omurga kırıklarından en çok kimler etkilenir?
Omurga kırıklı hastaların %80’i 18-50 yaş arası kişilerdir. Erkekler kadınlara göre 4 kat daha fazla omurga kırığı geçirme riskine sahiptirler.
Omurga kırıklarının tedavi prensipleri nelerdir?
Omurga yaralanmalarının tedavisi yaralanmanın tipine ve omurilik hasarı bulunup bulunmamasına göre değişiklik gösterir. Tedavinin amacı normal fizyolojik yüklenmelerle zarar görmeyecek bir omurga elde etmek ve hastaları kısa zamanda eski aktivitelerine ağrısız olarak döndürmek şeklinde özetlenebilir. Sadece omurların ön kısmında çökme olan ve kemikleri birbirine bağlayan yumuşak dokuları yaralanmadan etkilenmemiş hastalar, yatak istirahati ve korse ile tedavi edilebilirler. Hastalar korse içeresinde günlük işlerine yaklaşık 10 gün içerisinde dönebilirler. Korse kullanma süresi üç ila altı ay arasında değişmektedir.
Yaralanma eğer dengesiz bir kırığa yada kırıklı çıkığa yol açmış, omurilik hasarı oluşturmuş ya da oluşturma riski taşıyorsa, tedavide cerrahi yöntemler tercih edilir. Cerrahi tedavide, omurların sağlamlığının yeniden elde edilmesi genellikle arka kısımdan uygulanan vida ve çubuklarla sağlanır. Bu çubukların yerleştirilmesi, uygun hastalarda kapalı yöntemlerle de gerçekleştirilebilmekte böylece ameliyat sonrasında ağrı ve hastanede kalma süresi en aza indirilebilmektedir. Sinir hasarı ya da yaralanma riski varsa dekompresyon denilen rahatlatma işlemi de cerrahi sırasında tedaviye ilave edilir.
Osteoporoza bağlı oluşan çökme kırıklarında ise vertebroplasti veya kifoplasti yöntemi tercih edilmektedir. Vertebroplasti yönteminde omur içerisine kemik çimentosu gönderilerek ağrını giderilmesi sağlanırken çökmenin ilerlemesi de engellenmiş olur. Kifoplasti yönteminde ise çimento uygulaması öncesinde balon ile omurdaki çökme düzeltilmektedir. İki yöntemde skopi denilen radyolojik görüntüleme eşliğinde ve kapalı olarak (Cilt kesisi olmadan) merkezimizde uygulanmaktadır.
Son yıllarda vertebra kırıklarının tedavisinde dünya ile birlikte kliniğimizde de kullanılmaya başlayan diğer bir yöntem de stent tedavisidir. Bu yöntemde, kapalı olarak omur içerine yerleştirilen kafeslerle çökme düzeltilmektedir. Bu şekilde tedavi edilen hastalar, kısa sürede ve ağrısız olarak eski iş ve aktivitelerine dönebilmektedir.

 

 

 

ONİKİPARMAK BAĞIRSAĞI ÜLSERİ

Onikiparmak bağırsağı ülseri belirtileri ve tedavi yöntemleri
Ülser, ya da diğer adıyla peptik ülser, mide ve ince bağırsağın üst kısmındaki iç tabakada meydana gelen açık yaradır. On iki parmak bağırsağı ülseri ise, ince bağırsağın üst kısmındaki kısımda meydana gelen ülserdir. Ülserin en yaygın belirtisi mide ağrısıdır. On iki parmak bağırsağı ülserine duodenum ülseri ya da duodenal ülser de denilir.
On iki parmak bağırsağı ülserinin en yaygın sebepleri Helikobakter pilori adlı bakteri sebebiyle oluşan enfeksiyonlar ve uzun süreli aspirin veya ağrı kesicilerin kullanımıdır. Stres ve baharatlı yiyecekler bilinenin aksine ülsere sebep olmazlar, yalnızca semptomların şiddetini artırırlar.
On iki parmak bağırsağı ülseri belirtileri nelerdir?
Duodenum ülserinin en yaygın belirtisi midede ve göğüs kafesinde yanma ve rahatsızlık hissidir. Özellikle aç kalındığında bu belirti daha da şiddetlenir. Yemek yediğinizde ya da antiasit bir ilaç aldığınızda hafifleyebilir ancak tekrarlayacaktır. Ağrı hissi birkaç dakika ya da birkaç saat sürebilir, birkaç gün ya da hafta gelip daha sonra geçebilir. Hastalığın diğer belirtileri ise şunlardır:
 Şişkinlik hissi
 Geğirme
 İştah kaybı ya da kilo kaybı
 Mide bulantısı
 Koyu renkli ya da kanlı dışkı
 Kusma
Küçük çaplı ülserler hiç belirti vermeyebilir. Ancak eğer yukarıdaki semptomları gösteriyorsanız mutlaka doktorunuza danışın.
Nedenleri nelerdir?
Ülserin sebebi, sindirim kanalındaki asidin, mide ya da ince bağırsağın iç yüzeyine zarar vermesidir. Asit, mide ve bağırsakta acı veren, kanayan, açık bir yara oluşumuna sebep olabilir. Bu duruma yol açan sebepler aşağıdaki gibidir:
 Helikobakter pilori adında, genellikle mide ve bağırsak yüzeyindeki dokuları saran ve koruyan mukus tabakasında yaşayan bakteri ülsere yol açabilir. Bu bakteri çoğu zaman bir soruna yol açmaz ancak midenin iç yüzeyinde iltihaplanmaya yol açarak ülser oluşumuna sebep olabilir. Helikobakter pilori enfeksiyonunun nasıl yayıldığı net olarak bilinmemektedir. Yakın temasla kişiden kişiye bulaşabileceği düşünülmektedir. Aynı zamanda gıda ve su tüketimiyle de vücuda girebileceği ihtimaller dahilindedir.
 Bazı ağrı kesicilerin düzenli olarak kullanılması.Aspirin ve steroid olmayan (non steroid) antienflamatuar ilaçlar gibi reçetesiz ya da reçete ile satılan ilaçların kullanılması mide ve ince bağırsağın iç dokusunda tahrişe ve iltihaba sebep olabilir. Bu ilaçlara ibuprofen içeren Advil, Motrin IB gibi ilaçları ve naproksen sodyum içeren Aleve, Anaprox gibi ilaçları örnek verebiliriz.
 Diğer ilaçlar. Yukarıda saydığımız ilaçların yanı sıra, steroidler, antikoagülan ilaçlar (kanın pıhtılaşmasını engelleyen ilaçlar), düşük dozlu aspirin, seçici (selektif) serotonin geri alım inhibitörleri, alendronat içeren ilaçlar (Fosamax) ve risedronat içeren ilaçlar (Actonel) ülser oluşma riskini büyük oranda artırmaktadır.
 Bazı durumlar da ülsere doğrudan yol açmasa da ülser riskini artırabilir, varsa ülserinizi şiddetlendirebilir. Bunlara örnek olarak; sigara içmek, alkol tüketmek, yoğun stres, baharatlı ve yağlı gıdaların sık tüketilmesi gösterilebilir.
On iki parmak bağırsağı ülseri tedavisi
Ülserin tedavisi, altta yatan nedene bağlı olarak değişmektedir. Genellikle tedavi helikobater pilorinin yok edilmesine yöneliktir. Eğer hasta aspirin ve benzeri ağrı kesiciler kullanıyorsa bu ilaçların alımını sınırlandırmak ya da sonlandırmak gerekir. Aynı zamanda ülserin iyileşebilmesi için ilaç reçete edilir.
1) İlaç tedavisi
 Helikobakter pilori sindirim kanalınızda bulunur. Bu bakterinin öldürülmesi için doktorunuz size antibiyotik reçete edebilir. Bu amaçla kullanılan antibiyotiklerden bazıları şunlardır: Amoxil, Biaxin, Flagyl, Tindamax, Tetracycline HCL, Levaquin. Antibiyotik tedavisi genellikle iki hafta kadar sürer, bu süre zarfında midedeki asidin dengelenmesi için proton pompası inhibitörü gibi bazı ilaçlar da kullanılabilir.
 Asit üretimini engelleyerek ülserin iyileşmesini sağlayan ilaçlar. Bu ilaçlara proton pompası inhibitörleri denir ve asit üreten hücrelerin fonksiyonlarını baskılarlar. Bu ilaçlar reçeteli ya da reçetesiz olarak temin edilebilir ve en sık kullanılanları şunlardır; omeprazole içeren Omeprazol, Lansoprazol, Pantoprazol, Rabeprazol, Esomeprazol. Ancak bu ilaçların yüksek dozda ve uzun süre kullanımı tavsiye edilmemektedir zira kalça, bilek ve omurgada kırık riskini artırabilirler.
 Asit üretimini azaltan ilaçlar. Asit üretimini engelleyici ilaçlar, sindirim kanalına salınan mide asidi miktarını azaltarak ülser ağrısını hafifletir ve iyileşmeyi destekler. Reçeteli ya da reçetesiz olarak temin edilebilen bu ilaçlara Ranitidin, Famotidin, Simetidin ve Nizatidin örnek verilebilir.
 Mide asidini nötrleyen antiasit ilaçlar. Doktorunuz bazı durumlarda antiasit ilaçlar reçete edebilir. Antiasitler midedeki asidi nötrler ve anında rahatlama sağlayabilirler. Ancak bunların kabızlık ya da ishal gibi yan etkileri olabilir. Antiasitler semptom tedavisinde rahatlama için kullanılır ancak ülseri tedavi etme gibi bir özellikleri yoktur.
 Mide ve ince bağırsak dokusunu koruyan ilaçlar. Bazı durumlarda doktorunuz sitoprotektif ajanlar adı verilen ve mide ve ince bağırsaktaki dokuların korunmasına yardım eden ilaçları reçete edebilir. Bu ilaçların arasında Sukralfat ve Mizoprostol gibi ilaçlar sayılabilir.
2) Yaşam tarzı değişiklikleri ve evde tedavi
Ülser ağrısından kurtulmak ve ağrıyı hafifletmek için aşağıdaki yöntemleri deneyebilirsiniz:
 Yediklerinize dikkat edin. Özellikle A ve C vitamini içeren meyve ve sebzeleri, tam taneli tahılları tüketmeye çalışın. Yetersiz vitamin alımı ülserin iyileşmesini zorlaştırabilir.
 Probiyotik içeren gıdalar tüketin. Yoğurt, kefir, peynir, lahana turşusu gibi probiyotik içeren gıdaları tüketmeyi deneyebilirsiniz.
 Süt içmemeye çalışın. Bazı hastalarda süt içmek ülser ağrısını hafifletebilir ancak genellikle asit üretiminin artmasına ve daha çok ağrıya sebep olacaktır. Süt içmeden önce doktorunuza danışabilirsiniz.
 Stres seviyenizi kontrol altında tutun. Stres, ülser belirtilerini şiddetlendirebilir. Hayatınızda strese yol açan şeyleri bulmaya çalışın ve bu konuda neler yapabileceğinizi gözden geçirin. Eğer stresten kurtulmak mümkün değilse en azından stresle nasıl başa çıkabileceğinizi öğrenin, sosyalleşin, günlük tutun vb. etkinliklere vakit ayırın.
 Sigara kullanmayın. Sigara içmek midenizdeki koruyucu katmanın tahriş olmasına, midedeki asit üretiminin artmasına ve ülserin kötüleşmesine yol açar.
 Alkol alımınızı kısıtlayın ya da alkol almaktan tamamen kaçının. Fazla alkol tüketimi mide ve bağırsakları saran mukus tabakasını tahriş ve tahrip edebilir. Bu da iltihaplanmaya, ülsere ve kanamaya yol açar.
 Yeteri kadar uyumaya özen gösterin. Uyumak bağışıklık sisteminizi güçlendirir ve stresle başa çıkmanızı sağlar.
 Uyumadan önce yemek yemeyin. Uykudan en az üç-dört saat önce yemek yeme işlemine son verin.
On iki parmak bağırsağı ülseri tanısı ve teşhisi
Tanı koymak için doktorunuz öncelikle şikayetlerinizi dinleyecektir. Doktorunuza belirtileri nerede hissettiğinizi ve belirtilerin ne zaman başladığını bildirin. Mide ülseri ve on iki parmak bağırsağı ülseri (duodenum ülseri) farklı bölgelerde farklı belirtiler vermektedir.
 Eğer doktorunuz bir ülserin varlığından şüphelenirse bazı testler talep edebilir. Eğer doktorunuz ülserin H. pilori bakterisinden meydana geldiğini düşünüyorsa kan testi, dışkı testi, üre nefes testi gibi testler isteyebilir.
 Doktorunuz endoskopi talep edebilir. Endoskopi aracılığıyla yemek borusu, mide ve ince bağırsağın durumu incelenir ve ülser olup olmadığı tespit edilir. Eğer ülser tespit edilirse doktorunuz ülserli dokudan küçük bir parça alıp biyopsi uygulayabilir. Biyopsi ile hastada H. pilori bakterisi olup olmadığı da anlaşılır. Endoskopi genellikle daha yaşlı hastalara, kanama ya da kilo kaybı gibi sorunları olan hastalara önerilir.

 

 

 

ORTA KULAK İLTİHABI

Otit kulak zarının arka kısmının iltihaplanmasıdır. Çoğu zaman üst solunum yolları enfeksiyonları ile beraber görülür.Bebeklerde oldukça sık görülen bir hastalıktır.
Östaki boruları kısa ve dar olduğundan bebeklerin kulak enfeksiyonlarına yakalanma olasılıkları çoktur.
Bebeklerin bazıları sadece bir veya iki defa bu hastalığı geçirip bir daha yakalanmazken, bazıları hiç kulak iltihabı olmazlar Bazıları ise okul öncesi yıllarına kadar sık aralıklarla kulak iltihabı olurlar.
Belirtiler
Bebekler neresinin ağrıdığını söyleyemediği için bunu anlamak daha güçtür. Daha büyük çocuklar kulaklarının ağrıdığını söyleyebilirler.

Akut orta kulak iltihabında genellikle şu belirtiler görülür:

Özellikle geceleri artan kulak ağrısı (Bebekler bazen kulaklarını elleriyle ovar, çeker veya tutarlar; fakat genellikle ağlamak dışında ağrılarını belirten başka bir hareket yapmazlar, hatta bazen bunu bile yapmazlar. Bebek eğer süt emerken veya biberonla beslenirken kulak ağrısı nedeniyle ağlıyorsa bunun nedeni kulak ağrısının çene kemiğine vurmasıdır).
Hafif ateş
Rahatsızlık ve huzursuzluk hali
Genellikle işitme kaybı (geçicidir ancak tedavi edilmeden aylarca kendi halinde bırakılırsa kalıcı olabilir).
Nadiren Mide bulantısı
Bazen İştah kaybı
Nadiren kulak zarının muayenesinde önce pembe bir renk göze çarpar ve sonraları kırmızılık ve şişkinlik görülür ( gerçi bebeğin kulağı ağlama nedeniyle de kızarabilir) Tedavi edilmezse basınç kulak zarını patlatarak kulak kanalına iltihap dolmasına ve daha çok acı vermesine neden olur. Kulak zarı zaman içinde kendiliğinden iyileşebilir, fakat tedavi, daha ilerde olabilecek hasarı önler.
Bazen kulak içinde su bulunması dışında hemen hemen hiçbir belirtiye rastlanmaz.
Bazen emme veya yutma sırasında hava kabarcığı patlamasına benzer ses duyulması.
Benzer belirtiler yabancı cismin kulağa kaçması durumunda ve solunum yolu enfeksiyonları sırasında ağrı şeklinde ortaya çıkabilir.
Nedenleri
Bazı alerjinler orta kulak iltihabı yapabileceği gibi , asıl neden bakteri veya virüslerdir. Bebekler ve küçük çocuklar dar ve kısa östaki borularına sahip oldukları , kulak iltihaplarına neden olabilecek üst solunum yolu enfeksiyonlarına sıklıkla yakalandıklarından, gelişmemiş bağışıklık sistemleri olduğundan veya genellikle sırt üstü yatarken beslendikleri için orta kulak iltihabı olabilirler.

Çocuklarda ve bebeklerde büyüklere nazaran, östaki borusu kısa olduğu için mikroplar kolaylıkla bu yoldan orta kulağa geçebilirler. Bu boruların kısa olması en ufak bir soğuk algınlığında şişmeden dolayı kolayca tıkanmasına da neden olur. Tıkanık borudan geçemeyen sıvı orta kulakta birikir ve biriken sıvıda bakteriler kolayca üreyebilirler. (genellikle streptokok ve hemoplilus influenza adlı bakteriler).
Bulaşma
Doğrudan bulaşmaz. Genellikle soğuk algınlığı ve gribi takip eder.
Kulak enfeksiyonu aileden kalıtım ile geçen bir hastalık olabilir.
Tedavi
Kesinlikle kendi kendinize tedavi etmeye çalışılamamalı.
Bakteri enfeksiyonu için doktorun uygun gördüğü antibiyotikler kullanılır. Eğer reçete ile verilmişse kulak damlası kullanılır.
Ağrıyı ve ateşi kesmek için doktora gidene kadar ılık su torbası ile ılık kompres yapılabilir.
Bunun dışında kronik enfeksiyonlarda doktorunuzun kulağa genel anestezi altında müdahale etmesi gerekebilir. (tüp ile içindeki sıvıyı boşaltma gibi)
Kulağın rahatsızlığının kronikleşmemesinden emin olana kadar sık sık muayene edilmesinde fayda vardır.
Dikkat: Bazen kulak zarı kendiliğinden delinir ve akar yine doktora göstermek gerekir , çünkü hastalık bitmiş
demek değildir.
Korunma
Etkili bir korunma metodu bilinmemektedir. Ancak aşağıdakiler hastalığa yakalanmış bebekte riskleri en aza indirmede yardımcı olacaktır.

Dengeli beslenmenin, yeterli dinlenme ve düzenli tıbbi bakımın sağlanması
En az 3 ay anne sütü ile beslenme
Bebeğinizin soğuk algınlığı olduğu zaman mümkün olduğu kadar başını yüksekte tutacak bir beslenme ve uyuma biçimi
Bebeğiniz soğuk algınlığı veya alerji olduğunda uçağa bindirmeden önce burun damlası kullanmalı ve bir çok kulak sorununun oluştuğu uçağın havalandığı ve yere indiği zamanlarda bebeğinizi emzirmeli yada biberonla beslemelisiniz.
Bebekler sigara dumanından arındırılmış ortamda bulundurulmalıdır.

 

 

 

 

 

ORTODONTİ (ÇARPIKLIK)

Çenesel uyumsuzluğun nedenleri nelerdir ?
Ailesel ( genetik )
Gelişimsel bozukluklar
Dişsel bozuklukların nedenleri nelerdir ?
Yer darlığı nedeniyle dişlerin çapraşık olması
Yer fazlalığı nedeniyle dişlerin aralık olması
Parmak emme veya dilin normalden büyük olması nedeniyle üst ve alt ön dişler arasında mesafe olması
Dişlerin normal pozisyonunda olmaması ( eğrilme veya dönmeleri )
Yer darlığının nedenleri
Genetik veya gelişimsel olarak çenenin küçük , dişlerin eninin ise büyük olması dolayısıyla dişlerin çeneye sığamamaları
Vaktinden önce süt dişlerinin çekilmesiyle , geri kalan dişlerin birbirlerine yanaşmaları ve böylece alttan çıkacak daimi dişe yeterli yer kalmaması nedeniyle daimi dişin çapraşık bir şekilde çıkması veya hiç çıkamaması
20. yaş dişlerinin arkadan diğer dişleri sıkıştırması.
Yer fazlalığının (boşluk) nedenleri
Genetik veya gelişimsel olarak çenenin büyük , dişlerin eninin ise dar olması dolayısıyla dişlerin aralıklı bir şekilde çeneye dağılmaları
Genetik veya gelişimsel olarak bazı daimi dişlerin çıkmaması ( bu durumda diş ya hiç yoktur yada çene içerisinde gömülü kalmıştır )
Hareketli ortodontik tedavi uygulanan durumlar.
Basit düzeydeki diş çapraşıklıkları
Çene darlığının giderilmesi gereken durumlar
Erken süt dişi kaybına bağlı boşlukların koruyucu olarak doldurulması
Parmak emme gibi kötü alışkanlıkların giderilmesi
Diş gıcırdatmanın önlenmesi
Sabit tedavi sonrasında pekiştirme ( sabitleme ) amacıyla.
Sabit ortodontik tedavi uygulanan durumlar
Dişlerde çapraşıklık olması
Alt ve üst dişler arasında kapanışta boşluk olması
Üst dişlerin fırlak olması
Daha iyi bir protez yapılması amacıyla basit dişsel hareketlere ihtiyaç duyulması.

 

 

 

 

OSTEOPOROZ

Osteoporoz veya kemik erimesi, kemik metabolizmasındaki bir bozukluk sonucunda kemikteki protein örgüsünün seyrelmesiyle iskelette ortaya çıkan ve kemiklerin çok kolay kırılabilmesine sebep olan bir hastalıktır.
Kemiğin birim hacimdeki mineral yoğunluğu azalmıştır. Bu nedenle kemikler daha kolay kırılır hale gelir. En çok omurlarda, kalça ve bilek kemiklerinde görülse de vücuttaki bütün kemikler bu durumdan etkilenir. Her iki cinste de görülebilmekle beraber hastaların %80’i kadındır.
Osteoporozun başlıca etkileri
Bazı kalıtsal özellikler taşımak (kemikleri kırılgan olan ve ailede eski benzerleri bulunan beyaz ırktan veya Asya kökenli, sarışın ve mavi gözlü, narin yapılı küçük kadın) veya erken menopozdan yahut yumurtalıkların alınmasından sonra hormon değişikliklerine (östrojenlerin ani azalması) uğramak osteoporozun en önemli nedenleridir. Ama, sürekli oturma, uzun süre haraketsiz kalma gibi yaşama tarzı; uzun süre tütün, alkol, kortizon, heparin, antiepileptikler gibi toksik (zehirleyici) maddelerin kullanılmasına veya zayıflama rejimleri ve kötü beslenme yüzünden kalsiyumun eksikliğine yol açan beslenme alışkanlıklarına dayanan bazı dış etkenler de, osteoporozun tehlikesini önemli ölçüde artırır. Bunların yanı sıra, omurların veya kol-bacak kemiklerinin kırılma tehlikesi artar.
Menapozla beraber görünen osteoporozda daha çok omurga kemikleri kırılırken, yaşlılıkla beraber ortaya çıkan senil osteoporozda femur denilen bacak kemiği kırılmaktadır.
Ortaya çıkışı
Gözenekli bir kemik dokusuna dönüşen kemiğin erimesi şeklinde ortaya çıkar; yani kemik daha az yoğun, daha az dirençli hale gelmiş, protein ağı kötülemiştir. Kemik lamellerinin azalmasıyla ortaya çıkan bu hastalık menapozla beraber artma eğilimindedir.
Osteoporoz riskini artıran faktörler
• Küçük kemikli kadınlar,
• Açık ten,
• Ailede osteoporoz problemi,
• Diyabet,
• Karaciğer, böbrek hastalığı ve tiroid bezi bozuklukları,
• Kortizon, epilepsi ilaçları, antiasitler, diüretikler,
• Sigara içmek ve alkol almak
• Güneş ışığından mahrum kalmak.
Bulguları
• Kronik sırt ağrısı,
• Boy kısalması,
• Akşamları bacak krampları,
• Eklem ağrıları,
• Diş kaybı,
• Diş eti problemleri,
Menopoz sonrası tedavisi
• Hormon replasman tedavisi (son yıllarda osteoporoz tedavisi için kullanılmamaktadır ama menopoz semptomları için kullanımı sırasında osteoporoz yönünden de koruyucu etkisi vardır)
• Kalsitonin hormonu ve kalsiyum alınması,
• Bifosfonat türevi ilaçlar,
• Günlük 1500 mg Ca ve 400 IU D vitamini alımı,
• Uzun yürüyüşler,
• Sağlıklı bir diyet,
• Sigaranın bırakılması,
• Düzenli aralıkla egzersiz yapmak

 

 

 

ÖDEM

Ödem, hücreler arası sıvıda normalden fazla miktarda kan plazması toplanmasıdır. Bu toplanan plazma transudat olarak da bilinir. Kalp, damar ve böbrekhastalıklarının bir belirtisi olabildiği gibi bazı alerjik durumlarda ve beyin travmalarında ciddi sonuçlar doğurabilir. Ödemin farklı tipleri bulunmaktadır. Ödem hastalığa göre vücudun belirli bölgelerinde olmaktadır. Tedavisinde öncelik hastalığı ve hastalığı meydana getiren etkenleri ortadan kaldırmaktır, daha sonra veya beraber ödem çözücü ilaçlar kullanılabilir. Ödem çözücü ilaçlar genelde idrar söktürücülerdir. Bazı durumlarda ödem cerrahi olarak da çıkarılabilir. Bu hastalık proteinlirin de etkisiyle meydana gelir. Bunun sebebi genetik hata ve çok ayakta durmak sayılabilir. Ödem kesinlikle bir hastalık değil bir veya daha fazla hastalığın semptomu, yani belirtisidir.
Başlıca iki çeşit ödem vardır. Bunlar yangısal ödem ve yangısal olmayan ödem’dir. Zira yangısal ödem başlı başına bir yangı semptomudur.
Deride ödem olan bölgeye parmakla basıldığında, içeriye doğru bir çökme olur.
Susamak, vücudumuzdaki sıvı miktarının azaldığına işaret eder.
İnsanın günde sekiz bardak suya ihtiyacı vardır. Eğer günde bir saat spor yapıyorsanız, bu miktarı bir litre arttırmanız gerekli.
Kilolu kişilerin metabolizmalarını hızlandırmaları için daha fazla su tüketmeleri gerek. Su, kasların dengesini sağlayarak kasılma anındaki doğal fonksiyonlarını düzenlemeye yardımcı olur. Vücudun zararlı maddelerden arınmasını sağlar.
Kabızlığı önler. Yeterli su alınmadığı zaman beden ihtiyacı olan suyu bağırsaklardan çektiği için kabızlık oluşur. Yemeklerden önce içilen su tokluk hissi verir.
Yağların vücutta depolanmasını önler. Böbrekler yeterli su alamazsa; karaciğer iyi çalışmaz ve alınan yağlar bedende depolanır.
Vücudumuz yeterince su alamazsa bunu bir tehlike gibi algılayıp suyu saklamaya başlar. Bu da vücutta su toplanmasına özellikle el ve ayaklarda ödem oluşumuna neden olur.
Tedavi
Ödemlerin tedavisi semptomatiktir. Bu amaçla en çok diüretik ilaçlar kullanılır.

 

 

 

ÖKSÜRÜK

Çocuk öksürüğü aileleri en çok rahatsız eden hastalık belirtilerinden biridir. Çocuğu yorar, aileyi üzer ve uykuları böler.Ancak çocukta öksürüğe sebep olan birçok hastalık çok ciddi değil, sadece can sıkıcıdır.Öksürük sadece ciğerleri bakteriler, virüsler ve birtakım yabancı cisimlerin zararlı etkilerinden koruyan bir savunma mekanizmasıdır.
Öksürüğün sebebi nedir?
Normal koşullarda burundan başlayarak akciğerlere kadar uzanan solunum yolunun üst tabakası toz, bakteri, virüs ve diğer yabancı cisimleri yakalayan ince bir mukus tabakası ile kaplıdır. Çocuklarda yaklaşık olarak günde 0,5 litre mukus yapılır. Cilia adı verilen çok küçük tüy gibi yapılar bu mukusu korumaya çalışır ve solunum yollarına giren yabancı içeriği küçük süpürgeler gibi hareket ederek dışarıya atar.Çocukta solunum yolu enfeksiyonu başladığında ciliaların bu doğal temizleme hareketleri ortadan kalkar.Solunum yolları da kendisini etkileyecek yabancı cisimlerden korunmak için daha da kalın bir mukus tabakası oluşturmaya başlar.İşte öksürük ciliaların hareketlerinin bozulduğu bu ortamda solunum yollarının temizliğini sağlamak için ortaya çıkar. Ciliaların hareketlerini yeniden düzenleyebilmek için enfeksiyon geçtikten haftalar sonrasına kadar çocukta öksürük sürebilir.

Öksürüğün sebebini bulmak bazı durumlarda zor olabilmektedir. Çocuklar çoğunlukla hastalık belirtilerini anlatamazlar, bazen muayene ile de bir şey bulunamaz ve bu durumlarda akciğer fonksiyon testleri gibi bir takım laboratuvar testleri yapmak gerekebilir.

Aileden alınacak küçük bilgiler ısrarlı öksürüklerin sebebinin bulunmasında yardımcı olacaktır.Örneğin sürekli sigara dumanına maruz kalma, evdeki toz ve akarlar gibi allerjen maddeler, evcil hayvanlar bu türlü ısrarcı öksürüklerin sebebi olabilir.
Tanı
Öksürükle birlikte sarı,yeşil burun akıntısı, baş ve boğaz ağrısı, nefesin kötü kokması da varsa genellikle sinüzit düşünülür.Solunum yollarına çekirdek, fındık vs. yabancı cisim kaçması sonucu da öksürük ortaya çıkabilir.Astım, soğuk algınlığı, sigara dumanı da muhtemel öksürük sebeplerindendir.

Öksürük sesi bazen tanıda yardımcı olur. Kısa, kuru ve hırıltılı öksürük astım, bronşit veya zatürrede ortaya çıkar.Balgamlı öksürükler ise genellikle üst solunum yolu enfeksiyonları ile oluşur.Boğmaca ve krup ta da kendine özgü öksürük sesi vardır.

Soğuk algınlığında veya sinüzitlerde öksürük genellikle yatarken ( mukus sürekli boğaz gerisine akmaktadır) artar.Çocuk sabah kalktığında şiddetli öksürerek ve bazen de kusarak bu mukusu temizlemeye çalışır. Israrcı öksürükler ise bronşit, zatürre veya astımda görülür, pzisyonla ilgisi yoktur, gece veya gündüz oluşabilir, egzersizle artar.Çığlık atmak, bağırmak veya gülmek ile şiddetli bir öksürük atağı oluşabilir.

Bebeklik yaşlarında zatürre ve bronşiolit hastalıkları oldukça ciddi hastalıklardır. 1 yaşın altındaki bebeklerde havayolları henüz çok küçüktür. Bazı virüsler bu küçük hava tüpleri (bronşioller) in zarar görmesine sebep olurlar.Aldıkları hava yetersiz gelmeye başlar, nefes almakta güçlük çekerler ve acil müdahaleye gereksini duyarlar.

Astım uzun süreli öksürüklerde en çok görülen sebeplerden biridir. Genellikle öksürük dışında başka belirti yoktur.Dinlemekle göğüste tipik
solunum sesleri duyulur.
Ne yapmalıyız ?
Öncelikle evde kesinlikle sigara içmemelidir. sigara dumanı ciliaların hareketlerini felce uğrattığı gibi mukus salınımını da arttırır.

İkinci önlemimiz ise mukus salgısını inceltmek ve irritasyonu yumuşatmak için çocuğumuza bol su veya benzer sıvılar içirmek olmalıdır.

Üçüncü önlemimiz de havayı nemlendirici cihazlar kullanmak olabilir.

 

 

 

PAMUKÇUK

Pamukçuk nedir, nasıl geçer? Bebeklerde pamukçuk neden olur? İşte belirtileri…
Ağız içi iltihabı olarak bilinen bu hastalık türü sıklıkla bebeklerde görülen bir durumdur. Yeni doğum yapan annelerin bebeklerinde doğumun ilk haftasında kendini belli etmeye başlayan pamukçuk hastalığı nedir? Pamukçuk neden olur ve pamukçuk belirtileri ve tedavi yöntemleri nelerdir? İşte yeni doğan bebeklerin ve ailelerin büyük sorunu olan pamukçuk hakkında bilmek istedikleriniz…

Pamukçuk (Moniliazis); dil üzerinde, damakta ve yanaklarda beyaz lezyonlar şeklinde kendini gösteren bir maya mantarı hastalığıdır. Enfeksiyonun etkeni ağız ve vajinada yaşayan bir organizma olan “candida albicans”tır. Bu yüzden bebeklerde anüste de görülebiliyor. Hatta anal pamukçuk, kırmızı bir tabaka oluşturduğu için çoğu zaman pişikle karıştırılıyor.

PAMUKÇUK BELİRTİLERİ NELERDİR?
– Bebeğinin huzursuz olması,
– Emmek istememesi,
– Memeyi ağzına almaması,
– Biberonla süt veriliyorsa biberonu almak istememesi,
– Emme ve yutma güçlüğü,
– Bebeğinin diline, damağına süt değdiğinde çok ağlaması.
– Çok nadir de olsa ateş.

BEBEKLERDE PAMUKÇUK NEDEN OLUR?
Bebeklerde pamukçuk oluşumun çeşitli sebepleri vardır:
– Anne hamilelik esnasında, doğumdan az bir zaman önce ya da doğum anında vajinal mantar enfeksiyonu geçirmiş ve normal doğum yapmışsa, doğan bebeklerde pamukçuk görülme ihtimali çok yüksektir. Çünkü enfeksiyon, doğum anında anneden bebeğe geçer.
– Annenin antibiyotik kullanımı fazla ise ve doğumdan sonra bebek antibiyotik almışsa,
– Annenin aşırı tatlı tüketmesi ya da şeker hastası olması,
– Bebeğini anne sütüyle besleyen annenin meme ucu temiz değilse, (her emzirmeden sonra sütünüzü biraz sağarak meme uçlarınıza sürmeniz, olası enfeksiyonların önüne geçer. Ayrıca sadece su ile temizlemeyi ihmal etmeyin.)
– Anne, sütünün fazla olmasından dolayı, sütün çamaşırına bulaşmaması için göğüs pedi kullanıyorsa, süt aktığında nemli olan göğüs pedi sıcak ve nemli ortamları seven mantarların çoğalmasına sebep olur. (Zorunlu olmadıkça kullanmamanızda fayda var, eğer kullanmak zorunda iseniz göğüs pedinizi çok sık değiştirin.)
– Bebeğinizi biberonla besliyorsanız biberon ve biberon ucunun temiz olmasına çok dikkat edin. Bunun için belli aralıklarla biberon ve uçlarını kaynatılmış sıcak su ile temizlemeli ve biberon uçlarını belli periyotlarda yenilemenizde fayda vardır.
– Bebek emzik kullanıyorsa, yine aynı şekilde kaynatılmış sıcak su ile emziği sık sık temizleyin.
PAMUKÇUK TEDAVİSİ NASIL YAPILIR?
Doktorunuz bebeğinize veya çocuğunuza pamukçuk teşhisi koymuşsa, beslenmesinden hemen önce verilmesi için bir ağız damlası verebilir. Çocuğunuz 2 yaşından büyükse ağız pastili de verebilir. Eğer emziren bir anne iseniz, size meme uçlarına sürmeniz için mantar önleyici bir krem verebilir.
Tedavi için evde yapabilecekleriniz de şunlardır;
Ağız içindeki beyazlığın pamukçuk olduğundan emin olmanız gerekir. Bunun için temiz bir bezle bebeğin ağız içini silin. Lekeler çıkmıyor ve bastırıldığında acı veriyorsa büyük ihtimalle pamukçuktur.
Pamukçuğun ağız içinde fazlaca yayılması nedeniyle bebeğinizde yutkunma güçlüğü ve isteksizlik oluşursa yenmesi kolay(çorba) yiyecekler verin. Mayalı ve şekerli yiyecekleri asla vermeyin.
Eğer bebeğinizi emziriyorsanız meme uçlarınızı sadece suyla temizleyin.

DİŞ APSELERİ NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Diş kökünde oluşan apseler için genellikle kanal tedavisi uygulanır. Her diş hekimi diş kanal tedavisi yapabilmektedir. Fakat bu işin uzmanı olan endodontistler diş kanal tedavisini yapmaktadırlar. Bazı durumlarda yalnızca kanal tedavileri de yeterli olmamaktadır. Çok ilerleyen vakalarda cerrahi bir işlem gerekebilir. Dt. Ahmet Ünal diş apselerinin tedavisi hakkında merak edilenleri anlatıyor.

 

 

 

PANİK ATAK

Panik atakları insanların % 3-6’sında görülürken batılı kaynaklarda panik bozukluğunun görülme sıklığı % 1-3 olarak belirtilmektedir. Türkiye Ruh Sağlığı Profili Raporunda 12 aylık dönem esas alınarak yapılan sıklık tespitinde, panik bozukluğu ve/veya agorafobi sıklığı toplam % 1 olarak bulunmuştur; bunların hekime başvurma oranı % 34.5 olup, diğer tüm psikiyatrik hastalıklardan daha yüksektir. Panik ataklarının şiddetli ve korkutucu fiziksel semptomlarla seyretmesi hekime sık başvurmada en önemli etken gibi gözükmektedir.
Panik atak hastaları sıklıkla kalp hastası olduğunu veya kalp krizi geçirdiğini düşünerek hekime ve acil servislere giderler. Hasta, ani bir “nöbet” tanımlar. Kimi zaman bu nöbet hastaları uykularından kaldırabilir. Şikayetler başladıktan sonraki ilk 10 dakikada maksimum şiddete ulaşır; dakikalar içinde geçer, bir saatten uzun sürme olasılığı çok azdır. Nöbet esnasında hasta tipik olarak “panik” içindedir.
Acil görünümlü ya da acile başvuracak şiddette bir “nöbet” geçirdiğini ifade eden bir hastada, aşağıdaki şikayetlerden en az dördü nöbet esnasında mevcut ise, panik atağı düşünülür;
1. Çarpıntı, kalp atımlarını hissetme,
2. Terleme,
3. Titreme,
4. Nefes darlığı, boğulacağım hissi,
5. Göğüs ağrısı, göğüste sıkışma hissi,
6. Bulantı, karın ağrısı,
7. Baş dönmesi, düşecekmiş ya da bayılacakmış gibi hissetme,
8. Derealizasyon (çevrenin yabancı gerçekdışı olduğu hissi),
9. Depersonalizasyon (vücuduna yabancı, dışında imiş gibi hissetme),
10. “Çıldıracağım” korkusu,
11. Ölüm korkusu,
12. Vücudun çeşitli yerlerinde uyuşma ve karıncalanma,
13. Üşüme, ateş basması.
Panik atağı tetikleyen durumlar;
• Kapalı yerler (tünel, asansör, vb),
• Kalabalık yerler (alışveriş merkezleri, toplu taşım istasyonları, eğlence merkezleri vb),
• Toplum önünde zor bir görev yapma,
• Yeni veya tanıdık olmayan insanlarla yapılan toplantılar veya sosyal olaylar,
• Açık alanlar (köprü üzerinden geçme, yüksek binalar vb),
• Organik hastalıklar; ritim bozuklukları (aritmiler), kalp krizi (myokart infarktüsü), beyinin kansız kalması (serebral iskemi), tiroid bezinin fazla çalışması (tirotoksikoz), astım vb,
• Bazı ilaçların yan etkisi olarak,
• Depresyon, fobiler dahil pek çok psikiyatrik hastalık esnasında,
Panik bozukluğunun temel özelliği, çoğu kez nedensiz başlayan panik ataklarıdır. Hasta, aniden, örneğin otobüste ya da uykusunda, yukarıda sayılan pek çok şikayeti yaşar. Şikayetler, müdahaleyle ya da müdahalesiz kısa sürede geçer. Atak şiddetli ve korkunç bir deneyim olarak hatırlanır ve bireyde “ya tekrarlarsa” kaygısını ortaya çıkarır. Hasta, yaşantısını bu kaygı çerçevesinde planlamaya çalışır. Agorafobi (kapalı yer korkusu) şikayetleri de tabloya eklenirse, kişi, atak geldiğinde yalnız ya da kaçamayacağı ortamlara girmeme; tek başına sokağa çıkmama ya da evde tek başına kalamama; camide ya da sinemada çabuk çıkabileceği yerleri tercih etme gibi günlük yaşantısını ve işlevselliğini belirgin olarak kısıtlayan davranış bozuklukları gösterir.
Bu hastalar semptomlarının şiddeti nedeniyle sıklıkla hekime başvurmalarına rağmen, çoğu kez, özellikle de atak esnasında rastlanabilen kalbin hızlı çalışması (taşikardi), tansiyon yükselmesi gibi bulgular yüzünde panik bozukluğu tanısı atlanabilir. Aslında bu hastaların şikayetlerinin “psikiyatrik” olduğuna ikna edilmeleri de güçtür.
Hastalık; göğüs ağrısı, çarpıntı vb. gibi belirtilerle seyretmesine rağmen hastalığın özünde hastanın tarif ettiği yoğun sıkıntı yer almaktadır. Sıkıntı tedavi edildiğinde diğer belirtilerde yatışacaktır.
Hastaların yaşadığı “nöbet” korku ile benzerlik göstermekte ve hastalık beyindeki korku ile ilgili merkezleri, korkacak bir şey yokken kendi kendine çalışmaya başlatmakta ve şikayetler böylece ortaya çıkmaktadır. Tekrar nöbet gelirse kaygısı ile ortaya çıkan sokağa tek başına çıkmama gibi davranışlar aslında kaygıyı artırmaktan ve kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramazlar.
Panik bozukluğu, çoğu kez, depresyon, diğer anksiyete bozuklukları, kişilik bozuklukları ve alkol ve madde bağımlılığı ile birliktelik gösterebilir.

PANİK ATAKTA TEDAVİ
Atak esnasında hastanın yapması gerekenler;
• Olduğu yerde kalmalı ve toplamı en fazla bir saat süren atağın geçmesini beklemelidir.
• Dikkatini bulunduğu ortamdaki eşyalara vb ve sıkıntıyı kontrole yöneltmeli; fiziksel belirtilerinden uzaklaştırmaya çalışmalıdır.
• Kendisine, “bu kalp krizi değil; panik atağı. Korku merkezim kendiliğinden çalışmaya başladı; yakında geçer; daha önce de geçti” gibi telkinlerde bulunmalıdır.
• Aşırı derin nefes alma (hiperventilasyon) panik şikayetlerini arttırır; bu şikayeti olan hastadan “nöbet” geçene kadar bir torbaya soluması istenmelidir.
• Her atak başında saate bakması ve sonlandığında ise ne kadar sürdüğünü bir yere kaydetmesi istenmelidir; saatler gibi gelen atak süresinin yalnızca dakikalar olduğunu görme sonraki ataklarda hastanın direncini arttıracaktır.
• Sigara yakma, alkol alma gibi önlemlerin atağın geçmesini sağlayamayacağı gibi şiddetlendirebilecektir.
İlaç tedavisi atak sıklığı fazla olan, işlevsel kaybı yüksek olan, birlikte diğer başka bozukluklar da bulunan hastalarda düşünülür.
Bu amaçla kullanılan; benzodiyazepin’lerden Alprazolam (Xanax 0.5 ve 1 mg), SSRI’lardan Paroksetin (Seroxat veya Paxil 20 mg), Sertralin (Lustral 50 mg) geniş vaka serili araştırmalarda etkinliği kanıtlanmış olan ilaçlardır.
Bu ilaçlar bazı olgularda, tedavinin özellikle ilk haftalarında sıkıntıyı (anksiyete) arttırabilir. Bundan dolayı yarım tabletle tedaviye başlanması, yetersiz kalırsa ve tolere edilmiş ise 1-2 hafta sonra dozun tam tablete çıkılması önerilir. Olguların büyük çoğunluğunda, kısa sürede yeterli yanıt alınır.
İlaç tedavisi şikayetler kontrol altına alındıktan sonra 8-12 ay devam ettirilmelidir. Panik bozukluğunun % 30-90’ı ilaç tedavisi sonlandırıldığında nüks etmektedir. Tedavisi kesilecek hastalar yüksek nüks olasılığı hakkında uyarılmalıdır.

 

 

 

 

PARKİNSON HASTALIĞI
Parkinson hastalığı nedir sorusunun yanıtı birçok kişi tarafından araştırılan ve merak edilen hastalıklar arasında yer almaya başladı. Beynin derin yapılarındaki gri cevher çekirdeklerinde dopamin eksikliği ile oluşan bozukluk parkinson hastalığına yol açıyor. İşte, parkinson hastalığı hakkında bilinmeyenler.
Yaşın ilerlemesiyle beyinde dopamin salgılayan hücrelerin azalmasına bağlı olarak görülen parkinson hastalığı, 60’lı yaşlarda, 50’li yaşlara oranla 10 kat daha sık görülüyor. Hastalığın 50 yaşından önce başlamasına ise pek rastlanmıyor.
Tanımı: Beynin derin yapılarındaki gri cevher çekirdeklerinde dopamin eksikliği ile ilgili bozukluktur. Hareketin eşgüdüm bozukluğu ile giden ‘‘titremeli felç ‘’olarak bilinen sinir sistemi hastalığıdır. Kademeli olarak ilerleyen, genelde orta ve ileri yaş grubunu (40-70y) ve erkek cinsiyeti daha çok etkileyen bir hareket bozukluğudur. Nadiren gençlerde de görülebilir. Ailesel olma ihtimali düşüktür.
Şikayetleri: Hastalığın başlangıcında tek taraflı ellerde istirahatte ortaya çıkan titreme en belirgin özelliğidir. Hareketlerde yavaşlama, yürümede zorlanma, yürürken kol sallamada azalma , küçük adımlarla öne eğik şekilde yürüme, alçak ses tonu ile konuşma ve konuşmada yavaşlama mimiklerde azalma (maske yüz ifadesi) gözlenir. Bazen sebebi açıklanamayan kabızlık,bel ağrısı, koku almada bozulma erken hastalık belirtisi olabilir.
Bulguları: Ellerde olan titreme genelde tek taraflı başlar. Baş parmağın istirahatte istem dışı hareketi şeklindedir. Buna para sayar titreme denir. Hastalık ilerledikçe titreme her iki elde de gözlenir. Hareketlerde yavaşlama vardır. Yürürken adım mesafesi kısalır, vücut öne doğru eğilmiş pozisyondadır. Ayaklar yere sürterek yürünür nedeni ise kaslardaki artmış tonustur. El yazısında bozulmalar olur. Yazı karakterleri küçülür ve karmaşık yapıdadır. Konuşma alçak ses tonu ile monoton hal alır. Duruş bozuklukları, denge koordinasyon bozuklukları gözlenir, yüzde mimikler azalmıştır, yutkunma zorluğu eşlik eder, koku alma azalmıştır.
Tanısı İçin Neler Yapılmalıdır: Parkinson hastalığının tanısı muayene bulgularına dayanarak konur. Ancak sebebin araştırılması için bazı kan tahlilleri ve beyin görüntüleme yöntemleri kullanılmaktadır.
Tedavisi İçin Neler Yapılmalıdır : Hastalığın belirtilerinin düzeltilmesi için beyindeki dopamin eksikliğinin giderilmesi için ilaç tedavisi kullanılır. İlaç tedavisine dirençli olgularda cerrahi ve beyine yerleştirilen pil uygulamaları (derin beyin stimülasyonu) yapılmaktadır.
Tedavisi Sonrası Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar Nelerdir: Hastalığın erken teşhisi , uygun ilaçlarla, konusunda uzman doktorlar tarafınca takibi ve fizyoterapi ve egzersiz programları önemlidir. Böylelikle hastalığın kontrol altında tutulması ve hastanın yaşam kalitesinin arttırılması mümkün olabilmektedir.

 

 

 

PEMFİGUS

Çoğunlukla deride ve ağızda olan ancak bazen burun içerisinde, boğazda, gözlerde ve cinsel organlarda da olabilen, yanık benzeri içi sıvı dolu kabarcıklar şeklinde başlayıp bunların kısa sürede patlayıp açılması ile üzeri kabuklanan yüzeysel yaralar şeklinde seyreden önemli bir deri hastalığıdır. Hastalığın Türkçe’de ya da halk arasında bilinen başka bir ismi bulunmamaktadır.
Pemfigus hastalığı neden ve nasıl olur?

Tıp dilinde otoimmun bir hastalık olarak sınıflandırılır. Yani normal koşullarda yalnızca insan vücuduna zararlı olabilecek mikrop ve yabancı maddelere karşı bir koruma sistemi olan bağışıklık sisteminin, kişinin kendi doku ve hücrelerini de yabancı olarak algılayıp buna karşı savaşması sonrasında ortaya çıkan hastalıklardan birisidir. Daha basit biçimde açıklamak gerekirse kimde olacağını önceden kestiremediğimiz pemfigus hastalığı da henüz bilmediğimiz bir nedenle vücudun kendi derisini yabancı olarak algılaması ve buna karşı bir tepkime vermesinden kaynaklanmaktadır. Bu tepkimeye bağlı olarak derinin en üst tabakasındaki hücreleri bir arada tutan bağlar, vücudun salgıladığı ve otoantikor adı verilen maddelerin etkisi ile koparlar. Bunun sonucunda hücreler birbirinden ayrılır ve derinin içerisinde yarılmalar meydana gelir. Bu yarılmış alanların içerisinin serumla dolması sonucu da bül adı verilen ve içi berrak sıvı ile dolu olan kabarcıklar meydana gelir. Bu kabarcıkların cidarı çok ince olduğu için kolaylıkla patlayıp açılarlar ve genellikle ağrılı, ıslak et görünümünde, yüzeysel yaralara dönüşürler. İşte bu yaralardan vücudun sıvı ve bazı gerekli maddeleri kaybetmesi ya da bu yaralardan giren mikropların neden olduğu enfeksiyonlar pemfigus hastalığının bazen yaşamı tehdit edebilen olumsuz etiklerinin de temelini oluşturur. İrsi bir hastalık mıdır?

Hastalık nadir de olsa aynı ailede birden fazla kişide görülebilmekle beraber irsi bir özelliği yoktur. Yani anne ya da babadaki bir pemfigus hastalığı doğrudan çocuklarına geçmez.
Bulaşır mı?

Hastalığın bulaşıcı bir özelliği yoktur. Yani hastanın eşine, çocuklarına veya yakınında onunla temas edenlere herhangi bir şekilde bulaşma söz konusu değildir.
Hastalığın görülme sıklığı nedir?

Pemfigus nadir görülen bir hastalıktır. Ülkemiz için kesin veriler olmamakla beraber kabaca 1 milyon kişinin 2-3’ünde bu hastalığın geliştiği tahmin edilmektedir. Erkeklerde ve kadınlarda eşit sıklıkta görülür. En sık orta yaşlı kişilerde ortaya çıkmakla beraber her yaşta görülebilir.
Hastalığı ortaya çıkaran veya çıkmasını kolaylaştıran etmenler nelerdir?

Bazı ilaçların ve kimyasalların bazı insanlarda pemfigus’a neden olduğu gösterilebildiği halde kesin tetikleyiciler bilinmemektedir. Bazı pemfigus hastaları bazı yiyecekleri yedikten sonra şikâyetlerinin artış gösterdiğini bildirmektedir (Örneğin soğan, sarımsak, pırasa gibi).
Pemfigusun farklı tipleri var mıdır?

Pemfigusun çok sayıda klinik tipi olmakla beraber en sık görüleni derideki sulu yaralara genellikle ağız yaralarının da eşlik ettiği derin pemfigus (pemfigus vulgaris) diye adlandırabileceğimiz tipidir. Diğeri ise sadece deride çok yüzeysel yaralar, kabuklanma ve kepeklenmelerle seyreden daha hafif bir tip olan yüzeysel pemfigusdur (pemfigus folyaseus).
Pemfigusun belirtileri nelerdir?

Yukarıda sözü edildiği gibi pemfigusun en sık karşılaştığımız tipi olan derin tipinde hastalık genellikle uzun süre iyileşmeyen ağız yaraları şeklinde başlar. Bu şekilde haftalarca süren, hatta bazen aylarca süren ve gargara şeklindeki ilaç tedavileriyle iyileşmeyen ağız yarası döneminin ardından hastalık özellikle saçın içerisinde, yüzde ve gövdede çıkan sulu yaralar şeklinde deriye yayılır. Bu yaralar önce bül diye adlandırdığımız içi su dolu, pörsümüş baloncuk görünümünde deri kabarcıkları şeklindedir ve tıpkı yanık sonrası derinin su toplamasına benzerler. Bunların içerisi önceleri berrak su görünümünde iken zamanla cerahatli, sarı-beyaz renkte bir görünüme kavuşur. Büller kısa sürede patlayarak açılırlar ve tabanları ıslak, yüzeysel, sulu yaralara dönüşürler. Zamanla kuruyup kabuklanırlar. Ancak tedavi edilmezse başka yerlerde yeniden çıkan taze-sulu yaralarla hastalık devam eder. Bu yaralar gözlerde çıkarsa (birinde veya her ikisinde birden) yanma, kızarma, yaşarma şeklinde kendini belli eder. Burunda çıkarsa kanama, akıntı ve tıkanıklığa yol açar. Ağızda, yutakta çıktığında ise özellikle yemek yerken ve yutkunurken artan ve kişiyi bazen yemeden içmeden kesen oldukça rahatsız edici ağrılara yol açar. Bazen soluk borusu ve ses tellerinde de bu yaraların ortaya çıkması sonucu nefes darlığı ve ses kısıklığı gözlenebilir. Bu yaralar bazen cinsel organlar etrafında, üzerinde veya içerisinde bazen de makat etrafında da çıkabilir.
Pemfigustan şüphelenildiğinde nereye, hangi uzmana başvurulmalı?

Pemfigus bir deri hastalığıdır. Bu nedenle yukarıdaki belirtileri gösteren bir hasta öncelikle bir deri hastalıkları uzmanına (dermatolog) ya da bu uzmana sahip bir sağlık kurumuna başvurmalıdır.
Pemfigus teşhisi nasıl konur?

Sözü edilen belirtilerden pemfigustan şüphelenen doktor teşhisi kesinleştirmek için derideki veya ağızdaki yaralardan birinin kenarından, yalnızca yara bölgesini uyuşturarak (lokal anestezi), genellikle nohut büyüklüğünü aşmayan büyüklükte bir deri parçasını birkaç dikişlik çok küçük bir operasyonla alır (biyopsi). Bu parçanın mikroskop altında (patolojik inceleme) ve immünofloresan adı verilen özel bir yöntem ile incelenmesi ile teşhis kesinleştirilir. Pemfigus teşhisi alan hasta nelere dikkat etmeli? Tedaviye uyumun ve takibin önemi.

Pemfigus teşhisi alan kişi derhal derin endişelere kapılmamalıdır. Çünkü iyi tedavi ve düzenli takip ile hastalığın ilerlemesinin durdurulup etkisiz hale getirilebilmesi hatta tam olarak iyileştirilebilmesi günümüzdeki modern tedavi yöntemleri ile asla uzak bir olasılık değildir. Ancak pemfigusun uzun süreli ve zahmetli bir tedavi sürecine ihtiyaç duyan bir hastalık olduğu ve uygun biçimde tedavi edilmediğinde de ciddi sonuçlara yol açabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Pemfigus hastası açısından doktorunun tedavi önerilerine harfiyen uymak ve kontrolleri aksatmamak kısacası “iyi tedavi uyumu” son derece önemlidir.

Tedaviyi ve hastalığın seyrini etkileyen hastaya ait başka etmenler var mıdır?

Evet, hastanın pemfigusa yakalanmadan önce zaten var olan örneğin şeker hastalığı, tansiyon yüksekliği, geçirilmiş verem, kemik erimesi, katarakt, geçirilmiş beyin veya mide-barsak kanamaları vs. gibi hastaya ait ve pemfigusa eşlik eden pek çok başka etmen pemfigusun seyrini ve tedaviyi doğrudan etkileyebilir. Çünkü söz konusu hastalıklar pemfigusu ve tedavisini olumsuz etkileyebileceği gibi pemfigus için verilen tedaviler de bu hastalıkları olumsuz etkileyebilir. Bu nedenle hastanın doktoruna muayene sırasında bunları mutlaka belirtmesi gerekir. Doktoru tedavi planını ve takiplerini bu durumları göz önünde bulundurarak düzenleyecektir.

Pemfigus nasıl tedavi edilir?

Yukarıda sözü edilen ve deri hücrelerinin bağlantılarını kopararak yarılmalara ve dolaysıyla pemfigus hastalığına yol açan, vücut tarafından üretilen “antikor” adlı maddelerin üretimini baskılamak, azaltmak veya tamamen durdurmak pemfigus tedavisinin temel amacı ve hedefidir. Bu amaçla vücudun kendisine yönelik bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaçlar veya kanın antikor adlı maddeden temizlenmesine yönelik bir takım yöntemler kullanılır. Bu amaca yönelik en etkili dolaysıyla en sık kullanılan ilaç “kortizon” ilacıdır (örneğin prednol adlı ilaç pemfigus tedavisinde en sık kullanılan kortizon ilaçlarından birisidir). Çoğunlukla ağızdan hap şeklinde alınan kortizon ilacı pemfigus hastalığı açısından “hayat kurtarıcı” etkisi nedeniyle tedavinin temel taşını oluşturur. Diğer ilaç ve yöntemler genellikle kortizon tedavisine destek amaçlı ya da nadiren kortizon tedavisine cevap vermeyen durumlarda ikincil seçenekler olarak kullanılırlar. Sonuçta genel olarak pemfigus tedavisi kortizonun iyileştirici etkisi ile kortizonun yan etkileri arasındaki hassas bir denge üzerine kuruludur.

İlaçların olası yan etkileri nelerdir?

Pemfigus tedavisinin temel sorunu ilaç yan etkileridir. Özellikle kortizon, bir yandan hastalığı iyileştirirken öte yandan da yan etkileri ile hastalığın seyrini doğrudan etkileyebilir, pek çok organda ciddi sorunlara yol açabilecek hasarlar oluşturabilir. Özellikle yüksek dozlarda ve uzun süreli kullanımı sonucu gözde katarakta, mide-barsak kanamalarına, tansiyon yükselmesine, kemik erimesine, gizli şeker hastalığının ortaya çıkmasına veya şeker hastalığının artışına, böbreküstü bezlerinin anormal çalışmasına ve buna bağlı kilo alımına, tüylenmeye, yanaklarda ve boyunda şişmelere, deride çatlamalara neden olabilir.

Hastalığın seyrini olumsuz etkileyen, yinelemesine yol açan durumlar, etmenler nelerdir?

Güneş, enfeksiyonlar (özellikle kış aylarında gribal enfeksiyonlar), stres ve herhangi bir nedenle geçirilen ameliyatlar, özellikle diş tedavileri pemfigusun yinelenmesine neden olabilir. Dolaysıyla özellikle yaz aylarında güneşten korunmalı (güneşten koruyucu kremler kullanılmalı ve uygun giysiler giyilmeli, özellikle gün ortasında güneşe maruz kalınacak açık yerlerde bulunulmamalıdır), kış aylarında ise gribal enfeksiyonlardan kaçınmak için kalabalık ve kapalı ortamlarda bulunulmamalı hasta kişilerle temastan kaçınılmalıdır. Doktoruna danışarak mevsimsel grip için her sene zatüre içinse beş yılda bir aşılanması korunma açısından önemlidir. Pemfiguslu hasta ameliyat veya dişle ilgili girişimlerden önce pemfigus açısından takip eden doktoruna haber vermeli önerilerini almalıdır. Zorunlu girişimlerde doktoru tedavisini uygun biçimde düzenleyecektir.

Bu hastalıkta günlük hayat nasıl olmalı, nelere dikkat etmeli?

Pemfiguslu hastaların hem hastalıklarının özelliği hem de aldıkları tedaviler nedeni ile günlük hayatlarında yukarıda belirtilenlerin dışında dikkat etmeleri gereken şeyler vardır. Örneğin özellikle tedavi alınan dönemlerde (çoğunlukla kortizonlu ilaçlar kullanılırken) diyetine dikkat etmeli, tuzlu ve karbonhidrat ağırlıklı (hamur işi, tatlı vs.) beslenmeden kaçınmalıdır. Bunun dışında genel vücut temizliğine önem verilmeli, özellikle ağız bakımına dikkat edilmelidir. Dişler düzenli olarak fırçalanmalıdır. Kullanılacak diş fırçası yumuşak olmalı (tercihen çocuklar için üretilmiş diş fırçaları kullanılmalı) ve fırçalama diş etlerini tahriş etmeyecek biçimde nazikçe yapılmalıdır. Özellikle kortizon alındığı dönemlerde ağız içerisinde mantar (pamukçuk) gelişmemesi için karbonatlı gargaralar günde 3-4 kez uygulanmalıdır (yemek karbonatı bir bardak ılık suya bir çorba kaşığı katılıp karıştırılır ve bu karşımla gargara yapılabilir). Banyolarda keselenmeden kaçınılmalı duş şeklinde banyolar yapılmalıdır. Ancak duş aşırı basınçla deriye çarpacak kuvvette olmamalıdır. Hastalığın aktif olduğu dönemlerde özellikle makat etrafında yaralar varsa tuvalet temizliği dikkatli bir şekilde yapılmalıdır. Kullanılan tuvalet kâğıtları yumuşak olmalıdır. Genital bölgesinde yaraları olan kadın hastalar kadınlar için üretilmiş temizleme sıvılarını önden arkaya doğru silinip atılacak şekilde yumuşak temiz gazlı bezlerle kullanabilirler. Genital akıntıların varlığında (süt kesiği biçiminde veya özellikle kanlı-cerahatli akıntılarda) doktoru bilgilendirilmelidir. Hastalığın aktif döneminde hem erkek hem de kadın hastalar cinsel ilişkiden kaçınılmalıdır. İyileşme dönemlerinde bulunan doğurganlık çağındaki kadın hastalar (doktoruna danışarak planladığı bir gebelik yoksa!) doktorunun önerdiği bir yöntemle gebelikten korunmalıdır. Pemfigus hastalarında gebelik planlaması mutlaka hastayla doktorunun hastanın durumunu dikkate alarak yapacakları bir risk değerlendirmesi sonucu birlikte karar verilmelidir. Gebeliğin ilaç kullanılmadığı bir dönem de olması gerektiği düşünülürse (bazı pemfigus ilaçlarının gebeliğe ve bebeğe olabilecek olumsuz etkileri göz önüne alınarak) hastalıkta olası yineleme, alevlenme ya da ağırlaşma riskleri çok iyi değerlendirilmelidir. Her şeye rağmen gebe kalınıp doğuma ulaşıldığında sağlıklı bir bebek olma şansı olduğu kadar ölü doğum da olabileceği bilinmektedir. Çoğunlukla pemfigusun anneden bebeğe kalıcı biçimde geçmesi söz konusu değildir. Ancak bazen anneden bebeğin kanına geçen ve yukarıda tarif edilen antikor adlı maddelerin neden olduğu ve en fazla bir ay süren geçici bir pemfigus hastalığı yeni doğan bebeklerde gözlenebilmektedir.
Bunların dışında hastalar (tercihen ağır fiziki güç gerektirmeyen) işlerine hastalık remisyon dediğimiz iyileşme dönemine girip kontrol altına alındıktan sonra devam edebilirler ve hastalıkla ilgili takip ve kontrollerini aksatmadan normal hayatlarını sürdürebilirler. Günümüzde pemfigus hastalığının “hala önemli bir hastalık” olmakla birlikte iyi takip ve tedavi ile tamamen kontrol altına alınabileceği ve kişiyi en az etkileyecek bir duruma getirilebileceği unutulmamalıdır.

 

 

 

PİŞİK

Pişik genellikle alt bezinin bebeğinizin tenine temas ettiği noktada hafif kabartılı bir kızarıklık biçiminde ortaya çıkar. Kötüleştiği zaman kızartılı küçük şişlikler, içi su dolu kabarcıklar ve buna benzer biçimde bebeğe acı veren deri değişiklikleri görülebilir.
Eğer pişik infekte olursa bu deri döküntüleri parlak kırmızı bir renk alabilir ve genişleyebilir. Küçük kırmızı döküntüler bezin temas alanının dışında çıkarak yayılabilir.
Pişiğin Nedenleri
Pişik, Bebeğin hassas derisinin beze sürtünmesiyle tahriş olması sonucunda oluşur. Bu tahrişin nedeni alt bezinin küçük gelmesi, çok sıkı bağlanmış olması ya da gerekli sıklıkta değiştirilmemesidir. Çocuk bezi üzerinde uzun süre bırakılan plastik donlar sıcak ve nemli bir ortam yaratarak bakterinin gelişimini kolaylaştırır. Bu durumda pişik “infekte” olur. Eğer pişik infekte olmuşsa bu genellikle bir mantar enfeksiyonudur ve buna neden olan da genellikle Candida adıyla bilinen bir mantardır. Böyle bir durumda aynı zamanda deriyi etkileyen başka mikroplar da (bakteriler) olabilir. Enfeksiyon pişiğin tedavisini çok güç bir hale getirebilir.
Eğer kumaş alt bezi kullanıyorsanız bu bezleri temizlemek için kullandığınız sabun ve temizleyiciler de tahrişe neden olabilir. Aynı zamanda kullanıp atılan tipte hazır alt bezlerinin bazı veya bebeğinizin altını temizlemek için kullandığınız hazır “ıslak bez” ler de tahrişe neden olabilir.
Pişik Nasıl Önlenir?
Pişiği önlemenin ve tedavi etmenin temel kuralı alt bezinin kapladığı alanın temiz, kuru ve serin tutulmasıdır. Bu amaç bebeğin alt bezi sıklıkla değiştirilmeli ve olabildiğince altı açık tutulmaya özen gösterilmelidir. Böylece bebeğin teni hava aldıkça koruyacaktır. Uyku sırasında bebeğin altını kumaş bezle bağlamak geçerli bir yöntemdir. Bu durumda bebeğin altı uykuya daldıktan hemen sonra kontrol edilmeli ve ıslaksa hemen değiştirilmelidir. Bu kontrolün bebeğin uykuya dalmasından hemen sonra yapılmasının nedeni bebeklerin idrarlarını genellikle bu arada yapmalarıdır.
Bebeğinizde pişik oluşumunu önlemek veya ortaya çıkmış bir pişiği tedavi etmek için aşağıdaki yöntemleri deneyin. Eğer sonuç alamazsanız doktorunuzla konuşun. Doktorunuz size kısa bir süre için kortizonlu bir preparat önerebilir. Ancak borik tinkür içeren herhangi bir bileşiği doktorunuz özel olarak önermediği sürece kullanmamalısınız, bu bebeğinizin cildine zarar verebilir.
Eğer Bebeğinizin Pişiği Mikrop Kapmışsa;
Bebeğinizin pişiği infekte olmuşsa bu durumda doktorunuza başvurmalısınız. Doktorunuz infeksiyonun tedavisi için başka bir tedavi önerecektir.
Pudralamak Yararlı mıdır?
Halk arasında sıkça kullanılan Talk pudrası ve mısır nişastası sanıldığı gibi bebeğin hassas cildine iyi gelmemektedir. Bu nedenle talk pudrası ve mısır nişastası kullanmanızı önermiyoruz. Talk pudrası bebeğinizin ciğerlerine zarar verebilir, eğer bir mantar infeksiyonu varsa mısır nişastası bunu kötüleştirebilir.
Bebeğim İçin Özel Bir Bez Kullanabilir miyim?
Eğer kumaş alt bezi kullanıyorsanız bezleri yıkadıktan sonra 15 dakika kadar kaynatarak tüm mikropların ölmesini ve kimyasal maddelerin uzaklaştırılmasını sağlamalısınız. Bazı hazır alt bezleri içerdikleri emici bir jel sayesinde derinin kuru kalmasını sağlayabilirler. Bu tip alt bezlerinin kullanımı bazı bebeklerde pişik oluşmasını önleyebilir. Ancak burada unutulmaması gereken en önemli nokta alt bezlerinin sıklıkla değişmesi gerektiğidir.
Pişiği Önlemek Ve Tedavi Etmek İçin İpuçları:
Bebeğinizin alt bezini saat başı kontrol edin ve ıslandığı zaman hemen değiştirin.
Alt bezi değişiminde bebeğinizin altını dikkatle temizlemelisiniz. Bu temizliği yaparken ılık, çok hafif sabunlu veya duru su kullanabilirsiniz.
Bebeğinize yeni alt bezi bağlamadan önce altının iyice kuruluğundan emin olmalısınız.
Bebeğinizin cildini nemden korumak için çinko asit içeren kremler, A ve D vitamini içeren kremler veya vazelin kullanabilirsiniz.
Alt bezinin üzerine sentetik malzemeden yapılmış giysiler giydirmeyin.
Eğer pişik devam ediyorsa kullandığınız alt bezinin tipini, alt temizliğinde kullandığınız “ıslak” mendilleri veya sabunu değiştirmelisiniz.
Eğer kumaş alt bezi kullanıyorsanız bu bezleri yıkadıktan sonra kimyasal maddelerden ve mikroplardan arındırmak için en az 15 dakika süreyle kaynatmalısınız.
Eğer Bebeğinizde Aşağıdaki Belirtileri Gözlemlerseniz;
Pişik bebek henüz 6 haftalık iken ortaya çıkarsa,
İçi su dolu kabarcıklar ve küçük yaralar oluşmuşsa,
Bebeğinizin ateşi varsa,
Bebeğiniz kilo kaybediyor veya her zamanki kadar yemiyorsa,
İçi su veya cerahat dolu büyükçe kabartılar meydana çıkmaya başlamışsa,
Kırmızı döküntüler kollara yüze veya saçlı deriye doğru yayılıyorsa,
Yukarıdaki tedavi önlemlerini bir haftadır uyguladığınız halde durumda herhangi bir düzelme görülmüyorsa
HEMEN DOKTORUNUZA BAŞVURUN
Sıcak havada şunları unutmayın!
• Bebeğinizi hiçbir zaman, hele de yazın arabanın içinde yalnız bırakmayın.
• Çok sıcak günlerde, küçük bebekler için ev en iyi ortamdır.
• Sıcak pişiğinden kaçınmak için bebeğinizi sıcak havalarda aşırı giydirmeyin. (Direk güneş altında değilseniz) bir atlet ve çocuk bezi ihtiyacınız olan giysilerdir.
• Sentetik kumaş ve nefes almayan plastik donlardan uzak durunuz.
• Sık sık alınan serinleme banyoları bebeğinizi rahatlatabilir. Bebeğinizi banyoda veya su havuzunda hiçbir zaman yalnız bırakmayınız.
• Kenarlıklı çocuk arabaları ve pusetler havasız olabilir bu nedenle hava sirkülasyonunu sağlamak için kenarlarını açmak gerekebilir.
Bebeğinizin derisi özellikle hassas olup dışarıya çıkıldığında kızgın güneşten korunmak için bir koruyucunuz olmalıdır. Geniş çerçeveli bir şapka yanında gevşek bir pamuklu giysi önerilebilir.
Bebeğinizin güneş koruyucusuna ihtiyaç duyacağı zamanlar olacaktır fakat büyüklerin güneş koruyucuları bebeklerin nazik ve emici derileri için çok güçlüdür.
Sabahları erken saatlerde ve akşamüstü güneşin çok etkili olmadığı zamanlarda bebekle güneşe çıkılabilir. Bebeğinizi gölgede veya bir şemsiye altında tutmak en iyisidir fakat gene de bebekler yansıyan güneşe maruz kalabilirler.

 

 

 

 

POLİKİSTİK BÖBREK HASTALIĞI

Polikistik böbrek hastalığı ve diğer kistik böbrek hastalıkları
Polikistik böbrek hastalığı, en sık karşılaşılan kalıtsal böbrek hastalığıdır.

Eskiden “erişkin tip polikistik böbrek hastalığı” olarak bilinen bu hastalık, günümüzde geçiş şekli gözönüne alınarak “otozomal dominant polikistik böbrek hastalığı” olarak da anılmaktadır.

Otozomal dominant polikistik böbrek hastalığı, değişik serilerin sonuçlarına göre, 400 ile 1000 canlı doğumdan birinde saptanır.

Erkek ve kadınlarda eşit oranda ortaya çıkmaktadır.

Bu hastalıkta böbrekler dışında başka organlarda da kistler geliştiğinden ve değişik sistemlere ait başka patolojiler de görülebileceğinden dolayı sistemik bir hastalık olarak kabul edilir.

Polikistik böbrek hastalığı nedir?

Böbreklerimizde kist gelişimine yol açan çeşitli hastalıklar vardır. Bu hastalıklardan bazıları kalıtsaldır. Bazıları ise kalıtımla ilişkisiz bir şekilde gelişir. Polikistik böbrek hastalığı, kalıtsal böbrek hastalıkları içinde en sık görülenidir. Aslında bu hastalığın daha bilimsel adı, kalıtım şeklinin de belirtildiği ‘otozomal dominant polikistik böbrek hastalığı’dır.

Polikistik böbrek hastalığının sıklığı nasıldır?

Polikistik böbrek hastalığı en sık görülen kalıtsal böbrek hastalığıdır. Yaklaşık her 500 ila 1000 canlı doğumdan birinde bu hastalık ile karşılaşılır.
Polikistik böbrek hastalığı, erkek ve kadınlarda benzer sıklıkta görülür. Bu hastalığın kalıtımla geçiş şeklinin (otozomal dominant) bir özelliği olarak, anne veya babadan birinde bu hastalık varsa, çocuğa geçiş riski %50’dir.

Polikistik böbrek hastalığının insan ve toplum sağlığı açısından önemi nedir?

Polikistik böbrek hastalığında aşağıda anlatılan çeşitli sorunlarla karşılaşma riski vardır. Bunların arasında en önemlisi, bazı hastalarda gelişebilecek olan böbrek yetersizliğidir. Böbrek yetersizliği nedeniyle diyaliz tedavisine ihtiyaç duyan veya böbrek nakli yapılmış olan hastaların %5-10’unda böbrek yetersizliğinin nedeni polikistik böbrek hastalığıdır. Bu nedenle insan ve toplum sağlığı açısından önemli bir hastalıktır. Ayrıca kalıtsal bir hastalık olması nedeniyle ilerideki kuşaklara aktarılabileceği akıldan çıkarılmamalıdır.

Polikistik böbrek hastalığında hangi şikayetler görülür?

Polikistik böbrek hastalığı olan hastaların bazılarında hiçbir şikayet ve bulgu olmayabilir. Hatta bazı hastalarda hastalık yaşam boyu farkedilmeyebilir. Bazı hastalarda ise çeşitli şikayet ve bulgular ortaya çıkabilir. Hastaların yaşı ilerledikçe şikayet ve bulguların ortaya çıkma riski artar. Bunlar arasında en sık görülenler böğür ağrısı, kanlı idrar yapma, idrar yolu infeksiyonu bulguları, böbrek taşı oluşumu ve yüksek tansiyon (hipertansiyon) sayılabilir.

Ağrı: Polikistik böbrek hastaları ağrıdan yakınabilirler. Aşırı sayıdaki kistler nedeniyle böbrek boyutları büyümüş olan hastalarda ağrı daha sıktır. Kistlerin büyümesi sonucunda etraf dokulara baskı yapması ağrı nedeni olabilir. Ayrıca kist içine kanama ve kist infeksiyonları da ağrıya yol açabilir. Bunlara ek olarak, bu hastalıkta gelişebilecek bir taşa bağlı olarak da ağrı olabilir.

Kanlı İdrar Yapma: Polikistik böbrek hastalarında zaman zaman kanlı idrar yapma şikayeti ile karşılaşılabilir. Bazen buna ağrı da eşlik edebilir. İdrardaki kanamanın nedeni, bir kistin duvarının çatlaması olabilir. Ayrıca, idrar yolu infeksiyonuna ya da taşa bağlı olarak da idrarda kanama görülebilir.

Böbrek Taşı Oluşumu: Polikistik böbrek hastalığında idrar yollarında taş oluşma riski artar. Bu taşlar bazen hiçbir belirti vermeyebilir ve hiçbir soruna yol açmayabilir. Bazen ise ağrıya, idrarda kanamaya ve idrar yolu infeksiyonlarına yol açabilir. Böbrek taşları bazen idrar yollarında idrar akışına engel olarak acil olarak tedaviyi gerektirebilir.

İdrar Yolu İnfeksiyonu: Polikistik böbrek hastalığında idrar yolu infeksiyonu riski artar. Bu infeksiyonların çoğu alt üriner sistemin, yani mesanenin infeksiyonu şeklindedir. Bununla birlikte, böbrek dokusunun iltihabının olduğu piyelonefritle veya kistlerin infeksiyonları ile de karşılaşılabilir.

Hipertansiyon (Yüksek Tansiyon): Yüksek tansiyon polikistik böbrek hastalığında sık karşılaşılan bir sorundur. Yüksek tansiyon bazen hastalarda baş ağrısı ve çarpıntı gibi şikayetlere yol açabilirse de çoğu kez hiçbir belirti vermez. Yüksek tansiyon, böbrek yetersizliğinin ilerlemesini hızlandırıcı etki gösterdiği için iyi bir şekilde tedavi edilmelidir.

Polikistik böbrek hastalığında böbrek kistleri dışında başka organlarda da kistler oluşabilir mi?

Polikistik böbrek hastalığında böbrek kistleri dışında diğer organlarda da kistler gelişebilir. Hastalığının en sık görülen böbrek dışı bulgusu %50’ye varan oranlarda saptanan karaciğer kistleridir. Karaciğer kistleri safra kanallarından kaynaklanır. Kadınlarda daha sıktır. Yaş ilerledikçe karaciğer kistlerinin sayısı ve büyüklüğü artar. Kistler infekte olabilir. Karaciğer dışında, dalak ve pankreas gibi diğer organlarda da kistler görülebilir.

Karaciğer kistlerinin büyümesinde ve sayılarının artmasında gebeliklerin olumsuz etkileri vardır. Buna ek olarak, östrojen tedavisi gören veya doğum kontrol ilaçları alan kadınlarda karaciğer kistleri daha yaygın olarak görülmektedir. Bütün bunlara rağmen, karaciğer kistlerinin ileri derecede arttığı hastalarda bile, karaciğer yetersizliği ile karşılaşılmaz. Yaş ilerledikçe karaciğer kistlerinin sayısı ve büyüklüğü artar. Nadiren karaciğer kistlerinin infeksiyonu ile karşılaşılabilir. Karaciğer dışında, daha seyrek olarak, dalak ve pankreasta da kistler görülebilir.

Polikistik böbrek hastalığında organlarda kist gelişimi dışında başka hangi sorunlarla karşılaşılabilir?

Polikistik böbrek hastalığında çeşitli organlarda kistlerin gelişmesi dışında başka sorunlarla da karşılaşılabilir. Bunlardan başlıcaları kalp kapaklarında bozukluklar, çeşitli damarlarda (özellikle beyin damarlarında) anevrizmalar (baloncuklar), barsaklarda divertiküller (barsak duvarında eldiven parmağı şeklinde genişlemeler) ve herni (fıtık) gelişmeleridir.

Kalp Kapaklarında Bozukluklar: Polikistik böbrek hastalarında kalp kapaklarında hareket bozuklukları görülebilir. Bu bozukluklar çoğu kez herhangi bir şikayete yol açmaz. Ancak ekokardiyografi denilen tetkik ile saptanabilirler. Çoğu kez, bir sorun oluşturmaları beklenmez.

Beyin Damarlarında Anevrizmalar (Baloncuklar): Polikistik böbrek hastalarında nadiren beyin damarlarında anevrizma adı verilen baloncuklar oluşabilir. Bu anevrizmaların çok düşük de olsa, yırtılma ve kanama riskleri vardır. Yüksek tansiyonu olanlarda ve sigara içenlerde bu risk daha yüksektir. Polikistik böbrek hastalığı olan bir aile bireyinde anevrizma varsa, diğer bireylerinde de olma riski vardır.
Polikistik böbrek hastalığında görülebilecek bu ciddi soruna rağmen, tüm hastaların bu anevrizmaların varlığını anlamak açısından araştırılması önerilmez. Çünkü anevrizma gelişme olasılığı nadirdir. Bir hastada anevrizma olsa bile, bunun yırtılma riski düşüktür. Hiçbir hastalığı olmayan kişilerde bile böyle anevrizmaların gelişebileceği düşünülecek olursa neden araştırma gerekmediği anlaşılabilir. Buna karşılık, ailesindeki bir bireyde anevrizması olan bir hastaların bu açıdan araştırılması önerilir.

Barsak Divertikülleri: Polikistik böbrek hastalarında barsaklarda divertiküller, yani barsak duvarında eldiven parmağı şeklinde genişlemeler olabilir. Bu da, çoğu kez herhangi bir şikayete yol açmaz. Her hastanın bu açıdan araştırılması önerilmez.

Herniler (Fıtıklar): Polikistik böbrek hastalarında kasık veya göbek fıtığı oluşma riski normale göre biraz daha yüksektir.

Polikistik Böbrek Hastalarında Hipertansiyon varlığı…

Hipertansiyonu olan hastalarda hem böbrek yetersizliği gelişimi daha hızlıdır hem de en sık ölüm nedeni olan kardiyovasküler sorunlar daha sıktır. Bu nedenle, bu hastalarda kan basıncının düşürülmesine büyük önem verilmelidir. Hipertansiyonun etyolojisinde renin-anjiyotensin-aldosteron sisteminin aktivitesinin artışının önemli rolü olduğundan dolayı, anjiyotensin konverting enzim inhibitörlerinin veya anjiyotensin reseptör blokerlerinin kullanımı tercih edilmelidir. Kan basıncının 130/80 mm Hg’nin altına inmesi hedeflenmelidir. Bu nedenle gerektiğinde iki ya da daha fazla ilaçla kombinasyon yapılır.

Polikistik böbrek hastalığının tanısı nasıl konur?

Polikistik böbrek hastalığının tanısı görüntüleme yöntemlerinden yararlanılarak konur. Ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi veya magnetik rezonans görüntüleme yöntemleri ile böbrek kistleri gösterilebilir. Tanının konulması için daha ucuz ve basit tetkik olan ultrasonografi tercih edilir.

Polikistik böbrek hastalığının kesin tanısı için genetik testler yapılabilir mi?

Gen analizi ile polikistik böbrek hastalığının tanısını kesin olarak koymak mümkündür. Fakat gen analizi her hasta için önerilmez. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Öncelikle gen analizi hastanın bozuk geni taşıyıp taşınmadığını, yani hasta olup olmadığını gösterebildiği halde hastalığın nasıl seyredeceği hakkında fikir vermez.

Tanının mutlaka bilinmesi gerektiği durumlarda gen analizi yapılabilir. Örneğin, ailesinde polikistik böbrek hastalığı nedeniyle böbrek yetersizliği gelişen yakınına böbrek vermek isteyen genç bir kişide ileride bu hastalığın gelişip gelişmeyeceği kesin olarak bilinmelidir.

Ayrıca ailesinde bu hastalık olan biri, bu geni kendisinin taşıyıp taşımadığını kesin olarak bilmek isteyebilir. Polikistik böbrek hastalığı olan bir anne veya baba, doğacak çocuğunun aynı geni taşıyıp taşımadığını öğrenmek isteyebilir. Böyle durumlarda gen analizine başvurulmadan önce, kişinin bozuk geni taşıdığının bilinmesinin ileride ne gibi sorunlar doğurabileceği detaylı olarak tartışılmalıdır.

Polikistik böbrek hastalarının çocuklarının bu hastalığın varlığı açısından araştırılması gerekir mi?

Yukarıda sayılan nedenlerden dolayı, polikistik böbrek hastalığı olan bir ailedeki hastalık belirtisi taşımayan çocukların polikistik böbrek hastalığı açısından araştırılması ailenin isteğine bırakılmalıdır. Fakat bu çocuklarda yıllık kan basıncı kontrolu ve idrar tetkiki önerilir. Yüksek tansiyon saptanırsa ya da polikistik böbrek hastalığı bulguları ortaya çıkarsa, o zaman böbrek ultrasonografisi ile böbrek kistlerinin varlığı araştırılmalıdır.

Polikistik böbrek hastalığı nasıl bir seyir gösterir?

Hastalarda uzun yıllar içinde böbrek fonksiyonlarında giderek bir azalma görülebilir. Yüksek tansiyonu olan hastalarda hem böbrek yetersizliği gelişimi daha hızlıdır, hem de kalp ve damar sorunları daha sıktır. Bu nedenle, bu hastalarda kan basıncının düşürülmesine büyük önem verilmelidir.

Ailesinde polikistik böbrek hastalığına bağlı olarak böbrek yetersizliği gelişmiş olan bir hasta aynı şekilde böbrek yetersizliği hastası olabilir mi?

Yapılan araştırmalar sonucunda, aynı aile içindeki hastaların seyrinin çok farklı olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, aile içindeki bir hastanın hastalığının seyrine bakarak diğer hastanın hastalığının nasıl seyredeceği ile ilgili tahminde bulunulmamalıdır.

Polikistik böbrek hastalığı olan bir hasta böbrek bölgesinde ağrı olursa ne yapmalıdır?

Bazı hastalarda zaman zaman ağrı şikayeti olabilir. Ağrı çeşitli nedenlere bağlı olabilir. Genellikle ağrı kistlerin çevre dokulara yaptığı bası sonucunda ortaya çıkar. Ağrı kesici olarak “nonsteroid antiinflamatuar ilaçlardan”, yani halk arasında “romatizma ilacı” olarak bilinen ilaçlardan özellikle kaçınılmalıdır. Parasetamol içeren ağrı kesiciler kullanılabilir. Bu konuda detaylı bilgi alabilmek için mutlaka hastalar hekimlerine danışmalıdır.

Bazen kist duvarının çatlaması sonucu ağrıya idrarda kanama eşlik edebilir. Bu durumda yatak istirahati, parasetamol içeren ağrı kesicilerin kullanılması ve bol sıvı alınması önerilir.

Polikistik böbrek hastalığı olan bir hastada idrar yaparken yanma ve ağrı olursa neler yapılmalıdır?

Bu hastalıkta idrar yolu infeksiyonu riski normal kişilere göre daha yüksektir. İdrar yaparken yanma, ağrı ve ateş gibi şikayetler ortaya çıkarsa gelişigüzel ilaç alınmamalı, mutlaka bir hekime başvurmalıdır. Bazı antibiyotiklerin böbrek fonksiyonlarını olumsuz yönde etkilediği bilinmektedir. Hekim, idrar tetkiki ve idrar kültürü sonucuna göre uygun tedaviyi belirleyecektir. Hastaların idrar yolu infeksiyonu riskini azaltmak için bol sıvı almaları önerilir.

Polikistik böbrek hastalığı olan hastaların diyette dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

Böbrek yetersizliği ve yüksek tansiyonu olmayan polikistik böbrek hastalarının özel bir diyet yapmalarına gerek yoktur. Yüksek tansiyonu olan hastalarda ise tuzsuz diyet yapılmalıdır. Bununla birlikte, hastaların kan basıncı normal bile olsa, az tuzlu diyet ile beslenmeleri daha uygundur. Hastalarda zamanla yüksek tansiyon gelişme olasılığı söz konusu olduğundan dolayı, az tuzlu diyete alışmaları yararlıdır.

Fazla kilolu olmanın, damar sertliği, yüksek tansiyon, kalp ve damar hastalıkları başta olmak üzere çok sayıda sağlık sorunlarına yol açtığı bilinmektedir. Ayrıca, fazla kilolu olan böbrek hastalarında böbrek yetersizliği riskinin daha fazla olduğu ile ilgili veriler de vardır. Bu nedenle, polikistik böbrek hastalarının kilo almamaya dikkat etmeleri, fazla kilolu olanların da zayıflamaları çok önemlidir. Bu açından yüksek kalorili gıdaları en aza indirmenin yararı vardır.

Kafeinin, bazı deneysel çalışmalarda böbrek kistlerini artırıcı etkilerinin olabileceği ile ilgili veriler ortaya çıkmıştır. Bu olumsuz etkinin insanlarda ne derece önemli olduğu henüz bilinmemektedir. Yine de, zararlı etkisinin olabileceği ihtimali nedeniyle aşırı derecede çay ve kahve tüketiminden kaçınılması önerilir.

Polikistik böbrek hastalığı olanların spor ve egzersiz yapmalarının sakıncası var mıdır?

Spor ve egzersiz yapmanın çok sayıda olumlu etkilerinin olduğu bilinmektedir. Bu sayede kilo alımı önlenebilir. Kalp ve damar hastalığı riski azalır. Polikistik böbrek hastalarının böbrek bölgesine darbe gelme riski yüksek olan sporları (karate, judo ve güreş gibi) yapmaları önerilmez. Bunların dışındaki sporları yapmanın ve/veya düzenli egzersiz ve yürüyüş yapmanın yararı vardır.

Polikistik böbrek hastalığı olan bir hastanın böbrek yetersizliği gelişmesi ihtimalini azaltmak için nelere dikkat etmesi gereklidir?

Polikistik böbrek hastalığında kist gelişimini önleyen veya yavaşlatan herhangi bir tedavi henüz bilinmemektedir. Fakat deney hayvanlarında yapılan bazı çalışmaların sonucunda bazı ilaçların olumlu etkilerinin olabileceği ile ilgili bazı gözlemler vardır.

Yüksek tansiyonu olanlarda böbrek yetersizliği gelişmesi riski daha fazla olduğu için, yüksek tansiyonun tedavisi çok önemlidir. Ayrıca sigara içen böbrek hastalarında böbrek yetersizliği daha kolay geliştiğinden dolayı hastalar kesinlikle sigara içmemelidirler.

Polikistik böbrek hastalığında idrar yolu infeksiyonu gelişme riski ve taş oluşma riski normal bireylere göre daha yüksektir. Bu riski azaltmak amacı ile hastaların günlük sıvı alımını artırmaları önerilir.

Polikistik böbrek hastalığında ameliyat ile böbrek kistlerinin boşaltılmasının veya alınmasının yararı olabilir mi?

Polikistik böbrek hastalığında kesinlikle böyle bir tedavi yapılmamalıdır. Bu şekilde yapılan işlemler sonrasında kistlerin tekrar oluşabildiği bilinmektedir. Bununla birlikte, nadir bir durum olarak çok büyük hacimlere ulaşıp etrafa bası yapan kistler saptanırsa ya da iltihaplanan bir kist ilaç tedavisi ile düzelmiyorsa, soruna yol açan kist boşaltılabilir.

Polikistik böbrek hastalığı olan bir hasta gebe kalabilir mi?

Polikistik böbrek hastalığı olanlar gebe kalabilirler. Fakat yüksek tansiyonu ve böbrek yetersizliği olan annede, gerek kendinde gerek bebekte komplikasyon riski yüksektir. Böyle hastalarda gebelik sırasında kan basıncında daha fazla yükselme ve böbrek fonksiyonlarında daha fazla kötüleşme görülebilir. Ayrıca böyle gebeliklerde ölü doğum, erken doğum veya çocukta gelişme bozukluğu olabilir. Kan basıncı kontrol altında olan ve böbrek yetersizliği olmayan hastalar arzu ederlerse gebe kalabilirler. Gebe kalmayı arzu eden hastalarda, bu hastalığın %50 olasılıkla çocukta da gelişebileceği unutulmamalıdır.

Böbrek fonksiyonları tamamen bozulan hastalarda neler yapılabilir?

Böbrek fonksiyonları tamamen bozulan hastalarda, diğer kronik böbrek hastalıklarında yapılan tedavilerin aynısı önerilir. Yani, diyaliz veya böbrek nakli (transplantasyon) yapılabilir. Bu tedavilerle elde edilen başarı diğer kronik böbrek hastalıklarında olduğu gibidir.

Diyaliz tedavisi gereken polikistik böbrek hastalarında hangi diyaliz yöntemi daha uygundur?

İleri derecede böbrek yetersizliği gelişen hastalarda, hemodiyaliz veya periton diyalizi tedavileri uygulanabilir. Kistler nedeniyle böbrekleri ve karaciğeri çok büyük olan hastalarda bazen periton diyalizinin uygulanmasında sorunlar olabilir. Diyaliz tedavileri dışında böbrek nakli de başarı ile uygulanmaktadır.

Böbrek nakli düşünülen polikistik böbrek hastalarında nelere dikkat edilmelidir?

Bu hastalarda böbrek naklinin başarısı diğer hastalara benzerlik gösterir. Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus, akrabalardan yapılan nakillerden önce böbrek verici adayında bu hastalığın olmadığından kesin olarak emin olunmasıdır. Böbrek nakli öncesinde kistleri olan böbreklerin ameliyat ile çıkarılması gerekmez. Böbrekleri ileri derecede büyümüş veya böbreklerinde tedavi ile düzelmeyen infeksiyonların olması durumunda, böbrek nakli öncesi böbreklerin çıkarılması gerekebilir.

Polikistik böbrek hastalarında barsaklarda divertikül sıklığının yüksek olması ve divertiküllere bağlı komplikasyonların diğer hastalara göre daha sık görülmesi nedeniyle, nakilden önce hastaların divertikül açısından taranması önerilebilir.

 

 

 

PROSTAT BÜYÜMESİ

Prostat büyümesi nedir? Prostat büyümesi nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Prostat büyümesi 60 yaş üstü erkeklerde sık görülür. Büyüyen prostat idrar yoluna baskı yapar ve onu bloke edebilir. Prostat büyümesinin en sık nedeni benign prostat hipertrofisidir (sıklıkla BPH olarak adlandırılır). Prostat büyümesinin diğer nedenleri arasında prostat kanseri ve prostat enfeksiyonu (prostatit) bulunur. Peki prostat büyümesi nedir? Prostat büyümesi nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında merak edilenleri haberimizde bulabilirsiniz…

İdrara çıkma düzenini ve biçimini etkileyebilen, yaşam kalitesi üzerinde olumsuz bir etki yapmasının yanında alt idrar yolu problemlerine yol açabilen prostat büyümesi nedir? Normalden daha sık idrar yapma ihtiyacı, istemsiz idrar kaçırma ve gece idrar yapma için uyanma gibi semptomlar görülen prostat büyümesinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi ile ilgili bilinmesi gerekenleri sizler için araştırdık… İşte tüm yönleri ile iyi huylu prostat büyümesi…

PROSTAT BÜYÜMESİ NEDİR?
İnsanlarda mesane ile üretra denen idrar kanalının üst kısmında yerleşmiş olan prostat bezinin büyümesidir. Tıp dilinde “Benign Prostat Hipertrofisi (BPH)” olarak geçmektedir.
Prostat bezi, erkeklerde idrar kesesinin hemen altında bulunmaktadır ve idrarın idrar kesesinden dışarı atıldığı üretra denilen kanalı çevreler. Erişkin bir erkekte prostat bezinin ağırlığı 25-30 gram civarındadır. Prostatın başlıca görevi, meninin sıvı olan kısmını imal edip cinsel boşalma sırasında bu sıvının dışarı atılmasına yardımcı olmaktır.
Bir erkeğin prostat bezi genellikle 40 yaşına ulaştıktan sonra genişlemeye başlar. Bu duruma iyi huylu prostat hiperplazisi (BPH) denir. Bu doğal bir yaşlanma süreci olarak kabul edilir. Prostat büyümesini durdurma veya tersine çevirme mümkün değildir.
Erken teşhis ve tedavinin önemli olduğu prostat büyümesinde geç kalındığında böbrek yetmezliği, mesane taşları, tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonları, hatta mesane taşlarına bağlı olarak mesanede oluşabilecek kronik irritasyonlara bağlı mesane kanserleri gelişebilmektedir.

PROSTAT BÜYÜMESİ NEDEN OLUR?
Prostat büyümesinin nedeni ve mekanizması tam olarak anlaşılamamış olsa da, ilerleyen yaşlarda erkeklerde ortaya çıkan hormonal faktörlerin etkisi olduğu düşünülmektedir. Erkeklerin vücutlarında erkeklik hormonu olan testosteron üretildiği gibi, az miktarda da kadınlık hormonu olan östrojen de bulunur. Yaş ilerledikçe testosteron hormonunun azalması, buna bağlı olarak da östrojen seviyesinin artmasının prostat büyümesini ortaya çıkaran nedenlerin başında geldiği düşünülür.
PROSTAT BÜYÜMESİ BELİRTİLERİ
Genişlemiş prostatı olan birçok erkeğin hiçbir belirti veya bulguları yoktur. Semptomlar mevcutsa, genellikle şunları içerir:
– Gece uyurken sık sık idrar nedeniyle uyanmak, acilen idrar yapma isteği
– İdrara başlarken bekleme, ıkınma, zorlanma, kesik kesik idrar yapma
– İdrarını tam boşaltamama, mesanede idrar kalma hissi, idrarı yaptıktan sonra damlama olması
– İdrar sızıntısı
– İdrarda kan
Bu hastalığa sahip vakaların küçük bir kısmında, prostatın büyümesi idrara çıkmayı çok zorlaştırır ya da tamamen durdurarak, idrar kesesinin kapanmasına yol açabilir. Bu problem idrarın geri gelmesine ve bu nedenle, taş oluşumu, böbrek rahatsızlıkları ve idrar yolu enfeksiyonları gibi problemlerin oluşmasına yol açabilir.
İyi huylu prostat büyümesi bir erkeğin üreme kapasitesini engellemediği gibi, ereksiyon problemlerinin oluşmasına ve prostat kanserine neden olmaz.
PROSTAT BÜYÜMESİ TEDAVİSİ
Prostat büyümesinin teşhisi yapıldıktan sonra, doktorunuz semptomlar hafifse hemen tedaviyi önermeyebilir. Muhtemelen, prostat büyümesinden herhangi bir komplikasyon geliştirmediğinizden emin olmak için yılda bir veya daha fazla kontrol isteyebilir. Semptomlarınız daha şiddetli hale gelirse, hem tıbbi hem de cerrahi tedaviler yapılabilir.

 

 

 

PROSTAT İLTİHABI

Prostat iltihabı (Prostatit) nedir? Prostat iltihabı çeşitleri, prostat iltihabı belirtisi ve tedavisi…
Yapılan bilimsel çalışmalar, erkeklerin yüzde 50’sinin hayatları boyunca en az bir defa prostat iltihabına(Prostatit) yakalandıklarını ortaya koymuştur. Halk arasında “prostat nezlesi”, kalça ağrısı şeklinde belirti vermesi nedeniyle de bilimsel çalışmalarda “kalçadaki baş ağrısı” olarak nitelendirilen prostat iltihabı(prostatit) nedir? Erkeklerde cinsel hayatın başlamasıyla görülen bu hastalığın çeşitleri nelerdir? Prostat iltihabı belirtileri ve tedavi yöntemleri nelerdir? İşte ayrıntılar…

Toplumda yüzde 5-10 oranında görülen ve kronik olan prostat iltihabı erkeklerde iktidarsızlık korkusuna neden olmaktadır. Şimdi sizler için faydalı olacağına inandığımız prostat iltihabı hakkında bilmek istediklerinizi ve merak ettiklerinizi araştırdık…

PROSTAT İLTİHABI (PROSTATİT) NEDİR?
Prostat iltihaplanması ya da enfeksiyonu olarak da bilinen Prostatit, prostat bezinin dokusunda iltihap oluşması olarak tanımlanabilir. İyi huylu prostat büyümesinden ve prostat kanserinden farklı olarak tüm yaş gruplarındaki erkeklerde görülebilen kronik bir hastalıktır.
Prostatit, prostat bezi iltihaplanmaları için kullanılan genel bir addır ve farklı çeşitleri vardır. Prostat iltihabının birkaç çeşidi vardır. Değişik semptomlarla ortaya çıkabilir ve tedavisi uzun sürer.
PROSTAT İLTİHABININ ÇEŞİTLERİ NELERDİR?
AKUT PROSTAT İLTİHABI (PROSTATİT)
Prostatitin en seyrek görülen şekli olmasına rağmen şiddetli semptomlarla ortaya çıkan Akut Prostatit, prostat bezinin dokusunda ani gelişen bakteriyel enfeksiyon sonucunda oluşmaktadır. Akut Prostatiti olan kişiler aniden gelişen idrar yolu enfeksiyonu, idrar yapmada zorlanma, pelvik ve genital bölgede aşırı ağrı şikayetleriyle uzmanlara başvururlar. Prostatitin bu çeşidi tüm yaş gruplarında görülebilir, teşhis edilmesi oldukça kolaydır ve tedavi edildiği takdirde hasta şikayetlerinden tamamen kurtulur.

AKUT BAKTERİYEL PROSTAT İLTİHABI BELİRTİLERİ
Akut prostat iltihabı belirtileri ani başlar ve çok şiddetli hissedilir.
– Yüksek ateş, üşüme, bulantı, titreme ve kusma
– İdrar yapılırken şiddetli yanmalar ve şiddetli ağrılar
– İdrar yaparken zorlanma, idrar yapamama,
– İdrar renginin bulanıklaşması kimi zaman idrarda kan görülmesi
– Makat bölgesinde ve testislerin alt kısmında şiddetli ağrı
– Cinsel isteksizlik
– Eklemlerde ve kaslarda ağrı
– Çok sık idrar yapma ihtiyacı
KRONİK BAKTERİYEL PROSTAT İLTİHABI
Kronik prostat bakteriyel iltihabı, akut bakteriyel prostatit ile benzerlik taşımakla beraber belirtilerin şiddeti daha hafiftir. Genç ve orta yaşlı erkeklerde daha sık görülen bakterilerin sebep olduğu ve tekrarlanan idrar yolu iltihaplarının prostat bezine girmesi sonucunda meydana gelir. Belirtileri zaman içerisinde yavaş yavaş ortaya çıkar, hatta bazı erkeklerde belirtilerin şikayet oluşturması birkaç yıl alabilir.
KRONİK BAKTERİYEL PROSTAT İLTİHABI BELİRTİLERİ
Akut bakteriyel prostat iltihabıyla benzerlik taşır. Ortaya çıkması zaman alır ve belirtilerin sebep olduğu şikayetlerin şiddeti azdır.
– Menide ve idrarda kan
– Sinirlilik ve gerginlik
– Erken boşalma, boşalma sırasında ağrı
– İktidarsızlık
– Eklem ve kas ağrıları
– Çok fazla ateş, titreme, halsizlik görülmez
– İdrar yaparken zorlanma ve hafif sancı
– İdrar yaparken yanma hissi,
– Sık sık idrar yapma ihtiyacı, özellikle geceleri idrar yapmak için sık sık uyanma ihtiyacı
– Ani idrar yapma ihtiyacı
PROSTATİT (PROSTAT İLTİHABI) NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Prostatitin(Prostat iltiabı) tedavisinde de prostatitin hangi tipine yakalanıldığının belirlenmesi sonrasında tedavi plânı oluşturulur.
Hastada akut prostat iltihaplanması ileri derecede olduğu takdirde hastanın hastaneye yatırılması ve uzun süreli antibiyotik tedavisi görmesi gerekir. Tedavi edilmediği takdirde iltihabın kana karışıp ciddi komplikasyonlar oluşturduğu hatta ölüme sebebiyet verdiği bilinmektedir.
Hastanın kronik bakteriyel prostatiti varsa yine uzun süreli antibiyotik tedavisi gerekmektedir.Bunlara ek olarak vitamin, kas gevşetici ilaçlar da tedavi sürecine eklenir.
Prostatitin tedavisinde tedavi yöntemleri kişiden kişiye, farklılıklar gösterebilir. İltihabın tedavisi, idrar yaparken zorlanmaların giderilmesi, spazmın engellenmesi ve stresin giderilmesi gerekir.

 

 

 

 

PROSTAT KANSERİ

Prostat Kanseri Belirtileri ve Tedavisi
Prostat kanserierkeklerde en sık görülen kanser türlerinden biridir ve sıklık bakımında dünyada yüz binde 28 iken ülkemizde bu oran biraz daha fazla olup, yüz binde 37’dir. Amerikan Kanser Derneği’nin verilerine göre, erkeklerin yaşam boyu prostat kanseri ile karşılaşma riskinin %16,7, yaşam kaybı riskinin ise %2,5 olduğu bildirilmiştir. Her 5-6 erkekten birinin hayatı boyunca prostat kanseriile karşılaşma riski bulunmaktadır. Dünyada her 3 dakikada bir kişiye prostat kanseri tanısı konulurken, 14 dakikada bir de prostat kanserine bağlı yaşam kayıpları gerçekleşmektedir.
Prostat kanseri, erken evrede yakalandığında tedavi başarısı yüksek kanser türleri arasında yer almaktadır. Genellikle başlangıç evresinde belirti vermeyen bir kanser olduğu için de 40 yaşından itibaren her erkeğin yıllık prostat muayenesini ve kan tahlillerini mutlaka yaptırması gerekmektedir. Prostat kanserinin tedavisinde çok önemli bir yeri olan cerrahi uygulamalar içinde, tıp dünyasında devrim niteliği taşıyan “da Vinci Robotik Cerrahi Sistemi” ile hasta, kansersiz bir yaşama kavuşmanın yanı sıra yaşam kalitesi bakımından da önemli ayrıcalıklara sahip olmaktadır. Robotik cerrahi ile idrar tutmayı ve cinsel yaşamın devamını sağlayan sinirlerin daha iyi korunması mümkündür.
Prostat bezi nerede bulunur ve hangi işlevlere sahiptir?
Erkek üreme sisteminin bir parçası olan prostat, idrar torbasının hemen altında, bağırsakların ön tarafında, idrar torbasının çıkışını çepeçevre saran bir salgı bezidir. Başlıca görevi spermleri koruyan sıvıyı üretmek ve spermleri bu sıvı içinde sağlıklı bir şekilde saklamak olan prostat,ayrıca sfinkter kaslar ile mesanenin ağzını sıkarak, idrar kaçırılmasını önler. Kapsülle çevrili üç bölgeye ayrılan prostat kapsülü, prostatı vücudun diğer bölümlerinden ayırır.
İyi Huylu Prostat Büyümesi Nedir?
Erkekler yaşlandıkça prostat bezi de büyüme gösterir. Bu büyümeye, benign prostatik hiperplazi (prostatın iyi huylu büyümesi) denir ve genellikle prostatın idrar kanalını (üretra) çevreleyen geçiş bölgesinde görülür. Prostat büyümesi, mesaneyi veya üretrayı bloke ederek idrar akışını önleyebilir. Erkekler sık, ağrılı, kanlı idrar veya sperm sorunu yaşayabilir, belde tutulma ve ağrı yaşayabilir. Bu belirtiler, prostatın iyi huylu büyümesi sonucu olabilir veya bir kanser belirtisi olarak ortaya çıkabilir.
Prostat Kanseri Nedir?
Prostat kanseri, prostat bezindeki hücrelerin kontrol dışı büyümesiyle ortaya çıkar. Kanserli hücreler öncelikle kontrolsüz büyüme göstererek prostat içine yayılır. Ardından prostatı çevreleyen kapsüle uzanır, kapsülü delerek prostat dışına doğru yayılır. Prostat kanseri, iyi huylu prostat bezi büyümesinden farklı olarak prostatın merkezinden değil, kapsüle yakın, merkezden uzak bölgesinden kaynaklanır. Bu nedenle prostat kanserindeidrar şikâyetleri daha geç dönemde hastayı rahatsız eder. Büyüme ve yayılma döneminde yakın organlara, lenf sistemine ve kan dolaşımı yoluyla vücudun diğer bölgelerine sıçrayabilir. Prostat kanseri yavaş seyirli olduğu gibi tümör, oldukça agresif karakter göstererek kemik ve diğer organlara sıçrayabilir.
Prostat Kanseri Belirtileri
Prostat kanserinin belirtileri,hastalığın ilerlemesine bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bu bakımdan sinsi karaktere sahip bir hastalıktır. Özellikle erken dönemlerinde hiç belirti ve şikayet görülmeyebilir. Prostat kanseri belirtileri ortaya çıktığında, hasta bazı tedavi şanslarını kaybedebileceğinden, düzenli doktor kontrollerinin tedavi başarısında önemi büyüktür.
Prostat kanseri belirtilerişöyle sıralanabilir;
• İdrar yapma güçlüğü
• İdrar akışında kuvvet azalması
• Menide ya da idrarda kan görülmesi
• Boşalma esnasında ağrı
• Kasık bölgesinde rahatsızlık hissi
• Kemik ağrıları
• Sertleşme bozukluğu
Prostat kanserini haber veren bu belirtiler bazen iyi huylu prostat büyümesinin bir göstergesi de olabilir. Prostat bezinin büyümesine bağlı olarak gelişen benign prostatik hiperplazinde (prostatın iyi huylu büyümesi) de benzer belirti ve şikayetler görülebilir. Eğer prostat kanseri vücudun başka bölgelerine ve organlarına yayıldıysa, o alanla ilgili belirtiler de verebilir. Örneğin; kemiğe yayıldıysa kemik ağrısı gibi…
Prostat Kanseri Risk Faktörleri
Prostat kanserinin nedenitam olarak bilinmemektedir. Prostat kanserihücre düzeyinde gerçekleşen genetik kusurlara bağlı bazı prostat hücrelerinin kontrol dışı büyümesi ve normal hücrelerin yerini almasıyla oluşur. Daha sonra da çevre dokulara ve ileri seviyelerde ise uzak organlara yayılabilir.
Prostat kanseri nedenleri ve risk faktörleri şöyle sıralanabilir;
• Kalıtsal veya Genetik Faktörler
Prostat kanserlerinin %9’u kalıtsal olup, prostat kanseri olanların %15’inde hastalık birinci derece erkek akrabalarından geçmektedir. Kadınlarda meme ve yumurtalık kanserleriyle bağlantısı bilinen BRCA2 genindeki mutasyon, erkeklerde prostat kanseri riskini de arttırdığı gözlemlenmiştir.
• Genetik Olmayan (Çevresel) Faktörler
Prostat kanserinde çevresel faktörler genetik faktörlere göre daha etkilidir. Örneğin, Çin’de yaşayan bir Çinlinin prostat kanserine yakalanma riski, bir Amerikalıya göre çok düşükken, aynı Çinli birey Amerika’da uzun süre yaşadığında bir Amerikalıya benzer prostat kanseri riski taşımaya başlamaktadır.
• Yaşın Etkisi

Prostat kanseri riski yaşla birlikte artar. 50 yaşın altındaki erkeklerde nadir görülen prostat kanserine, 55 yaşın üzerindeki erkeklerde sıkça rastlanır. Yaşamları boyunca her 6 erkekten 1’ine prostat kanseri tanısı konulacağı bilinmektedir.
• Irk Faktörü

Prostat kanserinde ırk faktörü de önemlidir. En çok siyahi erkeklerde görülen prostat kanseri, daha sonra beyaz erkeklerde görülür. Nadir olarak da Asya/ Pasifik adalarında yaşayan erkeklerde de görülür.

• Beslenme
Prostat kanseri üzerinde beslenmenin direkt etkisi kanıtlanamamıştır. Daha önce yapılan araştırmalar, selenyum ve E vitamininin prostat kanseri riskini azaltabileceğini göstermiş olsa da sonradan yapılan araştırmalardan edinilen daha net sonuçlar, her ikisinin de fayda sağlamadığını ortaya koymuştur. Yine de sağlıklı beslenme kanser riskini azalttığı için sağlıksız besinler tüketmek prostat kanseri riskini doğrudan yükseltebilir.
Prostat Kanseri Tanısı
Hastanın PSA kan testi ve/veya makattan parmakla muayene sonuçlarına göre prostat kanseri olasılığı söz konusu ise, şüphenin biyopsi ile onaylanması gerekir. Prostat kanserine, prostat bezine yapılan bir veya birden fazla biyopsi sonucunda tanı konulur. Biyopsi, hastada var olan benin prostatik hiperplazi, kanser veya var olan diğer medikal problemleri belirler. Biyopsi sırasında, iğne yardımıyla rektumdan girilerek prostat dokusundan birkaç ufak parça örnek alınır. Bu doku örnekleri, mikroskop altında incelenerek kanser hücreleri varsa tespit edilir.
Prostat kanseri tanısı koymak için aşağıdaki taramalar yapılmaktadır;
PSA Kan Testi:Prostat kanseri tanısı konan hastanın kanındaki PSA seviyesi, vücudunda bulunan kanser miktarına eşittir. PSA (Prostat Spesifik Antijen), prostatta bulunan hücreler tarafından üretilen bir protein olup, kandaki miktarı ne kadar yüksekse prostat kanseri de o kadar ilerlemiş demektir. Aynı zamanda PSA düzeyi, verilen tedavinin başarısını takip edilmesinde veya cerrahi sonrası yenilemenin saptanmasında son derece yardımcıdır.
Makattan Parmakla Muayene: En yaygın kullanılan prostat kanseri tarama testlerinden biridir. Parmakla, hastanın prostatına dokunularak büyüklüğü ve özelliklerine göre anormalliklere bakılır.
Transrektal Ultrasonografi: Transrektal (makattan) ultrasonografi sırasında, küçük bir sonda rektumun içine yerleştirilir. Sonda, eko üreten ve prostata çarparak geri dönen yüksek frekans ses dalgaları yayar. Bilgisayar, bu ekoları kullanarak anormal bölgeleri gösterebilen sonogram ile resmi oluşturur. Transrektal ultrasonografinin, prostat kanserinde yaşamsal riski azalttığına dair araştırmalar devam etmektedir.
Gelişmiş PSA Testi: Pankreas kanserine dair daha belirgin sonuçlar için, PSA testini geliştirme çalışmaları devam etmektedir. PSA sonuçları ne kadar net olursa, hasta o kadar az kaygılanır ve diğer testlere o kadar az ihtiyaç duyulur.
İnsülin-Benzer Büyüme Faktörü: İnsülin benzeri büyüme faktörü (IGF), birçok kanser türünde kanser hücreleri için önemli bir büyüme ve antiapoptotik (hücre ölümünü engelleyici etkisi olan) faktördür. İnsülin benzeri büyüme faktörü bağlayıcı protein-3 (IGFBP-3) ise IGF-1 den bağımsız apoptozisi (hücre ölümü) uyarır ve büyümeyi engeller. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, yüksek IGF-I ve düşük GFBP-3 seviyelerinin veya her ikisinin oranlarındaki yükselmenin, prostat kanseri riski artışı ile ilişkili olduğunu belirtmektedir.
Prostat Kanserinde Erken Teşhis
Prostat kanserinde diğer kanserlerde olduğu gibi erken teşhis ile yaşam kaybı oranları azaltılabilir. Erken teşhisin sağladığı bir diğer fayda ise prostat kanseri tedavisine bağlı yan etkilerin minimum düzeyde kalmasıdır. Prostat kanserini erken teşhis etmek için Prostat Spesifik Antijen (PSA) olarak bilinen protein seviyesini ölçen kan testi, dijital-rektal muayene ve/veya transrektal (makattan) ultrason yöntemleri kullanılmaktadır. Ancak prostat kanserinde tarama, karmaşık ve tartışmalı bir konu olup yaşamsal risk faktörünü azalttığına dair yeterli kanıtlara henüz ulaşılamamıştır. Dahası, tüm tarama testleri, bazı riskler taşır. Faydalarına bağlı belirsizliklerin ve olası zararlarının, prostat kanseri tarama testleri öncesi uzman bir doktorla konuşulması önemlidir. Tarama testlerinin potansiyel faydaları, belirsizlikleri ve riskleri birlikte konuşulduktan sonra hastanın kişisel tercihine göre yapılmalı ya da yapılmamamladır.
Prostat Kanseri Evreleri
Prostat kanseri gösterdiği yayılım durumuna göre evrelere ayrılır. Prostat tümörünün mesane ya da rektum gibi çevre dokulara yayılıp yayılmadığı, lenf bezleri ve kemikleri etkileyip etkilemediği evrelemede en önemli kriterlerdir. Tümörü derecesini belirten gleason skoru ve PSA seviyesi de prostat kanseri evrelerini belirlemek için önemlidir.
1. Evre
1.evrede tümör sadece prostat içerisindedir. Bazen rektal muayenede hissedilemeyecek kadar küçük hacimli olabilir. Gleason skoru ise 6 ya da daha düşüktür. PSA seviyesi 10’un altındadır.
2. Evre
3. evrede de tümör, prostat içerisindedir. Ancak tümörün yapısı saldırganlaşmıştır. Parmakla muayenede belirgin olarak hissedilebilir ya da tümör derecesi yüksek olabilir.
4. Evre
5. evrede prostat kanseri prostat dışına taşmıştır. Genellikle seminal keselere yayılmıştır. Ancak kemik ve lenf bezlerine yayılmamıştır.
6. Evre
Bu aşamada prostat kanseri mesaneye, rektuma ya da çevredeki dokulara (seminal keseler dışında) yayılım göstermiştir. Ayrıca civardaki lenf bezlerine ve kemiklere de yayılma görülebilir.
Prostat Kanseri Tedavisi
Prostat kanseri tedavisinde kanserin büyüme hızı, yayılım durumu, hastanın genel sağlık durumu ve uygulanacak tedavinin etkinliğinin yanı sıra, olası yan etkilerine de bağlı olarak farklı tedaviler tercih edilebilir. Eğer prostat kanseri erken bir evrede ise hemen tedavi yerine takip önerilebilir. Cerrahi seçeneği ise prostat kanserinde en yaygın ve etkili tedavi yöntemlerindendir. Robotik, laparoskopik ve açık cerrahi yöntemler mevcut olup her bir cerrahi yöntem hastaya göre tercih edilmelidir. Cerrahi yaklaşımda amaç prostatın tamamının alınmasıdır. Uygun vakalarda prostat çevresinde bulunan ve peniste sertleşmeye yardımcı olan sinirler korunabilir.
Erken evre prostat kanserinde tercih edilen ameliyat, laparoskopitir. Yine erken evrede prostat ışın tedavisi (radyoterapi) de uygun hastalarda önemli bir tedavi seçeneğidir. Laparoskopik cerrahi, hastaya konforlu bir ameliyat süreci sağlar ve kanser kontrolü açısından da yüksek başarı oranlarına sahiptir. 4-5 adet küçük delikten yapılan bu ameliyatlar sonrasında hasta daha az ağrı çeker ve günlük aktivitesine kısa sürede dönebilir. Ameliyat kesisi olmadığından, bu ameliyatlar kozmetik olarak da büyük oranda hasta memnuniyeti sağlar. Prostat kanseri tanısı ve tedavisindeki büyük gelişmeler, bu hastalığı korkulan bir hastalık olmaktan çıkarmaktadır.

Prostat Kanseri Evresine Göre Tedavi
Prostat kanseri 1. ve 2. evrede ise cerrahi veya radyoterapi ile tedavi edilebilir. Ardından da hormonal tedaviye başlanabilir ya da hastanın durumuna göre hareket edilebilir. Prostat kanseri tedavisinde 3. evre planı ise ya cerrahi ya da radyoterapi olmalıdır. Yapılan araştırmalara göre cerrahi ve radyoterapiden sonra 5 aylık bir kemoterapinin de prostat kanserinde yaşam süresini uzattığı belirlenmiştir. PSA’sı 40’ın üzerinde olan, lenf bezi tutulumu olan veya Gleason skoru 7’nin üzerinde olan hastalarda, ameliyat veya radyoterapi sonrası hormonal tedaviye ek olarak kemoterapi de düşünülmelidir. 4. evrede prostat kanserinin asıl tedavisi hormonal tedavi olmalıdır. Hormonal tedavi ile cerrahi olarak hastanın yumurtalıklarını alınabilir ya da 1-3 ayda bir enjeksiyonlar ile erkeklik hormonu bloke edilebilir. 2010 yılından sonra 4. evre prostat kanseri tedavisinde pek çok yenilik olmuştur. Kullanılan bazı ilaçlar ile kemoterapinin 4. evrede yaşam süresini belirgin bir biçimde artırdığı gösterilmiştir. Ek olarak geleneksel hormon bloker ilaçların işe yaramadığı durumlarda kullanılan bazı ajanlar geliştirilmiştir. Prostat kanseri aşısı ise denenmiş olsa da beklendiği etkiyi pek gösterememiştir. Sadece kemik metastazları olan hastalar için radyoterapötik ajanların etkinliği gösterilmiştir. Ülkemizde ek olarak, prostat kanserinde radyoaktif Lutesyum ile birleştirilmiş PSMA ile tedaviler de mümkündür.
Da Vinci Robotik Cerrahi
Da Vinci Robotik Sistem ile gerçekleştirilen prostat kanseri ameliyatları özellikle hastanın ameliyat sonrası cinsel işlev kaybı yaşamaması için çok önemlidir. Deneyimli laparoskopik cerrah için, 3 boyutlu, “high definition” kalitesinde ve 10-20 kat büyütmeli olarak görüntü sağlayan da Vinci robotunun 3 boyuttaki 540° hareket kabiliyeti olan kolları vücut içindeki sinirlerde ve damarlarda ve en zor yerde bile rahatlıkla korunarak kanserli prostatı çıkartabilir ve radikal bir tedavi sağlar.

 

 

 

PROTEZ

Estetik bozukluklar veya dişlerin kaybı sonucunda , kişinin estetik ve fonksiyonel ihtiyaçlarını gidermek amacıyla değişik teknikler ve uygulamalar ile hazırlanmış tüm materyallerdir.
Diş eksikliklerinin nedenleri
Estetik bozukluklar
Tıbbi nedenlerle dişin çekilmiş olması
Gelişimsel olarak dişin çıkmaması
Diş eksikliklerinin giderilmemesinin sonuçları
Yemek yeme zorluğu
Konuşma bozukluğu ( harfleri doğru söyleyememek )
Psikolojik problemler ( utangaçlık , kendine olan güvenin kaybolması , gülmemeye çalışmak , mutsuzluk )
Ağız sağlığının daha da bozulması ( dişlerin konum değiştirmesi,aşınması,çürümesi , sallanması )
Genel sağlık sorunları ( yiyecekleri öğütme fonksiyonunun yeterince iyi yapılamamasının sonucunda oluşan mide hastalıkları ve beslenme eksikliği)
Çene ekleminde ( T.M.E. ) ağrı , ses ve hareket bozukluğu
Protez çeşitleri
Sabit Protezler ( kron-köprü benzeri yapıştırılan )
Hareketli Protezler ( takıp çıkarılabilen )
İmplant üstü protezler ( sabit veya hareketli )
Diş Ekme-Dental Implantasyon
‘Dental implant’ eksik olan bir veya birkaç dişin fonksiyon ve estetiğini iade etmek için çene kemiğine yerleştirilen titanyum yapılara verilen isimdir. Bu yapılar sayesinde hastalarımız doğal dişlere en yakın fonksiyona kavuşmuş olurlar.

A. Diş eksiklerinde yan dişlerin kesilmesinin istenmediği durumlarda,

B. Geri dişlerin kaybında,sabit diş yapılamaması durumunda

C. Dişsiz ağızlarda,damak protezini rahat kullanamayan hastalarımızda

 

 

 

 

PSİKOLOJİK HASTALIKLAR

• Şizofreni ve psikotik bozukluklar
• Duygudurum bozuklukları
• Anksiyete bozuklukları(yaygın anksiyete bozukluğu, panik bozukluk, sosyal ve özgül fobiler, agarofobi)
• Obsesif kompulsif bozukluk ve ilişkili bozukluklar (OKB, tirkotillomani, deri yolma, vücut
• Dismorfik bozukluğu, istifçilik)
• Travma ve örselenme etkisine bağlı bozukluklar (akut stres, TSSB)
• Dissoyatif ve somatoform bozukluklar
• Yeme bozuklukları
• Uyku bozuklukları
• Cinsel uyum sorunları
• Kişilik bozuklukları
• Organik ruhsal bozukluklar (deliryum, demans)
• Psikoaktif madde kullanımına bağlı ruhsal bozukluklar
• Bedensel fiziksel hastalıklara eşlik eden sık görülen ruhsal bozukluklar
• Mental yetersizlik ve bunlara bağlı ortaya çıkan davranım bozuklukları,
• Otizm spektrum bozuklukları

Psikolojik hastalıkların sebepleri
• Genetik nedenler
• Biyokimyasal etkenler
• Endokrin nedenler
• İmmünolojik etkenler
• Kişilik özellikleri
• Ruhsal toplumsal etkenler dediğimiz ekonomik nedenler, ailevi sorunlar, iş yaşamında çatışmalar, evlilik sorunları, fiziksel hastalıklar, psikososyal olaylar, çocukluk çağı ihmal ve travmaları.

 

 

 

RADYOAKTİF İYOT TEDAVİSİ (ATOM TEDAVİSİ)

Radyoaktif iyot tedavisi halk arasındaki adı ile atom tedavisi; tiroid kanserinin tedavisinde kullanılan yöntemlerden biridir.
Vücudumuzda tiroid hormonu, tiroid bezi tarafından üretilir. Tiroid bezi bu hormonu üretmek için iyoda ihtiyaç duyar. Normal şartlarda besinlerden ihtiyaç duyulan bu iyotu karşılarız.
Radyoaktif iyot tedavisinde besinlerde bulunan iyodun radyoaktif formu kullanılır. Tiroid kanserinde, vücuda verilen bu radyoaktif iyot kanserli tiroid hücrelerinin içerden ışınlanarak ortadan kalkmasını sağlar.
Radyoaktif iyot tedavisi; tiroid kanseri hastalarında özellikle cerrahi sonrası geride hiçbir kanserli tiroid hücresinin kalamamasını sağlamak, böylelikle kanserin tekrar etmesini önlemek amacıyla kullanılır.
Radyoaktif iyot aynı zamanda gizli kanser yayılımlarının (metastazlarının) görüntülenmesinde de fayda sağlamaktadır.
Kimler radyoaktif iyot tedavisi için uygundur?
Radyoaktif iyot tedavisi; tümör çapı 1 santimin üzerinde olan ve tümör çapı 1 santimden küçük olmasına rağmen yayılım gösteren hasta grubuna cerrahiden sonra kalan tiroid dokusunu yok etme ve tedavi amacıyla verilir.
Tümör çapı 1 santimden küçük ve yayılım (metastaz) olmayan bazı durumlarda ise tiroid bezinin tamamen çıkarıldığı ameliyatlar tek başına yeterli olabilmektedir.
Radyoaktif iyot tedavisi ne zaman uygulanır?
Tiroid kanserli hastalar ameliyat olduktan sonra; gerekli tetkikler yapılır. Bunun tetkiklerin sonucuna göre ameliyattan ortalama 3-4 hafta sonra radyoaktif iyot tedavisi uygulanabilir.
Radyoaktif iyot tedavisi nasıl uygulanır?
Radyoaktif iyot tedavisinden en az 2 hafta önce hastalar düşük iyot içeren diyet uygularlar. (Bu sayede tedavinin etkinliğinin artması hedeflenmektedir)
Önceden gerekli hazırlıkları yapan hastalar hastaneye gelir ve hastanede de gerekli bazı tetkikler yapılır. Hastalar daha sonra kurşun kaplı radyoaktif tedavi odasına alınır.
Radyoaktif iyot madde ağızdan kapsül şeklinde verilir. Alınan radyoaktif iyot dozuna bağlı olarak hastalar odada 1 ila 3 gün boyunca kalmaktadır. Bu süre içinde ziyaretçi kabul edilmemektedir.
Radyoaktif iyot tedavisinin yan etkileri nelerdir?
Tedavi sırasında oluşabilecek yan etkiler genellikle hafif ve geçicidir.
Karşılaşılabilecek bazı yan etkiler şöyle sıralanabilir:
• Verilen radyoaktif iyot dozuna bağlı olarak bazen boyunda duyarlılık ve hafif mide bulantısı
• Tükürük bezlerinde şişme, uzun dönemde ağız kuruluğu, tat alma duyusunda geçici azalma
• Tükürük bezinin zarar görmemesi için limon suyuyla da ağız çalkalamak ve sakız çiğnemek gerekir. Vücuttan tiroidin tutmadığı fazla radyasyonu atmak için bol su içilmesi ve sık idrara çıkmak önerilir.

 

 

 

RAHİM AĞZI KANSERİ

Rahim ağzı kanseri (Serviks kanseri) belirtileri
Rahim ağzı (serviks) kanseri rahim gövdesinin vajen ile birleşen kısmında oluşan jinekolojik kanserdir.

Rahim ağzı kanseri, kadınlarda en sık görülen ikinci kanser türüdür. Özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde daha sık görülmektedir.

En büyük avantajı Pap test (Pap Smear) ile rahim ağzı sürüntünün incelenmesiyle tanısının henüz kanser oluşmadan yapılabilmesi ve böylelikle erken tedavisinin mümkün olabilmesidir.

Rahim ağzı kanserine %98 oranında HPV (İnsan Papilloma Virüsü) neden olmaktadır.

Önlenebilir ve erken evrede tedavi edildiğinde tamamen iyileştirilebilir özellikte olmasın karşın, rahim ağzı kanseri dünya genelinde kadınları etkilemeye devam etmektedir. Rahim ağzı kanserinde, normal hücre değişimlerinin kanser olmadan önce yani prekanseröz dönemde tespit edilebilir olması hastalığın tam tedavisinde son derece önem taşımaktadır. Rahim ağzındaki hücreler, zaman içinde dönüşüme uğrayarak prekanseröz yani kanser öncesi noktaya ulaşmaktadır. Çok yavaş ilerleyen bu değişiklikler bazı kadınlarda tedaviyi bile gerek kalmadan zaman içinde gerileyebilmektedir.

Bugün istatistiklere bakıldığında, rahim ağzı kanserinin dünyada 45 yaş altı kadınlarda en sık rastlanan ikinci kanser türü olduğu görülmektedir. Ancak, özellikle son yıllarda konuyla ilgili farkındalık arttıkça rahim ağzı kanserinde ölümlerin önüne geçmek mümkün olabilmektedir. Bu değişimi yaratan en önemli etken de Pap-smear testidir.

Rahim ağzı kanserinin skuamöz hücreli karsinom ve adenokarsinom olmak üzere iki ana tipi bulunmaktadır. Çoğunlukla serviksin dış yüzeyinde yer alan skuamöz hücreli epitelyum hücrelerinden köken alarak gelişen skuamöz hücreli kanserler, rahim ağzı kanserlerinin yaklaşık yüzde 80’inden sorumludur. Adenokarsinomlar ise, serviksin üst seviyelerine yerleşmiş hücrelerinden kaynak almaktadır.

Serviks kanserinin ağırlıklı olarak 35-55 yaş arasında orta yaş grubundaki kadınlarda ortaya çıktığı görülmektedir. 20 yaş altı kadınlarda görülme oranı ise oldukça düşüktür. Bununla birlikte rahim ağzı kanseri tanısı almış kadınların yaklaşık yüzde 20’si 65 yaş ve üzerinde olduğu için taramaların bu yaşlarda da devam etmesi son derece önem taşımaktadır.

Rahim ağzı kanseri erken dönemde önlenebilir olmasına karşın dünyada her iki dakikada bir kadın bu nedenle hayatını kaybetmektedir. Yaşanan kayıpların çok büyük kısmı, tarama programlarını uygulayamayan ya da ekonomik nedenlere bağlı olarak kadınların geç tanı aldığı gelişmekte olan ülkelerde gözlenmektedir. Bu istatistikler de tarama programlarının önemini net olarak ortaya koyduğu için tüm dünyada farkındalık çalışmaları yoğun olarak sürdürülmektedir.

Rahim ağzı (serviks) kanserine nasıl tanı konur?

Kadınların yılda bir kez servikal smear yaptırması gereklidir. PAP smear adı verilen bu yöntemle rahim ağzından sürüntü alınır ve kanser hücreleri en erken aşamada tespit edilebilir.

Rahim ağzı kanserinde Pap smear testinden elde edilen sonuçlar tanı koymak için tek başına yeterli olmamaktadır. Test sonuçlarının pozitif çıkması durumunda yapılacak ayrıntılı değerlendirmelerin başında kolposkopi ve biyopsi gelmektedir. Kolposkopi sırasında serviksin içi, kolposkop denilen ışıklandırılmış bir mikroskop kullanarak ayrıntılı olarak incelenmektedir. Bu işlem sırasında serviks dokusundan örnek alınabilmektedir. Biyopsi denilen bu işlemden elde edilen doku örnekleri patolojik olarak değerlendirilerek kanser hücrelerin varlığı, olması durumunda da kanserin yüzeyde mi, derinde mi olduğuna bakılmaktadır.

Rahim ağzı kanseri tanısı kesinleştiğinde, hastalığın evresini belirlemek üzere akciğer grafisi, bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans (MR), pozitron emisyon tomografisi (PET) ve ultrasonografi gibi görüntüleme yöntemlerinden yararlanılmaktadır.

Rahim ağzı kanseri evreleri ise şöyledir:

Evre I’de kanser sadece serviksle sınırlıdır. Evre II’de kanser serviksin yanında, vajinanın üst kısmına yayılmış ancak rahim çevresindeki dokulara yayılmamıştır. Evre III’te kanser pelvik yan duvarlarına ve vajinanın alt kısmına yayılmıştır. Evre IV’te ise, kanser mesane, rektum gibi yakın organlara ya da karaciğer, akciğer, kemikler gibi uzak organlara da yayılmıştır.

Rahim ağzı (serviks) kanseri için kimler risk altında ve risk faktörleri nelerdir?

Kimler risk altında

• Sosyo ekonomik düzeyi düşük olan
• Erken evlenenler
• Erken cinsel hayata giren
• Sigara kullanan
• Çok doğum yapan
• Sık eş değiştiren
• HPV virüsü ile enfekte olan kadınlar risk altındadır.

Risk faktörleri

Rahim ağzı kanserindeki risk faktörleri hastalığa yakalanma ihtimalini artırsa da, etkenlerin bir ya da birkaçına sahip olmak rahim ağzı kanserinin ortaya çıkacağı anlamına gelmemektedir. Ancak bazı önlenebilir risk faktörlerinden kaçınmak hastalıktan korunmak adına yarar sağlamaktadır. Serviks kanserindeki risk faktörleri şöyle sıralanmaktadır:

– Human Papilloma Virüs (HPV): Her iki tip serviks kanserinin ortaya çıkmasındaki en önemli etkendir. Bu virüsle enfekte olan kişilerin çoğunda ciddi problemler yaşanmadığı gibi küçük bir bölümünde kanser gelişebilmektedir. Birçok alt tipi bulunan HPV’nin siğillere neden olan tipleri de bulunmakta ancak bunlar kanserle ilişkili olanlardan farklı bir grubu oluşturmaktadır. HPV’nin yüksek riskli tipleri, hücrenin tümör gelişimini engelleyen mekanizmalarının bozulmasına neden olarak kanser gelişimi için zemin oluşturmaktadır. Ancak HPV enfeksiyonunda, her iki tür için de kadının ve birlikte olduğu erkeğin cinsel partner sayısı riski artıran unsurların başında gelmektedir.

– Sigara kullanımı: Rahim ağzı kanseri açısından da sigara risk faktörleri arasında yer almaktadır. Hastalığa karşı mücadele eden rahim içi duvarlarındaki hücrelerin yapısını bozan sigara, özellikle skuamöz hücreli kanserlere yakalanma olasılığını yükseltmektedir.

– Bağışıklık sisteminin zayıflaması: Sağlıklı bir bağışıklık sistemi, anormal olarak gelişen hücreleri öldürüp sağlıklı hücrelerin korunmasını sağlamaktadır. Ancak, farklı nedenlerle zayıflayan bağışıklık sistemi, birçok kanserde olduğu gibi rahim ağzı kanseri açısından da risk oluşturmaktadır. Bu nedenle HIV ve organ nakli sonrasında bağışıklık sistemini baskılamak için ilaç kullanımı, bağışıklık sistemini zayıflatarak HPV enfeksiyonuna yakalanma ihtimalini artırmaktadır.

– Yaşam tarzı özellikleri: Cinsel yaşam aktivitelerindeki bazı noktalar, birden fazla cinsel partnerin bulunması ya da erken yaşlarda cinsel aktivitenin başlaması, HPV enfeksiyonuna yakalanma riskini artırabilmektedir. Güvenli cinsel yaşam konusunda bilgi sahibi olmak ve gerekli önlemleri almak yararlı olacaktır.

Ayrıca bazı çalışmalar, 5 yıldan uzun süre doğum kontrol hapı kullanmanın da riski artırdığını göstermektedir. Birinci derece yakınlarında serviks kanseri bulunan kadınlar için de risk artmaktadır.

Rahim ağzı (serviks) kanserinin belirtileri nelerdir?

Rahim ağzı (serviks) kanserinin en sık rastlanan belirtileri şöyle sıralanabilir:

• Cinsel ilişki sonrası kanama
• Adet dönemi dışı kanama
• Kanlı, kötü kokulu akıntı
• Kasık ağrısı, bel ağrısı
• Ancak bu belirtiler başka hastalıklara ya da basit nedenlere bağlı da gelişebilir. Kesin tanı için bu şikayetler ortaya çıktığında mutlaka doktora gidilmelidir.

Rahim ağzı kanserinde hücresel boyutta yaşanan değişiklikler erken evrede genellikle belirtilere neden olmamaktadır. Ancak, Pap smear testi ve HPV testleri ile yapılacak düzenli taramalarla, prekanseröz dönemde hücrelerdeki değişiklikleri önceden tespit etmek ve kanser gelişiminin önüne geçmek mümkün olabilmektedir.

Rahim ağzı kanserinde belirtiler hastalığın daha ileri dönemlerinde ortaya çıkmaktadır. En sık görülen belirtiler ise adet dönemlerinin dışında meydana gelen kanlı vajinal akıntılardır. Kanama, menopoz sonrası ve cinsel ilişki sırasında ve sonrasında da meydana gelebilmektedir. Ayrıca, cinsel ilişki sırasında ağrı hissi ve kötü kokulu vajinal akıntı da rahim ağzı kanserinden şüphe duyulmasına neden olabilecek belirtilerdir.

Rahim ağzı kanserinin daha ileri evrelerinde ortaya çıkabilecek bu belirtiler birçok kadın hastalığında da görülebilen sorunlar olabileceği için ayırıcı tanı ve olası bir kanser durumunda erken hareket edebilmek için vakit kaybetmeden hekime başvurmak gerekmektedir. Hücre yapısında değişimlerin görüldüğü prekanseröz evrede herhangi bir belirti görülmeyeceği unutulmamalı ve düzenli aralıklarla pap smear testi yaptırılmalıdır.

Rahim ağzı (serviks) kanserinin tedavi nasıl yapılır?

Erken dönemdeki rahim ağzı kanserinde; konizasyon işlemi ile sadece rahim ağzındaki hastalıklı bölge çıkarılır.
Eğer hastalık ilerlemişse ameliyat sonrası radyoterapi gerekebilir.
Rahim ağzı kanseri erken dönemde yakalandığında tedavide başarı oranı neredeyse %100’dür.
Rahim ağzı kanserinin tedavisinde, kadının diğer sağlık sorunları yaşı, çocuk isteyip istememe tercihleri, kanserin evresi, yayılım durumu uygulanacak tedavinin şeklini belirlemektedir. Tedavide, cerrahi, kemoterapi ve radyoterapi tek başına ya da bir arada kullanılmaktadır.

Cerrahi tedavi; Kanserin evresine ve yayılım durumuna göre farklı cerrahi teknikleri kullanılabilmektedir.

Konizasyon; kanser dokusu serviks içinde milimetrik ölçülerde sınırlıysa ve kadının çocuk yapmak gibi bir isteği varsa bu işlem kullanılır. Serviksdeki yani rahim ağzındaki anormal doku hücreleri koni şeklinde çıkarılır. Daha sonra patolojik incelemeye alınır. Bu yöntem erken evre serviks kanserlerinde tedavi amacıyla kullanıldığı gibi tanı koymak için de kullanılmaktadır.

Total histerektomi; bu yöntemde rahim ve rahim ağzı vajina yoluyla ya da karın bölgesinden açılan bir kesiden çıkarılır. Total histerektomi laparoskopik olarak da yapılabilmektedir.

Radikal histeretomi; kanserin çevre dokulara yayıldığı durumlarda uygulanır. Rahim, rahim ağzı, vajinanın bir kısmı, yumurtalıklar ve komşu lenf bezlerinin çıkarıldığı geniş bir cerrahi işlemdir.

Bilateral salpingo-ooforektomy, pelvik ekzentrasyon, kriyocerrahi, lazer cerrahi ve LEEP (Elektrocerrahi Lupla Eksizyon İşlemi) kullanılan diğer cerrahi yöntemlerden bazılarıdır.

Radyoterapi: Kanser hücrelerini öldürmek için kullanılan radyasyon tedavisi cerrahi öncesi tümörü küçültmek ya da cerrahi sonrasında kullanılmaktadır. Kanserin cerrahi uygulanamayacak kadar yayıldığı hastalarda da tek başına kullanılabilmektedir.

Radyasyon tedavisi menopoz öncesi kadınlarda menopozu başlatabileceği için çocuk sahibi olmak isteyen kadınların tedaviye başlamadan önce yumurtalarını koruma konusunda hekimiyle konuşmasında yarar görülmektedir.

Kemoterapi: Kanser hücrelerini ortadan kaldırmak için kullanılan ilaç tedavisi bazı durumlarda radyoterapinin etkilerini artırmak, bazı hastalarda ise yayılmış serviks kanserini kontrol altında tutmak amacıyla kullanılmaktadır.

Tarama testleri

Serviks kanseri, düzenli tarama testleri ile önüne geçilmesi ve takip edilmesi kolay olan bir jinekolojik kanserdir. Tarama için Pap smear testi ve HPV testi yapılabilmektedir. Rahim ağzı kanseri erken yaşlarda ortaya çıkmamasına karşın 21 yaşından sonra prekanseröz değişikleri gözlemlemek adına tarama testlerine bu yaşlarda başlamakta yarar görülmektedir.

Pap smear testi; özellikle cinsel açıdan aktif olan kadınların düzenli aralıklarla bu testi yaptırması, kanserin erken tespiti ve tedavisi açısından hayati önem taşımaktadır. Jinekolojik muayene sırasında vajina içine spekülüm denilen araç yerleştirildikten sonra küçük bir fırça veya özel bir çubuk yardımıyla hücre örnekleri alınarak patolojik değerlendirme için laboratuvara gönderilir. Sonuçta servikste anormal hücre değişimleri olup olmadığı araştırılır. Kolaylıkla yapılabilecek bu işlem sırasında herhangi bir ağrı hissi yaşanmamaktadır.

Erken yaşlarda yapılan test sonucunda elde dilen sonuçlar normalse bir sonraki kontrolü üç yıl sonra yaptırmak ve hekimin yönlendirmeleri doğrultusunda hareket etmek gerekecektir.

Tarama testi sonucunda anormal hücre değişikliklerinin varlığının tespit edilmesi de kansere yakalanılacağı anlamına gelmemektedir. Bu durumda ayrıntılı inceleme ve anormal hücrelerin tedavisi yapılmaktadır. Hafif derecedeki hücresel değişiklikler çoğunlukla kendi kendine iyileşebilmektedir.

30 yaşından sonra ise ard arda yapılan kontrollerde sonuçlar normal olarak çıkarsa test aralıkları hekim kontrolünde olmak üzere 5 yılda bir devam edilmelidir.

Pap smear testinde doğru sonuçlara ulaşmak için kadınların da dikkat etmesi gereken bazı noktaları şöyle sıralamak mümkün: Testin adet dönemi dışında yaptırmak, işlemden 48 saat öncesine kadar cinsel ilişkide bulunmamak, vajinal duş yapmamak ve herhangi bir vajinal ilaç kullanmamak.

HPV DNA testi; özellikle 30 yaşından büyük kadınlarda Pap smear testi ile birlikte yapılabilmektedir. Aynı zamanda genç yaşlarda Pap smear testi sonuçlarında anormal sonuç almış kadınlarda da kullanılabilmektedir.

Rahim ağzı kanseri korunmasında HPV aşısı

Rahim ağzı kanseri için HPV aşısı ergenlikten itibaren genç kız ve kadınlara yapıldığında koruyuculuk oranı çok yüksektir.

Serviks kanseri oluşumu çok yavaş ilerleyen bir kanser türü olduğu için tarama çok büyük önem taşımaktadır. Bununla birlikte kanserin oluşmasında ana etken HPV enfeksiyonuna karşı koruma sağlamak amacıyla geliştirilen aşı, hastalığın etkenine karşı maruziyet oluşmadan önce önlem almayı sağlamaktadır. Enfeksiyon ortaya çıkmadan alınacak bu korunma önlemi birincil korunma olarak tanımlanmaktadır.

9-13 yaş grubundaki genç kızlara uygulanabilen HPV aşısı, üç doz olarak koldan yapılmaktadır. Aşı uygulamasının uzun dönem koruma etkisi henüz tam olarak bilinmemektedir. Dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli nokta ise, HPV aşısının sadece koruma etkisi bulunduğu için tarama testlerinin ihmal edilmeden yapılması gerektiğidir.

 

 

 

RAHİM EGZAMASI

Rahim egzaması nedir? Belirtileri ve tedavisi
Kronik bir hastalık olan rahim egzaması kadınların en temel sorunlarından bir tanesidir. Rahim egzaması nedir? Rahim egzamasının nedenleri, belirtileri ve tedavisi…Merak edilenleri haberimizde bulabilirsiniz…

Kadınların hayatını kâbusa çeviren rahim egzaması ile ilgili merak ettiğiniz tüm soruların cevaplarını haberimizde bulabilirsiniz… Rahim egzaması nedir? Rahim egzamasının belirtileri ve tedavisi…
RAHİM EGZAMASI NEDİR?
Rahimden gelen cerahatli akıntının neden olduğu bir çeşit egzamadır. Rahimde veya vajina çevresinde kızarma ve şişlikler görülür. Bu şişlikler bir süre sonra su toplayıp, kabuklanır. Kaşıntı, zonklama ve yanma hissedilir.
RAHİM EGZAMASI BELİRTİLERİ
Kronik bir rahatsızlık olan rahim egzaması, rahimden gelen iltihaplı akıntının sebep olduğu bir egzama çeşididir. Rahim egzamasında vajina çevresinde kızarma ve şişlikler görülmektedir. Bu şişlikler belli bir süreden sonra su toplayıp, kabuklanmaya başlar ve şiddetli kaşıntı, zonklama ve yanma hissedilmeye başlanır.
Rahim egzaması, başka hiç bir belirti bulunmasa ya da hasta tarafından iletilen herhangi bir akıntı, kaşıntı şikayetleri olmasa dahi konunun uzmanı hekimler mantar ve egzamanın varlığını, muayene sırasında vajinadaki kızarıklık sayesinde kolaylıkla tespit edebilirler. Çoğunlukla ekstradan herhangi bir inceleme yapmaya gerek kalmamaktadır; fakat doktor tarafından gerekli görülürse vajinal kültür alınabilir ya da mikroskopik inceleme gibi çeşitli yöntemlere başvurulabilir. Tanı koyması oldukça kolay olan egzamanın varlığı hastanın şikâyetlerinden bile kolayca anlaşılabilmektedir. Bu tür enfeksiyonlar çoğu kadında oldukça sık görülmekte ve tedavisi de kolayca yapılabilmektedir.

RAHİM EGZAMASI TEDAVİSİ
Rahim egzaması, tedavisi tam olarak yapılamayan, nedeni de tam olarak bilinemeyen bir hastalıktır. Egzamaya sebep olan çok farklı faktörler bulunmaktadır. Bütün egzama rahatsızlıklarında olduğu gibi rahimde egzama da kesin tedavisi olmayan hastalıklar sınıfındadır.
Rahim egzaması, ilaçlarla ve antibiyotik tedavisiyle kontrol altına alınabilir. Alerjik egzama söz konusu ise kortizon uygulanabilmekte, bir takım koruyucu nemlendirici kremler de destek olarak kullanılabilmektedir.
Rahim egzaması kronik bir rahatsızlık olduğu için stresten mutlaka uzak durulmalıdır. Ayrıca su ve sabun mümkün olduğunca uzak kalınması gerekenler arasındadır. Su yerine ise hastalar permanganatlı su ve rivanolllu su kullanmalıdır. Beslenmeye çok dikkat edilmeli, acıdan ve baharattan uzak kalarak perhiz yaparak rahim egzamasının artması önlenmelidir.

 

 

 

 

RAHİM İÇİ İLTİHABI (ENDOMETRİT)
Rahim içi tabakasının iltihabı sık görülen bir durum değildir.

Genellikle altta yatan bir etken olmadan enfeksiyon olmaz çünkü rahim içi tabakası; vajenin asidik Ph’ı, rahim ağzı salgıları ve her ay dökülüp daha sonra yenilenen tabakası ile enfeksiyona karşı doğal olarak dirençlidir.

Bu doğal bariyerlerden birinde sorun olması durumunda enfeksiyon gelişir. Doğum, düşük, erken membran rüptürü, rahim içine yönelik operasyonlar, spiral, kanser, polip varlığı gibi durumlarda endometrit oluşabilir.

Endometrit kaça ayrılır?
Kronik endometrit: Hastanın herhangi bir şikayeti olmayıp jinekoloğun kontrolü sırasında fark edilmesi ile ortaya çıkabilir. Bunun yanı sıra hastada süregelen kasıklarda huzursuzluk ve hafif ağrı şikayeti bulunabilir. Bazen adet sonrası ara kanama ile kendini gösterir. Kronik endometrit nadiren kısırlığa yol açar. Tanı endometrial biyopsi ile konur. Uygun antibiyotik ile tedavi edilir.
Akut endometrit: Rahimde aşırı hassasiyet mevcuttur. Tüplerin iltihabı ile beraberlik gösterebilir. Klamidya ve Gonorenin neden olduğu akut endometrit unutulmamalı ve hastanın tedavisi bu iki ajan göz önünde bulundurarak yapılmalıdır.

 

 

 

 

RAHİM KANAMASI

Rahmin içi iki katmandan oluşmaktadır. İnce iç tabakaya endometriyum, kalın dış kas duvarına ise miyometriyum denir. Endometriyal doku devamlı olarak kendini gebeliğe hazırlar ve döllenme olmadığı takdirde endometriyal astar adet döneminde kanamayla birlikte vücuttan atılır. Kanamanın yedi güne kadar sürmesi normaldir. Fakat kanama süresinin normalden uzun sürmesi, kanamanın 80 ml’den fazla olması, kanama dönemlerinin farklılık göstermesi anormal olarak düşünülmelidir. Adet dönemi yaklaşık 28 gün sürer, fakat bundan daha uzun ve kısa olabilir. Eğer dönem 35 günden daha fazla veya 21 günden kısa ise anormal olarak düşünülmelidir. Menopoz döneminde yumurtlama durur ve astar büyümeyi keser. Bu evreden sonra herhangi bir rahim kanaması anormal sayılır.
ANORMAL RAHİM KANAMASININ SEBEPLERİ NELERDİR?
Anormal rahim kanamalarına neden olan çoğu durum herhangi bir yaşta ortaya çıkabilir.
Kız çocuklarda ilk adet döneminden önce görülen tüm kanamalar anormaldir. Bunun sebebi çocuğun yaşadığı bir travma, genital bölgedeki iltihaplanma veya üriner sistem sorunları olabilir.
Ergenlik dönemindeki birçok kişi ilk adet döneminden sonraki birkaç ay boyunca düzensiz kanamalar geçirebilir. Bu genellikle kişinin hormonal döngüsü normale döndüğünde kendiliğinden düzelir. Düzensiz kanama devam ederse ve kanama ağır ise anormal rahim kanaması olarak değerlendirilebilir.
Menopoz öncesi tüm kadınlarda yaşanan anormal rahim kanamalarının sebepleri:
– Gebelik
– Enfeksiyon
– Kanama bozukluğu (pıhtılaşma bozukluğu veya trombosit anormallikleri)
– Hormon seviyelerindeki ani değişiklikler
– Hormonal doğum kontrol yöntemleri
– Rahim miyomları (rahim kas tabakasındaki kansersiz kitleler)
– Endometrial polipler (rahim boşluğunda genellikle iyi huylu olan doku gelişimi)
– Rahim adenomiyozu (endometriyumun miyometriyuma dönüşmesi)
– Rahim kanseri geçmişi
ANORMAL RAHİM KANAMASI DEĞERLENDİRMESİ
Kanamanın ilk değerlendirmesi hastadan alınan bilgilerle başlar. Kanamanın süresi, miktarı, kanamayla birlikte yaşanan semptomlar (ağrı, ateş, vajinal koku gibi), kanamanın cinsel ilişki sonrası meydana gelip gelmediği, kadının tıbbi geçmişi, kanama problemleri olup olmadığı, aldığı ilaçlar, kilo değişimleri, son dönemde yaşanan stres veya vücudu zorlayan fiziksel hareketler ilk değerlendirmede öğrenilmesi gereken bilgilerdir.
İlk değerlendirmeden sonra fiziksel pelvik muayene ile kanamanın rahimden kaynaklandığının doğrulanması gerekir. Pelvik muayene sırasında açık yaralar, kesikler ve tümörlerin varlığı kontrol edilir, rahmin boyut ve şekli incelenir.
Laboratuvar testleri: Anemi, kan pıhtılaşması veya tiroid hastalığı, karaciğer veya böbrek sorunları gibi genel vücut koşulları ile ilgili sorunları belirlemek için kan testleri uygulanır.
Yumurtlamayı kontrol etmek için yapılan testler: Hormonal düzensizlikler anormal rahim kanamalarına sebep olabildiğinden, kadının normal dönemlerinde yumurta üretip üretmediğini kontrol etmek amacıyla testler uygulanabilir.
Endometriyal değerlendirme: Endometriyal kanseri, rahim miyom veya polipleri gibi yapısal anormallikleri değerlendirmek amacıyla endometriyumu (rahim astarını) değerlendiren testler uygulanabilir. Bu testler şunlardır:
• Endometriyal Biyopsi: İnce bir enstrüman yardımıyla küçük bir endometriyal doku örneği alınır. Fakat bu örnek yalnızca küçük bir kısmı örneklendirdiğinden bazı kanama sebeplerini göstermeyebilir ve farklı testler gerekebilir.
• Transvajinal Ultrason: Ultrason bir organın şeklini ve yapısını görüntülemek için ses dalgalarının kullanıldığı bir yöntemdir. Transvajinal ultrasonda ultrasonun probu rahme daha yakın olacağından rahmin net bir görüntüsünü sağlar. Görüntü rehberliğinde rahim astarı değerlendirilir. Menopoz sonrası kadınlarda ince bir endometriyal astar bulunur. Menopoz sonrası rahim kanaması olan kadınlarda endometriyal astar 4 veya 5 mm’den kalın ise endometriyal biyopsi gerekli görülebilir.
• Salin infüzyon sonografisi (sonohisterografi): Transvajinal ultrason öncesi rahme enjekte edilen, steril salin adı verilen bir solüsyon sayesinde rahim içindeki lezyonlar daha kolay tespit edilebilir.
• Histeroskopi: Rahim ağzından rahme uzatılan küçük bir kamera sayesinde rahmin iç kısmı görüntülenir. Bu işlem sırasında doku örneği de alınabilir.
• Dilatasyon ve Kürtaj: Rahim ağzı genişletilerek endometriyal veya rahim dokusu çıkarılır. Genellikle anestezi gerektirir.
ANORMAL RAHİM KANAMASI NASIL TEDAVİ EDİLİR?
Doğum kontrol Hapları: Genellikle hormonal değişikliklerden kaynaklanan rahim kanamalarının tedavisinde kullanılır. Düzenli yumurta üretmeyen kadınlarda düzenli kanama döngüsü oluşturmak ve rahim astarının aşırı büyümesini önlemek için kullanılabilir. Yumurta üretimi düzenli olan kadınlarda ise aşırı adet kanamalarını kontrol etmek amacıyla kullanılabilir. Menopoza geçiş döneminde ise adet döngüsünü düzenlemek ve rahim astarının aşırı büyümesini engellemek için kullanılabilir.
Progesteron: Yumurtalık tarafından üretilen bu hormonun kullanımı yumurta üretimi düzenli olmayan kadınlarda aşırı kanamanın önlenmesinde veya tedavisinde etkili olur.
Intrauterin cihazı: Vajina ve rahim ağzından rahme sokulan T şeklinde cihazlardır. Progesteron salgılayan bu cihazlar adet kanamasındaki kan kaybını yarı yarıya azaltır ve cinsel ilişki sırasındaki ağrıları ortadan kaldırır. Bazı kadınlarda intrauterin kullanımıyla adet kanaması sona erer fakat cihaz kaldırıldığında tekrar başlar.
Anormal Rahim Kanamasının Tedavisinde Kullanılan Cerrahi Yöntemler:
Anormal rahim yapılarını çıkarmak için ameliyat gerekebilir.
Endometriyal ablasyon: Çok yüksek veya çok düşük ısı ile, elektrik enerjisi veya lazer ile rahim astarının yok edilmesidir. Genellikle doğum yapmış ve adet kanamaları çok ağır olan kadınlarda kullanılan bir yöntemdir.
Miyomektomi: Anormal kanama sebebi miyomlar ise miyomların kan dolaşımı kesilerek (rahim arter embolizasyonu) vücuttan çıkarılabilir.
Histerektomi: Yumurtalıklarla birlikte veya yumurtalıklar bırakılarak rahmin vücuttan çıkarılmasıdır.
Miyomektomi ve histerektomi için kullanılan cerrahi yöntemler şunlardır:
Robotik Cerrahi
(Robot Yardımlı Minimal invaziv Cerrahi):
Cerrah ameliyathanede bulunan cerrah konsolunda 3 boyutlu gerçek görüntü rehberliğinde ameliyatı gerçekleştirir. Hastanın başında bulunan bir diğer cerrah ameliyat süresince gerekli enstrüman veya malzemeleri ameliyata dahil ederek konsoldaki cerraha yardımcı olur. Robotun insan elinden daha fazla hareket kabiliyetine sahip enstrümanları sayesinde çok dar alanlarda özgürce hareket edebilen cerrah, ameliyatı büyük bir titizlikle gerçekleştirir. Hastanın karın bölgesinde açılan küçük kesilerden gerçekleştirilen ameliyat miyomlar (miyomektomi) veya rahim (histerektomi) çıkarılarak sonlandırılır. Kanserli olmayan rahmin alınması (Benin Histerektomi) için cerrah hastanın göbek deliğinden tek bir küçük kesiyle de operasyonu gerçekleştirebilir.
Hastanın koşulları uygunsa ileri yaşantısında hamile kalabilmesi için miyomektomi tercih edilmelidir. Fibroidler yani miyomlar kanserli tümörler olmadığından lenf düğümlerinin çıkarılmasına gerek yoktur.
Açık Cerrahi:
Hastada açılan büyük bir kesiden gerçekleştirilen operasyonda en büyük avantaj cerrahın dokuları hissederek operasyonu gerçekleştirmesidir. Az sayıda veya küçük miyomların tedavisinde tercih edilen bir yöntem değildir. Çünkü hastada açılan kesinin büyüklüğü iyileşme süresiyle doğru orantılı olduğundan açık cerrahi yöntemi hastanın günlük aktivitelere dönüş süresini arttırır. Açılan kesiden miyomlar veya rahim çıkarılarak ameliyat sonlandırılır. Hastanın hamile kalma şansının devam etmesi için uygun durumlarda miyomektomi seçilmelidir.
Laparoskopik Cerrahi
(Minimal İnvaziv Cerrahi):
Robotik cerrahide olduğu gibi ameliyat küçük kesilerden gerçekleştirilerek hastanın iyileşme süresinin hızlı olması sağlanır. Cerrah monitör aracılığıyla ameliyathaneye aktarılan, hastanın içinin 2 boyutlu görüntüsü rehberliğinde laparoskopik aletlerle miyomları ya da rahmi vücuttan çıkararak ameliyatı gerçekleştirir.
Vajinal Cerrahi:
Hastanın vajinasına bir kesi yapılarak gerçekleştirilir. Cerrah miyomları veya rahmi bu kesiden çıkardıktan sonra vajinayı dikip kapatarak operasyonu sonlandırır.

 

 

 

 

RAHİM KANSERİ

Rahim kanseri nedir? Belirtileri, nedenleri ve tedavisi
Rahim kanseri, kadınlarda en sık görülen ikinci kanser türüdür ama erken evrede saptandığında tedavide başarısı çok yüksektir. Tıp dilinde Endometrium Kanseri olarak ta isimlendirilen bu hastalık, rahim kası ve rahim içi döşemesini (endometrium) ve bazı vakalarda rahim ağzını tutabilir. Rahim kanseri genellikle 50 yaş üzeri kadınlarda görülen bir kanser türüdür. Daha çok az gelişmiş ülkelerde görülür ve en önemli nedeni HPV enfeksiyonudur. Düzensiz kanamalar, kötü kokulu vajinal akıntı, ağrı, kilo kaybı rahim kanserinin genel belirtileri arasında ilk akla gelenlerdir. Rahim kanserinin risk faktörlerini ve tehlike işaretlerini bilmek korunmak için büyük fayda sağlamaktadır.
Rahim kanseri nedir?
Endometrium yada uterus kanseri olarak ta isimlendirilen rahim kanseri, kadın üreme organını etkileyen çok yaygın bir kanser türüdür. Menopoz geçirmiş olan kadınlarda anormal vajinal kanama, geçirmemiş olan kadınlar da ise adetler arası kanama geçirme en önemli belirtisidir. En yaygın tedavi rahim alma ameliyatı olan bir histerektomidir. Bazen ameliyat aynı zamanda yumurtalık ve fallop tüplerini de içerir. Diğer tedaviler arasında hormon tedavisi, radyoterapi ve kemoterapi bulunur. Uterin kanser genellikle menopozdan sonra olur.
Rahim kanseri belirtileri
• Menopoz sonrası yaşanan vajinal kanamalar
• Vajinadan gelen az kanlı fakat, sulu ve kokulu akıntı
• Cinsel ilişki sonrası kanama
• Menopoza girmemiş kadınlarda adet dönemleri arasında kanama
• Cinsel ilişki sonrası ağrı,
• Karında ağrı ve karında rahatsızlık hissi
• İleri evrelerinde halsizlik, kilo kaybı ve kabızlık görülebilir
• Cinsel ilişki sonrası veya banyo yaptıktan sonra kanama
• 7 günden uzun süren kanama
• Her 21 günde veya daha sık görülen adet kanaması
• Menopoza girdikten 1 sene sonra meydana gelen kanamalar
• Karnın alt kısmında ağrılar ve/veya şişlik

Rahim kanseri nedenleri
Rahim kanserine neyin neden olduğunu tam olarak bilemiyoruz fakat bu hastalıkla ilişkili bazı risk faktörleri vardır. Birçok rahim kanseri hormon bağımlıdır. Bir kadındaki hormon düzensizliği rahim kanserine neden olabilir. Kadında overler (yumurtalıklar) tarafından salgılanan ve adet siklusunu düzenleyen östrojen ve progesteron adlı hormonlar vardır. Bu hormonların düzenli salınımı her ay devam eder.
Endometrium kanserinde bilinen nedenler ve riskler; erken yaşta başlayan adet, gecikmiş menapoz, kısırlık ve obezite (şişmanlık) gibi kadında östrojen miktarını artıran durumlardır
Rahim kanseri risk faktörleri
Rahim kanseri en sık görülen jinekolojik kanserdir. Her 100 kadının 2 veya 3’ü yaşamları boyunca rahim kanseri olurlar. Rahim kanseri 40 yaşından küçük kadınlarda nadir görülür. En sık 60 yaş civarında görülür. Bazı kadınların diğerlerinden daha fazla riski vardır (bkz kutu). Bazı risk faktörleri öströjen kullanımı ile ilişkili olabilir. Öströjen, kadınların yumurtalıklarında üretilen bir hormondur.
Bazı faktörler kadınların rahim kanseri riskini artırabilirler;
• Şişmanlık
• Düzensiz adet görme
• Hiç çocuk sahibi olmama
• Kısırlık
• Meme kanserini tedavi etmek veya önlemek için tamoksifen kullanımı
• Ailede rahim kanseri öyküsü olması
• Şeker hastalığı, yüksek tansiyon, safra kesesi hastalığı veya tiroit hastalığı
• Menopoz tedavisi için uzun dönem progesteronsuz öströjen kullanımı
• Uzun dönem yüksek dozlu doğum kontrol hapları kullanımı
• Sigara
Rahim kanseri teşhisi nasıl konulur?
Hiçbir şikayeti olmayan kadınlarda rahim kanseri için herhangi bir tarama testi yoktur. Fakat rahim kanseri olan çoğu kadında erken belirtiler vardır. Rahim kanseri teşhisi için birçok yöntem kullanılabilir:
• Endometrial biyopsi: İnce birplastik kateterle rahmin içinden küçük bir miktar dokunun alınıp mikroskopla incelendiği bir tetkik. Bu, anormal hücreleri kontrol etmenin ilk adımı olacaktır.
• Vajinal ultrason: Rahim içi döşemesinin kalınlığını ve rahmin büyüklüğünü kontrol etmek için ses dalgalarının kullanıldığı bir tetkik.
• Histeroskopi: Rahmin içini gözlemek veya cerrahi müdahale yapmak için ince, ışıklı bir teleskopun kullanıldığı cerrahi bir işlem
• Kürtaj: Rahim ağzının genişletilip rahmin içinden dokuyu nazikçe kazıyarak veya şırınga ile çekildiği bir işlem.
Rahim kanseri tedavisi
Tedavinin şekli sağlığınıza ve durumunuza bağlıdır. Sizin için hangi seçeneğin en iyisi olduğu hakkında doktorunuzla konuşun.
Hastalara uygulanan ameliyatların çoğu karından yapılır. Nadiren vajinal veya laparoskopi ile yapılabilir. Kanser rahimde olsa bile rahim kanseri olan hastaların yumurtalık kanseri riski artmış olduğu için yumurtalıklar da alınabilir. Alt karın bölgesindeki lenf düğümleri de kanserin yayılıp yayılmadığını görmek için alınabilir.
Rahim içi kanseri radyasyon (ışın) tedavisi
Radyasyon tedavisi hastalığın evresi temelinde ameliyattan sonra yapılabilir. Nadir olmakla birlikte bazı kadınlar tek başına radyasyonla tedavi edilirler. Radyasyon yüksek enerjili ışınlarla kanser hücrelerinin çoğalmasını durdurur. Tedavi genellikle haftalar sürer ve özel bir merkeze günlük gitmeyi gerektirebilir.
Rahim kanseri için diğer tedaviler
Diğer rahim kanseri tedavileri kemoterapi ve hormon tedavisidir. Bazı kadınlar, progesteron hormonunun sentetik bir versiyonu olan progestin ile tedavi edilebilir. Bu tedavi şekli aşağıdaki durumlarda denenebilir:
• Ameliyat bir seçenek değilse
• Tetkikler kanserin yayıldığını veya ameliyat yada radyasyondan sonra tekrar çıktığını gösteriyorsa
• Genç bir hasta gelecekte bir çocuk istiyorsa
Rahim kanserinden korunma yöntemleri
Doğum kontrol ilaçlarının rahim kanseri riski azaltıcı etkisi vardır. Bu koruma, ilaçların kullanımından sonraki 10 yıl devam eder. Şeker hastalığının kontrol altına alınması ve uygun vücut ağırlığının yakalanması rahim kanseri riskini azaltır. Eğer menapozal belirtileriniz varsa ve östrojen replasman tedavisi almayı düşünüyorsanız doktorunuzdan rahim kanseri riski hakkında bilgi alınız.
Birçok rahim kanseri yıllar içerisinde ve çoğu daha zararsız olan problemlerin devamı olarak oluşur. Hiperplazi rahmin artmış büyümesi sebebiyle olan daha az ciddi bir durumdur. En fazla görülen basit hiperplazi ilaçla tedavi edilebilir ve çok az oranda rahim kanserine neden olabilir. Ancak diğer hiperplazi tiplerinde kanser gelişme riski fazladır. Progesteron tedavisi, histerektomi tedavide düşünülebilir.
Rahim kanseri öldürür mü?
Rahim kanseri, ölümcül bir kanser türü olmasına rağmen tedavi başarısı çok yüksektir. Eğer hastalık kanseri erken tespit edilir ve tedavi edilirse 10 kadının 9’u iyileşebilir. Bu nedenle hastaların belirtiler konusunda bilgi edinmesi ve aşağıdaki bulgular ortaya çıktığında mutlaka doktora gitmesi gerekir.
Rahim kanseri ile yaşamak ve hastalara öneriler
• Radyasyon almamış olan kadınların tedavinin işe yaradığından emin olmak için 2-3 yıl boyunca 3-4 ayda bir doktorlara görünmeli sonrasında ise yılda iki kez gitmelidir.
• Radyasyon almış kadınlar doktorlarını daha seyrek görebilirler. Hastalığı birinci evredeki kadınların % 85-90’ı tedaviden sonraki 5 yıl boyunca hiçbir kanser bulgusu göstermezler. Tamamen iyileşme şansı daha ileri hastalıkta düşer.
• Rahim kanseriniz varsa doktorunuzla konuşun. Çoğu vakada rahim kanseri tedavi edilebilir. Doktorunuz ve bakımınızla ilgili diğer kişiler iyileşmenize ve sağlıklı kalmanıza yardımcı olabilirler.
• Rahim kanseri hayatınızı belirli şekillerde etkileyebilir. Örneğin, histerektominiz varsa cinsel yaşamınız etkilenebilir. Fiziksel olarak cinsel ilişkiye girmek bazen zorlaşabilir.

 

 

 

RAHİM SARKMASI

Rahim sarkması neden olur?
Rahim sarkması yaşam kalitesini bozan fakat hayati tehlikeye sebep olmayan kadınsal bir rahatsızlıktır. Rahim sarkması bazı kadınlarda vajinayı elle kontrol ederken bile hissedilebilir. Rahim sarkmasının nedenleri, belirtileri ve tedavi yöntemleri nelerdir?
Artan doğum sayısı ve ilerleyen yaştan dolayı rahmi sabitleyen bağlar yetilerini kaybeder. Genital organların vajina içine ve zamanla dışına doğru sarkmasına sebep olan ve organların çalışmasında büyük sorunlara yol açan rahim sarkmasının nedenleri, belirtileri ve tedavi yöntemlerini haberimizde sizler için derledik.
Rahim sarkması neden olur?
Çok doğum yapma
İri bebek doğurma
Kabızlık, menopoz
Genetik yatkınlık
Müdahaleli doğum
Kronik öksürük
Ağır iş yapma
Obezite
Birçok nedeni olan rahim sarkması genellikle tek başına olmaz. İdrar torbası ve kalın bağırsağın son kısmıyla birlikte sarkan rahim kadınlara büyük rahatsızlık vermektedir.
Rahim sarkması belirtileri nelerdir?
İdrar kaçırma
Cinsel ilişki sırasında yaşanan problemler (zorluk, acı)
Vajina kanaması
Vajinadan çıkıntı yapan rahim ve rahim ağzı
Bel ağrısı
Aniden gelen tuvalete çıkma isteği
Tekrarlayan idrar torbası iltihapları
Vajina akıntılarında artış
Sürekli ayakta durmak ve ağır kaldırmakta ağrılarınızı şiddetlendirebilir.

Rahim sarkması nasıl tedavi edilir?

Tedavi edilecek kadının yaşı, kaç çocuk doğurduğu, çocuk isteyip istemediği, kişinin genel sağlıkdurumu gibi etkenler tedavinin seyrini değiştirebilir.
Hastadan hastaya değişiklik gösteren rahim sarkması eğer yeni başlamış ise vajina kasları (kegel) egzersizleri ile problemlere çözüm üretilebilir. Fakat ileri derecedeki rahim sarkması için genellikle estetik cerrahi yönteminin kullanılır.
En genel tedavi şekli ise rahmin vajina içerisinden çıkarılarak ön vajina duvarlarındaki fazlalık kısımların alınmasıyla vajina daraltılma operasyonunun yapılmasıdır. Rahim sarkması tedavisinin en doğru yöntemini yine doktorunuzla yapacağınız tetkikler sayesinde öğrenebilirsiniz.
Rahim sarkmasını önlemek için neler yapılmalıdır?
Bu problemi önlemek için pek yöntem yoktur diyebiliriz. Yalnızca risk faktörlerini ortadan kaldırabilirsiniz. Ağır iş yapmamak, dengeli beslenip fazla kilo almamak buna bir örnek olabilir. Sürekli egzersiz yapmalı ve doktor kontrollerinizi devamlı hale getirmelisiniz.

 

 

 

RAHİMDE UR

Rahimde ur, Tıp dilinde myom olarak tanımlanan, rahim ağzında veya rahimde ortaya çıkan ve düz kas dokusundan gelişen iyi huylu tümörlerdir. Genel olarak pembemsi renkte yuvarlaktır ve rahim içerisinde her yerde ortaya çıkabilirler. Genç erişkinlerde pek görülmese de, rahimde ur vak’aları ortalama 35 yaş ve üzeri bayanların önemli bir kısmında oldukça sık görülmektedir.Menopoz dönemine girmiş bayanlarda rahimde ur oluşumları görülme sıklığı oldukça düşüktür ve doğurganlık dönemlerinde rahimde ur tanısı konulmuş bir çok kadında, menopoz dönemlerine girmelerini takiben rahimde ur oluşumları boyutlarında küçülmeler olmakta ve bu konudaki şikayetlerde azalmalar görülmektedir. Rahimde ur oluşumundaki sebepler tam anlamı ile açıklık getirilmese de, bu konu ile ilgili olarak rahim urlarının oluşma ve büyümesinde kadınlık hormonunu olan östrojen hormonunun neden olduğu gösterilmiştir. Genel kanı olarak rahimde oluşan urların çok düşük bir olasılıkla kansere neden olabileceği kabul edilmekle beraber, birçok bilimsel ve klinik çalışmalarında, bu oranın çok düşük olasılık olduğu ortaya çıkmıştır ve rahimde ur tanısı konulan kadınların kanser korkusu ile telaşlanmasına gerek yoktur.

Rahimde ur belirtileri

Rahimde oluşan urlar genel olarak herhangi bir belirti vermezler ve genel olarak rutin jinekolojik muayene sırasında çoğunlukla tesadüfen teşhis edilirler. Fakat rahim urları büyümeleri ve oluştukları yerlere orantılı olarak şu belirtiler ortaya çıkabilir.
• Adet kanamasında artış ve adet kanama süresinin uzaması
• Adet sonrası dönemde ortaya çıkan ara kanamalar
• Fazla miktarda adet kanaması nedeni ile görülen anemi
• İdrar torbasına baskı yapması nedeniyle sık idrara çıkma isteği
• Bağırsaklara bası yapması sonucu ortaya çıkan kabızlık
• Karında şişlik ve büyüme meydana gelmesi
• Adet dönemi veya cinsel ilişki esnasında kuyruk sokumu bölgesinde ağrıların oluşması
• Yumurta tüplerini veya rahmin ağzını kapatması nedeni ile kısırlığa sebep olması
Rahim içini urları çoğu zaman tekrarlayan düşüklere de sebep olabilirler. Rahimde ur teşhisi kolaydır ve genel belirtilerle muayeneye gelen bir kadında yapılacak basit bir jinekolojik muayenede, ultrason sonucuna bağlı olarak rahim ur tanısı konulabilir.

Rahimde ur tedavisi

Rahim urları genellikle küçük oldukları sürece herhangi şikayetlere neden olmaz tedavi gerektirmezler. Bunların dışında çok ciddi oranda belirti verenler ve doğurganlığı bile etkileyecek kadar büyük olanlar, kanser yahut benzeri kötü huylu tümörlerle neden olma özelliği bulunan tümörlerin tedavi edilmeleri gereklidir. Rahim urlarının tedavisi genellikle, hastanın şikayetlerine ve yaşamının geri kalan dönemine ilişkin düşüncelerine uygun olarak planlanır. Yaşamının ilerisi dönemleri için çocuk sahibi olmayı düşünmeyen, ailesini tamamladığını düşünen ileri yaştaki kadınlarda, yapılan teşhis sonunda rahimin büyük bir kısmı urlarla kaplandığı tanısı konulması durumunda en uygun tedavi seçeneklerinden birisi rahimin tamamen alınması olacaktır. Hatırdan çıkarılmamalıdır ki rahim hamile kalmak ve bebek taşıyıp doğurmaktan başka herhangi görevi yoktur. Genç ve doğurganlık olasılığı bulunan bir bayanda rahim urları teşhisi konulması ve oluşan rahim urlarının da çok ciddi şikayetlere de yol açması halinde, ortaya çıkan urların çıkarılması ve rahimin korunması gereklidir. Bu tedavi yöntemine myomektomi operasyonu denilir. Miyomektomi operasyonu ve rahim alınması operasyonları genellikle açık yapılmasına karşılık bazı hallerde Laparoskopi yöntemi ile kapalı yapılan operasyonlar şeklinde de olabilmektedir. Bu cerrahi müdahale endoskopik işlemler konusunda uzman bir hekim tarafından uygulaması gerekir.

 

 

 

 

RAHİMDE POLİP

Rahimde polip, kadınların önemli bir bölümünü etkileyen sorunlardan biridir. Rahmin iç tabakasındaki kalınlaşmayla rahimi içinde oluşan et parçası olan polip, kadınlarda menopoz dönemi öncesinde görülebileceği gibi, menopozdan sonra da etkili olabilir. Tümöre benzeyen bu et parçaları rahimden dışa doğru büyüme gösterebilir. Kötü huylu olma riskleri azda olsa, poliplerin kontrolü ihmal edilmemelidir.
Daha sonra ciddi sorunlarla karşılaşmamak için, poliplerin önemsenmesi gerekir. Özellikleri polipleri olan kadınların rahim kanseri bakımından değerlendirilmesi gerekir. Polipler büyüme gösterdikleri takdirde çeşitli sorunlara neden olabilir.
Rahimde polip belirtileri
Rahimde polip olması kadının adet düzensizliği yaşamasına, ara kanamalara, aşırı ve uzun süreli etkili olan kanamalara neden olabilir. Çünkü poliplerin belirtileri arasında en fazla görüleni kanamayla ilgili yaşanan sorunlardır.
Adet kanaması döneminde kramp etkisi gösteren ağrıların meydana gelmesi
Cinsel ilişkinin ağrılı geçmesi, kanama olması
Kadınların nedeni belirlenemeyen şekilde gebe kalamaması, gebe kalınsa bile düşükle sonuçlanması durumunda poliplerin varlığı dikkate alınmalıdır. Bu sorunun devam etmesi durumunda, kadınların tüp bebek tedavisini kullanarak gebe kalması sağlanabilir.
Rahimde polip tanısı nasıl konur?
Kadınlarda polip belirtilerinin meydana gelmesi halinde, yapılacak jinekolojik muayene sonrasında, yakınmalar değerlendirilir.
Muayenede histeroskopi yöntemiyle rahim ağzının optik cihazla değerlendirmesi yapılır. Küretaj ile alınan dokulara patolojik inceleme yapılır. Teşhisse yardımcı olmak için, rahme steril su konularak, ultrason tetkiki yapılabilir. Bu tetkik sırasında rahimde yapışıklık varsa, polipler görüntülemez. Ayrıca teşhise yardımcı olmak için, östrojen hormon takibi de yapılmalıdır.
Rahimde görülen polip türleri
Rahimde meydana gelen polipler farklı tiplerde olabilir. Östrojene bağımlı ortaya çıkan hiperplastik poliplerde hiperplazi özellikleri görülebilir. Kas dokusundan meydana gelenler fonksiyonel poliplerdir. Fonksiyonel ve hiperplastik poliplerin özelliklerini yitirerek büzüşmesi sonucunda oluşan atrofik poliplerde rahimde oluşabilir. Rahminde bazen çapı 1 cm den daha küçük olan yalancı polipler yani pseudo poliplerde görülebilir. Bunlar adet döngüsünün ikinci yarısında görülür ve adet kanamasının sonunda yok olurlar.
Rahimde polip tedavisi
Polipler kadında fazla yakınmaya neden olmuyorsa, gebe kalmayla ilgili sorun çıkarmıyorsa, yine de takip altında tutulmalıdır. Histeroskopi yöntemiyle rutin kontroller sırasında değerlendirilmelidir. Gerekiyorsa parça alınarak patolojik tetkik yapılmalıdır. Buna uygun şekilde tedavi planı yapılmalıdır. Rahmin iç tabakası örneklemesiyle polip oluşumuna engel olmaya çalışılmalıdır. Çünkü kadınların adet görmesini rahmin iç tabakası sağlar. Polipler nedeniyle adetlerde düzensizlik, aşırılık olmaması gerekir. Gerektiği takdirde kürtajla poliplerin alınması ve tekrar oluşmaması için çalışılmalıdır.

 

 

 

RAŞİTİZM

Raşitizm nedir? Raşitizm genetik midir? Raşitizm nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Her dönemde görülebilen ancak yetişkinlere nazaran 6 ila 36 aylık bebeklerde daha çok rastlanan raşitizm, erken devrede tedavi edilmezse kalıcı iskelet deformasyonlarına, boy kısalığına sebep olabilir. Şimdi, raşitizm nedir? Raşitizm genetik midir? Raşitizm nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında faydalı olacağına inandığımız bilgiler verelim…

D vitamini, kalsiyum eksikliği, genetik kusurlar, böbrek hastalıkları gibi nedenlerle ortaya çıkan raşitiz hakkında merak ettiğiniz tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz… Raşitizm nedir? Raşitizm genetik midir? Raşitizm nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

RAŞİTİZM NEDİR?
D vitamini, kalsiyum veya fosfat eksikliğinden kaynaklanan bir iskelet bozukluğudur. Bu besinler güçlü, sağlıklı kemiklerin gelişimi için önemlidir. Romatişizmli kişilerde zayıf ve yumuşak kemikler, büyüme bozukluğu ve ciddi vakalarda iskelet deformasyonları olabilir.
D vitamini, gastrointestinal sistemden kalsiyum ve fosfor emilimini arttırır. D vitamini eksikliği kemiklerde uygun kalsiyum ve fosfor düzeylerinin korunmasını zorlaştırır, bu da raşitizme neden olabilir. Süt, yumurta ve balık gibi çeşitli gıda ürünlerinden D vitamini alabilirsiniz. Vücudunuz güneş ışığına maruz kaldığınızda da D vitamini üretir.
D vitamini eksikliği vücudun yeterli miktarda kalsiyum ve fosfat tutmasını zorlaştırır. Bu meydana geldiğinde, kemiklerinizden kalsiyum ve fosfat salınmasına neden olan hormonlar üretir. Kemikleriniz bu minerallerden yoksun olduklarında zayıf ve yumuşak olurlar.
Raşitizm, en çok 6 ila 36 aylık olan çocuklarda görülür. Çocuklar büyümekte oldukları için raşitizm riski altındadır. Güneş ışığı az alan bir bölgede yaşıyorlarsa, vejeteryan tip bir diyetle besleniyorlarsa veya süt ürünleri içmiyorlarsa yeterli D vitamini alamayabilirler. Bazı durumlarda ise raşitizm kalıtsaldır.

RAŞİTİZM BELİRTİLERİ
– Kol, bacak, pelvis veya omurga kemiklerindeki ağrı veya hassasiyet
– Büyüme bozukluğu ve boy kısalığı
– Kemiklerde kırılma
– Kas krampları
– Diş deformasyonları, örneğin:
– Geç çıkan dişler
– Diş çürümesi
– Abseler
– Diş yapısında kusurlar
– Dişler arasında boşluklar
İskelet deformasyonu:
– Garip şekilli bir kafatası (kafatasının gövdeye göre büyük olması)
– Çarpık bacaklar
– Çıkıntılı bir göğüs kemiği
– Kavisli bir omurga
– Pelvik deformasyonlar
– El ve ayak bileklerinde genişleme
Çocuğunuz raşitizm belirtileri gösteriyorsa hemen doktorunuzu arayın. Çocuğun büyüme döneminde bozukluk tedavi edilmezse, çocuk bir yetişkin olarak çok kısa bir boya sahip olacaktır. Ayrıca bozukluk tedavi edilmezse deformasyonlar da kalıcı hale gelebilir.
RAŞİTİM NEDEN OLUR, RAŞİTİZM GENETİK MİDİR?
Çocuklarda raşitizmin birden fazla sebebi olabileceği gibi en sık karşılaşılan neden D vitamini eksikliğidir. Bunun dışında böbrek hastalıkları (Hipofosfatemik raşitizm, böbreklerin fosfatları düzgün işlenmesini önleyen nadir bir genetik bozukluktur. Kandaki düşük fosfat seviyeleri zayıf ve yumuşak kemik yapısına yol açar) ve genetik bozukluklar da raşitizmin nedenlerindendir.
RAŞİTİZM NASIL TEŞHİS EDİLİR?
Doktorunuz fizik muayene yaparak raşitizmi teşhis edebilir. Kemiklerdeki hassasiyet veya ağrıları hafifçe bastırarak kontrol ederler. Doktorunuz ayrıca aşağıdakiler de dahil olmak üzere raşitizm tanısı koymaya yardımcı olmak için bazı testler de isteyebilir:
– Kandaki kalsiyum ve fosfat seviyelerini ölçmek için kan testleri
– Kemik deforasyonlarını kontrol etmek için kemik röntgenleri
– Nadir durumlarda, bir kemik biyopsisi yapılabilir.
RAŞİTİZM TEDAVİSİ
Raşitizm tedavisi, vücuttaki eksik vitamin veya mineralleri tamamlamaya yöneliktir. Bu raşitizm ile ilişkili semptomların çoğunu ortadan kaldıracaktır. Çocuğunuzda D vitamini eksikliği varsa, doktorunuz mümkünse güneş ışığında daha fazla kalmalarını isteyecektir. Ayrıca balık, karaciğer, süt ve yumurta gibi D vitamini içeren gıda ürünlerini tüketmeye teşvik edeceklerdir.
Kalsiyum ve D vitamini takviyeleri de raşitizm tedavisinde kullanılabilir. Çocuğunuzun büyüklüğüne göre değişiklik gösterebileceğinden doktorunuza doğru doz hakkında bilgi verin. Çok fazla D vitamini veya kalsiyum yararlı değildir.
Genetik raşitizmde, hastalığı tedavi etmek için fosfat takviyeleri ve yüksek düzeyde özel bir D vitamini kombinasyonu gereklidir.

 

 

 

REFLÜ

Reflü, halk arasında mide reflüsü olarak bilinen gastro özofageal reflü[1] hastalığı, mide içeriğinin yemek borusuna geri kaçmasıdır. Kronik faranjit ve tipik boğazrahatsızlığına neden olabilir. Reflü, asitli mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun asitten kendini koruma özelliğinin yok olmasından kaynaklanır. Erişkinlerin yaklaşık %20’sinde reflü görülmektedir.
Mide içeriği, midenin salgıladığı hidrojen iyonu nedeniyle belirgin derecede asittir. Eğer onikiparmak bağırsağından mideye doğru safra geri akımı varsa, mideden yukarı çıkan içerik hem asit hem de safra içerir. Alkali özellikli olan safra da mide asidi gibi yemek borusunun tahrişine neden olur. Reflü hastalığı, asitli ve/veya safralı mide içeriğinin yemek borusuna gelmesi ve uzun süre temas etmesiyle yemek borusunun kendini asitten ve/veya safralı mide içeriğinden koruyamaması nedeniyle oluşur.
Yemek borusunun alt ucunda mide içeriğinin yemek borusuna geçişini engelleyen bir kapak mekanizması vardır. Reflü hastalarında en sık görülen özellik bu mekanizmanın gevşekliğidir. Bu durum sıklıkla mide fıtığıyla birlikte yaşanır. Mide boşalım bozukluğu ya da bozulmuş yemek borusu hareketi bu hastalığı tetikleyendiğer nedenlerdir.
Yemek borusunun alt ucunda mide içeriğinin yemek borusuna çıkmasını engelleyen iki mekanizma vardır.
Gastroösofagial reflü hastalığının ortaya çıkardığı belirtiler çok geniş bir spektrumayayılır. Bu belirtileri genel olarak tipik ve atipik bulgular olarak sınıflandırmak mümkündür. Tipik bulguların hemen hepsi mide-bağırsak sistemiyle ilintili iken; atipik bulgular diğer organ sistemleriyle ilintili yakınmalar oluşturur. Laringofaringeal reflü olarak adlandırılan ve öncelikle kulak-burun-boğazuzmanlarınca görülen hasta grubunda çoğu kez atipik bulgular belirgindir ve tipik yakınmalar hiç olmayabilir.
Tipik belirtiler
• Göğüste göğüs kemiği arkasında yanma
• Ağıza acı ekşi sıvı gelmesi
• Geğirme, şişkinlik
• Ağza gıda artıkları gelmesi
• Yutma güçlüğü, yutakta takılma duygusu
Atipik belirtiler
• Ses kısıklığı
• Gıcık öksürüğü
• Ağız kokusu
• Çarpıntı, kalbe baskı hissi
• Nefes darlığı, nefes yetmezliği duygusu
• Astım
• Diş çürüğü
• Süreğen yutak yangısı (kronik farenjit) – Hıçkırık
• Süreğen sinüzit

 

 

 

REKTAL PROLAPSUS

Rektal prolapsus (bağırsak sarkması)
Kronik kabızlık, aşırı ıkınma alışkanlığı gibi nedenlerle ama sıklıkla da sebebi bilinmeksizin, kalın bağırsağın son bölümünün anüsten dışarıya sarkmasına rektal prolapsus yani bağırsak sarkması adı verilir.

Pelvis bölgesini örten kasların zayıflığı, yaşlılık, çok sayıda doğum yapmış olmak risk faktörleri arasındadır.

Tedavisi

Açık ya da kapalı ameliyatla bağırsak sabitlenir. Ancak ameliyat sonrası dikkatli olunmazsa hastalık nüksedebilir.

 

 

 

Rektum Kanseri
Anüsten hemen önce gelen ve kalın bağırsağın en altında yer alan, dışkının geçici olarak depolanmasını sağlayan bölgeye rektum bölgesi adı verilir. Yaklaşık uzunluğu 0-12 cm’dir . İşlevsel olarak iki bölümden oluşan bölgenin üst bölgesi(üst rektum) dışkı birikimini sağlayarak yeterli bir hacme ulaştığında rektumu gererek dışkı hissinin oluşmasını sağlar. Kabızlık durumunun dışında alt kısım boş kalmaktadır.
Rektum Kanseri
Rektum bölgesindeki poliplerin kötü huylu tümörlere dönüşmesiyle ortaya çıkan kanserin erkeklerde görülme olasılığı kadınlara göre daha fazladır. Kanserin görülme sıklığı 35 yaşından sonra artsa da özellikle 50 yaş üstü kişiler risk grubu altındadır. Kişinin ya da ailesinden bir bireyin daha önce kalın bağırsak kanseri geçirmiş olması da kalıtsal yatkınlığı arttırmaktadır. Bunun dışında düzensiz beslenme (özellikle kırmızı et ve hayvansal yağların fazla tüketilmesi), sigara tüketimi,yetersiz fiziksel aktivite, obezite gibi çevresel faktörler de etkilidir.

Rektum Kanseri Belirtileri

• Dışkılama düzeninde değişiklik (tekrarlayan kabızlık, ishal durumları)
• Rektal kanama
• Dışkı çapında azalma
• Dışkılama güçlüğü
• Dışkının tam olarak boşalamaması
• Dışkıda kan görülmesi
• Perianal ağrı- anal sfinkter(büzgeç), sinir dokuları veya kemik tutulumunu, ağrılı dışkılama hissi ise büyük hacimli bir tümörü düşündürür.

Rektum ve Kolon Kanseri Arasındaki Fark

Kolon kanserlerinin yaklaşık %20’sini rektum kanseri olarak görülür. Kolon ve rektum yaklaşık 1.5 metre uzunluğunda karnın iç kısmında olan kalın bağırsak yapısıdır. Anüsten önce gelen ve leğen (pelvis)kemiklerinin içinde yer alan anüsten yukarı 11-12 cm’lik yapıda görülen kötü huylu tümörler rektum kanseri olarak adlandırılırken, leğen kemiklerinin dışında karnın iç kesimine doğru yer alan diğer bölümde görülen tümörler kalın bağırsak kanseri olarak adlandırılmaktadır. Kolon’dan ayıran ana özellik, anatomik yerleşiminin farklı olmasıdır. Daha fazla özel deneyim ve uzmanlaşmayı gerektirmektedir.

Rektum Kanseri Tanısı

“Digital(Parmak)” veya “kolonoskopi” ile anal kanal muayenesinde tümör tespit edilebilir. Kesin tanı endoskopik biyopsi ile konur. Ameliyat öncesi hastada karsinoembriyonik antijen (CEA) ölçümü yapılır, seviyesi tespit edilir. CEA ,hastaların %40’ında yararlıdır.Ameliyat öncesi MR çekilmesi zorunludur.
Bilgisayarlı tomografi, endorektal ultrason (ERUS), manyetik rezonans (MR) ve Pozitron Emisyon Tomografi’si (PET) yöntemleri de tanıya yardımcı olan yöntemlerdir.

Rektum Kanseri Tedavisi

Bu kanser türünde tedavi cerrahi iken şimdei ameliyat öncesi radyokemoterapi zorunlu hale gelmiştir.Ameliyat öncesi tedavi(radyoterapi ve kemoterapi) bağırsağın dışarı olarak kalıcı açılmasını önleme oranı %30’dan %67çıkararak önler. Tümörün evresi ve yaygınlığına göre total olarak rektum çıkarılması ya da sfinkter koruyucu girişimler ile kanserli bölgenin çıkarılması söz konusudur.
Kemoterapi uygulamaları, ameliyat sonrasında da, “nüks” riskini azaltmak için, çoğunlukla radyoterapi ve diğer kemoterapi ajanları kombine olacak şekilde uygulanır.

 

 

 

ROMATİZMA
Romatizma Nedir? Romatizma Belirtileri ve Tedavisi

Romatizma hemen hemen her yaşta görülen ve savunma mekanizmasında çeşitli bozukluklara yol açabilen bir hastalıktır. Toplumda çoğunlukla romatizmaya sıcak ya da soğuk havanın neden olduğu düşünülse de bu yanlış bir kanıdır. Romatizmakilolu kişilerde daha fazla ağrıya neden olup, eklemlerde şişlik, sıcaklık ve ağrı ile kendisini gösterir, tedavi edilmediğinde ciddi rahatsızlıklara neden olur.
Romatizmakelime olarak eski Yunan kökenli olup, eklemlerde kötü özellikli iltihaplı sıvı birikmesi anlamına gelir. Romatizmal hastalıklar genel olarak kronik (süreklilik gösteren) hastalıklardır. Yani bir kişiye romatizmal hastalıktanısı konduğunda, bu kişi bir anlamda hastalıkla yaşamayı öğrenmelidir. Romatizma sürekli ve düzenli olarak, doktor takibi ve ilaç kullanımını gerektirir.

Romatizma Belirtileri
Romatizma belirtileriarasında kas güçsüzlüğü, kas ağrısı, sırt ve bel ağrısı, ciltte döküntüler, tırnak değişiklikleri, deri sertliği, gözyaşı azalması, ağız kuruluğu, gözlerde kızarıklık, görmede ani azalma ve kayıp, uzun süreli yüksek ateş, parmaklarda renk solması, solunum sistemi ile ilgili belirtiler (Nefes darlığı, kuru öksürük, kanlı balgam vb.) görülür. Aynı zamanda;
• sindirim sistemi şikayetleri,
• böbrek fonksiyonlarında azalma,
• nörolojik belirtiler (Felç, bilinç değişiklikleri vb.)
• kalp ve dolaşım sisteminde yaşanan olumsuzluklar (Damarlarda pıhtı oluşumu, nabız kaybı vb.)
da romatizmal hastalıklarının belirtilerindendir. Kendine has belirtileri bulunan ve organ tutulumlarına neden olan romatizmal hastalıklarıntedavisi, günümüz koşullarında artık mümkündür. Eklem ve omurga romatizması yaşan kişilerde sıklıkla görülen şikayetler şöyle sıralanabilir;
• Eklemlerde ağrı, şişlik, hareket kısıtlılığı
• Sabahları eklemlerinde sertlik olması, daha sonra yavaş yavaş gevşemesi
• El parmaklarında soğukta beyazlaşma, sararıp solma
• Cilt altında bezeler
• Güneşte ciltte aşırı duyarlılık ve yaralar gelişmesi
• Ellerde veya vücudun herhangi bir yerinde deride sertlik
• Güçsüzlük, merdiven inip çıkamama, oturup kalkamama ve kaslarında ağrı – özellikle sabahları daha belirgin bel ağrısı ve tutukluk hali – Gözlerinde sık sık iltihaplanma (üveit)

Romatizma Tedavisi
Romatizma tedavisinde son yıllarda yeni ilaçların da kullanımı ile önemli başarılar sağlanmaktadır. Ancak yine de çoğu romatizmal hastalığın tamamen ortadan kaldırılması söz konusu değildir. Romatizma tedavisisürekli bir hekim-hasta işbirliği gerektirir. Zaman zaman hastalığınalevlenebileceği bilinmelidir. Romatizma tedavisinin bazı vakalarda ömür boyu devam edebileceği unutulmamalıdır. Romatizma tedavisinde amaç, şikayetlerin ortadan kaldırılması, olası ortaya çıkabilecek organ tutulumlarının önlenebilmesi ve hastanın yaşam konforunu en üst düzeyde sürdürmesini sağlamaktır. Romatizmal hastalıkların tedavisinde başta romatoloji olmak üzere, fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanı, ortopedi uzmanı ve gerektiğinde diğer uzmanlık dallarının ekip olarak çalışması gerekmektedir.
Romatizma, şeker hastalığı ve hipertansiyon gibi kronik bir hastalıktır. Bu nedenle romatizma tedavisi belli bir süre değil, ömür boyu sürebilir. Tedavi sırasında hastalığın şiddetine göre zaman zaman az, zaman zaman çok ilaç kullanmak gerekebilir. Romatizma hastalığını tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmasa da kontrol altına alınabilir. Kontrol altındaki romatizma birden alevlenebileceği için, hiçbir şikayet olmasa da sürekli doktor takibi şarttır.
İltihaplı Romatizma Belirtileri
Romatizma temel olarak iltihaplı romatizma ve iltihaplı olmayan romatizma olmak üzere 2’ye ayrılır. İltihaplı romatizma mikropların neden olduğu, bağışıklık sisteminin bozulması ve ürik asit gibi maddelerin yaptığı hasar sonucu oluşur. Genellikle çok sancılıdır. Hemen hemen tüm organlarda kendisini gösterebilir. Özellikle iltihaplı romatizma yaşlılara özgü bir hastalık değildir. Bebeklerde bile görülebilir. İltihaplı romatizmanın belirtileri arasında;
• Ellerde ve ayaklarda şişme
• His Kaybı
• İştah kaybı
• Şişkinlik
• Deri altında oluşan şişlikler
• Uykuda düzensizlik
görülmektedir. İltihaplı olmayan romatizma ise eklemlerde aşınma ve incelme ile görülüp kemik çıkıntısına neden olabilir. Genellikle kaza, düşme sonucu ortaya çıkar.
Romatizmal hastalıkları çeşitlerine göre 4’e ayrılır;
• Yumuşak doku romatizması; Bu romatizma en çok görülen tip olup, en önemlisidir. Selülit, omuz eklemi rahatsızlıkları ve dirseğin sürtünmesi sonucu oluşan rahatsızlıklar bu gruba örnek olabilir. Aynı zamanda kireçlenme, belkemiği romatizması, SLE, gut ve akut eklem romatizması da bu şekilde oluşur.
• Eklem romatizmaları.
• İç organ romatizmaları.
• Bunların bir arada olduğu tipler.

Romatizma Nedenleri
Romatizmal hastalıkların nedenleri genellikle vücutta eklemleri, kasları, kemikleri ve bunları birbirine bağlayan bağları etkileyen ve bu dokularda meydana gelen hasarlardır. Bu hasarlar eklemlerde şişliklere, kızarıklığa, hareket kısıtlamasına ve hatta şekil bozukluklarına yol açabilen rahatsızlıklara neden olur. Bazı romatizmalar sadece eklemleri değil, bağışıklık sistemini ve iç organları da etkiler. Romatizmal hastalıkların çoğunun kesin nedeni bilinmese de genetik faktörler, cinsiyet, çevresel faktörler ve yaş faktörleri önemlidir.
Romatizma Ağrısı
Romatizma ağrısı romatizma hastalığına sahip kişilerin en çok yakındıkları konuların başında gelir. Her eklem ağrısı romatizma mıdır? Elbette değil. Çoğu romatolojik hastalıkta ağrıya ek olarak eklemde şişlik, hareketlerinde kısıtlılık ve özellikle güne başlarken eklemlerinde sertlik hali söz konusudur. Toplumda çoğunlukla romatizma kelimesi ağrıyla eşdeğer şekilde kullanılmaktadır ama bu doğru değildir. Ağrının romatizmal hastalığın göstergesi olup olmadığı hekim tarafından ayırt edilmelidir. Soğuk havaromatizma ağrılarını tetikler mi sorusuna ise şöyle yanıt verilebilir; soğuk havalarda ve nem oranının yüksek olduğu hallerde, eklem içinde bulunan az miktardaki kayganlaştırıcı sıvının akışkanlığı ve dağılımı değişir. Bu nedenle ağrı ve sızı olması doğaldır. Bu durum sağlıklı bireylerde de görülür, kişisel duyarlılıklar önemlidir. Ancak soğuk hava romatizmaya neden olmaz ve tek başına romatizmayı düşündürmez.
Romatizma İlaçları
Romatizma tedavisinde romatizmanın temel etkili ilaçlarıve yardımcı ilaçlar kullanılır. Romatizma ilaçlarıbağışıklık sistemi üzerine etkilidir. Düzenli hekim takibi, kan testleri takibi gerektirir. Romatizma tedavisindekortizon çok sık kullanılan, kimi zaman hayat kurtarıcı bir ilaçtır. Romatizma ilaçlarının mutlaka doktor kontrolünde kullanılıp, doktor kontrolünde bırakılması gerekir. Romatizma ilaçları hem hap şeklinde hem de iğne şeklinde kullanılabilir. Son yıllarda geliştirilen romatizma ilaçlarıyla romatizma tedavisinde çığır açılmıştır denebilir. Ayrıca egzersiz romatizma hastalıklarına egzersiz de çok iyi gelmektedir. Hareketleri sınırlanmış eklem ve omurganın esnekliğine kavuşması için, kas ağrılarında spazmın çözülmesi için çok önemlidir.
Romatizma Yaşlılarda Mı Görülür?
Romatizma yaşlılarda görülür kanısı doğru bilinen bir yanlıştır. Çoğu romatizmal hastalık genç yaşlarda başlamaktadır. Özellikle omurga romatizmaları genç erkekleri etkilerken, eklem romatizmaları doğurganlık çağındaki kadınlarda daha sık görülür. Genç erkeklerde ortaya çıkan bel ve kalça ağrıları mekanik sebeplere ve bel fıtığına yorulur, romatizma genellikle düşünülmez. Bu da çok erken yaşlarda omurga hareketlerinin kısıtlanmasına ve kişinin sakat kalmasına neden olmaktadır. Özellikle bel ağrısından şikayet eden genç yaş erkeklerin mutlaka omurga romatizması yönünden değerlendirilmesi gerekir. İleri yaşlarda özellikle yük taşıyan eklemlerde (diz, kalça, ayak bileği) başlayan ağrıların ve şekil bozukluklarının çoğunlukla nedeni kireçlenmedir.

Çocuklarda Romatizma Olur Mu?
Romatizma her yaşta olduğu gibi çocuklarda da görülür. Çocukluk yaş grubuna özgü romatizma tipleri bulunmaktadır. Eğer erken teşhis edilip tedavi edilmezse, kalıcı sakatlıklara ve gelişme geriliğine neden olabilmektedir.Çocuklarda romatizma konusunda daha fazla bilgi almak isterseniz makalemizi okuyabilirsiniz.
Romatizma Genetik Midir?
Romatizmal hastalıkların nedenleri arasında genetik yapının önemi büyüktür. Bu durumda ailede romatizmal hastalık olması aynı veya farklı bir romatizmal hastalık için yatkınlık olduğunu düşündürür. Ama bu hiçbir zaman kesinlik taşımaz, bilenemeyen çevresel koşullara maruz kalınmazsa hastalık ortaya çıkmayabilir. Romatizmal hastalıktan kuşkulanılan kişinin ailesinde de romatizma olması tanıyı kuvvetlendirir. Ancak ailesinde romatizma olduğu bilinen sağlıklı bir kişide romatizma gelişeceğinin göstergesi değildir.
Hamilelik ve Romatizma
Romatizması olan kadınların hamile kalmasında bir sakınca olmaması romatizmanın tipine göre, iç organlarda harabiyet olup olmamasına göre değişir. Hastalığının o dönemde aktivitesi azalmış ve kontrol altına alınmışsa, uzun süredir hastalık şiddetinde alevlenme olmamışsa ve bazı incelemelerden sonra gebeliğe izin verilebilir. Bu süreçte çok sıkı takip gerekir.
Bazı romatizmal hastalıklar gebelik esnasında alevlenip artış gösterirken, bazıları tamamen sessizleşir. Hekim onayı alınmadan gebe kalınmamalıdır. Tedavide kullanılan bazı ilaçların uzun süren etkilerinin olması nedeniyle ilaç kesildikten sonra da bir süre beklemek gerekmektedir. Bulaşıcılık gibi bir durum söz konusu değildir. Ama anne kanından bebeğe geçebilen bazı maddeler nedeni ile bazı romatizmal hastalıklarda bebeğin ilk günlerinde olumsuzluklar olabilir, ancak bu geçici bir durumdur. Örneğin; lupuslu gebeden doğan bebek lupuslu doğmaz. Genetik yapıyı taşıyabilir ama ilerleyen yıllarda lupus hastası olup olmayacağı söylenemez.
Kaplıca tedavisi romatizmaya iyi gelir mi?
Genel olarak iltihaplı eklem romatizmalarına kaplıca ve sıcak uygulamalar iyi gelmez. Hatta aktif hastalık esnasında şikayetleri daha da artırabilir. Kireçlenmede ise yararlı olabilir. Kaplıcaya gitmeye karar vermeden önce doktor onayı alınması önemlidir.

 

 

 

SAÇ DÖKÜLMESİ
Saç Dökülmesi Neden Olur? Nasıl Önlenir?
Saç dökülmesi mevsimsel değişiklikler, stres, demir eksikliği, hormon bozuklukları nedeniyle meydana gelebilir. Ancak uzun süreli saç dökülmeleri ciddi hastalıkların belirtilerinden biri olabilir. Mevsimsel değişiklikler, stres, demir eksikliği ve hormon bozuklukları saç dökülmesine neden olabilir.
Saç Dökülmesi Nedir?
Sağlıklı bir saç derisinde ortalama 100 bin adet saç bulunur ve erişkinlerde yıkanma ve taramaya bağlı olarak günde ortalama 100-150 adet saç teli dökülmesi normal kabul edilir. Saç dökülmesi; hormonal ve besinsel faktörler, kimyasal maddelere maruz kalmak, genetik yatkınlık, sistemik hastalıklar, kıl gelişimi bozuklukları, ilaçlar, psikolojik stres ve saçlı deri hastalıklarına bağlı olarak ortaya çıkabilmektedir. Sağlıklı bir insanda saç dökülmeleri 2 aya kadar sürebilmektedir. Yılda 3 kez tekrarlanan saç dökülme süresinin 2 ayı aşması ise bazı ciddi hastalıkların habercisi olabileceği gibi uzman yardımı alınmasını gerektirebilir. Saç dökülmesigenellikle tetikleyici faktörden 3-4 ay sonra başlamakta ve bu faktörler tedavi edildikten 6-12 ay sonra normale dönebilmektedir.
Her saçın ömür süresi kabaca üçe ayrılır. Büyüme evresi en uzun süren evredir, bu evrede saç ortalama ayda 1 cm uzar. Bu evreyi tamamlayan saç daha sonra birkaç hafta süren dinlenme evresine girer. Ortalama 2-3 hafta süren bu evreden sonra da saç dökülme evresine girecektir. Dökülme evresine giren saç, saç folikülü ile olan bağlantısını kaybeder ve 2-4 ay içinde dökülür. Bu süre, saça yapılan, tarama, fırçalama, yıkama işlemleri ile daha da kısaltılabilir ancak uzatılamaz. Bu sürenin sonunda saça hiçbir şey yapılmasa bile saç kendiliğinden kayıp düşecektir. Dökülen saçın yerine saç folikülünden yeni saç üretilir.
Bu döngü bir ömür boyu devam eder. Saçın dış görünüşünden hangi evrede olduğu anlaşılamaz ve herhangi bir zaman diliminde saçın %85-90’i büyüme evresinde, %1-2’si dinlenme evresinde, %10-15’i dökülme evresinde olur. Banyo yapılmayan günlerde “günde 100” saç teline kadar dökülmenin normal kabul edilmesinin mantığı yukarıda anlatılan saçın fizyolojisinde ileri gelir. Bu evrelerin bilinmesi saç dökülmelerinde tedavinin neden uzun sürdüğünün anlaşılması bakımından da önemlidir.
Saç Dökülmesi Neden Olur?
Mevcut her saç telinin bir yaşam siklusu vardır. Her saç teli 4- 6 yıl yaşar, sonra dinlenir ve daha sonra da dökülür. Saçların bu şekilde dökülmesi son derece doğal bir süreçtir ve günde 50-100 tel saç dökülmesi normal kabul edilir. Eğer bu sayıdan daha fazla dökülüyorsa, banyo yaparken ele gelen saç miktarı artmışsa ya da yıkanmış kurulanmış saçı elle çektiğimizde elimize 3-5 adet saç teli geliyorsa bu durumun ciddiye alınması gerekir. Saç dökülmesinin çok farklı nedenleri olabilir. Önemli olan bu nedenin saptanması ve uygun tedavinin yapılmasıdır.
1-Genetik faktörler
Saç dökülmesinin kadınlarda ve erkeklerde görülme nedenleri farklıdır. Erkeklerde görülen saç dökülmesi genellikle, genetik olan ve toplumun %50’sinden daha fazlasında görülen erkek tip hormona duyarlı saç dökülmesidir. Bu tip saç dökülmesi kroniktir. Yaş ilerledikçe kellik gelişir ve sonuçta saç ekimini gerektirebilir. Erken yaşlarda başlanan takviye tedavileri mezoterapiler ve PRP tedavisi dökülme hızını yavaşlatır. Kelliğe gidecek süreyi uzatır.
Bu tarz dökülmeler kadınlarda da görülmektedir. Özellikle ailesinde kellik problemi olan bireylerin olduğu kişiler saç dökülmesi riski ile karşı karşıyadır. Günümüzde 16-18 yaş başlangıçları olan erkek tipi saç dökülmeleri, genç kızlarda daha fazla sayıda görülmektedir. Geçtiğimiz yıllara oranla bu duruma daha fazla rastlanmasının nedenleri aşırı stres, dengesiz beslenme, uzun süreli aç kalma ve hormonal problemler yer almaktadır. Kadın tipinde de erkeklerdeki gibi bir tedavinin yanında hormonal tedavilerin de eklenmesi ile başarı oranları artırılabilmektedir.
2-Deri problemleri
Deri ve iç hastalıkları da saç dökülmesine neden olabilir. Deri kaynaklı dökülmelerin çoğu deriyi tutan hastalıkların saç derisini etkilemesiyle ortaya çıkar. Sedef hastalığı, egzamalar, akne, liken hastalığı, aşırı yağlanan deri, mantar hastalıkları gibi rahatsızlıklarda saç etkilenirse dökülme kaçınılmaz olabilir. Bu dökülmelerin tedavisi altta yatan deri hastalığının tedavisi ile mümkündür.
3-Yanlış beslenme alışkanlıkları
Besinsel nedenlere bağlı saç dökülmeleri de sık rastlanan diğer bir faktördür. Sonuçta saç canlı bir organdır ve onun da beslenmesi kanlanması gerekir. Düzenli ve dengeli beslenmemek, uzun süreli açlıklar, tek tip beslenme ve karbonhidrat içeriği yüksek gıdalar tüketmek, sonuçta saçı etkileyip dökebilir. Tedavisi son derece pratiktir ve dengeli beslenmeye başlanması önemlidir.
4-Vitamin ve mineral eksikliği
Beslenme problemi olmamasına rağmen saç için gerekli olan vitamin ve minarellerin kanda eksik olması saçı döken diğer bir nedendir. Eğer B12, D vitamini, folik asit, biotin, çinko, demir gibi vitamin ve mineralleri düşükse saç beslenemez ve dökülür. Hatta demir düşüklüğü yokken bile demir takviyesi saç dökülmesini azaltır. Bu durumlarda eksiğin takviyesi mutlaka bir uzmana başvurularak giderilmelidir.
5-Hormonal sorunlar
Eğer kişide hormonal problemler varsa, adet gecikmeleri ya da düzensizlikleri, tüylenme de artış, aşırı akne, kilo alımında hızlanma gibi sıkıntılar yaşıyorsa bu bulgulara saç dökülmesi eklenmişse bu kez hormonal saç dökülmesinden bahsedilebilir. Bu problemlerin kaynağının yine adetin 2 ya da 3’üncü günü yaptırılacak kan tahliliyle belirlenmesi için dermatoloji uzmanına başvurulmalıdır. Hormonal tedaviler bu tarz dökülmeler konusunda etkilidir.
6-Bazı iç hastalıkları ve ilaç kullanımı
Bazı iç hastalıkları; tiroit bezi hastalıkları ya da bu hastalıklar için kullanılan ilaçlar, romatizmal hastalıklar, kullanılan hormonlar, zayıflama hapları, böbrek üstü bezi hastalıkları, insülin direnci, diyabet, doğum kontrol hapları ve bazen de bu kontrol haplarının kesilmesi saç döken diğer nedenlerdir. Bu durumun mutlaka uzman doktorlar tarafından yapılacak muayene ve tetkiklerle kapsamlı bir şekilde araştırılması gerekir.
Ani bir saç kaybı başlamışsa son üç ay önce geçirilen ameliyatlar, ateşli hastalıklar, ilaç toksisiteleri, kan kaybı, şiddetli travma düşünülmesi gereken nedenler arasında olabilir.
7-Doğum ve kemoterapi süreci
Tüm bunların dışında iki spesifik saç dökülme nedeni vardır.
• Biri doğumlardan 2-3 ay sonra başlayan pospartum dökülmedir. Hamilelik boyunca dökülmesi gereken ama dökülmemiş saçların aniden hep birlikte dökülmesinden kaynaklanır. Uzman kontrolünde yapılacak takviyeler bu konuda rahatsızlığın giderilmesinde katkıda bulunur.
• Bir diğeri kemoterapi alan hastalardaki saç dökülmesidir. Son yıllarda daha modern ilaçların kullanılmasıyla bu dökülmeleri daha az görülmektedir ancak zaten tedavi tamamlandığında kendiliğinden toparlanmaya eğilimli bir durumdur.
8-Kozmetik etkenler
Kozmetik alışkanlıklarının artması mekanik kimyasal ve fiziksel saç dökülmelerine neden olan diğer faktörlerdir. Yani saçları sıkı bağlamak, iç boneler, aşırı ısıya maruz bırakılan fön işlemleri, saç rengini açmak için kullanılan boyalar, açıcılar, düzleştirici yöntemler saça dışarıdan zarar vererek saç kaybına neden olmaktadır. Bu durumda tek tedavi saçların bu uygulamalara maruz kalmasını önlemektir. Saçlar için gerekli takviye ve bakım işlemlerini uygulamak yeniden istenilen görünüme kavuşulmasını sağlar.
9-Stres ve depresyon
Aşırı stres her hastalığa olduğu kadar saç dökülmesine neden olan diğer bir sebeptir. Depresyon, anksiyete, psikozlar ve de bunların tedavisinde kullanılan ilaçlar saçı etkileyip dökülmesine neden olabilmektedir.
Saç günlük yaşamda pek çok faktörden kısa sürede etkilenebilen canlı bir organdır. Kişinin hayatında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda bu bilgiler ışığında birey önce kendisini tartıp, daha sonra gerekiyorsa bir dermatoloji uzmanından yardım almalıdır. Çünkü bu konuda çevreden gelen yanlış yönlendirmeler ve kulaktan dolma bilgiler, hastaların zaman kaybetmesine neden olabilmektedir. Eğer altta yatan önemli bir neden varsa tanı ve tedavide geç kalınması söz konusu olabilir. Bunun dışında saç dökülmesini önlemek ve dökülen saçların yeniden çıkmasını sağlamak düşüncesi ile bilinçsiz uygulanan maske ve karışımlar saçlara daha çok zarar vererek geri dönüşümü olmayan hasarlara neden olabilir.

Saç Dökülmesi Çeşitleri
Erkek Tipi Saç Dökülmesi
Genetik zeminde androjenlerin etkisiyle ortaya çıkan saç dökülmesine “Androgenetik saç dökülmesi” denir. Erkeklerin yaklaşık yarısında, kadınların ise %20-25’inde görülür. Hastalar zaman zaman saç dökülmesinin şiddetlendiğini söylese de genellikle telojen saç dökülmelerinin tersine sinsi bir dökülmedir ve yıllar içinde tablo oturur. Bazen hastalar saç dökülmesinden ziyade saçının inceldiğini daha çok fark eder. Temel olarak saçın tepe kısmında saçların inceldiği görülür ve saçın arka kısmına göre bir seyrelme fark edilir. Özellikle kadınlarda başlangıç dönemlerinde tanı koymak zordur ve başka saç dökülmesi ile giden tablolarla kolayca karışabilir. Tedavinin yıllar süreceği bilinmelidir.
Saç Kıran Tipi Saç Dökülmesi
Alopesi areata; aniden ortaya çıkan, değişik çaplarda, bir ya da birkaç tane yuvarlak, tamamen saçsız alanlarla karakterize, sık gözlenen bir hastalıktır. Halk arasında “saçkıran” adı ile bilinir; ancak adının çağrıştırdığının aksine mantar hastalığı değildir ve bulaşıcı özelliği yoktur. Sadece saçta değil, sakal bölgesinde de görülebilir. Genellikle birkaç ay ya da yıl içinde tedavi ile geriler. Eğer saç dökülmesiniz devam ediyorsa bunu hafife almayın. Süreklilik gösteren dökülmelerde bir dermatoloji uzmanına başvurup muayene olmak ve gerekli testleri yaptırıp tedavi yoluna gitmek çok önemlidir.
Tirot Hormonlarına Bağlı Saç Dökülmesi
Tiroitbezinin az çalışması yani hipotiroidi durumunda yaygın saç kaybı ya da vücut kıllarında kayıp görülebilmektedir. Tiroit hormonu tedavisi sonrası ortalama 8 haftada saçlar normal haline dönmeye başlamaktadır. Uzun süreli hipotiroidide kalıcı kök kaybı gelişmekte olup tiroit bezinin çok çalışması yani hipertiroidizm ise saç dökülmesi sebebi olabilmektedir.
Vitamin Eksikliğine Bağlı Saç Dökülmesi
Doğum sonrası özellikle 1-4’üncü aydan itibaren hormonal değişimlere bağlı olarak saç dökülmesi başlayabilir ve genellikle 6 aydan kısa sürer. Kadın hastalarda özellikle saçların ön bölgelerinde seyrelme, akne, adet düzensizliği, tüylenmede artış gibi problemler olduğunda cinsiyet hormonlarının düzeyini kontrol etmek gerekmektedir. Diffüz yani tüm saçlı deriyi kapsayan saç kaybından yakınan kadınların %70’inde demir eksikliği saptanmaktadır. Kansızlık olmadan sadece demir depolarının azalması bile saç dökülmesine yol açabilmektedir.
Çinko, biotin, B12 vitamini, folik asit eksikliği ve D vitamini eksikliği de saç dökülmesine neden olmaktadır. Sıkı diyetlere başladıktan yaklaşık 1-6 ay sonrasında saç dökülmesi oluşabilmektedir. Vücuttaki protein depolarının azalması, kıl hücrelerinde yetersiz protein üretimine ve kıl kaybına yol açmaktadır. Yüksek ateşli hastalıklar veya geçirilen cerrahi müdahalelerden 2-5 ay sonra saç dökülmesi görülebilmektedir.
Strese Bağlı Saç Dökülmesi
Bazı tansiyon ilaçları, kolesterol düşürücü ilaçlar, tiroit hormonunu düşürücü ilaçlar, doğum kontrol hapları, psikiyatride kullanılan bazı ilaçlar, A vitamini ve türevi bazı ilaçlar saç dökülmesine neden olabilmektedir. Saç kaybının kendisi de stres düzeyini artırabilmekte ve bir kısır döngüye neden olabilmektedir. Özellikle 2 aydan uzun süren saç dökülmesi önemsenmelidir ve altta yatan farklı hastalıkların olabileceği göz önünde bulundurularak bir uzmana başvurulmalıdır.
Diş Çürüklerine Bağlı Saç Dökülmesi
Birden ortaya çıkan saçkıran ve saç dökülmelerinin sebebi dişlerdeki çürüğün, dolayısıyla enfeksiyonların saçlar üzerindeki bir etkisi olabilir. Diş rahatsızlıklarıyla vücuda giren bakterilere karşı mücadele eden bağışıklık mekanizmasının kendi sağlıklı vücut hücrelerine de zarar verebilmektedir. Bu durumda da bağışıklık sistemi saç köklerine etki etmekte ve saç dökülmesine sebep olmaktadır. Bu sebeple diş çürüklerinin tedavisi ve dolayısıyla saç dökülmelerini önlemek için diş hekimine muayene olmak şarttır.
Erkeklerde Saç Dökülmesi
Saç dökülmesi erkeklerde kadınlara oranla daha fazla görülür. Saç dökülmesinin erkeklerde, kadınlara oranla yüksek olması, dökülmeye yol açan 5 alfa redüktaz adlı enzimin kadınların vücut yapısında daha az olmasından kaynaklanmaktadır. Kadınlarda bu enzimin yerine aromataz enzimi fazladır. Saç dökülmesi sorunundan daha çok erkekler etkilendiğinden, piyasada satılan ürünlerin erkeklere yönelik olmasından ötürü, kadınlar bu konuda şanssız sayılabilmektedir. Çünkü aromataz enzimi yüzünden, bu ürünler kadınlarda etkili olamaz. Ancak saç ekimi yöntemleri oldukça ilerlediği için kadın ve erkek, bu sorunu yaşayan herkese çözüm olacaktır.

Kadınlarda Saç Dökülmesi
Kadınlarda saç dökülmesinin en büyün nedeni genetik faktörlerdir. Bu etkenler yüzünden saçlar incelir ve dökülme eğilimi göstermektedir. Bu durum ilerleyen aşamalarda kelliğe kadar gidebilecek sorunların yaşanmasını sağlayabilmektedir.
Demir eksikliğine bağlı kansızlık çekilmesi, hormonal dengesizlikler, stresli bir yaşam, tiroit hormonu sorunları, doğum sonrasında yaşananlar, hamilelik, emzirme dönemi, menopoz süreci, doğum kontrol hapı kullanımı kadınlarda saç dökülmesinin arttığı dönemler olarak görülmektedir. Saçlara sık uygulanan boya işlemlerinde perma, röfle ve fön gibi etkenler kadınlarda saç dökülmesine neden olmaktadır.
Saç Dökülmesi Nasıl Önlenir?
Saç dökülmesi tedavisinde öncelikle tanı doğru yapılmalıdır. Öncelikle saç dökülmesinin nedenlerini ve dökülme tipini öğrenmek gerekir. Dermatoloji uzmanı muayenesi ile dökülmeye yol açan faktörler belirlenerek uygun tedavi planlanır. Saç dökülmesi yaşayan kişilerin saça ve saç derisine zarar verebilecek saç bakım ürünlerinden kaçınmaları gerekir. Özellikle proteinden zengin bir beslenme düzenine geçilmeleri çok önemlidir. Dökülme, vitamin eksiklikleri nedeniyle oluştuysa mutlaka eksik vitamin yerine konulmalıdır. Tiroit ya da farklı bir hastalığa bağlı oluşan saç dökülmelerinde ise öncelikle hastalığın tedavisine yönelik bir yol izlenmelidir.
Saç dökülmesini önlemek için pek çok farklı tedavi yöntemi bulunmaktadır. Bunlar;
İlaç Tedavisi
Saç dökülmesini önlemek ve var olan saçların kalınlaşmasını sağlayan FDA onaylı ilaçlar hekim kontrolünde kullanılabilir. İlaç tedavisi saçların inceldiği ve zayıfladığı bölgelerde, yeni başlamış hafif-orta derecede saç dökülmesini önlemek için yararlı olabilir. İlaçların etkisi; saç sayısını arttırma, incelmiş saçları kalınlaştırma ve saçların daha fazla dökülmesini engelleme şeklinde olmaktadır.
İlaç tedavisinin başın ön ve üst bölgelerindeki tam saç kayıplarında etkisi yok veya çok azdır. Tam saç kayıplarında saç kökü hücreleri ölür ve yeni bir saç üretemez. Bu evrede yeni saç çıkarma konusunda hiçbir ilaç faydalı olmaz.
Saç Mezoterapisi
Saç mezoterapisi saç dökülmesinde oldukça sık kullanılan etkili bir tedavi yöntemidir. Saç mezoterapisi saçın sağlıklı büyüyüp gelişebilmesi için gerekli olan vitamin, antioksidan, mineral ve dolaşım düzenleyici maddelerin bir mikro iğneler ile saçlı deriye doğrudan enjekte edilmesi sürecini içerir. Yaklaşık olarak 1 cm aralıklarla enjekte işlemi sağlanmaktadır. Daha sonra saç derisine masaj uygulanmaktadır.
Hem erkeklere hem de kadınlara rahatlıkla uygulanabilen saç mezoterapisi 5 gün ara ile ortama 5-10 seans olarak yapılmalıdır. Uygulama sırasında herhangi bir acı, ağrı hissedilmemektedir. Saç mezoterapisi her yıl bir kür şeklinde uygulanabilir. Bazen aylık destek takviye şeklinde de devam edilebilir. Bu sayede saç dökülmeleri durdurulmakta ve yeni daha güçlü saçların çıkması sağlanmaktadır. Saç mezoterapisinin ilk seansından itibaren farklılık hissedilebilmekte, saçlar eski canlı ve parlak görünümüne kavuşabilmektedir.
PRP Saç Tedavisi
Saç dökülmesi sorunu yaşayan kişilerin en etkin sonuçlar aldığı yöntem olan PRP işlemi de hastanın kendi kanının alınıp belirli işlemlerden geçirilmesi ile yapılmaktadır. Burada fibroblast denilen ve kökleri besleyecek, gelişimini sağlayacak olan kısım ayrılır ve dökülen bölgeye enjekte edilir. Bu yöntem özellikle genetik dökülmelerde çok etkilidir. Saç mezoterapisi de yine genetik dökülmesi olanlara PRP ile kombine uygulanabilir.
Saç Ekimi
Saç ekimi özellikle erkek tipi saç dökülmesi olan kişilere uygulanabilir. Erkek tipi saç dökülmesi genetik olarak buna yatkın bireylerde erkeklik hormonunun etkisi ile gelişir. Saç folikülü etrafında saçı üreten hücreler, zaman içinde bu hormonun etkisiyle ölür. Böylece saç, önce incelir, ardından uzamamaya başlar ve en sonunda tamamen dökülür. Bu durumdaki hastalarda saç ekimi en kesin ve kalıcı tedavi şeklidir.
Çocuklarda Saç Dökülmesi Neden Olur?
Saç dökülmesi her ne kadar ileri yaşlarda görülse de, stres ve bazı hastalıklar nedeniyle çocuklarda da görülebilir.
Çocuklarda saç dökülmesi genellikle halk arasında ‘’saç kıran’’ ismiyle bilinen ‘Alopesi Areata’ nedeniyle oluşur. Hem kız hem de erkek çocuklarda görülebilen bu rahatsızlık, ergenlik boyunca da devam edebilir. Bu tip dökülmeler 1-2 santim çapında dairesel dökülmeler olarak kendini gösterir. Tedavide geç kalınırsa çocuğun başındaki tüm saçlar hatta kaç ve kirpikler bile dökülebilir. Ailesinde saç dökülmesi görülen çocuklarda kalıtsal saç dökülmesi de görülebilir. Kız çocuklarında sıklıkla görülen; saçları sıkıca toplama, sıkıca örgü yapmak, sertçe taramak da saçların zayıflamasına ve dökülmesine neden olabilir.
Bunların yanı sıra “saç koparma” hastalığı olarak bilinen ‘trikotilomani’ de çocuklarda saç dökülmesine neden olabilir. Saç koparma hastalığı olan çocuk, saç ve kaşlarını çekiştirerek koparabilir. Psikolojik bir rahatsızlık olan saç koparma, uzman yardımlarıyla giderilebilmektedir.
Yetişkinlerde olduğu gibi çeşitli vitamin eksiklikleri, hormonal düzensizliklerle birlikte bazı hastalıklar da çocuklarda saç dökülmesine neden olabilir. Bu nedenle düzenli kontroller yaptırılmalı ve saç dökülmesine neden olan eksiklikler giderilip, hastalıklar tedavi ettirilmeli.
Sağlıklı Saçlar İçin Bunlara Özen Gösterin
Saç dökülmelerini önlemek, saçların sağlıklı uzaması ve canlı görünmesini sağlamak için rutin alışkanlıklarda bazı düzenlemeler yapmak gerekir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
• Bilinçsizce yapılan diyetlerden uzak durmalısınız.
Eğer diyet yapmak istiyorsanız bunu doktor kontrolünde yapmalısınız. Karbonhidrat ağırlıklı beslenmeden kaçınmalısınız. Protein ağırlıklı beslenmeye özen göstermelisiniz. Düzenli beslenme alışkanlığını yaşam tarzınız haline getirmelisiniz.
• Uyku saatlerinize dikkat etmelisiniz.
Saç dökülmesini önlemek için düzenli uyku çok önemlidir.
• Stresten uzak durmalısınız.
• Vitamin eksikliğini yerine koymalısınız.
Çinko, B12, bakır, folik asit içeren besinleri tüketmelisiniz.
• Sigara ve alkol kullanımını alışkanlık haline getirmemelisiniz.
Mümkünse ikisinden de uzak durmalısınız.
• Antioksidan yiyeceklere (sebze meyve gibi) sofranızda yer vermelisiniz.
• Fast food tarzı beslenme alışkanlıklarından uzak durmalısınız.
Uzman kontrolü dışında saç sağlığınız için önerilen ilaçları kullanmamalısınız.
• Günde 50-100 adet saç telinin dökülmesi normal sınırlar içerisinde kabul edilmektedir. Eğer aşırı miktarda saç kaybı, saçlarda gözle görülen incelme oluşursa en kısa zamanda uzman bir dermatoloğa başvurmalısınız.

 

 

 

SAÇ KEPEKLENMESİ
Kepek nedir? Kepek neden olur ve nasıl önlenir?
Kepek yaygın bir durumdur, ancak bazen utanç verici ve tedavi edilmesi zor bir durum olabilir. Belirli bir cilde veya tıbbi şartlara uygun olmayan saç ürünlerinin kullanılması kepek oluşumuna sebep olabilir. Peki, Kepek nedir? Kepek neden olur nasıl önlenir? Hepsi ve daha fazlasını öğrenmek için haberimize göz atmanız yeterli… İşte saç kepeklenmesi…

Saçlarda kepeklenme özellikle erkeklerde, saçın daha kısa olmasından dolayı belirginliği daha fazla gibi görülse de kadınlarda da kepeklenmeler görülür. Aynı zamanda bazı çocuk ve bebeklerde de kepeklenme oluşabilir. Çeşitli faktörlerin tetiklediği kepek nedir? Kepek neden olur nasıl önlenir? Merak ettikleriniz tüm detayları ile haberimizde…

KEPEK NEDİR?
Kepek, saç derisinde cildin dökülmesiyle oluşan yaygın bir kronik kafa derisi durumudur. Kepek bulaşıcı veya ciddi değildir. Ancak utanç verici ve bazen tedavisi zor olabilmektedir. Tam neden bilinmemektedir, ancak çeşitli faktörler riski artırmaktadır. Kötü hijyen ile ilgili değildir, ancak bir kişinin saçlarını sık sık yıkaması veya fırçalamaması ile daha görünür hale gelebilir.
Kepek genellikle engelenebilir. Sadece günlük olarak kepek şampuanları ile yıkayarak durum çözülebilir. Daha çok inatçı kepek vakaları sıklıkla ilaçlı şampuanlara yanıt verir.

KEPEK NEDEN OLUR?
– Saçları düzenli ve güzel yıkamamak.
– Sağlıksız beslenme, vitamin eksikliği
– Sedef ve egzama gibi cilt hastalıkları
– Sık sık jöle vesaç bakım ürünlerinin kullanılması
– Soğuk ve kuru havaya maruz kalmak
– Şampuan uygulandıktan sonra yeterli durulayamamak
– Mevsim geçişleri
– Şampuan değişiklikleri
– Az ya da çok sık yıkanan saçlar
– Kalitesiz saç boyaları
– Nemsiz ortamlar, soğuk veya çok sıcak ortamlar
– Ergenlik, stres, menopoz gibi hormonal sorunlar
– Saç derisinde bakteri ve mantar oluşumu

KEPEK BELİRTİLERİ
Gençler ve yetişkinlerin çoğu için, kepek belirtilerini fark etmek kolaydır: Saçlarınızda ve omuzlarınızda beyaz, yağlı görünümlü pullar ve muhtemelen de kaşıntılı, pullu saç derisi yani kepek. Bu durum, sonbahar ve kış aylarında, iç mekanlarda yüksek sıcaklık, cildi kurutup durumu kötüleştirken yaz aylarında iyileşir.
Beşik kepi adı verilen bir kepek türü bebekleri etkileyebilir. Bebeklik döneminde herhangi bir zamanda ortaya çıkabilen ve pullu, kabuklu bir saç derisine neden olan bu bozukluk, ebeveynler için endişe verici olsa da, beşik kepi tehlikeli değildir ve genellikle kendi kendine temizlenir. Bebek şampuanı ile nazikçe yıkamak ve bebek yağı uygulamak, pulların birikmesini önleyebilir.
Ciltte çatlama veya enfeksiyon belirtileri varsa, kaşıntı, şişme veya kanama olursa veya vücudun diğer bölgelerine yayılıyorsa doktora görünmek önemlidir.
KEPEK TEDAVİSİ
Kepek neredeyse her zaman kontrol edilebilir bir problemdir, ancak kepek tedavisi bazı deneme yanılmalara da neden olabilir. Genel olarak, yağlılığı ve cilt hücresi oluşumunu azaltmak için normal bir şampuanla günlük temizlik hafif kepeklere yardımcı olabilir.
Düzenli şampuanlar başarısız olduğunda, eczaneden alabileceğiniz kepek şampuanı başarı sağlayabilir. Ama kepek şampuanlarının hepsi aynı derecede etkili değildir. Sizin için en uygun olanı bulana kadar denemeniz gerekebilir.
Kullandığınız herhangi bir üründen dolayı kaşıntı, batma, kızarıklık veya yanma gibi sorunlar ortaya çıkarsa kullanmayı bırakın. Döküntü, kurdeşen veya nefes alma zorluğu gibi bir alerjik reaksiyon geliştirirseniz, derhal tıbbi yardım alın.
Kepek şampuanları içerdikleri ilaçlara göre sınıflandırılır:
Pyrithione çinko şampuanları
Bunlar antibakteriyel ve antifungal ajan çinko pirition içerir. Bu tip şampuan saç derisinde bulunan ve kepek ve seboreik dermatite neden olabilen mantarları azaltabilir.
Tar bazlı şampuanlar
Kömür üretim sürecinin bir yan ürünü olan kömür katranı kepek, seboreik dermatit ve sedef hastalığı gibi durumlara yardımcı olur. Kafa derilerinizdeki cilt hücrelerin hızlı ölümünü ve pul dökülmesini yavaşlatır. Açık renkli saçlara sahipseniz, bu tip şampuan renk bozulmasına neden olabilir.
Salisilik asit içeren şampuanlar
Bu tip şampuanlarla saçlarınızı yıkadığınızda kafa derinizi kurutabilir ve daha fazla dökülmeye neden olabilirler. Şampuandan sonra saç kremi kullanmak kurumayı önlemeye yardımcı olabilir.
Selenyum sülfür şampuanları
Bu şampuanlar, cilt hücrelerinizin ölümünü yavaşlatır ve aynı zamanda malasseziayı da azaltabilir. Sarı, gri veya boyanmış saçların renklerini soldurabildiğinden, bunları sadece belirtilen şekilde kullandığınızdan emin olun ve şampuanlamadan sonra iyice durulayın.
Ketokonazol şampuanları
Ketokonazol, diğer şampuanlar başarısız olduğunda işe yarayabilecek geniş spektrumlu bir antifungal ajandır. Reçeteli veya reçetesiz olarak kullanılabilir.
Çay ağacı yağı
Avustralya Çay Ağacı’ndan (Melaleuca alternifolia) türetilen, birçok şampuan artık bu maddeyi içerir. Uzun zamandır antifungal, antibiyotik ve antiseptik olarak kullanılmıştır. Ancak bazı insanlarda alerjik etki gösterebilir. Kullanmadan önce bir uzmana danışmanızda fayda vardır.
Kepeği kontrol altına alana kadar günlük veya gün aşırı bu şampuanlardan birini kullanmayı deneyin. Haftada iki üç kez kullanıldığında kepek kesilir. Fakat şampuan bir süre sonra etkinliğini yitirmeye başlarsa farklı kepek şampuanları arasında geçiş yapın.
Denediğiniz her bir şampuan şişesi üzerindeki talimatları okuyun ve talimatlara uyun. Bazı şampuanların yıkama sırasında saçta birkaç dakika kalması, bazılarının da hemen durulanması gerekir.
Birkaç hafta boyunca saçlarınızı düzenli olarak şampuanladıysanız ve omuzlarınızda hala kepek varsa doktorunuzla veya dermatoloğunuzla konuşun. Reçeteli bir şampuan veya steroid losyon ile tedaviye ihtiyacınız olabilir.

KEPEK OLUŞUMUNU ÖNLEMEK İÇİN YAPILABİLECEKLER
Düzenli şampuanlamaya ek olarak, kepek oluşumunu azaltmak için adımlar atabilirsiniz:
Stresi yönetmeyi öğrenin
Stres, genel sağlığınızı etkiler ve sizi birçok hastalığa karşı duyarlı hale getirir. Stres, kepeği tetiklemeye veya mevcut semptomları kötüleştirmeye bile yardımcı olabilir.
Sık sık saçlarınızı yıkayın
Yağlı bir saç derisine sahipseniz, günlük şampuanlama kepek önlenmesine yardımcı olabilir.
Biraz güneşlenmek iyi gelebilir
Güneş ışığı kepeğe iyi gelebilir. Fakat ultraviyole ışınara maruz kalmak cildinize zarar verir ve cilt kanseri riskinizi artırır. Bunun yerine, sadece dışarıda biraz zaman geçirin. Güneşli havalarda yüzünüze ve vücudunuza güneş koruyucu kullandığınızdan emin olun.

 

 

 

SAÇ VE SAKAL AĞARMASI
Saç ve Sakal Ağarması Nedir ? Nedenleri, Belirtileri ve Tedavi Yöntemleri Nelerdir ?

Güzel görünmek arzusu insanın zafiyeti olup insanlık tarihi kadar eskidir. Bugün insanoğlunun güzelliğini oluşturan dış görünümün parçasını oluşturan deri ve kılların sağlıklı görünümü önemlidir. 50 yaş üzerindeki insanların yaklaşık % 70’inde saçlarda azalma veya beyazlaşma yaşanmaktadır. Bazı kişilerde bu belirtiler daha erken gelir. Kıllarda beyazlaşma ilk olarak 40 yaşlarında kafa derisi üzerinde başlar, sonra sakal, bıyık ve daha sonra göğüs kıllarında beyazlaşma izler.
Saç ve deriye rengini veren melanin pigmentidir. Melanin pigmentinin azalması sonucu saç ve sakalda beyazlaşmalar olur. Yaşın ilerlemesi ile birlikte melanin pigmentinin azalması neden ile gelişir.
Erken yaşlarda görülen saç beyazlaşması genelde ırsidir. Anne veya babada saçların erken beyazladığı görülür. Günümüzde saç beyazlaşması erken yaşlarda da görülmeye başlamıştır. Çevre kirliliği, saç boyalarındaki kimyasallar başta olmak üzere kimyasal maddelere maruziyet, katkı maddeleri stresli yaşam sonucu meydana gelmektedir. Vitamin-mineral eksiklikleri, kansızlık, sigara, aşırı kafeinli içeceklerin de saç ağarmasında katkısı bulunmaktadır. Vitiligo hastalığında, doğuştan melanin pigmenti olmadığı için saçlar ve vücut kıllarının tamamı beyazdır. Tiroit hastaları, hipofiz hastalıkları saç beyazlaşmasında rol oynar.
Saç ve Sakal Ağarmasının Bulgu, Belirti ve Yakınmaları Nelerdir ?
Tek tük beyazlayan saçlar zamanla artarak tüm saçları kapsar. Sakal gibi diğer vücut kıllarında da ağarma ortaya çıkar.
Saç ve Sakal Ağarmasının Tedavi Yöntemleri Nelerdir ?
Beyazlayan saçlar geri dönüşümsüzdür. Diğer saçların ve kılların ağarmaması için dengeli beslenme, düzenli uyku, stresten uzak durma, kimyasal maddelerle teması minimuma indirme, sigarayı bırakma, vitamin-mineral takviyeleri önerilir. Kafeinli içecekler ve hazır gıdalardan uzak durulmalıdır.
Saç ve Sakal Ağarmasında Beslenme Şekilleri Nelerdir ?
Dengeli beslenme, saç dahil vücudun sağlığını korumada önemli role sahiptir. B12 vitamini eksikliği beyaz saçların en sık rastlanan nedenidir. Özellikle vejetaryenlerde saç beyazlaması daha sık görülür. Bu sorunla mücadele için orkinos, sardalye, somon, sığır eti, yumurta, kuzu, peynir ve süt gibi B12 vitamini bakımından zengin gıdaların tüketiminin artırılması veya B12 takviyesi önerilmektedir. Saçların sağlıklı büyümesi için A ve diğer B vitaminlere ihtiyaç duyulur. Koyu yeşil sebzeler ve sarı-turuncu meyvelerin tüketimi artırılarak bu vitaminler rahatça alınır. B vitaminlerini yeterli almak için yeşil yapraklı sebzeler, muz, domates, karnabahar, yoğurt, maya, karaciğer ve tam tahıllar tüketilmelidir.
Çay, kahve, baharat ve kızarmış gıdaların aşırı tüketilmesi beyaz saça artışa neden olabilir. Bu nedenle, beyaz saçları azaltmak için bunların tüketiminin sınırlandırılması tavsiye edilir.
Rafine şeker içeren meşrubat gibi içecekler yerine sağlıklı alternatif olan taze meyve ve sebze suları beslenme planına yerleştirilmelidir. Havuç, marul, ıspanak ve yonca gibi sebzelerin suları çok yararlı olabilir. Günlük havuç suyu tüketimi saçları destekler ve beyazlaşmayı önleyebilir. Aynı zamanda buğday filizi suyunun da içilmesi saç beyazlamasını azaltmada yardımcı olur.
İyottan zengin gıdaların alınması saçlarda beyazlaşmayı azaltabilir. Balık, iyot içeriği en yüksek gıdalardandır, sebzelerden de muz ve havuçta iyi düzeyde bulunur. İyot alınımı artırmak için iyotlu sofra tuzu yerine deniz tuzu ya da kristal kaya tuzu tercih edilmelidir.
Mineraller vücudun sağlıklı işleyişi için son derece hayati önem taşımaktadır. Melanin pigmenti saçlara renk katan maddedir. Melanin pigmentinin azalması bakır mineralinin eksikliğine atfedilebilir. Melanin üretimini dengede tutmak için gıdalarla yeterli miktarda bakır alınmalıdır. Tirosinaz enzimi bakır içerir ve tirozin aminoasidini saça renk veren melenin pigmentine dönüştürür. Bakır, buzağı karaciğeri, yeşil fasulye, kaju fıstığı, domates, lahana, zencefil, ayçiçeği tohumu, patates, nane, kuşkonmaz, patlıcan, ıspanak, hardal yeşilliği ve mantarda yeterli miktarda bulunur. Çinko da saç için çok önemli olup kırmızı et, yeşil sebzeler ve tavuktan alınabilir. Demir yönünden zengin gıdalar sığır, kuru kayısı, yumurta, maydanoz, buğday ve ayçiçeği tohumudur.
Saç ve Sakal Ağarmasında Yaşam Tarzı Değişiklikleri Nelerdir ?
Modern hayatın getirdiği stres ve gerginlik saçlara renk veren maddenin yapılmasını azaltıp saçların beyazlamasına neden olabilmektedir. Stresin azaltılması, saçların beyazlamasının engellenmesinde çok önemlidir. Meditasyon, nefes terapisi gibi tekniklerden yardım alınabilir.
Sigara içenlerde saç beyazlaması daha çabuk gelişir. Özellikle arka arkaya sigara içenlerde beyazlık daha fazla görülür. Sigara ve tütün tüketilmemelidir.
Duygusal şok yaşayanlarda saçlarda ani beyazlama görülebilir. Bu durum genellikle geçici olup saçlarda beyazlama bir süre sonra düzelir.
Egzersiz yapılmasının birçok yararı olduğu gibi, saç diplerinde kan dolaşımını hızlandırır ve biriken toksinlerin atılmasını sağlar. Özellikle çimlerde veya kumlarda yalınayak yürünmesi stresin de azaltılmasını sağlar.
Siyah çay ile saç diplerine masaj yapılır ve bir saat sonra saçlar yıkanarak durulanır. Saçın koyulaşmasına yardımcı olacaktır.
Kına tozu, çemen, nane suyu, kahve, yoğurt ve fesleğen suyu içeren bir lapa yapılarak, şampuanla yıkamadan 3 saat önce saça sürülür ve bu işlem haftada bir tekrarlanır. Faydalı sonuçlar elde etmek için haftalarca uygulanmalıdır.
Saç ve Sakal Ağarmasında Önerilen Besin Takviyeleri Nelerdir ?
Önerilen besin takviyesi bulunmamaktadır.
Saç ve Sakal Ağarmasında Önerilen Bitkisel İçerikli Takviyeler Nelerdir ?
• Hint Bektaşi üzümü ve amla meyvesi : saç beyazlaşmasında ve saç incelmesinde faydalıdır. Ezilmiş amla meyveleri ve limon suyu iyice macun haline getirilir ve beyazlaşmış saçlara sürülür saçların doğal siyah renkte görülmesi için amla yağı ile saça masaj yapılabilir. Badem yağı, limon suyu ile amla suyunun karıştırılıp saçlara masaj yapılarak sürülmesi beyazlaşmış saçlarla mücadelede yardımcı olur. Şampuan ve kremlerde bulunan kimyasalların aşırı kullanımı saçta erken beyazlamaya neden olur. Birkaç adet amla meyvesi ezilerek bir bardak suda gece boyunca bekletilir ve ertesi gün banyodan sonra saçların yumuşatılmasında kullanılır. Amla, meyve olarak da tüketilebilir, saç beyazlaması olanlar günlük 2-3 meyve tüketebilir.
• Kına : ülkemizde ve Hindistan’da yüzyıllardır kullanılan ve saç bakımında yararlı olan bir bitkidir. Banyodan bir saat önce kına uygulanması beyazlaşmış saçların rengini koyulaştırmada yararlıdır.
• Hindistancevizi yağı ve köri : cilt ve saç sorunlarında yardımcı olarak kullanılır. Hindistancevizi yağına bir miktar köri yaprağı konarak kaynatılır. Bu karışım daha sonra beyazlaşmış saça sürülerek bir saat sonra yıkanır.
• Aloe vera : saç bakımında çok yararlıdır. Aloe vera, buğday rüşeymi yağı ve Hindistancevizi sütü karışım haline getirilerek akşamları saça uygulandığında kafa derisinin pH’sını düzenler, porları açar bir saat sonra saçlar dengeli bir şampuanla yıkanıp durulanır.
• Adaçayı : bir avuç adaçayı 600 ml su içinde 4-5 dakika kaynatılır. 30 dakika demlenmeye bırakılıp süzülür. Her gün saç diplerine ve saça sürülüp kurumaya bırakılır.
• Saçların beyazlamasının azaltılmasında ve canlılığın sağlanmasında yağlanmaları önemlidir. Saça hindistancevizi veya badem yağı ile limon suyu karışımı uygulanması saçlarda beyazlaşmanın engellenmesinde yardımcıdır. Günlük 1-2 tatlı kaşığı susam yenmesi veya saçlara susam yağının uygulanması saçlarda beyazlaşmanın engellenmesinde yardımcıdır. Eşit miktarda susam yağı ve havuç suyu ile bunun yarısı miktarında çemen tohumu tozu karışımı 21 gün boyunca güneşte tutularak elde edilen ürün Güney Hindistan’da kullanılmaktadır. Bu karışım saç beyazlaşmasını önlemek için kafa derisi, sakal veya bıyığa uygulanmaktadır.

 

 

 

SAFRA KESESİ HASTALIKLARI
Safra kesesi taşları, safra kesesi hastalıkları arasında en sık görülendir. Bunlar kolesterol ve bilirubin içerikli olmasına göre kolesterol taşları ve bilirubin taşları olarak adlandırılır. En sık görülen taşlar kolesterol taşlarıdır. Yaş ilerledikçe taş oluşma riski artar; ayrıca kadınlarda bu hastalık daha sık görülür.

Safra kesesi taşlarının en sık neden olduğu şikayet karın ağrısıdır. Ağrı karnın sağ üst tarafında hissedilir ve sırta doğru yansır. Ağrı gelip gidici şekilde olabileceği gibi iltihaplı durumlarda sürekli ve şiddetlidir. Bunun yanı sıra bulantı, kusma, safra yolunda tıkanıklığa neden olursa sarılık, iltihap varsa ateş gibi şikayetlere de neden olabilir.

Klinik bulgular ve fizik muayenede safra kesesi taşı düşünülen hastalarda tanı radyolojik olarak konulur. Bu hastalarda en değerli tanı yöntemi karın ultrasonografisidir. Tıkanma sarılığı olan komplike olgularda MR/MRCP ve ERCP tetkikleri de yapılabilir.

Safra kesesi taşları sessiz kalabileceği gibi bazı komplikasyonlara (istenmeyen olumsuz sonuçlara) neden olabilir. Safra kesesi taşları ağrı gibi şikayetlerin yanı sıra şu komplikasyonlara neden olabilir.

Bunlar:

• Akut kolesistit: Safra kesesinin iltihaplanması.
• Safra kesesinin perforasyonu: Safra kesesinin iltihaba bağlı delinmesi.
• Tıkanma sarılığı: Safra kesesi içindeki taşlar ana kanala düşüp tıkanmaya neden olabileceği gibi büyük safra kesesi taşları ana kalana dışarıdan bası yapabilir.
• Akut pankreatit: Pankreasın akut iltihabı. Safra kesesi taşlarının en korkulan komplikasyonlarından biridir, şiddetli olan tipinde ölüme kadar gidebilen komplikasyonlar görülmektedir. Türkiye ve Türkiye’nin çevre coğrafyasında akut pankreatitin en sık nedeni safra taşlarıdır.
• Safra kesesi kanseri: Safra kesesi kanserinin iyi bilinen risk faktörlerinden biri safra kesesi taşlarıdır.

Şikayetlere veya komplikasyonlara neden olmuş safra kesesi taşlarının tedavisi kesin olarak kolesistektomidir. Kolesistektomi günümüzde laparoskopik olarak gerçekleştirilmektedir. Laparoskopi deneyimli cerrahlar tarafından açık cerrahi kadar başarıyla uygulanmaktadır. Bu ameliyat gebelerde (tercihen 2. trimestrde), çocuklarda, daha önce karın ameliyatı olmuş hastalarda vs. her türlü hasta grubunda uygulanabilmektedir.

Safra kesesi hastalıkları arasında yer alan sessiz safra kesesi taşları, yani şikayet oluşturmamış safra kesesi taşlarında tedavi tartışmalıdır. Taşların toplumda çok sık görülür olması, dünyada en çok yapılan ameliyat olması sessiz taşların takip edilebileceği görüşünü doğurmuştur. Bununla birlikte hastalığın akut pankreatit ve safra kesesi kanseri gibi ölümcül olabilen, tıkanma sarılığı, safra kesesi perforasyonu gibi çok ağır klinik tablolara neden olabilen komplikasyonları vardır. Sessiz taşlarda kararı hasta ve hekim birlikte vermelidir. Hekimin bu durumda hastaya takibin getireceği tüm riskleri iyi anlatması gerekmektedir.

Akut kolesistit (safra kesesinin akut iltihabı)

Akut kolesistit safra kesesinin akut iltihabıdır. Burada gelişen enfeksiyon sonucu safra kesesi duvarında kalınlaşma, ödem oluşur. Hastaların büyük çoğunluğunda neden safra kesesi taşlarıdır. Buna karşın safra kesesi taşı olmadan da akut kolesistit olabilir ancak istisnai bir durumdur. Genel vücut direnci düşen bazı hastalarda (yandaş ağır hastalıkları olanlar, immunsupressif tedavi alanlar, kanser tedavisi görenler, ileri yaş vs) taş olmadan da akut kolesistit görülebilir.

Safra kesesi hastalıklarıdan biei olan akut kolesistit’in belirtileri karnın sağ üst tarafında, sırta vuran, şiddetli karın ağrısı, bulantı, kusma ve ateştir. Muayenede bu bölgede hassasiyet görülür. Nadiren sarılık da görülebilir.

Akut kolesstit acil ve ciddi bir durumdur ve hastalar hastaneye yatırılmalıdır. Hastalığın ideal tedavisi laparoskopik kolesistektomidir. Cerrahi tedaviye ilave olarak geniş spektrumlu antibiyotikler verilir. Bazı cerrahlar erken dönemde (hastalığın ilk birkaç günü içinde) başvurmamış hastalarda antibiyotik tedavisi uygulamayı ve ameliyatı 4-6 hafta sonraya ertelemeyi önermektedir. Bu yaklaşım riskli hastalarda uygulanabilir. Ancak ameliyatı tolere edebileceği düşünülen hastalarda ilk yatış döneminde ameliyat daha uygun bir seçenektir. Bunun nedeni, ertelenen ameliyat nedeniyle ara dönemde komplikasyonların görülebileceği ve hastaların ikinci bir risk altına gireceği gerçeğidir.

Safra yolu yaralanmaları ve darlıkları

Safra yolu yaralanmaları genellikle kolesistektomi sırasında istenmeyen manipülasyonlar sonucu oluşur. Bazen yaralanma tipi safra yolunu tıkayıcı veya daraltıcı özellikte olduğundan darlık veya tıkanma gelişirken, bazen de yaralanmanın kendisinin iyileşme döneminde veya uygun olmayan onarımların iyileşme dönemlerinde darlıklar gelişebilir.

Safra yolu yaralanmalarına genellikle anatomik farklılıklar ve teknik hatalar neden olmaktadır. Burada iki farklı tablo olabilir:

1- Safra yolundaki yaralanma sonucu safra karın içine akar. Akut şiddetli karın ağrısı ve genel durum bozukluğu görülür. Acil tedavi gerekir.
2- Safra yolunda daralma veya tam tıkanma sonucu safra bağırsağa rahatça akamaz. Hastada sarılık, kaşıntı ve tekrarlayan safra yolu iltihabı atakları gelişir.

Tanı için bir çok farklı yöntem uygulanabilir. Bunların arasında ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi gibi genel görüntüleme yöntemlerinin yanı sıra ERCP, MRCP ve perkütan kolanjiyografi gibi safra yollarına özgü yöntemlerden de yararlanılır.

Safra yolu yaralanmalarının tanı aşamasında hangi yöntemlerin uygulanacağına dair kararı vermesi gereken, kesin tedaviyi uygulayacak olan hekim cerrahtır.

Cerrahi ve girişimsel tedaviler açısından farklı seçenekler vardır. Burada ideal tedavi safrayı bağırsağa en uygun şekilde aktaracak tedavi planını çizmektir.

Basit safra kaçaklarında, safra yolunun bütünlüğü bozulmadıysa ve karın dreninden safra drenajı oluyorsa hastalar izlenebilir. Takipte bazı hastalarda tablo tamamen düzelmektedir. Hastanın ameliyat sırasında konulmuş dreni yok ise radyolojik olarak dren yerleştirilebilir. Buna karşın safra kaçağının debisi yüksek ise ERCP ve safra yolu içine stent yerleştirilmesi gerekli olabilir.

Safra yolu bütünlüğünün bozulduğu durumlarda safranın bağırsağa aktığı yeni bir yol yapılması kaçınılmazdır. Bunun için ideal ameliyat safra kanalı ile ince bağırsağı özel bir şekilde ağızlaştıran “Roux-en-Y hepatikojejunostomi” ameliyatıdır. Bu ameliyat sonuçları en iyi olan seçenektir. Safra yolu onarımı/ drenajı ameliyatını mutlaka bu konuda ileri deneyime sahip cerrahlar uygulamalıdır.

Safra yolu darlıkları veya yaralanmalarında hastaların ilk onarım şanslarını en iyi şekilde kullanmaları gerekir. Tekrar eden ameliyatların sonucu başarılı bir ilk ameliyatın sonuçlarına göre daha kötüdür. Uygun bir ameliyat yapılmadığı takdirde gelişebilecek komplikasyonlar:

– Yeni darlıklar
– Sarılık
– Safra yolları iltihabı (kolanjit)
– Karaciğer yetersizliği ve siroz olarak sıralanabilir.

Kolesistektomi sırasında gelişen safra yolu yaralanması istenmeyen bir durum olmasına rağmen belirli oranlarda görülebilecek bir komplikasyondur. Ancak safra yolu onarımını mutlaka bu işte deneyimli bir cerrahın yapması gereklidir.

Tıkanma sarılığı

Tıkanma sarılığı ana safra yolları üzerine bir bası veya bu kanallar içinde tıkayıcı bir oluşum nedeniyle bağırsağa safra akışının durmasıdır. Bu tıkanma sonucu ciltte sararma görülür. Tıkanma sarılığının uzun dönemdeki sonucu karaciğer dokusunda bozulmadır.
Tıkanma sarılığına safra yolunun, pankreasın veya karaciğerin tümörleri neden olabilir. Bunun dışında ana safra kanalındaki taşlar, ana safra kanalının darlıkları da tıkanma sarılığına neden olmaktadır.
Tıkanma sarılığı olan hastalarda ciltteki sararmanın yanı sıra dışkının rengi beyazlaşır ve idrar rengi koyulaşır. Bu hastalarda bazı biyokimya testlerinde tanı koydurucu değişiklikler saptanır. Bu hastalarda karın ultrasonografisi, bilgisayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme hastalığın nedeni hakkında bilgi verir. Bazı hastalarda MRCP ve ERCP gibi özel yöntemler de yararlı olmaktadır.

Tıkanma sarılığı safra yolu taşlarına bağlı ise tedavide farklı yöntemler uygulanabilir.

Hastalarda öncelikle endoskopik tedavi (ERCP) denenmesi genel kabul gören bir yaklaşımdır. Ancak daha önce mide ameliyatı geçirmiş hastalarda ya da bazı anatomik zorlukların varlığında ERCP uygulanamayabilir; öte yandan bazı taşlar ERCP ile temizlenemeyebilir. Bu durumlarda cerrahi olarak ana safra kanalının temizlenmesi gereklidir. Cerrahi laparoskopik veya açık yöntemle uygulanabilmektedir.

Safra yolu kistleri

Safra yolu kistleri ana safra kanalılar veya karaciğer içindeki safra kanallarının anormal genişlemeleriyle giden bir hastalıktır. Bu kistler koledok kisti olarak da adlandırılır. Gerçek nedeni bilinmeyen safra yolu kistlerinin hem doğumsal hem de edinsel olabileceğini gösteren bulgular vardır. Safra yolu kistlerinin farklı tipleri vardır. Bu tipler arasında ana safra kanalını tutan genişleme en sık görülen tiptir.
Safra yolu kistleri safra yolu iltihabı (kolanjit), safra yolu tıkanıklığı, karaciğer apsesi, ateş gibi belirtilerle ortaya çıkabilir. Tanı için ultrasonografi, MRCP, ERCP ve bilgisayarlı tomografi gibi yöntemler kullanılmaktadır.
Safra yolu kistlerinin en sık görülen tipinde kanserleşme riski vardır ve bu nedenle kistin tamamının çıkarılması önem taşır. Bu hastalarda safra kanalının tamamının ve safra kesesinin çıkarılması ve safra akışı için ince bağırsağa yeni bir yol yapılması gereklidir. Karaciğerin içinde yer alan safra kistlerinde karaciğerin hastalıklı bölümünün çıkarılması tedaviyi sağlamaktadır.

Safra kesesi kanseri

Safra kesesi duvarından kaynaklanan kötü huylu tümörler safra kesesi kanseridir. Biyolojik olarak agresif tümörlerdir. Hastalığın risk faktörleri arasında safra kesesi taşları, polipleri, porselen kese, obezite ve nitrozamin gibi bazı kimyasallar yer alır.
Safra kesesi kanserinin en sık görülen belirtileri sarılık ve karın ağrısıdır. Hastalığın tanısı için bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme, ultrasonografi gibi görüntüleme yöntemlerinden yararlanılır. Bununla birlikte bazı tümör belirteçleri, ERCP, perkütan kolanjiyografi de tanıda ve bazen tedavide yararlıdır
Safra kesesi kanserinin kesin tedavisi cerrahidir. Yapılacak ameliyatın genişliğini hastalığın evresi belirler. T1 (tümörün yalnızca safra kesesi duvarının iç yüzünde olduğu en erken evre kanser) evre tümörlerde yalnızca safra kesesinin çıkarılması yeterlidir. Buna karşın safra kesesi duvarında kanserin duvar boyunca ilerlediği ve çevre organlara veya karaciğer dokusunu tuttuğu durumlarda safra kesesiyle birlikte karaciğer dokusunun bir bölümü ya da karaciğerin sağ bölümünün geniş bir şekilde çıkarılması gerekmektedir. Bu ameliyatlarda geniş lenf düğümü temizliği de yapılır.
Ameliyat edilemeyecek derecede ileri evre hastalığı olanlarda sarılık ve ağrıyı dindirecek bazı endoskopik işlemler, ağrı tedavisi, perkütan drenaj (radyolojik girişim) yapılabilir.
Safra kesesi taşı nedeniyle yapılan ameliyatların sonrasında patolojik incelemede kanser çıkması nadir görülen bir durum değildir. Tümör patolojik olarak T1 evresindeyse ve ameliyat sırasında safra kesesinin tamamı düzgün bir şekilde parçalanmadan çıkarıldıysa ilave bir tedavi gereksizdir. Buna karşın daha ileri evre tümörlerde hastalığın gerektirdiği tamamlayıcı ameliyatlar yapılmalıdır.

Safra yolu kanserleri ve Klatskin tümörü

Safra yollarının iç yüzeyini döşeyici dokundan kaynaklanan kanserlere safra yolu kanseri veya kolanjiyokarsinom adı verilir. Bu tümörler karaciğer dokusu içindeyse bir kütle şeklinde ortaya çıkar. Safra yolunun son bölümü pankreas içinden geçer; bu tümörler ya uç noktada bir darlık ya da pankreas başında kütle olarak ortaya çıkarlar.
Karaciğerin sağ ve sol bölümünde gelen safra kanallarının birleşip, karaciğer dokusu dışında bir çatal olarak bir araya geldiği kavşak noktasına konfluens denilir. Bu noktadan kaynaklanan tümörlere hiler kolanjiyojarsinom veya iyi bilinen adıyla “Klatskin tümörü” denilir. Safra yolu kanserleri en sık bu bölgeden çıkar. Bu bölgenin tümörlerinde çok agresif cerrahi uygulandığı takdirde yüz güldürücü sonuçlar alınmaktadır.
Bu tümörlerin en sık görülen belirtileri sarılık, ağrı, kilo kabı, koyu renkli idrar, açık renkli dışkı ve kaşıntıdır. Hastalığın tanısı deneyimli radyolog ve ileri radyolojik inceleme gerektirir. Tanı ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi, MR/MRCP ve ERCP yöntemlerinde biri veya birkaçıyla konulur. Tıkanma sarılı olan hastalarda radyolojik incelemeler tanıya götürür. Bu tümörlerde biyopsi uygulamalarında sonuçlar çok başarılı değildir; bu nedenle ameliyat kararı çoğunlukla radyolojik bulgular dayanılarak alınmaktadır.
Karaciğer içindeki safra yolu kanserlerinde kütlenin çıkarılacağı, genellikle de geniş, karaciğer rezeksiyonları uygulanır. Safra yolunun son bölümündeki kanserlerde pankreas başı kanseri gibi ele alınır ve Whipple ameliyatı uygulanır.
Klatskin tümörü cerrahisi genel cerrahi alanının en zor ameliyatlarından biridir. Hastalarda tümörün yerine göre karaciğerin büyük bir bölümü (%75-80 kadarı), kaudat lob, karaciğer dışı safra kanalı ve gerekliyse karaciğeri bazı büyük damarları bir arada çıkarılır. Geriye kalan karaciğer bölümün safra kanalına ince bağırsaktan yeni bir akış yolu sağlanır. Bu hastaların ameliyat öncesi hazırlığı ve sonrasındaki bakımı kritiktir ve birçok ayrıntının uygulanmasını gerektirir.
Bu hastalarda karaciğer ve safra yolu çıkarıldıktan sonra geriye kalan karaciğer dokusu yeterli olmayacaksa ilk ameliyat öncesi kalan karaciğer dokusunu büyütecek bazı özel işlemler (portal ven embolizasyonu veya ligasyonu gibi) gerekli olabilir.

 

 

 

SAFRA KESESİ İLTİHABI

Safra, karaciğerin altında bulunan armut şeklinde ve yaklaşık olarak 4 cm boyunda olan bir organımızdır. Safra kesesi, karaciğer tarafından üretilen safra sıvısını depolamakla görevlidir. Safra sıvısı ise karaciğerde üretilerek bağırsağa dökülen bir sıvıdır. Safranın bir diğer görevi ise yağların ve yağda eriyen vitaminlerin emilimini gerçekleştirmesidir. Ayrıca bazı maddelerin vücuttan atılmasını sağlar.
Safra kesesinin hayati önem taşıyan bir organ olduğu söylenemez. Karaciğer tarafından üretilen safra sıvısı, safra kesesine ihtiyaç duymaksızın doğrudan bağırsağa gönderilebilir. Bu nedenle safra kesesi alınsa da safranın tamamı ana safra kanalı aracılığıyla bağırsağa iletilebilir. Buna bağlı olarak safra kesesinin yokluğu yaşamı tehdit etmez.
Tıp dilinde “kolesistit” olarak adlandırılan safra kesesi iltihabı, safra kesesinin taşlar nedeniyle tıkanması sonucunda oluşur. Kese içinde oluşmuş taş veya çamur, safra kesesi kanalının ağzına oturarak tıkanıklığa yol açar ve safra kesesinin boşalmasına engel olur. Bu durumda safra kesesi şişer ve kese duvarında ödem ile birlikte dolaşım bozukluğu meydana gelir. Bazı vakalarda bu, bozulma, çürüme ve delinmeye kadar ilerleyebilir.
Safra kesesi iltihaplanmasının %90’ı safra yollarının safra taşı ile tıkanması sonucunda oluşur. Safra taşı ve safranın yığılması kolik olarak adlandırılan kramplı ağrılara neden olur. Ayrıca salmonel kolera, parazitler, verem ve koronar zafiyeti gibi rahatsızlıklar da safra taşı olmaksızın safra iltihabına neden olabilir.

SAFRA KESESİ İLTİHABI NEDEN OLUR?
Safra kesesi iltihabına neden olan birçok faktör bulunsa da en sık görülen nedeni safra kesesi taşıdır. Safra kesesi iltihabı vakalarının %90’ı safra taşından kaynaklanır. Safra kanalını tıkayan taşlar safra yoğunluğuna neden olarak iltihaba yol açabilir.
Safra kesesi taşının neden oluştuğu henüz kesin olarak bilinmese de doktorlar genellikle 2 ihtimal üzerinde dururlar. Bunlardan birincisi; safra kesesinin, içeriğini yeterli miktarda sık ve tamamen boşaltmıyor olmasıdır. İkinci ihtimal ise safra sıvısının çok fazla kolesterol veya bilirubin olarak adlandırılan safra boyası içermesidir. Safra taşı erkeklere kıyasla 40 yaş üzerindeki kadınlarda daha çok görülür. Ayırca çok sık doğum yapmış kadınlarda safra taşı riski daha yüksektir.
Safra iltihaplanmasına yol açan nedenlerden bir diğeri ise tümörlerdir. Safra kanalını tıkayacak veya sıkıştıracak büyüklükteki tümörler safra yoğunluğunu arttırır ve bunun sonucunda da iltihaba yol açar. Safra kesesi iltihabı nedenlerinden diğeri ise yaralanmalardır. Herhangi bir yaralanma veya aynı şiddetteki etki sonucunda safra kanalı bükülerek tıkanabilir. Bunun sonucunda da safra kesesi iltihabı meydana gelir. Ayrıca iskemi ve enfeksiyonun da safra kesesi iltihabına yol açtığı bilinmektedir. Ancak bu durum nadiren görülür. Safra kesesinin kanla yeterince beslenememesi (iskemi) sonucunda iltihaplanma meydana gelebilir. Bazen de kan yoluyla taşınan iltihap yapıcı mikroorganizmalar safra kesesi iltihabına yol açabilir.

SAFRA KESESİ İLTİHABI BELİRTİLERİ NELERDİR?
Safra kesesi iltihabının en tipik belirtisi karın ağrısıdır. Karnın üst kısmında hissedilen ağrı, sağ omza, bele veya sağ kürek kemiğinin ucuna doğru yayılım gösterebilir. Safra kesesi iltihabı belirtileri genellikle çok yağlı yemek yedikten sonra meydana gelir. Sürekli tekrarlayan yani kronik safra kesesi iltihabı vakalarında sağ üst karındaki ağrı, yarım saat ile altı saat arasında sürebilir.

Dalga dalga gelen ağrı, hastada mide bulantısına yol açar. Hastaların %60-80’inde bulantı, kusma ve iştahsızlık görülür. Hasta, safranın bulunduğu bölgeye dokunduğunda ağrı hisseder. Ayrıca ateş ve deride sarılık da görülebilir. Ancak derideki sarılıktan önce gözün beyaz kısmında sarılık görülür. Yavaş yavaş ortaya çıkan hastalık 4-7 gün sürebileceği gibi haftalarca da devam edebilir.
• Kusma
• Bulantı
• İştahsızlık
• Karında gaz hissi
• Ateş
• Nabızda yükselme
• Dışkıda balçık rengi

SAFRA KESESİ İLTİHABI TEDAVİSİ NASILDIR?
Öncelikle hasta muayene edilir ve daha sonra röntgen çekilir. Röntgen veya ultrason gibi incelemelerle tıkanmaya neden olan taşların durumuna bakılır. Ani oluşan safra kesesi iltihabı kısa bir süre sonra kendiliğinden geçebilir. Ancak safra kesesi iltihaplanması söz konusu ise hasta mutlaka doktor takibinde olmalıdır. Aksi halde iltihaplanma nedeniyle kan zehirlenmesi yaşanabilir.
Tıkanıklığa yol açan taşlar, cerrahi müdahale ile alınabilir. Ancak taş oluşumunun tekrarlama riski oldukça yüksektir. Ayrıca ilaç tedavisi ile yalnızca iltihabın belirtileri dindirilir. Safra kesesi iltihabını tamamen ortadan kaldırabilecek ilaç henüz bulunamamıştır.
Safra kesesi iltihabının tek çözüm yolu kolesistektomidir. Kolesistektomi, safra kesesinin alınması işlemidir. Ayrıca iltihaplanma olmaksızın hastada sadece safra kesesi taşına rastlansa bile en çok tercih edilen tedavi yöntemi kolesistektomidir. Günümüzde gelişen tıp ile birlikte vücutta açılan 1 cm çapındaki delikten safra kesesi dışarı çıkarılabilir.

 

 

 

SAFRA KESESİ KANSERİ

Safra kesesi kanseri; safra kesesi duvarından kaynaklanan kötü huylu tümörler safra kesesi kanseridir. Biyolojik olarak agresif tümörlerdir. Hastalığın risk faktörleri arasında safra kesesi taşları, polipleri, porselen kese, obezite ve nitrozamin gibi bazı kimyasallar yer alır.
Safra kesesi kanserinin belirtileri nelerdir?
Safra kesesi kanserinin en sık görülen belirtileri sarılık ve karın ağrısıdır. Hastalığın tanısı için bilgisayarlı tomografi, manyetik rezonans görüntüleme, ultrasonografi gibi görüntüleme yöntemlerinden yararlanılır. Bununla birlikte bazı tümör belirteçleri, ERCP, perkütan kolanjiyografi de tanıda ve bazen tedavide yararlıdır.
Safra kesesi kanserinin tedavisi nedir?
Safra kesesi kanserinin kesin tedavisi cerrahidir. Yapılacak ameliyatın genişliğini hastalığın evresi belirler. T1 (tümörün yalnızca safra kesesi duvarının iç yüzünde olduğu en erken evre kanser) evre tümörlerde yalnızca safra kesesinin çıkarılması yeterlidir. Buna karşın safra kesesi duvarında kanserin duvar boyunca ilerlediği ve çevre organlara veya karaciğer dokusunu tuttuğu durumlarda safra kesesiyle birlikte karaciğer dokusunun bir bölümü ya da karaciğerin sağ bölümünün geniş bir şekilde çıkarılması gerekmektedir. Bu ameliyatlarda geniş lenf düğümü temizliği de yapılır.
Ameliyat edilemeyecek derecede ileri evre hastalığı olanlarda sarılık ve ağrıyı dindirecek bazı endoskopik işlemler, ağrı tedavisi, perkütan drenaj (radyolojik girişim) yapılabilir.
Safra kesesi taşı nedeniyle yapılan ameliyatların sonrasında patolojik incelemede kanser çıkması nadir görülen bir durum değildir. Tümör patolojik olarak T1 evresindeyse ve ameliyat sırasında safra kesesinin tamamı düzgün bir şekilde parçalanmadan çıkarıldıysa ilave bir tedavi gereksizdir. Buna karşın daha ileri evre tümörlerde hastalığın gerektirdiği tamamlayıcı ameliyatlar yapılmalıdır.
Safra yolu kanserleri ve Klatskin tümörü
Safra yollarının iç yüzeyini döşeyici dokudan kaynaklanan kanserlere safra yolu kanseri veya kolanjiyokarsinom adı verilir. Bu tümörler karaciğer dokusu içindeyse bir kütle şeklinde ortaya çıkar. Safra yolunun son bölümü pankreas içinden geçer; bu tümörler ya uç noktada bir darlık ya da pankreas başında kütle olarak ortaya çıkarlar.
Karaciğerin sağ ve sol bölümünde gelen safra kanallarının birleşip, karaciğer dokusu dışında bir çatal olarak bir araya geldiği kavşak noktasına konfluens denilir. Bu noktadan kaynaklanan tümörlere hiler kolanjiyojarsinom veya iyi bilinen adıyla “Klatskin tümörü” denilir. Safra yolu kanserleri en sık bu bölgeden çıkar. Bu bölgenin tümörlerinde çok agresif cerrahi uygulandığı takdirde yüz güldürücü sonuçlar alınmaktadır.
Hangi belirtiler görülür?
Bu tümörlerin en sık görülen belirtileri sarılık, ağrı, kilo kabı, koyu renkli idrar, açık renkli dışkı ve kaşıntıdır. Hastalığın tanısı deneyimli radyolog ve ileri radyolojik inceleme gerektirir.
Nasıl tanı konur?
Tanı ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi, MR/MRCP ve ERCP yöntemlerinde biri veya birkaçıyla konulur. Tıkanma sarılı olan hastalarda radyolojik incelemeler tanıya götürür. Bu tümörlerde biyopsi uygulamalarında sonuçlar çok başarılı değildir; bu nedenle ameliyat kararı çoğunlukla radyolojik bulgular dayanılarak alınmaktadır.
Tedavi
Karaciğer içindeki safra yolu kanserlerinde kütlenin çıkarılacağı, genellikle de geniş, karaciğer rezeksiyonları uygulanır. Safra yolunun son bölümündeki kanserlerde pankreas başı kanseri gibi ele alınır ve Whipple ameliyatı uygulanır.
Klatskin tümörü cerrahisi genel cerrahi alanının en zor ameliyatlarından biridir. Hastalarda tümörün yerine göre karaciğerin büyük bir bölümü (%75-80 kadarı), kaudat lob, karaciğer dışı safra kanalı ve gerekliyse karaciğeri bazı büyük damarları bir arada çıkarılır. Geriye kalan karaciğer bölümün safra kanalına ince bağırsaktan yeni bir akış yolu sağlanır. Bu hastaların ameliyat öncesi hazırlığı ve sonrasındaki bakımı kritiktir ve birçok ayrıntının uygulanmasını gerektirir.
Bu hastalarda karaciğer ve safra yolu çıkarıldıktan sonra geriye kalan karaciğer dokusu yeterli olmayacaksa ilk ameliyat öncesi kalan karaciğer dokusunu büyütecek bazı özel işlemler (portal ven embolizasyonu veya ligasyonu gibi) gerekli olabilir.

Safra yolu kistleri
Safra yolu kistleri ana safra kanallarının veya karaciğer içindeki safra kanallarının anormal genişlemelerine neden olan bir hastalıktır.

Bu kistler koledok kisti olarak da adlandırılır. Gerçek nedeni bilinmeyen safra yolu kistlerinin hem doğumsal hem de edinsel olabileceğini gösteren bulgular vardır.

Safra yolu kistlerinin farklı tipleri vardır. Bu tipler arasında ana safra kanalını tutan genişleme en sık görülen tiptir.

Safra yolu kistleri safra yolu iltihabı (kolanjit), safra yolu tıkanıklığı, karaciğer apsesi, ateş gibi belirtilerle ortaya çıkabilir.

Tanı için ultrasonografi, MRCP, ERCP ve bilgisayarlı tomografi gibi yöntemler kullanılmaktadır.

Safra yolu kistlerinin en sık görülen tipinde kanserleşme riski vardır ve bu nedenle kistin tamamının çıkarılması önem taşır. Bu hastalarda safra kanalının tamamının ve safra kesesinin çıkarılması ve safra akışı için ince bağırsağa yeni bir yol yapılması gereklidir.

Karaciğerin içinde yer alan safra kistlerinde karaciğerin hastalıklı bölümünün çıkarılması tedaviyi sağlamaktadır.

 

 

 

 

SAFRA TAŞLARI

Tıpta safra taşları (kolelit) normal veya anormal safra bileşenlerinin büyüme veya birleşme yoluyla vücutta oluşan kristal yapılardır.
Kolesterol taşları genelde yeşil, ama bazen beyaz veya sarı da olabilirler. Başlıca kolesteroldan oluşurlar.
Pigment taşları safrada bulunan bilirubin ve kalsiyum tuzlarından oluşan küçük koyu renk taşlardır. Safra taşlarının %20’sini oluştururlar. Pigment taşı için risk faktörleri siroz, safra yolu iltihabı ve Orak hücre anemisi gibi kalıtsal kan hücresi bozukluklarıdir. Karışık kökenli taşlarda da olabilir.
Safra taşları safra kesesi ve safra kanalı dahil olmak üzere safra yolarının herhangi bir yerinde oluşabilirler. Ana safra yolunun tıkanmasına koledokolitiasis, safra yollarının bir kısmının tıkanması sarılığa neden olur. Pankreasın ağzının tıkanması pankreatite neden olur. Kolelitiasis safra kesesinde taş olmasıdır (Yunanca kole-, safra kesesi, lithia taş, -sis süreç demektir).
Safra taşları çok çeşitli boyda, bir kum taşı kadar küçük, bir pingpong topu kadar büyük olabilirler. Safra kesesinde genelde büyük tek bir taş olabileceği gibi pek çok, hatta binlerce daha küçük taş da olabilir.
Safra taşları et üretiminin yan ürünlerinden biridir, bazı toplumlarda sözde afrodizyak özelliklerinden bir gramı 30 USD fiyatla müşteri bulur. Bu bağlamda en kaliteli safra taşları yaşlı süt ineklerinden elde edilir. Bu yüzden altın madenlerinde görülen bir uygulamada olduğu gibi, bazı mezbahalar sakatattan sorumlu işçilerinin üzerlerini çalıntı safra taşı için dikkatle ararlar.
Nedenleri
Safra taşı oluşum sürecinin anlaşılması son yıllarda epey ilerlemiştir. Kalıtsal faktörler, vücut ağırlığı, safra kesesi hareketi ve bir olasılıkla beslenmenin safra taşlarına neden olduğu gösterilmiştir.
Safrada çok fazla kolesterol ve yeterince safra tuzu olmayınca kolesterol taşları oluşur. Yüksek kolesterole ek olarak iki diğer faktör de önemli bulunmuştur. Bunlardan birincisi safra kesesinin ne sıklıkla ve ne kadar kasıldığıdır; seyrek ve yetersiz safra kesesi boşalması safranın fazla yoğunlaşmasına neden olup taş oluşumuna katkıda bulunabilir. İkinci faktör ise karaciğer ve safrada bulunan ve kolesterol kristalleşmesini kolaylaştıran veya engelleyebilen bazı proteinlerin varlığıdır.
Ayrıca hamilelik sonucu yüksek estrojen seviyesi, hormon tedavisi veya doğum kontrol hapı kullanımı safrada kolesterol düzeylerinin arttırabilir, safra kesesi kasılmasının azaltabilir ve bunların sonucunda safra taşı oluşabilir.
Beslenme ile safra taşı oluşumu arasında kesin bir bağlantı gösterilememiştir. Ancak az posalı, yüksek kolesterollu diyetlerin ve çok nişastalı diyetlerin safra taşı oluşumuna katkıda bulunabileceği öne sürülmüştür.
Belirtileri
Safra taşının ana belirtisi olan safra atağıdır, bu atakta yarım saatle birkaç saat arası bir süre boyunca hasta kişi üst abdominal (karın) bölgede gittikçe artan bir acı hisseder. Sırtta, genelde kürek kemikleri arasında, veya sağ omuzun altında acı olabilir. Mide bulantısı veya kusma olabilir. Daha ender bazı durumlarda acı midenin altında, pelvise(leğen kemiği) yakın bir yerde başlar.
Bu krizler böbrek taşı acısı gibi şiddetli bir ızdırap verirler. Bazı safra krizlerinin doğum sancısından daha acılı olabileceğine inananlar vardır. Acıyı azaltmanın bir yolu, safra kesesindeki safra seviyesini düzenlemek için ağrı başlangıcında bir bardak su içmektir ama bu yöntem her zaman çalışmaz.
Bu ağrılar genelde özellikle yağlı bir yemeğin ardından ve çoğu zaman gece vakti olur. Diğer semptomlar abdominal şişme, yağlı yemekleri kaldıramamak, geğirmek, gaz ve hazımsızlıktır. Eğer bu semptomlarla beraber üşüme, düşük ateş, deri veya gözlerin sararması veya kil renginde dışkı görülürse derhal bir doktora başvurmak gerekir.
Safra taşı olan bazı kişiler bir acı veya rahatsızlık duymazlar. Bu kişilerin safra taşlarına “sessiz taş” denir ve bu taşlar safra kesesi ve diğer iç organları etkilemezler. Tedavilerine gerek yoktur.
Tıbbî seçenekler
Kolesterol taşlarını eritmek için ağızdan alınan ursodeoksikolik asit kullanılır. Ancak bu ilaç çok pahalıdır ve kullanımı kesilince yeniden taş oluşabilir. Safra yolunda tıkanmayı bazen endoskopik retrograd sfinkteromi, ardından da endoskopik retrograd kolanjiopankreatografi ile açılabilir.
Cerrahî seçenekler
Kolesistektomi (safra kesesinin alınması) %99 olasılıkla safra taşının tekrar oluşumunu ortadan kaldırır. Semptomlu hastaların ameliyat edilmesi uygundur. Safra kesesi yokluğunun çoğu kişide olumsuz bir sonucu yoktur. Ancak bu ameliyatı geçirenleri %5 ila 40’ında kolesistektomi sonrası sendromu denen bir durum oluşur. Bunda sindirim yolu rahatsızlığı ve yukarı abdomende sürekli acı görülür.
İki cerrahî seçenek vardır: açık ameliyat ve laparoskopik ameliyat. Daha fazla ayrıntı kolesistektomi maddesinde bulunabilir.
• Açık safra kesesi ameliyatı: Abdomende sağ kaburgaların büyük bir kesi yapılır. Bir hafta hastanede kalınır, taburcu olduktan bir hafta sonra normal beslenmeye, bir ay sonra da normal faaliyete geri dönülebilir.
• Laparoskopik, kapalı ameliyat: Kamera ve aletler için 3-4 küçük delik açılır. Aynı günde veya ertesi sabah taburcu olunur, bunu bir hafta ev dinlenmesi ve ağrı tedavisi izler. Bir hafta sonra normal beslenme ve hafif faaliyete geri dönülebilir, bir-iki ay boyunca halsizlik ve hafif ağrı sürer. Eğer taşların yeri önceden kolanjiogram ile belirlenebilmişse laparoskopik yöntemin açık kölesistektomiye göre aynı derece etkin olduğu gösterilmiştir.
Yeni cerrahi teknikler
Tie Chiao tarafından geliştirilen yeni teknikle safra kesesi alınmadan safra taşları alınabilmektedir. Bu teknik pek çok hasta üzerinde denenmiştir. Geliştirilen yeni endoskopun patenti alınmıştır. Bu teknik mevcut durumda sadece Çin’de uygulanabilmektedir.[1]
Her Safra kesesi taşı ameliyat gerektirmez
Safra taşları bazen yıllarca şikayet yapmayabilir bu duruma “sessiz taş” veya “asemptomatik safra taşı” denir ve tedavi gerektirmez.

 

 

 

SAĞIRLIK

Sağırlık nedenleri ve tedavisi… Sağırlık neden olur?
Sağ ya da sol kulakta veya her iki kulakta da meydana gelebilen sağırlık sadece bir ses algısı kaybı olmaktan çok bir iletişim zorluğudur. Sağırlık hakkında merak edilen tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz… Sağırlık nedir? Sağırlık nedenleri ve tedavisi…

İşitme kayıpları geçici, kalıcı veya dalgalı olabilir ve bir veya iki kulağı da etkileyebilir. Bunlar üç tipe ayrılır: iletken işitme kaybı, sensorinöral işitme kaybı ve karışık işitme kaybı. Yaşlılıkla beraber artmaya başlayan sağırlık nedenleri ve tedavi yolları ile ilgili bilmek istediklerinizi öğrenmek için haberimize göz atmanız yeterli… Sağırlık nedir? Sağırlık nedenleri ve tedavisi…

SAĞIRLIK NEDİR?
Beyin kulaktan yeterli ses bilgisi almazsa bir işitme kaybı oluşur. Kulak 3 bölüme ayrılmıştır: kulağın görünen kısmı ve kulak kanalı dahil dış kulak; kulak tamburundan ve buna bağlı 3 kemikten oluşan orta kulak; ve işitme siniri beynine giden sinir impulslarını yaratan duyu organı olan iç kulak. Kulağın bu bölümlerinin herhangi biriyle ilgili bir sorun işitme kaybına yol açabilir.
Semptomlar hafif, orta, şiddetli veya şiddetli olabilir. Hafif işitme bozukluğu olan bir hastada konuşmayı anlamada sorunlar olabilir, özellikle de etrafta çok fazla gürültü varsa, orta derecede işitme kaybı olanlar işitme cihazına ihtiyaç duyabilirler.
İletken işitme kaybı
İletken işitme kaybı, sesin kulağa nasıl geçtiği ile ilgili mekanik bir problemden kaynaklanır. Dış kulak yolunun doğuştan oluşamamasından, ya da aşırı kir, ur, yabancı cisimlerle tıkanmasından ileri gelen ağır işitme halidir. Bazen iletken işitme kaybı cerrahi veya diğer müdahalelerle düzeltilebilir ve duyma geri kazanılabilir.
Sensorinöral işitme kaybı
Sensorinöral işitme kaybı iç kulak, koklea, işitsel sinir veya beyin hasarı işlev bozukluğundan kaynaklanır. Bu tür işitme kaybı normalde kokleadaki hasarlı saç hücrelerine bağlıdır. İnsanlar yaşlandıkça, saç hücreleri işlevlerinin bir kısmını kaybederler ve işitme kötüleşir. Yüksek frekanslı seslere, özellikle yüksek frekanslı seslere uzun süreli maruz kalma, saç hücresi hasarının bir diğer yaygın nedenidir. Hasarlı saç hücreleri değiştirilemez. Konjenital deformiteler, iç kulak enfeksiyonları veya kafa travması sonucu sensorinöral sağırlık olabilir.
Karışık işitme kaybı
Bu iletken ve sensörinöral işitme kaybının birleşimidir. Uzun süreli kulak enfeksiyonları hem kulak zarına hem de kemikçiklere zarar verebilir. Bazen cerrahi müdahale işitmeyi geri kazandırabilir, ancak her zaman etkili olmayabilir.

İŞİTME NASIL OLUR?
Ses dalgaları kulağa girer, kulağı veya işitsel kanalı aşağı doğru hareket ettirir ve titreşen kulak zarına çarpar. Kulak zarından gelen titreşimler, orta kulaktaki kemikçikler olarak bilinen üç kemiğe geçer. Bu kemikçikler, daha sonra kokleadaki küçük saç benzeri hücreler tarafından toplanan titreşimleri arttırır. Titreşimler onlara vurdukça hareket ederler ve hareket verileri işitsel sinir yoluyla beyne gönderilir. Beyin, işlevsel işiten bir kişinin ses olarak yorumlayacağı verileri işler.
SAĞIRLIK NEDENLERİ
Sağırlığa neden olabilecek bazı hastalıklar veya durumlar şunlardır:
– Su çiçeği
– Sitomegalovirüs
– Kabakulak
– Menenjit
– Orak hücre hastalığı
– Frengi
– Lyme hastalığı
– Diyabet, (çalışmaların diyabetli bireylerin bir çeşit işitme kaybına sahip olma olasılığının daha yüksek olduğunu gösterdiği için)
– Anahtar risk faktörü olduğuna inanılan tüberküloz (TB), streptomisin tedavisi
– Hipotiroidizm
– Artrit
– Bazı kanserler
– Sigara maruz kalan gençler
– İç kulak, vücuttaki en hassas kemiklerin bazılarına ev sahipliği yapar ve kulak zarına veya orta kulağa zarar vermek, çeşitli yollarla işitme kaybına ve sağırlığa neden olabilir.
SAĞIRLIK TEDAVİSİ
Her türlü işitme kaybı olan kişiler için tedavi mevcuttur. Tedavi sağırlığın hem nedeni hem de şiddetine bağlıdır. Sensorinöral işitme kaybı tedavi edilemez. Kokleadaki saç hücreleri hasar gördüğünde tamir edilemezler. Bununla birlikte, çeşitli tedavi yöntemleri yaşam kalitesini artırmaya yardımcı olabilir.
İşitme cihazları
Bunlar, işitmeye yardımcı olan giyilebilir cihazlardır. Birkaç tür işitme cihazı vardır. Birçok farklı boyutta, devrede ve güç seviyesinde gelirler. İşitme cihazları sağırlığı tedavi etmemekte, ancak kulağa giren sesi yükseltmekte, böylece kişi daha net duymaktadır. İşitme cihazları bir batarya, hoparlör, amplifikatör ve mikrofondan oluşur. Bugün, çok küçük oldukları için kulağın içine sığabiliyorlar. Birçok modern versiyon, arka plandaki gürültüyü konuşma gibi ön plan seslerinden ayırt edebilir.
İşitme cihazı, derin sağırlığı olan bir kişi için uygun değildir.
Koklear implantlar
Kulak zarı ve orta kulak doğru şekilde çalışıyorsa, kişi koklear implanttan yararlanabilir. Bu ince elektrot kokleaya sokulur. Kulağın arkasındaki deri altına yerleştirilen küçük bir mikroişlemci yoluyla sinirleri uyarır. Kokleada işitme bozukluğuna sahip olan hastalara yardımcı olmak için koklear implant yerleştirilir. İmplantlar genellikle konuşma kavrayışını geliştirir. Günümüzde koklear implantlar, hastaların müziğin keyfini çıkarmasına, arka plan gürültüsüyle bile konuşmayı daha iyi anlamalarına yardımcı olan yeni teknolojiye sahiptir.
İşaret dili ve dudak okuma
İşitme bozukluğu olan bazı kişilerde konuşma problemleri olabileceği gibi, diğer insanların konuşmalarını anlamada da zorluklar yaşanabilir. İşitme bozukluğu olan kişiler iletişim kurmanın diğer yollarını öğrenebilir. Dudak okuma ve işaret dili, sözlü iletişimi değiştirebilir veya tamamlayabilir.
SAĞIRLIĞI ÖNLEMEK İÇİN NELER YAPILABİLİR?
Hiçbir şey, hastalık, kaza, doğum veya işitme bozukluklarından kaynaklanan işitme sorunlarını önleyemez. Bununla birlikte, bazı duyma duyularınızı kaybetme riskini azaltmak için bazı önlemler alınabilir.
Kulaklardaki yapılar birkaç farklı şekilde hasar görebilir. 85 dB üzerindeki gürültüye uzun süre maruz kalma sonunda işitme kaybına neden olabilir.
Aşağıdaki önlemler işitme duyunuzu korumanıza yardımcı olabilir:
TV, radyo, müzik çalarlar ve oyuncaklarda sesi çok yükseğe ayarlamayın. Çocuklar özellikle yüksek sesli müziğin zararlı etkilerine duyarlıdır. Gürültülü oyuncaklar çocukların işitmesini riske sokabilir.
Kulaklıklarda yüksek sesle boğulmak yerine, mümkün olduğu kadar çok çevresel sesi duymak veya engellemek istediğinizde sesleri ayırmaya odaklanın.
Disko, gece kulübü ve pub gibi gürültülü ortamlarda çalışıyorsanız, kulak tıkacı veya kulaklık takın.
Pop konserlerine, motor yarışlarına, drag yarışlarına ve diğer gürültülü etkinliklere giderseniz kulak tıkacı kullanın.
Pamuklu kulak temizleyicilerini kullanmayın.
İşitme genellikle yaşla birlikte bozulabilir, ancak risk, önleyici tedbirlerin erken alınmasıyla azaltılabilir.

 

 

 

 

SAMAN NEZLESİ

Saman nezlesi nedir? Saman nezlesinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi
Saman nezlesi olarak bilinen alerjik rinit hakkında merak edilenler haberimizde… Saman nezlesi nedir? Saman nezlesinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi…
Bahar aylarının başlaması ile birlikte sıklıkla görülen saman nezlesi yani alerjik rinit nedir? Kronik soğuk algınlığı gibi belirtileri olan saman nezlesinin nedenleri ve tedavisi hakkında tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz…
SAMAN NEZLESİ (ALERJİK RİNİT) NEDİR?
Saman nezlesi, aynı zamanda “alerjik rinit” olarak da bilinir. Tıkanıklık, burun akıntısı ve sinüs basınçlarıyla birlikte soğuk algınlığı belirtilerinin sık görüldüğü ve semptomlara sahip yaygın bir rahatsızlıktır. Saman nezlesi, bir virüsün neden olduğu soğuk algınlığının aksine, polen gibi hava kaynaklı maddelere karşı alerjik bir tepki nedeniyle oluşur.
Saman nezlesinde alerjik reaksiyona neden olan madde “alerjen” olarak adlandırılır. Saman nezlesi olmayanların çoğunluğu için bu maddeler alerjenler değildir. Çünkü bağışıklık sistemi onlara tepki vermez.
Saman nezlesi ve alerjik rinit aynı anlamlara sahip olmakla birlikte, çoğu insan saman nezlesini yalnızca bitkilerden veya mantardan kaynaklanan polen ya da havadaki alerjenlere karşı alerjik bir reaksiyon olduğunu sanır. Alerjik rinit, havadaki parçacıklara; örneğin polen, burun, belki de gözler ve sinüsleri etkileyen toz akarları veya hayvan tüyleri de içerir.
ALERJİK RİNİT NEDENLERİ
Saman nezlesi olduğunda, bağışıklık sisteminiz zararsız hava kaynaklı bir maddeyi zararlı olarak tanımlar. Bağışıklık sisteminiz daha sonra bu zararsız maddeye antikorlar üretir. Bir sonraki kimyasal madde ile temasta bulunduğunuzda, bu antikorlar bağışıklık sisteminizin histamin gibi kimyasalları kan dolaşımına saldırır ve bu da saman nezlesi belirtilerine ve semptomlarına yol açan bir reaksiyona neden olur. Saman nezlesine neden olan faktörler;
– Alerjik rinitin en önemli nedeni havada uçuşan polenler ve ağaçlardır,
– Benzer reaksiyonlar küf, hayvan tüyü, ev tozu ve akarları gibi alerjenlere karşı da gelişebilir,
– Kuru ve rüzgarlı havalarda polen miktarı fazladır ve alerjik rinit görülme sıklığı da artar,
– Mevsimsel alerjik rinite özellikle bahar aylarında ortaya çıkan ağaç polenleri neden olur,
– Tüm yıl devam eden alerjik rinite ise hamam böcekleri ve ev tozu akarlar neden olur,
– Evde köpek, kedi, kuş gibi hayvanları beslemek alerjik rinitin şiddetini arttırabilir,
SAMAN NEZLESİ BELİRTİLERİ
Saman nezlesi belirtileri ve semptomları şunları içerebilir:
– Burun akıntısı ve burun tıkanıklığı
– Sulu, kaşıntılı, kırmızı gözler (alerjik konjonktivit)
– Hapşırma
– Öksürük
– Kaşıntılı burun, ağız veya damak
– Gözlerin altında şişmiş, mavi renkli cilt
– Sinüslerde baskı ve yüzde ağrı
– Yorgunluk
SAMAN NEZLESİNDE RİSK FAKTÖRLERİ
Aşağıdakiler saman nezlesi geliştirme riskinizi artırabilir:
– Başka alerjilere veya astıma sahip olmak
– Atopik dermatite (egzama) sahip olmak
– Alerjisi veya astımı olan bir akrabaya (ebeveyn veya kardeş gibi) sahip olmak
– Sigara dumanına maruz kalan bebeklerde saman nezlesi riski daha yüksektir.
– Saman nezlesi, genç erkekleri kadınlardan daha fazla etkilemektedir. Ergenlik çağından önce erkekler, kızlardan iki kat fazla saman nezlesi riski taşırlar.
– Sürekli olarak alerjenlere maruz kalan bir ortamda yaşamak veya çalışmak (hayvan tüyü veya toz akarları gibi)
SAMAN NEZLESİ TEDAVİSİ
Saman nezlesi (alerjik rinit) semptomlarını tedavi etmek için çok sayıda reçeteli ve reçetesiz ilaç mevcuttur. Bazı hastalara doktorlar birkaç ilaç kombinasyonu önerilebilir.
SAMAN NEZLESİNDEN KORUNMA
Saman nezlesinden kaçınmanın bir yolu yoktur. Saman nezlesi varsa, yapılacak en iyi şey, belirtilere neden olan alerjenlere maruz kalma olasılığını azaltmaktır.

 

 

 

SARI NOKTA

Sarı nokta hastalığı belirtileri ve tedavisi
Halk arasında “sarı nokta hastalığı” olarak bilinen bu rahatsızlık, erken tanı sayesinde tedavi edilebiliyor.
Görmede bulanıklık, etrafa bakarken karanlık alanlar olması veya merkezi görüşte bozulma gibi belirtilerle ortaya çıkan “makula dejenerasyonu” hastaların belirtileri fark etmesinin ardından hızlıca ilerleyebiliyor. Halk arasında “sarı nokta hastalığı” olarak bilinen bu rahatsızlık, erken tanı sayesinde tedavi edilebiliyor.
Dr. Bekir Sıtkı Aslan, sarı nokta hastalığı hakkında bilgi verdi.
Merkezi görüş kalıcı olarak kaybedilebilir
Retinanın, ince ayrıntıları açıkça görebilmeye izin veren, merkezi görmeden sorumlu parçasına “makula” denilmektedir. Küçük bir bölümünü oluşturmasına rağmen retinanın geri kalanına oranla detaya en duyarlı yapıdır. Gözde makulanın bozulması veya yeni damar yapılarının oluşmasıyla retina tabakalarının yıkıma uğraması, yaşa bağlı makula dejenerasyonu olarak adlandırılmaktadır.
Birçok insanda vücudun doğal yaşlanma sürecinin bir parçası olarak gelişen bu hastalık, bazı hastalarda merkezi görüşün kalıcı olarak kaybedilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Genellikle çevresel görüş etkilenmez. Örneğin; ileri makula dejenerasyonu olan hasta, bir saatin ana hatlarını görebilse de akrep ve yelkovanı seçemediğinden zamanı söyleyemez.
Genetik geçişli olabilir
İnsan bedenindeki hücreler, çevredeki oksijenle sürekli reaksiyona girmektedir. Bu aktivitenin sonucu olarak, vücutta serbest radikaller adı verilen küçük moleküller üretilir. Söz konusu moleküller hücreleri etkiler ve bazen onlara zarar da verebilir. Bu tablonun, sarı nokta hastalığının gelişmesinde önemli rol oynadığı düşünülmektedir.
Genetik geçiş de önemli bir risk faktörüdür. Bazı çalışmalar, iltihabın da etkili olduğunu göstermektedir. Bunların yanı sıra aşırı aktif bir bağışıklık sistemi de hastalığın ortaya çıkmasına yol açabilmektedir.
İki gözü de etkileyebiliyor
Sarı nokta hastalığında, retinanın altında “drusen” adı verilen tortu birikmektedir. Bazı hastalarda retina altında anormal kan damarları da gelişmektedir. Tedavi edilsin veya edilmesin, makula dejenerasyonu tek başına mutlak körlüğe yol açmamaktadır. Daha ilerlemiş vakaların görüldüğü kişiler, yanal veya çevresel görüşünü kullanarak yararlı görüş sahibi olmayı sürdürebilmektedir.
Bu rahatsızlık görme kaybına yol açtığında, genellikle bir gözde başlamakta diğerini ise daha sonra etkilemektedir. Birçok kişi, belirgin bir görme problemi olana veya göz muayenesinde tespit edilene dek sarı nokta hastalığına sahip olduğunun farkına varamamaktadır.
Bu belirtileri önemseyin
Sarı nokta hastalığı, kuru ve yaş olmak üzere iki tipe ayrılmaktadır. Kuru tip sarı nokta hastalığının belirtileri arasında; bulanık uzak mesafe veya okuma vizyonu, yalnızca aydınlık ortamlarda yakını görme, bulanık görüş, parlak ışıktan düşük ışığa geçerken görme güçlüğü, insanların yüzlerini tanıma sorunu veya yetersizliği ile ara mesafelerde yetersiz görüş yer almaktadır. Bu rahatsızlık, bazen bir bazen iki gözü birden etkileyebilmektedir.
Etkilenmemiş göz, diğerindeki görme kaybını telafi edebilir. Dolayısıyla tek tarafın etkilendiği durumlarda, hasta gözdeki değişiklikler kişiler tarafından fark edilemeyebilir. Yaş tip makula dejenerasyonu ise düz çizgilerde bükülme, eğri veya düzensiz olarak görünme, görme alanında koyu gri lekeler veya boşluklar oluşması, merkezi görme kayıpları, nesnelerin boyutunun her göz için farklı olması, renklerde parlaklık kaybı ve her göz için farklı görme gibi belirtilerle kendini göstermektedir.
Tedavide başarı için erken tanı büyük önem taşımaktadır. Erken tanı aldığında tedavi edilebilen bir ileri yaş hastalığı olan sarı nokta hastalığının hastalar açısından en önemli dezavantajı, çok kez geç dönemde fark ediliyor olmasıdır.

 

 

 

 

 

SARILIK

Sarılık veya ikter kandaki bilirubin düzeyinin artması sonucu deri, göz ve mukozaların sarı renk alması durumudur. Bir belirti (semptom) olup çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir, tek bir hastalığa işaret etmez.
Hepatit bir anlamda karaciğerin iltihabıdır. Hepatitlerin çoğu virüslere bağlı olmakla beraber ilaçlar, toksik maddeler, radyasyon, bağışıklık sistemindeki bozukluklar gibi farklı nedenlere de bağlı olabilir.
Halk arasında, viral hepatitle sarılık genellikle karıştırılır ve her sarılık viral hepatit olarak değerlendirilir. Hâlbuki sarılık bir hastalık değil, belirtidir. Birçok hastalık, sarılık belirtilerine neden olabilir. Örneğin, safra yolunda, özellikle ana safra kanalında (koledok) kalsifikasyon olması sarılığa neden olabilir. Ancak viral hepatitle bir ilgisi yoktur ve bulaşıcı değildir. Yeni doğan sarılığı da genellikle viral hepatit değildir ve hastadan hastaya bulaşmaz.
Hepatite genellikle A, B, C, D, E virusları yol açar. A ve E virüsleri sıklıkla dışkı yolu ile bulaşır. A virusu ile oluşan bulaşıcı sarılıkta hastanın dışkısı, sarılığın ortaya çıkışından 2 hafta öncesi ile 1 hafta sonrasını barındıran süreçte çok bulaşıcıdır. Bu virüsler ile oluşan hepatitler esas itibarıyla, virüs taşıyan dışkı ile kirlenmiş su ve besin maddelerinin (sebze ve meyveler) ağızdan alınması sureti ile bulaşırlar. Virüsle kirlenmiş yüzeylere temas etmiş ellerin ağza değdirilmesi de kişisel bulaşmada ve virusun yayılmasında çok önemlidir. B ve C virusları ise, başlıca, kan yoluyla (kan ve kan ürünlerinin alınması, mikroplu enjektör ve iğnelerinin kullanılması, ortak jilet veya diş fırçası kullanımı, akupunktur, diş tedavisi ve cinsel ilişki suretiyle) bulaşırlar. Hastalığın, bu virusları taşıyan anneden bebeğe geçişi de mümkündür.
En sık rastlanan belirtiler, halsizlik, iştahsızlık, mide bulantısı, karnın sağ üst kadranında ağrı, derinin ve gözakının sararması ve idrarın koyulaşmasıdır. Kısa süreli ateş olabilir. Hastaların bazıları enfeksiyonu sararmadan; halsizlik, eklem ağrıları ve hafif ateş ile gribal enfeksiyon tarzında geçirirler.
A ve E hepatit enfeksiyonları tamamen iyileşebilirken, B ve C hepatitler ise kronikleşebilirler. Gelişmekte olan ülkelerde hepatit B halen önemli bir sorundur.Hepatit C nin aşısı henüz bulunamamıştır fakat üzerinde tıbbi çalışmalar sürmektedir. Hepatit B ve C hastalarının bir kısmı kronikleşebilmekte; siroz ve ileri dönemde karaciğer kanserine dönüşebilmektedir. Hepatit C’nin seyri B’ye göre daha ağırdır ve daha tehlikelidir. C virus hepatiti özellikle hemodiyaliz hastaları ve sık sık kan nakli yapılan hastalar için ciddi bir tehlike oluşturabilir.
Sarılık mekanizması
Bilirubin alyuvarlara rengini veren ve oksijen taşınmasını sağlayan hemoglobinmaddesinin parçalanması sonucu oluşur. Kanda dolaşım ömrünü dolduran yaşlı alyuvarlar ölünce hücrenin içeriğindeki hemoglobin açığa çıkar; hemoglobin de bilirubin maddesine dönüştürülerek karaciğere gelir ve çözünür hale getirilerek karaciğerden safraya atılır.
Örneğin karaciğerde bir fonksiyon bozukluğu söz konusu olduğunda bilirubin safraya atılamaz ve kandaki miktarı artar. Dokularda (deride) birikmesile sarılık oluşur.
Bilirubin maddesinin kanda arttığı alyuvar yıkım anemilerinde ‘(pre-hepatik nedenler)(örneğin kan uyuşmazlığına bağlı yeni doğanın sarılığı), safra kesesitaşlarının safra akımını engellemesi (post-hepatik) nedeniyle de sarılık tablosu ortaya çıkabilir. Sarılığın en önemli nedenlerinden biri hepatitlerdir ve bulaşıcı sarılık denince aklımıza viral hepatitler gelmelidir.
Çeşitleri
Ortaya çıkış nedenine göre üç çeşit sarılık teşhisi yapılabilir:
1. Hemolitik Sarılık: Pre-hepatik (Karaciğer öncesi nedenler)
2. Tıkanma Sarılığı: Post-hepatik (Karaciğer sonrası nedenler)
3. Hepatoselüler Sarılık: Hepatik (Karaciğere ait nedenler)
4. Yenidoğan Sarılığı
Hemolitik Sarılık
Günlük normal bilirubin miktarı üretim olarak 300 mg kadardır. Kırmızı kan hücreleri olan alyuvarların hızla yıkılması sonucunda karaciğerde konjugasyonu aşan bir bilirubin üretimi olur. Sonuçta safraya geçen bilirubin, ürobilinojen ve konjuge olmamış serbest bilirubin şeklinde kandaki indirekt bilirubin düzeyini yükseltir. Buna indirekt hiper bilirubinemi adı da verilir. Ayrıca karaciğer öncesi sarılık veya hemolitik sarılık adını da alır. Serbest bilirubin miktarının artması ile kandaki indirekt bilirubin miktarı artar. Ancak idrara çıkmaz. Büyük bir kısmı safraya verildiği halde bir kısmı da mukozaya yerleşerek cilt ve gözde sarı rengin oluşmasına neden olur.
Tıkanma Sarılığı
Bu tür sarılıkta bilirubin üretimi artmaz. Ancak safra yollarında tıkanma olur. Bu tıkanma safra taşı veya karaciğer tümörü oluşturabilir. Bilirubinin bağırsaklara geçişi önlenmiş olur. Karaciğer oluşan konjuge bilirubini kana gönderir ve bilirubin idrarla atılır. Bu sarılığa da karaciğer sonrası sarılık adı verilir.
Hepatoselüler Sarılık
Karaciğerin çoğu hücrelerinin çeşitli nedenlerle (alkol, toksik maddeler) hasarlanması ve buna bağlı olarak konjuge bilirubin miktarının azalmasına neden olur. Kanda konjuge bilirubin miktarı arttığında idrarda ürobilinojen miktarı da artar. İdrar koyulaşırken dışkı ise beyaz renge dönüşür. Karaciğer bozulduğu için hastada AST, ALT miktarı artar. Hastada bulantı ve iştahsızlık meydana gelir. Bu tür sarılığa hepatojen sarılık adı da verilir. Son derece önemlidir.
Yenidoğan sarılığı
Ana madde: Yenidoğan sarılığı
Yeni doğanlarda karaciğer bilirubin glukuroniltransferaz enziminin aktivitesi düşüktür ve bu enzim ancak yaşamın ikinci haftasında belirli bir düzeye erişir. Ayrıca çocuklarda eritrositlerin hem ortalama ömürleri daha kısadır ve hem de doğumla birlikte ihtiyaç fazlası eritrositler söz konusudur. Bu yüzden çocuklarda bilhassa prematüre çocuklarda hiperbilirubinemi görülür. Bu tür çocuklar UV ışığa konuldukları zaman konjuge bilirubin miktarı artacağından bilirubinin belirli bir süre sonra düzeyi düşerek normal yaşamlarına devam ederler. Konjuge bilirubinler direkt olarak Vanderberg reaksiyonu verdikleri için buna direkt bilirubin, serbest bilirubin ise indirekt olarak bu reaksiyonu verdiği için buna da indirekt bilirubin denir.

 

 

 

 

SEDEF HASTALIĞI

Psoriazis çeşitli klinik biçimlerde ortaya çıkabilen, yineleyici, kronik bir deri hastalığıdır. Deri lezyonlarının çok tipik olması nedeniyle tanı koymak oldukça kolaydır. Lezyonlar klasik olarak eritroskuamozdur; bu hem vasküler yapıların (eritem) hem de epidermisin (skuam) etkilendiği gösterir. Morfolojik olarak çok değişik biçimlerde görülür. Psoriazis vulgaris en sık rastlanan tipidir.
Psoriazis prevalansı farklı toplumlarda ve coğrafik bölgelerde değişiklik gösterir. Değişik çalışmalar psoriazis sıklığının %1-2 oranında olduğu göstermektedir. Çocuklarda rastlanma sıklığı %1,1 olarak bulunmuştur. Erkek ve kadınlarda eşit sıklıktadır. Tüm yaş gruplarında görülebilmesine karşın başlama yaşı genellikle üçüncü onyıldır. Erken başlangıç (<40 yaş) Tip I psoriazis adını alır ve daha şiddetli hastalığı belirtir. Tip I psoriazisde aile öyküsü varlığı olasığı daha fazladır. Tip II psoriazisde (40 yaş<) hastalığın seyri ve prognozu daha iyidir. Hastalığın genetik geçişli olduğunu gösterir pek çok çalışma olmasına karşın bu geçişin nasıl olduğu kesin olarak bilinmemektedir.
Etyopatogenezi
Psoriazis multifaktöriyal bir hastalıktır. Araştırmalara karşın günümüzde henüz nedeni bilinmeyen hastalıklar arasındaki yerini korumaktadır. Hastalık genetik yatkınlığı olan kişilerde çevresel faktörlerin etkisiyle ortaya çıkmaktadır. Psoriazisin oluşumundaki temel patoloji kerotinositlerin hiperproliferasyonu ve inflamasyonudur. Normalde 26-28 gün olan epidermal yenilenme süreci kısalmıştır. İmmün sistem hücreleri olan T lenfositler ve keratinositler arasındaki etkileşim psoriazis patogenezinde rol oynamaktadır. Psoriatik lezyonlarda artan CD4T hücreleri psoriatik lezyonların ortaya çıkışında ve kalıcılığında rol oynayan sitokinler salarlar. Aktivite T lenfositlerden salının bu sitokinler keratinosit proliferasyonuna ve endotel hücrelerinden adezyon moleküllerinin salınımını stimüle eden sitokinler sentezine yol açar. Ayrıca keratinositler de değişik sitokinler salgılayarak psoriazis sürecinin sürmesinde rol oynarlar.
Psoriatik lezyonların ortaya çıkışını provake eden dış etkenlere tetikleyici faktörler denir. Bunlar: Travma; Epidermisin zedelenmesine yol açan çeşitli mekanik, fiziksel ve kimyasal travmalar lezyonsuz deri bölgelerinde psoriatik lezyonların ortaya çıkmasına neden olur. Buna “Köbner Fenomeni” denilir. Akut streptokokal enfeksiyonlar, bazı ilaçlar (lityum, beta adrenejik blokörler), emosyonel stresler hastalığı başlatabilir ya da alevlendirebilir. Bunların yanısıra endokrin etkenler, hipokalsemi ve diyalizin, ayrıca hastaların az bir kısımında güneş ışınlarının lezyonlarda artışa yol açtığı bilinmektedir.
Klinik
Psoriazis vulgaris(klasik tip); keskin sınırlı, eritemli zemin üzerinde yerleşmiş sedefi beyaz ya da gümüşümsü kepeklerle kaplı lezyonlarla karakterizedir. Başlangıç lezyonu genellikle eritemli bir makül ya da makülopapül olup, bu lezyonların genişlemesi ile üzeri skuamla kaplı büyük plaklar ortaya çıkar. Skuamlar lezyonun üzerini bütünüyle kaplayabilir ya da ortasında yapışmış olarak bulunabilir. Kronik lezyonlarda skuamlar kalınlaşarak alttaki plağa daha sıkı yapışır. Skuamlar kazındığında tabaka tabaka kalkarak, toz gibi bir beyazlaşlaşma olur, buna “mum lekesi belirtisi” denir. Skuamlar mekanik olarak kaldırıldığında eritematöz zemin üzerinde küçük kanama odakları belirir. Buna “Auspitz belirtisi” adı verilir. Bu kanama odakları uzamış dermal papilla uçlarıdır.
Lezyonlar simetrik olarak diz, dirsek, lumbosakral bölge, saçlı deri (kulak arkası) ve göbek çevresine yerleşir. Küçük tek bir plak birleşerek geniş plaklara, geniş plaklar birleşerek harita (P. geagrafika) gibi lezyonlara dönüşebilirler. Bazen lezyonlar, orta kısmı iyileşerek anüler bir biçim alabilir. Stasyoner psoriazis aksilla, inguinal bölge gibi kıvrım bölgelerinde sınırlı kalabilir (P. inversa).
Psoriazisde el tırnaklarında %50, ayak tırnaklarında %35 oranında tutulum olur. Bu değişiklikler toplu iğne başı büyüklüğünde çukurcuklar (pitting), subungual hiperkeratoz, tırnak distalinde sarı renk değişikliği, şiddetli olgularda onikodistrofi biçimindedir.

Erüptif (Guttat) Psoriazis: Çok sayıda 0,5-1 cm’lik küçük, eritemli skuamlı papüllerle kendini gösterir. Genellikle gövde ve üst ekstremitelere lokalizedir. Ortaya çıkmasında streptokokal üst solunum yolu enfeksiyonları tetikleyici rol oynar. Birincil hastalığın tedavisi psoriazisin deri lezyonlarınında düzelmesini sağlayabilir. Ancak ilerde psoriazisin yineleme olasılığı vardır.
Psoriazisin özel formları:
Psoriatik eritroderma: Psoriazisin tüm vücut yüzeyinin tutulduğu jeneralize, ağır bir formudur. Psoriazisin tüm belirtileri bulunmakla birlikte eritem en belirgin bulgudur. Psoriatik eritroderma, ani jeneralize eritem biçiminde ya da kronik plak tipi psoriazisin yaygın eksfoliyatif faza dönüşmesi biçiminde başlayabilir. Bu, hastalık aktivitesinin derecesini belirler. Hastalarda ateş, halsizlik, kırıklık, lökositoz, vazodilatasyona bağlı sıvı-elektrolit kaybı, ısı kaybı ve santral hipotermi gibi sistemik komplikasyonlar ortaya çıkabilir. Aşırı skuamasyon nedeniyle protein kaybı ve demir eksikliği olabilir. Tırnak matriksinin destrüksiyonu nedeniyle tırnak büyümesi durur ya da tırnak yitimi olabilir.
Püstüler Psoriazis: Lokalize ya da jenaralize olur.
Lokalize form simetrik olarak avuç içi ve ayak tabanlarında eritemli zemin üzerinde sarı püstüllerle karakterizedir. Sistemik belirtiler yoktur.
Jeneralize püstüler psoriazis ise akut ve seyrek olarak mortalite riskli olan bir formdur. Ateşle başlayıp 2-3 mm boyutlarında yaygın steril püstüller avuç içi, ayak tabanları, tırnak yatağı dahil tüm gövdeye ve ekstremitelere dağılır. Püstüller genellikle eritemli zemin üzerindedir. Önce yama tarzında iken zamanla birleşirler ve tüm deri yüzeyini tutarak hastalık daha şiddetlenir. Hastalık karakteristik olarak püstüller ve ateşle birlikte giden dalgalı bir seyir izler. Tırnaklarda onikolizis görülebilir. İkincil bakteriyel enfeksiyonlar, septisemi, dehidratasyon, elektrolit dengesinde bozukluk, hipokalsemi ve hipoalbüminemi gibi ciddi komplikasyonlar görülebilir.

Psoriatik Artrit: Tüm psoriazis tipleri içinde, hastaların en azından %5-8’inde eklem, tendon, ligaman ve fasya tutulumu olabilir. Eğer deri tutulumu şiddetli ise ya da püstüler psoriazis olduğunda daha yüksek sıklıkta görülür. Seronegatif bir artrit olup, genellikle deri lezyonlarından sonra ortaya çıkar. Psoriatik artritli hastalarda HLA-B27 ekpresyonu artmıştır. Asimetrik oligoartrit ve monoartrit, romatoid artrite benzeyen simetrik poliartrit ya da ankilozan spondilite benzeyen aksiyal artrit biçiminde görülür. Olguların çoğunda asimetrik oligo artiküler tutulma görülür. Sıklıkla el ve ayakların distal ve proksimal interfalanjiyal ve ayakların metatarsofalanjiyal eklemleri tutulur. Seyrek olarak büyük eklemleri, %20 olasılıkla sakroiliak eklemi tutulabilir.
Patoloji
Aktif bir lezyonda karakteristik bulgular epidermistedir.
1. Rete çıkıntılarında düzenli uzama ve akantoz,
2. Dermal papillalarda uzama, genişleme ve ödem,
3. Parakeratoz (yassı, çekirdekli stratum korneum hücreleri tabakalar biçiminde birbiri üzerine yığılmıştır. Genellikle hiperkeratoz ile birliktedir),
4. Malpighi tabakasının suprapapiller kısmında incelme, bazen spongioform püstüllerin oluşumu,
5. Granüler tabakanın incelmesi ya da kaybolması,
6. Mitozda artma,
7. Lenfosit ve monositlerden zengin az ya da çok dermal infiltrasyon ve ödem,
8. Stratum korneumda ya da hemen altında yerleşen PMNL oluşan epidermal mikroabseler (Munro mikroabseleri).
Tanı ve Ayırıcı Tanı
Psoriazis tanısı ağırlıklı olarak klinik bulgulara dayanılarak konulur. Bazı lokalizasyonlar ve atipik biçimlerde tanıya histopatolojik inceleme yardımcı olur.
Hastalığın aktivitesinde değişiklik olduğunda, erüptif, püstüler ya da eritematöz olduğunda tanıda güçlük olabilir. Ayırıcı tanıda ekzema, pitriazis rubra pilaris, seboreik dermatit, pitriazis likenoides varioliformis, kandida, yüzeyel mantar hastalıkları, sifiliz, kutanöz T hücreli lenfoma gibi hastalıklar düşünülebilir.
Tedavi
Hastalığın hastanın yaşamı üzerindeki etkisini göz önünde bulundurmak tedavideki başarının bir parçasıdır. Tedaviye başlamadan önce hasta, hastalığı hakkında bilgilendirmeli, tedavi ile elde edilen iyileşmenin her zaman kalıcı olmadığı, bu iyilik durumunun uzun sürebildiği gibi nüks edebilme olasılığının olduğu anlatılmalıdır. Hastalığa neden olan ve alevlenmesine katkıda bulunan tetikleyici etkenlerden sakınması gerektiği söylenmelidir. Psikiyatrik yönden desteklenmelidir. Hastaya cesaret verme ve destek, tedavinin önemli bir bölümünü oluşturur. Tedavide amaç hastalığı sınırlı deri lezyonları düzeyinde tutmak, uzun süreli ve en çok etkiyi sağlamaktır.
Topikal Tedavi
Deride kuruluk hastalığın yaygın formlarında istenmeyen bir durumdur. Bu nedenle nemlendiriciler kullanılmalıdır. Lezyonların yüzeyindeki kepeklerin kaldırılması, daha sonra uygulanacak tedavilerin etkisini arttıracağından, tedavinin başlangıcında bu amaçla salisilik asit, laktik asit ve üre (%10) kullanılabilir.
Antralin: Antiproliferatif ve antiinflamatuvar etkisi vardır. Kronik plak ve gutat psoriaziste iyi bir seçenektir. Klasik antralin tedavisi düşük konsantrasyonla (%0,5-0,1) başlar ve %5 konsantrasyona çıkılıncaya dek her hafta artırılır ve lezyonlar düzelinceye dek sürdürülür.
Kısa temas tedavisinde ise antralinin yüksek konsantrasyonu 10-20 dakika uygulanıp hemen yıkanır. Deriyi ve giysileri kahverengine boyamasının yanısıra irritan reaksiyonlara neden olabilir.
Vitamin D3 ve analogları: Keratinosit proliferasyonunu baskılarken terminal diferansiyasyonunu artırır. Piyasada kalsipotriol olarak bulunan vit D3 analoğu plak tipi psoriazisde günde bir ya da iki kez olarak iki ay kullanılabilir. Ultraviyole ışınları emme özelliği nedeniyle UV ile kombine edebilir. Lokal irritasyon, kalsiyum ve fosfor metabolizması üzerindeki etkisi izlenmelidir.
Tazaroten: Yeni geliştirilmiş bir retinoid türevidir. Başlıca psoriatik plaklarda skuamı, plak kalınlığını ve eritemi belirgin olarak azaltır. Kronik plak tipi psoriazisde %2-5’lik konsantrasyonlarda kullanılır.
Topikal kortikosteroidler: Topikal tedavide en etkin ve en çok kullanılan ilaçlardır. Bunların seçiminde steroidin etkinliği ve gücü gözönünde bulundurulur. Önce güçlü steroidlerle başlanır, daha sonra iyileşme elde edildikçe gücü daha az olanlara geçilerek yan etkiler en aza indirilmeye çalışılır. Nüks ve alevlenmeyi önlemek için tedavi sistemik steroid tedavisinde olduğu gibi aşamalı olarak azaltılarak ilaç kesilir. Piyasada pomad, krem ve losyon formunda bulunurlar.
Çocuklarda az güçlü kortikosteroidler seçilmelidir. Ayrıca etkinin arttırılması için oklüzyon (kapalı uygulama) biçiminde uygulanabilir. Etkinin arttırabilmesi amacıyla yerel steroidler salisilik asit ve üre ile birlikte kullanılabilmektedir.

Fotokemoterapi: Güneş ışınlarının sedef hastalığı üzerindeki olumlu etkisi uzun yıllardan beri bilinmektedir. PUVA tedavisi sistemik psoralen (ışığa duyarlandırıcı) ile UVA’nın birlikte uygulanmasıdır. UVA enerjisi ile psoralenler DNA ile çapraz bağlar oluşturarak DNA sentezini ve mitozu baskılar.
Potent bir ışığa duyarlandırıcı olan
8-metoksipsoralenin (0,6-0,8 mg/kg) ağızdan alınımından yaklaşık 2 saat sonra UVA, 1 joule/cm2 olacak biçimde başlanır. UVA dozu her seansta 0,5 ile 1,5 joule arttırılır. Bu tedavi; haftada iki ya da üç, daha yoğun protokollerde haftada dört kez uygulanır. Psoriazisde lezyonların bütünüyle temizlenmesi için 19-25 seans (100-245 J/cm2 UVA) gereklidir. Psoralenin %95’i sekiz saat içinde böbrek yoluyla atılır. Bu süre içinde derinin UV ışınlarına duyarlılığı arttığından ilaç alınımının 8-12 saat sonrasına dek UV’den korunmak gerekir.
Ayrıca baş ağrısı ve dönmesi, bulantı gibi belirtiler olabilir. Psoralen lenste birikerek katarakta neden olabileceğinden tedavi sırasında ve psoralen alınımından sonraki 24 saat içinde gözlerin korunması gerekir. Yılda bir göz incelemesi yapılmalıdır. Uzun süreli yan etkileri ise; solar elastoz, deri yaşlanması, aktinik değişiklikler, hiper ve hipopigmentasyon, melanom ve
non-melanom deri kanserleri oluşumudur. Ayrıca dar band UVB, selektif UVB (SUP) tekli ya da topikal kortikosteroidler, vit D3 analogları ve antralin ile kombine tedaviler biçiminde uygulanabilir.
Sistemik Tedavi
Hastalık yaygın püstüler ya da aktif faza geçtiğinde sistemik tedaviler seçilmelidir.
Metotreksat: Bir folik asit antagonistidir ve hücre siklusunu S fazında baskılar. Püstüler psoriazis ve psoriatik artiritte 10-25 mg arasındaki dozlarda haftada bir kullanılır. Bulantı, kusma, halsizlik ve baş ağrısı yanısıra, kemik iliği baskılanması, karaciğer toksisitesi en önemli yan etkileridir.
Siklosporin: İmmünsüpresif etkili bir siklik polipeptid olup sıklıkla doku rejeksiyonunu önlemek amacıyla kullanılır. Psoriazisdeki etkisi, Langerhans hücrelerinin antijen sunma kapasitesini ve mast hücre işlevlerini baskılar. Şiddetli plak tipi psoriazisde oldukça etkilidir. Psoriatik artiritte tırnak lezyonlarının iyileşmesinde etkilidir. Önerilen doz 2,5-3 mg/kg/gün bölünmüş iki dozla günde en çok 5 mg’a çıkılabilir. Böbrek işlevlerinde bozukluk, hipertansiyon, hipertrikoz, diş eti hipertrofisi gibi yan etkileri vardır. Kan basıncı ve serum kreatinin izlemi gereklidir.
Retinoidler: Retinoidler keratinosit büyümesini ve terminal diferansiyasyonunu düzenler. A vitamini türevi olan etretinat kullanılır ancak yarı ömrü uzun olduğundan kadınlarda teratojenik etki riski fazladır. Artık dünyada yarı ömrü daha kısa olan (2-3 gün) asitretin seçilmektedir (ülkemizde yoktur). Psoriazisin püstüler formunda 1 mg/kg/gün dozunda kullanıldığında oldukça etkilidir. Şiddetli psoriazis ve eritrodermik psoriazisde 0,3-0,5 mg/kg/gün olarak başlanıp 2-3 haftalık aralarla 0,75 mg/kg/gün’e çıkılır. Bazı olgularda PUVA (Re-PUVA) ile birlikte kullanıldığında etkinliği artabilir. Genellikle 0,5 mg/kg/gün dozu ile 3-4 ay sürdürülür.
Yan etkiler; keilitis, göz ve ağız kuruluğu, yaygın kaşıntı, deride kuruluk, saç dökülmesi, serum lipidlerinde ve karaciğer enzimlerinde artıştır. Yüksek teratojenik potansiyeli göz önünde bulundurulmalıdır.
Kadın hastalar ilaç kullanırken ve kesildikten sonraki iki yıl doğum kontrolü uygulamalıdırlar.

 

 

 

 

SELÜLİT

Deri altı dokuyu da etkileyen, yayılım eğilimi olan bir cilt infeksiyonudur. Dermisin lökositik infiltrasyonu, kapiller dilatasyon ve bakteri proliferasyonu ile karekterizedir.

Klinik bulgular
Travma veya alttaki cilt lezyonu zemininde, nadiren kan yoluyla gelişir. Lokal duyarlılık, ağrı, eritem, ateş, tireme, halsizlik gelişir. Lezyon bölgesi sıcak, kırmızı ve şiştir. Erizipelden farklı olarak kenarları yüksek değildir ve sınır tam çizilemez, renk daha açıktır. Bölgesel lenfadenopati vardır ve bakteremi oluşabilir. Stafilokokal selülitler genelde merkezdeki lokalize bir infeksiyondan ör: apse, follikülit veya yabancı cisim sonucu sentripedal gelişir. Strep. pyogenese bağlı selülitlerde ise daha hızlı yayılan bir proçes olup sıklıkla lenfanjitisle karekterizedir. .
Epidemiyoloji
Epidemiyoloji : Bakteri derideki çizik, kesi, yanık, böcek ısırığı, cerrahi insizyon ve intravenöz kateter sonucu girebilir. Koroner bypass geçirenlerde safen ven çevresinde, ayaklarda mantar enfeksiyonu olanlarda sıklıkla selülite rastlanır. Radikal pelvik cerrahi, radyasyon tedavisi ve pelvik lenf nodlarına malign metastaz, lenf nodu diseksiyonu, Milroy hastalığı ve elefantiazis gibi kronik lenfödeme yol açan durumlarda streptokoklar tekrarlayan selülite yol çabilir. Tekrarlayan stafilokokal enfeksiyonlar, Job’s sendromu ve kronik nazal taşıyıcılarda görülebilir
Etyoloji
Sıklıkla etkenler S.aureus ve A grubu beta hemolitik streptokoklar olmakla birlikte gram negatif bakteriler ve diğerleri de özellikle bağışıklığı baskılanmışlarda etken olabilir: Çocuklarda Haemophilus influenzae, diabetik hastalarda Streptococcus agalactiae, deniz ürünleriyle uğraşanlarda Erysipelothrix rhusiopathiae, taze sularda yüzme sonucu bulaşan Aeromonas hydrophila, yüzme havuzlarında zedelenme sonucu veya akvaryumlardan bulaşan Mycobacterium marinum ve vibrio spp,. Penetran yaralanmalar sonucu (Ör: tenis ayakkabısı sendromu) Pseudomonas aeruginosa, kanserli hastalarda Stenotrophomonas maltophilia gibi..
Tanı
Klinik olarak konur. Epidemiyolojik veriler ve kişinin bağışıklık durumuna göre yaklaşılır. Gram boyama ve iğne aspirasyon kültürü tanıda yardımcı olabilir,gerekirse cilt biyopsi kültürü ve kan kültürü alınır.Genelde pozitif kültür oranı düşük olduğu için tedaviye yanıtsız hastalarda, fluktasyon varsa ya da bağışıklığı baskılanmış hastalarda önerilir.
Ayırıcı tanı
Saçlı derinin tekrarlayan perifollikülitleri, aktinomikoz, primer pyodermi, ruam, süpüratif hidroadenit, tümöral oluşumlar, subkutan yağ dokusu nekrozu, Weber christian hastalığı.
Tedavi: Eğer orta ve erken dönemde bir selülit ve streptokokal olduğu düşünülüyorsa başlangıçta kristalize penisilin ve ardından prokain penisilinle tedavi edilebilir.. A,B, C, G grup streptokoklar için penisilin veya eritromisin oral veya parenteral kullanılmalıdır.Ciddi grup A streptokokkal infeksiyonlarda nekrotizan fasiit veya streptokokal toksik şok sendromunda klindamisin tercih edilebilir.
Eğer stafilokoksik düşünülüyor veya başlangıçta etyoloji ayrılamıyorsa penisiline dirençli penisilin penisilinaza dirençli penisilin (nafsilin ve oxacillin ; 1 haftadan küçük YD.da 2000 gr.dan küçük olanlarda 25mg/kg, 12 saatte bir, 2000 gr.dan büyükse 8 saatte bir, bir haftadan büyüklerde; 2000gr.dan küçükse 8 saatte bir, büyükse 6 saatte bir IM veya IV, erişkinde 50-200mg/gün, 4 doza bölünerek veya birinci jenerasyon sefalosporinler; cefazolin; 25-100mg/kg,/gün, 3 dozda ,clindamycin; 1 haftadan küçük YD. Da 2000gr.dan küçükse 5 mg/kg 12 saatte bir, 2000gr.dan büyükse 8 saatte bir, 1 haftadan büyük ve 2000gr.dan düşükse 5mg/kg 8 saatte bir, 2000gr.dan büyükse 6 saate bir IV,IM , erişkinde: 15-40mg/gün, üç veya 4 dozda kullanılır.

Amoksisilin/Clavulanik asit ve Ampicillin/sulbactam (100-300mg/kg/gün, 4 dozda kullanılabilir. Diabetes mellituslu hastalardaki erizipelde; 2.3 jenerasyon sefalosporin veya Amoksisilin/clavulanic asit, gerekirse kültür sonucuna göre değişim yapılır.

Penisiline allerjik kişilerde vankomisin veya teicoplanin kullanılabilir.. Eğer klinik bulgular gram negatif bir infeksiyonu düşündürüyorsa bakteriyolojik sonuçlar gelinceye dek gentamisin gibi bir aminoglikozid semisentetik penisiline ek olarak başlanabilir.Diabetes mellitus varsa ve diyabetik ayak ülseri varsa daha geniş bir spektrumla başlamakgerekir: Ör: Parenteral sefalosporin(sefazolin veya cefoxitin+aminoglikozid veya klindamisin+aminoglikozid). Eğer hızla gelişen ve su kaynağı ile temas sonrası ortaya çıkan selülit varsa; penisilinaza dirençli bir penisilin+gentamisin birlikte kullanılabilir. Erysipelothrix rhusiopathiae infeksiyonlarında erythromycin (YD: 2000mg.dan küçükse 10mg/kg 10 saatte bir, 2000gr.dan büyükse: 10mg/kg 8 saatte bir, clindamycin, tetracycline ve cephalosporinler kullanılabilir.
İmmobilizasyon, tutulan ekstremitenin elevasyonu ve yara bakımı (lokal pansuman) önerilir. Koroner bypass sonrası safen vende selüliti olan ve parmak aralarında fungal infeksiyonu olan kişilerde topikal mikonazol veya klotrimazol önerilir. .Başlangıç antibiyotik tedavisi 6-7 gün yüksek dozda penisilin veya nafsilin olmalıdır.
Korunma
Rekürren selüliti olanlarda nadiren 250-500mg oral günde iki kez veya eritromisin 250 mg. 1 ya da ikidoz önerilir.
Gangrenöz Selülit
Tanım
Subkutan dokuda ve deride yaygın nekrozla seyreden ve hızla ilerleyen selülittir. Etkene, infeksiyonun lokalizasyonuna, predispozan koşullara göre nekrotizan fasciitis tip I ve II (Tip I veya polimikrobiyal; sıklıkla Enterobacteriaceae ve anaerobların etken olduğu, tipII veya streptokokal gangren; S.pyogenesin neden olduğu), gazlı gangren(, clostridial myonekrozis) ve anaerobik selülitis, progressif bakteriyel sinerjistik gangren, sinerjistik nekrotizan selülit, periteneal flegmon ve gangrenöz balonit, immün baskılanmış hastada gangrenöz selülit ve klasik selüliti komplike lokal deri nekrozu gibi birbirine benzer tablolara ayrılabilir.
Klinik bulgular
Deri ve ve subkutan dokuda nekroz ve hemoraji ile karekterizedir. Çoğunlukla infeksiyon bölgesindeki infekte eden mikroorganizmaya sekonder olarak gelişir. Ama derin bölgeden deri ve deri altı dokularına infeksiyonun yerleşimiyle nadiren de bakteremi sonucu gelişir

Streptokokal Gangren : Çoğunluk grup A nadiren C ve G streptokoklar tarafından oluşur. Genelde travma sonucu gelişir, lokal eritem ve ödemi takiben1-3 gün içinde lezyon hızla ilerler. Nekroz alanı çevresinde eritemle karekterize demorkasyon hattı oluşur. Üçüncü derecede yanığa benzer.

Progressif bakteriyel sinerjistik gangren : Sıklıkla karın cerrahi yara kenarlarında infeksiyonu takiben oluşur. Fistüle lezyon veya kronik ülserasyonu takiben de gelişebilir. Önce şişlik eritem, ardından hızla ülserasyon, ağrılı ülserlerin gelişmesi ve gangrenöz yapı oluşmasıyla karekterizedir. Mikroaerofilik veya anaerobik streptokok ve S.aureus en sık etkenler. Proteus ve diğer gram negatif basiller de etken olabilir. E.histolytica yönünden araştırma da gerekebilir.

Yatkınlığı olan hostta gangrenöz selülit : Sağlam kişideki mikroorganizmaların yanında birçok etken olabilir. Ör: mucormycotik gangrenöz selülit, pseudomonas
Tanı
Büllöz lezyondan direkt mikroskopi, iğne aspirasyon materyalinden direkt mikroskopi, aerop ve anaerop kültür ve kan kültürü.Radyolojik görüntüleme
Tedavi
Acil cerrahi drenaj, destekleyici sıvı tedavisi.Antibiyotik: 4-6 saatte bri 600 000 ya da 2 000000 Ü kristalize penisilin. Eğer etyolojik ajan tanımlanmamışsa Ör: S. aureus düşünülüyorsa nafsilin 4-6 saatte bir 1.5-2 gr . Mikst anaerob ve fakültatif m.o düşünülüyorsa (sinerjik nekrotizan selülit) kokusu ve gram boyamada exuda ile tanımlanabilir.

Progressif bakteriyel sinerjistik gangrenin tedavisi çok zor olup parenteral penisilin ve ikinci bir antibiyotik duyarlılık testine göre . Lokal irrigasyon, ve nekrotik doku insizyonu gereklidir.
Klostridiyal Aneorobik Selülit
Tanım
Canlılığını yitirmiş subkutan dokunun nekrotizan klostridiyal infeksiyonudur. Derin fasia tutulumu ve miyozit yoktur. Nadiren lösemi ve granülositopenik hastalarda C.septivcum bakteremisi sonucu oluşabilir.
Klinik bulgular
Kirli yetersiz debride edilmiş travmatik yara veya daha önceki bir infeksiyona sekonder olarak oluşabilir. İnkübasyon süresi birkaç gün ama hızla ilerler. Lokal ağrı, dokuda şişme ve sistemik toksisite ön planda olan bulgular değildir. İnce, koyu , yağ globülleri içerir ve kokuludur. Dokuda yaygın gaz oluşumu vardır. Krepitasyon alınır.
Etyoloji
Etken en sık C. perfringes ama C. septicum ve diğer türleri de etken olabilir.

Tanı
Drenaj materyalinden Gram boyamada kalın tipik gram pozitif basillerin görülmesi ve polimorfonükleer lökositlerin varlığı. Direkt grafide gaz görülür.
Ayırıcı tanı: Klostridiyal miyonekrozis(gazlı gangren). Kaslar klostridiyal selülitte pembe renkte ama gazlı gangrende görünüm ve fonksiyon bozuktur.
Tedavi

Kas tutulumunu tespit için cerrahi yaklaşım temeldir. Acildir.Nekrotik doku debride edilir ve drenaj sağlanır. Başlangıç antimikrobiyal tedavi 1-2 milyon ünite kristalize penisilin, her 3 saatte bir veya ampisilin (1-1.5 gr her 3-4 saattebir)+ intravenöz clindamycin (her 6-8 saatte bir 0.6 gr) veya metronidazol (1 gr. yükleme ardından 6 saatte bir 0.5 gr. intravenöz). Gram boyama sonucuna göre aerobik gram negatif basil varsa aminoglikozid, florokinolon veya 3.jenerasyon sefalosporin başlanabilir. Kesin tedavi kültür sonucundan sonra belirlenir.Gerekirse karbapenemler (imipenem veya meropenem) kullanılabilir.

 

 

 

 

SERVİKAL KANSERİ

Rahim Ağzı (Serviks) Kanseri kadınlarda en sık görülen ikinci kanser türüdür. Özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde daha sık görülür. En büyük avantajı Pap test (Pap Smear) ile rahim ağzı sürüntünün incelenmesiyle tanısının henüz kanser oluşmadan tanınabilmesi ve böylelikle erken tedavisinin yapılabilmesidir.
Rahim Ağzı Kanseri’ne % 98 oranında HPV (İnsan Papilloma Virüsü) neden olmaktadır.
Nasıl tanı konur?
Kadınların yılda bir kez servikal smear yaptırması gereklidir. PAP smear adı verilen bu yöntemle rahim ağzından sürüntü alınır ve kanser hücreleri tespit edilir.
Kimler risk altındadır?
Sosyo ekonomik düzeyi düşük olan kadınlar, erken evlenenler , erken cinsel hayata girenler, sigara kullanan ve çok doğum yapan kadınlar, sık eş değişimi, HPV virüsü ile enfekte olan kadınlar risk altındadır.
Belirtileri nedir?
Cinsel ilişki sonrası kanama, adet dönemi dışı kanama, kanlı, kötü kokulu akıntı ve kasık ağrısı – bel ağrısı cerviks kanserini düşündürebilir.
Tedavi nasıl yapılır?
Erken dönemde, konizasyon işlemi ile ile sadece rahim ağzındaki hastalıklı bölge çıkarılır. Hastalık ilerlemişse operasyon sonrası radyoterapi gerekebilir. Erken dönemde yakalandığında tedavide başarı oranı yüzde 100’dür. Rahim ağzı kanseri için HPV aşısı ergenlikten itibaren genç kız ve kadınlara yapıldığında koruyuculuk oranı çok yüksektir.

 

 

 

“SES KISIKLIĞI”

Sesteki çatallaşmalar, titreşimler, boğuk ses ve diğer tüm ses değişikliğine ses kısıklığı denir. Gırtlaktan daha aşağı seviyelerdeki rahatsızlıklar sesin cılız ve zayıf çıkmasına neden olurken, gırtlağın kendisi ile ilgili hastalıklarda sert, tırmalayıcı ve kısık ses oluşumuna neden olur. Ağız boşluğu ve dil hastalıklarında ise ses boğuk, burundan ve “ağızda sıcak patates varmışçasına” çıkmasına sebep olur.
“Ses Kısıklığı” neden oluşur?
Ses kısıklığı oluşturan pek çok sebep vardır. Bunlar arasında çok basit ve kendiliğinden iyileşebilecek sebepler olduğu gibi ciddi ve tedavisinin büyük ameliyatlar gerektirdiği hastalıklar da olabilir.
Ses kısıklığına sebep olabilecek hastalıklar arasında şunlar sayılabilir:
• Larenjit (Gırtlak iltihabı)
• Ses tellerinde nodül, kist veya polip gibi iyi huylu kitleler
• Akciğer hastalıkları
• Ses teli hareketini sağlayan sinirlerin felci
• Alerji veya iltihaplara bağlı geniz akıntısı
• Mideden yukarı doğru asit kaçağının olması (reflü) ve şiddetli kusmalar
• Gırtlak ve çevresindeki dokuların tümörleri
• Ses telleri çevresine gelen darbeler
• Psikolojik sebepler
• Şeker hastalığı veya sinir sistemi hastalıkları gibi vücudun diğer bölgeleriyle birlikte ses telini de tutan hastalıklar
• Sigara, duman ve kimyasal gazlar gibi tahriş edici maddelere maruz kalmak
Yanlış ses kullanımları(bağırma, çığlık, şiddetli ağlama ve öfke durumları)
• Bir takım cerrahi travmalar(gırtlağa yada üst solunum yoluna yönelik yada genel anestezi için solunum yoluna tüp(entübasyon tüpü) yerleştirilmesine bağlı
Ne zaman doktora gitmeliyim?
Doğrusu ses kısıklığı olur olmaz doktora gitmektir. Ancak ülkemizde bu pek mümkün olmamaktadır. Bu nedenle genelde 1-2 haftadan daha fazla süren ses kısıklıklarında mutlaka doktora gidilmesini öneriyoruz. Ses kısıklığı ile beraber nefes alma zorluğu, ağızdan kan gelmesi, yutma zorluğu veya boyunda kitle (şişlik) gibi şikayetler de varsa bir Kulak Burun Boğaz uzmanına başvurmak için daha acele etmek gerekir. Özetle kulak burun boğaz uzmanına ne zaman muayene olmak gerekir sorusunun cevabı olarak:
Ses kısıklığı 2-3 haftadan uzun sürerse,
Ses kısıklığı ile birlikte aşağıdaki belirtiler varsa:
• Soğuk algınlığı gibi belirli bir neden yokken ağrı bulunması,
• Öksürükle kan gelmesi,
• Yutma güçlüğü,
• Boyunda şişlik,
Birkaç günden uzun süren tam ses kaybı veya seste şiddetli değişiklik olursa Kulak Burun Boğaz uzmanı ile görüşülmelidir.
Ses kısıklığı olduğu zaman ne hemen ciddi bir hastalık endişesine kapılmalıyız ne de çok küçümseyip muayeneyi ihmal etmeliyiz. Özellikle sigara içen, 50 yaşını aşmış ve 2 haftadan uzun süreli ses kısıklığı olan erkek hastaların mutlaka hekime başvurmaları ve dikkatli bir gırtlak muayenesinden geçmeleri şarttır. Çünkü gırtlak kanserinin ilk ve en önemli işareti ses kısıklığı olup erken evrede saptandığında %100’e yakın oranda tedavi edilebilmektedir.
Ses kısıklığının tedavisi, ses kısıklığı yapan hastalığa göre değişir. Çünkü ses kısıklığı kendisi bir hastalık değil başka hastalıkların belirtisidir.
Nelere dikkat etmeliyim?
Ses kısıklığının olmaması veya olursa da kolay iyileşmesi için hastanın dikkat etmesi gereken hususler:
• Sigara ve alkol kullanılmaması (sigaranın rolü çok daha fazladır)
• Sesin doğru tonda, kalınlaştırma ve inceltmeleri fazla yapmadan kullanılması
• Çok uzun süre konuşmaktan kaçınılması
• Diyaframı kullanarak, gırtlak kaslarını çok yormadan konuşulması
• Bol su içilmesi
• Boğaz temizleme hareketini yapmaktan kaçınılması
• Mideden asit kaçağı olan (Reflü) hastalar için akşam saatlerinde çay, kahve, kola, alkol alınmaması, mideyi dolduracak kadar yemek yenmemesi, yemek yiyip hemen yatılmaması, yüksek yastıkta yatılması
• Bulunduğunuz ortamın nemi ve ısısının uygun olması

 

 

 

SICAK BASMASI (HARARET)

Kadınların yarısından fazlası menopozdan önce veya sonra, östrojen düzeyleri azalırken ‘sıcak basması’ denen olayı yaşar.
Rahatsız edici olsalar da menopozda görülen sıcak basmaları aslında aşırı olmadıkları sürece tıbbi bir sorunun belirtisi değil, vücudun doğal hormonal değişimlere verdiği bir yanıttır. Sıcak basmaları çoğunlukla, östrojen düzeyleri düşük bir seviyeye yerleşince, menopozdan sonraki ilk bir ya da iki yıl içinde geçer. Sıcak basmaları günlük yaşamınızı etkiliyorsa bunun çaresi aranmalıdır. “Başıma geldi ne yapayım” demeyin jinekolog doktorunuzla bu durumu görüşün.
BAZI BASİT ÖNLEMLERLE SICAK BASMASINI ÖNLEYİN
Bazı yaşam tarzı değişiklikleri sıcak basmalarınızı azaltmada yardımcı olabilir, sigara, alkol ve stres sıcak basmalarını artırıcı faktörlerdir:
* Fazla şekerli ve yağlı gıdalarla beslenmek de vücut ısı dengenizi bozabilir, sağlıklı beslenmeye özen gösterin.
* Küçük ve sık öğünler tüketin, böylece büyük öğünlere göre vücudunuz daha az ısı üretecektir.
* Sigara içmeyin.
* Kahveyi azaltın.
* Alkol almayın ya da sınırlayın.
* Vücudunuzu serin tutun, yatak odanızı çok sıcak yapmayın, uyurken çok örtünmeyin, ince örtüler kullanın.
* Birkaç kat olarak gerektiğinde üzerinizden çıkarabile-ceğiniz şeyler giyin.
* Pamuklu veya ipek gibi doğal kumaşları tercih edin.
* Stresinizi azaltın, gerekirse profesyonel yardım alın.
* Düzenli egzersiz yapın.
* Yoga veya benzeri gevşeme tekniklerini öğrenin.
FARKLI NEDENLERLE YÜZÜMÜZ KIZARIR
Sıcak basması gibi rahatsız edici başka bir durum da yüz kızarmasıdır. Utandığımızda, hoş olmayan bir duruma düştüğümüzde, kaygı veya benzeri bir durumla karşılaştığımızda bazılarımızın yüzü kızarır. Aniden oluşan yüksek ısıyı deri yüzeye yakın kan damarlarını genişleterek atmaya çalışır, bunun sonucunda da yüzde ve yanaklarda kızarma oluşur.
Sık tekrarlarsa rahatsız eder
Bu durum sık tekrarlarsa sosyal olarak rahatsız edici durumlara yol açabilir. Yüz kızarması bazen ortada hiçbir sebep yokken de oluşabilir. Yorucu bir hareket, egzersiz, sıcak bir duş, seks gibi yüksek ısı üretilen durumlar sırasında oluşan yüz kızarması, aşırı olmadığı sürece, normal bir reaksiyondur.
Alkol alınması, sıcak içecekler, çok baharatlı yemekler de yüz kızarmasının sık görülen nedenlerindendir. Bazı hazır yemek ve gıdalara, bazı lokanta yemeklerine tat vermesi için konulan “monosodyum glutamat”ın da yüz kızarmasına neden olabileceği söylenir.
Kadınlarda yüz kızarmasının hormonlardan kaynaklanan özel nedenleri olabilir. Örneğin menopoz döneminde östrojen hormonunun yavaş yavaş azalması, yüz kızarması ataklarıyla kendini belli edebilir. Hamilelikte vücuttaki değişen hormon düzeyleri ve kan hacmindeki artış bazı kişilerde yüz kızarmasına yol açabilir.
Bazı hastalıklara işaret edebilir
Enfeksiyona bağlı ateş, çok soğuğa veya sıcağa maruz kalınması, güneş yanması gibi vücut ısısının yükselmesine neden olan her şey yüz kızarması sonucunu doğurabilir.
Ruhsal durumlar da yüz kızarması nedenlerinden biri olabilir. Diyabetten kalp sorunlarına kadar birçok kronik hastalık ve aşırı çalışan tiroid bezi veya iç salgı bezlerinin bazı bozuklukları, tümörler gibi hastalıklar da yüz kızarması nedeni olabilir.
Bazı cilt hastalıkları da yüz kızarmasına yol açabilir, bu konuda dermatolog doktorlar size yardımcı olur.
Yüz kızarması alınan bazı ilaçların yan etkisi de olabilir. Kolesterol tedavisinde yüksek dozlarda kullanılan bir B vitamini olan Niasin de kızarmaya yol açabilir.
Bu şikayetlerin normal mi olduğu, yoksa bir sebepten mi kaynaklandığını anlamak için doktorunuza danışıp, onun önerileri doğrultusunda hareket etmek en doğru yoldur.

 

 

 

 

SICAK ÇARPMASI

Sıcak çarpması, vücut sıcaklığının 41ºC ve üzerine yükselmesidir. Çok tehlikeli, hatta ölümcüldür. Vücut ısısı tehlikeli şekilde yükselir. Beyin hücreleri ve damarlar başta olmak üzere hücrelerde hasara neden olur.
Sıcak çarpması iki şekilde gerçekleşir:
1-Klasik sıcak çarpması: Ortam ısısındaki ani yükselmeler, vücuttan ısı kaybını etkili biçimde sağlayamayan bireylerde vücut sıcaklığının tehlikeli biçimde yükselmesine neden olur. Sıcak havanın etkisiyle dehidratasyon (sıvı kaybı) ve aşırı terleme görülür. Yaşlı, çocuk, kronik hastalığı olan kişiler (diabet, kalp yetmezliği vb.) çabuk etkilenir.
2-Egzersize bağlı sıcak çarpması: Aşırı sıcak ve nemli havada ağır egzersiz ve çalışma yapılması sonucunda oluşur. Genellikle genç ve sağlıklı kişilerde görülür.
Sıcak çarpması belirtileri nelerdir?
• Güçsüzlük, yorgunluk, iştahsızlık
• Baş dönmesi
• Mide krampları, kusma ve bulantı
• Anksiyete, davranış bozukluğu, sinirlilik
• Hızlı nabız (taşikardi)
• Bilinç kaybı ve halüsinasyon
• Sıcak çarpması için alınabilecek önlemler
• Şapka, güneş gözlüğü, şemsiye kullanarak güneşten korunabilecek aksesuarlar kullanılabilir.
• Mevsim şartlarına uygun, terletmeyeni hafif giysiler giyilmelidir.
• Bol miktarda sıvı tüketilmelidir.
• Vücut temizliği önemlidir.
• Direkt güneş ışığına maruz kalınmamalıdır.
• Kapalı mekânların düzenli olarak havalandırılmasına özen gösterilmelidir.
• Sıcak çarpmasında ilk yardım
• Hasta serin ve havadar ortama alınmalıdır.
• Kişinin giysileri çıkartılır.
• Kol ve bacakları yükseltilir.
• Hasta kusmuyor, bulantısı yoksa ve bilinci açıksa sıvı tüketmesi sağlanır. ( 1 litre su, 1 çay kaşığı karbonat veya maden suyu)

 

 

 

SİĞİL

Siğil derinin üst tabakasına veya mukozaya yerleşen İnsan papilloma virüsü / HPV olarak bilinen bir virüse ait enfeksiyonlardır. Siğillerin şekli bulunduğu bölgeye veya tipine göre değişmekle beraber, genellikle deriyle aynı renkte, kabarık, nasırımsı sert görünümdedirler.
Türleri
• Yaygın Siğiller : Ellerde, parmaklarda ve tırnak çevresinde görülen bu tip siğiller çok yaygındır.çocuklarda sık görülür.
• Ayak Tabanı Siğilleri : Diğer siğillerden farklı olarak deri içine gömülü görünümdedirler ve ağrı yapabilirler.
• Düz Siğiller : Küçük,yumuşak ve üzerleri düz siğillerdir.Vücudun her yerinde olabilir genellikle diz boyun ve bilektedirler.
• İpliksi Siğiller : Özellikle göz kapakları ve dudaklara yakın bölgelerde olurlar.
• Genital Siğiller : Yetişkinlerde daha sık görülür.Farklı büyüklük ve sayıda olabilir. Genital organların dışında ve kadınlarda vajina, rahim ağzı gibi iç kısımlarda da olabilir.Çok eşli ve güvenlik önlemi olmadan cinsel temasta bulunanlarda rastlanır. Bu tip, özellikle kadınlarda rahim ağzını uzun süre tedavi edilmeksizin tutarsa kansere kadar giden değişikliklere neden olabilir.
Bulaşma
Siğiller direkt kişiden kişiye temasla bulaşır. Siğiller bulaştıktan sonra hemen meydana çıkmazlar. Kuluçka dönemi günlerce hatta aylarca sürebilir. El, ayak tabanı ve düz siğillerin bulaşma riskleri düşüktür. Ancak genital siğillerin bulaşma ihtimali cinsel temas olduğu için çok yüksektir. El sıkmakla düz siğillerden virüs bulaşması zordur.
Tedavi
• Asitik kremler ile
• Buz tedavisi ile
• Yakarak tedavi ile
• Lazer tedavisi ile
• Cerrahi müdahale ile
Kurbağaların etkisi
Halk arasında sürekli dile getirilen Kurbağaların siğil atması hakkında hiçbir bilimsel kanıt yoktur.

 

 

 

SIK SIK İDRARA ÇIKMA

İdrar yolu yani kanalı böbrek ve mesaneyi birbirine bağlayan üretra, mesane ve borulardan oluşmaktadır. Dolayısıyla buradan oluşan bir sıkıntı böbrekleri de etkilemektedir. Sık idrara çıkmak çoğunlukla hem erkek hem de kadında dönemsel ve idrar yolu enfeksiyonu ile olabiliyor ancak diğer nedenleri ise;
Şeker hastalığı
Mesanede oluşan taşlar
İdrar sökücü ilaçlar
İdrar miktarını artıran antioksidan içecekler
Stres
Böbrek enfeksiyonları
Tüm sıvıların (su, çay, kahve, alkol…) aşırı tüketilmesi
Gebelik
Mesane kanseri
Prostat
Vajinit
İdrar yolu enfeksiyonu
Pelvis veya alt karın bölgesine etki eden radyasyon tedavisi
Prostat bezi enfeksiyonu
Aşırı aktif mesane sendromu sorunu
Divertikülit gibi sorunlar sık idrara çıkmak için nedenlerden bazılarıdır.
Genellikle 20 ve 40 yaşları arasında ki kadınların % 30’unda sık idrara çıkma sorunu görülmektedir ve birçoğu rahatsızlık seviyesine gelene kadar devam etmektedir. Kadınlar arasında en çok sık idrara çıkma nedeni olarak sistit yani mesane iltihabı görülmektedir. Genellikle dışarıda kalabalık ortamlarda kullanılan tuvaletler enfeksiyona erkeklerden daha açık olan kadınları daha çok etkilemektedir. Bunda idrar yollarının erkeklerden daha kısa olması da bir etkendir. Bu yüzden vücut kanda bulunan mikrobu atana kadar idrar sıklığını ve miktarını artırır. Hatta bazen kan görülene kadar devam eder.
Psikolojik Etkiler
Sık idrara çıkmanın psikolojik boyutunda ise yine kadınlarda oranı daha fazla olmak üzere sürekli idrarının geldiği kaygısı yer alır. Tuvaletten yeni çıksa bile tekrar girmek istemek, evden çıkarken idrarının olduğu dışarda gidemeyecek olma korkusu ile sürekli tuvalete girmek gibi takıntılar bir süre sonra alışkanlık haline gelmektedir. İdrar yolu enfeksiyonu ve sık idrara çıkmak gibi sorunlardan uzak kalmak için öncelikle dikkat edilmesi gereken hijyendir. Mecbur kalmadıkça kalabalık kullanım alanlarında tuvalet tercihi yapmamak gerekiyor. ayrıca sürekli tuvaletinin olduğu gibi saplantılı bir düşünce haline kapılmamak gerekiyor.

 

 

 

SİNİR BOZUKLUĞU

Sinir bozukluğu, Konuşma dilinde sinir bozukluğu olarak bilinen durum, genel olarak stresin ve çeşitli birikimlerin sonucunda, ruhsal bozukluklarla ortaya çıkan bir çeşit tepkidir. Sinir bozukluğu olan kişinin, günlük yaşamın zorluklarıyla başa çıkamaz bir hale gelmesine sebep olan bu rahatsızlıklar, kolayca tedavi edilebilir. Sıklıkla sinir bozukluğu diye isimlendirilen durum, gerçek manada sinirlerle ilgili bir bozukluk değildir. Bu terim, sinir sistemi işlevinin bir bölümü olan zihinsel işlevlerle alakalıdır. Çok sinirli, aşırı hassas, depresif bir hale gelen ve çabuk öfkelenerek kontrolünü kaybeden kişiler için, sinir bozukluğundan söz edilebilir. Oysa bozulan ruhsal denge ve zihinsel fonksiyonlardır. Söz konusu olan durum ansızın akut bir şekilde patlak vermiş gibi görünür, fakat esasen çok önceden yavaş yavaş ilerlemiştir.
Rahatsızlığın birikimlerin sonucunda, ruhsal bir sorun halinde tepkiye yol açması, pek çok şekilde görülebilir. Tıpkı bir nedenin net olmaması gibi, durumun şiddeti de büyük farklılık gösterebilir.

Sinir bozukluğu belirtileri,

Belirtiler sebebe, kişinin yapısına, kişideki psikolojik savunma mekanizmasına göre farklı çeşitlerde ve şiddette ortaya çıkar. Ama genellikle, nörotik ve psikotik şekilde olmak üzere iki temel türde görüldüğü söylenebilir.
İç çatışmalar söz konusu olduğunda, aşırı endişe ve panik, yersiz korkular, kalp çarpıntısı, fazla sinir, çabuk ağlama, aşırı hassasiyet gibi belirtiler görülür. Bazen kişi insanlarla ve toplumla ilişkilerden uzaklaşıp, içine kapanır.
Bazen de kişinin özgüven ve kontrolünü yitirdiği görülür. Birbirinden çok farklı ruh halleri arasında gidip gelen kişi, duygularını kontrol altına alamaz ve bu da onun çevresi tarafından huysuz, dengesiz ve normal olmayan biri olarak değerlendirilmesine sebep olur.
Belirtiler arasında sıklıkla bayılmalar, vücutta uyuşma ve karıncalanma, histerik felçler ile hafıza kaybı en çok görülenlerdendir. Öte yandan açık seçik bir depresyon hali de ortaya çıkabilir.
Belirtiler akıl hastalığı nitelikli ise düşünce sürecinde bozukluklar, hayaller, hezeyanlar, konuşmada bozukluk ve gerçeklik duygusunun kaybı gibi durumlar söz konusudur. Bu konuda unutulmaması gereken en önemli husus, psikotik belirtilerin mutlaka akıl hastalığı manasına gelmemesidir.
Bu türden olan ruhsal sorunlar, akut bir biçimde ortaya çıkmış izlenimi vermelerine karşın, önceden bazı belirtilerle ikazda bulunurlar. Bu sebeple uzmanlar hastanın o andaki durumunu değerlendirmeyle birlikte, geçmişe doğru bir sorgulamayla onu bu hale getiren nedenleri, yaşam şartlarını, gözden kaçan diğer belirtileri öğrenmeye çalışırlar. Genel olarak tanı oldukça kolaydır, ama bazı vakalarda ayırıcı tanıyı kesinleştirmek güç olabilmektedir.

Sinir bozukluğunda tedavi ve iyileşme;

Tedavide izlenecek yöntem, sorunun şiddetine ve şekline bağlıdır. Bazen uzun süreli psikoterapiye gerek duyulurken, bazen de hastanede tek bir seans yeterli gelebilmektedir.Bazı durumlarda ise kısa süreli olarak hastane tedavisi, en etkili çözümdür. Sorunun türüne göre ilaçlar ve ya psikoterapiyle kişinin hem iyileştirilmesi, hem de gelecekte aynı koşullarla karşılaşması durumunda, dayanıklı olması amaçlanır. Geçici türdeki ruhsal sorunların, psikoz belirtileriyle tanı koyulanlara göre, daha kolay ve hızlı bir şekilde tedavi edildiği söylenebilir.

 

 

 

SİNİRSEL AĞRILAR

Baş ağrısı, bel ağrısı,boyun ağrısı gibi insanın yaşam kalitesini bozan bir çok ağrı türü vardır.
Hekimin araştırması sonucunda bu ağrılara neden olabilecek etken bulunamazsa veya yapılan tetkikler sonucu ortaya çıkan hasarın hastada bu kadar kadar ağrı yapmayacağı kanaatine varılırsa, hastaya ağrılarının nedeninin SİNİRSEL olduğu söylenir.
Hasta için esas kabus bu sözden sonra başlar. Hasta yakını, hastanın psikolojisinin bozuk oluğunu düşünür. Bazen de hastanın bu durumu kullandığını içinden geçirir ve hastanın şikayetlerine aldırmaz. Fakat hastanın yaşadığı bir ağrı gerçeği vardır ve hastanın yaşam kalitesi bozulmuştur.
Ağrı sebebinin sinirsel olduğunun herkes tarafından söylenmesi, doktor doktor gezmek ve önemsenmemek var olan ağrıları daha da arttırmıştır .
Tüm tıp kitaplarında ve yayınlarında sinir sistemi ve ağrı ile ilgili bir çok kanıtlanmış bilgi vardır. Sinir sisteminin yıpranmış olması ağrıyı daha da arttırır. Şunu bilmek gerekir ki, depresyon kalıcı bir ruh bozukluğu değildir. Sinir sisteminin, yaşanan kötü olaylar ,geçirilen hastalık..vs gibi etkenlerle biyokimyasının bozulmasıdır.
Tedavi ile düzelir. Panik atak, takıntı gibi durumlar da biyokimyasaldır ve tedaviyi gerektirir.
İnsanlarda nasıl diğer organlar ve sistemlerin bozulması hastalıklara yol açar ise sinir sisteminin de hasar görmesi çeşitli hastalıklara yol açar.Felç, sara hastalığı gibi depresyon ve panik atak vs de sinir sistemi hastalığıdır.Felç geçiren hastanın belirtileri güç kaybı,konuşma ve denge bozukluğu ….vs depresyonun belirtisi ise huzursuzluk ,uykusuzluk, içe kapanma ….vs.dir.Özetle bu gibi durumlar bir ruh bozukluğu değildir.
Sinir sisteminin bozuk olması , tek başına ağrıya sebep olduğu gibi var alan ağrıyı daha da arttırır.Örneğin migreni olan bir hastanın gün için de gerginliği artarsa ağrısı tetiklenir.Son yıllarda migren tedavisinde büyük başarı sağlayan botox tedavisi kasların gevşemesi sağlıyarak ağrıyı keserBel, boyun ve sırt ağrısının nedenleri arasında sinir sisteminin bozulması ile oluşan kas spazmları ön plandadır.
Sinirlenince mideyi uyaran sinir fazla çalışır ve gastrit ,ülser gibi rahatsızlıklara yol açar.Bu gibi örnekleri çoğaltabiliriz.
Ağrı çeken hastanın ızdırabı büyüktür .Bu ağrıların sebebi sinir sisteminin bozukluğu da olabilir.Hekimin ve hasta yakınının bu durumu psikolojik rol yapma gibi algılaması ve önemsememesi çok yanlıştır.Hastanın ağrıya sebep olacak etkenleri ortadan kaldırıldıktan sonra mutlaka sinir sistemi de gözden geçirilip tedavi edilmelidir.
Aksi taktirde ağrı kronikleşir hasta ve hasta yakını sağlık sektörlerinde maddi kaybına uğradıkları gibi olumlu bir sonuçta alamazlar.

 

 

 

SİNÜS KANSERİ

Sinüs kanseri paranazal sinüsler içinde büyüyen kanser türüdür. Bu tümör alanı burun kemikleri ya da sinir hücrelerinde başlayabilir. Erken tanı ve tedaviyle kurtulma şansı yüksektir.
Sinüs kanseri nedenleri nelerdir?
Endüstriyel kimyasallara maruz kalma
HPV enfeksiyonları
Ahşap, deri, un, tekstil, nikel, krom veya toz, radyum maddesine maruz kalma
Sigara kullanma sinüs kanserine neden olabilir.
Tanı nasıl konur?
Sinüsler endoskopik olarak incelenir. Bu operasyonda küçük bir ışık ve ucunda bir video kamera ile bir ince tüp sinüslere sokulur. Sinüslerin iç kısmına bakılarak tümörün yeri ve büyüklüğü belirlenerek kesin kanıya varılabilir. Ayrıca;
– Kan testleri
– X-Ray, BT veya MR gibi kafatasının görüntüleme testleri
– Göğüs görüntüleme testleri
– Tümörden doku numunesi alınması da gerekebilir.
Tedavi nasıl planlanır?
Sinüs kanseri tedavisinde en yaygın yaklaşım cerrahi ve radyoterapi kombinasyonudur. Cerrahinin amacı tümörü temizlemektir. Radyoterapi, kalan kanser hücrelerini yok etmek için uygulanır.

 

 

 

SİNÜZİT

Bu hastalar burun tıkanıklığı, baş ağrısı, geniz akıntısı, öksürük ve yorgunluktan yakınırlar. Tanım olarak sinüzit, burun etrafı kemik boşluklarının (paranazal sinüsler) iltihabıdır. Dört çift kemik duvarlı boşluk sağlı sollu olarak buruna açılır. En büyükleri üst çene (maksilla) sinüsleridir; bunlar yanakların altındadır. Kalbur kemik (etmoid) sinüsleri, burunla gözler arasında sağlı sollu dört veya daha fazla boşluktur. Alın kemiği (frontal) sinüsleri alında kaşların üstündedir. Kaması kemik (sfenoid) sinüsleri gözlerin arkasında, kafanın derinlerindedir. Bütün bu sinüsler, “ostia” denilen deliklerle buruna açılırlar, bu deliklerin çapı, bir saman çöpünün çapından daha küçüktür. Bu küçücük delikler burun iç zarının şişmesiyle veya koyu sümükle kolayca tıkanır; bakteriler, sinüsleri döşeyen ıslak ve sıcak zarda kolayca çoğalır.

 

 

 

SİROZ

Siroz; karaciğer fonksiyonlarının kaybıyla sonuçlanan, normalde karaciğerdebulunan lobül işlevsel birimlerinin sertleşme ve nedbeleşme ile yerini geri dönüşümsüz fibrozis dokusunun aldığı patolojik duruma verilen addır. Ancak bu terim hemen her zaman kronik karaciğer iltihabı için kullanılır.
Siroz sözcüğü Antik Yunanca’da portakal sarısı ya da koyu sarı renk anlamına gelen “scirrhus” sözcüğünden kaynaklanmakla birlikte ilk defa 1826 yılında Laennec tarafından kullanılmıştır.
Nedenleri
Karaciğer sirozu farklı hastalıkların sonucu olarak meydana gelebilir. Gelişmiş ülkelerde görülen sirozların %50’sinin sebebi alkol bağımlılığıdır. Ülkemizde görülen karaciğer sirozlarının başlıca sebebi ise hepatit B enfeksiyonudur. Bunlar dışında hepatit C & D enfeksiyonları da karaciğer sirozuna sebep olmaktadır. Diğer nedenler aşağıdaki gibidir:
• Otoimmün Hepatit
• Primer biliyer siroz (PBC) ve Primer Sklerozan Kolanjit (PSC)
• Bazı konjenital karaciğer hastalıkları: Wilson hastalığı, hemokromatoz, kistik fibros, alfa-1 antitirpsin eksikliği
• Kardiyak siroz: uzun süreli sağ kalp yetmezliğine bağlı olarak
• Hepatotoksik ilaç ve ya toksinler[1]
Belirtileri
Genel Belirtiler
• Bitkinlik, çabuk yorulma,
• Davranış değişiklikleri, sinirlilik hali, uyku bozuklukları, unutkanlık
• Üst karında basınç hissi, meteorismus
Karaciğer deri belirtileri
• Spider naevi (Üst gövdede ve yüzde görülen örümcek damarsal benlerdir, gebelikte de görülebilir)
• Palmar eritem (Avuç içinde – tenar ve hipotenar bölgelerinde – artan östrojenmiktarı sebebiyle görülür.)
• Kuru ve kırmzı dil ve dudaklar (Lackzunge, Lacklippen)
Hormonal belirtiler
• Erkeklerde: erkeğe özgü kıllanmanın kaybı, erektil disfonksiyon, testiküler atrofi, jinekomasti
• Kadınlarda: menstrüasyon bozuklukları ve sekonder amenore
Diğer Belitriler
• Hemostaz buzuklukları (Sentezi karaciğerde yapılan koagulasyon faktörlerinin yeterli üretilememesi sonucu)
• Portal hipertansiyon ve varis kanamaları
• Bacaklarda ödem ve karında sıvı birikmesi (Assit)
• Hipersplenizm
• Hepatik ensefalopati[2]
Sirozda kötü prognoz kriterleri
• düşük albümin düzeyi
• düşük serum sodyumu
• uzamiş pt
• persistan sarilik
• tedaviye başarisiz yanit
• asit varliği
• varis kanamalari
• nöropsikiyatrik komplikasyonlarin eşlik etmesi
• küçük karaciğer
• persistan hipotansyon
• etiyolojik ajan(alkol)

 

 

 

 

SİSTİT (İDRAR TORBASI İLTİHABI)

Sistit nedir, nasıl geçer? İşte idrar torbası iltihabı belirtileri ve tedavisi…
Tıp dilinde Sistit adı verilen idrar torbası iltihabı, kadınlarda çok daha fazla görülen bir hastalıktır. Yani bir kadın hayatı boyunca en az bir kere bu hastalığı yaşar. Çok sık karşılaşılan bir durum olmasa da erkeklerde de sistit görülebilir. Peki idrar torbası iltihabı(sistit) nedir? Kimler risk altında? Çocuklarda da görülebilen sistitten korunmak için neler yapılabilir?

Enfeksiyon sonucu mesanenin yani idrar torbasının iltihaplanmasına sistit denir. Genellikle kadınlarda görülen sistit, Bakterinin idrar kesesine girmesi ve burada çoğalması hastalığın en yaygın nedenidir. Bazı ilaçlar, radyasyon, kimyasallar, kadınlarda doğum kontrol yöntemi olarak kullanılan diyafram, hamilelik sırasında hormon değişimleri, menopoz, idrar atımının yapılamaması (tıkanıklık, prostat bezinin büyümesi, böbrek taşı), uzun süreli idrar kesesi kateterleri sistite neden olabilir.
Hastalık büyüklerde olduğu gibi çocuklarda da meydana gelebilir. Ciddiye alınması gereken bir hastalıktır. İltihap kurutulmadığında böbreklerde enfeksiyon böbrekler sıçrayabilir ve kalıcı hasar oluşabilir. Bir kadın yaşamı boyunca en az bir kez bu hastalığı yaşar.
İDRAR TORBASI İLTİHABININ BELİRTİLERİ NELERDİR?
– İdrar yaparken yanma, kesiklik ve sızlama.
– Sık idrara çıkma, sürekli idrar varmış hissi.
– Kasıklarda ve makatta ağrı.
– Terleme, ateş, yorgunluk, kusma, bulantı.
– İdrarda bulanıklık.
KİMLER RİSK ALTINDA?
– İdrar yollarında tıkanıklık veya tümörü olanlar.
– Hamileler.
– Şeker hastaları.
– İdrar sondası kullananlar.
– Yaşlılık ve felç geçirenler.
– Temizliğe ve hijyene dikkat etmeyenler.
– Çok eşli olanlar.

SİSTİTTEN KORUNMAK İÇİN NELER YAPILABİLİR?
– Tuvalette temizlik yaparken önden arkaya silmek gerekir.
– Temiz ve hijyenik tuvaletler kullanılmalıdır.
– Kesinlikle idrar tutulmamalıdır.
– Cinsel ilişki sonrası idrarınızı yapmaya çalışın(özellikle kadınlar)
– Anal ilişki kuruluyorsa kesinlikle temizliğe dikkat edilmelidir.
– Genital bölge sabunla yıkanmalı ve kuru tutulmalıdır. Naylon iç çamaşırı kullanılmamalıdır.
– Her gün çamaşırlar değiştirilmeli ve başkasının çamaşırı giyilmemelidir.
– Üretranızı ve idrar tobranızı tahriş edebilecek deodorant,pudra gibi ürünleri genital bölgenizde kullanmayın.
– Günlük mutlaka 1.5 litre su içilmelidir.
– Kahve, çay ve alkolden uzak durulmalıdır.
SİSTİT (İDRAR TORBASI İLTİHABI) TEDAVİSİ
İdrar torbası iltahıbının belirtileri görülmeye başladığında evde uygulayabileceğiniz bazı yöntemler vardır.
– Karnınızın alt bölümüne ısı uygulayın. Bu bölgeye su torbası, ısıtıcı ped veya sıcak havlu koyarak ağrıların ve bu bölgedeki baskı hissinin azalmasını sağlayabilirsiniz.
– Bol bol sıvı tüketin. Kafein, alkol, narenciye suları tüketimini hastalığınız geçinceye kadar azaltın.
– Günlük 15-20 dakikalık oturma banyosu (sitz banyosu) belirtilerin azalmasına katkı sağlayacaktır.
– Evdeki tedaviler dışında doktorunuzun tavsiye edeceği ilaç tedavileri mevcuttur. Bakteri kaynaklı sistite antibiyotik tedavisi uygulanır. Kullanılacak antibiyotik hastanın durumuna, bakterinin türüne göre değişir. Genellikle 3-7 günlük antibiyotik tedavisi hastalığın tamamen iyileşmesinde yeterlidir.
– Ancak kadınlarda sistit tedavisinde, tek başına antibiyotik kullanımı yeteri kadar başarılı olamayabilir. Öncelikle kadınların yaşam tarzının da bu tedaviye uygun olması gerekir.
– Dar pantolon giyilmesi, pamuklu olmayan çamaşır giyilmesi gibi giyim tarzları da idrar kesesi iltihabı riskini arttırmaktadır.
– Cinsel ilişki sonrası hemen idrara çıkmak önemlidir.

 

 

 

SITMA

Sıtma, hastalık yapıcı bir grup parazit olan plazmodiumların, dişi anofel sivrisinekleriyle insanlara bulaşmasıyla yayılan ateşli bir hastalıktır.
İngilizcede kullanılan ‘Malaria’ terimi İtalyancada kötü hava (‘malaria’) anlamına gelir. Hastalığın en bariz belirtisi olan titremeyle yükselen ateş plazmodiumun çeşidine göre değişik fasılalarla olur. Teşhisi kolay, tedavisi ve korunması mümkün olan sıtma hastalığı çok eski zamanlardan beri bilinmektedir.
Hastalığın tarihçesi
Türkiye’de sıtma olarak bilinen/adlandırılan hastalık, dünyada daha çok malarya olarak bilinir / adlandırılır. Ayrıca, paludismus, remitten fever ve wechsel fieber olarak da adlandırılır. Türkçedeki adının “ısıtmak” deyiminden geldiği sanılmaktadır.
Hastalığı ilk defa bildirenler Antik Mısırlılar’dır. MÖ 460-370 yıllarında Hipokrat da bataklık bölgelerde, tekrarlayan ateş ve dalak büyüklüğüyle seyreden bir hastalığın mevcudiyetini fark etmiş ve dört ayrı şekilde olabileceğini bildirmiştir.
Etkeni bulunmadan önce, daha çok bataklık ve sulak alanlarda görülmesi nedeniyle, hastalığın akşamdan sonra bataklıklardan salınan zehirli gazların / kokuların soluması ile oluştuğu sanılır ve geceleri evlerini kapatanlara bu hastalığın bulaşmayacağına inanılırdı. Bu nedenle de, İtalyan Hekim Francesco Torti hastalığa İtalyanca’daki Mal (kötü) Aria (hava) kelimelerinin birleştirilmesi ile oluşturulmuş olan malaria adını vermiştir.
1894’te Manson, sıtmanın sivrisineklerle bulaştığını buldu ama malaria adı kullanılmaya devam etti. Eski çağlarda kitleler hâlinde ölüme sebep olan sıtma, bugün de bu tehlikesini muhâfaza etmektedir.
Rusya’da I. Dünya Savaşı’ndan sonra 5 milyon sıtmalı vardı ve bunların 60.000’i öldü. 1934’te Seylan’da 3 milyon sıtmalının 100.000’i yaşamını yitirdi. Amerika’daki ilk salgın 1938’de Brezilya’da vuku buldu ve 100.000 hastanın 14.000’i öldü. Salgın, 1942’de Nil Vadisi’ne kaydı ve Mısır’da 12.000 kişiyi öldürdü. Daha sonra Etiyopya’da 15.000 ölü bıraktı. Savaşları ve tabiî âfetleri takiben Karayipler’de büyük hasar yapan salgın, 1963’te Haiti’de 75.000 kişinin ölümüne sebep oldu.
Bölgesel Farklılıklar
Yeryüzünde belirli bölgelerde sık bulunan hastalık 45 derece kuzey, 40 derece güney enlemleri arasında daha fazladır. Tropik ve subtropik bölgelerin hastalığı olarak da bilinmekte. Afrika’da ölen her yüz çocuktan onunun sebebi olan sıtma, Türkiye’de de önemli bir sağlık problemi olup, sürekli mücâdele edilmektedir sıtma bugün koşullarında Türkiye de yaygın olmasa da değişen iklim koşulları ve çevre kirliliği nedeniyle ilerde etkili olabilme potansiyeli olan bir hastalıktır.
Sıtma mikrobu
Plazmodiler amibe benzeyen, mikroskopta görülebilen tek hücreli parazitlerdir. Çoğalmaları iki safhada olur. Birincisi, cinsî üreme safhasıdır ve sivrisineklerde vukû bulur. İkincisi, cinsî olmayan çoğalma safhasıdır ki, insan alyuvarlarında olur.
Enfeksiyonun kaynağı genellikle hasta bir şahıs veya belirtisiz bir taşıyıcıdır. Sıtma, sivrisineklerle bulaştığı gibi, hastalıklı kan nakilleriyle veya bulaşık şırıngalarla da geçebilir.
Plazmodiumların beş tipi vardır: Plasmodium vivax denilen tipi, tersiyana sıtmasını yapar. Ateş 48 saatte bir yükselir. Asya’da, Avrupa’da ve Akdeniz ülkelerinde bulunur. Afrikalılar buna karşı dirençlidirler.
Plasmodium malaria, quartana sıtmasını yapar, 72 saatte bir ateş yükselir. Az rastlanır. Hindistan, Asya ve tropikal Afrika’da karşılaşılır.
Plasmodium ovale az bulunur. 48 saatte bir ateş yapar. Bilhassa Batı Afrika’da vardır.
Plasmodium falciparum, tropikal bölgelerde, Güneydoğu Asya’da çok görülen bu tip, en şiddetli seyreden sıtma şeklini yapar. Ateşler daha uzun sürer. Nöbetler ortalama günaşırı gelişir.
Plasmodium knowlesi, Güneydoğu Asya’da çoğunlukla görülür.
Belirtileri
Sıtma; kuluçka süresi ortalama 7 gün olan akut ateşli bir hastalıktır. Semptomlar sıtma-endemik bölgeye gidildikten en erken 7 gün sonra (genellikle 7-30 gün içinde) görülmekle beraber, sıtma-endemik bölgeden ayrıldıktan birkaç ay (nadiren bir yıla kadar ) sonrasında da görülebilir. Bu yüzden, muhtemel bir sinek ısırığını takip eden ilk bir hafta içindeki ateşli hastalık büyük olasılıkla sıtma değildir.
Sıtmanın özelliği belirtilerin nöbetler halinde gelmesidir. Nöbet başlamadan birkaç gün önce halsizlik, neşesizlik, iştahsızlık, başağrısı, sırt ve bacak ağrıları olur. Nöbet, şiddetli titremeyle yükselen ateşle başlar, terlemeyle sona erer. Fakat ateşsiz vakalar da olabilir. Tersiyana ve quartanada titreme çok fazladır. Hastanın bütün vücûdu sarsılır, çeneleri birbirine çarpar. Nabız hızlanır, başağrısı, sinirlilik, kollarda ve bacaklarda ağrılar olur.
Uzun süren durumlarda karaciğer ve dalak büyür, sarılık ve kansızlık gelişebilir. Solunum şikâyetleri ve hatta zatürre olabilir. Menenjit, şuur bulanıklığı, çeşitli felçlermeydana gelebilir. Enterit sıcak iklimlerde sık olur. Dalak kendiliğinden yırtılabilir, iç kanama olabilir.
Tedavisi
Sıtmalı hasta devamlı yatakta bulundurulmalıdır. Kuvvetli besinler verilir. İlaç olarak ilk kullanılan kınakına kabuklarıdır. Bunları ilk kullananlar Güney Amerika’da Peruvia yerlileridir. Bunu ilk bildiren 1683’te Kontes dre Chinchone’dir. 1820’de bundan kininelde edilmesi cihetine gidildi. İlk yapılan mepakrin idi, fakat yan tesirleri sebebiyle pek kullanılmadı. Daha sonra kinolon grubu ilâçlar geliştirildi ki, bunlardan klorokin hâlâ kullanılmaktadır.
Bu ilaçlar baskılayıcı ve tedavi edici olarak iki şekilde kullanılır. Primetamin, proquanil, klorakin baskılayıcılardandır. Düzenli şekilde alındıklarında parazitin insanda gelişip, çoğalmasını önler. Sıtmalı bölgeye seyahat edeceklerin bir hafta önceden bunlardan birini kullanmaları tavsiye edilir. Tedavi ediciler arasında klorokin, primakin ve kinin sayılabilir. Klorokin en etkilisidir. Alyuvarlar içindekilere etki etmesine rağmen karaciğerdeki sporozoitlere etki etmez. Cinsi üremeyi önler. Dokulardaki parazitlere primakin daha etkilidir. Bu ilaçlar uygun kombinasyonlarda ve özel ekipler tarafından hastalara bizzat uygulanmaktadır.
Korunma
Sıtmayla mücadelede en önemli hususlardan birisi sivrisineklerle mücadeledir. Bunun için de en kıymetli yol anofel türlerini yok etmektir. Bu hususta dünyâda geniş çaplı ilk çalışma 20.yüzyıl başlarında Küba ve Panama bölgesinde başlatılmıştır. Bu eradikasyon (kökünü kazıma) neticesinde Küba’da 1899’da binde 999 olan hasta oranı 1908’de binde 19’a düşürülmüştür. 1939’da DDT’nin kullanılmaya başlanması başarıyı daha da arttırdı. 1946 yılında Dünyâ Sağlık Teşkilâtı sıtma eradikasyonunu geniş çaplı olarak ele almıştır.
DDT (Dichloro-diphenyl-trichloroethane) petrol içinde % 5 emülsiyon şeklinde evlere, ahırlara, kümeslere, püskürtülür. Yiyecekler, içecekler korunmalıdır. Bazı tip anofeller DDT’ye karşı direnç kazanmışlardır. Bu yüzden yeni maddeler araştırılmaktadır. Bunlarla beraber bütün su birikintilerinin, bataklıkların kurutulması, nehirlerin, akarsuların düzenlenmesi gerekmektedir.
Türkiye’de sıtma eradikasyon çalışmaları 1926’dan bu yana ciddi surette ele alınmış ve başarı elde edilmiştir. Bu konuda 4871 sayılı kanun, çalışmaları disiplin altına almıştır. Sıtma, ihbarı mecbûri bir hastalıktır. Sıtma mücadelesini, Sıtma Savaş Dispanserleri’nde özel eğitim görmüş ekipler ücretsiz olarak yürütmektedir.
1957’den sonra Dünya Sağlık Örgütünün planlı çalışmaları ve dünya genelinde girişilen sıtma savaşı, dünyâda yaygın olarak seyreden bu hastalığı, hastalığa yakalananların sayısını, ölüm oranını gün geçtikçe azaltmaktadır. Türkiye’de sıtmayla savaş SSYB’ye bağlı Sıtma Savaş ve Eradikasyon Teşkilatı tarafından yürütülmektedir.
Bu ciddi çalışmaların neticesi olarak 1970 yılında sıtma sayısı 1293 vak’aya kadar düşmüştür. Fakat “Sıtmayı ortadan kaldırdık” fikriyle çalışmaların bir ara duraklamasıyla, 1977’den sonra enfeksiyon sayısı birden artmış ve 28.849 kişi hastalanmıştır. Bu arada DDT’ye karşı direnç kazanan anofeller, hastalığı hızla yaymışlar, 1978’de 101.742 kişi hastalanmıştır. Bu tarihten sonra sıkı bir aşılama kampanyası başlatıldı. Hastalık tamamen yok edilemedi fakat hızlı yayılması önlendi. 1981’de ise bu rakam 53.403’tür. Türkiye’de daha çok Güneydoğu Anadolu, Çukurova Bölgesinde görülmektedir.

 

 

 

SİVİLCE

Sivilce nasıl geçer? Sivilce neden olur?
Her yaştan kişilerde özellikle gençler ve genç erişkinlerde daha sık görülen sivilce ya da diğer ismi ile akne hakkında merak edilen her şey haberimizde… Sivilce nedir? Sivilce nedenleri ve tedavisi…

Kişilerde psikolojik problemler oluşturabilen bir cilt problemi olan sivilce nedir? Sivilcenin nedenleri ve tedavisi hakkında aradığınız detaylı bilgileri haberimizde bulabilirsiniz…
SİVİLCE (AKNE) NEDİR?
Özellikle yüz, omuz, sırt, boyun, göğüs ve üst kollarda lekeler ve sivilcelere neden olan kronik, inflamatuar bir cilt rahatsızlığıdır. Genellikle yağlı ciltlerde sıkça karşılaşılan sivilce problemi, gözeneklerin yağ ile tıkanması ve bu yağlar ile beslenen bakterilerin birikmesi nedeniyle meydana gelmektedir. Ciltteki gözeneklerin tıkanması sonucunda sivilce adı verilen iltihaplı kabarcıkların meydana gelir.

SİVİLCEYE NEDEN OLAN SEBEPLER
Sivilce, kıl folikülleri olarak bilinen derideki küçük delikler tıkandığında ortaya çıkar. Yağ bezleri cilt yüzeyinin yakınında bulunan küçük bezlerdir. Sebasöz bezler, cilt ve saçları kurumasını önlemek için saçları ve cildi yağlandırır. Bunu sebum diye adlandırılan yağlı bir madde üreterek yapmaktadır. Sivilce de bu bezler çok fazla sebum üretmeye başlarlar.
Aşırı sebum, ölü cilt hücreleriyle karışır ve her iki madde de follikülde tıkanmaya neden olur. Tıkanan follikül, cildin yüzeyine yakınsa bir siyah nokta oluşur. Deri üzerinde yaşayan normalde zararsız bakteri, papüller, püstüller, nodüller veya kistlere neden olan tıkanmış folikülleri kirletebilir ve enfekte edebilir. Bu şekilde sivilce oluşmaktadır.
Hormonal faktörler
Bir dizi faktör, akneyi tetikler, ancak ana nedenin, androjen seviyelerindeki artış olduğu düşünülmektedir. Androjen bir hormondur ve ergenlik başladığında yüğkselir. Kadınlarda östrojene dönüşür. Yükselen androjen seviyeleri, deri altındaki yağ bezlerinin büyümesine neden olur. Büyümüş bei daha fazla sebum üretir. Aşırı sebum gözeneklerdeki hücresel duvarları yıkarak bakterilerin büyümesine neden olabilir.
İlaçlar
Bazı ilaçların sivilce oluşumu arttırdığı bilinmektedir. Androjen, lityum, yüksek dozda B12 ve kortikosteroid içerikli ilaçlar bu gruptandır. Eğer bu tip ilaçlardan birini kullanıyor ve sivilce ya da akne sorunu yaşıyorsanız, doktorunuzla alternatif ilaçlar hakkında konuşabilirsiniz. Ancak asla ‘İlaç sivilce yapıyor.’ diyerek kendi kendinize ilaç değiştirmeyin ya da tedavinizi yarıda kesmeyin.
Genetik faktörler
Bazı çalışmalar genetik faktörlerin riski artırabileceğini düşündürmektedir.
Diğer nedenler ise şunlardır:
– Androjen ve lityum içeren bazı ilaçlar
– Kozmetik ürünler
– Hormonal değişiklikler
– Duygusal stres
– Adet
– Bazı epilepsi önleyici ilaçlar,
– Düzenli olarak, kafa bandı veya sırt çantası gibi cilt alanına baskı uygulayan nesnelerin sık kullanımı.

SİVİLCE TEDAVİSİ
Sivilce tedavisi, sivilcenin ne kadar şiddetli olduğuna bağlıdır. Sivilce tedavisinde düzelme belirtileri birkaç ay sürebilir. Sivilce (akne) mutlaka tedavi edilmesi gereken bir cilt hastalığıdır. Akne tedavisinde Retinoid denilen ilaçların krem ve ağızdan formları kullanılabilir. Cildin sebum dengesinin sağlanması için etkili cilt temizliği yapılmalıdır. Antibiyotiklerin de akne tedavisinde yeri vardır. Krem ve veya oral formu tercih edilebilir. Yağ bezlerinin aktivitesini baskılamak ve yeni komedon oluşumunu önlemek içinde ilaçlar geliştirilmiştir.
Hormonlara bağlı meydana gelen sivilce sorunlarında doğum kontrol hapları tercih edilebilir. Bu tür haplar sivilcelerin kontrol altına alınmasına yardımcı olabilir.
Tedavi edilmeyen sivilce izlerinin giderilmesi için kimyasal peeling, mikrodermabrazyon, dermaroller ve lazer peeling kullanılabilir.
Bunun dışında;
– Cildin yumuşak bir sabunla yıkanması gerekir
– Cildi çok fazla kurutan sabunlardan, temizleyicilerden uzak durulmalıdır
– Cildinizi tahriş edecek giysilerden kaçınılmalıdır
– Sivilcelerle oynanmamalı, sıkılmamalı ve kaşınmamalıdır.

 

 

SİYATİK

Siyatik hastalığı, siyatik sinirinin ağrılı hastalığıdır.
Büyük siyatik siniri salgı bölgesindeki sinir ağından çıkar ve dikey olarak kalçanın arkasından, dizin arka bölümüne dek iner. Dizin arkasında iç ve dış siyatik siniri olarak ikiye ayrılır ve ayaklara uzanır. Hem duyarlılık, hem de hareket siniridir. Küçük siyatik kuyruksokumu sinir ağının alt dalıdır. Büyük siyatik sinirinin yangılanması, omurganın biçim bozukluklarına neden olan eklem yangısı ya da bir omurun yer değiştirmesi nedeniyle sinir üzerine ya da köküne yapılan basınç, metabolizmayailişkin zehirli ya da bulaşıcı hastalıklar sonucu siyatik hastalığı oluşabilir. Hastalık, kalçaya doğru yayılan bel ağrılarıyla başlar. Ağrı, sinir boyunca, bacağın arkasını izleyerek kasıktan ayağa dek yayılır. Ağır durumlarda bacak güçsüzleşir, diz ve bilekrefleksleri azalır. Sağaltımında dinlenme, sıcak ve fizik sağaltımı yapılır; ağrı kesici ilaçlarla birlikte özellikle B vitamini ve kortizonlu ilaçlar verilir. Hastalık genelde hapishane hastalığı olarak da bilinir.

Siyatik nedir? Siyatik sinir sıkışması neden olur? Belirtileri, tedavi yolları ve siyatik egzersizleri…
Sıklıkla, genel bir sırt ağrısı ile karıştırılan siyatik nedir? Bazı uzmanlara göre insanların % 40’ının yaşamlarında en az bir kere yaşayacakları siyatiğin nedenleri ve belirtileri nelerdir? Siyatik siniri içeren başka bir problemin belirtisi olan Siyatik tedavisi ile ilgili her şey haberimizde….

Siyatik sinir, insan vücudundaki en uzun ve en geniş sinirdir. Alt sırttan, kalçalardan aşağı ve bacakların altından aşağıya doğru dizin hemen altında biter. Bu sinir alt bacaklardaki kasları kontrol eder ve ayağın cildine ve alt bacağın çoğunluğuna his verir. Siyatik ile ilgili kafanıza takılan bütün soruların cevaplarını haberimizde bulabilirsiniz…

SİYATİK NEDİR?
Siyatik sinirin tahrişinden kaynaklanan ağrıya verilen addır. Bu siniri tahriş eden herhangi bir şey hafif ya da şiddetli ağrıya neden olabilir. Siyatik genellikle alt omurgadaki bir sıkıştırılmış sinirden kaynaklanır.
SİYATİKLE İLGİLİ BAZI GERÇEKLER
– Siyatik sinir, insan vücudundaki en uzun sinirdir.
– Siyatiğin en yaygın nedeni kaymış (fıtık) bir disktir.
– Siyatik bir durum değildir; bu bir semptomdur.
– Bilişsel davranışçı terapi, bazı kişilerin siyatik ağrısını kontrol altına almasına yardımcı olabilir.

SİYATİĞİN NEDENLERİ
Siyatik, birçok farklı tıbbi durumun ortak belirtisidir; Ancak, vakaların tahmini yüzde 90’ı kaymış fıtık bir diskten kaynaklanmaktadır. Omurga üç bölümden oluşur:
– Omurga (altta yatan sinirleri koruyan omurgadaki bireysel kemikler)
– Sinirler
– Diskler
Diskler güçlü ve esnek bir materyal olan kıkırdaktan yapılır; Kıkırdak, her bir omurga arasında bir yastık görevi görür ve omurganın esnek olmasını sağlar. Disk siyatik sinir üzerinde baskı yaparak ya da disk yerinden çıkarıldığında fıtık disk oluşur.

Siyatik diğer nedenleri şunlardır:
– Lomber spinal stenoz – Alt sırttaki omuriliğin daralması.
– Spondilolistezis – Bir diskin altındaki vertebra üzerinde ileri kaydığı bir durum.
– Omurga içindeki tümörler – Bunlar siyatik sinirin kökünü sıkıştırabilir.
– Enfeksiyon – Omurgaya etki eden bir durumdur.
– Diğer nedenler – Örneğin omurgada yaralanma.
Cauda equina sendromu: Omuriliğin alt ucundaki sinirleri ve sinir köklerini etkileyen nadir fakat ciddi bir durumdur; Acil tıbbi müdahale gerektirir. At Kuyruğu Sendromu olarak bilinir.
SİYATİK SİNİR AĞRISI İÇİN RİSK FAKTÖRLERİ:
Birçok siyatik olgusunda tek bir açıklayıcı neden yoktur. Ortak risk faktörleri şunlardır:
Yaş: 30 ve 40 yaşlarındaki insanlar siyatik geliştirme riski daha yüksektir.
Meslek: Uzun süreli ağır yük kaldırmayı gerektiren işler.
Hareketsiz yaşam tarzı: Uzun süreler boyunca oturan ve fiziksel olarak inaktif olan kişilerin, aktif insanlarla karşılaştırıldığında siyatik geliştirme olasılığı daha yüksektir.

SİYATİK BELİRTİLERİ
Ana semptom siyatik sinir boyunca alt sırttan, kalçadan ve her iki bacağın arkasından aşağı doğru herhangi bir yerde oluşan çekim acısıdır;
Siyatiğin diğer yaygın belirtiler şunlardır:
– Sinir boyunca bacakta uyuşma
– Ayak ve ayak parmaklarında karıncalanma hissi (iğne ve iğneler)
Bu acı şiddetli olabilir ve uzun süre oturduğunuzda ağırlaşabilir.
SİYATİK TEDAVİSİ
Akut ve kronik siyatik tedavileri olmak üzere iki ayrı kategoride incelenmesi mümkün.
AKUT SİYATİK TEDAVİLERİ: Çoğu akut siyatik olgusu, aşağıdakileri içeren tedavilere iyi yanıt verirler:
– İbuprofen gibi aşırı ağrı kesiciler.
– Yürüme veya hafif germe gibi egzersizler.
– Sıcak veya soğuk sıkıştırma paketleri, ağrıyı azaltmaya yardımcı olur. Bu ikisi arasında dönüşüm yapmak genellikle ağrıyı hafifletmeye yardımcı olur.
Ancak tüm ağrı kesiciler herkeste aynı etkiyi göstermezler. Seçenekler doktor kontrolü ile gözden geçirmelidir.

KRONİK SİYATİK TEDAVİLERİ: Kronik siyatiğin tedavisi genellikle kişsel bakım önlemleri ile tıbbi tedavinin beraber uygulanması ile gerçekleştirilir.
Bilişsel davranışçı terapi (CBT) – Siyatik ağrılarına farklı tepki göstermeleri için insanları eğiterek kronik ağrının kontrolünün sağlamasına yardımcı olur.
Ağrı kesiciler: Ağrı kesiciler semptomların azaltılmasında etkili bir seçenektir. Ancak ağrı kesicilerin de tedaviye cevap vermediğinde ve ağrının yoğunlaşmaya devam etmesi durumunda cerrahi bir seçenek düşünülebilir.
Cerrahi seçenekler:
– Lomber laminektomi: Sinirler üzerindeki basıncı azaltmak için omurganın alt sırtında genişlemesi.
– Diskektomi: Herniye disklerin kısmen veya tamamen çıkarılması.
Siyatik nedenine bağlı olarak, cerrah ameliyatın risk ve faydalarını gözden geçirerek size uygun olanını önerecektir.

EGZERSİZLER VE GERMELER
Siyatik sinir üzerindeki baskıyı egzersiz yoluyla rahatlatmanın birçok yolu vardır. Bu, hastalara şunları sağlar:
– Semptomlarını kendi başlarına hafifletmek
– Mümkünse ilaç almayı azaltmak veya önlemek
– Ağrının şiddetlendiği durumlarda daha uzun süreli rahatlama
VÜCUDUNUZU RAHATLATACAK EGZERSİZ ÖNERİLERİ:
Doğru nefes alıp vermenin fiziksel ve mental faydasını uzmanlar sık sık dile getiriyor. Bazı tekniklerle yapılan nefes egzersizleri de rahatlamak ve hatta zayıflamak için birebir…

 

 

 

SKOLYOZ (OMURGA EĞRİLİĞİ)

Skolyoz (Omurga eğriliği) omurganın, sağ ya da sol yana doğru eğrilmesi anlamına gelmektedir. Skolyoz adı verilen omurga eğriliği tanısı çoğunlukla ergenlik çağında konulur. Omurgada görülen ciddi eğrilikler, genç kızlarda erkek çocuklarına göre beş ve sekiz kat daha fazla görülüyor. Türkiye’de 2,5 milyon skolyoz hastası bulunduğu sanılıyor. İnsan omurgasına yandan bakıldığında tam düz değildir. Boyun ve bel bölgesinde hafif çukurluk (lordoz) ve sırt bölgesinde hafif kamburluk (kifoz) vardır. Arkadan bakıldığında ise tam düz olmalıdır. Skolyoz, düz haldeki omurganın sırt ve bel bölgesinde, sağa ve sola doğru olan eğriliğe verilen isimdir. Bu eğriliğe tek başına ya da kamburluk diye bilinen ve öne doğru eğilmeye sebebiyet veren ‘kifoz’ ile birlikte rastlanabilir.
Skolyoz, tanısı çoğunlukla ergenlik çağında konulan bir sağlık sorunudur. Omurgada görülen ciddi eğrilikler, genç kızlarda erkek çocuklarına göre beş ve sekiz kat daha fazla görülüyor. Doğuştan olabildiği gibi, doğumdan sonraki gelişim sürecinde ya da ergenlik döneminde de sebebi bilinmeyen bir nedenle ortaya çıkabilen skolyoz, gebelik sırasındaki enfeksiyonlar, şeker hastalığı ve bazı vitamin eksiklikleri nedeniyle de oluşabilir. Düzenli egzersiz yapmak, sırt kaslarını güçlü tutmak, kondisyonu artırma ve daha fit olma skolyoz takibinin ve tedavisinin her basamağında fayda sağlar.
Skolyoz belirtileri nelerdir?
• Açık şekilde görülebilir kavisli omurga
• Bir yana eğilme ve eğiklik
• Düz olmayan omuzlar
• Bir omuz veya kalçanın çıkıntı yapması
• Kaburgalar bir tarafa doğru orantısızdır
• Giysilerin bedene iyi oturmaması veya uymaması
• Skolyozlu bazı insanlar sırt ağrısına sahip olabilir
Skolyozun tedavi süreci skolyoza neden olan hastalığa ve kişide oluşan skolyoza göre değişkenlik gösterir. Yani bazı hastalar için tedavi süreci doğal akışında devam ederken; kimi hastalarda ise kişinin tedaviye verdiği cevap skolyozun türüne göre değişebilir. Skolyoz çocukluk ve ergenlik döneminde büyüme ile ilerleme gösterir.
Skolyoz çocukların normal gelişimlerine engel oluyor
Skolyoz, yetişme çağındaki çocukların geleceğini tehdit eden bir hastalıktır. Erken belirlendiğinde tedavisinde yüzde yüze varan bir başarı sağlanır. Ancak zamanında teşhis edilemeyen omurga eğrilikleri ilerlemişse, çocukların normal gelişimine engel olur. Erişkinlik döneminde; bel ve sırt ağrıları, kalp ve akciğer bozuklukları ortaya çıkar.
Skolyoz genetik midir?
Skolyoz doğuştan olabildiği gibi, doğumdan sonraki gelişim sürecinde ya da ergenlik döneminde de sebebi bilinmeyen bir nedenle ortaya çıkabilir. Gebelik sırasındaki enfeksiyonlar, şeker hastalığı ve bazı vitamin eksiklikleri bu sağlık sorununa yol açabilir. Ergenlik çağındaki skolyoz genellikle kız çocuklarında, sık olarak belde ve sırtta görülür ancak sebebi tam olarak belli değildir. Bu rahatsızlığın genetik olduğuna dair hiçbir açıklayıcı bulguya rastlanmamıştır. Yine bazı spor dalları için “Skolyoz anlamında risk faktörü taşıyor” denilse de, bu tezin aksini savunan tıbbi makalelerin sayısı daha fazla. Kısaca, skolyozun belli bir sebebi yok diyebiliriz.

Skolyoz olduğu ortaya çıkan hastalarda görülen şikâyetler:
• Kalçalar ve omuz seviyeleri arasında eşitsizlik görülür.
• Kollar ile vücut arasındaki mesafenin eşitliği ve vücudun balansı bozulur.
• Baş bir yana, vücut bir yana savrulduğu için çocuklar bir bacaklarının daha uzun olduğu duygusuna kapılır.
• Kız çocuklarının eteğinin bir bölümü yukarı çekilir.
• Göğüs kafesinde asimetri ve bir kürek kemiğinde tümsek gözlenebilir.
Skolyoz için tüm durumlara uygulanabilecek doğru ve tek bir tedavi seçeneği yoktur. Skolyozun tanı aldığı yaş, eğriliğin yeri ve derecesi, skolyozu oluşturan sebepler, muayene bulguları ve radyolojik tetkiklerden alınan veriler dikkatlice incelenerek, skolyoz için yapılacak tedavi ‘kişiselleştirilerek’ hastaya özgü şekilde titizlikle uygulanmalıdır.
Her bir tedavi seçeneği kendi içerisinde, hastaya göre değişiklik gösterse de skolyoz tanısı aldıktan sonra genel olarak üç alternatif yol mevcuttur. İlk seçenek izlemdir ve 20-25 dereceden küçük eğrilikler için uygundur ve belli aralıklar ile takip yapmaktan, sportif faaliyetleri ve genel vücut kondisyonunu artırmaktan ibarettir.
Skolyozun tedavisi mümkün mü?
Skolyozun tedavisi, hastalığın tespit edildiği andaki derecesine göre belirleniyor. Hastalıkla ilgili üç tedavi şekli bulunuyor. Bunlar; Gözlem, korse tedavisi ve cerrahi süreçlerinden herhangi birinin uygulanması şeklinde uygulanıyor. Büyümesini tamamlamış olan çocuklarda, eğrilik sırtta 45, belde 35 dereceyi aşmadıkça cerrahi müdahaleye gerek duyulmuyor. Sadece skolyoz korsesi kullanmak yeterli oluyor. Bu yüzden ailelerin bu rahatsızlık konusunda bilinçlenmesi büyük önem taşıyor.
Skolyoz’da özel fizik tedavi ve egzersizler
Bu egzersizler için zamanlama önemlidir. Çok erken yaşta başlanan egzersizler, çocukta erken bıkkınlığa neden olabilir. Bunun sonucunda egzersizin asıl gerekli olabileceği ve hızlı büyümenin olduğu ileri yaşlarda çocuk egzersiz yapmak istemeyebilir. İkinci seçenek korse tedavisidir. Eğriliği 20-40 derece arasında olan ve büyüme potansiyeli olan kişilerde etkili olan bir yöntemdir. Diğer bir seçenek ise cerrahi tedavidir. Cerrahi genel olarak 40-45 derece üzerindeki eğriliklerde gündeme gelir. Akciğer gelişiminin tamamlandığı ergenler ve erişkinlerde düzeltme ve dondurma (sabitleme) ameliyatları uygulanır.
Skolyoz tedavisinde yenilikler
Skolyozun cerrahi tedavisindeki önemli bir kaygı da ameliyat sırasında hastaların felç olması riskidir. Daha önce ameliyat sırasında yapılan müdahalelerin omurilik üzerindeki etkileri görülemiyor ve felç riski saptanamıyordu. Nöromonitorizasyon tekniği daha önceleri zaman zaman felç ile sonlanabilecek bu ameliyatların emniyetini ciddi oranda arttırmış ve bir zamanlar felç korkusuyla yapılamayan ameliyatların günümüzde rahatlıkla uygulanabilmesi mümkün olmuştur, böylece komplike eğrilikler artık düzeltilebilmektedir.
İdiopatik skolyoz (nedeni bilinmeyen skolyoz) nedir?
En sık görülen skolyoz türü; sebebi tam olarak aydınlatılamayan ‘idiopatik’ skolyozdur. Omurgada yana doğru eğilme ‘S’ veya ‘C’ şekilli olabilir. Yana doğru eğilme dışında omurların kendi etraflarında dönmesi de en hafif formlar dahil olmak üzere tüm idiopatik skolyozlarda görülür. Omurlardaki bu dönme sırtta veya belde asimetrik çıkıntılar oluşmasına sebep olur.
Konjenital skolyoz nedir?
Üçüncü sıklıkla ise konjenital skolyoz görülür. Anne karnındaki çocuğun gelişimi sırasında ortaya çıkan omurga anomalilerine bağlı bir skolyoz türüdür. Konjenital skolyoz ilk yıllarda hızlı bir ilerleme gösterir. Bu sebeple erken dönemlerde ortaya çıkan konjenital skolyozun tedavi süreci küçük yaşlarda cerrahi müdahaleyi gerektirebilir.
Nöromusküler skolyoz nedir?
İkinci en sık görülen skolyoz tipi nöromuskuler skolyozdur. Nöromusküler skolyozun temel nedenleri arasında kas veya sinir hastalıkları yer alabilmektedir. Sinir hastalıkları beyin ve omurilikten kaynaklanabilir; kas hastalıkları ise çocukluk ve daha ileriki dönemlerde görülebilir. Nöromusküler skolyozda, idiyopatik skolyozun aksine solunum sıkıntısı ve duyu kusurlarına daha çok rastlanabilmektedir. Solunum problemleri, iletişim bozuklukları, duyu kusurları ve epileptik nöbetler gibi nedenlerden ötürü tedavi sürecinde skolyoz korsesi kullanılmayabilir. Skolyozun bu türünde cerrahi müdahale için daha küçük yaşlar tercih edilebilir. Füzyon tedavisi uygulanabilir.

 

 

 

SKUAMOZ HÜCRELİ KANSER

Derinin skuamoz hücrelerinden köken alan deri kanserdir. Kısa sürede gelişir ve ilerler, yayılım yapabilir.
Genellikle güneş hasarı üzerindeve güneş gören bölgelerde ortaya çıkar. Skuamöz hücreli deri kanserinin en sık yerleşim yerleri arasında alt dudak (sigara veya pipo içenlerde), kulak sayvanı, el sırtı sayılabilir. Çocukluktan başlayarak güneşten korunma skuamöz hücreli karsinom gelişimini engellemede en önemli faktördür. Yıllık dermatolojik kontroller, özellikle güneş maruziyeti çok olan kişiler için erken tanıda büyük önem taşır.
Erken tanı koyulduğunda cerrahi, elektrokoterizasyon, kriyokoterizasyon, radyoterapi, immunmodulatuar ilaçlar ile tedavi seçenekleri kişiye göre değerlendirilerek uygulanır.
Öncelikle şapka, şemsiye gibi fiziksel korunma yöntemleri önerilir. Çocukları güneşten özenle korumak gerekir. Uygun doz ve sıklıkta güneşten koruyucu kullanmak önemlidir.

 

 

 

SMA HASTALIĞI

Motor nöron hastalıklarından biri olan Spinal muskuler atrofi (SMA), doğuştan genetik defekt olan kişilerde görülen bir hastalıktır.

Vücudumuzu hareket ettiren motor sinirlerin ana gövdelerini etkileyen, doğuştan gelen bir hastalıktır.

Belirtilerini değişik yaşlarda verebilir. Bilinen üç ayrı tipi bulunmaktadır.

Tip 1 olarak adlandırılan, bebeklikte başlayıp çok ağır ve ciddi seyreden, bebeğin nefes alırken bile nefes kaslarının hareket edememesine, yani bebeğin tam hareketsizliğine yol açan, ve bebek kayıplarının yaşandığı tipi.

Tip 2, emeklemiş ama hiçbir zaman yürüyememiş çocuklarda 1,5 yaşına kadar başlayan tipi

Tip 3 ise, çocuk yürümeye başladıktan sonra çocukluk ve gençlik döneminde herhangi bir yaşta başlayan tipidir.

Anne ve baba bu hastalıkta zorunlu taşıyıcıdır. Çoğu zaman taşıyıcı olduklarını bilmezler. Ancak SMA’nın toplumda taşıyıcılığı da oldukça yüksek orandadır.

Taşıyıcılık, Spinal muskuler atrofi (SMA) hastalığının görüldüğü ailelerde daha sıktır.

Eğer bir ailede SMA’lı hasta varsa, bu ailede taşıyıcı bireylerin olma ihtimali genel olarak toplumda olduğundan daha yüksektir. Eğer ailede bir SMA hastası olan varsa, kişinin taşıyıcı olup olmadığı konusunda genetik açıdan incelenmesi gerekir.

SMA hareket zorluğu yaratan bir hastalıktır ama zihinsel olarak hiçbir sorun yaratmamaktadır. Aksine SMA’lıların yaratıcılıkları oldukça göze çarpıcı özellikleridir.

 

 

 

 

SUÇİÇEĞİ (VARİSELLA)

Suçiçeği ya da varisella, herhangi bir yaşta ortaya çıkabilirse de daha çok çocuklarda görülen bir bulaşıcı hastalıktır. Bu hastalığın tipik özellikleri ateşle seyretmesi ve deride ortaya çıkan kabartılardır. Suçiçeği adının da bu kabartıların birkaç saat içinde içi saydam sıvıyla dolu kesecikler haline gelmesiyle ilişkili olduğu söylenmektedir.
Başlıca Nedenleri
Bu hastalık özellikle on yaşın altındaki çocukları etkileyen salgınlar şeklinde ortaya çıkar. Varisella zoster virüsünden kaynaklanır ve olağanüstü bir bulaşıcılığa sahiptir. Her ne kadar bu hastalığı geçirmekle yaşam boyu bağışıklık kazanılırsa da, virüs uyku halinde bekleyip daha sonra yetişkinlik çağında kendini herpes zoster yani zona olarak gösterebilir.
Suçiçeğinin Çocukluk Çağındaki Belirtileri Nelerdir?
Enfeksiyondan sonra 14 ila 21 günlük bir kuluçka devresi vardır ve daha sonra çocuk ateşlenir ya da hafif bir titreme görülür veya kusma ile sırt ve bacaklarda ağrı gibi şikayetlerle kendini daha hasta hissedebilir. Hemen hemen aynı zamanda, sırt ve göğüste, bazen de alın çevresinde ve daha nadiren kol ve bacaklarda çok sayıda kırmızı ve kaşıntılı kabartı oluşur. Bu kabartılar birkaç saat içinde saydam bir sıvıyla dolu kesecikler haline gelir. Bu keseciklerin görülmesi birkaç gün devam eder ve ikinci günden itibaren içerikleri irine dönüşüp, bir iki gün içinde patlayabilir ya da kuruyup büzüşerek tepelerinde kahverengimsi kabuklar oluşur. Bu küçük kabuklar bir haftaya varmadan pullanarak dökülür ve iyileşme tamamlanır.
Hastanın Çevresindekilerden Tecrit Edilmesi Gerekli midir?
Hasta çocuk döküntünün görülmesinden itibaren bir hafta süreyle ya da kesecikler kuruyuncaya değin bu hastalığı geçirmemiş çocuklardan tecrit edilmelidir. Ancak kabukların dökülmesini beklemeye gerek yoktur.
Yetişkinler Daha Büyük Risk Altında mıdır?
Yetişkinler ve ergenlik çağındakiler çocuklara kıyasla daha ağır hastalık riski altındadırlar. Ağrı, ateşin süresi, kırıklık, kaşıntı gibi belirtiler daha şiddetli olur, döküntü daha geniş alana yayılır ve daha uzun sürede iyileşir ve hastalığın seyri daha uzun olur. Ayrıca, suçiçeği olan yetişkinler ve gençler için şiddetli komplikasyon riski daha yüksektir.

 

 

 

ŞAH DAMARI (KAROTİS) HASTALIĞI

Beyne giden anadamar hastalıklardır. Şahdamar (karotis) darlık ve tıkanıklıkları beyin fonksiyonlarının bazılarının kaybı ve geçici ya da kalıcı felç ile sonuçlanan inme ile direkt ilişkilidir. En önemli nedeni damar sertliği (ateroskleroz) olduğu için diğer kalp ve damar hastalıkları ile birlikte sık görülür.
Şah damarı darlığı veya tıkanıklığı için kimler risk altındadır?
İleri yaş,
Sigara içimi,
Hiperkolesterolemi, Hipertansiyon
Diyabet (şeker hastalığı),
Ailede kalp ve damar hastalığı bulunması, riski arttıran faktörlerdendir.
Şah damarı darlığı veya tıkanıklığı için belirtiler nelerdir?
Karotis darlık ya da tıkanıklıklarının çoğu belirti vermez. Kontrol amaçlı yapılan renkli doppler ultrasonografide saptanabilirler. Diğer bir kısım hastada geçici ya da kalıcı inme gelişebilir. Bu da geçici ya da kalıcı görme kaybı, konuşma bozukluğu ve kol-bacaklarda felç ile karşımıza çıkabilir.
Ana neden darlık olan bölgedeki damarı daraltan plaktan parçalar koparak beyindeki bir bölgenin dolaşımının durmasıdır. Bu dolaşımı bozulan beyin bölgesinin fonksiyonlarının kaybı görülür. Hafif halinde bu bulgular geçicidir ve geçici iskemik atak (TIA) olarak adlandırılır. Bir grup hastada bu bulgular kalıcı olabilir. Bu hasta gurubunun bir kısmı kaybedilebilir, diğerleri ise bakıma muhtaç kalacaktır.
Şah damarı darlığı veya tıkanıklığı için teşhis ve tanı yöntemleri nelerdir?
Hastanın şikayetleri ve muayene bulguları sonucunda kesin tanı koymak için görüntüleme yöntemlerine başvurmak gerekir.
Boyun renkli doppler ultrasonografisi,
MR anjiografi
BT anjiografi
Klasik anjiografi , tanıda kullanılan görüntüleme yöntemleridir.
Şah damarı darlığı veya tıkanıklığı için tedavi yöntemleri nelerdir?
Tedavide açık ameliyat (karotis endarterektomisi) ya da kapalı (endovasküler) yöntem uygun hastalarda uygulanabilir.
Açık ameliyat
Açık ameliyat lokal, spinal ya da genel anestezi ile yapılabilir. Darlığı oluşturan plak cerrahi olarak çıkarılır. Hastanın 2-3 gün hastanede yatması yeterlidir.
Endovasküler yöntem
Endovasküler yöntemde kasık bölgesi lokal anestezi ile uyuşturulup özel iğnelerle kasık atardamarına girilir. Anjiografi çekilip darlığın yeri belirlenir. Stentleme öncesi küçük parçacıkların beyin kan dolaşımına geçmesini önlemek için geçici bir filtre takılır. Daha sonra darlık bölgesine stent (metal borucuk) yerleştirilerek darlık açılır. Stentleme işlemi de açık cerrahiyle eş değerde başarılı bir yöntemdir. Hastaların işlem sonrası bir gün hastanede yatması yeterlidir.

Beyni besleyen boyun damarlarındaki darlık anlamına gelen karotis hastalığı; kalp hastalarında sıklıkla görülmektedir. Boyun damarlarındaki daralma elde uyuşma, baş dönmesi, felç, hatta ölüme yol açabilir. Ana nedeni damar sertleşmesi olarak bilinen aterosklerozdur. Kalp ameliyatı olacak her hasta ameliyat öncesinde bu yönden kontrol edilmesi ve gerekirse ameliyat edilmesi tavsiye edilir.

 

 

 

ŞARBON

Ot yiyen hayvanlardan insanlara geçen ; deride yaralar oluşturabilen ve bütün vücuda yayılabilen, özellikle solunumla alındığında ölümcül olan bakteriyel bir hastalıktır
Etken
Hastalığın etkeni Bacillus Anthracis (Antraks basili) adı verilen bir bakteridir.

Bu bakteri kapsüllüdür, hareketsizdir. Kuluçka süresi 3 ila 5 gündür.

Anaerobik (havasız) şartlarda, sporlarla ürer. Sporları dış şartlara o kadar dirençlidir ki kuru ve karanlık bir yerdeki tozda (özellikle havasız ortamlarda) senelerce canlı kalabilir, canlılığını ancak 43 derece ısıda kaybeder. Uygun şartlar bulduğunda çok kolay ve hızlı ürer.
Bulaşma Şekilleri
1- Derideki sıyrıklardan; ot yiyen hastalıklı hayvanların leşleri, bu hayvanların kılları, kürkleri, yünleri ve bunlardan yapılan eşyaların kullanılması ile,

2- İyi pişirilmemiş hastalıklı hayvan etlerinin yenilmesi ile sindirim yoluyla,

3- Şarbon mikrobunun bulunduğu ortamlardan bakteri sporlarının solunum yolu ile alınmasıyla hastalık vücuda girer.
Klinik Seyri
Hastalığın üç çeşit klinik formu vardır:

1- Deri şarbonu

2- Barsak (sindirim sistemi) şarbonu

3- Akciğer (solunum sistemi) şarbonu

Deri şarbonu :

Deri şarbonu en sık (%98) görülen şeklidir. En sık olarak hayvanlarla teması olan meslek sahibi kişilerde (kasap, veteriner, derici, çoban) görülür. Daha çok yüz, boyun, el gibi vücudun açık yerlerinde görülür. Hastalık deri yoluyla vücuda ancak yara, çizik vb bulunan hasarlı deriden girebilir; sağlam deriden giremez. Mikrobun deriye girmesinden 12 ila 36 saat sonra ağrısız, kaşıntılı, irinsiz, üzerinde siyah-morumtırak kabuklu (nekrotik) sert yaralar; bu yaraların çevresinde içinde sıvı bulunan kabarcıklar oluşur. Şişlikler (ödem) ve lenf bezlerinde büyüme görülür. Lenf bezi tutulumu durumunda ağrı olur. 38 derece ateş ve halsizlik olur. Tedavi edilmeyen deri şarbonunun % 10’u tüm vücuda yayılır. Bu durumda yüksek ateş, bitkinlik, şoka eğilim vardır ve menenjit gelişebilir.

Barsak (sindirim sistemi) şarbonu :

Barsak şarbonu koleraya benzeyen şiddetli ishal ile seyreder. Hastalığın tablosu dizanteri, akut apandisit, hatta barsak perforasyonunu (barsak delinmesi) taklit edebilir.

Akciğer (solunum sistemi) şarbonu :

Akciğer şarbonunda (yün eğiricilerinin hastalığı ) öksürük, solunum sıkıntısı, kan tükürme ve ağız ile dudaklarda morarma ile seyreden ağır bir zatürre görülür.

Hastalık iki fazlıdır. Grip gibi başlar yüksek ateş, kas ve eklemlerde ağrı, öksürüğü takip eden 2 gün içinde ağır bir zatürre başlar; nefes darlığı, kanlı balgam olur.

Zatürre her iki akciğeri sarar, akciğerlerde kanama yapar, her iki akciğer arasında yer alan mediasten denen bölgenin iltihaplanmasına neden olur; sonuçta da hastanın ölümüne neden olabilir.

Şarbon hastalığı en sık görülen formu olan deri şarbonu itibariyla aslında bir meslek hastalığı olarak bilinir; fakat sporlarının çevre şartlarına çok dirençli olması ve çok kolay üreyebilmesi nedeniyle (bakteri sporlarını içeren tozların solunması yoluyla) biyolojik silah olarak da kullanılmıştır. Tarihte bu tür saldırıya ilk olarak Osmanlı Devleti askerleri maruz kalmıştır.
Tedavi
Deri şarbonda penisilin , tetrasiklin , eritromisin , kloramfenikol ,sefalosporin gibi antibiyotikler kullanılır. Bu antibiyotikler yaradan alınan örnekten yapılacak kültür sonucuna göre seçilir. Kültür sonucu gelinceye kadar penisilin kullanılabilir.

Yaraya antiseptik sıvılar uygulanmamalı, yara kesilip çıkartılmamalıdır. Sadece steril bir gazlı bez yara üstüne konarak yara kapatılır.

Akciğer ve barsak şarbonunda antibiyotik tedavisi uygulansa bile ölüm oranı yüksektir.
Korunma
Şarbonlu hayvanlar öldürüldükten sonra derin çukurlara üzerine kireç kaymağı dökülerek gömülür. Diğer hayvanları korumak için aşı yapılmalıdır.

İnsanlar için de aşı vardır.Ama çok yaygın olarak kullanılmamaktadır. Piyasada bulunmamaktadır.

Basında izlediğimiz haberlerdeki mektup yoluyla gönderilen tozlar bakteri sporlarını içerirler ve labarotuvar şartlarında biyolojik silah olarak kullanmak amacıyla üretilmiştir.

Şüpheli mektup, koli ve kavanozların; toz maskesi takarak ve eldiven giyerek ev dışında açılması tavsiye olunur.

 

 

 

ŞARK ÇIBANI

Halk arasında şark çıbanı olarak bilinen leishmaniasis (layşmanyaz) hastalığı, dişi tatarcık sineğinden (dişi sivrisinek) bulaşmaktadır. Enfekte yani paraziti taşıyan insan ve hayvanlardan kan emen sinek bunu sağlıklı insanlara bulaştırır. Ülkemizde en çok Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde görülmesine karşın son yıllarda göçlerin artışıyla hemen her bölgede karşımıza çıkabilmektedir. Tatarcık sineğinin ısırmasının yanı sıra cinsel ilişki ile kan nakli ile ve plasenta yoluyla da bulaşabilmektedir.
Şark çıbanının farklı formları mevcuttur. Tatarcık sineğinin ısırmasının yanı sıra ;cinsel ilişki ile, kan nakli ile ve plasenta yoluyla da bulaş söz konusu olabilmektedir.
Şark çıbanı öldürücü bir hastalık değildir. Ancak tedavi edilmediği zaman ömür boyu kalıcı yara izleri bırakabilmektedir. Bu nedenle mutlaka doktora başvurup tedavi olunmalıdır.
Deri leishmaniasisi/ şark çıbanı; deri ve mukozaları etkiler. %90 oranında akut formdadır. Kuru (kentsel) ve ıslak (kırsal) tip olarak 2 formu vardır.
Kuru tip;
Leishmania paraziti taşıyan dişi tatarcık sineğinin ısırığın ardından 2 ay-1 yıl sonra deride kızarıklıklar şeklinde başlar. Oluşan kırmızı kabarıklık 6 ay içinde büyür ve ortası yara halini alır. Yaranın üstü zor kalkan bir kabuk ile kaplıdır. Yaranın içinde bol parazit bulunur. Aynı anda birden fazla ısırmada çoğul lezyon gelişebilir. Özellikle giysinin kapatmadığı yerler de gözlenen yara ortalama 1 yıl içinde iyileşir.
Islak tip;
Leishmania paraziti taşıyan dişi tatarcığın kan emdiği yerde büyük sivilce benzeri kızarıklık oluşur. Çevresinde kabarıklıklar vardır ve kısa sürede büyüyerek yara halini alır. Sert ve ağrılıdır. Komşu bölgelerde lenf bezleri büyüyebilir. 2-6 ay içinde iyileşir ancak iz bırakabilir. Kırsal tip yani yaş tip kuru tipe göre daha hızlı bir ilerleme gösterir, meydana getirdiği yara daha büyük olma eğilimindedir. İz bırakma olasılığı daha yüksektir.
Kronik tip;
Kronik tipte ise belirtiler yıllarca iyileşmeden genişleyerek devam eder. Bu hastalarda leismania tanısı akla gelmediği için genellikle başka tanı ve tedaviler alırlar.
Tanısı nasıl konur?
Leishmaniasis’te kesin tanıya, lezyon kenarından alınan serözitenin ya da deri biyopsi materyelinin çeşitli boyalarla boyanarak incelenmesiyle konur.
Tedavisi nasıl yapılır?
Şark çıbanı ölümcül bir hastalık değildir. Tedavi edilmediği zaman genellikle 1-2 yıl içinde iz bırakarak iyileşir. Bu sebeple ‘yıl çıbanı’ olarak da adlandırılır. Tedavisi için kullanılan ilaçlar Sağlık Bakanlığı tarafından yurtdışından getirtilmektedir. Erken tanı ile iz kalma riski azalır. Tedaviye lezyonun büyüklüğüne, sayısına, hastanın yaşına ve bağışıklık durumuna göre karar verilir. İlaçlar sistemik olarak veya yaranın içine iğne ile uygulanabilir. Çoğunlukla belli aralıklarla birkaç seans uygulama yapılır. Yara kabuklu hale geldikten sonra tedaviye rağmen iz kalabilmektedir.
Korunmak için öncelikle hastalığı taşıyan insan ve hayvanlar tespit edilip, tedavi edilmelidir. Sinek genellikle geceleri kan emdiği için hastalığın yoğun görüldüğü bölgelerde geceleri vücudu örten kıyafetler kullanmak, açıkta kalan yerlere koruyucu kremler sürmek, açık havada yatılacaksa cibinlik gibi koruyucular kullanmak faydalı olacaktır.

 

 

ŞAŞILIK

Şaşılık, normalde birbirine paralel olan iki göz ekseninin paralelliğinin bozulması şeklinde tanımlanabilir. Ancak, şaşılık sadece basit olarak göz eksenlerinin paralelliğinin bozulmasından ibaret olmayıp gözlerin birinde veya her ikisinde değişik derecelerde görme bozukluğu da mevcuttur.
İçe şaşılık nedir ?
Şaşılık, çoğunlukla içe olmak üzere dışa ve diğer yönlere de olabilir. Şaşılık; genellikle çocuklarda görülen bir problem olup ya doğumdan itibaren mevcuttur veya sonraki yaşlarda belirginleşir. Çocuklarda görülen şaşılık çok büyük oranda içe şaşılık şeklinde olup yine bu çocukların büyük kısmında şaşılık, hipermetropla birliktedir. Burada bilinmesi gereken en önemli nokta, göz kaydığı için görmenin bozuk olmadığı, tam tersine hipermetropinin yani görme bozukluğunun gözün içe kaymasına = şaşılığa yolaçtığıdır. Dolayısıyla içe şaşılığın tedavisinde ilk adım, çocuğa uygun numaralı gözlüğün verilmesidir. İçe şaşılıklı çocuklarda kayma, eğer sürekli olarak tek gözde ise o gözdeki hipermetropi derecesi, diğer gözden (kaymayan gözden) genellikle daha yüksektir ve kayan gözün görme düzeyi kaymayan gözden daha düşüktür. Şaşılıklarda ana amaç, bozuk olan görmeyi gözlüklerle düzeltmektir. Bazı şaşılıklar, sadece gözlük takmakla düzelebilirler. Bu tip içe şaşılıklarda, gözlük çıkarıldığında göz içe kayar, gözlük takıldığında ise kayma tamamen düzelir. Bazı şaşılıklarda ise gözlük takmakla şaşılık tümüyle düzelmez, gözlüğe rağmen göz kaymaya devam eder. Bu tür şaşılıklarda kaymanın tamamen düzeltilmesi için ameliyat gerekli olmaktadır.
Şaşılık ile görme tembelliği arasındaki ilişki nedir ?
Eğer kayan göz, diğer gözden çok daha zayıf görme düzeyindeyse yani görme tembelliği varsa, bu durumda sadece gözlük takılması, görme düzeyinin artması için yeterli olmayacaktır. Bu hastalarda, kaymayan göz, tembelliğin derecesine göre her gün belirli sürelerle kapatılarak kayan ve tembel olan gözün görme derecesinin arttırılmasına çalışılır. İyi gören gözün kapatılması genellikle çocuk tarafından tepkiyle karşılanır. Böylece, kapama tedavisinin uygulanması güçleşir. Burada anne-babaya durumun önemi anlatılıp belki aylarca devam edecek bu uygulamanın sürdürülmesine çalışılmalıdır. Kapama tedavisi, uzun, yorucu ve sabır gerektiren bir uygulamadır. Kapama tedavisiyle tembelliğin azaltılması, özellikle 7-8 yaşlarına kadar etkili olabilmektedir. Bu nedenle, görme tembelliği ne kadar erken yaşta tanınır kapama tedavisine başlanırsa alınacak sonuç da o kadar iyi olacaktır.
İçe şaşılıklar, en çok çocuk yaşta görülmekle birlikte yaşlılarda da olabilmektedir. Fakat yaşlılarda görülen içe şaşılıklar, daha çok gözü hareket ettiren kaslardan birinin felç olmasına bağlıdır. Burada felçden genellikle hipertansiyon ve diabet (şeker hastalığı) sorumludur.
Dışa şaşılıklar, içe şaşılıklara göre daha az sıklıkla görülürler.

 

 

 

ŞEKER HASTALIĞI (DİYABET)
Şeker hastalığı (Diyabet) nedir? Belirti ve tedavi yöntemleri nelerdir?

Diyabet Nedir ?
Halk arasında genel olarak “şeker hastalığı” olarak tabir edilen Diabetes Mellitus, genel olarak kanda glukoz (şeker) seviyesinin normalin üzerine çıkması, buna bağlı olarak normalde şeker içermemesi gereken idrarda şekere rastlanmasıdır. Farklı türevleri bulunan diyabet hastalığı, ülkemizde ve dünyada en sık rastlanan hastalıklar arasında yer alır. Uluslararası Diyabet Federasyonu’nun sağlamış olduğu istatistiki verilere göre her 11 yetişkinden biri diyabet hastalığına sahip olmakla birlikte her 6 saniyede 1 birey diyabet kaynaklı sorunlar nedeniyle hayatını kaybetmektedir.
Diyabet Belirtileri Nelerdir ?
Diyabet hastalığı, bireylerde kendini üç temel belirti ile gösterir. Bunlar normalden fazla yemek yeme ve doymama hissi, sık idrara çıkma, ağızda kuruluk ve tatlılık hissi ve buna bağlı olarak aşırı su içme isteği olarak sıralanabilir. Bunun haricinde kişilerde görülebilecek diğer diyabet belirtileri şu şekilde sıralanabilir:
• Halsizlik ve yorgunluk hissi
• Hızlı ve istemsiz kilo kaybı
• Bulanık görme
• Ayaklarda uyuşma ve karıncalanma şeklinde rahatsızlık hissi
• Yaraların normalden daha geç iyileşmesi
• Ciltte kuruluk ve kaşıntı
• Ağızda aseton benzeri koku oluşumu
Diyabet Nedenleri Nelerdir ?
Şeker hastalığı nedenleri konusunda yapılan birçok araştırmanın neticesinde, diyabet hastalığında genetik ve çevresel nedenlerin birlikte rol aldığı sonucuna varılmıştır. Temelde Tip 1 Diyabet ve Tip 2 Diyabet olarak iki türü bulunan şeker hastalığında hastalığa neden olan etmenler bu türlere göre farklılık göstermektedir. Tip 1 Diyabet nedenleri arasında yüksek oranda genetik faktörler rol oynamakla birlikte kan şekerinin düzenlenmesinde görev alan insülin hormonunu üretimi yapan pankreas organına zarar veren virüsler ve vücut savunma sisteminin çalışmasındaki aksaklıklar da hastalığa sebep olan etmenler arasındadır. Bunun yanı sıra şeker hastalığının daha yaygın görülen türü olan Tip 2 diyabetin nedenleri arasında şu şekilde belirtilebilir:
• Obezite (aşırı kilo)
• Ebeveynlerde diyabet öyküsünün bulunması
• İleri yaş
• Hareketsiz yaşam tarzı
• Stres
• Gebelik sırasında gestasyonel diyabet oluşumu ve normalden yüksek doğum ağırlıklı bebek dünyaya getirme
Diyabet Çeşitleri Nelerdir ?
Diyabet hastalığının türleri şu şekilde sıralanır:
• Tip 1 Diyabet (İnsüline bağımlı diyabet): Genellikle çocukluk döneminde ortaya çıkan, pankreasta insülin üretiminin yetersiz olması veya hiç olmaması kaynaklı ve dışarıdan insülin alımının zorunlu olduğu diyabet hastalığı türü
• Tip 2 Diyabet: Hücrelerin kan şekerini düzenleyen insülin hormonuna karşı duyarsızlaşması sonucunda görülen diyabet hastalığı türü
• Latent Autoimmune Diabetes in Adults (LADA): İleri yaşlarda görülen, otoimmün (bağışıklık sistemindeki çalışma bozukluğu sebebiyle vücudun kendi kendine zarar vermesi) kaynaklı Tip 1 diyabet benzeri insüline bağımlı diyabet hastalığı türü
• Maturity Onset Diabetes (MODY): Erken yaşta görülen Tip 2 diyabet benzeri diyabet hastalığı türü
• Gestasyonel Diyabet: Gebelik sırasında gelişen diyabet hastalığı türü
Yukarıda belirtilen diyabet türleri haricinde halk arasında “gizli şeker hastalığı” olarak adlandırılan pre-diyabet dönemi, Tip 2 diyabet oluşumunun öncesinde kan şekerinin diyabet tanısı koymak için yeterli yükseklikte seyretmeden hafif bir yükseklik eğiliminde olduğu, doğru tedavi ve diyet ile birlikte diyabet oluşumunun önüne geçilebildiği veya yavaşlatılabildiği döneme verilen addır. Şeker hastalığının en çok görülen iki çeşidi Tip 1 Diyabet ve Tip 2 Diyabettir.
Diyabet Tanısı Nasıl Konulur ?
Diyabet tanısında kullanılan en temel iki test açlık kan şekeri ölçümü ve şeker yükleme testi olarak da bilinen Oral Glukoz Tolerans Testi (OGTT)’dir. Sağlıklı bireylerde açlık kan şekeri düzeyi ortalama 70-100 mg/Dl arasında değişkenlik gösterir. Açlık kan şekerinin 126 mg/Dl’nin üzerinde olması, diyabet tanısının koyulabilmesi için yeterlidir. Bu değerin 100-126 mg/Dl arasında olması durumunda bireye OGTT uygulanarak tokluk kan şekeri araştırılır. Öğün başlangıcından 2 saat sonra kan şekerinin ölçülmesi sonucunda kan glukoz seviyesinin 200 mg/Dl’nin üzerinde olması diyabet hastalığının, 140-199 mg/Dl aralığında olması gizli şeker adı verilen pre-diyabet döneminin göstergesidir. Bunların yanı sıra yaklaşık son 3 aylık kan şekerini yansıtan HbA1C testinin %7’den yüksek olması diyabet tanısını işaret eder.
Diyabet Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Diyabet tedavi yöntemleri, hastalığın türüne göre farklılık gösterir. Tip 1 diyabette insülin tedavisi ile birlikte tıbbi beslenme tedavisi titizlikle uygulanmalıdır. Hastanın diyeti doktor tarafından önerilen insülin dozu ve planına göre diyetisyen tarafından planlanır. Besinlerin içerdiği karbonhidrat miktarına göre insülin dozunun ayarlanabildiği karbonhidrat sayımı uygulaması ile birlikte Tip 1 diyabetli bireylerin hayatı oldukça kolaylaştırılabilmektedir. Tip 2 diyabetli bireylerde ise tedavi beslenme düzeninin sağlanmasının yanı sıra genellikle hücrelerin insülin hormonuna duyarlılığını artırmaya veya doğrudan insülin hormonu salınımını artırmaya yönelik oral antidiyabetik ilaçların kullanılmasını içerir. Diyabet hastalığında dikkat edilmesi gerekenler ve önerilen tedavi ilkelerine uyulmadığı durumlarda kan şekerinin yüksek seviyelerde seyretmesi, başta nöropati (sinir harabiyeti), nefropati (böbreklerde hasar oluşumu) ve retinopati (göz retinasında hasar oluşumu) olmak üzere birçok sağlık sorununa yol açar. Bu nedenle eğer siz de diyabet hastalığına sahip bir bireyseniz, düzenli olarak kontrollerinizi yaptırmayı ihmal etmeyiniz.

 

 

 

ŞİŞMANLIK (OBEZİTE)
Şişmanlık nedenleri ve şişmanlık tedavisi
Diyabet, koroner kalp hastalıkları, hipertansiyon, gut, karaciğer yağlanması, kanser gibi hastalıkların alt yapısını oluşturan şişmanlık yani obezite hakkında merak ettiğiniz tüm detayları haberimizde bulabilirsiniz… Şişmanlık (Obezite) nedir? Şişmanlık nedenleri ve şişmanlığın tedavisi…

21. yüzyılın en büyük sağlık sorunlarından bir tanesi olarak gösterilen Şişmanlık nedir? Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) en riskli 10 hastalıktan biri olarak kabul ettiği şişmanlığın nedenleri ve şişmanlık tedavisindeki yöntemler… Hepsi ve daha fazlası haberimizde…

ŞİŞMANLIK (OBEZİTE) NEDİR?
Obezite, kişinin çok fazla vücut yağının biriktiği ve bunun sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisi olabileceği bir durumdur. Bir kişinin vücut ağırlığı, olması gerekenden en az% 20 daha yüksekse, obez olarak kabul edilir. Vücut Kütle İndeksiniz (VKİ) 25 ile 29,9 arasındaysa, fazla kilolu sayılırsınız. VKİ’nin 30 veya üzerinde olması 1. derece obez olarak kabul edilir.
VKİ: boy ve kilo bilgilerine dayanılarak yapılan istatistiksel bir ölçümdür. Çok kullanılan bir ölçü birimi olmasına rağmen, VKİ vücuttaki yağ oranını belirlemez. Bu nedenle yanlış sonuçlar da verebilir. Örneğin çok kaslı ve yağ oranı düşük birinin vücut kitle indeksi, sıradan birine göre daha yüksek çıkabilir. Ama yine de vücut kitle indeksi sıradan insanlar için şişmanlık durumunu gösteren iyi bir ölçü metodu olarak kullanılabilir.
“Dünya Sağlık Örgütü” tarafından belirlenmiş sınıflamaya göre;
– 18.5 Altında Az Kilolu (Zayıf)
– 18.5 – 24.9 Normal Kilolu
– 25.0 – 29.9 Fazla Kilolu
– 30.0 – 34.9 I. Derece Obez
– 35 – 39.9 II. Derece Obez
– 40.5 ve Üstü III. Derece Morbid Obez (Ciddi)
– 50 ve Üstü Süper Obez olarak kabul edilmektedir.

ŞİŞMANLIĞA YOL AÇAN NEDENLER
Genetik etkenler, bazı beyin tümörleri, beyinde salgılanan bazı madde ve hormonların düzeyindeki değişmeler, çevresel etkenler, yaşam tarzı, beslenme alışkanlıkları, bazı ruhsal bozukluklar, bazı fiziksel hastalıklar, kullanılan bazı ilaçlar, fiziksel aktivitenin azlığı, şişmanlığın oluşumunda belirgin etkisi olan nedenler olarak sayılabilir. Diğer taraftan aile içi durumlar, yaşıtların etkisi, bireyin maruz kaldığı sosyal etkenler, sosyal olarak yetersizlik, ailelerin beslenme konusundaki bilgi yetersizlikleri, sosyo-ekonomik düzeyde düşüklük ve bunları bağlı ortaya çıkan yaşam biçimi önemli diğer etkenler olarak dikkati çekmektedir.
Bu nedenler içinde son yıllarda belki de üzerine en çok konuşulması gereken noktanın beslenme tarzı ve bireyin sağlığı geliştirme yönünde sahip olduğu elverişsiz durumlar olduğunu vurgulamak gerekir. Bireyin düşük benlik değerine sahip olması, bedenini algılamadaki sorunlar, sürekli olarak değişkenlik gösteren kilo alma ve verme döngüsünün yarattığı ruhsal sonuçlar şişmanlığın oluşumunda diğer etkenler olarak göze çarpmaktadır.
ŞİŞMANLIĞA NEDEN OLAN RİSK FAKTÖRLERİ
– Fiziksel aktivite
– Beslenme alışkanlıkları
– Yaş
– Cinsiyet (Kadın)
– Irksal faktörler
– Eğitim düzeyi
– Evlilik
– Doğum sayısı
– Sigarayı bırakma
– Alkol
– Psikolojik bozukluklar
– Metabolik ve hormonal bozukluklar

ŞİŞMANLIK TEDAVİSİ NASIL OLMALI
Yaşam kalitesini ciddi anlamda düşüren obezite, tedavi edilebilen kronik bir hastalıktır. Obezitenin tedavisinde; tıbbi beslenme (diyet) tedavisi, egzersiz tedavisi, davranış değişikliği tedavisi, ilaç tedavisi, cerrahi tedavi yöntemleri uygulanmaktadır. Tıbbi beslenme (diyet) tedavisi bireye özgü olmalıdır.
VKİ (Vücut Kitle İndeksi) boy ve kilo ile ilgili bir orantı olup, 25 kg/m2 üzerinde ise mutlaka bir diyetisyene başvurunuz.
ŞİŞMANLIĞIN ÖNLENMESİ
Genellikle şişmanlamak kolay, zayıflamak ise güçtür. Bu nedenle şişmanlığın tedavisinden önce, önlenmesi doğrudur. Şişmanlığın önlenmesinde en önemli mesele küçük yastan itibaren enerji dengesine uygun bir diyetin uygulanmasıdır. Bu ise bireyin besinlerin enerji değerleri ile enerji harcaması konusunda bilinçli olması ve enerji dengesine uygun beslenme alışkanlığı kazanması ile olur.
ŞİŞMANLIĞIN TEDAVİSİ
Şişmanlığın tedavisinde en çok uygulanan yöntemler;
1. Diyet tedavisi,
2. Fiziksel aktivitelerin artırılması,
3. İlaç tedavisi,
4. Cerrahi tedavi,
5. Akupunktur,
6. Hipnoz,
7. Davranış terapisi.
Günümüzde obezite tedavisi için birçok yöntem vardır. Diyet tedavisi, davranış değişikliği tedavisi, obezite cerrahisi ve kullanılan ilaçlar ile zayıflama bu yöntemlerin en sık tercih edilenleridir.
Diyet ile zayıflama
Obezite tedavisi için birinci sırada en doğal ve olması gereken yöntem sağlıklı obezite diyeti programları ile zayıflamaktır. Doğru bir diyet programı ile zayıflama kilo vermede en sık tercih edilen ve sağlıklı olan yöntemdir. Obezite diyeti planlarının protein, karbonhidrat, yağ, vitamin ve mineral kaynaklarını yeteri kadar içermeleri hem vücut sağlığı için hem de vücuttaki fazla yağların yakımı için önemlidir. Yeterli besin ögelerinin tüketilmesi kalıcı kilo kaybı için önemli unsurdur. Kısa süreli uygulanan meyve veya sebze sularından oluşan detoks planları da zayıflamada etkili olabilir. Ancak vücut sağlığının korunması ve kilo kaybının kalıcı olması için bu detoks planlarının kaç gün uygulandığına dikkat edilmelidir. Bütün öğünlerde sıvı detoks içecek içeren detoks planlarının yerine sadece 1 öğünde detoks içeceğin bulunduğu programların uygulanması daha sağlıklıdır.
Davranış değişikliği tedavisi
Vücut ağırlığının denetiminde davranış değişikliği tedavisi, fazla ağırlık kazanımına neden olan yemek yeme ve fiziksel aktivite ile ilgili olumsuz davranışları olumlu yönde değiştirmeyi veya azaltmayı, olumlu davranışları ise pekiştirerek yaşam biçimi haline gelmesini amaçlayan bir tedavi şeklidir. Davranış değişikliği tedavisinin basamakları:
Kendi kendini gözlemleme
Uyaran kontrolü
Alternatif davranış geliştirme
Pekiştirme, kendi kendini ödüllendirme
Bilişsel yeniden yapılandırma
Sosyal destek
Cerrahi tedavi
Günümüzde çok yaygın bir şekilde tercih edilmeye başlamıştır. Bu yöntem obezite tedavisi için çeşitli obezite diyeti planları uygulandıktan ve sonuç alınamadıktan sonra son çare olarak tercih edilmelidir. Olumlu sonuçlarının olabileceği kadar yan etkilerinin de olabileceği ve organlarda çeşitli semptomların oluşabileceği unutulmamalıdır. Gastrik bantlama, bypass, gastrik balon ve mide küçültme bariatrik cerrahi yöntemleri arasındadır ve besinlerin emilimini azaltmaya yönelik uygulanır. Vücut yağlarının alınması için çoğunlukla estetik amaçlı uygulanan bir yöntemdir. Bu yöntemler uygulandıktan sonra beslenme düzeni değişmiyor ise kaybedilen kiloların kısa sürede geri alınma ihtimali yüksektir.
İlaç tedavisi
Sosyal medyanın kullanımının yaygınlaşmasının ve bilgiye kolay ulaşımın faydaları olduğu kadar zararları da olabilmektedir. Bu durumun en belirgin örneği zayıflama hapları ve zayıflama çayları adı altında satılan ürünlerin kullanımının artmasıdır. En doğru ve sağlıklı kilo verme yöntemi yanlış beslenme alışkanlıklarının değişmesidir ve uygun obezite diyeti planlarının uygulanmasıdır. Bilinçsizce kullanılan çaylar ve ilaçlar başta böbrekler olmak üzere birçok organa zarar verebilir. Çarpıntı, kalp krizi, yüksek tansiyon gibi olumsuz sağlık sorunları görülebilir. Bu sağlık sorunları ölümle de sonuçlanabilir.

 

 

 

TAŞİKARDİ (ARİTMİ)
Taşikardi nedir? Taşikardinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi
Sigara, alkol, kafein tüketimi, uykusuzluk veya stres gibi nedenlerle ortaya çıkan taşikardi nedir? Bazı durumlarda, hiçbir belirti göstermeyen ancak tedavi edilmediğinde ani ölümlere yol açan taşikardinin belirtileri ve tedavisi…Taşikardi hakkında merak edilenler haberimizde…

Herhangi bir hastalığa veya sebebe bağlı olarak ortaya çıkabildiği gibi, doğrudan sadece kalple ilgili olarak da ortaya çıkabilen taşikardi (aritmi) hakkında merak ettiğiniz tüm soruların cevaplarını haberimizde bulabilirsiniz…
TAŞİKARDİ (ARİTMİ) NEDİR?
Taşikardi, kalbin istirahat halindeyken normalden daha hızlı attığı yaygın bir kalp ritmi bozukluğudur (aritmi). Kalp atış hızınız kalp dokularına gönderilen elektrik sinyalleri tarafından kontrol edilir. Kalbin anormalliği, kalp atış hızını hızlandıran hızlı elektrik sinyalleri ürettiğinde, normalde dakikada yaklaşık 60 ila 100 atım olduğunda taşikardi oluşur. Kalbin atım sayısı 60’dan daha az olursa bu duruma da tıp dünyasında brakardi denir.
Bazı durumlarda, taşikardi hiçbir belirti veya komplikasyona neden olmaz. Ancak tedavi edilmezse, taşikardi normal kalp fonksiyonunu bozabilir ve aşağıdakiler de dahil olmak üzere ciddi komplikasyonlara yol açabilir:
– Kalp yetmezliği
– İnme
– Ani kalp durması veya ölüm

TAŞİKARDİ ÇEŞİTLERİ
Düzenli atriyal taşikardiler:
Sinüs taşikardisi: SA düğüm tarafından oluşturulan uyarıların fizyolojik veya patolojik olarak 100 vuru/dakikanın üzerinde olması olarak tanımlanır. Genellikle bazı hastalıklar sonucunda oluşur.
Paroksismal atriyal taşikardi: Ani bir şekilde gelişir. Genellikle başka bir kalp rahatsızlığı olmayan bireylerde gözlenir, kalp hızı genellikle 150-250 vuru/dakika düzeylerindedir.
Atriyal flatter: Genellikle başka kalp hastalığı olan bireylerde oluşur (koroner arter hastalığı gibi). Genellikle son derece yüksek atriyal vuru sayısı (220-400 vuru/dakika) olmasına rağmen kalbin kan pompalayan karıncıklarının kasılma sayısı bu hızın belli bir kısmından oluşur.
Düzensiz atriyal taşikardiler:
Atriyal Fibrilasyon: Kalbin kulakçıklarında düzenli kasılmalar olmadan birbiri ile koordineli olmayan çok sayıda düzensiz uyarıların karıncık kasılmalarından sorumlu AV düğüme gönderilmesi sonucu kalp karıncıklarında da düzensiz kasılmaların oluşması sonucu oluşan düzensiz bir aritmi tipidir. Atriyal fibrilasyona neden olabilecek bazı nedenler şunlardır; stres, ateş, aşırı alkol tüketimi, vücut suyunun azalması, koroner arter hastalığı, kalp krizi vb.’dir.
Çok-merkezli Atriyal Taşikardi: Bu tip taşikardide kalbin kulakçıkları senkronize bir şekilde kasılmasına rağmen, kasılmayı sağlayan uyarı SA düğümden kaynaklanmaz. Bir den fazla aynı anda oluşan uyarılar kulakçığın birçok noktasından oluşur. Bu tip taşikardisi olan hastaların bir çoğunda daha önceden bulunan akciğer hastalığı vardır.

TAŞİKARDİ BELİRTİLERİ
Taşikardi ile ilişkili belirtiler ve semptomlar aşağıdaki gibidir:
– Hızlı kalp atımı (hızlı nabız)
– Göğüs ağrısı (anjin) (kalp kası yeterli kan almazsa ortaya çıkan göğüs ağrısı veya rahatsızlık)
– Konfüzyon (bilinç bulanıklığı)
– Baş dönmesi
– Hipotansiyon (düşük kan basıncı)
– Sersemlik hissi
– Çarpıntılar (kalp düzensizliği veya kuvvetli kalp atışı hissi)
– Nefes darlığı
– Ani güçsüzlük
– Bayılma (Senkop)
Taşikardi olan bazı kişilerde herhangi bir semptom görülmez ve bu durum sadece fizik muayene sırasında veya bir elektrokardiyogram olarak adlandırılan kalp izleme testi ile keşfedilir.
TAŞİKARDİNİN NEDENLERİ
Taşikardi, kalbin pompalama hareketinin hızını kontrol eden normal elektriksel dürtüleri bozan bir şeyden kaynaklanır. Birçok şey kalbin elektrik sistemi ile ilgili sorunlara neden olabilir. Bunlar ise:
– Koroner arter hastalığı (ateroskleroz), kalp kapakçığı hastalığı, kalp yetmezliği, kalp kası hastalığı (kardiyomiyopati), tümör veya enfeksiyon dahil olmak üzere kalp dokularına, zayıf kan gitmesi ve hasarla sonuçlanan kalp hastalıkları
– Doğumsal kalp rahatsızlıkları (Uzun QT sendromu)
– Hastalık veya kalbin doğumsal anormalliği
– Anemi
– Egzersiz
– Korku gibi ani stres
– Yüksek veya düşük tansiyon
– Sigara içmek
– Ateş
– Çok fazla alkol kullanımı
– Çok fazla kafeinli içecek içmek
– İlaç yan etkileri
– Uyuşturucu kullanımı
– Elektrolit dengesizliği; kandaki sodyum, potasyum ve magnezyum gibi elementlerin düzeylerinin bozulmasından kaynaklanmakta ve ritim bozukluğuna neden olmaktadır.
– Aşırı aktif tiroid (hipertiroidizm)
Bazı durumlarda da, taşikardinin kesin nedeni belirlenemez.
TAŞİKARDİ RİSK FAKTÖRLERİ
Kalbe baskı yapan veya kalp dokusuna zarar veren herhangi bir durum taşikardi riskinizi artırabilir. Yaşam tarzı değişiklikleri veya tıbbi tedavi aşağıdaki faktörlerle ilişkili riski azaltabilir:
– Kalp hastalığı
– Yüksek tansiyon
– Uyku apnesi
– Aşırı aktif veya az aktif tiroid
– Sigara içmek
– Diyabet
– Ağır alkol kullanımı
– Ağır kafein kullanımı
– Keyif verici ilaçların kullanımı
– Psikolojik stres veya kaygı
– Anemi
Diğer risk faktörleri
Taşikardi riskini artırabilecek diğer faktörler şunlardır:
Yaşlılık. Kalpte yaşlanma ile ilişkili yıpranma, taşikardi olasılığınızı artırır.
Aile. Eğer taşikardi veya başka kalp ritmi bozuklukları ile ilgili aile öykünüz varsa, taşikardi riskiniz artabilir.
TAŞİKARDİ TEDAVİSİ
Tedavi metodu aritminin cinsine ve ciddiyetine göre değişir. Kalp dışı sebeplere bağlı taşikardiler, altta yatan sebep düzelmedikçe devam ederler. Onun için bu tür taşikardilerin tedavisi, buna sebep olan hastalığın tedavisiyle mümkündür. Öncelikle bir Kardiyoloji Uzmanının değerlendirmesi önemlidir. Çünkü çarpıntılar kardiyak kökenli olanlardır. Kardiyak nedenler bertaraf edildikten sonra gerekli tedavi yapılır.
Bir çok süreksiz aritmiler yaşam şeklini değiştirmek dışında tedaviye ihtiyaç duymazlar.
Bunlar;
– Kafeinli içecekleri azaltmak veya kesmek
– Alkol alımını azaltmak
– Sigarayı bırakmak
– Bazı ilaçlardan kaçınmak (grip ilaçları gibi)
– Stresi kontrol altına almak
– Betabloker, kalsiyum kanal blokerleri, veya digoksin gibi ilaçlar reçete edilebilir.
Ciddi durumlarda antiaritmik ilaçlar önerilebilir. Bu ilaçlar aritmiye yol açabilecek ciddi yan etkilerinden dolayı dikkatli kullanılmalıdır.
Taşikardi genellikle kalbin çalışma düzenini bozduğu için kalp durması veya kalp yetersizliğine sebep olur ve hayatı tehdit eder. Ancak atriyal fibrilasyon gibi bazı aritmiler sırasında kalbin içinde pıhtı oluşup daha sonra buradan kopan pıhtıların beyin ve kalp damarlarını tıkama riski vardır. Bu riskin mevcut olduğu hastalar sürekli kan sulandırıcı ilaç almak zorundadır.
Atriyal fibrilasyon gibi bazı aritmilerin hayati tehlikesi düşüktür ve ayakta tedavi edilebilir. Ventriküler taşikardi gibi kalbin karıncıklarından kaynaklanan aritmiler ise hastaneye yatırılarak tedavi edilmelidir.
Çoğu aritmili hasta normal bir hayat sürdürür. Bu yüzden başdönmesi veya bayılma gibi belirtiler görülürse zaman kaybetmeden doktora başvurmak önemlidir.

 

 

 

TAVUK KARASI (GECE KÖRLÜĞÜ)
Tavuk karası nedir? Tavuk karasının nedenleri belirtileri ve tedavisi…
Geceleri ya da zayıf ışıkta iyi görmeyi zorlaştıran tavuk karası yani gece körlüğü nedir? Tavuk karasının nedenleri, belirtileri ve tedavisi hakkında tüm detaylar haberimizde…

Genetik kaynaklı göz hastalıklarında, ilk sıralarda yer alan halk arasında tavuk karası olarak bilinen gece körlüğü son derece ciddi bir sağlık sorunudur. Peki tavuk karası nedir? Tavuk karasının nedenleri, belirtileri ve tedavisi ile ilgili bilinmesi gerekenleri haberimizde kolaylıkla bulabilirsiniz…

TAVUK KARASI (GECE KÖRLÜĞÜ) NEDİR?
Tavuk karası veya gece körlüğü olarak da bilinen retinitis pigmentosa, nadir görülen, kalıtımsal bir hastalıktır. Sonradan tavuk karası hastalığının görülmesi nadir durumlardan biridir ve genellikle bu hastalığa sahip kişiler gece körlüğü rahatsızlığı ile doğmuşlardır.
Gözün içini kaplayan retina adını verdiğimiz tabakada görme hücreleri bulunur. Bu görme hücrelerinden rod adı verilenler karanlıkta görmeyi veya gece görmeyi ve çevreyi görmeyi sağlar. Hastalık rod adı verilen bu hücrelerde bozulmayla karakterizedir. Gece körlüğü olan insanlar gece ya da loş ışıklı ortamlarda zayıf görüş deneyimi yaşarlar. Hareket etmede ve araç kullanmada zorluk çekerler. Erkeklerde görülme sıklığı kadınlardan daha fazladır. Retinitis pigmentosa çocuklukta ortaya çıksa da herhangi bir yaş grubunda görülme olasığı vardır.
TAVUK KARASININ NEDENLERİ
Sorun, retinadaki loş ışığı görmenizi sağlayan hücrelerin bozukluğundan kaynaklanır. Nedenler arasında dış etkenler yer alsa da çoğunlukla karşılaşılan sebepler kalıtsal ya da doğum esnasında meydana gelen problemlerde dolayı ortaya çıkmaktadır.
Tavuk karasının olası birçok nedeni bulunmaktadır. Bunlar:
– Miyopluk
– Glakom
– Glokom ilaçları
– Katarakt
– Diyabet
– Retinitis pigmentosa
– A vitamini eksikliği
– Keratokonus
TAVUK KARASI BELİRTİLERİ VE TEDAVİSİ
Gece körlüğünün tek belirtisi karanlıkta görmekte zorlanmaktır. Tavuk karası hastalığı kendini basit bir göz hastalığı olarak belli etmeye başlar. Zamanla, gece ve ışığın olmadığı ortamlarda görememe başlar. Bu tip durumda hemen bir göz doktoruna başvurmak gereklidir. Gece körlüğü yani tavuk karası hastalığı genelde A vitamini eksikliği ile kendini belli eder. Bu nedenle tedavisinde A vitamini zengini gıdalar kullanılır. Balık, süt ve süt ürünleri, yeşil yapraklı sebzeler, yumurta ve A vitamini takviyeleri alınır. Rodopsin maddesi A vitamini olmadan üretilmediğinden, göz zamanla loş ve az ışığa uyum sağlayamaz ve gece görmemeye başlar. Özellikle sürücülerin bu konuda çok dikkatli olması gerekir.
Günümüzde retinitis pigmentosanın standard bir tedavisi yoktur. Ancak retinitis pigmentosayla birlikte görülebilen katarakt, glokom gibi yandaş hastalıkların düzenli yapılan göz muayenesiyle teşhis ve tedavisi mümkündür. Retinitis pigmentosalı hastalarda görme kaybı aynı derecede olmaz. Hastaların bir kısmı erken yaşta görmelerini kaybederken, bir kısmı hayat boyunca kendilerini idare edecek kadar görmeyi koruyabilirler. Görme azlığı bulunan hastalara LVA denilen özel büyüteçli gözlükler verilebilir.
TAVUK KARASINI ÖNLEMENİN YOLLARI
Doğum kusurları veya Usher sendromu gibi genetik koşulların sonucu gelişen gece körlüğünü önleyebilmek mümkün değildir. Bununla birlikte, kan şekeri seviyesini kontrol altında tutmak ve dengeli beslenmek tavuk karasını önlemede etkin yöntemlerdir.
Kataraktların önlenmesine yardımcı olabilecek antioksidan vitaminler ve mineraller açısından zengin yiyecekler tüketin. Ayrıca, gece körlüğü riskinizi azaltmak için yüksek A vitamini içeren yiyecekleri seçin. Aşağıdakiler dahil olmak üzere bazı gıdalar A vitamini için mükemmel kaynaklardır:
– Kavun
– Tatlı patates
– Havuç
– Balkabağı
– Mango
A vitamini için ayrıca:
– Ispanak
– Kara lahana
– Süt
– Yumurta bolca tüketilmelidir.

 

 

 

TESTİS KANSERİ
Testis kanserinde en sık belirti testiste ele gelen ağrısız kitle ve şişliktir. Bazen testiste ağrı da hissedilebilir. Çoğu testis kanserine tanı muayene sırasında ya da ultreasonografi ile konur.
Testis tümörleri nadir görülmekle birlikte, 15-35 yaş arası erkeklerde en sık görülen malign tümörlerdir. Erkekteki tüm malign tümörlerin %1-2’sini kapsar. Erkeklerin tüm yaşamı boyunca testis tümörüne yakalanma ihtimali %0,2’dir.
Testis tümörlerinin kesin sebebi bilinmemektedir. Ancak bu tümörlerin etyolojisinde hem konjenital hem de edinsel faktörlerin etkili olduğu bilinmektedir. Bu faktörler arasında en önemlisi kriptoorşidizmdir (inmemiş testis). Testis tümörlü hastaların %7-10’unda inmemiş testis öyküsü vardır. Ayrıca, yakın aile fertlerinde tümör olması, intrauterin bazı hormonlara maruz kalma, Klinefelter gibi bazı kromozomal hastalıklar, daha önce testis tümörü veya intratubuler neoplazisi olanlar, geçirilmiş orşit ya da testis travması olan bireylerde bu tümörler daha sıktır.
Testis kanserinde tanı genellikle fizik muayene ile konur. Testiste ağrısız tek taraflı kitle aksi ispat edilene kadar malign bir oluşum olarak kabul edilmelidir. Ancak hastaların %20’sinde testis etrafında ağrı da kliniğe eşlik edebilir. Testis tümörü olan hastalar nadiren meme büyümesi (jinekomasti %7) ve yayılmış hastalığa bağlı belirtiler (öksürürken kan gelmesi, kemik ağrısı vb.) ile de başvurabilirler.
Testis tümörlerine tanı koymada en sık kullanılan görüntüleme yöntemi skrotal ultrasondur. Skrotal ultrasonun tanı koymada duyarlılığı hemen hemen %100’dür. Ultrason ile testiste kitle saptanmasının ardından mutlaka bazı tümör belirteçlerinin kan seviyelerini kontrol etmek gerekir. Bu tümör belirteçleri (βHCG: β human koryonikgonadotropin, LDH: Laktat dehidrogenaz, AFP: Alfafetoprotein) hastalığın evrelendirilmesinde ve seyrinin takibinde önem arz etmektedir. İleri evre hastalıktan şüphe edilen olgularda bilgisayarlı tomografi ve kemik sintigrafisi gibi tetkikler gerekebilir.
Testis tümörü saptandığında vakit kaybetmeden yapılması gereken temel tedavi cerrahidir. Radikal inguinal orşiektomi adı verilen cerrahide, kasık yolundan yapılan 5-6 cm’lik bir kesi ile testis çıkarılır. Patoloji sonucuna göre hastaya uygun ileri tedavi ve takip protokolleri belirlenir. Bazı hastalarda lenf nodu çıkarılması, radyoterapi veya kemoterapi gibi tedaviler gerekebilir. Patoloji sonucu çıktıktan sonra gerekli tedavi ilgili branş hekimleri (medikal onkolog, radyasyon onkoloğu) ile beraber kararlaştırılır.
Testis kanseri görülme sıklığı nedir?
Her yıl 100.000 erkekten sadece 3’ü testis kanserine yakalanır ve vakalar genellikle 20-34 yaş arası erkeklerdir.
Testis kanseri için risk faktörleri nelerdir?
Testis kanseri için bilinen tek risk faktörü inmemiş testis öyküsüdür. Bu nedenle, inmemiş testis tanısı almış, bu hastalık nedeniyle tedavi görmüş kişilerin düzenli testis muayenesinden geçmeleri gerekir.
Testis tümörünün evreleri nelerdir?
Evre 1: Tümör yalnızca testistedir.
Evre 2: Tümör karın bölgesindeki lenf nodlarına yayılım göstermiştir.
Evre 3: Tümör karın bölgesindeki lenf nodlarına ve akciğer başta olmak üzere diğer organlara yayılım yapmıştır.
Hastalığın evresini belirlemek için göğüs ve batın tomografisi yapılır. Ayrıca kişide testis tümör belirteç düzeylerine bakılır.
Testis kanseri tedavisi nasıl yapılır?
Testis kanseri tüm organ tümörleri içerisinde tedaviye en iyi yanıt veren tümördür. Tedavide cerrahi, radyoterapi ve kemoterapi tek başına veya kombine olarak uygulanır. Fakat tedavinin ilk basamağı cerrahi olarak etkilenen testisin çıkarılmasıdır. Bu işlemi genelde ek tedaviler olan; radyoterapi, kemoterapi izler.

 

 

 

TESTİS ŞİŞMESİ

Yaşam editörleri tarafından hazırlanan hastalık kartlari ilgili hastalığa ait en çok merak edilen sorulara kısaca yanıt verir.nda Üroloji (Bevliye) bölümüne gidilir.
Testis Şişmesi Neden Olur?
1) Bulaşıcı Hastalıklar
Bazı bulaşıcı hastalıklar spermlerin olgunlaştığı, depolandığı ve taşındığı yer olan epididimis’te iltihaba ve testis şişmesine neden olabilir. Bazı örnekleri şunlardır:
• Kilamidya, gonore, bel soğukluğu gibi cinsel yolla bulaşan bazı hastalıklar
• İdrar yolu iltihabı
• Kabakulak: Kabakulak geçiren çocuk ve gençlerin üçte birinde testis şişmesi görülmektedir.
2) Testis Dönmesi
Testis torsiyonu da denilen bu durum, testise kan desteği sağlayan sperm kordonunun şiddetli şekilde burkulması ile ortaya çıkar. Keskin, şiddetli ağrıya neden olur, acil tıbbi destek gerektirir.
• Her yaşta görülebilir ancak 13-17 yaş arasında daha sık görülür.
• Sperm kordonunun zayıf olması nedeniyle görülebilmektedir ancak çoğu zaman nedeni bilinmemektedir.
• Kordon burkulması ileri düzeyde olursa testislere kan akışı kesilerek bir testisin kaybedilmesine yol açabilir.
3) Epididim Kisti
Epididim kisti, epididimiste ortaya çıkan içi sıvı dolu kistlerdir. Nedeni bilinmemektedir. Testis şişmesine neden olur ancak ağrıya neden olmaz ve kısırlığa yol açmaz.
4) Erbezi Torbasının Şişmesi
Aşağıdaki etkenler daha çok erbezi torbasının şişmesine neden olur. Bir miktar testis şişmesine yol açabilirler veya öyle algılanmasına neden olabilirler:
Toplardamar şişmesi: Varikosel de denilen bu durumda erbezi torbasında bulunan damarlarda kan yığılması olur.
Su toplanması: Hidrosel de denilen bu durum, bebeğin ana rahminde iken testislerinin aşağı inmesi sonrasında normalde kapanan geçiş yerlerinin açık kalması sonucunda ortaya çıkar. Büyüklerde görülen hidrosel vakalarının nedeni darbe alma veya iltihap kapma olabilir.
5) Testis Kanseri
Testis Şişmesi Ve Sertleşmesi
Testis şişmesi vakalarının büyük çoğunluğu tehlikeli değildir ancak bazı şişmeler bir kanserin sonucu olabilir. Bu vakalarda testis üzerinde hissedilen şişkinlik genellikle ağrısız ve serttir.
Testis Şişmesi Tedavisi
1) İlaç Tedavisi
İbuprofen, parasetamol veya aspirin gibi iltihap giderici ve ağrı kesici etkileri olan ilaçlar testis şişmesine iyi gelecektir.
• Testis şişmesinin nedeni bakteriyel bir iltihap ise 10 günlük antibiyotik kullanımı önerilebilir.
• Şiddetli ağrı varsa Tylenol, Motrin gibi kuvvetli ağrı kesiciler önerilebilir.
2) Ev Tedavileri
Aşağıdaki tedavi yöntemleri testis ve erbezinde görülen iltihap, şişme ve ağrı gibi sıkıntıların hafiflemesini sağlayacaktır:
• Sırt üstü uzanabilir, testislerinizi alttan destekleyecek bir havlu yerleştirebilirsiniz.
• Sporcu çamaşırı gibi testisleri destekleyebilecek ürünler giyin. Testislerin olabildiğince yukarıda kalması iyileşme sürecini hızlandıracaktır.
• Buz uygulayabilirsiniz.
• Ağır egzersizden ve cinsel ilişkiden bir süre uzak durmalısınız.
3) Testis Şişmesi Ameliyatı (Cerrahi Müdahale)
Testis şişmesi genellikle kendi kendine iyileşebilen ve büyük bir tehlike arz etmeyen bir durum olmaktadır. Ancak testis torsiyonu gibi vakalar acil müdahale gerektirir. Testis şişmesi vakalarında kullanılabilecek cerrahi müdahaleler şunlardır:
Varikosel embolizasyonu: Sorunlu damarların tıkanması ameliyatıdır, çok ileri düzeydeki toplardamar şişmesi vakalarında uygulanır. Tıkama işleminden sonra kan başka yollardan ilerleyecek, testis şişmesi yok olacaktır.
Hidroselektomi: Küçük yaştakilerde görülen sıvı toplanmaları kasıklarda ve erbezinde açılan küçük kesilerden alınır. Sonra açık kalan geçiş yerleri kapatılır. Büyüklerde sadece erbezi torbasından sıvı alınır.
Kist ameliyatı: Hasta genel anestezi altındayken küçük bir kesi ile erbezi torbasına girilir, kist alınır. Bazen yeni bir kistin oluşumunu önlemek için epididimisin de alınması gerekebilir.
Testis torsiyonu ameliyatı: Sperm kordonundaki burkulma çözülür, ilgili testis erbezi duvarına sabitlenir. Ameliyata geç kalınırsa testisin alınması zorunlu hale gelebilir.

 

 

 

 

TETANOS (KAZIKLI HUMMA)

Tetanos ya da kazıklı humma, gram-pozitif, anaerobik bir basil olan Clostridium tetani bakterisinden ileri gelen ve çizgili kaslarda uzun süreli sertleşme ve kasılmayla belirginleşen toksik ve ölümcül bir enfeksiyon hastalığıdır.
Bakteri, toprakta spor şeklinde bulunur. Ne zaman ki anaerob bir yara içine girebilirse germinasyon oluşturur. Basilin klasik görünümü davul tokmağını andıran basil şeklindedir. Terminal sporu, basile tipik ” davul tokmağı” görünümü verir. Toprakta yaşayan Clostridium tetani sporları, derideki bir yara, çizik vb (portantre) aracılığıyla organizmaya girmesinden kaynaklanan hastalıkta, giriş noktasında üreyen basilin çıkardığı toksinlerin organizmanın her yanına dağılması sonucunda 2-12 gün süren kuluçka döneminin ardından, önce çene kaslarında görülen ağrılı kas kasılmaları (çene kilitlenmesi) bütün vücuda yayılır. Tedavi edilmezse çok ağrılı kasılma nöbetleriyle sürer ve ölümle sonuçlanır.
Clostridial etkenler oluşturdukları hastalık tablosuna göre üçe ayrılır. Bunlar:
• Enterotoksik
• Histotoksik
• Nörotoksik’tirler. Tetanos nörotoksik tipte bir infeksiyondur.
Belirtilere yönelik (semptomatik) tedavi
Yeniden canlandırma ortamında, kasılmaları ve nöbetleri önlemek için yüksek dozda uyuşturucu verilmesine, hastanın tedavi komasına sokulup solunumunun yeniden canlandırılmasına dayanır.
Temel tedavisi
Koruyucu önlemler alınması, yani kısa süre içinde insan kökenli tetanos anti serumu verilmesidir; bebeklik döneminde ya da 15 yaşlarında da uzun süreli koruyucu önlem olarak da, tetanos aşısı yapılmalıdır.
Korunma
• Paslı yüzeylere temas etmeme.
• Yaraların antiseptik solüsyonlarla temizlenmesi.
• Kapalı ortam oluşturabilecek yaraların hidrojen peroksit (Oksijenli su) ile dezenfeksiyonu.
• Tetanos aşısı olmak.

 

 

 

TİFO

Tifo, S.typhi ; paratifo ise S.paratyphi A, B, C isimli basil türü bakterilerin neden olduğu hastalıklardır. Bilinç bulanıklığı, düşmeyen ateş, baş ağrısı, karın ağrısı, (ateşin yükselmesine rağmen) nabız sayısının azalması, dalakta büyüme,kandaki akyuvar hücrelerinin sayısında azalma, göğüs-karın cildinde gül kurusu renginde lekeler ile karakterize, insanlara özgü sistemik infeksiyon hastalıklarıdır. Daha çok kirli besinler ve sularla ağız yolundan bulaşan, bazı ülkelerde zaman zaman salgın yapan, tedavi edilmezse çeşitli komplikasyonlar ile ölümle sonuçlanabilen hastalıklardır.
Etkenler
S.typhi ve S.paratyphi A, B ve C sadece insan infeksiyonlarından sorumludur, insan-insan bulaşı söz konusudur, mikrobun yaşadığı tek canlı insandır. Genelde hasta insanın basil yüklü çıkartıları yoluyla mikrobun bulaştığı besin ve sularla bulaşır.Hastalığın su yoluyla sakgın yapması nadir değildir. Hastalar dışkı ve idrarlarıyla bol miktarda basil çıkardıkları gibi, diğer çıkartılarında da (solunum yolu salgıları, kusmuk v.s) bulunabilir. Taşıyıcılar çok fazla sayıda bakteri yayarlar, bu kişilerin dışkılarının 1 gramında 1,000,000,000-100,000,000,000 tifo basili olduğu saptanmıştır.
Hastalığın meydana gelişi
Bakteriler sağlıklı ve duyarlı kişi tarafından ağız yolundan alındıktan sonra mideye gelir. Salmonellalar mide asidine duyarlıdır ve burada ölürler, ancak besinlerle ya da bol sıvı ile alındığında bu etkiden korunabilirler. Diğer yandan mide asiditesinde bozukluk olduğu (aklorhidri, gastrektomi, antiasid kullanımı gibi) durumlarda bu engeli kolayca aşarlar. Bakterinin alınan miktarı hastalık oluşma olasılığını etkiler. Ağız yolundan alınan bakteri miktarı 109 kadarsa %95 olasılıkla hastalık gelişir.
Klinik
Enterik ateşin kuluçka süresi ortalama 10-14 gündür; 3-5 gün gibi kısa olabileceği gibi 60 güne kadar da uzayabilir. Alınan bakteri miktarı arttıkça inkübasyon süresi kısalmaktadır. Hafif belirtilerle, akşamları 37.5-38oC ateşle kendini gösteren gribe benzer şekilde seyredebilir. Bazen çok ağır seyir gösterebilir. Bazen de sekiz haftayı geçen sürelerde devam eden klinik şekilleri olabilir. Tipik bir enterik ateşin seyrinde ise hastalığın süresi ortalama dört haftadır.

1. Hafta: Çoğu kez 1-2 gün süren kırıklık, iştahsızlık, ürpermeler, baş ağrısı gibi yakınmalarla başlar. Her gün 1-20C yükselen vücut ısısı bu haftanın sonunda 39-40 0C’ye ulaşır. İştahsızlık, yorgunluk, vücut ağrıları, alında fazla olmak üzere künt, sürekli baş ağrısı, uykuya meyil ateşe eşlik eder, öksürük ve burun kanaması görülebilir. Karın ağrısı ve karında rahatsızlık hissi vardır. Deri sıcak ve kurudur. Çoğu kez terleme olmaz. Bu haftada hastalar daha çok kabızlıktan yakınır, bazen ishal yakınması da olabilir.

2. ve 3. Hafta : Tüm belirtilerde şiddetlenme olur, ateş 39.5-400C bazen 41-42 0C’ye çıkar, devamlı bir hal alır. Hastanın genel durumu bozuktur, ağır hasta görünümündedir. Çoğu kez zeka faaliyetleri durmuş, bakışlar sabit, donuk olup hastanın mimikleri kaybolur. Hastanın etrafıyla ilgisi kesilmiştir. Kendine verilen yiyecek ve içeceğin farkında değildir.

Karın üst kısmında ve göğüs cildinde ciltten kabarık, basınca solan, birkaç mm çapında, gül kurusu (pembe) renkte döküntüler belirir, 2-3 gün sürer. Aşırı halsizlik, bilinçte küntleşme, bazı hastalarda delilik hali görülür. Karında rahatsızlık hissi, şişkinlik artar. Karaciğer ve dalaktaki büyüme saptanmaya başlar. Bu haftada ishal yakınması kabızlığa göre daha fazladır. Dışkıda kan bulunabilir. Bazı hastaların parmakları ritmik hareketlerle örtüleri toplar; bu dikkat çekici bir belirtidir.

4. Hafta: Komplikasyon görülmezse üçüncü haftadan sonra ateş düşmeye başlar, yavaş yavaş düşerek dördüncü haftanın sonuna doğru vücut ısısı normale döner. Beşinci hafta nekahat dönemidir.
Tanı
Kesin tanı; kan, kemik iliği, dışkı veya idrardan etkenin üretilmesi ile konur. Hasta antibiyotik kullanmadan önce bu örneklerden birden fazla kültür yapılması bakterinin üretilme şansını artırmaktadır. Ülkemizde ise hastalar çoğu kez antibiyotik kullanarak hekime başvurduğu için kan kültürlerinde bakterinin üretilme şansı azalmaktadır.

1. haftada ………Kan kültürü

2. haftada ………Öncelikle dışkı kültürü, kan kültürü de (+) olabilir

3. haftada ………Öncelikle idrar kültürü, dışkı kültürü de (+) olabilir

4. hafta ve sonrasında ………Öncelikle safra kültürü, dışkı kültürü de (+) olabilir.
Komplikasyonlar
Enterik ateşin komplikasyonları çok çeşitlidir, başlıcaları şunlardır: Endotoksik şok, mide kanaması, barsak delinmesi, safra kesesi iltihabı, sarılık, damar iltihabı, deliryum (delilik hali), havale, zatürre, bronşit, böbrek-kas-eklem iltihapları, tromboflebit (bir çeşit damar iltihabı), menenjit.
Bağışıklık
Tifo hastalığı geçiren kişilerde bağışıklık gelişir. Kişi, ikinci kez tifo basili ile karşılaştığında genellikle tekrar hastalanmaz, ancak antibiyotik tedavisi erken başlanan hastalar ikinci kez tifo geçirebilir.
Prognoz
Komplikasyonlardan önemli şekilde etkilenir. Antibiyotik öncesi dönemde ölüm oranı % 15 civarında iken, tedavi gören hastalarda % 1-2’ye düşmüştür. Ölüm nedeni genelde ağır toksemi (mikrobun ürettiği zehirli toksinlerin kana karışması) , dolaşım yetmezliği, barsak delinmesi, mide kanaması ile zatürredir.
Tedavi
Tifoda mikroba karşı yapılan tedavide ilk kullanılacak ilaç kloramfenikoldür. Ateş genellikle 3-5 gün içinde düşer. Ölüm oranıda % 20’lerden % 1’e düşmüştür. Kinolon grubu ilaçlar paratifoda ilk seçenektir. Tifoda da etkili biçimde kullanılmaktadır. Ateş üç gün içinde kontrol altına alınmaktadır. Diğer bir seçenek, 3. kuşak sefalosporinlerdir. Çocuklarda, gebelerde, süt veren annelerde tercih edilir.

Tedaviye yanıt alınamayan ağır toksemik hastalarda steroid kullanılabilir. Perforasyon durumunda 4-6 saat içinde cerrahi müdahale gerekmektedir.

Ateş düşürücü ilaçlardan özellikle Aspirin ateşi anormal şekilde aşırı düşürebileceğin kullanılmamalıdır. Ateşi düşürmek amacı ile ıslak kompres yapılmalıdır. Kabızlık için ilaç ve lavmanlar kullanılmaz.

Kronik (süregen) taşıyıcılarda da ampisilin, amoksisilin ya da kinolon grubu antibiyotikler kullanılır.
Korunma
En etkili yöntem içme ve kullanma sularının gerekli arıtma sistemlerinden geçirilerek temiz su temini ve sağlıklı bir atık giderim sisteminin kurulmasıdır. Tifolu hastaların kullandığı tuvaletler dezenfekte edilmelidir. Kişisel hijyen önemlidir.

Tifodan korunmada diğer etkili bir yöntem de aşılamadır. Bir gün ara ile üç doz şeklinde alındığında koruyuculuğu

% 43-96 arasındadır.

Tifo, kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşan bakteriyel bir hastalıktır. Hastalık etkeni Salmonella typhi[1] adlı bir bakteridir. Bu bakteri vücuda girdikten 7-15 gün sonra hastalık ortaya çıkar. Bu bakteri, tifolu hastaların dışkılarında, idrarlarında, kanlarında, tükürüklerinde veya vücutlarında görülen deri döküntülerinde bulunur. Genellikle salgın şeklinde ve yaz-sonbahar aylarında görülür. Tifo göz ve kulak sinirlerini, kalbi, beyni, böbrekleri, akciğerleri ve karaciğeri etkiler.
Belirtiler
• Hastalığın ilk günlerinde yorgunluk ve baş ağrıları
• Birkaç gün sonra ateşin yavaş yavaş yükselmesi
• İştahsızlık
• Burun kanaması
• Bronşit
• Mide ve bağırsak bozuklukları ile birlikte ishal
• Birkaç gün sonra ateşin de biraz daha artmasını takiben göğüste, karında ve sırtta pire ısırığına benzeyen kırmızı lekelerin belirmesi
• Tansiyonun düşmesi, nabzın yavaşlaması
• Hastalığın üçüncü haftasında karnın gerginleşip şişmesi
• Bağırsak kanamaları
• Bademciklerin iltihaplanması
• Kilo kaybı
• Üçüncü haftanın sonlarından itibaren, ateş düşmeye ve diğer belirtiler kaybolmaya başlar.
Tedavi
• Bol bol su içilmelidir.
• Protein ve karbonhidrattan zengin sindirimi kolay besinler verilmelidir.
• Bakteriye karşı antibiyotik verilir. Bu antibiyotiklerde tercih sırası kloramfenikol, ampisilin (veya amoksisilin) ve trimetoprim-sulfametoksazol’dur.
Korunma
• İçme ve kullanma sularının kontrolü
• Besin hijyeni
• Lağım ve kanalizasyon tesislerinin hijyen şartlarına uygun duruma getirilmesi
• Tifo aşısı: Kesin koruyucu değildir. Ölü tifo aşısı % 51-67 oranında koruyuculuk sağlar. Canlı atenüe oral aşı ise yakın oranlarda koruyuculuğa sahiptir ve yan etkileri daha azdır.
• Kanatlı tüketiminde duyarlılık ve hijyenik seçimler

 

 

 

 

TİFÜS

Tifüs, Rickettsia bakterilerinin etken olduğu bulaşıcı hastalıktır. Neden olan etken bakteriler hücre içinde yaşama özelliği gösterirler, hücre dışında uzun süre canlı kalamazlar.
Etken
• Rickettsia prowazekii (Epidemik tifüs)
• Rickettsia typhi (Endemik tifüs)
• Rickettsia tsutsugamushi
• Rickettsia australis
Bulaşma yolu
Hastalık; akut tifüslü insanların kanını emerek infekte olan insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. İnfekte bit, diğer insanlardan kan emerek beslenirken rickettsiaları cilt üzerinde bırakır. Bu kişiler saçlarını ovalarken, rickettsiaları ya da bit parçacıklarını bitin ısırdığı yerin içine sokarak infekte olurlar. Herhangi bir hayvan kaynağı yoktur
Semptomlar
Epidemik tifüs
• Titreme
• Öksürük
• Deliryum
• Yüksek ateş (40 °C)
• Eklem ağrısı
• Düşük kan basıncı
• Döküntü
• Fotofobi (Işığa duyarlılık)
• Şiddetli baş ağrısı
• Şiddetli kas ağrısı
• Stupor
• Sırt ağrısı
Endemik tifüs
• Karın ağrısı
• Sırt ağrısı
• Vücudun ortasından başlayan ve yayılan mat kırmızı döküntü
• Çok yüksek ateş (41 °C)
• Kuru öksürük
• Baş ağrısı
• Eklem ağrısı
• Bulantı
• Kusma
Hastalığın Seyri
Belirtilerin başlangıcı değişkendir ancak daha çok ani başlar ve ilk belirtiler; baş ağrısı, titreme, yüksek ateş, takatsizlik, öksürme ve şiddetli kas ağrısıdır. 5-6 gün sonra, ilk önce vücudun üst bölümünde başlayan ve daha sonra yüz, avuç içi ve ayak tabanı hariç vücudun her yerine sıçrayan maküler cilt kabarıkları (koyu benekler) görülür. Özel tedavi uygulanmazsa, vaka ölüm oranı %40’lara çıkabilir. Bitle bulaşan tifüs, salgına neden olan tek rickettsia hastalığıdır.
Coğrafi dağılım
Afrika’nın ortası ve doğusunda, Amerika’nın ortası ve güneyi, Asya’nın soğuk bölgelerinde (dağlık) görülür. Tifüse, aşırı kalabalığın ve kötü hijyen koşullarının hakim olduğu cezaevleri ve mülteci kampları gibi yerlerde de rastlanır.
Yolcular için risk
Yolcuların çoğu için çok düşük risk mevcuttur. Mülteci kamplarında görev alan ve kalabalık, kötü hijyen koşullarının hakim olduğu diğer uygulamalar içerisinde yer alan insani yardım görevlileri risk altında olabilir.
Profilaksi
Mevcut değildir. Bitin vücudu istila etmesini önlemek üzere temizlik yapmak çok önemlidir. Vücut bitini kontrol etmek ve yüksek risk altındaki insanların giysilerinde kullanmak üzere pudra haşarat ilaçları vardır.
Tedavi
Hastalık tedavisiz bırakıldığında ölümcül olabilir. Tedavi çoğunlukla antibiyotikler ile yapılır.[1]
• Azithromycin (tek ilaçla tedavi)
• Doxycycline
• Tetracycline
• Chloramphenicol (daha az kullanılır)
Bu hastalık Türkiye’de pek fazla görülmez.

 

 

TIRNAK BATMASI

Tırnak batması (onychocryptosis) (Yunanca ὄνυξ onyx “tırnak” ve κρυπτός kryptos “gizli” kelimelerinden meydana gelmiştir), yaygın bir tırnakrahatsızlığı. Genellikle ayak tırnaklarında görülür. Tırnağın paronychium (tırnak çerçevesi) veya tırnak yatağına batması ile gerçekleşen acı verici bir durumdur. Mikrobik enfeksiyon olarak başlayan rahatsızlık tırnağın granulomaya gömülmesi ile sonuçlanır ve ileri aşamalarında cerrahi operasyon gerektirir. Onychocyrtosis(konveks tırnak) durumu ile karıştırılmamalıdır.
Belirtileri
Tırnak batmasının belirtisi, tırnak kenarı boyunca hissedilen bir ağrıdır. Ayakkabı giyildiğinde kötüleşir, herhangi bir baskıda hassaslaşır ve bir şey sürttüğünde artar. Parmağa darbe geldiğinde keskinleşerek acıya dönüşür. Belirtileri onychocyrtosis (konveks tırnak) ile benzer olduğundan çokça karıştırılır.[3]
Sebepleri
Ana sebebi, yanlış ayakkabı seçimidir. Özellikle burun kısmı yetersiz ayakkabı kullanan kişilerde görülür. Diğer bir neden ise çok sıkı çorap kullanmaktır. Çok görülen sebepleri:
• Burun kısmı yeterince uzun olmayan ve ayak parmaklarına baskı uygulayarak tırnağın deriye batmasına neden olan ayakkabı giyimi.
• Yanlış tırnak kesimi, ayak tırnaklarının düz bir şekilde kesilmesi ve pürüzlü kalan yerlerin törpülenmesi gerekmektedir.
• Ayağı sert bir yüzeye çarpma veya ayakkabı içine giren sert maddeler. (Genellikle spor yaparken görülür.)
• Tırnak batmasına yatkın ayaklar veya genetik özellikler.
• Bakteriyel enfeksiyonlar.
• Tırnak mantarına bağlı olarak, tırnağın kalınlaşması ve tırnak kenarlarındaki canlı dokuya batması.
• Kilo almaya bağlı nedenler ile ayak ve parmaklara aşırı yük binmesi.
• Hamilelik döneminde yaşanan vücut değişimi.
Tedavi Yöntemi
Tırnak batması tedavisi için genellikle tel sistemi kullanılmaktadır. Tel sistemi aynı diş telleri gibi tırnağın battığı kısımlardan mikro tel yardımı ile deriye batan kısım rahatlatılır. Ağrısız ve acısız bir işlem olan tırnak teli sistemi ile batığın tekrarlama olasılığı çok düşüktür.

 

 

 

TIRNAK İLTİHABI

Tırnak iltihabı nedir? Tırnak iltihabının nedenleri ve tedavisi
Birçok kişide görülen, günlük aktivitelerin yapılmasını engelleyen tırnak iltihabı hakkında merak ettiklerinizi haberimizde bulabilirsiniz. Şiddetli ağrılara neden olan tırnak iltihabı nedir? Tırnak iltihabının nedenleri ve tedavisi…

Genellikle tırnak derininde veya tırnak kenarlarında oluşan yaralarla ortaya çıkan tırnak iltihabı nedir? Tırnak iltihabının nedenleri ve tedavisi hakkında tüm detaylar haberimizde…
TIRNAK İLTİHABI NEDİR?
Tırnak kenarlarında veya altında cerahat birikmesine, tırnak iltihabı denir. Nedeni, ufak kesikler veya sıyrıklar sonucu bakterilerin yerleşmesidir. İltihaplanan tırnağın kenarında kızarıklık görülür. Ağrı da vardır. Tırnak iltihabı, en çok ayak baş parmağında meydana gelmektedir. Bunun yanında diğer tırnaklarda iltihaplanmanın oluşması oldukça nadir görülen bir durumdur.
Tırnak iltihabı, tedavi edilmediği zaman kendiliğinden iyileşmeyen bir durumdur. Bu nedenle her tedavi edilmeyen gün bu sorun daha da artarak sorunlara neden olmaktadır. Kesinlikle tırnak iltihabının tedavisi geciktirilmemelidir. Aksi durumda artan iltihapların yanı sıra çok şiddetli ağrılar da meydana gelebilmektedir.
TIRNAK İLTİHABININ NEDENLERİ
Bağışıklık Sisteminin Zayıf Olması
Bağışıklık sistemi bilindiği gibi vücudumuzu dışarıdan gelebilecek olan zararlı mikroorganizmalara karşı korur. Bu mikroorganizmalar vücuda ulaştıktan sonra eğer ki bağışıklık sistemi tarafından ortadan kaldırılmazsa, bunlar vücuda yayılarak uygun olan yerlere bulaşabilir. Bu sebeple zayıf bağışıklık sisteminde hasta olma durumu normale göre daha sık gerçekleşir. Tırnak bölgesinde iltihaplanma oluşumları normale göre daha sık gerçekleşir. Burada oluşan iltihaplar tırnağa zarar verir ve yapısını bozarak canlılığını yok eder. Bu yüzden güçlü bir bağışıklık sisteminin eksikliği tırnakların sağlığını riske sokar.
Tırnaklardaki yapısal bozukluk
İnsanlarda tırnakların yapısal olarak bozuk olmaları durumunda iltihaplanma görülmesi çok büyük bir ihtimaldir. Genetik bir durum olarak da aile bireylerinde tırnak iltihabı görülebilmektedir.
Yanlış ayakkabı kullanımı
Uzun süreli olarak kişilerin yanlış kalıptaki ayakkabıları kullanmaları durumunda tırnaklar hasar görerek iltihaplanmalara neden olabilir. Bu durum özellikle ayak yapısı pençeli olan insanlarda meydana gelmektedir.
Tırnak kırılmaları
Herhangi bir nedene bağlı olarak ortaya çıkan tırnak hasarlarının sonucunda meydana gelen enfeksiyonlar. Bunları önlemek için tırnak kırılması durumunda gerekli bakımın ve tedavinin özenle yapılması gerekir.
Hijyen eksikliği
Tırnakta enfeksiyon oluşumuna sebep olan en büyük etkenlerden birisi tırnakların temizliğine yeterince özen gösterilmemesidir. Bu sebeple yeteri kadar temiz tutulmaması durumunda tırnaklarda enfeksiyon rahat bir şekilde oluşur ve yayılabilir. Ayrıca kullanılan çorapların uzun süre boyunca değiştirilmeden kullanılması tırnaklarda enfeksiyon oluşumuna davetiye çıkarabilir. Bu sebeple tırnağın temizliğinin yanında kullanılan giysilerinde temizliğine de dikkat edilmesi gerekir.
Tırnakta ve tırnak bölgelerinde oluşan hastalıklar
Egzama, sedef hastalığı ve mantar hastalıkları, ilerlediği zaman iltihaplanmalara neden olabilmektedir. Bunun için ayak bölgelerinde gerekli önlemlerin alınması çok önemlidir.
Tırnak yeme alışkanlığı
Tırnakların yenilmesi birçok kişi tarafından alışkanlık haline getirilmiş olan bir durumdur. Tırnakların sürekli olarak yenmesi bu bölgede aşınmalara ve tırnağın zarar görmesine sebep olur. Ayrıca buralara bakteri bulaşma riskini arttırır. Bu sebeple tırnak yeme durumlarında tırnaklarda iltihap oluşması durumunun gözlenmesi mümkündür.
Tırnakların derin kesilmesi
Tırnakların derin kesilmesi de tırnaklarda enfeksiyon oluşumuna sebep olabilir. Bu sebeple tırnakları normal seviyede kesmek yerine derin bir şekilde tırnakların kesilmesi bu bölgeye enfeksiyon bulaşma riskini arttırır.
Kanda iltihap
Kanda iltihap bulunması ayak parmaklarında ve el parmaklarındaki tırnaklarda iltihap gelişme riskini artırır.

TIRNAK İLTİHABININ TEDAVİSİ
Tırnak iltihabına sebep olan etkenin belirlenmesi uygulanacak olan tedavinin başarısında en önemli etkendir. Uygun olmayan bir tedavi bölgedeki enfeksiyonun daha kötüleşmesine sebep olur. Tırnak iltihabında yapılması gerekenler ise şöyledir.
Bağışıklığın güçlendirilmesi, vücuda bulaşabilecek olan zararlı mikroorganizmalara karşı vücuda koruma sağlar ve tırnak gibi bölgelerde iltihapların oluşmasını engeller. Ayrıca cilt üzerinde meydana gelebilecek olan hastalıklara karşıda vücudu korur. Ciltte meydana gelebilecek olan hastalıklar için olabildiğince vücuda destek olunması tırnak iltihabı gibi birçok sorunun beraberinde ortadan kalkmasını sağlar.
Tırnağa veya tırnak bölgesine herhangi bir cisim batması durumunda hızlı bir şekilde bu bölgenin tedavi altına alınması gerekir. Oluşan yara ve çevresi temizlenerek iltihap oluşumu önlenebilir.
Hijyen eksikliğinin bulunması gibi durumlarda mümkün olduğunca kişisel bakımın arttırılması gerekir. Özellikle tırnaklara gereken bakımı sağlayarak buralarda iltihap oluşmasını engelleyebilirsiniz. Ayrıca tırnakların uzatılmadan kesilmesi, tırnak altlarında pisliklerin birikmesini önleyerek tırnaklarda iltihap oluşumunu önlemenizi sağlar.
Tırnağa dışarıdan gelen sert darbeler sonucunda buralarda meydana gelen hasarlar ve tırnak batması durumuna karşın olabildiğince hızlı bir şekilde bölgeye tedavi uygulanması gerekir. Soğuk uygulama ve tırnak batığının çıkarılması bölgedeki hasarın ilerlemesini önleyecektir.
Unutmayın! Bir dermatoloji uzmanına giderek tırnaklarınızı göstermeniz en uygun yöntemdir. Doktorunuzun vereceği tedavi yöntemini uygulamak burada oluşan iltihaptan en erken şekilde kurtulmanızı sağlar.

 

 

 

TİROİD HASTALIKLARI

Dünyada yaklaşık 200 milyon insanda tiroid hastalığı bulunmaktadır. Ancak, ne iyidir ki, günümüzde bu tiroid hastalıklarının birçoğunun tedavisi mümkündür. Tedavi edilmemiş tiroid hastalıkları ise ciddi ve kalıcı sorunlara neden olabilmektedir. Halkın bu konuda bilinçli olması kişileri ve ailelerini tiroid hastalıklarının yakınmaları konusunda uyanık olmalarını sağlamaktadır. Bu durumda, kişiler en ufak bir şüphede doğrudan hekimleri ile temasa geçerek, erken dönemde hastalığın kontrol altına alınmasını sağlayabilirler.
Tiroid bezi nedir?
Tiroid bezi boynun orta hattında, Adem elması diye adlandırılan kıkırdak çıkıntının altında yer alan, kelebek şeklinde, ufak bir bezdir. Yalnızca 25 gram ağırlığında olmasına rağmen salgıladığı hormonlar ile büyüme ve gelişmede temel rol oynamaktadır. Tiroid bezi, ‘tüm vücut fonksiyonlarının düzenleyicisi’ olarak ta adlandırılır.
Tiroid hastalığı ne kadar sık görülür?
Ülkemizde tiroid hastalığı 10 kişiden 3’ünü etkilemektedir. Tiroid hastalıklarının çoğu bayanlarda daha sık görülmektedir.
Tiroid hastalığı tipleri nelerdir?
Tiroid hastalığı farklı şekillerde, farklı yakınmalarla ortaya çıkabilmektedir. Tiroid hastalıklarının çoğunda hastalar ya ‘hipotiroidizm – bezin yetersiz çalışması’ ya da ‘hipertiroidizm – bezin aşırı çalışması’ndan kaynaklanan yakınmalarla gelirler.
‘Guatr’ nedir, bende guatr var mı?
Tiroid bezinin büyümesi ‘guatr’ olarak adlandırılır. Guatr, her zaman hastalık anlamına gelmemektedir. Erginlik çağında ve hamilelikte tiroid bezi büyüyebilmektedir. Bu tip büyümeler ‘fizyolojik büyümeler’ olarak adlandırılır ve hastalık olarak kabul edilmezler.
Tiroid nodülü ne demek?
Tiroid nodülleri, tiroid bezinde yer yer şişlik ile kendini gösterebilen, oldukça sık görülen ve tedavisi mümkün olan bir durumdur. Düşük oranda da olsa, bazı nodüller kanser hücrelerinden oluşabilirler. Bu nedenle, tüm nodüller mutlaka incelenmelidir.
Tiroid hastalığı olan bir kişide hangi yakınmalar olur?
Tiroid hastalığı olan bir kişi ‘hipotiroidizm – azalmış tiroid hormonu üretimi’ ve ‘hipertiroidizm – aşırı tiroid hormonu üretimi’ yapan durumlardan kaynaklanan yakınmalar ve bulgular ile başvurabilir. Bunlar;
• Hipotiroidizm
o Halsizlik, kas güçsüzlüğü, yorgunluk
o Soğuğa karşı tahammülsüzlük
o Kalın ‘puffy’ cilt
o Kabızlık
o Donuk duygu durumu
o Guatr
o Zayıf ve yavaşlamış kalp hızı
o Hatırlama güçlüğü
• Hipertiroidizm
o Titreme
o Kas güçsüzlüğü
o Sinirlilik, uykusuzluk
o Kilo kaybı
o Sıcağa tahammülsüzlük, aşırı terleme
o İshal
o Guatr
o Artmış kalp hızı, çarpıntı
Tiroid hastalığı olan bir hastada yukarıdaki yakınmalar ve bulguların tümü bir arada bulunmayabilir. Bu yüzden bu tiroid hastalığı şüphesinde mutlaka bir hekime danışmak gerekmektedir.
Tiroid hastalığının hastanın duygu durumu ile ilişkisi var mı?
Tiroid hastalığı olan hastalarında çeşitli duygu durumları izlemek mümkün. Hipertiroidili hastalar sıklıkla kendilerini gergin, sinirli ve rahatsız hissederler. Hipotiroidi hastaları ise yorgun ve depresiftirler. Tiroid hastaları ve yakınları, bu gibi durumların hastalığın doğal gidişatı ile ilişkili olduğunu ve tedavi ile geçebileceğini bilmelerinde fayda vardır. Bu tür yakınmaların tiroid hastalığının tek belirtisi olabileceği de akılda tutulmalıdır.
Tiroid hastası hekim tarafından nasıl takip edilmelidir?
Tiroid hastası ömür boyu takip edilmelidir. Hastalığının tamamen iyileştiğini düşünen hastalar takip gerekliliğini mutlaka uzmanları ile kararlaştırmalıdırlar.

 

 

 

TİROİD KANSERİ

Tiroid kanseri kaç tiptir?
Genel olarak tiroid kanserleri papiller, foliküler, medüller ve anaplastik kanser olmak üzere 4 tiptir. Anaplastik kanser oldukça kötü huylu olup, tanı konulan olguların büyük çoğunluğu 6 aydan fazla yaşamaz.
Tiroid kanserinin bulguları nedir?
Hastada servikal lenfadenopati, ses kısıklığı; ileri dönemlerde ağrı, yutma güçlüğü (disfaji) ve solunum sıkıntısı görülür. Ailevi yatkınlık, boyun bölgesine radyasyon uygulaması geçmişi ve ses kısıklığı olan hastalarda tiroidde tespit edilen nodülün kanser olma olasılığı oldukça yüksektir.
Tiroid kanserinde tanı nasıl konur?
Ultrasonografi, Tiroid Sintigrafisi, kanda tiroid hormonlarının tespiti, İnce İğne Aspirasyon Biopsisi yanında Boyun ve Akciğer Bilgisayarlı Tomografisi ya da MR aracılığıyla tanı konur.
Papiller tiroid kanseri
Papiller kanser en sık görülen ve prognozu en iyi olan tiroid kanseridir. 30 yıllık mortalite oranı % 6 dır. Tiroid kanserlerinin % 73-80’ni oluşturur. 20-40 yaş grubunda sık görülür. Kadınlarda erkeklere göre 3-4 kat daha fazla görülür.
Tedavide cerrahi ve rutin adjuvan RAI tedavisi uygulanır.
Foliküler tiroid kanseri
Folikül tiroid kanseri ikinci sıklıkla görülür. Papiller kanserlerden daha kötü karakterde olup kanserlerin % 15-27’sini oluşturur. Sıklıkla kadınlarda, 50 yaşından sonra görülür.
Prognozu papiller kanserlerden kötüdür. Uzak organ metastazının olması, 50 yaş üzeri görülmesi, damar invazyonu varlığının sadece birini içeren foliküler kanser, düşük riskli kabul edilir.
Tedavi: Foliküler kanserin asıl tedavisi cerrahidir. Seçilecek tedavi total tiroidektomi (tiroid bezinin alınması) olmalıdır. Lenf tutulumu varsa boyun lenf diseksiyonu ilave edilmelidir.
Medüller tiroid kanseri
Parafoliküler C hücrelerinden kaynaklanan, tiroid kanserlerinin % 10’nu oluşturan; diğer kanserlerden daha agresif seyreden bir kanserdir.
Anaplastik (indiferansiye) tiroid kanseri
Anaplastik tiroid kanserleri organizmada en kötü seyreden kanserlerdendir. Erkek/kadın oranı 1.5/1’dir. Özelikle ileri yaşlarda 6-7. dekadlarda görülür. 40 yaş altı nadir görülür. Olgularda genellikle hızlı büyüyen, sert, çevre dokulara yayılım yapan, büyük guatr mevcuttur. Erken evrede lenf nodu metastazları görülür. Akciğer ve kemik metastazları oldukça sıktır.
Tedavi total tiroidektomi olmalıdır. Cerrahi sonrası hiperfraksiyone radyoterapi + polikemoterapi (doxorubicin, cis-platin ve 5-FU vs.) uygulanır.
Tiroid nodülü veya tiroid kanserinin cerrahi tedavisi nasıl yapılır?
Tiroid hastalıklarının tedavisi tam bir ekip işidir. Bu ekipte; endokrin cerrah, endokrinolog, nükleer tıp uzmanı, radyolog ve patolog bulunmaktadır. Bu hekimler sayesinde çok yönlü yaklaşımla hastalığın başarı bir şekilde tedavisi sağlanabilmektedir.
Tiroid cerrahisi ise oldukça titizlik ve hassasiyet gerektirmektedir. Bunun nedeni tiroid bezinin ses telleri ve paratiroidi bezlerine komşu olmasıdır.
Son yıllarda boyun önündeki uzun dikiş izine neden olacak büyük kesiler yerine boyuna yandan 2.5 cm’lik bir kesi ile uygulanan minimal kapalı yaklaşım yöntem gerek kozmetik gerek ameliyat sonrası erken boyun hareketlerinin mümkün olması ve ödem olmaması gibi faktörler yüzünden tercih edilmektedir.
Tiroid kanseri ameliyattan önce veya ameliyat sırasında teşhis edilirse ne yapılmalıdır?
Tiroid kanserinin tedavisi cerrahi ile başlar ve bu da tiroidin tamamının alınması demektir. Tiroidin %95’inden azı alınmışsa hastalığın ardından yapılacak olan radyoaktif iyot tedavisinin etkinliği azalır ve bu nedenle tedaviden önce ikinci bir ameliyat gerekli hale gelir.
Deneyimli cerrahlar tarafından tiroid kanserinin ameliyat sırasında fark edilmesi %90 oranında mümkündür. Ancak şüpheli durumlarda veya çok küçük odakların tespiti ameliyata çağrılan patoloğun ameliyat esnasında dokuyu dondurarak incelemesi ile mümkün olmaktadır.

 

 

 

TİTREME (TREMOR)
Titreme (Tremor) hastalığı nedir? Titremenin nedenleri, belirtileri ve tedavisi
Genellikle Parkinson hastalığının bir belirtisi olarak görülen titreme hakkında aradığınız tüm soruların cevaplarını haberimizde bulabilirsiniz… Titreme nedir? Titremenin nedenleri, titremenin çeşitleri ve titremenin tedavisi…

Stres, yoğun çay ve kahve içmek, açlık, yorgunluk, ani sinirlenme gibi bazı durumlar titremeyi fark edilir hale getirebilir. Peki titreme nedir? Titremenin nedenleri, çeşitleri ve tedavisi… Hepsi ve daha fazlası haberimizde..
TİTREME (TREMOR) NEDİR
Titreme, vücudun bir veya daha fazla kısmının ileri-geri hareketlerini (salınımları) içeren kasıtsız, ritmik bir kas hareketidir. Bu istemsiz hareketlerin en yaygın olanıdır ve el, kol, kafa, yüz, ses, gövde ve bacakları etkileyebilir. Çoğu titreme ellerde oluşur. Bazı kişilerde, titreme nörolojik bir bozukluğun belirtisidir veya bazı ilaçların bir yan etkisi olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte, en yaygın tremor formu, büyük ölçüde sağlıklı insanlarda görülür. Titreme yaşamı tehdit etmese de, bazı insanlar için utanç verici olabilir ve günlük görevleri yerine getirmeyi zorlaştırabilir.
Titremesi olan kişilerde yakınmaların şiddeti özellikle stres, uykusuzluk ve aşırı kafein tüketimi ile artabilmektedir.
TİTREME NEDENLERİ
Titreme genellikle beynin vücudun her yerinde veya ellerde olduğu gibi belirli alanlarda kontrol eden bölümlerindeki problemlerden kaynaklanır. Titremeyi oluşturabilen nörolojik bozukluklar veya durumlar arasında multipl skleroz, inme, travmatik beyin hasarı ve beyin sapı veya serebellumun parçalarını tahrip eden veya tahrip eden nörodejeneratif hastalıklar bulunur. Diğer nedenler arasında, bazı ilaçların (amfetaminler, kortikosteroidler ve belirli psikiyatrik bozukluklar için kullanılan ilaçlar gibi) kullanımı, alkol kötüye kullanımı veya geri çekilmesi, cıva zehirlenmesi, aşırı aktif tiroid veya karaciğer yetmezliği bulunmaktadır. Bazı titreme türleri kalıtsaldır, başkalarının bilinen bir nedeni yoktur.
TİTREMENİN ÖZELLİKLERİ
Özellikler el, kol, kafa, bacak veya gövdede ritmik sallanma içerebilir; titrek ses; yazı yazma veya çizme; veya çatal gibi eşyaları tutan ve kontrol eden problemler. Bazı titremeler, stres fiziksel olarak tükendiğinde veya belirli duruşlar veya hareketler sırasında stres veya güçlü duygular sırasında tetiklenebilir veya artabilir.
Titreme her yaşta ortaya çıkabilir, ancak en çok orta yaşlı ve daha yaşlı kişilerde görülür. Ara sıra geçici olabilir veya aralıklı olarak ortaya çıkabilir. Titreme erkek ve kadınları eşit olarak etkiler.
Titremeleri anlamak ve tanımlamak için yararlı bir yol, bunları aşağıdaki türlere göre tanımlamaktır.
İstirahat halindeyken titreme, kasın rahat olduğu zaman, örneğin eller kucakta yatarken veya ayakta dururken veya yürürken oluşur. Kişi dinlendiğinde bile titreme görülebilir. Çoğu zaman, titreme sadece el veya parmakları etkiler. Bu titreme tipi genellikle Parkinson hastalığı olan hastalarda görülür.
İş yaparken oluşan titreme, çok sık görülen bir başka titreme durumu ise ellerin havaya kaldırılıp, havada tutulması sırasında oldugu gibi vücudun bir iş yapması sırasında ortaya çıkan, ancak istirahat sırasında olmayan titremedir. Bu grup titremelerin hemen yarıya yakını ailesel özellik taşımakta olup kalıtsal yolla çocuklara da iletilebilmektedir. Bu gruptaki titreme vakaları “Esansiyel Tremor” başlığı altında incelenir. Bu tip titreme şikayetleri, daha genç yaştaki hastalarda görülmektedir.
Aktif hareket halinde oluşan titreme, bu iki gruptaki titreme olgularının yani sıra, bir de aktif hareket eylemi sırasında ortaya çıkan titreme yakınmaları mevcuttur. Bu tipteki titreme hareketlerine genellikle felç geçirme veya şiddetli kafa travmaları sonrasında veya multipl skleroz gibi sinir sistemini yaygın olarak tutan hastalıklar sonrasında rastlanır.
TİTREME NASIL TEŞHİS EDİLİR?
Fizik muayenede doktor titremenin öncelikle eylem sırasında ya da dinlenme sırasında meydana gelip gelmediğini belirleyebilir. Doktor ayrıca tremor simetrisi, herhangi bir duyusal kayıp, halsizlik veya kas atrofisi veya azalan refleksleri kontrol edecektir. Kan veya idrar testleri tiroid fonksiyon bozukluğunu, diğer metabolik nedenleri ve titremeye neden olabilecek bazı kimyasalların anormal düzeylerini tespit edebilir. Bu testler ayrıca, ilaç etkileşimi, kronik alkolizm veya başka bir durum veya hastalık gibi katkıda bulunan nedenleri tanımlamaya da yardımcı olabilir. Bilgisayarlı tomografi veya manyetik rezonans görüntüleme kullanılarak tanısal görüntüleme titremenin yapısal bir defektin mi yoksa beynin dejenerasyonunun sonucu olup olmadığını belirlemeye yardımcı olabilir.
Doktor sinir fonksiyonlarını ve motor ve duyusal becerileri değerlendirmek için nörolojik muayene yapacaktır. Bireyin burnunun ucuna bir parmağını yerleştirmesi, bir spiral çizmesi veya başka görevleri veya egzersizleri yapması istenebilir. Doktor ayrıca kas veya sinir problemlerini teşhis etmek için bir elektromiyogram isteyebilir. Bu test istemsiz kas aktivitesini ve sinir uyarımına kas yanıtını ölçer.
TİTREME TEDAVİSİ
Çoğu titreme için tedavi yoktur. Uygun tedavi, nedenin doğru teşhisine bağlıdır. Bazı titremeler altta yatan durumun tedavisine yanıt verir. Örneğin, bazı psikojenik titreme vakalarında hastanın altta yatan psikolojik problemini tedavi etmek titremenin ortadan kalkmasına neden olabilir.
İlaç tedavisi, parkinson hastalığı gibi hareket bozuklukları oluşturan hastalıkları ve meydana gelen titreme sorununu ortadan kaldırmak için en çok başvurulan yöntemdir. Hastalık durumuna göre genellikle bu yöntem etkili olmaktadır. Sürekli devam eden titremeler için alınan ilaçların da sürekli kullanılması gerekir. Fakat böyle durumlarda faydalı olan ilaçlar, doz artımı ile yan etki göstererek yada bağışıklık kazanıldığı için artık etki etmeyerek zararlı hale gelebilir. Böyle durumlarda doktor kontrolünde olan hastalara çoğunlukla cerrahi işlemler önerilmektedir.
Cerrahi müdahale, ilaçla tedavinin yetersiz olduğu durumlarda uygulanan bir tedavi şeklidir. Ameliyat yöntemi ile tedavi çoğunlukla olumlu sonuçlanmaktadır. Öncelikle hastanın kafa bölgesine bir çerçeve yerleştirilir ve hastanın MR görüntüleri çekilir. Buradan öğrenilen bilgiler dahilinde hastaya ait beyin haritası oluşturulur ve hasta ameliyathaneye alınır. Kafa bölgesinde açılan bir delik yardımı ile, “mikroelektrod” adı verilen bir cihaz beyine sokulur ve hareket bozukluğu oluşturan beyin hücreleri tespit edilir. Bu son teknolojik cihaz o hücreleri asla sağlam beyin hücreleri ile karıştırmamaktadır. Tespit edilen sorunlu beyin hücreleri yakılarak yada beyin pili takılarak tedavi edilmektedir. İşlemler bitince cihaz çıkarılır ve ameliyat sonlandırılır. Eğer beyin pili takmak uygun görülmüşse, hastalar bir ucu beyine yerleştirilmiş olan bu cihazı ömür boyu yanlarında taşırlar.

 

 

 

TOPLAR DAMAR (VEN) HASTALIKLARI

Kronik venöz yetmezlik Nedir? :Atardamarlar (Arterler) oksijenden zengin olan kanı kalpten vücudun diğer bölgelerine taşırken Toplardamarlar (venler) oksijeni azalmış kanı kalbe geri taşırlar. Bacak venleriniz kanı kalbe yeterince taşıyamaz ise, Kronik Venöz Yetmezliğiniz vardır. Kronik venöz yetmezlik bazen, kronik venöz hastalık olarak da adlandırılır(KVH). Üç çeşit veniniz vardır, yüzeysel venler, deriye yakın uzanır ve kas grupları arasında yerleşmiş olan derin venler, vena cava adındaki direkt olarak kalbe giden vücudun en büyük bir venine bağlanır. Perforan venler, yüzeysel venleri derin venlere bağlar.
Bacak damarlarınızdaki venler, kanı yerçekimine karşı kalbe taşımak zorundadır. Bacak kaslarınız derin venleri sıkıştırarak kanın kalbe dönmesine yardımcı olur. Venlerinizdeki tek yönde çalışan kapaklar kanın doğru yönde gitmesini sağlar. Bacak kaslarınız gevşediğinde, venlerdeki kapakçıklar kapanır. Bu kanın geri kaçmasını engeller. Kanın kalbe geri gitmesini sağlayan tüm bu işlemler venöz pompa olarak adlandırılır.
Yürüdüğünüzde ve bacak kasları kasıldığında venöz pompa iyi çalışır. Fakat özellikle uzun zaman oturduğunuzda veya ayakta durduğunuzda, bacak venlerinizdeki kan birikebilir ve bu bölgede kan basıncı artar. Derin venler ve perforan venler genellikle artmış basınca kısa süre için karşı koyabilir. Bununla birlikte uzun süre oturulduğunda ya da ayakta durulduğunda damar duvarları esnek olduğu için genişleyebilir. Bu zamanla, yatkın kişilerde, damar duvarlarının zayıflamasına ve ven kapakçıklarının zarar görmesine ve kronik venöz yetmezliğe neden olur.
Belirtileri Nelerdir?
Eğer kronik venöz yetmezlik varsa, ayak bileğiniz şişebilir ve baldırlarınızda sertlik hissedebilirsiniz. Bacaklarınızda ağrı, yorgunluk huzursuzluk hissedebilirsiniz. Yürürken veya durduktan hemen sonra bacak ağrısı hissedebilirsiniz.
Kronik venöz yetmezlik varislerle birlikte olabilir. Varisler deri üzerinden de görebileceğiniz şişmiş venlerdir. Sıklıkla mavi kabarık ve kıvrık görünümdedir. Büyük varisler döküntü kızarıklık hassasiyet gibi deri değişikliklerine sebep olabilir. Venlerde biriken kanın basıncına bağlı bacakta şişme görülebilir.
Lenfatik sisteminiz kronik venöz yetmezlik i tolere edebilmek için daha fazla lenf denen sıvı üretebilir. Bacak dokularınız bu sıvının bir kısmını emer böylece bacağın şişmesi daha da kolaylaşabilir.
Kronik venöz yetmezlik Nedenleri?
Ailede varis hikayesi, aşırı kilo, gebelik, egzersiz yapmama, sigara içme, uzun süre oturma ya da ayakta kalma kronik venöz yetmezlik riskini arttıran faktörlerdir. Kronik venöz yetmezlik herkeste görülebilirse de , yaşınız ve cinsiyetiniz kronik venöz yetmezlik gelişimini kolaylaştıran bir faktör olabilir; 50 yaşından büyük kadınlarda kronik venöz yetmezlik daha sık görülür. Bacak venleriniz içindeki kan basıncı uzun dönem normalden yüksek kalırsa kronik venöz yetmezlik gelişecektir. Kronik venöz yetmezlik nedenlerinden olan Derin Ven Trombozu (DVT) ve Flebit gibi hastalıkların her ikisinde de venöz damarlardaki yükselmiş basıncın nedeni venler içindeki serbest akımın engellenmesidir.
Derin ven trombozu (DVT) sıklıkla uzun süreli yatak istirahatı sonrası ortaya çıkar.
Bunun dışında DVT oluşturabilecek nedenleri şöyle sıralayabiliriz.
Büyük ameliyatlar sonrası
Travma(yaralanmalar özellikle bacak ve kalça kırığı)
Uzun süreli yolculuklar
Damar içine takılı cihazların varlığı
Kan pıhtılaşma hastalıkları
Kanser ve kanser tedavisi
Gebelik dönemi (hormonal değişikliklere bağlı)
Östrojen içeren doğum kontrol hapı gibi ilaçların kullanılması
• DVT derin veya perforan venlerde trombus denen bir kan pıhtısının kan akımını bloke etmesi ile oluşur. Bloke olmuş veni geçmeye çalışan kanın sebep olduğu venöz kan basıncı artışı, kapakçıklara fazla yük binmesine sebep olur. Düzgün çalışamayan ven kapakçıkları incompetent olarak adlandırılır. Genişledikleri için etkili olarak çalışamaz, ve bu yetersiz kapaklar kronik venöz yetmezliğin oluşumuna katkıda bulunur. Derin ven trombozunda oluşan pıhtı damar içerisinde kan akımını engeller. Ayrıca bu pıhtı olduğu yerden kopup kan akımına karışarak başka organ damarlarında tıkanıklık oluşturabilir. En çok tutulan yer akciğer atardamarıdır ve akciğer enfarktüsü oluşabilir. Bu nedenle Derin ven trombozu acil tıbbi müdahale gerektiren çok ciddi bir durumdur.
Bacakta yürümekle ortaya çıkan ağrı, ani oluşan şiddetli ağrı, renk değişikliği diğer tarafa göre çap, ısı ve renk farkı, ayak parmaklarında iyileşmeyen yaralar gibi belirtiler görüldüğünde damar tıkanıklığı yönünde hasta tetkik edilmeli ve tedavisi planlanmalıdır. Akut DVT tedavisinde genellikle pıhtı çözücü ve stabilize edici ilaçlar ve bacaklara basınç uygulayan çoraplar kullanılır.
• Plebit yüzeysel venin şişmesi ve inflamasyonu ile görülür. Bu inflamasyon kan pıhtısı oluşumuna dolayısı ile DVT gelişmesine neden olabilir.
Hangi testler yapılmalıdır?
Öncelikle şu anki genel sağlık durumunuz eski hastalıklarınız ve semptomlarınız ile ilgili olarak doktorunuzla konuşmalısınız. Daha sonra, doktorunuz bir fizik muayene yapacaktır. Doktorunuz bacağınızdaki kan basıncını, bacak çevresini ölçebilir. varislerinizi kontrol edebilir. kronik venöz yetmezlik teşhisini doğrulamak için duplex ultrason veya venogram isteyebilir.
Doppler ultrason ağrısız bir uygulamadır insanın duyamayacağı ses dalgaları kullanılır. Doppler ultrason doktorunuzun kan akım hızını ve venlerin yapısını görmesini sağlar.
Venogram doktorunuzun venlerin anatomisini görmesini sağlayan bir röntgen tekniğidir. Bu test sırasında, doktorunuz iğne ile damarlarınızın filmde görülmesini sağlayacak kontrast bir boya verir,
Kronik venöz yetmezlik tedavisi?
Kronik venöz yetmezlik ciddi bir sağlık riski olarak kabul edilmez. Doktorunuz daha çok ağrı ve diğer hasta şikayetlerine odaklanır.
Medikal Tedavi
Tekrarlayıcı tromboz riski varsa yaşam boyu pıhtılaşmayı engelleyici ilaç tedavisi gereklidir. Venöz tonusu sağlayan ve ödemi azaltan ilaçların uygulanması belirtilerde düzelme sağlamakla birlikte altta yatan nedeni düzeltmez. Hafif kronik venöz yetmezlik durumlarında, doktorunuz kompresyon bandaj önerebilir. Kompresyon çorabı ve elastik bandajlarla venin sıkıştırılması ve kanın geri kaçmasını önlemek için yapılır. Bu şekilde, kompresyon çorabı sıklıkla deri hassasiyetinin de düzelmesini de sağlar ve kötüleşmesini engeller. Hayatınızın geri kalan döneminde her gün kompresyon çorapları giymeniz gerekebilir.
Venlerdeki basıncı azaltmak için zaman zaman bacaklarınızı kaldırarak ve uzun süre hareketsiz ayakta kalmayarak bacak şişmesini ve diğer belirtileri önleyebilirsiniz. Uzun süre ayakta kalmak zorunda olduğunuzda bacak kaslarınızı ara sıra kasarak kan akımının devamını sağlamalısınız. Aynı zamanda ideal vücut kilonuzu koruyarak ya da fazla kilonuz varsa onları vererek kronik venöz yetmezlik belirtilerin düzelmesini sağlayabilirsiniz.
Daha ciddi kronik venöz yetmezlik vakaları cerrahi yöntemlerle tedavi edilebilir. kronik venöz yetmezlik olan insanların %10 dan daha azında problemleri çözmek için cerrahiye gerek duyulur.
Cerrahi Tedavi
Daha büyük problemlerde, cerrahınız üst uyluk bölgesinde ortaya çıkan kronik venöz yetmezliği tedavi etmek için bypass operasyonu uygulayabilir . Örneğin, cerrahınız graft denen başka yerden çıkarılmış veya yapay bir damarı kullanarak kronik venöz yetmezlik tarafından etkilenmiş damara kan akımına yardımcı olmak için bağlayabilir. Bir çok cerrah ufak bir kesi ile bunu yapabilir. Ufak bir DVT riski ve kesi yerinden enfeksiyon riski olsa da genellikle bacak damarlarında yapılan bu bypass operasyonu güvenlidir. Yine de doktorunuz bu işlemi yalnızca çok ciddi durumlarda önerecektir.
Bazı durumlarda cerrah toplardamar içindeki kapakçıkların tamirini gerekli görebilir.Kapak tamirinde, cerrahınız kapak fonksiyonlarını düzeltmek için ven içindeki kapakları kısaltabilir. Cildinizde ufak bir kesi yaptıktan sonra cerrahınız etkilenen damara kesi yapar. Cerrahınız daha sonra kapakları kıvırır. Etkilenmiş damarın çevresine damar duvarına destekleyen bir manşon yerleştirebilir böylece kapak fonksiyonlarının devamı sağlayabilir.
Kalp Damar Cerrahınız, durumunuza göre sizin en uygun tedaviyi seçmenize yardımcı olacaktır.

 

 

 

TRAHOM

Trahom, konjonktivayı, korneayı ve gözkapaklarını saran, genellikle süreğen bir çeşit göz hastalığıdır; gözde kesecikler ve bir kornea yastıkçığının oluşmasına ve tipik nedbe benzeri lezyonlara sebep olur. Granüler konjonktivit, Mısır oftalmisi ve kör edici trahom olarak da adlandırılan trahom bulaşıcı bir hastalıktır ve nedeni Chlamydia trachomatis adlı bir bakteridir. Enfeksiyon, göz kapaklarının iç yüzeyinde pürüzlenmeye neden olur. Bu pürüzlenme gözlerde ağrıya, korneanın dış yüzeyinin bozulmasına ve körlüğe yol açabilir.
Sebebi
Bu hastalığa neden olan mikrop Chlamidya trochomatis’tir. Hastalık göz konjunktivasını kaplayan yaygın folliküler tarzda konjuktuvit veskar oluşumuyla karakterize olur. Zamanla kornea ülserasyonları ve pannus denilen lezyonla körlük oluşur. Hastalığa neden olan bakteri, hastalık bulaşmış kişinin gözleri veya burnuyla doğrudan veya dolaylı yollardan temas edilmesiyle yayılabilir. Dolaylı yollardan temas ifadesi, hastalık bulaşmış kişinin gözleri veya burnuyla temas etmiş kıyafet veya karasinekleri içerir. Göz kapağındaki skarlaşma kirpiklerin göze sürtünmesine yol açacak kadar büyümeden önce, yıllar içerisinde birçok kez enfeksiyon geçirilmiş olması gerekmektedir. Çocuklar hastalığı yetişkinlere göre daha sık yayarlar. Yetersiz kişisel temizlik, kalabalık yaşam koşulları ve yeterli olmayan temiz su ve tuvalet hastalığın yayılmasını artırır.
Önleme ve Tedavi
Hastalığın önlenmesi için atılan adımlar temiz suya erişimin artırılması ve hastalık bulaşmış kişi sayısının antibiyotik tedavisi ile azaltılmasını içerir. Bu adımlar, hastalığın yaygın olduğunun bilindiği tüm insan gruplarının hep birden tedavi edilmesini içerebilir. Yıkama işlemi hastalığın önlenmesinde tek başına yeterli olmayabilir ancak diğer önlemlerle birlikte faydalı olabilir. Tedavi seçenekleri, oral (ağız yoluyla alınan) azitromisin veya topikal (belirli bir yere sürülen) tetrasiklindir. Azitromisin, tek oral doz olarak kullanılabildiği için tercih edilmektedir. Göz kapağında skarlaşma meydana geldikten sonra, kirpik pozisyonunun düzeltilmesi ve körlüğün önlenmesi için ameliyat gerekebilir.
Epidemiyoloji
Dünya çapında yaklaşık 80 milyon kişide aktif enfeksiyon bulunmaktadır.[6] Bazı bölgelerde, çocukların %60-90’ında enfeksiyon olabilir ve çocuklarla daha yakın temas kurma ihtimallerinden dolayı kadınlar erkeklere nazaran daha sık etkilenir. Hastalık, 1,2 milyonu tamamen kör olmuş 2,2 milyon kişide görme becerisinin yetersiz olmasına yol açmaktadır. Genel olarak Afrika, Asya Orta ve Güney Amerika’da bulunan 53 ülkede meydana gelir ve bu bölgelerde yaşan yaklaşık 230 milyon kişi risk altındadır. ] Hastalık her yıl 8 milyar USD’lik ekonomik kayba neden olmaktadır. Trahom, ihmal edilen tropikal hastalıklar diye bilinen bir hastalık grubuna aittir.

 

 

 

VEREM (TÜBERKÜLOZ)

Verem olarak da adlandırılan tüberküloz hastalığı insanlık tarihinin ilk çağlarından itibaren görülen bir hastalıktır. 1865 yılında hastalığın enfeksiyon hastalığı olduğu gösterilmiştir. 1882 yılında Robert Koch tüberküloz basilini bularak bu hastalıkta yeni bir çığır açmıştır. Daha önceden hijyen, diyet ve güneş kürü esasına dayanan tedavi yöntemleri, 1940’lı yılların başlarında streptomisin’in keşfi ve izonikotinik asit’in tedaviye girmesi tüberküloz tedavisinde yeni ve etkin bir dönemin başlangıcı olmuştur.
Tüberküloz hastalığı esas olarak akciğerleri tutan ve bunun yanı sıra diğer birçok organda da yerleşebilen, Mycobacterium tuberculosis adlı bir mikroorganizma (Koch basili) tarafından oluşturulan bir iltihabi hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre dünya nüfusunun 1/3’ü tüberkülozla enfektedir (tüberküloz basilinin bulaştığı kişiler) ve bunların %10’unda ileride tüberküloz hastalığının ortaya çıkacağı tahmin edilmektedir. Her yıl 50-100 milyon kişinin daha tüberküloz basili tarafından enfekte edildiği hesaplanmaktadır. Bugün dünyada 20 milyon aktif hasta bulunmakta ve her yıl %95’i gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 8 milyondan fazla yeni aktif tüberküloz olgusu gelişmektedir.
Tüm dünyada yılda 3 milyon kişinin tüberküloz nedeniyle öldüğü tahmin edilmektedir ve bu ölümlerin en az %80’ı gelişmekte olan ülkelerde görülmektedir.
Kişilere hastalığın bulaşması hemen hastalığın gelişeceği anlamını taşımamaktadır. Tüberküloz basili bulaştıktan sonra sağlıklı insanların dokularında yıllarca hastalık oluşturmadan canlı kalabilir. Enfekte kişilerin vücut direncini düşüren durumlarda tüberküloz basili aktif hale gelerek hastalık oluşturabilir.
Bulaşıcı mıdır ?
Tüberküloz, vücudumuzdaki bütün organlarda hastalık oluşturabilmesine karşın, basilin giriş kapısı hemen her zaman akciğer olmaktadır. Basiller en sık olarak solunum yolu ile bulaşır. Akciğer tüberkülozu olan kişilerin öksürmesi, konuşması ve hapşırması sonucu akciğer salgıları damlacık şeklinde havaya atılırlar, ortamda bulunan diğer sağlıklı kişiler havada asılı kalan bu damlacıkları solunum ile akciğerlerine alarak enfekte olurlar.

Diğer bulaşma biçimleri seyrektir. Eskiden Mycobacterium bovis tipi basilin enfekte inek sütünün tüketilmesi ile bulaşması sık görülürdü, ancak bu bulaşma şekli, gelişmiş ülkelerde ineklerde hastalığın önüne geçilmesi ve süt ile süt ürünlerinin pastörize edilmesi neticesi kontrol altına alınmıştır.

Basilin bulaşmış olduğu eşyaların tutulması ve ardından solunum ile enfeksiyon alınması sorun oluşturmaz. Ancak tüberküloz basilleri, deri içine ya da deri yolu ile vücuda girdiğinde enfeksiyon oluşturabilir. Bu tip bulaşma, ancak seyrek olarak laboratuar çalışanlarında görülmektedir. Kaşık, çatal, bardak gibi yemek gereçleri, kitaplar, giysiler, yatak örtüleri gibi eşyalardan hastalığın bulaşması söz konusu değildir ve özel bir dikkat göstermeye gerek yoktur.

Balgamı ile tüberküloz basili çıkaran hastayla yakın temas içinde bulunan kişilere hastalığın bulaşma riski en yüksek seviyededir. Ancak yapılan çalışmalar, aşırı kalabalık ve yaşam koşulları kötü olan alanlarda bile hasta ile yakın temasta bulunan kişilerdeki hastalığın bulaşma oranının %25 ile 50 arasında değiştiğini göstermektedir.

Hastalıkları bilinmeden toplum içinde gezen ve balgamı içinde tüberküloz basili çıkaran hasta kişiler hastalığın yayılmasında en önemli faktördür. Halbuki 15-20 gün süre ile düzenli tüberküloz tedavisi almış olan bir hastanın balgamında tüberküloz basili bulunsa dahi, tedavilerine devam ettikleri sürece hastalığı bulaştırma riskleri çok azdır. Bu nedenle erken ve etkin tedavi bulaşmanın önlenmesinde de oldukça önemlidir.
Risk faktörleri nelerdir ?
Erken endüstrileşme ve şehirleşme, yetersiz sağlık ve barınma koşullarına sahip kalabalık alanlarda yaşama hastalığın bulaşması için uygun ortamları oluşturur. Şehirlerde tüberküloz oranları kırsal bölgelere oranla daha fazladır. Büyük şehirlerin gecekondu bölgelerinde yoksul ve yeterli beslenemeyen kişilerin kalabalık ortamlarda yaşamaları bulaşmanın ve hastalık oranlarının yüksek kalmasına neden olmaktadır.

Sosyoekonomik seviye ile tüberkülozun görülmesi arasında ters bir ilişki vardır, ancak bunun yanı sıra ırk farklılıkları, ortamın kalabalık olması ve sağlık hizmetlerinin düzeyi gibi başka birçok faktör de hastalığın sıklığı üzerinde etkili olmaktadır. Hapishanelerde tüberküloz sıklığının yüksek olması, bu faktörlerin çoğunun bir arada olmasına bağlıdır.

Yapılan bir çalışmada, kan grubu 0 olan kişilerin tüberküloza nispeten dirençli oldukları, kan grubu AB olanlarda ise tüberküloz gelişme riskinin arttığı gösterilmiştir.

Alkoliklerde tüberküloz gelişme riski genel nüfustan 10 kat fazla olduğu gösterilmiştir. Kronik hastaların bakın gördüğü akıl hastaneleri ve bakım evlerindeki hastaların tüberküloza yakalanma riski genel nüfustan 10 kat fazladır.

Yüksek tüberküloz riski ile ilişkili diğer faktörler diabetes mellitus, lenfoma, bunama ile seyreden tüm hastalıklar, mide ameliyatı geçirilmiş olması, kanser, silikozis ve immünosüpresif tedavidir. Ancak günümüzde en güçlü risk faktörü AIDS hastalığıdır.
Ne gibi şikayetlere yol açar ?
Bazı hastalarda, akciğerlerde belirgin hastalık olmasına rağmen herhangi bir şikayet bulunmayabilir ya da ancak dikkatli bir sorgulama ile hastanın önem vermediği şikayetler tespit edilebilir. Risk gruplarına ya da diğer gruplara yapılan tarama amaçlı röntgen çekimlerinde bu durum görülmektedir.

Hastalar kendilerini gerek bedensel ve gerekse ruhsal olarak yorgun hissedebilirler. Az veya çok iştahsızlık ve zayıflama bulunabilir. Göğüs ağrısı sık değildir. Hafif egzersizle terlerler, hastalığın yaygınlığı nispetinde terleme artar ve genellikle geceleri görülür.

Hastaların en sık şikayeti öksürüktür, balgamlı ya da kuru öksürük şeklinde olabilir. Öksürüğün sıklığı hastalığın şiddeti ve yaygınlığı ile orantılı değildir. Balgam beyaz-sarı renkte seröz veya iltihaplı vasıfta olabilir.

Genellikle akşam saatlerinde ve gece görülen hafif ateş görülebilir. Yaygın hastalığı olanlarda 38-40 dereceye kadar yükselen ateş izlenebilir.

Kanlı balgam veya sadece ağızdan kan gelmesi şeklinde şikayetler tüberkülozun başlangıç şikayetlerini oluşturabileceği gibi, daha ziyade yaygın ve özellikle kronik kavite olarak adlandırılan yaralar içeren kronik hastalığı bulunan kişilerde görülür. Tüberkülozda kanama olması her zaman için hastalığın aktif olduğu anlamını taşımaz, geçirilmiş ve sekel kalmış inaktif tüberküloz olgularında ve geçirilmiş tüberkülozun sebep olduğu kalıcı solunum yolları genişlemelerinde (bronşektazi) de kanama görülebilir.

Bazen tüberküloza bağlı olarak kadınlarda menstrüel bozukluklar ve adet kesilmeleri görülebilir.
Fizik muayene bulguları yeterli midir ?
Fizik muayene bulguları tanı koydurucu değildir. Hastalığın seyrine ve şiddetine göre değişik muayene bulguları tespit edilebilir. Birçok vakada fizik muayene bulguları normal olarak değerlendirilir. Bu nedenle tüberküloz şüphelenilen her hastaya akciğer grafisi çekilmelidir.
Hastalığın tanısı nedir ?
Tüberkülozun kesin tanısı ancak Mycobacterium tuberculosis’in bulunmasıyla olur. Ancak basilin her vakada gösterilmesi mümkün olmamaktadır. Radyolojik incelemeler, şikayetler ve fizik muayene bulgularına göre hastalığın tüberküloz olduğu düşünülen olgularda basil bulunamamasına rağmen tüberküloz tedavisine başlanması gerekmektedir.

Basil aranması için en uygun materyal sabah çıkarılan balgamdır. Eğer bu yeterli olmazsa 24 saatte biriktirilmiş balgam incelenir. Basil aranacak balgam tükürükle karışmış ve kanamalı olmamalıdır. Balgam tetkiki üst üste 3-6 gün tekrarlanmalıdır.

Kişilerde bütün uyku dönemi süresince akciğerden atılan salgılar yutulmakta ve mide istirahat döneminde olduğundan sindirilmeden birikmektedir. Balgam çıkaramayan hastalarda tüberküloz basili mide suyundan incelenebilir. Bu hastalardan sabah uyandıklarında yataktan kalkmadan önce mide suyu sonda ile alınır ve basil incelenmesi için laboratuara gönderilir.
Tedavisi nedir ?
Tüberküloz basiline karşı etkili ilaçların bulunmasından önce tedavinin esasını iyi beslenme, istirahat ve uzun süreli sanatroyum tedavisi oluştururdu. Ancak etkili ilaçların bulunmasından sonra tedavinin esasını kemoterapi oluşturmaya başlamıştır.

Tüberküloz tedavisinde kullanılan ilaçlar 3 sınıfa ayrılabilirler. Öncelikli olarak tercih edilen ve tedavide daha etkili olan 1. grup ilaçlar; İzoniazid, Rifampisin, Etambutol, Pirazinamid veya Morfozinamid ve Streptomisin’dir. 2. grup ilaçlar; Tiasetazon, Paraaminosalisilik asit (PAS), Sikloserin ve Etionamid’dir. 3. grup ilaçlar ise; Viomisin, Kanamisin, Kapreomisin, Tiokarlid, Ofloksasin, Sifloksasin, Ampisilin-Sulbaktam, Alfasilin-Klavulonat vs yer almaktadır.

Tüberküloz tedavisinde kombine tedavi uygulanmalıdır. Basilin ilaçlara karşı geliştirdiği direnç nedeniyle tek ilaç tedavisi mümkün olmamaktadır. Ülkemiz gibi tüberküloz direncinin yüksek olduğu toplumlarda ilk 2 ay İzoniazid+Rifampisin+Pirazinamid veya Morfozinamid+Etambutol tedavisi uygulanır, devam eden 4 ay süresince de İzoniazid+Rifampisin ile tedavi tamamlanmalıdır. Ancak unutulmamalıdır ki tedavi protokolu ve süresi, kişide hastalığı oluşturan basilin direnç durumuna göre ve tedaviye alınan cevaba göre değiştirilmelidir.

 

 

 

TÜMÖR

Tümör, bir diğer adı ile de Ur, genel olarak dokularda gelişen herhangi bir şişliğe, daha sıklıkla kullanılan hali ile de iyi ya da kötü huylu kitlesel neoplazi dokusunun kendisine verilen addır. Tümörlerin temel 3 özelliği vardır. Bunlar:
• Tümörler amaçsızca ürerler. Çünkü otonomi kazanmışlardır.
• Tümörlerin üremesinde normal dokulardaki gibi bir sınır yoktur. Yani sınırsızca ürerler.
• Tümörlerin üremesi herhangi bir kontrol mekanizması (apoptozis vb) ile tam anlamıyla kontrol edilemez. Bu nedenler tümörler kontrolsüzce ürerler.
Tümör kelimesinin TDK’deki tanımı şudur: “Hücrelerin aşırı çoğalmasıyla dokularda oluşan ve büyüme eğilimi gösteren yumru”
Bir neoplaziye ur (tümör) denmesinin nedeni, o neoplazinin geliştiği dokuda kendini bir şişkinlik ya da bir yumru olarak gösterebiliyor olmasından gelir.
Tümör, vücuttaki tüm doku ve organlarda meydana gelebilir. Tümörler benign (iyi huylu) ve malign (kötü huylu) olabilirler. Malign olan tümörlere kanser denir. Benign tümörler kanser değildirler. Kanserler ilerledikçe başka doku ve organlara yayılırlar; buna metastaz denir. Benign tümörler ise yayılmazlar, sadece oldukları yerde büyüyebilir.
Ayrıca tümörlerin histolojik(doku bilimi) olarak incelenmesi gerekir. Histolojik olarak incelenerek tümörlerin iyi huylu veya kötü huylu olduğuna karar verilir. Bir tümör metastaz yapıyor; yani bulunduğu bölgeden dolaşıma katılarak başka dokularda yeni tümör odakları oluşturuyorsa kötü huyludur. Kötü huylu tümörler de kendi içinde ikiye ayrılır. Epitelyal kökenli kötü huylu tümörlere karsinoma ya da kanser, mezenkimal kökenli kötü huylu tümörlere ise sarkoma denir.
Tümörlerde tanı yöntemleri
Tümörler’de tanı aşamasında klinik görünüm ve hastanın yaşı önem taşır. Genel bir kural olarak tümöral olgular sıklıkla yaşlı bireylerde gözlenir.
Biyopsi yöntemiyle tümörden alınan doku histopatolojik incelemelerle karakterize edilir. Bu en çok kullanılan yöntemlerden biridir.

 

 

 

UÇUK (HERPES SİMPLEKS)

Herpes simpleks, Herpesviridae familyasına ait, uçuk nedeni olan virüs.
Sinir hücrelerine yerleşen bu virüs, birçok insanda görülen uçuk sebebidir. Antik yunan zamanlarından beri tanınan bu virüs sık sık insanları enfekte etmektedir. Bu enfeksiyonlar; hafif komplikasyonsuz mukokutanözif hastalıklardan, ölümcül olan enfeksiyonlara kadar değişebilir.[Herpes simpleks 1] Bağışıklık sisteminin zayıfladığı durumlarda etkin hale geçer. Uçuk virüsü, bulaşıcıdır. Gelişimini baskılamak üzere uçuğun ilaçla tedavisi mümkündür. Uçuk virüsü, 180-250 nm. boyundadır. Genetikmateryali DNA’dan oluşur. İnsanların %80 inin hayatlarında en az bir kez uçuk geçirdiği araştırmalarla görülmüştür. Türkiye’de de her yıl 8 milyon kişinin uçuk geçirdiği tahmin edilmektedir. Brezilya’nın Natal şehrinde yapılan araştırmalara göre kadınlardaki genital uçukların oldukça büyük bir çoğunluğunun herpeks simpleks virüs 1 ‘den dolayı kaynaklandığı bilinmektedir.[HSV nin tip1 ya da tip2 olduğunu anlamak tedavi için oldukça önemlidir. PCR sistemlerinin HSV için özelleştirilmiş hali olan HSV PCR tekniği ya da antijen tanıma sistemleri kullanılarak bu ayrım yapılır.
Belirtileri ve evreleri
• Yaklaşık 0-24 saat önceden uçuk çıkacak bölgede gıdıklanma, karıncalanma, kaşınma, yanma hissi
• Bölgede kızarıklık, şişme, içi sıvı dolu kabarcıklar oluşumu
• Kabarcıkların patlaması ve ağrılar
• Kabarcıklarda kuruma, çatlama ve sızıntı oluşumu
• Kabuklanma
• Kabukların düşmesi, kuru ve gergin deri oluşumu
Uçuk oluşumunu tetikleyen faktörler
• Stres
• Heyecan
• Soğuk algınlığı, grip, ateş
• Ultraviyole ışınlar ve aşırı güneş ışınları
• Yorgunluk ve uykusuzluk
• Aşırı alkol
• Diğer enfeksiyonlar
Risk
• Sık sık veya uzun süreli olarak uçuk çıkıyorsa (Örneğin tedaviye rağmen 10 günden daha uzun süre devam ediyorsa)
• Uçuk, bir bebekte ya da 6 yaşından küçük bir çocukta çıkmışsa
• Dudak, ağız ve burun çevrenizin dışındaki vücut bölgelerinde, özellikle de gözlerinizde, parmaklarınızda ya da cinsel organınızda uçuk çıkmışsa
• Uçuk ile birlikte baş ağrısı, ateş ve kas ağrısı gibi başka şikayetleriniz varsa
• Uçuk sarı renkte cerahatli ise
• Bağışıklık sisteminizi baskı altına alan ilaçlar, örneğin kortizonlu ilaç kullanıyorsanız
• Bağışıklık sisteminizin zayıflığı (yani bulaşıcı hastalıklarla mücadele etme gücünüzün azalmış olması) nedeniyle tıbbi kontrol altındaysanız,
Risk grubu içerisindesiniz.
Tedavi
Günümüzde genel tedavi Asiklovir ilacı tedavi için kullanılır. Bu ilaç virüslerin timidin kinaz enzimi ile fosforillenerek, asiklovir monofosfata, daha sonra da hücresel kinazlarla fosforillenerek asiklovir trifosfata dönüşür. Bu sayede aktif formuna geçen ilaç virüse karşı etki göstermektedir. Fakat yapılan çalışmalara göre Herpes simpleks virüsünün timidin kinaz aktivitesini sağlayan genlerdeki mutasyonu nedeniyle Asiklovir’ e karşı direnç gösterdiği gözlemlenmektedir.
Eskiden bazı madde ve ilaçlar uçuğun verdiği rahatsızlığı azaltmak için kullanılırdı:
• Alkol ve antiseptik ilaçlar, Uçuğun üzerindeki bakteri enfeksiyonunun gelişmesini engeller
• Ağrı kesici ilaçlar; Uçuğun sebep olduğu ağrıyı azaltır.
• Buz uygulamak; Ağrı azaltılabilir
Günümüzde etkili tedavide kullanılan antiviral uçuk kremleri, deriden geçerek uçuk virüsüne (Herpes simpleks) etki eder ve deriye zarar vermelerini engeller.

 

 

 

UYKUSUZLUK

Birçok insan uykusunun olmasına rağmen bir türlü uyuyamadığından şikâyetçidir. Uykusuzluk birçok nedenden kaynaklı olabilir. Uykusuzluk psikiyatrik ya da biyolojik nedenlerden dolayı ortaya çıkabilir. Sizde uykusuzluk problemi yaşıyorsanız ve uykusuzluk nedenleri hakkında bilgi sahibi değilseniz, işte uykusuzluğun en bilinen nedenleri…
Çok yorgunsunuz ama bir türlü uyuyamıyor musunuz? Uykusuzluk, sağlık sorunlarından beslenme alışkanlığına kadar birçok faktörden etkilenebilir. Uykusuzluk nedenlerini merak ediyorsanız tüm sorularınız haberimizin içinde…
Bir insanın uykuya dalması yaklaşık olarak 30 dakika sürer. Haftada 3 kere 6 saatten az uyumak uykusuzluk sorunu yaşandığının göstergesidir. Böyle bir sorunla karşı karşıyaysanız bir doktora gidip tedavi olmalısınız.
Uyku hapları
Uyumak için aldığınız uyku hapları uykuyu bozan en büyük faktörlerden birisidir. Ayrıca uyku haplarına bağımlı olmanız iyi bir uyku çekmenize engel olur.
Gün içinde uyumak
Gün içinde kısa vadede uyuklamak geceleri uyumanızı zorlaştırır. Geceleri uyuyamamanız gün içerisinde daha yorgun ve sinirli olmanıza sebep olur. Bu döngü kontrol edilemez bir hal alabilir. Yaşlılar ve çocuklar dışında yetişkin insanların gün içinde uykuya ihtiyacı yoktur. Eğer gün içinde uykuya çok fazla ihtiyaç duyuyorsanız en fazla yarım saat kestirin.
Kafein tüketimi
Kahve ve çay da bulunan kafein uyarıcı bir maddeye sahiptir. Sabahları güne başlamak için tercih edilen bu içecekler geceleri tüketildiğinde uykusuzluğa neden olur. Araştırmalara göre, kafein insan vücudunda 8 saat kalıyor, iyi bir uyku için öğleden sonra kahve ve çay tüketimini durdurun.
Sigara
Sigara, kahve ve alkol kadar uyarıcı olduğu için uykusuzluğa neden olur. Uyumadan önce sigara içmek uykunuzun kaçmasına neden olur.
Çalışma saatleri
Değişen çalışma saatleriniz varsa uykusuzluk probleminizin en önemli nedeni bu olabilir. Vücudunuz gece ve gündüz döngüsünü karıştırarak uykusuzluğa neden olur.
Rutin eksikliği
Çocuklar gece uykusu kadar gün içinde de uykuya ihtiyaç duyarlar. Çocukların uyku düzenini değiştirmeye kalkarsanız uyumaları gereken zamanda uyumazlar ya da uyuyamazlar. Çocuklarınızı uykusuzluk sorunundan kurtarmak için aynı saatte yatırıp aynı saatte uyandırın.
Çevresel faktörler
Uyuduğunuz ortam iyi bir ortam değilse uykunuz kaçabilir. Yanınızda uyuyan kişinin horlaması veya çok fazla hareket etmesi uykunuzu kaçırabilir. Ayrıca, uyuduğunuz çevrede kimyasal veya zehirli maddeler varsa bu durumda sizde uykusuzluğa neden olabilir. Aşırı sıcaklık, fazla ışık, gürültü, rahatsız bir yatak uykusuzluk nedeniniz olabilir.
İlaçlar
Reçeteli ya da reçetesiz birçok ilacın yan etkisi uykusuzluktur. Uykusuzluğunuzun nedeni ilaç alımıysa bu sorun uzun vadeli olmayacaktır. İlacı kullanmayı bıraktığınızda uyku düzeniniz eski haline dönecektir.
Depresyon
Depresif kişiler kendilerini genelde yorgun hissederler. Bu yüzden depresyon uykusuzluğun en yaygın nedenlerindendir. Ayrıca, bipolar bozukluk gibi duygu rahatsızlıkları uykusuzluğa neden olabilir. Uykusuzluk probleminiz varsa psikolojik nedenli olup olmadığını araştırmalısınız.
Yorgunluk
Uzun süre ayakta kalmak, yoğun fiziksel hareketler, fazla çalışma gibi sorunlar uykusuzluğa neden olur. ders çalışmak için öğrencilerin aldığı haplar insomnia’ya neden olabilir.
Çok fazla yemek yemek
Uyumadan önce aşırı yemek yemek uykusuzluğa neden olacaktır. Uyumadan önce hafif yiyecekler tercih ederek sindirimi kolaylaştırabilirsiniz böylece vücudunuz rahatlayacak ve uykuya geçmesi kolaylaşacaktır. Özellikle baharat tüketimi midede yanmaya sebep olarak uyku problemlerine yol açar.
Stres
Uyku zamanı aklınızı kurcalayan iş, okul, sağlık veya aile hayatı hakkındaki konular uykuya dalmanızı zorlaştırarak uykusuzluğa neden olur.
Sağlık sorunları
Kanser, kalp sorunları, akciğer hastalıkları, mide rahatsızlıkları, tiroit, Parkinson, alzheimer, eklem ağrıları gibi hastalıklar uykusuzluğa neden olabilir ayrıca kronik ağrılar, zor nefes alma ve sık idrara çıkma uyku düzenini bozar.
Sağlıklı bir uyku için yapılması gerekenler
Uykusuz bir yaşam insan hayatı için mümkün değildir. Daha sağlıklı bir hayat için birkaç hafta uygulanacak bu yöntemler ile sağlıklı bir uyku düzenine sahip olabilirsiniz.
Lavanta kokusu
Daha iyi bir uyku için yatak odanızda lavanta kokusu bulundurun. Lavanta sakinleştirici etkisi ile kalp atışlarınızı yavaşlatacak ve kan basıncını düşürecektir böylece daha kolay ve rahat bir uykuya geçiş süreciniz olacak.
Akdeniz diyeti uygulayın
Göbek yağlanmasının artmasının uyku apnesine neden olur. yüksek miktarda meyve, tam tahıllı yiyecekler, sebze ve balık içeren Akdeniz diyeti ve günde 30 dakikalık yürüyüşler ile uyku apnesinden kurtulabilirsiniz.
Doğru yemekleri seçin
Akşam yemeğinde patates, pirinç gibi glisemik indeksi yüksek besinleri tüketmek uykuya geçiş sürecini kolaylaştırıyor. Ayrıca, yoğurt, muz, papatya çayı, ılık süt, bal, yulaf unu, badem, keten tohumu, hindi gibi besinler serotonin ve melatonin hormonları salgılayarak daha rahat uyumanızı sağlar.
Kitap okuyun
Yatakta kitap okumak gözlerin ağırlaşmasını ve zihnin başka bir şey düşünmeden uykuya dalmayı kolaylaştırır.
Duş alın
Ilık bir duşun ardından geçen 15 dakika içerisinde uykunuz mutlaka gelir.
Klasik müzik dinleyin
Klasik müzik insanları dinlendiren ve tedavi eden bir etkiye sahiptir. Müziğin türü ve tınıları beyni ve bedeni rahatlatarak uykuya geçişi kolaylaştırır.
Saçlarınızın okşanması
Ne şekilde olursa olsun birisi saçlarınızla ilgilendiğinde uykunuz gelir ve o an hiç bitmesin istersiniz. Uykuya geçişte zorlandığınız zaman eşinizden ya da aile bireylerinizden saçlarınızı okşamasını isteyebilirsiniz.
Yatak odanızda dikkat etmeniz gerekenler
1- Yatak odanızda loş bir ışık tercih edin.
2- Yatak odanızı sesten koruyun.
3- Yatak odanızın duvarlarında sizi dinlendirecek renkler kullanın.
4- Yatak odanızı sadece uyumak için kullanın.
5- Yatak odanızın ısısı ne çok soğuk ne çok sıcak olsun.
6- Yatak ve yastık seçimlerinizi rahatınıza göre yapın ve yastığınızı 2 yılda bir değiştirin.
Uykuya geçişi kolaylaştıracak egzersiz
Uyku sorunu yaşayanlar için Harvard Üniversitesi’nde yapılan 60 saniyede uykuya dalmasına yardım edecek nefes egzersizi ile sizde uykuya geçişinizi kolaylaştıracaksınız.
• Tüm nefesinizi boşaltın.
• 4 saniye boyunca burnunuzdan nefes alın.
• 7 saniye boyunca nefesinizi tutun ve 8 saniyede tüm nefesinizi boşaltın.
• Bu yöntemi 3 kez tekrarlayın.
Bu egzersiz ile oksijen vücutta dolaşır ve vücudu rahatlatır. Ayrıca nefes verirken zihindeki stres ve sıkıntılar da vücuttan atılır.

 

 

 

 

UYURGEZERLİK

Uyurgezerlik ya da bilinen diğer adlarıyla uyurgezer veya uykuda gezinme, parasomni kategorisinde bir tür uyku bozukluğudur. Uyurgezerler düşük bilinç halinde olmalarına rağmen, yavaş dalga uykusu aşamasından kaynaklanan ve genellikle tam bir bilinç durumunda gerçekleştirdikleri faaliyetleri gerçekleştirirler. Bu faaliyetler kişinin yatakta oturması, banyo veya yürüyüş ya da temizlik yapması gibi basit faaliyetler olabileceği gibi araç sürme ve yemek pişirme gibi daha karmaşık faaliyetler de olabilir. Ayrıca bazı vakalarda halüsinasyon görmek gibi algı bozuklukları yaşanabildiği  gibi bu durum cinayete kadar varabilir.
Uyurgezerlik genellikle basit durumlarda oluşabilmesine rağmen, tekrarlanan davranış haline geldiği ve bazen uyurken karmaşık davranışlar sergileyen insanlarda da oluşabildiğine dair raporlar bulunmaktadır. Fakat bunların meşruluğuna dair tartışmalar bulunmaktadır. Uyurgezerler, bu faaliyetlerini genellikle belleklerinde bir miktar tutar ya da hiç tutamazlar. Bu esnada uyurgezerlerin gözleri açık olmasına rağmen, göz bebekleri sönük ve üzerleri sırlı gibidir. Uyurgezerlik süre olarak 30 dakika kadar sürebileceği gibi 30 saniye kadar kısa süreler içerisinde de gerçekleşebilir.

 

 

 

ÜLSER
Sindirim sisteminin herhangibir yerinin iç yüzünde oluşan yaradır. En çok oniki parmak barsağında (duodenum) ve daha az sıklıkla mide de oluşur.
Gastrit nedir?
Gastrit midenin mukozasının bir çeşit iltihabıdır. Halk arasında mide üşütmesi yada ülser başlangıcı diye bilinir. Gastrit çoğunlukla hafif şiddetde bazan da ağır kanamalı bir hastalık şeklinde kendini gösterebilir. Tedavide ve diyet açısından ülser için bahsedeceklerimiz kısmen gastrit için de geçerlidir.
Peptik ülser hastalığı; ister MİDE ÜLSERİ (gastrik ülser) olsun ister 12 PARMAK BARSAĞI (duodenal ülser) olsun son yıllara kadar ömür boyu süren bir hastalık olarak bilinir ve öyle kabul edilirdi. Günümüzde histamin 2 reseptör antagonistleri (H2RA) ve proton inhibitörleri (PPİ) diye de bilinen H-K ATPaz inhibitörlerinin tedavide kullanılmaya başlanmasıyla peptik ülserin klinik ülserin klinik seyri değişikliklere uğramıştır. Tüm bunlara ek olarak Helicobacter Pylori’nin keşfi ve peptik ülser hastalığı patogenezindeki yerinin de ortaya konulması sonucu bu hastalık bir ölçüde yavaş yavaş da olsa tedavi edilebilir hatta şifa sağlanabilir duruma gelmektedir.
Mide ülseri nedir?
Gastrik ülser (mide ülseri); peptik ülser hastalığının komponentlerinden biridir ve kanama, perforasyon, pilor tıkanması gibi komplikasyonlarıyla ölüm nedeni olmaya devam etmektedir. Son yıllarda peptik ülser konusunda yapılan çalışma sonuçları dikkate alındığında; hemen hemen tüm mide duodenum ülserlerinden Helicobacter Pylori adlı bakterinin %80’inden ve steroid olmayan antiinflamatuvar ilaç (NSAİ) kullanımının %10’undan sorumlu olduğu görülmektedir. Bu nedenle tedavi stratejilerinde ve rejimlerinde önemli değişiklikler olmaktadır. Mide asidini baskılamaya yönelik olan nüksler ile komplikasyonları önleyemeyen eski tedavi yaklaşımları giderek yerini tam iyileşmeye yönelik tedavi rejimlerine bırakıyor. Eski tedavi rejimleri mide de asit salgılanmasını azaltarak ya da Mide mukoza savunmasını güçlendirerek etki ediyordu. Asidin baskılanmasıyla belirtiler ortadan kayboluyor ve mukozadaki yaralar iyileşiyor, mukoza savunmasını güçlendiren prostaglandin analogları gibi ilaçlar da NSAİD’ların neden olduğu akut mide ülserlerinin iyileşmesini hızlandırıyor ya da önlüyordu. Fakat bu etkiler ancak bu ilaçların alındığı sürece oluyor kesince kısa sürede nüksler görülüyordu. Buna karşın varsa Helicobacter Pylori infeksiyonunun eradike edilmesi ülserojen ilaçların tedaviden kaldırılması gibi tedavi metotları nedenleri ortadan kaldırdığı için tam iyileşmeyi hedeflemektedir. Buradan yola çıkılarak geçtiğimiz günlerde Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) çeşitli antibiyotiklerle antisekretuvar ilaçların birlikte kullanıldığı çeşitli tedavi rejimlerini onayladı. Bu yeni tedavi rejimleri selim mide ülserlerinde tam iyileşmeyi sağlayabilmektedir. Ancak bugün için bilindiği kadarıyla bir mide ülserinin selim olup olmadığını anlamak ne yazık ki her zaman kolaylıkla mümkün değildir. Bu yüzden bazı mide ülserlerinin başlangıçta kanser ülseri olduğuna yönelik endişeler haklı bir şekilde hala sürmektedir. Bu nedenle tüm şüpheli mide ülserlerinden hatta tüm mide ülserlerinden biyopsi alınıp histopatolojik incelemenin yapılması gerekmektedir
Duodenum ülseri nedir?
Duedonum ülseri denildiği zaman hastalar arasında peptik ülser akla gelir. Çoğu hasta midemde ülser var dediği zaman duodenum ülserini kasteder. Bilindiği gibi duodenum ülseri bulunan hastaların büyük çoğunluğunda kronik bir duodenal ülser eğilimi bulunduğunu gösteren çok sayıda kanıt bulunmaktadır. Bugüne kadar hastalığın doğal seyrini inceleyen çalışmalar hastaların çoğunda ülsere eğilimin kaybolmadığını göstermektedir. Bu hastalarda yıllar içinde semptomatik ya da asemptomatik alevlenmeler gelişebilmekte ve çoğu yaşamlarının büyük bir bölümünde duodenal ülser tekrarlaması açısından risk altında kalmaktadır.
Son zamanlarda peptik ülser konusunda elde edilen yeni bilgiler şunu göstermiştir ki; hemen hemen tüm mide ve duodenum ülserlerinden Helicobacter Pylori infeksiyonunun ve NSAİD kullanımının sorumlu olduğu şeklindedir. Helicobacter Pylori bulunmadan önce duodenum ülseri bir asit peptik hastalık olarak kabul edilmekteydi. Bu yüzden ‘no asit no ülser’ deyimi sıkça kullanılırdı. Artık bu hastalığı; katkıda bulunan ve varlığı şart olan bir kofaktör olan aside bağımlı, infeksiyöz bir sürecin bir parçası olduğunu biliyoruz. Bu nedenle günümüzde ‘no asit no ülser – no Helicobacter Pylori no ülser’ tanımlaması giderek popüler olmaktadır.
ÜLSER ZAMAN İÇİNDE KANSERLEŞİR Mİ? HELİKOBAKTER PİLORİ MİDE KANSERİNE SEBEB OLUR MU?
Oniki parmak barsağı (duodenum) ülseri hiçbir zaman kansere neden olmaz. Başlangıçta iyi huylu olan mide ülserleri de kanserleşmez. Bununla birlikte mide ülserlerinin bir kısmı başlangıçtan itibaren kanser ülseridir. Bu nedenle şüphelenilen bu tip ülserlerden endoskopik biyopsi alınarak incelenmesi gerekmektedir. Son yıllarda Helikobakter Pilori ‘nin uzun dönem tedavi edilmemesinin ve midedeki varlığının devam etmesinin de mide kanseri risk faktörlerinden biri olduğu bildirilmektedir. Bir grup Japon araştırıcının yaptıkları ve bir Amerikan tıp dergisi olan New England Journal of Medicine 2001;345:784-789 ‘da yayınladıkları araştırmada şu sonuca varmışlardır: 1) Mide kanseri Helikobakter pilori infeksiyonu bulunan hastalarda gelişmekte (%2,9), ancak infekte olmamış hastalarda gelişmemektedir. 2) Helikobakter pilori ile enfekte olan hastalar arasında, intestinal metaplazi, esas olarak korpusu tutan gastrit veya her ikisininde birlikte olduğu ve eşlik ettiği ciddi atrofi bulunan hastalar mide kanseri yönünden yüksek risk altındadırlar.
Geçtiğimiz yıllarda da Dünya sağlık örgütü (WHO) ve dünya kanser araştırma enstitüsü Helikobakter piloriyi mide kanserinin bir numaralı risk faktörü olarak kabul etmişlerdir.
ÜLSER İLE SİGARA ARASINDA BİR İLİŞKİ VAR MIDIR?
Ülser sigara içenlerde daha çok görülür. Bundan başka ülser hastalarında oluşan kanama, ülserin delinmesi ve mide çıkışının daralması sigara içenlerde daha sık oluşur. Sigara içimi ülser tedavisini güçleştirir ve nüks olasılığını arttırır.
SÜT İÇMENİN ÜLSERE FAYDASI VAR MIDIR?
Fazla olmamak ve sık içmemek kaydı ile süt alınabilir. Ancak eskiden sanıldığının aksine sık ve çok miktarda süt içmek ülser ve gastrit iyileşmesini sağlamaz. Sütün içerdiği peptidler ve kalsiyumun mide asit salgılanmasını güçlü bir biçimde uyardığı için günümüzde ülser tedavisinde yeri yoktur .
GASTRİT VE ÜLSERE KARŞI YAPILMASI GEREKENLER
Peptik ülserin ve gastritin tedavisinde ilaç kullanımının yanında iyileşmeye ve nükslerin daha az oluşumuna da katkıda bulunabilen bir çok genel önlem vardır. Bunların başlıcaları şunlardır.
GENEL TEDAVİ ÖNLEMLERİ:
• Uzun süre aç kalmaktan sakının.
• Az miktarda ama sık ve düzenli yiyin.
• Yemekten sonra en az 2-3 saat yatağa girmeyin.
• Yiyecekleri yavaş yiyip, iyi çiğneyin.
• Çok sıcak yada çok soğuk yemeyin.
• Stresden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışın.
• Dar ve beli sıkan giysiler giymeyin.
• Fazla kilolarınızdan kurtulun.
• Sigarayı azaltın, mümkünse bırakın.

 

 

 

ÜLSERATİF KOLİT

• Ülseratif kolit bir kalın barsak hastalığıdır. Kalın barsak, barsağın ince barsakdan sonraki bölümüdür.
• Ülseratif kolit, sessiz ve aktif dönemlerle seyreden kronik sindirim sistem hastalığıdır.
• Ülseratif kolit, kolonun iç yüzünü döşeyen mukozada iltihaplanma ve ülserlere yol açar.
• Ülseratif kolitin belirtileri hastalığın tutulum yeri ve şiddetine göre değişmektedir.
• Ülseratif kolit tutulum yerine göre üç gruba ayrılır.
• Distal Tip:Sadece kalın barsağın son kısmı (rektum ve sigmoid kolon ) tutuludur.
• Sol Tip:Kalın barsağın dalağa kadar olan sol kısmı tutuludur.
• Pankolit :Kalın barsağın tümü hastadır.
• Ülseratif kolitte ilaç etkinliğini değerlendirmek için hastalık aktivasyon indeksi geliştirilmiştir.
• Ülseratif kolit hastalık aktivite indeksinde 4 değişken değerlendirilir. Gaita sıklığı, gaitadaki kan miktarı, kolon mukozasının endoskopik görünümü ve doktorun değerlendirmesidir.
• Ülseratif kolitte endoskopik hastalık görünümü ile klinik tablo çoğu kez paralellik gösterir. Ancak distal kolitler istisnadır.
• Ülseratif kolitde hastalık şiddeti endoskopi ile değerlendirilir.
• Endoskopik index (0-12) arasıdır.12 en şiddetli 4 ün altı remisyon kabul edilir.

ÜLSERATİF PROKTİT NEDİR?
• Ülseratif proktit, sadece rektuma sınırlı bir ülseratif kolit hastalığıdır.
• Ülseratif proktitte aktif dönemde kanlı mukuslu dışkılama ve rektumu dolu hissetme (tenezm), rektal basınç dışkılama isteği ancak defekasyon sonrasında rahatlayamama şeklinde şikayetler görülür.
• Ülseratif proktitte ağrı sol alt karın bölgesinde olabilir ve anal ağrı sızı şeklinde olabilir.
• Rektal muayene ile aktivitesi belirlenir.
• Ülseratif proktit tedavisinde bölgesel preparatların, suppozituvar, likit enema, köpük ve jel enema formları mevcuttur.

ÜLSERATİF KOLİTİN NEDENLERİ NELERDİR?

• Ülseratif kolitin nedeni halen bilinmemektedir
• Sorumlu tutulan faktörler:
Genetik yatkınlık, İmmün sistemin regülasyonunda bozukluk ve Çevresel faktörler (Sigara içimi, enfeksiyona maruz kalma, hijyenik faktörler, diyet,meslek, anne sütü alıp almama ve mikroorganizmalar.)

ÜLSERATİF KOLİTİN BELİRTİLERİ
• Dışkılama ile kan gelmesi, kanlı dışkılama
• Özellikle kanlı ve mukuslu ishal
• Kabızlık ( özellikle bazı distal ülseratif kolitlerde rektal kanama ile birlikte )
• Hafif ateş yükselmesi,şiddetli ve toksik kolitlerde gittikçe yükselen ateş görülür.
• Rektumda gerginlik hissi (Tenesmus)
• Dışkıda barsak salgısı ve cerahat görülmesi
• Yorgunluk, halsizlik,
• Kilo kaybı
• Kansızlık ( Demir eksikliği anemisi )
• Sindirim sistemi dışında;gözün dış tabakasının iltihaplanması (Episklerit) veya göz merceğinin iltihaplanması (İritis)
• Ciltte özellikle diz altlarındaki bölgelerde ağrılı şişlikler (Eritema nodosum) ve ayak bileğinin yakınında ülserler oluşabilir.(Pyodermagangrenozum)
• Kalça ve omurga eklemlerinde hastalık olmasa bile ağrı olabilir.
• Karaciğer ve safra yollarına inflamasyon gelişebilir. Karaciğerde görülen inflamasyon barsak inflamasyonu ile birlikte düzelirken safra yollarını etkileyen sklerozan kolanjit düzelmez.
ÜLSERATİF KOLİTİN KOMPLİKASYONLARI
Ülseratif kolitin en sık görülen ciddi komplikasyonları masif kanama, barsakta delinme, toksik megakolon , darlıklar ve anal kanal çevresinde oluşan lezyonlar.
Masif kanama:
• Hastalık aktivitesine bağlı yoğun kanamadır.
• Kanamaların büyük çoğunluğu kendiliğinden durur.
• Yoğun kanama olduğunda hemen doktorunuza başvurunuz
• Yatırılarak tedavisi gereklidir.
Perforasyon:
• Barsak duvarında hastalık aktivesine bağlı delinmedir.
• Komplikasyonlar arasında en sık ameliyat sebebi perforasyonlardır.
• Aktif şiddetli hastalığı olan olgularda ani, şiddetli, bütün karına yayılan ağrı ve gaz gaita çıkarılamaması ile ortaya çıkar.
• Bu durumda hemen doktora başvurulmalıdır.
• Acilen ameliyat edilmesi gereklidir.

Toksik Megakolon:
• Toksik mega kolon kalın barsağın normalin üstünde genişlemesidir.
• Ayakta direkt karın grafisinde barsak çapının 6 cm’ nin üzerinde olması ile tanı konulur.
• İnflamatuvar barsak hastalıklarında en sık hastaneye yatma nedeni hastalarda toksik mega kolon gelişmesidir.
• Toksik megakolon ülseratif kolitin erken veya geç evrelerinde ortaya çıkabilir.
• Nadir olarak hastalığın başlangıç belirtisi olabilir.
• Toksik megakolon çoğunlukla pankolitli hastalarda görülür.
• Hastalığın aktif olduğu durumlarda hastalara baryumlu barsak grafisi ve kolonoskopi yapılmamalıdır, bu tetkikler de toksik megakolona sebep olabilir.
• Aktif hastalığı olan hastalarda; karın ağrısı ve aniden ishalin durması belirtileridir.
• Karında şişlik ağrı ile birlikte dışkılama sayısında ani azalma olduğunda hemen doktorunuza başvurunuz.
Perianal lezyonlar:
• Makadda çatlaklar, anüs çevresinde abseler ve hemoroidler.
• Makadda çatlak (anal fissür) olduğunda; dışkılama anında ve özellikle sonrasında oluşan şiddetli anal ağrı olur.
• Ağrılar özellikle dışkılamadan sonra artar ve saatlerce hatta gün boyu dayanılmaz şiddette olur.
• Anal fissürde kanama nadirdir ve kağda yapışır tarzdadır.
• Anal fissürde kabızlık ve ishalden kaçınılmalıdır.
• Anal fissür bir aydan fazla devam ederse yara daha da derinleşir. Ağrı ve kaşıntı artar. Bu kronik anal fissürün geliştiğini gösterir.
• Hemoroidlerde kanama dışkılamayla beraber kırmızı taze kan şeklinde ve püskürür tarzda olabilir.
• Prerianal abse makat çevresinde ağrılı (zonklayıcı tarzda) kızarık, şişlik ile ortaya çıkar.
Defekasyon sırasında şiddetli ağrı olur.
Beraberinde ateşte olabilir.
Bu bulgular olduğunda hemen doktorunuza başvurunuz.
Cerrahi olarak absenin boşaltılması gerekir.
Darlıklar
• Ülseratif kolitte klinik olarak önemli darlıklar nadirdir.
• Darlıklar yaygın hastalığı olan ve remisyona girmeyen semptomları devam eden hastalarda çok sık görülür.
• Darlığı olan hastalarda dışkılama sayısı ve gaita tutamama artar.
ÜLSERATİF KOLİTTE TEDAVİ
İlaç tedavisi :
Ülseratif kolite ilaçla tedavideki amaç kolon mukozasına yönelik inflamatuvar aktiviteyi engellemek / baskılamak ve hastalığı sessiz döneme sokmaktır. Ülseratif kolit ve Crohn hastalığında tedavi hastalığın yerleşim yeri ve aktivitesine göre farklılık gösterir. Fakat hastalık tam olarak tedavi edilemez Hastalığın şiddetine göre tek veya birçok ilaç bir arada tercih edilebilir.
KORTİKOSTEROİDLER (Deltakortril®, Budenofalk Prednol®)
Akut ülseratif kolit hastalığının aktif döneminde kortikosteroid ilaçlar (Deltakortril®, Budenofalk Prednol®) iltihapların azalmasını sağlayarak karın ağrısının giderilmesi, ateşin düşürülmesi, ishalin azalması ve iştahın düzelmesini sağlar. Kortikosteroidler çok etkili olmakla birlikte yüksek dozlarda ve uzun süreli kullanımlarda yüzde yuvarlaklaşma, iştah artışı,yüksek tansiyon,şeker hastalığı, mide ülseri, kas incelmesi, kemik erimesi ve ruhsal durumda değişiklikler gibi istenmeyen yan etkilere yol açmaktadır. .Lokal etkili Budesonid Budenofalk yan etkileri oldukça azdır.Kortikosteroid lavman ve köpükler bu ilaçlar rektumdaki şikayetleri hafifletmek yada geçirmek için kullanılır.

SULFASALAZİN (Salazopyrine) :
İçeriğindeki sufapiridin nedeniyle bazı hastalarda ciltte döküntü, baş ağrısı, mide ağrıları,bulantı ve kansızlığa yol açabilir.Erkeklerde bazen sperm sayısını azatlığı için çocuk sahibi olmayı engeller.Ancak bu geçici durumdur,ilacın kesilmesinden 3 ay sonra normale döner.Çocuk sahibi olmadan önce doktorunuzla görüşmelisiniz ilacınızın dozunu azaltabilir veya değişmesine ihtiyaç duyulabilir.
ASA GRUBU İLAÇLAR ( Salofalk):
Bu grup ilaçların yan etkisi daha düşüktür. Nadiren ishal, baş ağrısı ve deri döküntüleri görülebilir.
AZATHİROPRİNE (Imuran) :
Bağışıklık sistemini etkileyen azathiopurin (Imuran®) gibi ilaçlar uzun dönemde hastalığın aktifleşmesini engellemek için kullanılmaktadır. Bağışıklık sistemini etkileyen bu ilaç idame tedavi olarak kullanılır. Yan etkilerinin gözlenmesi açısından ilaç düşük dozlarda başlanır; zaman içinde kademeli doz artışı sonucunda oluşabilecek yan etkiler gözlenir. Tedavi sırasında bulantı, grip benzeri yakınmalar , halsizlik, karın ağrısı,deri döküntüleri ve kansızlık gibi belirtiler çok az sayıda hastada görülebilir.Bu grup ilaçları kullanırken aralıklı olarak beyaz küre sayımı yapılmalıdır.
METRANİDAZOL VEYA CİPROFLAXOCİNE gibi antibiyotikler ülseratif kolit hastalığı tedavisinde kullanılır.Anüs (makat) çevresinde iltihaplanma, apse gibi durumlarda antibiyotik kullanımı gerekebilir.Demir, folik asit veya B12 vitamini gibi mineral ve vitamin desteğine kansızlığı olan hastalarda gereksinim olabilir.

ÜLSERATİF KOLİTTE AMELİYAT GEREKTİREN DURUMLAR
• Yoğun kanama
• Delinme riski taşıyan veya delinmiş toksik megakolon
• Steroid tedavisine yanıt vermeyen fulminan akut ülseratif kolit
• Darlığa bağlı barsak tıkanması
• Kolon kanseri varlığı veya şüphesi
• İlaç tedavisine bağlı sistemik komplikasyon gelişmesi nedeni ile ilaç verilemiyor ise
• Hastalığın kontrol altına alınamaması
• Çocuk hastalarda görülen gelişim geriliği gibi durumlarda ameliyat gerekir.

ÜLSERATİF KOLİTTE BESLENME
• Ülseratif kolit tedavisinde özel diyetin çok az rolü vardır.
• Hastalığa neden olan ya da şiddetlendiren belirlenmiş herhangi bir diyet yoktur.
• Doktorunuzun önerilerine göre yüksek proteinli ve kalorili besinlerle dengeli, sağlıklı bir diyet uygulayın.
• İshaliniz varsa, barsağı yumuşatıcı özelliği olan besinlerden uzak durmalısınız.( çiğ meyve ve sebzeler, konsantre meyve suları vb.)
• Fazla miktarda kafein içeren (kahve, çay, çikolata, neskafe vs) içeceklerden uzak durmalısınız.
• Diyette lifli gıdaları artırmak mı azaltmak mı gerektiğine doktorunuz karar verecektir.

ÜLSERATİF KOLİT HAKKINDA BİLİNMESİ GEREKEN HUSUSLAR
• Ülseratif kolit; kronik süregen bir hastalıktır.
• Tedavi ile hastanın şikayetleri ve barsaktaki hastalık hali düzelir
• Zaman zaman hastalık tekrarlaması olabilir
• Hastanın ilaçlarını doktor kontrolü altında önerilen sürede ve bazen sürekli kullanması gerekebilir.
• Ülseratif kolit bir inflamasyon hastalığıdır bulaşıcı değildir.
• Ülseratif kolitli hasta gebe kalmadan önce doktoruyla görüşmelidir.

 

 

 

VAJİNAL MANTAR ENFEKSİYONLARI

(Mikotik vajinit) Vajinal mantar enfeksiyonları ilk kez 1849 yılında gebe bir kadında tanımlanmıştır. Erişkin kadınların yaklaşık %75’i yaşamlarının herhangi bir döneminde en az bir kez mantar enfeksiyonu geçirirler
Çoğu kez gebelik, antibiyotik kullanımı gibi nedenlerle ortaya çıkan bu durum tedaviye kolay cevap verir. Ancak kronik vajinal mantar enfeksiyonu hem cinsel hem de psikolojik sorunlara yol açabilir. Vajinal mantar enfeksiyonlarına yol açan mikroorganizmalardan en sık görüleni Candida Albikans adı verilen bir maya hücresidir. Vakaların %67-95’inde bu mantar hücresi sorumlu olarak bulunduğundan, vajinal mantar enfeksiyonları genelde vajinal kandidiyazis şeklinde tanımlanır.

Candida Albikansın vajinada zaten normalde bulunan bir organizma mı olduğu yoksa belirti vermeyen kadınlarda saptandığında mutlaka tedavi edilmesi gereken bir patojen mi olduğu günümüzde dahi açıklığa kavuşturulamamış bir sorudur. Erkek semeninde üretilemediği için cinsel yolla bulaşan bir hastalık olarak kabul edilemez.Ancak yapılan araştırmalarda eşlerin benzer tipte mantar hücresi taşıdıkları saptandığı için pekçok hekim tedavide eş tedavisi de uygulamayı uygun görmektedir.

Vajinada belirti vermeden bulunan kandidalar çeşitli faktörlerin etkisi ile aktif hale geçerler ve klasik belirtiler ortaya çıkar. Ancak önemli bir gerçek de vakaların %50’sinde bu tür bir faktör olmadan hastalığın ortaya çıktığıdır.

Enfeksiyonu tetikleyen faktörler
Antibiyotikler: Geniş spekrtumlu olarak tabir edilen güçlü antibiyotikler vajinanın normal pH dengesini bozarak mantar enfeksiyonu için uygun ortam hazırlarlar. Vajinitte en sık etkili olan antibiyotikler tetrasiklin ve penisilin grubu ilaçlardır.
Gebelik: Özellikle gbeliğin son 3 ayında hücresel bağışıklığın azalması ile kandida gelişimi kolaylaşır. Yine gebelikte vajinada glikojen adı verilen maddenin artışı da bu olayı hızlandır. Vajinada glikojenin artmasına ise kanda östrojen ve progesteron miktarının yükselmesi neden olur.
Şeker Hastalığı: Kan şeker düzeylerinin dengesiz seyrettiği kontrolsüz diabette idrar ve vajinal salgılarda şeker düzeyleri artar, bu da mantar için uygun bir ortam hazırlar.
İmmunosupresyon: Bağışıklık sisteminin baskılanması demektir. İlaçlar ya da sistemik hastalıklar sonucu hücresel bağışıklık sisteminin baskılanması kandidiazisi hızlandırır.
Doğum Kontrol hapları: Eski tipte yüksek doz oral kontraseptiflerin vajinal kandidiasiz için uygun zemin hazırladığı ileri sürülse de günümüzdeki düşük doz ilaçlar ile bu görüş geçerliliğini yitirmiştir.
Rahim içi araç (spiral): Etkisi tam olarak bilinmemektedir. Ancak kandidiazis için predispozan faktör olduğu ileri sürülmektedir.
Hormon kullanımı: Östrojen ve progesteron içeren ilaçların alımı kandidiazis görülme oranını arttırır.
Naylon giysiler: Özellikle kilolu kadınlarda giyilen naylon giysiler ve çamaşırlar bölgede sıcaklık ve nem artışına neden olurlar. Bu durum mantar hücreleri için altın değerinde bir fırsattır. Gelişen enfeksiyon tekrarlama ve kronikleşme eğilimindedir.
Lokal allerjenler: Renkli tuvalet kağıtları, parfümler, yüzme havuzundaki ilaçlar, tampon ve pedler alerjiye neden olabilirler. Alerjik zemin üzerinde ise daha sonra mantar enfeksiyonu gelişebilir.
Metabolik hastalıklar: Tiroid hormonu bozukluğu gibi hastalıklar kandidiazis için uygun zemin hazırlar
Şişmanlık
Kronik servisit
Radyasyon
Belirtleri
Vajinal mantar enfeksiyonunun en önemli ve en sık görülen belirtisi kaşıntıdır. Bu kaşıntı geceleri şiddetlenir ve sıcak etkisi ile artar. Hastaların çoğunda dış genital organlarda yanma vardır. Özellikle idrar yaparken, idrarın değdiği bölgelerde şiddetli yanma hissi olur.Bazı hastalarda cinsel ilişki esnasında ağrı olabilir. Vajinal kandidiazisde akıntı her zaman olmaz. Eğer mevcut ise bu akıntı beyaz renkli ve içerisinde süt ya da peynir kesiği şeklinde tanımlanan ya da kireç benzeri olarak nitelendirilen parçacıklar bulunur. Akıntıda kötü koku görülmez. Kokunun olması kandidiazise eşlik eden ikinci bir enfeksiyonun varlığını akla getirmelidir. Vulva ve vajinada kızarıklık ve şişlik olabilir. Vajina duvarında mantar plakları bulunabilir.Bunların görülmesi kandidiazis için tipiktir. Kaşımaya bağlı olarak vulva derisinde soyulmalar ve küçük kanamalar olabilir.
Tanı
Vajinal mantar enfeksiyonlarının tanısı güç değildir. Genelde muayene esnasında hastanın şikayetleri ve muayene bulgularının birarada değerlendirilmesi ilave bir laboratuvar tetkikine gerek kalmadan tanı koydurur. Vajinal kandidiazisde kültür almanın rolü yoktur. Bunun yerine alınan akıntı örneğinin potasyom hidroksil ile muamele edildikten sonra mikroskop altında incelenmesi ve tipik mantar psödohiflerinin görülmesi tanıyı kesinleştirir.
Tedavi
Vajinal mantar enfeksiyonlarının tedavisi hem çok kolay hem de zordur. Tedavi ile akut şikayetler büyük ölçüde giderilir. Ancak hastaların %5-25’inde hastalık daha sonra tekrarlar. 1 yıl içinde en az 4 defa kandidazis atağı geçirilir ise bu durumda tekrarlayan enfeksiyonladan söz edilmektedir. Bu yeniden atakların nedeni mantar mayalarının vajinadaki sağlam dokuların içine girerek derinlere kadar ilerlemesi ve burada sessiz kalmaları ve ilaçlardan da etkilenmemesi olarak açıklanmaktadır. Vajina hücreleri sürekli bir yenilenme içinde bulunduğundan üstteki hücreler dökülüp alttaki hücreler yüzeye çıktıkça bu mayalarda yüzeye yaklaşmakta ve uygun ortam bulduğunda yeniden enfeksiyona neden olmaktadır. Bu duruma invazif kandidiyazis adı verilir. İnvazif kandidiazisin önlenmesinde predispozan faktörlerin ortadan kaldırılması şarttır. Tedavide hem sistemik hem de lokal ilaçların kullanılması gereklidir. Lokal ilaçlar hem vajinal ovül (fitil) hem de krem şeklinde olabilir. Tekrarlayan enfeksiyonlarda ise bazı yazarlar eş tedavisi gerektiğini düşünmektedirler. Ağızdan alınan sistemik tedavide tek günlükten 1 haftalığa kadar tedavi protokolleri ve ilaçlar mevcuttur. Aynı durum vajinal ovüller için de geçerlidir. Tedavi esnasında naylon giysiler giyilmemesi, çamaşırların pamuklu olması, kaynatarak yıkanması ve buharlı ütü ile ütülenmesi, dar giysilerden kaçınılması, vajinanın su ile yıkanmaması bunun yerine nötr pH derecelerine sahip ve bu amaçla üretilmiş sıvı sabunların kullanılması tedaviyi kolaylaştırır.

 

 

 

VARİS ÜLSERİ

Varis ülseri nedir? Varis ülserinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi
Ciddi bir sağlık sorunu olduğu kadar kişinin psikolojisini etkileyen ve depresyona kadar gidebilen sosyal bir sorun olan varis ülseri hakkında merak edilenler haberimizde… Varis ülseri nedir? Varis ülserinin nedenleri, belirtileri ve tedavisi…

Toplumda her 100.000 kişinin 25 ila 30’unda görülen, kadınlarda görülme sıklığı erkeklere göre daha fazla olan varis ülseri nedir? Tedavi edilebilir bir hastalık olan varis ülserinin nedenleri ve belirtileri nelerdir? Varis ülserinin tedavisi nası olur? Hepsi ve daha fazlası için haberimize göz atmanız yeterli…
VARİS ÜLSERİ NEDİR?
Varis ülseri, toplardamarda biriken kanın oluşturduğu basınç nedeniyle meydana gelen varis neticesinde damar bölgesindeki cildin yapısal bozukluğa uğrayarak yaralı hale gelmesidir. Varis ülserine; sıklıkla bacağın alt kısımlarında (ayak bileği ve diz arasında) rastlanır. Cilt rengi koyulaşmış, cilt yapısı kalınlaşmıştır. Aynı anda birden fazla yara oluşumu söz konusu olabilmektedir.
Varis ülseri düzenli takip ve tedavi edilmezse iyileşmesi çok güç hatta bazı durumlarda imkansız gelebilir.
Tedavi edilmeyen yaralar çeşitli enfeksiyonların gelişmesine neden olur. Enfeksiyon yumuşak dokulardan kemik dokuya kadar ilerleyebilir. Bu durumda da istenmeyen pek çok komplikasyon ortaya çıkar. Hatta sonucunda hasta ayağını bile kaybedebilir.
Ayrıca oluşan bu yaralar, ciddi ağrılara, hareket kısıtlığına neden olur.

VARİS ÜLSERİ NEDENLERİ
Yüzeysel ven yetmezliği
Safen toplardamarında kapak yetmezliği nedeni ile kan aşağı doğru kaçak akımla bacaklarda göllenir.
Derin damarlardaki tıkanıklıklar
Çoğunlukla geçirilen pıhtı sonucu derin toplardamar tıkanıklığı olduğu için bacaktaki toplardamar kanı yeterince boşalamaz.
Derin damarlardaki kapak yetmezliği
Çoğunlukla geçirilmiş pıhtı derin ven trombozu sonucunda derin toplardamarın kapaklarının bozulması nedeni ile kan bacaklarda göllenir.
Perforan toplardamar yetmezliği
Yüzeysel ve derin toplardamar arasında bağlantıyı sağlayan ve derine doğru akışan müsaade eden perforan damarlarda ters yöne doğru bir akım oluşur. Tüm toplardamarların normal olup, sadece perforan damar yetmezliği durumu nadir olarak görülür.
Kombine yetmezlik
Perforan toplardamar yetmezliği, derin damarlardaki kapak yetmezliği, derin damarlardaki tıkanıklıklar ve yüzeysel ven yetmezliğinin hepsinin ya da bazılarının bir arada bulunduğu durumdur.

VARİS ÜLSERİ BELİRTİLERİ
– Başlangıçta hafif ödem, hafif renk değişikliği gibi başlarken, ilerledikçe kırmızı, mor hatta siyaha dönen renk değişikliği olur.
– Başlangıçta doku yumuşak iken, gittikçe sertleşir, cilt altı dokusu incelir ve sertleşir.
– Egzema tarzı döküntüler ve kızarıklıklar olabilir.
Hassasiyet, acı, ağrı ve şiddetli kaşıntılı olabilir. Bir takım deri hastalıkları ile karışabilir.
– Sonuçta etrafı daha açık renkli olsa da, sert, gergin ve koyu renkli bir doku haline dönüşür.
– Beraberinde damar oluşumları görülebilir ya da görülmeyebilir.
– Doku travmaya yani çarpma, vurma gibi darbelere karşı çok hassastır, çok kolay açılabilir, cilt bütünlüğü bozulabilir.
VARİS ÜLSERİ TEDAVİSİ
Varis ülser tedavisinde yaranın iyileşmesi ve yaranın bir daha tekrarlanmamasının engellenmesi amaçlanır. Birinci amaç yani yaranın iyileşmesi yara bakımı ve varis çorabı ya da sargılarla dıştan baskı ile mümkündür. İkinci amaç olan varis ülserinin tekrarlanmaması için altta yatan problemlerin çözümü ile gerçekleşir. Varis ülseri toplardamar sorunu olmadan meydana gelmeyeceği için, toplardamardaki problemler çözülmeden varis ülseri kalıcı olarak ortadan kaldırmak mümkün değildir. Toplardamardaki soruna göre tedavi uygulanır. Toplardamarda yüzeysel yetmezlik olduğunda yetmezlik oluşan safen toplardamarı ameliyatla çıkartılır veya lazer ya da radyofrekans ile kapatılır. Derin toplardamar yetmezliğinde ise derin damarlardaki kapakların totrekans ile onarılması veya yaşam boyunca varis çorabı kullanılması gerekir. Perforan damar yetmezliği de skleroterapi ile tedavi edilir.
VARİS ÜLSERİ OLANLARIN YAPMASI GEREKENLER
– Sigarayı bırakın
– Tansiyonunuzu kontrol altında tutun
– Sıcak ortamlardan (hamam,sauna, kaplıca, uzun güneşlenme) uzak durun
– Sodyum alımınızı kısıtlayın (tuz, ketçap, hardal gibi besinlerden uzak durun. Cips vb. hazır gıdaları mümkünse hiç tüketmeyin ya da sınırlandırın, işlenmiş et ürünlerinden ve konserve gıdalardan kaçının)
– Düzenli olarak egzersiz yapın (ne tür egzersiz yapmanız gerektiğine doktorunuzla karar verin)
– Kilonuzu kontrol altında tutun. Eğer yüksek kilodaysanız zayıflayın

 

 

 

 

VARİS

Varis, toplardamarların fonksiyonel bozuklukları sonucu ya da kan akımının önündeki bir engel nedeniyle genişleyerek kıvrımlı bir hal alması. Yüzeysel olduğu gibi derin venlerde de varis gelişebilir.
Varis, bacaklarda normal toplardamarların kapak yetersizliğine bağlı belirgin genişlemesidir. Bacak varisleri deride ya da deri altında gözle görülebilen ya da parmak dokunuşuyla hissedilebilen genişlemiş toplardamardır. Varis bir toplardamar hastalığıdır.
İnsanlarda oldukça sık görülür. İnsanların %15 ile %20’sinde, yani her beş ya da altı kişiden birinde varis vardır.
Varis çoğu kişi tarafından sadece kozmetik bir sorun gibi algılansa da, aslında bacaklarda ağrı, yorgunluk, yanma, kramp, ayak bileğinde şişlik gibi yakınmalara yol açabilir.
Varis çok kötü bir hastalık olmamakla birlikte en önemli etkisi oluşturduğu yakınmalarla kişinin yaşam kalitesini bozmasıdır.
Kan, bacaklarda biri yüzeyde ve diğeri derinde bulunan iki atardamar sistemi ile dolaşım sağlar. İki sistem, kanın yalnızca yüzeysel sistemden derin sisteme geçmesini sağlayan ve aksi yöne geçmesine imkân vermeyen kapakçıkların bulunduğu anastomotik damarlar yoluyla çalışır. Varisli damarlar derin damar dolaşımını bozarak kapanmaya başlayan kapakçıklar nedeni ile veya kapakçık yetersizliği sonucu oluşurlar. Kan, rotasını değiştirir ve derin venlerden yüzeye geçerek yüzeysel venlerde değişikliklere yol açar. Sonuç olarak bacaklarda, mavi ya da mor renkli, şekilleri bozuk, eğri büğrü damarlar, yani varisler oluşur.

 

 

 

VEBA

Veba, Yersinia pestis adındaki bakteri tarafından oluşturulan enfeksiyonhastalıklarına verilen genel isimdir.
Antik Çağlar’dan itibaren tanınmış bir hastalıktır. Lakabı ¨Kara Ölüm¨dür. Orta Çağ’da 1347-1353 arasında, Avrupa nüfusunun üçte birinin kaybedilmesinden sorumludur. (Ayrıca bu hastalık 1347-1348 yılları arasında Venedik nüfusu 130.000 iken 70.000’e düşmesine neden olmuştur.) Modern antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Gelişmiş ülkelerin tamamında ve gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda ortadan kaldırılmış olmasına rağmen Asya ve Afrika kıtalarının bazı bölgelerinde hâlen görülebilmektedir.
Kendini 4 şekilde gösterebilir:
1. Bubonik
2. Septisemik
3. Pnömonik
4. Gastro-intestinal
Bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktır. Vebanın farelerden bulaştığı kanısı yaygındır, ancak gerçekte bakteriyi yayan bir tür piredir ve fareler de bu hastalığın kurbanıdırlar. Tarihte veba salgınlarından önce şehirlerde büyük miktarda fare ölümlerinin meydana geldiği görülmüş, ölü farelerle temas eden insanların, pire ısırması nedeniyle bu hastalığa maruz kaldıkları tespit edilmiştir.
Hastalık, mikrop kapıldıktan 2-8 gün içerisinde kendini gösterir. Hastada aniden başlayan baş ve sırt ağrıları, ateş, titreme, kusma, nefes darlığı, halsizlik, deri lekeleri, burun kanaması, kan tükürme, kasık ağrıları ve devamlı dalgınlık görülür.
Dili de kahverengi ve kurudur. Yapılacak ilk iş hastayı tecrit etmektir. Çevresindeki sağlıklı kişiler koruyucu aşı olmalıdır. Bugün için önemi olmayan ve eski devirlerde de olduğu kadar çok görülmeyen bu hastalığın tedavisi için geç kalmadan sağlık kuruluşlarına haber vermek gerekir.
‘Hıyarcıklı veba’ (‘bubonik veba’) veba hastalığının en yaygın biçimidir. Hastalığa Yersinia pestis adı verilen enterobakteri neden olur. Bakteri vücuda girdikten sonra 3 ila 8 gün içinde etkisini gösterir. Belirtileri, yüksek ateş, üşüme duygusu, başağrısı, ishal ve bubo adı verilen, lenf bezi şişmeleridir. Deri altında ve iç organlarda kanama başladığı zaman da, akan kanın birikmesi sonucu ciltte siyah lekeler oluşur.
Geçmişte belirli dönemlerde bu hastalığın büyük salgınları yaşanmıştır. 14. yüzyılda kara ölüm olarak kayıtlara geçen salgının, hıyarcıklı veba olduğu sanılmaktadır.

 

 

 

VENÖZ SİSTEM HASTALIKLARI

Venöz sistemde en sık rastladığımız rahatsızlık venlerin genişlemesine bağlı olarak ortaya çıkan “VARİS” hastalığıdır. Bunun dışında “tromboz” adı verilen pıhtılaşma sorunu en sık görülen diğer bir rahatsızlıktır.
Varis hastalığı:
Variköz venler; anormal, damar duvarındaki bozulmaya bağlı genişleyen damarlar nedeniyle oluşur. Oluşum mekanizmasında genetik faktörler olduğu kadar, damar içi basıncı ve dolayısla zedelenmeyi artıran ayakta uzun süre durmak, ayrıca sigara içimi, hormonal içerikli ilaç kullanımı, doğumlar, yüksek topuklu ayakkkabı giyilmesi, sıcağa uzun süreli maruz kalma sayılabilir. Genelde bacakta gerginlik, ayakta durma ile ağrı, kaşıntı ve damarlarda mavi-mor değişiklikle beraber olan genişlemeler ile kendini belli eder.
Bayanlarda erkeklerden daha fazla oranda varis hastalığına rastlanılır.
Varis hastalığı, kabaca yüzeyel ve derin sistem olarak kendini gösterebilir. Aynı hastada her iki sisteminde beraberce hasta olması yüksek sıklıkta görülür.
Tanı amacıyla renkli doppler ultrasonu genellikle yeterli olmaktadır. Tedavi planlamada renkli doppler ultrasonunun yeri önemlidir.Hastaya acı vermemesi ve yüksek oranda doğruluk payı olması popüler olmasına neden olmuştur.
Doppler ile safen ven, yüzeyel femoral ven, common femoral ven, popliteal ven, parva ven, peroneal venler ve bunlar arasında yer alan bağlantılar değerlendirilir. Hastada saptanan sonuca göre ve şikayet/bulguların derecesine göre tedavi planlaması yapılır:
Günlük yaşam şeklinde değişikliğe gidilmesi gerekebilir. Varisten korunmak için uzun süre hareketsiz oturmaktan ve ayakta kalmaktan kaçınılmalıdır. Ayrıca, düzenli olarak egzersiz yapılmalı, kilo almamaya dikkat etmeli ve sigara, alkol tüketimini azaltmak gereklidir.
Çok sıcak suyla banyo yapmamalıdır. Bu nedenle kaplıca, sauna gibi sıcak ortamlardan uzak durmak büyük önem taşır.
Dar pantolonlar da zararlıdır. Venöz dönüşü bozabilmektedirler.
Her akşam yatmadan önce bacaklara soğuk suyla yapılan duş masajı ve sırtüstü yatar vaziyette bisiklet çevirme egzersizi ertesi gün için rahatlık sağlar. Ayrıca yatağın ayak kısmını mümkünse yükseltmek gerekir.
Varis çorabı olarak bilinen basınç çorapları korunma ve tedavide önemli yer tutarlar.
Ağız yoluyla alınan veya bölgesel sürülen bir takım kremler fayda sağlamaktadır.
Saptanan yetmezlik derecesi ve sisteme göre skleroterapi, ligasyon, strippin, cuffing yöntemleri tek tek veya beraber uygulanabilir.
Akılda tutulması gereken en önemli konu; varis hastalığının kronik yani süreğen bir hastalık olduğudur. Verilen tüm koruyucu yöntemler ve yapılan tüm tedavi yöntemlerindeki amaç varis hastalığına bağlı olarak gelişebilecek komplikasyonları (kötü bulgular) önlemek ve azaltmaktır. Yoksa varis hastalığı % 100 tedavisi olan bir hastalık değildir.
Tedavisinin % 100 olmaması hastaları doktora gitmekten alıkoymamalıdır. Çünkü kalp hastalığına yakalanmamak için nasıl ki bir takım koruyucu yöntemler kullanıyoruz ve eğer yakalanmışsak tedaviye başlıyoruz bu hastalık grubu da hafife alınmaması gereken durumlardandır. Tedavisi yapılmayan varis hastalığı, kişi de bacak kaybı ve kalp yetmezliğine kadar götüren sonuçlara neden olabilir. Ancak tedaviye ve korunmaya alınmış bir varis olgusunda buna rastlamak nerede ise imkansızdır.

 

 

VEREM (TÜBERKÜLOZ)

Tüberküloz (Verem Hastalığı) nedir? Tüberküloz belirtileri ve tedavisi
Halk arasında verem olarak bilinen ve solunum yolu ile bulaşan Tüberküloz hakkında merak edilen tüm detaylar haberimizde. Tüberküloz nedir? Tüberküloz belirtileri ve tedavi yolları…

Dünya çapında bulaşıcı hastalıklarla ilişkili ölümlerin en yaygın nedeni olan, belirtilerinin birçok farklı hastalığı taklit edebildiği için, bulaşıcı hastalıkları araştıran pek çok kişi tarafından “büyük taklitçi” olarak adlandırılan tüberküloz nedir? Tüberkülozun belirtileri nelerdir? Tüberküloz (verem) nasıl tedavi edilir? Tüberküloz hakkında merak edilen tüm detaylar haberimizde…

TÜBERKÜLOZ NEDİR?
Mycobacterium tuberculosis adı verilen bir bakteri türünün neden olduğu genellikle akciğerlerde görülen ancak vücudun diğer bölgelerine de yayılabilen bulaşıcı bir hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, yılda 9 milyon kişinin tüberküloz hastalığına yakalandığını ve bunun dışında 3 milyon kadarının da sağlık sistemlerindeki yetersizliklerden dolayı belirlenemediğini açıklamıştır.
Tüberküloz 15-44 yaş arası kadınlar için ilk 3 ölüm nedeninden biridir. Tüberküloz öksürük, ateş, gece terlemesi, kilo kaybı vb. belirtilerle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalıktır. Tüberküloz hava kaynaklı bir patojendir, yani tüberküloza neden olan bakteriler kişiden kişiye hava yoluyla yayılabilir.
TÜBERKÜLOZ HAKKINDA BAZI BİLGİLER
Tüberküloz yüzyıllardır insanları etkileyen en önemli hastalıklardan biridir. Tüberkülozun geçmişi MÖ. 8000 yılına kadar uzanmaktadır.
Yunanlılar tüberkülozu israf hastalığı (phthisis) olarak nitelendirmiştir. Birçok Avrupa ülkesinde tüberküloz, yetişkinlerin yaklaşık% 25’inin ölüme, 1900’lerin başına kadar da ABD’de önde gelen ölüm nedeni olmuştur.
Robert Koch, 1882’de tüberkülozun nedeni olan, Mycobacterium tuberculosis’i keşfetti.
Tüberkülozun daha iyi anlaşılması, halk sağlığındaki gelişmeler, hastaların izolasyonu (karantina) gibi tedavi yöntemleri ve tüberkülozu tedavi etmek için ilaçların geliştirilmesi ile gelişmiş ülkelerde hastalığın varlığı önemli ölçüde azalmıştır. Bununla birlikte yılda yaklaşık 1.8 milyon kişinin tübekülozdan hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.
Tüberküloz vakalarının yaklaşık % 60’ı Hindistan, Endonezya, Çin, Nijerya, Pakistan ve Güney Afrika gibi ülkelerde görülmektedir.

TÜBERKÜLOZUN BELİRTİLERİ
Hastalığın başlangıcından itibaren gözlenen verem belirtileri şöyle sıralanabilir:
– 15 günden uzun süren öksürük şikayeti,
– Yüksek ateş, gece terlemesi,
– Şiddetli göğüs ağrısı,
– İştahsızlık, hızlı kilo kaybı,
– Halsizlik, yorgunluk,
– İlerleyen dönemlerde kanlı balgam görülmesi.
TÜBERKÜLOZ (VEREM) TANISI NASIL KONUR?
Hastalığın şikayetleri ile birlikte tüberküloza işaret eden akciğer grafiği, verem hastalığını akla getirir ancak kesin tanı için balgam kültürü alınmalı ve Mycobacterium tuberculosis bakterisinin varlığı incelenmelidir. Hastadan alınan balgam örneği laboratuvar ortamında incelenir ve bakterinin mikroskobik yöntemle görülmesi ile kesin tanı konulabilir.
TÜBERKÜLOZ TEDAVİSİ
Tüberküloz tedavisi için geliştirilmiş olan ilaçlar, hastalığın başlangıç evresinde yüksek oranda iyileştirici etki göstererek kişinin sağlığına hızlı şekilde kavuşmasını sağlar. En etkili tedavi uygulamasını sunan dört farklı ilaç çeşidi bulunur. Bu ilaç uygulamaları ile hastaların neredeyse tamamı son derece başarılı bir şekilde tedavi edilir. İlaç tedavisi için belirlenen süre en az altı ay olmakla birlikte hastalığın şiddetine, toplumda görülme sıklığına, kişinin yaşına ve diğer hastalık öykülerine göre tedavi süresi değişik gösterebilir.
Hastalığın doğası gereği hastalık boyunca kilo kaybetmiş hastaların ilaç tedavisine başlandıktan kısa bir süre sonra iştahı açılır ve kaybettiği kiloları geri alır. Bu dönemde hastayı gereğinden fazla beslemek olumsuz etkiler yaratabilir. Tüberküloz, hastanın tedavisinin ardından daha sonraki hayatı için herhangi bir kısıtlanmaya yol açmaz.

 

 

 

WHİPPLE AMELİYATI

Pankreas kanserleri tedavi şansı en az kanserlerden biridir çünkü belirti vermeden önce yayılmış olur. Whipple gibi etkili ve başarılı bir ameliyat uygulanan hastaların tedavi ve 5 yıllık yaşam beklentisi artar.
Pankreatiko duedonomi veya özel adıyla Whipple ameliyatı genellikle pankreas başında yer alan kanserlerin tedavisinde kullanılan, pankreasın ve ince barsağın bir kısmını, safra kesesini çıkarmak için uygulanan karmaşık bir amaliyatttır. Whipple ameliyatından sonra cerrahlar sindirim kanalının kalan kısımlarını hastanın sindirim faaliyetlerinin tekrar normal çalışabileceği şekilde birleştirirler. Pankreasın, ince barsakların ve safra kanalının tümörleri ve diğer bozukluklarında da bu ameliyat kullanılır.
Sağlıklı sonuç alabilmek için Whipple ameliyatını uygulayan cerrahların deneyim ve cerrahi becerileri en üst düzeyde olması gerekir. Ameliyatın bu gibi büyük, riskli ve karmaşık ameliyatları yapabilecek tam teşekküllü hastanelerde yapılması gerekir. Hem hasta hem de cerrah için zor bir ameliyattır. Çok uzun sürebilecek bir cerrahi işlemdir.
Whipple ve benzeri ameliyatları geçiren hastalar Florence Nightingale Hastanelerinde Karaciğer-Safra Yolları Cerrahlarının yanısıra gastroenteroloji, radyoloji, patoloji, onkoloji branşlarından oluşan multidisipliner bir ekip tarafından tedavi ve takip edilirler.

 

 

 

YANIK

Yanık Nedir, Kaç tür yanık vardır, Yanıklar nasıl tedavi edilir?
Yanık nedir?
Tıbbi olarak yanık, derinin yüksek ısı ile canlılığını yitirmesidir. Isının yüksekliği veya temas süresine bağlı olarak derinin yüzeyel, orta ve derin tabakaları yanarak ölü hale gelebilir.
Yanıklar ev ortamında sıcak su veya buhar teması sonucu, sıcak katı maddelerle temas, asit/alkali gibi kimyasal maddelerle temas, elektrik akımı etkisi ya da radyasyon nedeni ile de oluşmaktadır. Isı, elektrik, ışın, sürtünme ve donma sonucu oluşan yanıklar fiziksel, asit ve alkali maddeler ile oluşan yanıklar kimyasaldır.
Neden yanıklar diğer yaralardan daha çok can yakar?
Derinin yüzeysel ve orta tabakalarında çok sayıda duyu siniri bulunmaktadır. Dış dünya ile temasımızı dengeleyen bu sinirler çok hassastır. Yanık bu sinirleri uyararak ciddi bir acının ortaya çıkmasına yol açar.
Yanık türleri nelerdir?
Yanıkların ciddiyeti derinlikleri ile orantılı olarak artar. Çok yüzeyel yanıklara birinci derece yanıklar denir. Bunlara örnek güneş yanıklarıdır. Deride kırmızılık ve ağrı ile kendilerini belli ederler. Birinci derece yanıklar birkaç gün içinde kendiliğinden iyileşirler. Biraz daha derin yanıklara ikinci derece yanıklar denir. Burada derinin yalnız yüzeyel tabakaları yanmıştır ve alt tabakaları sağlamdır. İkinci derece yanıklar deri üzerinde su dolu kabarcıklar (tıp dilinde bunlara bül denir) ile kendilerini belli ederler. Ağrılıdırlar. En ciddi yanıklar üçüncü derece yanıklardır. Burada derinin tamamı yanmıştır ve iyileşmeleri için deri nakli gerekmektedir.
Yanıkların derinliğini saptamak bir uzmanlık işidir. Bu nedenle ciddi yanıkları olanların hemen bir yanık merkezine veya bu konuda deneyimli bir hastaneye başvurmaları ve kendi kendilerini tedavi etmeye kalkışmamaları önerilir.
Yanık ilkyardımında dikkat edilecek hususlar Yanıklarda hastalara soğuk su ile kompres yapılması rahatlatıcıdır. Uzun süreli buz kompresleri zararlı olabilir, elektrik yanıklarında ise hastaya kesinlikle su ile müdahale edilmemelidir. Yanık ertesi oluşan su kabarcıkları, proteinden zengin bir sıvı içerir ve ölü tabakayı ve hemen altındaki dokuları korumakla görevlidir, asla patlatılmamalıdır.
Halk arasında yaygın olarak uygulanan diş macunu, yoğurt, zeytinyağı gibi maddelerin sürülmesinin yanık iyileşmesine katkısı olmadığı gibi enfeksiyon riskini de artırmaktadır. Yanık alanlar (elektrik çarpması yanıkları hariç) soğuk suya tutarak ve doktorun önereceği ağrı dindirici, doku iyileşmesine yardımcı olan ve antiseptik özelliği olan kremler sürülür. Daha ileri yanıklarda yanığın derecesine göre tedavi uygulanır. mümkün olduğu kadar az iz kalmasını sağlamak için silikon jel, baskılı bandaj ve korseler kullanılır.
Yanıkla kaybedilen derinin yeniden oluşturulması yöntemi
Eskiden taze yanıklarda vücudun çok geniş bir kısmı yanmış ise buraları kapatacak sağlam deri bulmak zor idi. Son yıllarda doku mühendisliğindeki ilerleme sayesinde hastalarda sağlam derilerden alınan hücreler ile laboratuvar şartlarında yeni deri oluşturulmakta ve bu deri ile iyileşmemiş yanık yaraları kapatılabilmektedir.
Yanık yaralarının iyileştikten sonra bıraktığı kötü izlerin (nedbelerin) tedavisinde tıp uzun yıllar yetersiz kalmıştır. Prof. Dr. Onur Erol tarafından geliştirilen lazer ve kök hücresi artırılmış yağ dokusu enjeksiyonu ile yanık tedavi yöntemi, tıp alanında uluslararası anlamda ses getirmiş ve hastalara yeni bir umut ışığı olmuştur.
Bu yöntemde Fraxel lazer ile yumuşatılan yanık nebdelerine (skar) kök hücreden zenginleştirilmiş yağ dokusu verilerek gergin ve sert görünümlü yeni deri yumuşatılır, renk ve hacim olarak yanık ertesi deri, diğer sağlıklı dokulara en yakın hale getirilmeye çalışılır.
Yanık tiplerine göre tedavi yöntemleri
Yanık ciddi bir olaydır ve uygun tedavi edilmediği takdirde ölüm veya sekellerle sonlanabilir. Birinci derece yanıklar çok yüzeyel olduğundan herhangi bir tedavi uygulanmasa bile birkaç günde iyileşebilirler. Ama ikinci ve üçüncü derece yanıklarda mutlaka bir tedavi uygulanmalıdır.
Yanığın iyileşmesinde derinliği kadar vücudun ne kadarını ve neresini tuttuğu da önemlidir. El yüz ve genital bölge yanıkları mümkünse hastanede yatırılarak tedavi edilmelidirler çünkü bu bölgede oluşacak sekeller hayatı çok olumsuz etkileyebilir. Şöyle bir örnek verirsek 4-5 cm çapındaki bir ikinci derece yanık ayaktan merhemler sürülerek tedavi edilebilirken ayni derinlikteki ikinci derece yanık vücudun üçte birini tutmuş ise hayati tehlike taşır ve mutlaka hastanede yatırılıp sıvı tedavisi ve özel beslenme desteği ile tedavi edilmelidir. Üçüncü derece yanıklarda derinin tamamı yandığından çok kez hastanede deri yaması (greft) konularak tedavi edilmeleri gerekir.
Çok eski yanık izlerinde tedavi mümkün müdür?
Evet, yanık izinin durumuna göre gelişmiş lazer uygulamalarıyla yapılan tedavilerde belli ölçüde başarı sağlanabilmektedir. Ayrıca Prof. Dr. Onur Erol’un geliştirdiği kök hücre ile zenginleştirilmiş yağ enjeksiyonları tedavisiyle yanıklı derinin kalitesi artırılmaktadır.

 

 

 

 

YEMEK BORUSU KANSERİ

• Yemek borusunda, yutaktan itibaren görülen kansere özefagus kanseri adı verilir.
• Özefagus kanserinin 2 tipi vardır; skuamöz (yassı hücreli) kanser ve adeno kanser.
• Yassı hücreli kanser, özefagus iç tabakasından köken alır ve genellikle özefagus üst ve orta kısmında görülür.
• Adenokanserler ise özefagus alt ucunda buluna salgı bezlerinden kaynaklanır.
• Çin, Japonya ve Afrika’nın güneyinde skuamöz hücreli kanser sık görülürken, gelişmiş ülkelerde adenokanser daha fazla görülmektedir. Özefagus kanserine ülkemizde doğu bölgesinde daha fazla rastlanır.
Özefagus kanseri için risk faktörleri nelerdir?
• Özefagus kanserlerinde çevresel faktörler ve beslenme alışkanlığı risk oluşturur. Besinlerin uygun saklama koşullarına uymadan saklanması ve uzun sürede tüketilmesi, tütsülenmiş et, ve çiğ gıda tüketilmesi ve konserve besinlerdeki nitrozaminler kanser için risk oluşturur. Besinlerin az çiğnenmesi, çok sıcak içecekler (çok sıcak çay içilmesi), tütün ve sigara kullanımı, radyasyona maruz kalma diğer riskli durumlardır.
• Özefagus kanserleri orta ve ileri yaşlarda daha sık görülür. Özellikle 60 yaş üzerindeki kişiler risk altındadır.
• Erkeklerde daha fazla görülür. Kronik veya aşırı alkol kullanımı önemli bir risk faktörüdür.
• Barrett özefagusu: Mide asidine uzun süreli maruz kalan kişilerde özefagus alt ucunda görülen değişikliklerdir. Gastroözefajial reflü adı verilen bu hastalıkta mide asidi özefagusa geri kaçar ve tahribata yol açar. Tahriş olan bu kısımda özefagus hücrelerinin yerini mide hücreleri alır. Bu değişim yıllar içinde özefagus adenokanserlerine yol açabilmektedir.
• Bir yutma bozukluğu olan akalazya hastalığı, çocukluk çağında yanlışlıkla içilen çamaşır suyu sonucu oluşan özefagus darlıkları ilerde kanser oluşumuna sebep olabilmektedir.
Özefagus kanserinin belirtileri nelerdir?
Özefagus kanseri genellikle erken belirti vermez. Kanser belirli bir büyüklüğe ulaştığında oluşturduğu klinik belirtiler aşağıdaki gibi olabilir;
• Kilo kaybı
• Yutma güçlüğü
• Yutma ağrısı
• Yemek yerken boğazda takılma hissi
• Sırtta kürek kemikleri arasına veya boğaza vurabilen ağrı
• Boyunda büyümüş lenf bezleri
Özefagus kanser tanısı nasıl konur?
• Özefagusun ilaçlı filmi (baryumlu özefagus grafisi) ilk yapılan tetkikdir.
• Endoskopi adı verilen optik ışıklı kameralarla özefagus incelenir ve biyopsi alınır.
• Ultrason, bilgisayarlı tomografi (BT), magnetik rezonans (MR), pozitron emisyon tomografisi (PET) ileri görüntüleme tetkikleri gerekli vakalarda istenir.
Özefagus kanserinin tedavisi nasıl yapılır?
• Tedavi hastanın durumuna, tümörün yerleşimine ve yayılımına bağlıdır.
• Hastalar medikal onkolog, radyasyon onkoloğu ve cerrahtan oluşan multidisipliner bir ekip tarafından tedavi edilirler.
• Hastada tümör yaygın evrede değilse ve başka organ tutulumu yoksa ilk tedavi cerrahi ile tümörlü özefagusun çıkarılmasıdır. Özefagusun tamamen çıkarılma işlemine özefajektomi denir. Bu işlemde özefagusun çevresindeki lenf bezleri temizlenir. Hastanın yutmasının sağlanması için mide ile özefagusun geri kalan kısmı birleştirilir. Değişik yöntemlerle mideden ya da bağırsaklardan yapılan özefagusun yerleştirilmesi ile operasyon tamamlanır.
Radyasyon Tedavisi (Radyoterapi): Kanser hücrelerinin yüksek enerjili ışınlar ile öldürülmesidir. Radyoterapi tedavisi özellikle tümörün yerleşimi ve büyüklüğü cerrahiye imkan vermiyorsa cerrahinin yerine tek başına veya kemoterapi ile birlikte kullanılır. Cerrahi öncesinde tümörü küçültmek için kemoterapi ile kombine edilebilir. Bazı durumlarda ameliyat sonrası nüksleri engellemek amacı ile de uygulanabilir.
Kemoterapi: Kanser hücrelerini öldürmek için anti-kanser ilaçların kullanılmasıdır. Cerrahi öncesinde tümörü küçültmek için veya cerrahinin yerine öncelikli tedavi olarak radyoterapi ile birlikte kullanılabilir.
Palyatif Tedavi Yöntemleri: Hastaların bir kısmında tümör sonucu oluşan özefagus tıkanıklığı bulunan alana stent adı verilen genişletici şemsiye uygulaması yapılarak besinlerin rahat geçmesi sağlanır. Özefagustaki tıkanıklığı açmak için kullanılan bir diğer yöntem lazer uygulamasıdır. Mideye gastrostomi adı verilen hortumlar yerleştirilerek dışarıdan beslenme sağlanabilir.

 

 

 

YILAN ISIRIĞI

Yılan ısırığı veya yılan sokması, yılanın dişleri ile sebep olduğu yaralanmadır. Yılanlar çoğu zaman avlarını ısırırlar, ancak sık görülmese de, genellikle savunma amaçlı olarak insanları da ısırdıkları olur. Çoğu yılan zehirsizdir ve avlarını genellikle zehir kullanmadan boğarak öldürürler. Bununla birlikte zehirli yılanlar -Antarktikaharicinde- her kıtada bulunur. Isırıklar için önerilen ilkyardım yöntemleri yılanın yaşadığı bölgeye göre değişir. Bazı türlerin ısırığında etkili olan bir tedavi başka bir türün ısırığında etkisiz kalabilir. Yılanların fiziksel görünüşleri farklı olabileceği için, genellikle bir türü tanımlamanın pratik bir yolu yoktur ve böyle durumlarda profesyonel tıbbi yardım aranmalıdır.
Isırığın sonucu; yılanın türü ve yaşı, ısırığın vücuttaki yeri ve derinliği, enjekte olan zehir miktarı, ısırılanın yaşı, sağlığı ve büyüklüğü gibi birçok etkene bağlı olarak değişir. Bütün ısırıklarda, ısırılanın yaşadığı panikten kaynaklanan ve psikolojik olan dehşet ve taşikardi gibi semptomlar belirir. Zehirli olmayan yılanların ısırıkları da sıklıkla dişin sebep olduğu yırtılma veya sonuçta oluşan enfeksiyon yüzünden hasar verebilir. Bir ısırık ayrıca potansiyel olarak ölümcül olan anaflaktik reaksiyonu tetikleyebilir. Isırıklar için ilk yardım önerileri yılanın yaşadığı bölgeye bağlıdır, bazı türlerin ısırıklarında etkili olan tedaviler diğer türlerin ısırıklarında etkisiz olabilir.
Yılanlara atfedilen ölümlerin sayısı bölgelere göre değişiklik gösterir. Avrupa ve Kuzey Amerika’da ölüm oranı göreli olarak düşük olsa da yılan ısırıkları ile birlikte gelen morbidite ve mortalite dünyanın pek çok bölgesi ve özellikle sağlık tesislerinin kısıtlı olduğu kırsal kesimler için ciddi bir sağlık problemidir. Güney Asya, Güneydoğu Asya ve Sahraaltı Afrikası ısırığın en çok göründüğü yerlerdir. Ayrıca neotropik ve diğer ekvatoryal ve subtropikal bölgelerde de vaka sayısı yüksektir. Her yıl on binlerce insan yılan ısırıkları sebebiyle ölmektedir. Ancak, koruyucu ayakkabılar giymek, tehlikeli yılanların yaşadığı bilinen yerlerden uzak durmak gibi alınabilecek çok sayıda tedbir bulunmaktadır.
Belirtiler ve semptomlar
Yılan ısırıklarındaki en yaygın semptomlar, panik, korku ve duygusal dengesizliktir. Bunlar bulantı, kusma, ishal, senkop, vertigo, taşikardi ve soğuk ve nemli cilt gibi semptomlara sebep olabilir. Çoğu yılan ısırığı kurbanında ölüm korkusu görülür. Bu korku azaltılmazsa hiperventilasyon riski artar. Zehirli olmayan yılanlardan kaynaklanan kuru yılan ısırıkları da kurbana ciddi zararlar verebilir. Bunun birçok sebebi vardır. Gereğince tedavi edilmeyen yılan ısırıkları enfeksiyona sebep olabilir (dişleri derin yaralanmalara sebep olabilen engerek ısırığı kurbanlarında rapor edildiği gibi), ısırık belli kurbanlarda anafilaksiye sebep olabilir.
Kuru ısırıklar ya da zararsız yılanların sebep olduğu ısırıklar da tedavi gerektirir. Bu ısırıklarda şişme ve hisedilen acı az miktardadır. Ancak yılanın oral mikroflorası Clostridium tetani gibi patojenik mikroorganizmalar barındırır. Bu sebeple zehirsiz yılanların ısırıkları ihmal edilip tedavi uygulanmazsa ısırık akabinde tetanozun gelişme tehlikesi vardır. Bunun dışında yılanın salyasında barınan diğer patojenik bakteriler de enfeksiyona sebep olabilir. Eğer ihmal edilirse enfeksiyon vücuda yayılıp kurbanı öldürebilir.
Zehirli olsun ya da olmasın çoğu yılan ısırıkları, bir takım lokal etkilere sebep olur. Genellikle küçük bir acı ve kızarıklık meydana gelir, ancak bu bölgeye bağlı olarak değişir. Engerek ve bazı kobraların ısırıkları çok büyük acıya sebep olabilir ve bazen de lokal doku hassaslaşıp 5 dakika içerisinde ciddi bir şekilde şişmeye başlar. Ayrıca bölge su toplayıp kanayabilir. Çukur engerek ısırıklarındaki diğer başlangıç semptomları da uyuşukluk, cansızlık, bulantı ve kusmadır. Semptomlar zaman geçtikçe, hipotansiyon, takipne, şiddetli taşikardi, algı değişkenliği ve solunum yetmezliğinin gelişmesiyle daha ölümcül bir hale gelebilir.

İlginç bir şekilde Crotalus scutulatus, mercan yılanı ve Crotalus mitchelliinin sebep olduğu ısırıklar ciddi yaralanmalara sebep olurken, bu ısırıklarda çok az acı duyulur ya da hiç duyulmaz. Bazı çıngıraklı yılanlar tarafından ısırılan kurbanlar, “lastiksi”, “naneye benzer” ya da “metalik” bir tat tarif edebilirler. Tüküren kobra ve ringhalszehirini kurbanının gözüne püskürtür. Bu ani acı, oftalmoparezi ve bazen de körlüğe sebep olur.
Bazı Avustralya yılanları ve çoğu engerek yılanı zehiri koagülopatiye (pıhtılaşma bozukluğu) sebep olur. Bazen kurbanın ağzından, burnundan ve hatta daha önce iyileşmiş gibi görünen yarasından bile kan gelebilir.[6] Beyin ve bağırsakların da dahil olduğu iç organlar kanayabilir ve bunun sonucunda kurbanın cildinde ekimozgörülür. Kanama durdurulamazsa kurban kan kaybından ölür.
Mambalar, kraitler, kobralar ve deniz yılanlarının dahil olduğu elapidler ve çoğu Avustralya türünün zehirinde sinir sistemine saldıran toksinler bulunur ve bunlar nörotoksisiteye sebep olur.  Sinir zehirinin etkisi ısırıktan 2-4 saat sonra görülür ancak bu süre uzayabilir.[18] Kurbanın görüşünde bulanıklık gibi bazı tuhaf bozukluklar olur. Kurbanlarda ayrıca vücut boyunca parestezi (his kaybı) ve konuşma ve solunumda zorlanma görülür. Sinir sistemi problemleri bir dizi semptoma yol açar. Kurbanlara acil tedavi uygulanmazsa solunum yetmezliğinden ölebilirler.
Bütün deniz yılanlarının, hemen hemen bütün engereklerin ve bazı Avustralya elapidlerinin zehiri kas dokusunda nekroza sebep olur. Kas dokusu rabdomiyolizolarak bilinen bir durum sonucunda vücut boyunca ölmeye başlar. Ölü kas hücreleri proteinleri süzgeçten geçiren böbreği dahi tıkayabilir. Bu hipotansiyon ile birleşince akut böbrek yetmezliğine ve nihayetinde de tedavi uygulanmazsa ölüme sebep olur. Çukur engereklerin el veya parmaklarda sebep olduğu zehirli ısırık vücudun diğer bölgelerindeki ısırıklara oranla daha agresif müdahale gerektirir. Bu durumda zehirin yayılması için yeterli hacim bulunamayacağından, yerel doku nekrozu daha büyük ve daha erken gerçekleşir.
Patofizyoloji
Zehirleme tamamen istençli bir şekilde yapılır. Bu yüzden, bütün zehirli yılanlar kurbanlarına zehir enjekte etmeden onları ısırabilme yetisine sahiptir. Yılanlar sıklıkla, kendileri için çok büyük, yenilemeyecek yaratıklara karşı zehirlerini ziyan etmekten ziyade “kuru ısırıkla” yetinirler. Bununla birlikte çıngıraklı yılanlar gibi bazı yılan cinsleri savunma amaçlı ısırıkları saldırı amaçlı ısırıklarıyla karşılaştırıldığında çok daha fazla miktarda zehir ihtiva eder. Kuru ısırık deride delinmeye yol açan ancak bölgesel, sistemik etkilere ya da pıhtılaşma bozukluğuna sebep olmayan ısırığa denir. Yine de kuru ısırık oranı türlere göre değişiklik göstermektedir; normalde ürkek olan mercan yılanı ısırıklarının %50’si, kobraların %45’i zehirsiz iken çukur engereklerde kuru ısırık oranı sadece %25’tir. Engerek ısırıklarının kuru ısırık olarak nitelendirilebilmesi için, altı saat içinde hiçbir lokal belirtinin görülmemiş olması gerekir. Mercan yılanlarının ısırığında genellikle başlangıç semptomları görünmez, bu yüzden bu yılanların bütün ısırıkları zehirli kabul edilir.
Bazı kuru ısırıklar yılanın kötü zamanlamasının sonucunda olabilir. Bu durumda yılanın dişleri kurbanın etine girmeden zehir boşalır. Zehirli olmamasına rağmen bazı yılanların özellikle de Boidae ve Pythonidae ailelerine dahil olan boğucu yılanların ısırıkları zarar verici olabilir. Büyük türler sıklıkla, kurbanın veya yılanın kurtulmaya çalışması sonucunda, kurbanda derin yırtılmalara sebep olur. Bunun sebebi kurbanın etine gömülen, yılanın dişlerinin geriye dönük ve iğne kadar keskin olmasıdır. Zehirli yılanların ısırığı kadar ölümcül olmasa da bu tür ısırıklar en azından geçici zayıflığa ve yanlış tedavi uygulandığında da enfeksiyona sebep olabilir. Kurbanlar cilt bozukluğu, deformiteler ya da kronik yara enfeksiyonu gibi hem kronik hem de akut sekellere maruz kalabilir.
Mercan yılanları daha kısa dişlere ve daha küçük bir ağza sahiptir, bu yüzden zehiri enjekte edebilmek için ısırdığı bölgeyi çiğnemek zorunda kalır.
Yılanların çoğunun ısırırken ağızlarını açmaları gerekirken, Atractaspididae ailesindeki Afrika ve Ortadoğu yılanları ağızlarını açmadan, dişlerini kafalarının yan tarafına kıvırabilme ve kurbanı ısırabilme yeteneğine sahiptir.

 

 

 

YUMURTALIK (OVER) KANSERİ

Yumurtalık (Over kanseri) kanseri özellikle 63 yaşında pik yapan ve ileri evrelere kadar sessiz giden yüksek oranda ölümcül bir hastalıktır. Hastaların %85 ‘inin herhangi bir şikayeti yoktur. Ancak jinekolojik muayenede, ultrason da kullanılarak ve tabii yardımcı radyolojik cihazlarla tanı konur. Yılda bir muayene olan kadınlarda olsa bile tanı erken evre konur ve tedavi başarısı yüksektir.
Yumurtalık kanserine genelde geç evrede tanı konur
Yumurtalık kanserleri, hücre tiplerine göre beş farklı tipte oluşur. Bunlar içerisinde, en sık görülen epitelyal tümörlerdir. Yumurtalık kanseri kadın kanserleri içerisinde ölüm oranı en yüksek olanıdır. Yumurtalık kanserlerinin yaklaşık %70’i Evre III’de tanı almaktadır. Geç tanı almasındaki en önemli etken, kanserin doğrudan yayılımdan ziyade, implantasyon şeklinde karın içi organlara yayılım göstermesidir.
Yumurtalık kanseri için risk faktörleri nedir?
İleri yaş (vakaların %65’i 65 yaş üstüdür), menopoz sonrası dönemde ortaya çıkmaktadır.
Obezite önemli risk faktörlerindendir.
Ailesel kalıtım göz ardı edilmemelidir. BRCA1 ve BRCA2 gen mutasyonu taşıyıcılarında ailesel yumurtalık kanseri sıklığı yüksektir. Ailesel yumurtalık kanserleri, tüm yumurtalık kanserlerinin %5-10’ununu oluşturmaktadır.
İlk adeti erken yaşta görme (erken menarj) ve geç menopoza girme riski artırmaktadır. Menapoz döneminde uzun dönem hormon replasman tedavisinde kalmak risk faktörlerindendir.
Genital bölgenin temizliğinde kullanılan talk pudrası yumurtalık kanseri riskini artırır. Polikistik over sendromlu hastalar da yüksek risk grubunu oluşturmaktadır.
Yumurtalık kanseri belirtileri nelerdir?
Yumurtalık kanseri sinsi olarak gelişir. Bu nedenle erken dönemde belirti vermez. Erken dönemde yakalanan vakaların çoğu rutin muayene esnasında saptanan vakalardır.
Yumurtalık kanseri karın içine yayılım yapınca peritonda asit sıvısı birikimine neden olur ve hastada kıyafetlere bel ve karın bölgesi üzerinden sığılmaması, yemeklerden sonra dolgunluk ve gaz şikayeti oluşur. Adet düzensizliği, alt karında ağrı, aşağıya doğru bası hissi de tespit edilebilir.
Tanı nasıl konur?
Hastada cerrahi girişim hem tanı hem de tedavi amaçlıdır. Cerrahi işlem sırasında şüpheli olan yumurtalık dokusundan örnek alınıp ameliyat esnasında frozen inceleme dediğimiz histopatolojik muayeneye yollanır. Elde edilen sonuçlara göre cerrahi tedavi şekillendirilir.
Cerrahi öncesi görüntüleme yöntemleri (bilgisayarlı tomografi, pozitron emisyon tomografi, ultrasonografi) ile hastalığın yaygınlığı tespit edilmeye çalışılır.
Nasıl tedavi edilir?
Yumurtalık kanseri cerrahi olarak tedavi edilir. Cerrahi tedavi ile tümörün gerçekten yumurtalıktan kaynaklanıp kaynaklanmadığını saptandığı gibi karın içinde yaygınlık varsa metastaz odakları temizlenir.
Operasyon sırasında karın içi sıvıdan patolojik inceleme için örnek alınır. Rahim ve her iki yumurtalık alınır. Ayrıca karın içini örten omentum adı verilen zar alınır. Böylelikle geride kanserli doku bırakılmamış olur.
Cerrahi tedaviden sonra erken evre hastalar dışında tüm hastalara kemoterapi uygulanır. Kemoterapide toplam altı siklüs olmak tercihan paklitaksel ve platin içerikli kemoterapi ajanları uygulanır.

Yumurtalık (over) kistleri ve tedavisi
Kist nedir?
Kist, etrafı kist duvarı adı verilen doku ile çevrili, sıvı içeren kitledir.
Vücutta bütün dokularda kist oluşabilir ancak yumurtalık dışındaki organların kistleri daha çabuk belirti verebilir. Bunun nedeni diğer organlarda meydana gelen kistlerin organlarda fonksiyon bozukluğu yapmasıdır. Yumurtalık kistlerinde ise genelde böyle bir durum söz konusu değildir.
Yumurtalık (over) kistlerinin sebepleri nedir?
Yumurtalık (over) kistlerinin en sık sebebi; hormonal düzensizliklerdir.
Normalde her adet döneminde overler içinde yumurta hücresini taşıyan ve boyutları 3 cm’ye ulaşabilen folikül adı verilen kist oluşur. Sonra bu kist çatlar ve yumurta açığa çıkar.Yumurta sperm ile döllenirse gebelik oluşur, eğer yumurta döllenmezse 14 gün sonra adet şeklinde atılır.
Ancak kadında hormonal düzensizlik varsa yumurta taşıyan kistler çatlamaz ve büyümeye devam ederek folikül kistini oluşturur.
Yumurtalık (over) kistlerin belirtileri nedir?
Yumurtalık kistleri çoğu kez bir şikayete neden olmaz çünkü yumurtalıkların diğer organlara teması zordur. Genellikle rutin kontroller esnasında tespit edilir.
Ağrı nadir görülür. Nadir olarak kistler kendi etrafında dönerse (torsiyon) ya da patlarsa (rüptür) şiddetli ağrı oluşumu söz konusu olabilir.
Bunun dışında yumurtalık kistlerinin en sık rastlanan belirtileri şöyle sıralanabilir:
Adet düzensizliği
Karında şişkinlik ve ağrı
Sindirim sistemi bozuklukları
İdrar yolu şikayetleri
Yumurtalık kistleri kaç çeşittir?
1-İnklüzyon kisti: Fonksiyonel olmayan bir kisttir. Çoğu mikroskobik boyuttadır. Hiçbir belirti vermez ve ultrasonda da fark edilemez. Bazı araştırmacılar bu ufak kistlerin uzun dönemde habis (kötü huylu) over (yumurtalık) kanserinin öncüsü olabileceğini savunmaktadır.
2-Follikül kisti: Gençlerde en sık rastlanan yumurtalık kist tipidir. Genelde bulgu vermezler, ancak adet gecikmesine neden olabilmektedir. Gelişen yumurta hücresinin çatlamaması ve büyümeye devam etmesi sonucu oluşur. Büyüklükleri genelde 2-3 santimetredir ve tedavi gerektirmez. Herhangi bir komplikasyon yaratmazlar. Bazı zamanlarda kistin küçülmesini için doğum kontrol hapları kullanılabilir.
3-Korpus luteum kisti: Her yumurtlamadan sonra yumurta hücresinin atıldığı doku farklılaşarak korpus luteum adı verilen dokuya dönüşür ve gebelik oluşursa progesteron plasentadan salınana kadar buradan üretilir. Bazen bu doku kist halini alır ve buna korpus luteum kisti adı verilir. Genelde 3-4 cm büyüklüğündedir. Hormon salgılaması yaptığı için adet gecikmesine yol açabilir. Herhangi bir komplikasyon gelişmezse tedavi gerektirmez. Kendiliğinden kaybolur.
4-Teka-lutein kisti: Aşırı hormon salgısına bağlı olarak, genellikle kısırlık tedavisi alanlarda, çift taraflı olarak (her iki yumurtalıkta da)görülür. Tedavide yatak istirahatı ve takip gerekir.
5-Gebelik luteoması: Gebelik esnasında görülen, bazen 20 cm kadar büyüyebilen kistik yapıdır. Gebelik sonunda geriler.
Yumurtalık (over) kistleri kötü huylu mudur? Çocuk sahibi olamama nedeni olabilirler mi?
%80 -85 yumurtalık (over) kist iyi huyludur ve genellikle 20-44 yaş arası kadınlarda görülür.
Eğer oluşum sebepleri hormonal düzensizlik ise kısırlığa neden olabilirler.
Yumurtalık (over) kistleri nasıl teşhis edilir?
Yumurtalık (over) kistinin tanısı için muayene ve ultrason yeterlidir. Kanser şüphesinde ileri radyolojik tetkikler istenir.
Yumurtalık (over) kistlerinin tedavi yöntemleri nelerdir?
Tedavi yumurtalık kistinin cinsine göre değişir.
Basit kistler genelde takip edilir ve küçülmeleri için doğum kontrol hapları kullanılır.
İltihabi kistlerde antibiyotik tedavisi uygulanır.
8-10 cm’yi geçen ya da sürekli büyüyen, ultrason ve kan testlerinde kötü huylu olma ihtimali yüksek kistler ise ameliyat ile alınır.

 

 

 

YUMURTLAMA TEDAVİSİ (OVULASYON İNDÜKSİYONU)

İnfertilite (kısırlık) nedeni ile başvuran çiftlerin önemi bir kısmında altta yatan neden yumurtalama düzensizlikleri olmaktadır. Ancak sadece yumurtlama düzensizliği tespit edilen değil, birçok hastada tedavi başlandığında yumurta gelişim kalitesini arttırmak için ilaç tedavisi uygulanmaktadır. Yumurta gelişimi sağlandığında hastaların, sperm analizine göre normal cinsel ilişki ya da aşılama ile gebelik yakalamaları sağlanmaya çalışılır.
Yumurta geliştirilme protokolü planlanan tedaviye göre değişiklik göstermektedir. Genellikle hastalara ilk olarak ağızdan alınan ilaçlarla tedaviye başlanır. Piyasada “klomen” ya da “femara” olarak bilinen ilaçlar adetin üçüncü gününden sonra ağızdan alınmaya başlanır ve beş gün kullanılır. Bu ilaçlar ile amaç tek bir dominant (olgun) yumurtanın elde edilmesidir. İlaçlar bittikten sonra yapılacak ultrason takipleri ile yumurta oluştuğu zaman sperm durumuna göre ya çiftin cinsel ilişki zamanlaması yapılır ya da aşılama uygulanır.
Ağızdan alınan ve daha düşük maliyetli ilaçların fayda etmediği durumlarda göbek etrafından, ağrıya neden olmayan insülin benzeri enjeksiyonlarla uygulanan ilaçlar ile tedaviye başlanılır. Yumurta geliştirici bu ilaçlara, sıklıkla adetin ikinci günü başlanılmakta ve tercih edilen protokole göre değişmekle birlikte, yaklaşık olarak 9 – 10 gün boyunca uygulanılmaktadır. Ağrıya neden olmayan bu ince enjeksiyonları hastalar kendileri uygulayabilmektedirler. Aşılama ya da cinsel ilişki planlansın, tüp bebek tedavisi dışındaki tüm tedavilerde amaç tek bir olgun yumurta elde etmektir. Olgun yumurtanın gelişimi sıklıkla adetten sonraki 12 – 14. günlerde tamamlanır ve çatlatma iğnesi uygulanır.
Tüp bebek planlandığında yumurta gelişimi için insülin benzeri iğnelerle yapılan ilaç tedavisi daha yüksek dozlarda kullanılmaktadır. Farklı olarak tüp bebek tedavisinde tek bir yumurta değil, çok sayıda olgun yumurta elde edilmeye çalışılır. Bu amaçla yumurta geliştirici ilaçlar, sıklıkla adetin ikinci günü başlanılmakta ve tercih edilen protokole göre değişmekle birlikte, yaklaşık olarak 9-10 gün boyunca uygulanılmaktadır. Yumurtlama geliştirici ilaçlar kullanılırken, gelişen yumurtaların kontrolsüzce kendiliğinden çatlamamaları hormonların baskılanması gerekecektir. Bunun için ya önceki adet döneminden itibaren ilaç kullanılmalıdır, ya da yumurta geliştirici tedavinin 5 – 6. günleri ikinci bir ilaca başlanması gerekir. Bu ilaçlar da ilki gibi göbek etrafından yapılan, ince uçlu, ağrıya neden olmayan enjeksiyonlar ile uygulanır. Tüp bebek tedavisinde yumurtaların gelişimi sıklıkla adetten sonraki 10 – 11. gün tamamlanmaktadır. Gelişen yumurtaların hücresel olgunlaşmalarını sağlamaları için tek doz bir ilaç uygulaması yapılır (halk arasında çatlatma iğnesi olarak da adlandırılır). Bu uygulamadan yaklaşık 36 saat sonra yumurtalar toplanmaya hazırdırlar.
Yumurta gelişimini uyaran bazı ilaçlar: Gonal-F, Puregon, Metrodin, Follegon, Menopur, Humegon, Menogon, Pergonal
Yumurtaların kontrolsüzce çatlamasını engelleyen bazı ilaçlar: Cetrotide, Orgalutran, Lucrin
Yumurtanın çatlamasını sağlayan ilaçlar: Ovitrelle, Pregnyl

 

 

 

YUTMA BOZUKLUKLARI

İnsanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli unsurlardan biri de beslenmedir. Beslenmenin gerçekleşebilmesi için alınan gıdaların güvenli bir şekilde ağız boşluğundan mide ve bağırsaklara ulaşabilmesi gerekir. İnsanlar günde yaklaşık olarak 1000 kez yutkunurlar. Yutma süreci kısmen istemli olarak kontrol edilen bir süreçtir. Yani insan iradesiyle yutma işlevini başlatır ve sürdürür. Ama yutma aynı zamanda istem dışı, reflekslerle gelişen süreçleri de içerir. Yutma 4 ayrı fazda gerçekleşir. Bunlar, oral hazırlık (ağızda hazırlık), oral (ağız), farengeal (yutak) ve özofageal (yemek borusu) fazlarıdır.

Oral hazırlık (ağız hazırlık) fazında, yiyecek ağza alınıp bolus haline getirilir. Bebeklerde emme başlar. Yiyeceği çiğneyebilen daha büyük çocuklarda bu faz daha uzun sürer.

Oral (ağız) fazı,yiyeceğin bolus haline getirilip arkaya doğru itilmesiyle başlar. Ağızdan geçiş süresi 1-1,5 sn.’dir.

Farengeal (Yutak) fazı, hızlı ve reflekslerle gerçekleşen bir süreçtir. Bu faz hava yolunun korunması için yumuşak damağın kalkması, gırtlağın öne ve yukarı hareketi; bazı kıkırdak yapıların ve ses tellerinin kapanması ile gerçekleşir. Farengeal fazın geçiş süresi bir saniyedir. Bolusun krikofarengeal bölgeden geçmesiyle birlikte yutmanın özofageal (yemek borusu) fazı başlar.

Özofageal (yemek borusu) fazı, Bu fazda bolus mideye kadar ulaşır. Bolusun mideye geçişi simetrik bir şekilde gerçekleşir. Özofageal (yemek borusu) geçiş süresi bolus kıvamına bağlı olarak 8-20 sn. arasında değişir.

Yutma Bozukluğu (Disfaji) Nedir?

Yutma bozukluğu tıp dilinde disfaji olarak bilinir yeme ve içme sırasında görülen yutma güçlükleridir. Bu durum, yiyeceğin ağız boşluğundan mideye geçişinde gecikme, engellenme ve yanlış bir yol izleyerek nefes borusuna kaçması şeklinde ortaya çıkar. Yiyecek ses telleri seviyesine kadar inerse “penetrasyon”, ses tellerinin altına geçerse de “aspirasyon” olarak bilinen oldukça tehlikeli, ölüme yol açabilen bir durum gerçekleşir. Çünkü aspirasyon, yiyeceklerin nefes borusu yolu ile ciğerlere kaçması demektir.

Yutma bozukluğu üç farklı yutma evresinde gerçekleşebilir:

Oral faz: Yiyeceği ya da içeceği emme, çiğneme ya da ağızdan boğaza doğru gönderme aşamasında görülebilen sorunlar
Faringeal faz: Yiyeceği ya da içeceği yemek borusuna göndermekte yani yiyecek ve içeceklerin yanlış yönde giderek nefes borusuna kaçmasını önlemek için nefes borusunun kapanmasında görülebilen sorunlar.
Özofageal faz: Yiyecek ve içeceğin yemek borusundan mideye gönderilmesinde görülebilen sorunlar.

Herkes yemek yerken zaman zaman tıkanarak yutma zorluğu çekebilir; ancak sağlıklı bir kişi, yedikleri yemek borusu yerine nefes borusuna kaçtığında refleks olarak öksürerek boğazını temizleyebilir. Ancak bazı kişiler değişik hastalıklara bağlı olarak boğaz temizleme işlemini gerçekleştiremeyebilir ve bu durum da bazen ciddi hatta ölümcül sorunlara yol açabilir. Yutma bozukluğu her yaş grubundan hastada ve sinirsel (nörojenik), mekanik, psikolojik nedenler ve kas hastalıklarına (myojenik) bağlı olarak oluşabilir.

Yutma bozukluğunun nedenleri nedir?

Yutma bozukluğu sinir sistemi hasarlarından, baş boyun bölgesini ilgilendiren çeşitli sorunlarından ya da hastalıklardan kaynaklanabilir:

• İnme
• Beyin travması
• Parkinson hastalığı
• Multipl skleroz
• Serebral palsi
• Alzheimer hastalığı
• Ağız, boğaz ya da yutak kanserleri
• Baş-boyun cerrahisi (parsiyel/ total larinjektomi sonrası)
• Ağız hijyeni sorunları (Eksik diş olması, çürük ya da uygun olmayan diş protezi kullanılması)
• Reflü

Yutma bozukluğu tanısı nasıl konur?

Yutma bozuklukları alanında uzmanlaşmış uzman dil ve konuşma terapisti yeme ve içme sorunu yaşayan kişileri değerlendirir. Uzman dil ve konuşma terapisti değerlendirme sırasında aşağıda anlatılan değerlendirmeyi gerçekleştirir:

• Hastanın tıbbi durumunun ve yutma bozukluğu ile ilgili bilgilerinin öğrenilmesi
• Yutmada rol oynayan kas ve yapıların (dudak, dil, çene, damak gibi) güç ve hareketlerinin değerlendirilmesi
• Yeme ve içme sırasındaki hastanın duruşunun ve ağız hareketlerinin değerlendirilmesi
• Yutma bozukluğunun aletsel değerlendirilmesi

Yutma Bozukluğunda Kullanılan Değerlendirme Yöntemleri Nelerdir?

Yutma sorununun nedenini anlamak ve buna uygun terapi yöntemlerini belirlemek açısından bir dil ve konuşma terapisti ve radyolog tarafından MBYÇ (Modifiye Baryum Yutma Çalışması veya diğer adıyla videofloroskopi) ya da KBB hekimi ile dil ve konuşma terapisti tarafından yapılan FEYÇ (Fiberoptik Endoskopik Yutma Çalışması) gibi ileri tetkiklere başvurulabilir.

Yutma bozukluğunun tedavisi nasıldır?

Yutma bozukluğunun tedavisi, uzman dil ve konuşma terapisti tarafından yutma bozukluğunun nedeni, belirtileri ve tipine bağlı olarak planlanmasıdır. Tedavi sırasında;

• Yutmadan sorumlu kasların güçlenmesini ve koordineli hareketlerini sağlayacak ya da yutma refleksini harekete geçirebilecek sinirlerin uyarılmasına yönelik özelleştirilmiş egzersizlerin yapılması
• Kişinin daha rahat yutması için çeşitli pozisyon ve yutma stratejilerinin uygulanması
• Kişinin yutmasının güvenli ve kolay olması için farklı kıvamdaki yiyecek ve içecekle beslenmesi

Yutma Bozukluğunda Kullanılan Terapi Yöntemleri Nelerdir?

Yutma bozuklularının tedavisinin planlanması için öncelikle yapılacak değerlendirme çok önemlidir. Hangi tedavi stratejisinin uygulanacağına bu değerlendirme sayesinde karar verilir. Yutma sorununun nedenini anlamak ve buna uygun terapi yöntemlerini belirlemek açısından en uygun yöntem MBYÇ (Modifiye Baryum Yutma Çalışması veya diğer adıyla videofloroskopi)’dir. Bu değerlendirmeyle hangi kıvamların yutulduğu yada yutulamadığı, yutmanın hangi fazlarında sorun olduğu belirlenir. Bu değerlendirmenin ışığında terapi stratejileri belirlenir. Yutma tedavisinde uygulan yöntemler şunlardır:

• Diyet Modifikasyonu: Burdaamaç hastanın ihtiyacına uygun olan kıvamı belirleyerek hastanın güvenli yutmasını sağlamaktır.
• Telefi Edici Manevralar: Bunlara pozisyonel yutma tedavisi de denir. Amaç; yiyeceklerin daha kolay ve güvenli şekilde yutulmasını sağlamktır.
• Dolaylı Yöntemler: Bu yöntemlerde amaç; hastanın ihtiyacına uygun olan ağız-yüz-motor hareketlerini geliştirmek ve hastanın yutmasını olumlu etkilemektir.
• Doğrudan Yöntemler: Amaç; beslenme güvenliğini sağlamaktır. Bu amaçla çeşitli manevralar kullanılır. Bu manevralar hastanın yemekler nefes borusuna kaçırmadan yutmasına yardımcı olur.
• Duyusal Uyarma Teknikleri: Amaç; Yutma refleksini uyarmak, ağız boşluğunda duyusal farkındalığı arttırmak, oral fazdan faringeal faza geçişte gecikmeyi azaltmaktır.
• Elektriksel Uyarı Tekniği (VitalStim Terapi): Bu tedavi yutma tedavileri içinde en etkili sonuçlar veren tedavi olarak nitelendirilebilir. Bu tedavide amaç: yutma bozukluğu bulunan hastaların yutkunma esnasında işlev gören kaslarının elektrik stimülasyonu ile uyarılarak rehabilite etmektir.

 

 

 

YÜKSEK ATEŞ

Yüksek ateş hastalık değildir! Yüksek ateşin faydaları nelerdir?
Özellikle kış aylarında en çok da çocuklarda görülen yüksek ateş, zannedildiği gibi bir hastalık değildir. Aksine yüksek ateş, vücudun enfeksiyonla savaşmasını ve bağışıklık sisteminin güçlü kalmasını sağlar. Peki yüksek ateşin faydaları nelerdir? Ateş hangi derecede tehlikeli olur?
Ateş vücut için bir savunma mekanizmasıdır ve faydalıdır. Mikroorganizmaların kana karışması şeklinde olan enfeksiyonlarda, ateşi en yüksek olanların yaşam şansının en yüksek olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir.
Vücut ısısının normalin üzerinde olması şeklinde tanımlayabileceğimiz ateş, genellikle çocuklarda görülen bir semptomdur ve ateş kendi başına bir hastalık değildir. Bazı klinik çalışmalarda ateşi düşürülmeyen çocukların düşürülenlere kıyasla daha kısa sürede iyileştiğin gösterilmiştir.
YÜKSEK ATEŞİN FAYDALARI NELERDİR?
İnsan bağışıklık sisteminin ateşli dönemde normal sıcaklığa göre daha iyi çalıştığı, bağışıklık sistemi elemanları üzerine olumlu etki yaptığı, iltihap hücrelerinin enfeksiyon bölgesine hareketini artırdığı, mikrop öldürme işlevlerini uyardığı, kan demirini bağlayıp demir düzeyini düşürmek sureti ile mikroorganizmaların çoğalmalarını engelleyen “laktoferrin” gibi maddeleri akyuvarlara salgılattığı ve akyuvarlarda antikorların yapımını artırdığı gösterilmiştir.
* Antikor üretimini artırmak
* Akyuvar sayısını artırmak (beyaz küre, lökositler, iyi çocuklar).
* İnterferon salgısı artırmak: İnterferon virüslerin hücrelere saldırmasına engel olur.
* Bakterilerin demirle beslenmesini engellemek.
* Mikropların üremesini yavaşlatmak.
* Bağışıklık sistemini güçlendirir.
* Vücudun enfeksiyonlara karşı savaşmasını sağlar.
ATEŞ HANGİ DERECEDE TEHLİKELİ OLUR?
Vücut, hayati fonksiyonlarını gerçekleştirebilmek için belli bir ısıya ihtiyaç duyar. Vücut sıcaklığı ise hipotalamus (ön beyin) yardımıyla denetlenir. Yani, vücut ısı dengesini hipotalamus sağlar. Normal sayılabilecek vücut ısısı 37,2 ila 37,7 derece arasındayken, bu derecelerin üzerinde görülen sıcaklık ise yüksek ateş olarak değerlendirilir. Fakat çocukların normal sayılan vücut ısısı yetişkinlere oranla daha yüksek tanımlanabilir.
Ateşlenen çocuğun durumunu değerlendirirken, ateşin yüksekliğinden de ziyade çocuğun genel durumu izlenmelidir. Ateşin ne kadar yüksek olduğu hastalığın ağırlığının bir göstergesi değildir. Çocuklarda ateşin en sık nedeni basit viral enfeksiyonlardır ve 39-40 derece ateşe neden olabilir. Bazı ciddi hastalıklar ateşe yol açmayabilir. Ancak 0-3 ay arası bebeklerde normalin üzerinde ölçülen bir vücut ısısı tespit edildiğinde hemen doktora götürülmesi gerekir.
Daha büyük çocuklarda ise çocuğun genel durumuna dikkat edilir. Eğer çocuk aktifse korkulacak bir durum yoktur. Ancak uyku hali, huzursuzluk, solunum zorluğu, yeme içme sıkıntısı yaşıyorsa ve bu durum 24-48 saatten fazla sürüyorsa doktora gösterilmesi gerekir.
KAÇ DERECEYE ATEŞ DEMELİYİZ?
Ateşin ölçüldüğü yere göre derecesi değişir. Makattan yapılan ölçümlerde 38 derece üzeri, ağızdan yapılan ölçümler 37.5 derece, koltuk altı 37.2 derece ve kulak 38 derece üzerinde çıkıyorsa ateş olarak kabul edilebilir.
YÜKSEK ATEŞİN HAVALE İLE İLİŞKİSİ NEDİR?
Ateşin toplumda en çok korkulan zararı özellikle 6 ay-3 yaş arası çocuklarda havaleye neden olabilmesidir. Havale nöbeti genellikle ateşin yükselmeye başladığı dönemde veya ateşin aksiller 40 C veya daha yüksek değerlere ulaşması ile oluşmaktadır. Ateşli havale nöbetleri genellikle kendiliğinden düzelir ve kalıcı nörolojik hasar bırakmaz. Ateş, çocuklarda sık görülen ve enfeksiyon ile mücadelede yardımcı doğal bir mekanizmadır.

 

 

 

YÜZ FELCİ
Yüz felci nedir?
Yüzümüzün her bir yarısında olan kasların yine aynı taraf beyin sapından köken alan ve daha sonra kulak arkasında yüzeye çıkan kafa sinirlerinden 7. sinir, yüz siniri (fasial sinir) ile çalıştığı biliniyor. Fasial sinir ayrıca tükürük bezi, gözyaşı bezi ve dilin ön bölümüne (tat duyusu) giden ince dallara sahiptir. Yüz felci (Bell´s Palsy) sözü edilen sinirin enfeksiyon (Herpes), travma gibi nedenlere bağlı hasarından kaynaklanan geçici bir yüz zaafıdır.
Vücut direncinin azalması yüz felcine neden olabilir!
Pek çoğumuz büyüklerimizden soğuk havanın, rüzgara maruz kalmanın, ıslak saçlarla dolaşmanın yüz felcine yol açabileceğini duymuştur. Her ne kadar halk arasındaki bu inanışlar tam olarak doğru olmazsa da, gerçeklik payları var. Çünkü yüz felcini tetikleyen nedenler arasında soğuğa bağlı vücut direncinin azalması da önemli bir yere sahip.
Yüz felci belirtileri nelerdir?
Doğal olarak yüz kaslarının çalışmamasına bağlı yüzün yarısında (özellikle dudak kenarında) kayma hissi ile birlikte konuşma zorluğu, göz kırpma, yeme ve içmede zorluk en sık karşımıza çıkan belirtilerdir. Ayrıca etkilenen tarafta göz kuruluğu ile birlikte etkilenmiş göz kapağı azalmış göz yaşını göze tam olarak yayamadığından dolayı sürekli göz yaşarma sorunu yaşanır. Yüz sinirinin bir dalı da tat alma duyusundan sorumlu olduğu için bazı hastalarda garip ve nahoş bir tat, örneğin metalik bir tat, şikayeti oluşur.
Yüz felci nasıl gelişir?
Çok hızlı gelişir. Çoğu hasta sabah uyandığında, aynanın karşısına geçince yüzlerinin kaydığını fark ederler ve inme geçirdiklerini zannederler ya da aynı gün içinde gözlerde yanma, dudak etrafında karıncalanma veya su içerken suyu ağızda tutamama şikayetleri ile hastalığın farkına varırlar. Çoğu zaman tablonun belirginleşmesi ve tam olarak netleşmesi bir kaç gün alır (genelde bir hafta – 10 gün). Kulak arkası veya boyun bölgesindeki ağrı öncü bir uyarı olmakla birlikte çoğu hasta tarafında göz ardı edildiğinden dolayı erken bir teşhis şansı doğurmuyor.
Hastalığa yakalanma ihtimalini artıcı durumlar nelerdir?
Yaş önemli bir faktör sayılır, mesela çocuklarda görülme sıklığı çok daha az olmakla birlikte spontan iyileşme durumları da o denli fazladır. Bazı metabolik hastalıklar örneğin Şeker hastalığında yakalanma riski genel popülasyona göre 4 misli fazladır. Gebeliğin son üç ayı yüz felci için dikkat edilmesi gereken bir dönem olarak kabul edilir. Bağışıklık sisteminin bozukluğuna sebep olan hastalıklar da başka bir risk gurubu oluştururlar. Vücut direncindeki azalma hastalığa yakalanmayı kolaylaştırır, örneğin soğuğa bağlı olarak vücut direncini düşmesiyle oluşabilecek enfeksiyonlar, yorgunluk, uykusuzluk, beslenme bozukluğu ve tabii en önemlisi stres.
Yüz felci görülme sıklığı nedir?
Dünya çapında yapılan istatistiklere göre sıklık %02 (binde iki) civarındadır.
Hastalığa yakalanma açısından cinsiyetin bir önemi var mı?
Hayır, yüz felci görülme olasılığı kadın ve erkeklerde eşittir.
Yüz felci vücudun başka bölümlerini de etkiler mi?
Hayır, yüz felcinde vücudun başka hiç bir bölgesinde felç, güçsüzlük veya uyuşma gibi şikayetler oluşmaz, oluştuğu takdirde başka bir hastalık düşünülmeli, araştırılmalıdır.
Hastalık bulaşıcı mıdır?
Hayır, bulaşıcı değildir. Hastalığa yakalanan kişiler işlerine ve normal aktivitelerine devam edebilirler.
Tanısı nasıl konur?
Yüz felci teşhisi çoğunlukla hastanın kliniğinden konur, ancak zeminde yüz felcine sebep olabilecek başka hastalıklardan şüphelendiğinde laboratuar veya görüntüleme tetkiklerine başvurulur.
İyileşme hızı nasıldır?
İyileşme süreci yüz sinirinin harabiyeti ile doğru orantılıdır. Hafif travmalarda düzelme yalnızca bir kaç gün gibi kısa bir sürede oldukça hızlı ve tam olurken, daha ağır vakalarda bu süre bir kaç ay gibi daha uzun olabiliyor. Harabiyete uğrayan sinirin onarımını ortalama 1 – 2 mm/gün hızı ile hesap ettiğimizde, iyileşmeyi 15 gün ile 18 ay arası bir süre içinde bekleyebiliriz.
Yüz kaslarında erime olur mu?
Bu durum kas erimesi için gereken süre sinirin iyileşmesine göre çok daha uzun olduğundan dolayı, nadir ağır vakalar dışında, görülmemektedir.
Tekrarlayıcı mıdır?
Yüz felcinin tekrar etme olasılığı %5 – 15 civarında olup altta yatan hastalıklar ve risk faktörlerine göre değişir.
Tedavi nasıl yapılır?
Hastalık genellikle her hangi bir medikal veya cerrahi tedaviye gerek kalmadan kendiliğinden düzelir. Tedavi sürecini hızlandırmak amacı ile yüz kasları egzersizleri ile birlikte masaj önerilir. Soğuk havalarda baş – boyun bölgesini koruma ve sıcak tutma unutulmamalıdır. Gözler hastalık süresi boyunca tam kapanmadığından dolayı suni gözyaşı ilaçları, antibiyotik ve uyku sırasında göz bandı ile enfeksiyon ve fiziksel travmalardan korunmalıdır. Daha ağır vakalarda steroid ve antiviral ilaçlar kullanılmaktadır. Ancak benim kişisel kanaatim tedavi süresi içinde hastanın ruhsal olarak desteklenmesi ve bilgilendirilmesi tedavinin kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken en önemli noktasıdır. Nadiren görülen ağır vakalarda 3. haftadan sonra iyileşme süreci başlamadığı takdirde EMG testi ile fasial sinirin fonksiyonu ölçülür ve herhangi bir ileti saptanmadığı durumda cerrahi girişim planlanır.
Son olarak yüz felci geçiren hastalarımıza moral olsun diye George Clooney, Pierce Brosnan (James Bond), John Travolta ve Sylvester Stallone de aralarında bulunduğu birçok ünlü aktörün de yüz felci geçirdikleri ve buna rağmen görsel show dünyasının en gözde elemanları olduklarını unutmayalım diyorum.

 

 

 

ZATÜLCENP (PLÖREZİ)

Zatülcenp (Plörezi) nedir? Belirtileri ve tedavi yöntemleri… Plöriziye sebep olan hastalıklar hangileridir?
En sık görülen göğüs hastalıklarından biri olan, halk arasında “satlıcan hastalığı” olarak da bilinen zatülcenp hastalığı nedir? Hastalığın belirtileri ve tedavi yöntemleri…
Her yaştan insanda görülebilir. Zatürenin neden olduğu plörezilere ise her yaşta rastlanabilir. Akciğerleri örten zara “plevra” adı verilir. Bu zar her iki akciğeri sardığı gibi, göğüs kafesinin iç yüzünü de saran iki tabakadan meydana gelir. Her iki tabaka arasında bir boşluk vardır ve bu boşlukta az bir miktarda sıvı bulunur. Akciğerlerin üzerini örten zarın iltihaplanmasına tıbbi adıyla “plörezi”, halk arasındaki adıyla “zatülcenp” ya da “satlıcan” denir.
Ülkemizde de çok görülen akciğer hastalıklarından biri olan Zatülcenp(plörezi), genellikle 50’li yaşlardan sonra kendisini gösterebilen hem kadın hem de erkeklerde görülebilmesine rağmen genellik daha çok erkeklerde ortaya çıkmaktadır. Zatülcenp hastalığı beraberinde tehlikeli göğüs hastalıklarına zemin hazırlayabilmektedir.

PLÖRİZİYE(ZATÜLCENP) SEBEP OLAN HASTALIKLAR HANGİLERİDİR?
Plevra iltihaplanmasına neden olabilecek hastalıklar oldukça fazladır. Plöritis sebepleri şunlardır:
– Grip gibi bir akut virüs enfeksiyonu
– Zatürre
– Otoimmün hastalıkları, eklem iltihabı, otoimmün hepatit ve deri veremi
– Verem ve diğer enfeksiyonlar
– Akciğer arterlerinizde bir pıhtı (akciğer embolizmi)
– Göğsünüzü aldığınız bir darbe veya kalp ameliyatı sonrasında da meydana gelebilir.

ZATÜLCENP BELİRTİLERİ NELERDİR?
Diğer birçok göğüs hastalıklarında olduğu gibi zatülcenp(plörezi) hastalığının da birçok belirtileri bulunmaktadır. Plöritis belirtileri şunlardır;
– Nefes aldıkça ve öksürdükçe şiddetlenen göğüs ve yan ağrısı
– Ağrı nedeniyle nefes almada zorluk
– Bazı vakalarda öksürük ve ateş
– Vücut titremesi
– Halsizlik, iştahsızlık
ZATÜLCENP(PLÖREZİ) TEDAVİSİ
Tedavi zatülcenp sebebine göre yapılır. Örneğin plöritis sebebi ciğerlerin bakteriyel enfeksiyonuysa (zatürre), enfeksiyon bir antibiyotikle kontrol edilebilir. Fakat plöritise neden olan şey virüse bağlı bir enfeksiyonsa, antibiyotikler etkili olmayabilir. Birçok virüs enfeksiyonu tedavi edilmeden iyileşir.
Reçetesiz satılan steroid olmayan iltihap önleyici ilaçlar, plöritisin belirtilerini azaltmaya yardımcı olabilir. Kodein kullanmak öksürük ve ağrıyı kontrol etmede yardımcı olabilir. Eğer sıvı birikmesi fazlaysa sıvının göğsünüze sokulan bir tüple birkaç güne yayılan bir sürede alınması için hastaneye yatmanız gerekebilir. Hastalık tamamen iyileşene kadar yatak istirahati şarttır. iyileşme gerçekleştiğinde hastalar fazla yorulmamalıdır.

 

 

ZATÜRRE

Toplumun hem çocuk hem de erişkin kesimini etkileyen alt solunum yolu infeksiyonları (ASYE) denince Akut bronşit, Kr. bronşitin akut alevlenmesi ve Pnömoni akla gelmelidir. Günlük pratik tıpta çok önemli bir yer tutar.
Çoğu hafif seyreden ve kendi kendine iyileşen bu infeksiyonlarla daha çok pratisyen hekimler karşılaşır. Daha ağır seyreden ve hastane tedavisi gereken infeksiyonların tanı ve tedavisi ise uzman hekimlerce yapılır.
ASYE’de bakteriyel etkenler de söz konusu olduğundan, enfeksiyon ataklarının çoğu hafif ve kendi kendine iyileşebilecek olsa bile empirik antibiyotik tedavisine sıklıkla başvurulmaktadır. Ancak hangi hastalara ne tür antibiyotik rejiminin uygulanacağı konusunda bir netlik yoktur.
Etkenler nelerdir ?
Toplum kökenli pnömoniler, tipik pnömoni ve atipik pnömoni olarak iki alt grupta incelenirler. Tipik pnömonilere sıklıkla bakteriler neden olurken, atipik pnömoni etkenleri mycoplasmalar, chlamydialar, ricketsialar ve viruslerdir.

Hastane kökenli pnömoniler diğer hastalıklar nedeniyle hastaneye yatırılan kişilerde görülen pnömonilerdir. Sıklıkla etken bakterilerdir ve bunlardan en sık olarak Klebsiella pneumönia ve Pseudomonas aeruginosa pnömoniye neden olurlar.

İmmün yetersizliği olan hastalarda görülen pnömonilerin etken mikroorganizmaları, immün yetersizliğin sebebine göre değişmektedir. Bakteriler, viruslar ya da mantarlar pnömoniye neden olabilirler.
Ne gibi şikayetlere yol açar ?
Pnömonide şikayetler etken mikroorganizmanın türüne göre değişiklikler gösterir. Bakteriyel pnömonilerde genellikle ateş, üşüme ve titreme ile başlar ve gittikçe yükselir. Yüksek seviyede seyreden ateş zamanla normale düşer ve ateşin düşmesi ile hastada rahatlama gözlenir.

Öksürük başlangıçta kuru vasıftadır. Ancak daha sonra öksürükle beraber normal yapıda ya da iltihaplı balgam da görülür.

Hastaların en çok rahatsızlık bildirdikleri şikayetleri yan göğüs ağrısıdır. Yan ağrısı, akciğer zarlarının tahrişi sonucu meydana gelir. Öksürükle, nefes alıp vermekle ağrıda artış olur.

Hastalığın yaygınlık derecesine göre hastalarda nefes darlığı ve el, ayak ve dudaklarda morarmalar görülebilir. Bu tablolar ancak yaygın hastalığı olanlarda gözlenir.

Hastalarda genellikle halsizlik, iştahsızlık, kırgınlık gibi genel şikayetler de bulunmaktadır.

Etken mikroorganizmanın türüne göre nadiren kanlı balgam şikayeti de izlenebilmektedir.
Fiziki muayene bulguları nelerdir ?
Pnömonili hastalarda genel durum bozulabilir. Hastalığın bulunduğu tarafın solunuma katılımında azalma olduğu izlenebilir, hastanın yan ağrısını azaltmak için o tarafa doğru eğildiği görülür.

Hastada dinleme bulgusu olarak hastalığın dönemine göre değişik bulgulara rastlanabilir. Erken ve geç dönemlerde hasta olan akciğer alanlarında ral denilen anormal sesler duyulabilir. İltihabın yoğun olduğu dönemlerde ise bronşial solunum sesleri duyulmaktadır. Olaya akciğer zarları da karışmış ise, bu alanda frotman adı verilen ve akciğer zarlarının sürtünmesi ile oluşan anormal sesler duyulabilir.

Hastaların kalp atım sayısında artış mevcuttur. Nabız sayısı da artmıştır ve düzensiz nabız olabilir. Tansiyon değerleri normal sınırların altına düşmüştür.
Tanısı nedir ?
Tanı hastanın şikayetleri, muayene bulguları ve tetkikler bir arada değerlendirilerek konulur. Balgamda etken mikroorganizmanın tespiti kesin tanı ve tedavi planı için oldukça değerlidir.

Kanın çökme hızında artış gözlenir. Beyaz hücreler etkenin türüne göre artmış olabilir.

Balgam incelemesinden sonra en önemli tetkik yöntemi akciğer grafisidir. Akciğer grafisinde hastalığa yakalanan bölgede düzensiz vasıfta gölge koyuluğunda artış izlenir.

Balgamda direk bakı ile etken bakteri veya mantar izlenebilir ya da kültürde üretilebilirler. Viral pnömonilerde etken mikroorganizmanın tespiti güçtür.
Tedavi yolları nelerdir ?
Pnömoni tanısı konulan hastalara öncelikle destek tedaviler uygulanmalıdır. Hastanın odası sıcak ve nemli olmalıdır. Sıvı ihtiyacı giderilmeli, ileri derecede su kaybı olan hastalara serum tedavisine geçilmelidir. Ağrı ve ateşi olan hastalara ağrı kesici-ateş düşürücü ilaçlar verilmeli, tedaviye balgam söktürücü ilaçlar eklenerek balgam atılması kolaylaştırılmalıdır. Tedavi sonlarına doğru balgam çıkaramayan, ileri derecede rahatsız edici öksürüğü olan hastalara öksürük kesici ilaçlar verilebilir.

Hastalığın asıl tedavisi etken mikroorganizmanın tespiti ile mümkün olacaktır. Eğer mikroorganizma tespit edilmiş ise buna yönelik etkili antibiyotikler uygulanmalıdır. Eğer ilaç duyarlılık testleri yapma imkanı olursa, bu testlerin neticesine göre uygun antibiyotik verilmelidir.

Hastalığı oluşturan etkene ve hastalığın şiddetine göre tedavi en az 5-7 gün düzenli olarak uygulanmalıdır. Bazı mikroorganizmalarla oluşan pnömonilerin tedavi süresi daha uzun olmak zorunda olabileceği unutulmamalıdır.

Direk bakı veya kültür ile etken tespit edilememişse hastanın kliniğine ve laboratuar tetkiklerine bakılarak bakteriyel ya da viral pnömoni ayırımına gidilmeli ve gerekiyorsa geniş etkili antibiyotiklerle tedaviye başlanmalıdır.

Aşağıdaki hastalar hastanede yatırılarak tedavi edilmelidirler;

a. 65 yaş üzerindeki hastalar.

b. Şeker hasalığı, kalp hastalığı, böbrek yetmezliği, kronik akciğer hastalıkları, alkolizm, immün yetmezlik, kanser gibi hastalıkları olanlar

c. Solunum sayısı dakikada 30’dan fazla olanlar, sistolik kan basıncı 90 mmHg’nın altında veya diastolik kan basıncı 60 mmHg’nın altında olanlar, ateşi 38,8 derecenin üzerinde olanlar, şuurunda bulanıklık görülenler, akciğer dışı organlarda iltihabi bulguları tespit edilenler.

d. Beyaz küre sayısı 4.000’in altında veya 30.000’in üzerinde olanlar, hematokriti %30’un altında bulunanlar, arter kanında parsiyel oksijen basıncı 60 mmHg’nın altında tespit edilenler, akciğer grafisinde birden çok alanda pnömonisi olanlar ya da iki gün ara ile çekilen akciğer grafilerinde iltihabın hızlı ilerlediği gözlenen hastalar, akciğer zarları arasında sıvı toplananlar.

 

 

 

 

ZAYIFLIK
Zayıflık: Önemli Bir Sağlık Problemi

Çevremizde formda olmak hakkında konuşulduğu zaman çoğu kişinin fazla kilolarından şikayetçi olduğunu gözlemişsinizdir. Çoğunluk aldığı kilolardan, ne yaparsa yapsın zayıflayamamaktan yakınır. Zayıflamayı başaran veya medyadan duyduğu doğru ya da yanlış bilgileri paylaşır çoğu kişi. Zayıf olanlar ise bu sohbetin dışında kalır. Zayıf kişilere gıptayla bakılır. Çoğu kişi zayıflığı şişmanlığa tercih eder. Ancak zayıflık da bir sağlık problemidir ve beraberinde birçok hastalığı beraberinde getirir. Sanılanın aksine kilo almak kilo kaybetmekten daha zorlu bir süreçtir.

Zayıflık Nedir?
Beden kitle indeksinin(boya göre olması gereken ağırlık) 18,5’un altında olması durumuna zayıflık denir. Başka bir deyişle ise boya göre ağırlığın %15-20 altında olması durumuna zayıflık denir. BKI’nin 20’nin altında olması mortalite(ölüm) riskini artırır, hastalıklara direnci azaltır. Organların işlverlerinde sorun oluşmasına neden olur.

Zayıflık Hastalığı Nedenleri Nelerdir? Zayıflık Nasıl Oluşur?

Nasıl ki şişmanlıkta enerji alımı ile enerji harcanması arasında dengesizlik söz konusu ise zayıflığın altında yatan da bu sebep de budur. Eğer kişi besinler yoluyla aldığı enerjiden daha fazlasını harcıyor ise bu kişinin ağırlık kaybetmesine, zayıflamasına neden olur. Enerji alımı ile harcanması arasındaki bu dengesizliğe neden olan şeyler;

* İştahsızlık, kilo alma korkusu nedeniyle besin alımındaki yetersizlik
* Aşırı fiziksel aktivite, kişinin gün içinde ağır fiziksel aktivite yapması veya gün içinde çok hareketli olması
* Alınan besinlerin sindirim, emilim ve vücutta kullanımlarında sorun olması.
* Kişide barsak parazitleri olması, veya barsak hasarına bağlı olarak sindirilen besinlerin emiliminin gerçekleşmesi ve feçes(dışkı) ile atılması olabilir.
*Hipertiroid (tiroid bezlerinin aşırı çalışması) ve kanser gibi vücudun enerji harcamasını artırıcı hastalıkların var olma durumu
* Psikolojik stres zayıflığa neden olabilir.

Zayıflığın vücuda ne gibi olumsuz etkileri vardır?

*İlk olarak, besin tüketimindeki yetersizlikten kaynaklanıyorsa, vitamin- mineral eksikliğine bağlı olarak bağışıklık sisteminde hasar, sık enfeksiyon geçirme ve geç iyileşme gözlenir.
*Yeterli enerji alınmamasına bağlı olarak dikkatsizlik, konsantrasyon kaybı, huzursuzluk görülebilir.
* Derinin altındaki yağ dokusu sağlıklı bireylerde sağlığı koruyucu özellik gösterir. Ancak zayıf bireylerde bu yağ dokusu yok denecek kadar az olduğu için bu işlevi yerine getiremez. Bunun dışında yağ dokusu vücut ısısının korunmasına, düzenlenmesine yardımcıdır. Zayıf kişilerde özellikle yaşlı bireylerde üşüme, vücut ısısını koruyamamaya sık rastlanır.
* Adet düzensizliği zayıf bireylerde sık rastlanan bir sorundur. Bunun nedeni hormonların yapısında yağ bulunması ve yeterli hormon salgılanamamasıdır. Kansızlık gözlenebilir.
* Tüm bu etkilerinin dışında Anoreksiya Nervoza’ya gidişi de kolaylaştırır.

Zayıflık tedavi edilebilir mi? Tedavisinde hangi yöntemler izlenmelidir?
Şişmanlığın tedavisinin mümkün olduğu gibi zayıflağın da tedavisi mümkündür. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli şey, zayıflığa neden olan durumların ortadan kaldırılmasıdır. Hastada barsak paraziti var ise gaita(dışkı) testi vererek varlığı doğrulanmalı gerekli ilaç tedavisi yapılmadır. Tiroid hormonlarında sorun olup olmadığı kan testi verilerek kontrol edilmelidir. Kısacası ayrıntılı bir kan, dışkı, idrar tetkikleri ve fizik muayene yapıldıktan sonra beslenme tedavisine geçilmelidir. Eğer kişinin zayıflığı psikolojik kaynaklı ise mutlaka bir uzmandan yardım alınmalıdır. Zayıflığın nedeni tespit edilip, tedaviye başlandıktan sonra kişi diyetisyenden yardım almalı ve kişiye özel diyet programı uygulanmalıdır. Kişinin kendi kendine yapmaya çalıştığı diyetler durumun daha kötüye gitmesine neden olabilir. Uygulanan beslenme programının karbonhidrat, protein ve yağ bakımından dengeli olması gerekmektedir. Dengesiz bir program uygulandığında istenilenin aksine kas dokusu değil yağ dokusu kazanımı gerçekleşebilir. Bu kişinin görüşünde dengesiz bir dağılıma neden olur.

Zayıflık için uygulanan beslenme tedavisinde nelere dikkat edilmelidir?
Diyetisyenin önerdiği miktarlarda besin tüketmeye çalışınız. Hızlı ağırlık kazanımı için acele etmeyiniz. Yavaş aldığınız kiloların daha sağlıklı ve kalıcı olacağını unutmayınız. Aşırı yağlı ve şekerli besinlere yönelmeyiniz.

Sağlıklı Kilo Almak İçin Basit Öneriler
Her durumda geçerli olduğu gibi yeterli ve dengeli beslenin. Diyetinizde size kısa yoldan ağırlık kazandıracağını düşündüğünüz (patates kızartması, cipsler, çikolata, şekerler gibi) besinlere yönelmeyiniz. Bu besinler yağ dokusunda artışa neden olacağı kan yağlarınızda sorun olmasına neden olabilir.
* Yemeklerinizde kalorisi yoğun olan yiyecekleri tercih edin. Böylece hacim olarak fazla olmayan ama enerji ve besin ögeleri yönünden zengin bir öğün tüketmiş olursunuz. Yemeklerinizde sebze yemeğiniz, tahıl gurubu ürünler(pilav/makarna, ekmek) et yemeklerini ayrı ayrı tüketmek sizi zorluyorsa bunları bir arada tüketebilirsiniz. Sebze yemekleriniz veya çorbalarınıza kıyma ekleyebilirsiniz. Veya çorbalarınız yumurta ile zenginleştirebilirsiniz. Salatalarına ekleyeceğiniz ceviz, zeytin veya peynir ile kalorisini ve içeriğiniz yükseltebilirsiniz. Iştahınız yok ise öğün sayınızı artırın. Az miktarda ama sık tüketerek toplamda almanız gereken enerjiye ulaşabilirsiniz. Ara öğünlerinizde 2 dilim ekmek ve peynirle hazırlacağınız küçük bir sandiviç veya sütlü tatlı üzerine ekleyeceğiniz fındık, badem veya ceviz hem enerji yönünden zengin hem de besin ögesi içeriği bakımından dengeli bir tercih olacaktır.
* Sıvıları yemeklerle birlikte almak yerine öğün aralarında tüketmek doğru bir tercih olabilir. Böyle mide kapasiteni suyla doldurmamış tüketmeniz gereken yemeklere yer kalmış olur.
* Kendinize damak tadınıza uygun olarak karışımlar hazırlayabilirsiniz. Evinizde mikser yardımı ile, 1 su bardağı süt, 2-3 adet bisküvi, 5-6 adet fındık veya 2 adet ceviz, 1 top dondurma, 1 tatlı kaşığı bal veya pekmez, 1 adet meyve koyarak bunları sıvı hale getirebilirsiniz. Ayrı ayrı bakıldığında tüketimi zor gibi gözükse de bir bardağının içine sığdığında tüketimi daha kolay olacaktır. Karışımınızı hazırlarken dikkat etmeniz gereken şey, içeriğindeki protein, yağ ve karbonhidratların dengeli olmasıdır. Bu konuda diyetisyeninizden yardım alabilirsiniz.

İştah kaybı varsa neler yapılabilir?

*Beslenme saatlerinizi düzenleyin ve aynı saatlerde tüketmeye çalışın.
* Kan şekeri seviyeniz bu saatlere göre düzenleneceği için bir süre sonra belirlediğiniz saat yaklaştığında açlık hissedersiniz. Bu düzeni sağlamak için açlık hissetmenizi beklemeyin, saatinde yemeniz gereken besinleri tüketmeye çalışın.
*Besin seçimi ve hazırlama aşamalarında mümkün olduğunca yer alın. Böylece açlık merkeziniz uyarılacak, iştahınız artacaktır.
* Yemek zamanlarınızı daha çekici bir hale getirin. Farkı günlerde değişik masa örtüleri kullanmak, renkli yemek takımları(kırmızı renk iştah artışına neden olur) kullanmak, masayı çiçekler veya mumlarla süslemek daha uzun süre masada kalmanıza, yemekten zevk almanıza ve böylece daha çok yemenize yardımcı olacaktır.
* Çoğu kişi tek başına yemek yemekten hoşlanmaz, yemekten zevk almaz ve biran önce bitmesini ister. Bu nedenle mümkün oldukça yalnız yemek yememeye çalışınız. Arkadaşlarınız veya ailenizle sohbet ederek, beraber yemek yiyenlerin verdiği şevk ile besin tüketiminizi artırabilirsiniz.
*Yemek zamanlarında hoş olmayan veya istemediğiniz konuları konuşmaktan kaçının. Yemeklerden önce kısa yürüyüşlere çıkmak iştahınızda artışa neden olabilir.
* Yemek yemek için farklı ortamlar yaratabilirsiniz. Yeni restoranları deneyebilir, farklı besinleri deneyerek yeme zevkinizi artırabilirsiniz.
Sonuç olarak, zayıflık ciddi boyutları olan bir sağlık sorunudur. Beden kitle indeksinizi irdeleyerek, ağırlık denetiminizi yapınız ve altında yatan nedenleri araştırınız. Ağırlık kazanımı için bir uzmandan yardım alınız ve mutlaka yeterli ve dengeli beslenerek ağırlık kazanımını hedefleyiniz.

 

 

ZONA (HERPES ZOSTER)

Herpes zoster, genel adıyla zona, varisella zoster virüsünün sebep olduğu ve daha önce su çiçeği geçirmiş kişilerde görülen, vücudun tek tarafında deride su toplamış ağrılı kabartılarla seyreden bir hastalıktır. Halk arasında kuşak hastalığı veya gece yanığı olarak da bilinir.
Varisella (Su Çiçeği) sonrası varisella zoster virüsü vücut sinir hücrelerine yerleşip hiçbir belirti vermeksizin yıllarca inaktif kalabilir. Bağışıklık sistemindeki zayıflık veya bozuklukla yerleştiği hücrelerden ayrılıp aksonlar boyunca ilerleyerek sinir bölgesindeki deride viral enfeksiyona yol açabilir. Kabartılar genellikle 2-4 hafta içerisinde iyileşir, fakat sinir ağrıları kalıcı olabilir (postherpetik nevralji).
Bir zona hastası başkasına (genellikle çocuklara) su çiçeği bulaştırabilir, fakat zona bulaştıramaz. Çünkü zona vücut içine yerleşmiş virüs kaynaklıdır, havadan bulaşan virüsle olmaz.[1][2]
Vücut Direncini Azaltan Nedenler
• Stres (Yoğun Stres)
• Üzüntü
• Uykusuzluk
• Yorgunluk
• Beslenme bozukluğu ya da uzun ve sağlıksız diyetler
• Kanser ilaçları
• Işın tedavileri
• Kaza ve zehirlenme sonrası
• AIDS
Belirtileri
• Halsizlik
• Yorgunluk
• Ateş
• Şiddetli ağrı ve yanma
• Deride renk kaybı ve çöküntü, kızarıklık, kabarcıklar
• Baş ağrısı
• Derinin kabuklanıp dökülmesi
Tanı ve tedavi
Derideki belirtilerle birlikte gelen ağrılar nedeniyle genellikle tanı koyulması kolaydır. Özel durumlarda virüsün saptanması için pahalı yöntemler uygulanır. Kabarcıklardaki sıvıda bulunan bazı hücrelerin mikroskop ile belirlenmesi tanıyı destekler.
Zona hastalığı birkaç hafta içinde kendiliğinden iyileşir. Genellikle ağrı kesiciler ve sıvı pansumanlar hastayı rahatlatmak amacıyla kullanılır. Sıvı pansumanlar kabarcıkların hızlı kurumasını sağlar. İlk 72 saat içinde sistemik antiviral ilaçlar (asiklovir, famsiklovir veya valasiklovir) kullanılmasıyla, döküntü ve ağrı süresi kısalır. Bunun dışında B1 – B6 vitaminleri, antiinflamatuarlar, kaşıntıya karşı antihistaminler, dıştan da antiseptik anestezik krem ve solüsyonlar kullanılmaktadır. Gözle ilgili zonada göz kremleri uygulanır.
Ender görülse de daha önce zona hastalığı geçirmiş hasta, direnci aşırı düşürecek bir durum karşısında yeniden bu hastalığa yakalanabilir.